Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. Bölüm

@yikim2024

****
Şırnak'ta beklenilen kar yağışı sabahın erken saatlerinde kendini göstermiş evlerin çatılarını ve kaldırımları yer yer beyaza bürümüştü. Kar yağışından dolayı hava fazlasıyla soğukken arabamın ısıtıcısını açmış adliye doğru ilerliyordum.

Arabamın camına düşen kar taneleri sileceğin önünde sağa sola savrulup eriyip giderken derin bir nefes çektim içime. Kış aylarını pek sevmesem de karın yağışını izlemek bana nedensiz bir huzur verirdi. Bir fincan kahve yapıp , elime en sevdiğim kitabı alıp sıcacık bir evde pencerenin ardından kar yağışını izlemek bana şu hayatta gerçekten iyi gelen nadir anlardan biriydi.

Bu alışkanlığı babamla kazanmıştım. O koskoca, kasvetli ve içinde sözde bir ailenin yaşadığı İstanbul'daki evde babamla kendimize huzurlu, sessiz , sakin birkaç saat bahşetmek adına çalışma odasındaki yerden tavana kadar uzanan camın önünde ellerimizde kitaplarımız , babam sütsüz ve şekersiz türk kahvesini yudumlarken bende çikolatalı sütümü içerdim. Hatta bazen birbirimizle okuduğumuz kitaptaki hoşumuza giden birkaç cümleyi paylaşırdık.

Bazen babamın pek keyfi olmaz ve ben bu anı tek başıma yaşardım. Gerçi babamın çoğu zaman keyfi olmaz lakin beni mutlu edebilmek için kendini zorlardı. O anlarda kendimi kötü hissederdim. Annem yatak odasında geceden sızmış bir şekilde yatarken, ablam dışarıda gezip tozarken, Ali ise odasında bilgisayar oyunları oynarken bende koca bir haftanın yalnızlığını, babamın tek tatil günü olan pazar gününde onunla gidermeye çalışırdım ve bu bana bencil biri olduğumu düşündürürdü. Ama yine de bunu çoğu zaman göz ardı ederdim. Çünkü hem o kadar yalnız, hem de o kadar sevgiye aç bir çocuktum ki bende tek sevgi günüm olan pazar gününde babamın yanından hiç ayrılmazdım.

Aslında çocukken çok kırgındım babama. Okuldaki arkadaşlarımın babaları onları okula bırakıp , alırdı. Onları parka götürür, vakit ayırırlardı. Ama benim babam hep yoğun ve çalışıyor olurdu. En azından bana öyle söylerdi. Büyüdükçe anladım ki aslında babam evdeki kasvetten, annemden , kavgalardan ve huzursuzluktan kaçıyordu. Yani babamla benim hikayemde tek bencil olan ben değildim. Babamda bencildi. Onu hep iyi bir baba olarak hatırlasamda bazen ona kırgın olan yanıma denk geliyor ve yine bir hüzün dehlizinde boğuluyor ardından da kendime kızıyordum. Çünkü babam bana bu dünyada verebileceği herşeyi vermişti. O kadar mutsuzluğun, acının, kasvetin, hüznün içinde elinden ne geliyorsa yapmıştı benim için. Ve büyüdükçe bende babama benzemiştim. Annemden , onun bana karşı olan o büyük nefretinden, uzun , şarap kırmızısı, keten perdelerinin mutamadiyen kapalı olduğu o kasvetli evden kaçmak için bende okula , işe , babamın mezarına saatlerce - hatta bazen gece yarılarına kadar - sığınırdım.

İnsanlar dinlenmek için evlerine sığınır, çocuklar acı çekerken, üzgünken, mutluyken annelerine koşar ben ise annemden ayrı evimden ayrı kaçardım.

Anneme ise ne kızgındım ne de kırgın. Çünkü biz annemle hiçbir zaman birbirimize kızacak ya da kırılacak kadar samimi olamamıştık. Ben çok denemiştim. Ama olmayınca olmuyordu. Zorlamadım bende. Bu hayatta hiçbir şeyi zorlamadım. Bir tek kendimi yaşamaya, bir sonra ki sabaha uyanmaya zorlayıp durdum. Sonra da yaşamayı bırakıp var olmaya başlamıştım. Böyle herşey daha kolaydı.

Şimdi ise gökyüzünden karlar yağan, buz kesen , toprak kokan bu şehir bana hayat vermişti. Fırat'ı vermişti. Bana biraz olsun iyi gelmişti.

Yüzümde oluşan küçük tebessümle pencereyi açıp dışarıdaki soğuk havadan derin bir nefes aldım içime. O sırada da telefonum çalmaya başlamıştı. Ekranda Fırat'ın adını görünce yüzümdeki tebessüm büyümüş elim alelacele bulduğu telefon ekranını kaydırıp aramayı yanıtlamış ve Fırat'ın,
- Hazan , diyen sesi kulaklarıma dolmuştu. Bana yan yana olmadığımızda ya da yanımızda birileri olduğunda "yavrum" demiyor adımla hitap ediyordu.

Hafifçe içimi çekip,
- Efendim? Dedim .
Fırat ise benim aksime derince içini çekerken,
- Neredesin? Diye sordu düz bir sesle.
- Adliyeye gidiyorum. Yoldayım, dedim. Neyi vardı bu adamın? Dün akşam güzel ayrılmıştık.

Fırat ağzının içinden homurdanır gibi birşeyler söylerken telefondan gelen seslerden arabasına bindiğini anlamıştım. Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Birşey mi oldu Fırat? Diye sordum.
Fırat ise arabasının motor sesi kulaklarıma dolarken,
- Ne var bu adliyede sabahın bir körü gidilecek? Derken gözlerim telefonun saatine gitmişti. Saat 07.20 geçiyordu. Evet biraz erken bir saatti ama benim bugün bir mahkemem ve o mahkeme için hazırlamam gereken birkaç evrak vardı. Ardından Kim Chin'i alıp askeriyeye gidecek sonrasında da PÖH'ten gelen polislere askeriyede ne yapacaklarını anlatıp oradan tekrar adliyeye dönecek ve mahkemden çıkınca da askeriyede Kim Chin'le beraber bilgisayarlardaki verileri belleklere doldurmaya devam edecektim. Yani bugün biraz yoğundum. Üstüne üstlük daha kahvaltı bile yapmamış dünkü akşam yemeğini de askeriye de erken yediğimizden fazlaca açtım. Bu yüzden adliyede ufak bir kahvaltı yapmayı da düşünüyordum.

Kırmızı ışıkta dururken Fırat'a,
- Bugün mahkemem var Fırat. Ve mahkeme için hazırlamam gereken birkaç evrak var. O yüzden erken çıkmam gerekti, diyerek açıklama yaptım.
Fırat ise sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Çıkmadan bir görseydim seni, dedi bu durumdan hiç memnun olmadığını belli eden sesiyle.

Yüzümde oluşan gülümsemeyle yeşile dönen ışıkla tekrar yola koyulurken Fırat,
- Neyse. Bir sorun var mı? İyi misin? Diye sordu.
- İyiyim . Bir sorun yok, dedim.

Bir sorun yoktu. Dün askeriyede de söylediğim gibi olacağını da sanmıyordum.

Fırat,
- Silahın yanında mı? Diye sordu.
- Yanımda, dedim hafifçe içimi çekerken.

Hâlâ bana zarar vermeyi tekrar deneyeceklerini düşünüyor ve bundan korkuyordu.
Fırat bu seferde,
- Ne zaman geleceksin askeriyeye? Diye sordu.

Üç dört saati bulurdu. Kaç gündür erteleyip duruyordum ama odamdaki kameranın görüntülerini de artık incelesem iyi olacaktı. Nedendir bilmem yakın zamanda ortalık karışacakmış gibi hissediyordum ve içimden bir ses şimdiden Hakan Çınar için delil toplamam gerektiğini söylüyordu.

Bu yüzden Fırat'a,
- Üç dört saate gelirim, dedim.
Fırat sert bir nefesi alıp verirken,
- O çekikte seninle gelecek mi? Diye sordu düz ve hafiften sertleşen sesiyle.
Derince içimi çekip,
- Gelecek, dedim. Ve. "yine bu yüzden tartışmayacağız dimi Fırat?" Diye sordum usulca. Sesim "ne olur tartışmayalım" der gibi yalvarır bir tonda çıkmıştı .
Fırat ise derin bir nefes alıp,
- Konuşma şöyle benimle, dedi tok ve erkeksi sesiyle. "Benim seninle tartışmak hoşuma mı gidiyor? Seni üzmekten keyif mi alıyorum ben? Elimde değil kıskanıyorum. Yanında yörende benden başka bir adamı görmek delirtiyor beni. Zaten sana birşey olacak diye diken üstündeyim. Elimden gelse her saniye yanında olacağım. Bir de elin herifinin sana benden daha yakın olmasına, seninle benden daha fazla vakit geçirmesine katlanamıyorum. Beni de anla Hazan biraz " , diye de ekledi.

Anlıyordum. Ama şu dünyada hiç kimse bana Fırat'tan daha yakın olamazdı ki. Fırat kalbimdi benim. İçimdi.

Hafifçe içimi çekip adliyenin bulunduğu caddeye giriş yaparken,
- Anlıyorum Fırat ben seni, dedim ılımlı bir sesle. "Ama benim onunla yaptığım şey vakit geçirmekten çok uzak. Biz iş yapıyoruz. Yine de bu kadar rahatsız oluyorsan söylerim gelmez bir daha ."

Fırat'tan birkaç saniye ses gelmezken hafifçe yutkundum. "Söyle gelmesin" derse kendi topuğuma sıkmış olurdum. Bir anlık aşka gelip söylediğim bu şey başıma dert açardı. İnşallah öyle birşey söylemezdi.

Fırat'ın sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefesin ardından ,
- Gelsin, diyen lakin bunu söylemeyi hiç istemediğini belli eden sesi kulaklarıma dolarken hafiften şaşırmış arabayı adliyenin önüne park ederken de,
- Ne? Demiştim.
Fırat ise,
- Ne , ne Hazan? Demişti tok ve düz çıkan erkeksi sesiyle. "O kadar belgeyi, veriyi nasıl tek başına halledeceksin? Zaten ilaç kullanıyorsun , çok yoruluyorsun. Dün akşam resmen sızıp kaldın kollarımda. Gelsin. Bende birkaç gün sıkarım dişimi", diye sözlerine son verirken kalbim şuan milyonlarca kelebeğe ev sahipliği yapıyordu sanki. İçim sıcacık olmuş, yüreğimden Fırat'a usul usul birşeyler akarken , kalp ritimlerim hızlanmıştı.

Fırat'ın beni böyle düşünmesi, benim için kendi kıskançlığını , huzursuzluğunu bir kenara bırakması içimde bir yeri okşamıştı. Yüzümde kocaman bir gülümseme peyda olurken bütün güzel duygularım gökyüzünden süzülen lakin hafiften esen rüzgarda sağa sola savrulan kar taneleri gibi Fırat'a doğru savruluyordu sanki.

Hafifçe içimi çekip başımı oturduğum koltukta geriye doğru yaslarken,
- Fırat, dedim usulca. Ve Fırat'tan hiçbir ses gelmezken "çok seviyorum seni" dedim dolu dolu, her bir kelimeyi hissederek.

Fırat ise derince yutkunup içini çekerken,
- Hele bir akşam olsun, dedi. "Şu gün bir geceye kavuşsun. Seni kollarıma alıp öpe koklaya , içime sokmazsam benim adımda Fırat değil . "

Yüzümdeki gülümseme genişlerken şimdiden Fırat'ı özlediğimi fark etmiştim. Bende bir an önce akşam olsun istiyor Fırat'a sarılmak, onun sıcaklığına kavuşmak için içten içe can atıyordum sanki.

Hafifçe içimi çekip konuşmak için hazırlanıyordum ki arabamı park ettiğim yerden adliyenin bahçe duvarına tutunarak zar zor yürüyen bir kadın gördüm. Üzerinde siyah paltosu , başında kahverengi yazmasıyla kar yağışından dolayı sırılsıklam olmuş bu kadın bana bir yerden tanıdık geliyordu.

Fırat,
- Hazan, diye bana seslenirken kadının adliyede çalışan hademelerden biri olduğunu anlamıştım. İsmi... sanırım Emine'ydi. Arabanın kapısını açıp inerken Fırat'a,
- Sonra konuşalım mı? Ben ararım seni, diyerek kapıyı kapatmış ve düşmek üzere olan kadına doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başlamıştım.

Fırat ise,
- Hazan bir sorun mu var? Diye sordu ciddileşen ve sorgulayıcı bir hâl alan sesiyle.

Kadınla aramda birkaç metre mesafe kalırken ayağımdaki topuklu çizmelerimin sesi kaldırımda yankılanıyor, kar taneleri saçlarıma düşüp eriyip giderken sertleşen rüzgar yüzüme vuruyordu.

Fırat'a,
- Hayır bir sorun yok. Arayacağım seni, derken telefonu kapattım. Adımlarımı biraz daha hızlandırıp tutunduğu duvara yaslanan kadının yanına varmıştım. Elimi omzuna koyup,
- İyi misiniz? Diye sordum.
Kadın derin derin nefesler alıp yere eğik olan başını bana doğru kaldırırken gözünün altında iyileşmeye yüz tutmuş ve hafiften yeşilimsi bir renk almış olan morluk dikkatimi çekmişti.

Kaşlarım çatılırken kadın,
- İyiyim kızım, dedi zar zor. Ama pek iyi görünmüyordu.
Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Adınız Emine'ydi, değil mi? Dedim.
Kadının kahverengi gözlerinde bir şaşkınlık kendini gösterirken,
- Kızım nereden bilirsin adımı? Diye sordu.
Gülümseyip,
- Adliyede çalışıyorsunuz. Orada gördüm sizi. Savcıyım ben, dedim.
Kadın iyice şaşırırken sözlerime,
- Pek iyi görünmüyorsunuz. İsterseniz bir hastaneye götüreyim sizi, dedim.
Kadın ise başını sağa sola sallayıp ,
- Yok hanım kızım. Gerek yoktur. Adliyede çay ocağında oturur dinlenirsem geçer. Tansiyonum düşmüştür her hal, demişti.

Bu durumdan pek memnun olmasam da zorlamak istemediğimden,
- Emin misiniz? Diye sordum.
Kadın,
- Eminim . Gerek yoktur hastaneye. Sağolasın, derken tekrar yürümeye çalışmış ama sendelemişti. Hemen koluna girip,
- Yardım edeyim size, dedim.
Kadın ise ,
- Zahmet olmasın kızım, derken,
- Olmaz merak etmeyin. Aynı yere gidiyoruz zaten, dedim.
Kadın tekrar,
- Sağolasın, demişti.
Ve birlikte yavaş yavaş adliyeye doğru ilerlemeye başlamıştık. Gözlerim kadının üzerindeydi. Çok yorgun görünüyordu. Göz altları yarı yorgunluktan yarı dayak yemekten mosmor olmuş bir vaziyetteydi. Omuzları "ben dünyanın yükünü taşıyorum" dercesine çökmüştü kadıncağızın. Bu halde birde adliyeyi mi temizleyecekti? Daha ayakta duramıyordu.

Gözlerim kadının siyah bir ecza çantasını tutan eline kayarken ellerinin yer yer çatlayıp yara bere olduğunu görmüştüm. Yaptığı iş zor ve zahmetliydi. Keşke bugün işe gelmeseydi diye düşünürken kadının mahsun hâli içimi acıtmıştı.

Hafifçe içimi çekerken adliyenin bahçesine giriş yapmıştık. O an sert bir rüzgar eserken kadın hafiften titremeye başlamıştı. Sanırım evi buraya uzaktı ve bu kar yağışında yürüyerek gelmişti. Yoksa bu kadar ıslanması pek mümkün görünmüyordu.

Kadının tuttuğum kolunu diğer elime alırken boşta kalan kolumu sırtından beri omzuna sararak onu biraz olsun ısıtmaya ve daha sıkı tutmaya çalıştım. Çünkü merdivenlere gelmiştik. Yanımızdan gelip geçen kimi avukat, kimi savcı, kimi mübaşir, kimi bilmem ne olan insanlar bana selam verirken Emine hanımı görmezden geliyordu. Ki zaten eğer bu kadın haftalardır yüzündeki bu morlukla adliyeye gelip gidiyor ve kimse fark edip ne oldu diye sormuyorsa kadıncağızı şimdide görmezden geliyor oluşları beni pek tabii şaşırtmamalıydı.

Canım bu duruma sıkılırken Emine hanımın yavaş adımlarına uyum sağlayarak merdivenleri bitirmiş ve adliyenin içine girmiştik. Yüzümüze vuran sıcak hava hafiften ürpermemize sebep olurken kadın,
- Bundan sonrasını ben yürürüm kızım. Zahmet etmeyesin, demişti.
Bende,
- Olmaz. Ben götürürüm sizi. Zahmet falanda olmuyor, dediğimde zemin katta olan çay ocağına doğru ilerlemeye başladık.
Kadın,
- Kızım ama olur böyle? Sen savcısın, demişti.
Ne vardı yani savcıysam?
- Ne olmuş savcıysam. İnsan değil miyiz hepimiz? Dedim.
Emine hanım,
- Ne bileyim kızım? Derken çay ocağına girmiştik.
Bana çay, kahve , ıhlamur getiren Medine teyze de buradaydı ve bizi görünce,
- Ah savcım, demiş sonrada Emine hanımı görünce "Emine neyin var?" Diyerek ona dönmüştü. Emine hanım ayakta durmakta zorlanırken ,
- Emine hanım pek iyi değil Medine teyze. Bir oturtalım şöyle, dedim ve kahverengi ahşap masanın yanındaki siyah sandalyeyi çekip kadıncağızın oturmasına yardım ettim.

Medine teyzede,
- Bende bir su getireyim, diyerek tezgaha yönelirken Emine hanımın önüne çöküp,
- İyi misiniz? Diye sordum.
Kadın başını sallarken ayağa kalkıp,
- Şu paltonuzu çıkaralım da ısının, derken kadının "zahmet olmasın" deyişleri arasında paltosunu çıkarmasına yardımcı olmuştum. Medine teyzede Emine hanıma suyunu verip elimdeki paltoyu almış ve kurusun diye kaloriferin üzerine sermişti.

Kadıncağız sudan birkaç yudum alırken çantamı arabada unuttuğumu fark etmiştim. Üstüne üstlük arabanın anahtarını alıp kapıyı da kilitlememiştim. Derin bir nefes alıp Medine teyze ve Emine hanıma,
- Kahvaltı yaptınız mı? Diye sordum.

Köşede çok güzel bir pastane vardı ve dışarıya çıkmışken oradan simit poğaça falan alacaktım. İkisi de susarken,
- Anlaşıldı. Bugün evden tek kahvaltı yapmadan çıkan ben değilim, dedim ve " Ben köşedeki pastaneye gidiyorum. Simit ve poğaça dışında birşey isteyen var mı? " Diye sordum.

Medine teyze,
- Zahmet etmeyin savcım. Biz burada yeriz birşeyler, derken onu duymazdan gelip,
- Ben gelene kadar çay demler misin Medine teyze? Dedim.

O ise önce bir itiraz edecek gibi olsa da gülümseyip başını sallamıştı. Bende gülümsemesine karşılık verip önce çay ocağından sonrada adliyeden çıkmıştım. Soğuk hava ciğerlerime işlerken koşar adım merdivenleri inip arabamın yanına ulaştım. Kapıyı açıp önce arka koltuktaki siyah kabanımı alıp ceketimin üzerine giyerken ardından da çantamı alıp arabamın kapısını kilitledim. Pastane yakındı ve yürüyebilirdim.

Arabamı geride bırakıp arabaları kontrol ederek karşı kaldırıma geçerken dalgalı saçlarım rüzgarda savruluyor, siyah çizmelerimin topuğu kaldırım taşlarının üzerinde hoş bir tınıda sesler çıkarıyordu. Başımı hafiften yukarıya kaldırıp gökyüzüne bakarken kar tanelerinin daha da büyüdüğünü fark etmiştim. Yarım deri eldivenim olsa da üşüyen parmaklarımı ısıtmak için ellerimi kabanımın ceplerine sokarken telefonumun zil sesi kulaklarıma dolmuştu.

Adımlarımı yavaşlatıp kabanımın altındaki ceketimin cebinden telefonumu çıkarırken ekranda Fırat'ın adını gördüm. Alelacele telefonu yüzüne kapatmıştım ve sanırım merak etmişti. Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm. Fırat'ın,
- Hazan, diyen sesi kulaklarıma dolarken kaldırımda yanımdan geçip giden insanlar gibi bende onların yanından geçip giderken,
- Efendim? Dedim.
Fırat derin bir nefes alırken,
- İyi misin? Diye sordu.
Hafifçe gülümseyip,
- İyiyim, dedim. "Az önce için kusura bakma. Biraz yüzüne kapatmış gibi oldum.

Sesim sonlara doğru mahçup bir hâl alırken Fırat,
- Gibisi fazla. Yüzüme kapattın, dedi düz bir sesle. Sanırım bundan pek hoşlanmamıştı.

Dudaklarımı büzüp,
- Özür dilerim, dedim usulca.
Fırat ise hafifçe içini çekerken,
- Neredesin sen? Diye sordu özür dileyişimi es geçerek. "Dışarıda mısın?"

Etraftan gelen araba ve insan seslerini duyduğu için sormuştu sanırım bu soruyu.
- Dışarıdayım.
Fırat sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verirken,
- Ne yapıyorsun dışarıda? Diye sordu hesap sorar gibi.
Kaşlarım çatılsa da ters bir tepki vermedim. Bana birşey olmasından endişe ediyordu.
Bu yüzden sakin bir ses tonuyla,
- Adliyenin yakınlarında bir pastane var . Oraya gidiyorum, dedim.
Fırat ise,
- Arabanla gitsene Hazan niye yürüyorsun? Hava buz gibi, demişti azarlar bir tonda.

Hafifçe içimi çekip,
- Biraz yürümek istedim. Hem pastane çok yakın, dedim.
Fırat sıkıntıyla içini çekerken,
- Hasta olursan sorarım ben sana yürümek istemeyi, demişti. Sesi hâlâ azarlar gibiydi.

Nedendir bilmem Fırat böyle beni düşünerek konuşurken sesinin nasıl çıktığı hiç umrumda olmuyor kalbim ona karşı sevgiyle dolup taşarken içim usul usul eriyordu.

Öte yandan ise Fırat'ın bir yandan da yine vurulup zarar görmemden korktuğunu biliyordum. Onu bu konuda nasıl rahatlatacağımı bilmesem de zamanla düzeleceğini düşünüyordum. Ya da öyle umut ediyordum.

Fırat'a,
- Olmam merak etme, dedim tatlı bir ses tonuyla.
Fırat yine derin bir nefes alırken,
- Az önce niye kapattın telefonu öyle alelacele? Diye sordu konuyu değiştirerek.
Hafifçe içimi çekerken,
- Adliyede çalışan bir kadın vardı. Biraz kötü görünüyordu. Ona bakmak için kapattım, dedim.

O sırada pastaneyede girmiş , mis gibi kokan açma, simit , poğaça ve böreklerin kokusu burnuma dolarken iyice acıkmıştım.
Fırat ise hafifçe içini çekerken,
- Güzel yavrum benim, demişti fısıldar gibi. Sanki bana değilde kendi kendine söylüyordu.

Ben ise gözlerim cam vitrinlerde ki hamur işlerinde gezinirken hafifçe gülümsemiştim. Ne alacağıma karar vermeye çalışıyordum. Fırat'a ise söyleyecek bir şeyim yoktu. Utanmıştım.
Fırat ise sessizliğimden dolayı derin bir nefes alıp,
- Vardın mı pastaneye? Diye sorarak konuyu değiştirmişti.
Gülüşüm genişlerken,
- Vardım. İçerideyim şimdi. Ne alsam diye düşünüyorum? Dedim.

Şuan Fırat'la öylesine havadan sudan konuşuyorduk. Ve bu bana garip hissettiriyordu. Daha önce böyle telefonda o an ne yaptığımı anlattığım çok az anım vardı. Onunda hemen hemen hepsi Ali'yle olmuştu. Aslında çok arkadaşım vardı benim. Hâlâ da öyleydi. Ama dostum hiç yoktu sanırım. İçimi bilen, yüreğimi açtığım hiç kimse yoktu bu hayatta. Bir Ali vardı. Onunla da aynı yolun yolcusuyduk.

Birgün Ankara'da Bahar ve Cansu diye bir kızla beraber kaldığımız evde gece kız kıza oturmuş sohbet ederken Bahar bana ailemi sormuştu. Yüzeysel birkaç birşey anlatsam da detaya girmemiş konuyu kapatmıştım. Bahar ise "Hazan tanışalı neredeyse beş ay oluyor. Senin hakkında hiçbir şey bilmiyoruz" demişti memnuniyetsiz bir şekilde. Cansu da onu desteklemişti. Bende " bende sizin hakkınızda birşey bilmiyorum. Olabilir ne var bunda" demiştim. Cansu ise "sormuyorsun çünkü" demişti. "Sorsan anlatırız" . Bahar'da ona destek çıkarken "aynen öyle Hazan" demişti. "Hiçbir şey vermemek için hiçbir şey almıyorsun ki".

"Hiçbir şey vermemek için hiçbir şey almıyorsun ki" .

Sanırım benim hayatımın insan ilişkisini anlatan en iyi cümle buydu. Şimdi ise bu cümleyi darmaduman etmem gerekiyordu. Çünkü Fırat'tan birçok şey almak isterken ona hiçbir şey vermemek olmazdı.

Derin bir nefes alıp verdiğimde Fırat,
- Karar verebildi mi bari ne alacağına? Diye sormuştu.

Bende hafifçe içimi çekerken,
- Verdim, dedim.
Ve tezgahtaki amcadan üç poğaça, üç simit , üç açma ve üçte kıymalı börek isterken Fırat,
- Hazan o kadar şeyi nerene yiyeceksin? Demişti güldüğünü belli eden hoş erkeksi sesiyle. Bu sesi beni de güldürürken,
- Tek başıma yemeyeceğim ki , demiştim tezgahtaki amca istediklerimi paketlerken.
Fırat ise sorgulayıcı bir sesle,
- Kimlerle yiyeceksin bakalım? Diye sordu.

Fırat'ın bu sorusunda yine bir takım kıskançlık esintileri hissederken bir yandan da dükkanın içinde hâlâ bakınıp duruyordum.
- Az önce bahsettiğim kadın ve çay ocağında çalışan Medine teyzeyle beraber yiyeceğiz, dedim.

Fırat hafifçe içini çekerken,
- Afiyet olsun savcım, dedi.
Hafifçe gülüp,
- Sağolun yüzbaşım, dedim.
Fırat ise,
- Yüzbaşın yesin seni, derken gülüşümü bastırmak adına alt dudağımı hafifçe ısırmıştım. O sırada da tezgahtaki amca paketleme işlemini bitirmişti. Bende ücreti ödeyip,
- Kolay gelsin, iyi günler, diyerek pastaneden çıkmış ve yine soğuk havayla iç içe geçmiştim. Derin bir nefes alıp verirken artık telefonun diğer ucundan Fırat'ın arabasının motor sesi gelmezken,
- Vardın mı askeriyeye? Diye sordum.
Fırat ise,
- Vardım, dedi.
Bende,
- E o zaman kapatalım. Sen geç askeriyeye, dediğimde Fırat,
- Olmaz, dedi. " Sen adliyeye girene kadar kapanmayacak o telefon."

Yüzümde buruk bir gülümseme oluşurken hafifçe içimi çekip,
- Peki , dedim usulca.

Ve ben adliyeye girene kadar Fırat telefonu kapatmamış üstüne üstlükte biz hiç konuşmamış sadece birbirimizin nefes alışverişlerini dinlemiştik. Benim içim ise bu sıradan , basit ve külfetsiz anda , bu karlı kış gününde sıcacık olmuştu.

                            ******

Emine hanım ve Medine teyzeyle çay ocağında havadan sudan bir sohbetin eşliğinde yaptığımız kahvaltının ardından ben odama çıkmış mahkeme için gerekli evrakları hallederken saat 09. 05'i bulmuştu. Feyzullah'tan aldığım bilgiye göre de askeriye için ayarladığım ikinci jandarma ekibi gelmiş ve işe koyulmuştu. PÖH ekibi de askeriyeye benden sonra gelecekti. Onların askeriyedeki görevi ise askerleri sorguya almak ve ifadelerini rapor halinde bana sunmaktı. Yüzlerce askeri teker teker karakola çağırıp ifadelerini almak fazlasıyla zahmetli olacağından sorgu için albayla konuşup askeriyede birkaç oda ayarlayacaktım.

Askerleri sorguya almak için PÖH polislerini seçmemin sebebi ise onların psikolojik açıdan diğer polislere nazaran daha fazla eğitim alması, daha dikkatli ve disiplinli olmalarıydı. Şuan askeriyede TKÖ ile bağlantılı olduğunu bildiğim tek kişi Kenan Karadağlı olsa da gözden kaçırdığım veyahut üzerine düşmediğim başkalarıda olabilirdi.

Derin bir nefes alıp mahkeme için hazırladığım evrakları bitirirken bir yandan da çayımı yudumluyordum. Her yerim bilgisayar ekranına bakmaktan tutulduğu için oturduğum koltukta arkama yaslanıp gözlerimi pencereye çevirdim. Kar yağışı iyice yoğunlaşmıştı. Kar taneleri git gide irileşmiş ve kartpostallık bir görüntü oluşturmaya başlamıştı.

Hafifçe içimi çekip gözlerimi pencereden geri çektiğimde hazırlamam gereken evrakları bitirmiş olduğumdan bilgisayarı hemen odadaki kameraya bağlamıştım. Bana bir hafta öncesinin kamera görüntüleri lazımdı. Bu yüzden hızla kameranın görüntü ağında bir hafta öncesine doğru gerilemeye başlamıştım.

Görüntüler ekranda hızla hareket ederken bu işlem yaklaşık onbeş yirmi dakikamı almıştı. Şimdiye kadar odaya ben ve bana çay kahve götürüp getiren Medine teyzeden başka girip çıkan kimse yoktu. Lakin bir hafta önce pazar gününde odaya yabancı biri girmişti. Ama bu kişi beklediğim gibi Hakan Çınar değildi. Kim olduğunu ise bilmiyordum.

1.80 boylarında olan bu adam başına geçirdiği şapka ve üzerindeki şişme yeleğin arkasında yazan yazıya göre adliyedeki kameralara bakmak için gelen teknoloji firmasından biriydi. Ya da öyle görünüyordu.

Tabii ya Hakan Çınar neden işlerini gördürmek için başka insanları kullanmak varken kendini yorup tehlikeye atsındı ki?

Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken adamın odadaki delilleri toplayışını pür dikkat izledim. Ve adamın yüzünün en net göründüğü yerde ekran görüntüsü alıp yazıcıdan renkli bir şekilde fotoğrafı çıkardım.

Yapmam gereken bu adamın kim olduğunu bulmak ve gerçekten adliyeye gelen teknik serviste çalışıp çalışmadığını öğrenmekti. Adamı bulduktan sonra konuşturma işi kolaydı.

Adamın fotoğrafının olduğu kağıdı alıp çantama koyarken askeriyeye gitmek için ceketimi ve kabanımı giyip odadan çıktım. Asansöre binip zemin kata inerken Kim Chin'e hazır olmasını ve onu yine aynı yerden alacağımı bildiren bir mesaj attım.

Adliyeden çıkıp arabama bindiğimde saçlarıma düşüp eriyen kar taneleri saçlarımın ıslanmasına neden olmuştu. Umursamadım. O kadar güzel yağıyorlardı ki elimde olsa oturup saatlerce onları izleyebilirdim.

Motoru çalıştırıp yola koyulurken gözlerim sabah Emine hanımı gördüğüm yere takılmıştı. Yine o yorgun argın ve hayattan bezmiş hali gözlerimin önüne gelirken kahvaltı yaparken kadının kollarında gördüğüm morluklar zihnimde canlanmıştı. Şiddet gördüğü çok bariz bir şekilde meydandaydı.

Kadıncağız tahmini kırklı yaşlarının başındaydı. Ama daha yaşlı ve yıpranmış görünüyordu. Nasıl bir hayatı olduğunu, o yaraları bedenine kimin açtığını merak ediyordum. Nitekim kadın kapalı bir kutu gibiydi. Ona kahvaltı ederken sorduğum birkaç soruya baştan savma cevaplar vermiş, konuşmak istemediğini öylesine belli etmişti ki bende sormayı bırakmıştım.

Aslında bariz bir şekilde yüzündeki ve kollarındaki morlukları sormamış ya da bodoslama bir şekilde aile hayatını sorgulamamıştım lakin kadın pek tabii niyetimi anlamış olmalıydı.

Yine de o kadın için birşeyler yapmak en azından derdini sıkıntısını öğrenmek istiyordum. Şu soruşturma işini bir yoluna koyup Emine hanımla daha yakından ilgilenecektim.

Düşüncelerim arasında Kim Chin'in kaldığı yere varmıştım. Kim Chin ise yine dünkü gibi beni aynı yerde ve aynı şekilde elinde şemsiyesi yine simsiyah giyinmiş bir vaziyette bekliyordu. Gerçi bende bugün yine dünkü gibi simsiyah giyinmiştim. Ama düne nazara daha özenli ve resmiydim. Çünkü bugün mahkemem vardı.

Kim Chin arabayı önünde durdurduğumda hızlı adımlarla arabanın önünden dolanıp yan koltuğuma oturmuş ve,
- Selam savcı, demişti.
Hafiften gülümseyip,
- Selam , diyerek karşılık verdim.
Kim Chin ise elindeki şemsiyeyi arka koltuğa koyup arabanın ısıtıcısına sarılırken,
- Dondum be, dedi.

Isıtıcının ayarını yükseltip tekrar yola koyulurken,
- Isınırsın şimdi, dedim.

Ve arabayı askeriyeye doğru sürmeye başladım.

                              *****

Askeriyeye giden toprak yola girdiğimde yolun çok bozuk olduğunu görmüştüm. Dünkü yağmur ve bugünkü kar yağışı sebebiyle iyice yumuşayan toprak yol üzerinden gelip geçen arabalarında etkisiyle balçık gibi çamur olmuştu.

Yolun kenarında köşesinde biriken karlar kendini gösterirken kar yağışı hız kesmeden devam ediyordu. Ben ise bir an önce askeriyeye varabilmek adına gaza fazlasıyla yüklenmiştim. Arabamın önünden ,arkasından, sağından ve solundan etrafa sıçrayan çamurlar bir yandan arabamı da kirletiyordu. Bu durum canımı sıkıyor olsa da umursamamaya çalıştım çünkü şuan öncelik vermem gereken şey işimdi.

Saat 10.20 'yi gösterirken benim önce askeriyedeki işleri yoluna koyup sonrada 13.30' daki mahkemeye yetişmem gerekiyordu. Ki bu süre zarfında ne kadar bellek doldurursam kardı.

Sonunda askeriye görüş acıma girerken ilk dikkatimi çeken şey her yer beyaza bürümüşken gökyüzünde usul usul dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızın kan kırmızısı rengiydi. Bu görüntü beni gülümsetirken yan koltuğumda uyuklayan Kim Chin'e seslendim.

Kim Chin ise sadece hafiften daldığı için hemen kendine gelirken,
- Geldik mi? Diye sordu.
- Geldik , geldik, dedim ve park ettiğim arabadan indim. Kim Chin'de benimle beraber arabadan inerken arka koltuktaki bilgisayar çantalarını alıp birini Ona verdim. Arabanın kapısını kilitleyip askeriyenin bahçesine doğru ilerlerken sıcak havadan birden soğuk havaya geçmek ürpermeme sebep olmuştu. O sırada da bizi fark eden nöbetçi asker büyük sürgülü kapıyı açmış esas duruşta bekliyordu.

Nöbetçi askerin açtığı bahçe kapısından içeriye girerken askere ,
- Rahat , demiş ardından da kapıyı açtığı için"sağol" diye de eklemiştim.

Binanın kapısında bizi albay ve Fırat bekliyordu. Fırat'ı görmek kalp atışlarımı hızlandırmış , midemde kelebekler uçuşuyormuşcasına bir his yaratmıştı. Onu her gördüğümde ilk kez görüyormuş gibi hissediyordum. İçim askeri üniformanın içinde böylesine heyebetli, güçlü, yakışıklı ve karizmatik duran bu adama eriyordu. Fırat'ı ayrı, yüzbaşı Fırat'ı ayrı seviyordum sanki.

Hafifçe içimi çekip gözlerimin Fırat'ta pek fazla oyalanmasına izin vermeden albaya döndüm. Lakin Fırat'ın üzerimde gezinen bakışlarını çok net bir şekilde hissedebiliyordum. Onunla askeriyede göz göze gelmemeye çalışıyordum ki bu yüzden şuan bana nasıl baktığını bedenine baksam da gözlerine bakmadığımdan bilmiyordum.

Kim Chin'le beraber onların karşında durduğumuzda Fırat'ın yüzümde gezinen gözlerini yok saymaya çalışarak bana ,
- Hoşgeldiniz savcım, diyerek elini uzatan albayın elini sıktım ve,
- Hoşbulduk albayım, dedim.
Albayla ellerimiz ayrılırken Fırat'ta bana elini uzatmış ardından da ben uzattığı elini bekletmeden sıkarken,
- Hoşgeldiniz savcım, demişti tok, bariton ve kalın sesiyle.
Ben ise yüzüne öylesine bir bakış atıp,
- Hoşbulduk yüzbaşım, dedim düz bir sesle.

Sonrada ellerimiz ayrılmış, Fırat ve albay Kim Chin'nin de elini sıkmıştı. Fırat hâlâ Kim Chin'e düşman gibi bakıyordu. Ondan hoşlanmadığı o kadar belliydi ki. Kara gözlerine bir iki saniye baktığımda Kim Chin'e karşı olan öfkesini , kıskançlığını görebilmiştim.

Yine de bu durumun üzerinde fazla durmadım çünkü Fırat Kim Chin'nin benimle gelmesini kabullenmiş ve bu yüzden tartışmayacağımızı söylemişti. Bu sebeple de içim rahattı.

Albayın yönlendirmesiyle içeriye girerken hafifçe içimi çekip karargâh odasının önünde durduğumuzda,
- Albayım, dedim.
Albay ise ,
- Buyrun savcım, derken Fırat'ta beni dinliyor gözlerini yüzümden bir saniye olsun ayırmıyordu. İçimdeki Hazan'ın eli ayağına dolaşırken savcı Hazan fazlasıyla sakin ve telaşsızdı.

Bu yüzden albaya hitaben,
- Dün bahsetmiştim. Askeriyeye Polis özel harekattan bir ekip gelecek. Buraya askerleri sorguya almak için gelecekler. Hepinizin teker teker karakola gitmesi soruşturma sürecini uzatır diye düşündüğümden askeriye de üç odayı sorgu için ayırabilir miyiz diye soracaktım, dedim.

Albay,
- Emredersiniz savcım, derken başımı sallayıp "sağolun" dedim.
Albay,
- Siz sağolun, dediğinde hafifçe tebessüm edip,
- Biz yine karargâh odasını alıyoruz, dedim.
Albay başıyla beni onaylarken,
- Çaylarınızı gönderiyorum, dediğinde ,
- Lütfen, demiş ve Kim Chin'le beraber karargâh odasına girmiştim. Tabii Fırat'ın hoşnutsuz ve sert bakışları arasında.

******
Kim Chin'le beraber saat 12.00'ye kadar askeriyede bellek doldurmuş, gelen PÖH ekibine görevlerini anlatmış, albay ve Fırat'a mahkemem olduğunu üç dört saate geri döneceğimi bildirerek askeriyeden çıkmış ardından da adliyeye geçmiştim.

Mahkeme ise beklediğim gibi geçmiş Cemal şerefsizi müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Şimdi ise kendime bir kafeden kutu kahve almış, tekrardan askeriyeye dönmek üzere yola koyulmuş ve Şırnak trafiğinde iri iri yağan kar tanelerini izleyerek araba kullanıyor bir yandan da kahvemi yudumluyordum.

İçim tatlı bir huzurla doluyken kalbimin bir köşesi bu huzuru yadırgıyordu. Kendimi ilk defa birşeylere yetişmeye çalışıyor gibi değilde birşeyler yapıyor gibi hissediyordum.

İlk defa günler geçip giderken yüreğimdeki açılardan da bir parça alıp götürüyordu. Garipti.

Ve o an daha garip birşey oldu. Telefonum çaldı. Yoldaki gözlerim telefonun ekranını bulurken gördüğüm isim bir an elimi ayağıma karıştırmış, okuduğum yazı gözümde büyürken birkaç saniye doğru görüp göremediğimi sorgulamıştım.

Ufak çaplı bir şok yaşarken arabayı toprak yola girmeden hemen önce sağa çekmiş titreyen ellerimle "Annem" yazan aramayı yanıtlamıştım.

Birkaç saniye telefonun diğer ucundan gelen nefes alış veriş seslerini dinlemiş sonra da gözlerim hafiften dolmaya başlamışken zar zor toparlayabildiğim sesimle,
- Alo, demiştim.
Annem ise iç geçirir gibi bir nefesi alıp verirken ,
- Ölmemişsin, dedi memnuniyetsiz çıkan sesiyle.
O an bilinçsizce nefesimi tuttum. İçim karmakarışık olurken ne söyleyeceğimi ne hissedeceğimi bilmediğimden susmayı tercih ettim. Anneme karşı hep yaptığım gibi yine susmayı, onun beni yaralamasını kendime hak gördüm. Gerçi konuşsam ne diyecektim? Kendi öz annem ölmediğim için resmen mutsuz olmuş bana yalandan bile olsa nasıl olduğumu sormamıştı. Böyle bir anneye benim gibi yaralı, paramparça bir kız çocuğu ne diyebilirdi ki?

Ben susarken annem,
- Ne büyük bir talihsizlik. Seni azrail bile almayı reddediyor, diyerek sözlerine devam etmişti. Sesinin tonundan sarhoş olduğunu anlayabiliyordum. Lakin bu annemin bu sözlerini benim için hafifletmiyor ve ben "annem sarhoş. Eğer ayık olsaydı bana bu sözleri söylemezdi" diyemiyordum.

Ve yine sustum. Gözümden bir damla yaş süzülürken sustum.
Annem ise,
- Eğer ölseydin yine haklı çıkacaktım. Sana "baban gibi hak ,hukuk , adalet peşinde koşarken öleceksin" demiştim. Ah keşke ölseydin, demişti.

Sonra da derin bir nefes alıp içini çekerken,
- Her neyse nefes alışını duymaya bile tahammülüm yok, dedi ve "seni bugün eve haciz geldiğini söylemek için aradım. Evde ne varsa alıp götürdüler. Hatta senin o çok sevdiğin babanın sallanan sandalyesini bile aldılar. "Ayol durun onu götürmeyin. Zaten çürük bir işinize yaramaz " dedim ama dinlemediler" diye sözlerine devam ederken histerik bir kahkaha attı.

Ben ise öylece oturduğum arabanın içinde kalakalırken ne söyleyeceğimi bilememiş sadece,
- Nasıl? Diye sorabilmiştim.
Annem ise,
- 500,000 TL kumar borcum vardı , demiş ve yine içini çekerken "bu aralar çok şansızım. " Diyerek susmuştu.
Hafifçe içimi çekip,
- Neden daha önce söylemedin? Diye sordum.
Annem "bilmem" dedi. Sonra da "belki de işleri senin için daha çok zorlaştırmak istemişimdir" diye eklemişti dalga geçer gibi.

Tabii ya yarım milyon TL borcu ödeyecek bir Hazan vardı bu dünyada. Bütün üniversite, staj ve iş hayatı borç harç ödemekle geçen, banka kapılarını aşındıran, annesinin esareti olan bir Hazan vardı. Varla yok arası bir Hazan. Olsa da olur olmasa da .

Gözlerimden birer damla yaş daha düşerken kalbimdeki kırıkların artık nereye battığını kestiremezken annem,
- Bu arada evi ipotek ettirdim kumar borcu için. Eğer bankaya olan borcu hemen ödemezsen evi de elimizden alacaklar, haberin olsun, diyerek son darbeyi de vurup telefonu yüzüme kapatmıştı.

Bir müddet öylece kalakalmıştım. İçim buz kesmiş, zaman , mekân ve geriye kalan herşey benim için birkaç dakikalığına anlamını yitirirken yine en güçlü olduğum yerden kırılmıştım. Kendimi o an bu dünyadan dışlanmış , bu yol kenarına öylesine atılmış ve yapayalnız kalmış gibi hissederken derin bir hüzün yüreğimi kaplamıştı. Yine tüm hevesim kırılmış , yüreğimdeki acılar bana bile ketumlaşmıştı.

O an şu gökyüzünden düşen bir kar tanesi olmayı diledim. Bu dünyada bana ayrılan sürenin gökten yere düşüp eriyinceye kadar kısa sürmesini istedim. Niye alışamıyordum annemin bu sevgisizliğine? Bana olan nefretine? Niye alışamıyordum? Niye söz konusu annem olduğunda hep küçük bir kız çocuğu olarak kalıyor, hep herşey daha yeniymiş gibi kırılıp dökülüyordum? Neden annemin esaretiyken o esaretin bende esiri oluyordum? Ne zararım vardı benim bu kadına? Tek başıma var olmaya çalışıyordum işte? Kimseye bir zararım olmasın diye tüm zararlarımı da ziyanlarımı da kendime verirken neydi bu dünyanın benimle derdi?

Az önce "huzurluyum" demiştim. Sadece fırtına öncesi bir sessizlikmiş. Yüzümdeki küçük tebessümün bedeli şimdi silmeye bile üşendiğim gözyaşlarımmış. İçimi saran sıcaklığın laik olduğu dondurucu bir soğukmuş. Benim adım kaderimmiş. "Hazan". Ne kadar güneş açarsa açsın hiçbir şeyin yaprakların döküldüğü, yağmurların yağdığı ve sonunun bedbaht bir kışa çıkacağı gerçeğini değiştiremediği Hazan.

Gözlerimden usul usul dökülen yaşlar yerini hıçkıra hıçkıra ağlayışlarıma bırakırken başımı direksiyona dayadım. Omuzlarım sarsıla sarsıla, yumruklarımı sıka sıka, arada bir de başımı direksiyona vura vura ağlarken nefeslerim sıklaşmış ve ben arabanın içinde boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. O an düşündüm; bu arabadan çıkmasam o astım ilacını ağzıma sıkmasam ne olurdu? Şurada ölseydim kimin umurunda olurdu? Yıllar önce deneyip başaramadığım ölüm bugün burada beni bulur muydu?

Saçmalıyordum. Şimdi bu kadar canım yanıyordu . Lakin bir süre sonra tüm acılara alıştığım gibi buna da alışacaktım. Öyle olacağı ya da öyle olsun istediğim için değil başka çarem olmadığından alışacaktım.

Astım ilacımı cebimden çıkarıp ağzıma sıkarken arabadan indim. Kar taneleri esen rüzgarla beraber yüzüme vururken derin derin nefesler çektim içime. Elimi arabanın kaputuna dayayıp astım ilacını ağzımdan çekerken gözlerimi kapatıp açtım. Soğuk havanın beni sarmasına, esen rüzgarın iliklerime kadar işlemesine izin verdim. Az ileride toprak yol görünürken tek bir arabanın dahi geçmediği bu ıssız otoyolda yapayalnızdım. Umursamadım. Ki zaten benim hayatımın portrelere yansıyan görüntüsü de böyle olurdu herhalde. İkiye ayrılan yol ayrımında hangi yöne gideceğini bilmeyen bir kadın. Ölüm mü yoksa yaşam mı?

Orada öylece bir süre durdum. Saçlarım sırılsıklam olmuş , üzerimdeki kaban da iyiden iyiye ıslanmıştı. Ve üşümeye başlamıştım. Bu yüzden hafifçe içimi çekip arabama bindim. Üzerimdeki kabanı çıkarıp arka koltuğa koyarken motoru , ardından da ısıtıcıyı çalıştırıp askeriyeye gitmek, sarılıp, öpemeyecek, omuzunda ağlayamayacak olsam da Fırat'ı görmek adına yola koyuldum.

Herşeyden gönlüm geçmişken, hevesim kursağımda kalmışken kalbimin sahibine gitmek istiyordum. Onu görmeye, varlığını, hissetmeye, annemin tüm sevgisizliğine ve nefretine rağmen beni bu dünyada seven birinin olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı. Fırat'a oturup derdimi anlatamazdım. "Bugün böyle böyle oldu Fırat , ben çok üzüldüm" diyemezdim. O sorup durur , ben anlatmadıkçada tartışırdık belki . Ama herşeye rağmen Fırat'ın yakınlarımda bir yerde olması bana güven verirdi.

Gözlerim hâlâ nemli olduğundan yolu hafiften bulanık görüyordum. Dikiz aynasından kendime baktığımda ise kızarmış gözlerim, burnum ve yanaklarımla ağladığım fazlasıyla belli olurken sanırım direksiyona vurduğumdan dolayı olsa gerek alnımda biraz kızarmıştı.

Üzerime çöken mahsunluk kalbime çöreklenen hüzünle yarı ayık yarı baygın halimle öylesine hisli bir anın içindeydim ki. Elimden gelse askeriyeye bile gitmezdim o an. Bir keresinde Fırat'ın öfke ve kıskançlık gibi duyguları zirvede yaşadığını söylemiştim. Sanırım bende hüzün, acı, keder gibi kasvetli duyguları en zirvede yaşıyordum. En ufak bir aksilikte dahi bütün direncim kırılıyor, zihnim umulmaz ve önü alınamaz bir karamsarlığın içine gömülüyordu.

Ama bu sefer içine gömüldüğüm hüzün öylesine basit değildi. Annemin bana söylediklerini göz ardı etsem bile eve gelen hacizin o evdeki hatıralarımı, çocukluğumu, babama ait olan eşyaları almasını nasıl göz ardı ederdim? Tüm kasveti ve karanlığıyla bile olsa orası benden , babamdan , çocukluğumdan izler taşıyordu. Şimdi o evi içi bomboş hayal etmek garip hissettirmiş, içimi burkmuş ve gözlerimi doldurmuştu . Hele o sandalyenin artık o camın önünde olmayışı babamın o evden yok olduğunu hissettirmişti bana. Keşke buraya gelirken onu da getirseydim. Babama ihanet etmiş gibi hissediyordum. Sonuçta ondan geriye ne kalmıştı ki o evde?

Öte yandan yarım milyon TL borcu nasıl ödeyeceğim de koca bir muammaydı. O kadar parayı nereden bulacaktım? Üstüne üstlük hiçbir VASÖ ajanı bankadan kredi çekemezdi. Eğer paraya ihtiyacı varsa VASÖ'den geri ödemesiz bir şekilde alır borcunu da bu vatana hizmet ederek öderdi. Ama ben bu kuruluşa girerken her ay üyelerine verdikleri 50,000 TL'yi bile kabul etmemiştim. Çünkü benim derdim para değil vatandı. Savcı olduğum için devletten aldığım para yetiyordu. İstanbul'dayken de annemin kumar borçları birikmeden öder böyle bir duruma düşmezdim. Lakin şimdi nereye yetişeceğimi şaşırmıştım. Mesafe artıkça annemin bana olan nefreti ve zulmü de artmıştı sanırım.

Derin bir nefesi alıp verirken düşüncelerim arasında askeriyeye vardığımı fark etmiştim. Arabayı yolun kenarına park ettim. Lakin araçtan inmemiştim. Çünkü kendimi toparlamam gerekiyordu. Askeriyenin kapısından girdikten sonra ben Hazan değil savcıydım. Tamam , üzülmüş, kırılmış, yıkılmış olabilirdim ama o kapıdan girdikten sonra az önce olanları unutmam gerekiyordu.

Bu yüzden bir süre orada öylece oturup,ilacımı içip, saçımı başımı düzeltip yine kendime güçlü olduğum yalanını söyleyip , çantamı da alarak son kez yüzüme baktım. Alnımdaki kızarıklık tenim beyaz ve hassas olduğu için hâlâ yerini korurken ağladığımda az çok belli oluyordu. Yine de yapacak pek birşeyim yoktu. Soran olursa da kan kustuk kızılcık şerbeti içtik derdim.

Kapıyı açıp arabadan indiğimde nöbetçi asker yine kapıyı açmış beni bekliyordu. Çizmelerimin topuğu toprak yolda çamura saplansa da adımlarımı hızlandırıp askeriyenin bahçesine girerken askere,
- Sağol, dedim.

Sonrada askeriye binasına doğru ilerlemeye başladım. Binadan içeriye girdiğimde yüzüme vuran sıcak hava ürpermeme sebep olurken adımlarımı karargâh odasına yönelttim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde ise Kim Chin hâlâ bıraktığım gibi pür dikkat işine odaklıydı. Geldiğimi fark edince,
- Hoşgeldin savcı, dedi.

Elimdeki çantayı masanın üzerine bırakıp bilgisayarın başına otururken,
- Hoşbulduk, dedim. Hâlbuki ne hoş gelmiştim ne de hoş bulmuştum.

Hafifçe içimi çekip,
- Kaç bellek doldurdun? Diye sordum.
Kim Chin birkaç saniye düşünüp,
- Otuz iki, dedi ve eline aldığı belleği bilgisayara takarken "buda otuz üç olacak" dedi.
Başımı sallayıp bende kendi bilgisayarıma yeni bir bellek taktım. Şimdiye kadar yüze yakın bellek doldurmuştuk. İşler yavaş ilerliyordu. En iyisi akşam eve giderken Bora'yla konuşup bu işi hızlandırıp hızlandıramayacağımızı sormaktı. Belki de yeni bir kod yazar veyahut mevcut kodu güncellerdi.

Derin bir nefes alıp bilgisayardaki belge ve verilerin belleğe dolmasını beklerken bir elimi çenemin altına koymuştum. O sırada da kapı çalmış içeriye bize çay götürüp getiren asker girmiş elindeki tepside bulunan iki bardak çayı masaya koyup "afiyet olsun" demiş bende "sağol" dediğimde odadan çıkmıştı.

Kim Chin çayından bir yudum alırken,
- Neyin var senin? Diye sordu.

O kadar mı belli oluyordu birşeyim olduğu?
Hafifçe içimi çekip omuz silkerken,
- Birşeyim yok, dedim.
Kim Chin ise,
- Şu haline bakılırsa bence de birşeyin yok. Ama birçok şeyin olması muhtemel, dedi benimle konuşuyor lakin gözünü bilgisayardan ayırmıyordu. Benim gözlerim ise ondaydı. Gözlerimi ondan çekip bilgisayara çevirirken,
- Konuşmak istemiyorum, dedim.
Kim Chin,
- Güzel, dedi. "Konuşmaman işime gelir. Dert dinlemeyi sevmem. Ama şöyle içli içli nefesler alıp durmayı da bırakırsan iyi olur. Rahatsız edici oluyor."

Gözlerim onu bulurken o hâlâ bilgisayar ekranına bakıyordu. Bende önüme dönüp birşey söylemedim. Laf dalaşına girmek istemiyordum.

Kim Chin ise,
- İlaçlarını aldın mı? Diye sordu bu seferde.
Ona dönmeden,
- Aldım , dedim.
Kim Chin,
- Desene bir yarım saate başlayacak bizim esneme maratonu , derken ona ters ters baksam da birşey söylemedim. Biraz gıcık biri olduğunu da dünden sonra iyice idrak etmiştim.

Önüme dönüp çayımdan bir yudum alırken kapı yine çalmıştı. Gözlerim kapıya dönerken,
- Girin, dedim.

İçeriye albay ve Fırat girerken oturduğum yerden kalkmıştım. Kim Chin'de oturduğu yerden kalkarken albayın yüz ifadesinden birşeyler olduğunu sezinlerken,
- Albayım birşey mi oldu? Diye sordum.
Albay ise sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Savcım sizinle konuşmam gereken birşey var, dedi.
Gözlerim Kim Chin'i bulurken başımla " çık " işareti yaptım. O ise beni başıyla onaylayıp Fırat'ın yanından geçerek karargâh odasından çıkmıştı.

Bende tekrar albay ve Fırat'a döndüm. Fırat'ı görmek içimi ısıtırken hafifçe iç çektim. Gözlerim bir saniyeliğine Fırat'ı bulurken onunda derince çattığı kaşlarıyla yüzümü incelediğini, gözlerinin alnımdaki kızarıklıkta gezindiğini görmüştüm. Yine de bunu göz ardı edip gözlerim albayı bulurken,
- Buyrun, konuşalım albayım, dedim Kim Chin'nin kalktığı yere geçerken.

Albay beni başıyla onaylayıp masanın başındaki sandalyeye otururken bende oturdum. Fırat'ta yanıma otururken kalp ritimlerim hızlanmış, içim Fırat'a doğru akmış, kollarım Onun o heybetli bedenine sarılmak için can atmaya başlamıştı. Onu çok özlemiştim.

Lakin gözlerim albaydaydı. Fırat ise hafifçe içini çekmişti.
Albay,
- Savcım aslında bunu size söylemek ne kadar doğru bilmiyorum. Lakin bu zorlu süreçte bizde askeriyenin huzurunu sağlamak zorundayız. Bu yüzden bilmeniz gerekiyor diye düşündük, dedi ve duraksadı.

Ne oluyordu? Albayın söylediklerinden bir sorun olduğu dışında hiçbir şey anlamıyordum.

- Albayım daha açık konuşur musunuz lütfen?
Albay sıkıntılı bir nefesi alıp vermiş ve,
- Savcım askeriyeye gelen PÖH ekibi. Askerlerimizi sorguya çekerken fazla ileri gidiyorlar. Ve askerler bu durumdan rahatsız. Bakın bizim askerlerimiz delidir. Bu vatan için onca şeyi yapıp böyle bir muamele görmeye katlanamazlar. Bir sıkıntı çıkar , birinin ters tarafına gelir. Savcım şikayet etmek gibi değil. Yanlış anlamayın, derken araya girip,
- Merak etmeyin albayım. Ben anlayacağımı anladım . Gider konuşurum şimdi. Bir daha böyle birşey olmaz. Kusura bakmayın, haklısınız, dedim.

Sinirlenmiştim. Onları buraya insanları yargılasınlar, eleştirsinler veyahut suçlasınlar diye getirmemiştim. Ne yaptıklarını sanıyordu bunlar?

Oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneldiğimde albay ve Fırat'ta benimle birlikte ayaklanmıştı. Karargah odasından çıkıp ikinci kata çıkmak için merdivenlere yöneldim. Albay ve Fırat'ta hemen arkamdaydı.

Topuklu çizmelerimin merdivenlerde ses çıkartırken ikinci kata varmıştık. PÖH ekibinin başındaki polis Fırat'ın odasında görev yapıyordu. Bu yüzden oraya doğru ilerlemeye başladığımda odanın içinden kaba ve kalın erkek sesleri yükseliyordu.

Albay,
- Korktuğum başımıza geldi galiba. Oflu'nun sesi bu, derken odanın önünde durup albaya,
- Siz burada bekleyin lütfen, dedim.
Albay beni başıyla onaylayıp,
- Emredersiniz savcım, derken Fırat'ın geri durmak gibi bir niyeti yokmuşcasına kapıya yakın bir konumda durdu.

Fırat'a birşey söylemeden kapının kolunu indirip açtığımda Fırat'ın masasında oturan PÖH polisini ve onun karşısında ayağa kalkmış polisin üzerine doğru yürürken,
- Ula hamsi tuttum seni, diye bağıran omzundaki yıldızlardan üsteğmen olduğunu anladığım askerî görmüş ve içeriye girerken,
- Şş yavaş tut, demiştim.

Üsteğmen ve polis beni görür görmez kendilerini toparlayıp hazır ola geçerken kapıyı kapatıp karışılarına geçip ellerimi arkamda bağladım ve,
- Noluyor burada? Diye sordum.

Üsteğmen öfkeli gözlerini PÖH polisine çevirip tekrar bana dönerken,
- Kusura bakmayın savcım, demişti.
Onlara doğru bir iki adım ilerleyip yüzlerine baktım. Polis benimle göz teması kurmazken sarı saçları ve mavi gözlerinden Karadenizli olduğu belli olan üsteğmen yüzüme bakıyordu.
- Ortada bir kusur varsa bakılması gerek üsteğmenim, dedim. "Ki o kusur giderilsin".

Üsteğmen,
- Haklısınız savcım, derken başımı sallayıp,
- Siz çıkabilirsiniz üsteğmenim, dedim.
Üsteğmen başını sallayıp elini alnına götürürken esas duruş almış ve,
- Emredersiniz savcım, diyerek odadan çıkmıştı.

Odada polisle beraber kalırken bir süre yüzüne bakıp,
- Git diğerlerini çağır, dedim.
- Emredersiniz savcım, diyen polis odadan çıktığında Fırat'ın masasının etrafından dolanıp oturdum.

Bir süre sonra yedi kişi olan PÖH ekibi kapıyı çalıp teker teker içeriye girerken Fırat'la anlık bir göz göze gelmiştik. Gözleri yine alnımda, yüzümde, gözlerimde gezerken kaşları çatıktı. Birşeyleri hissediyor , bana ne olduğunu kendi kafasında düşünüp duruyordu sanki.

Gözlerimi ondan çekip içeriye girip kapıyı kapatan polislere döndüm. Üzerlerinde siyah PÖH kıyafetleri bulunan bu yedi adamı birkaç saniye baştan sona gözlerimle tarayıp baskı altına alırken sert ama yüksek olmayan bir ses tonuyla konuşmaya başladım.
- Sizin hakkınızda bir takım duyumlar aldım, diyerek duraksadım. Masanın üzerinde ki kalemlikten bir kalem alıp parmaklarımın arasında çevirirken gözlerim polislerin üzerinde geziniyor lakin onlar ısrarla benimle göz teması kurmaktan kaçınıyordu.
Sözlerime "askerlere nasıl davrandığınızla ilgili bir sorun varmış. Ne olduğunu bilmiyorum, sormayacağımda" diye devam ederken gözlerim az önce bu odada bulunan polisin üzerinde durmuştu. "Ama az önce bu odada gördüğüm manzara bana ne olduğu konusunda az çok fikir verdi. "

Oturduğum yerden kalkıp polislerin karşısına geçtiğimde önlerinde sağa sola yürürken,
- Sizi buraya buradaki askerleri yargılayın, eleştirin ya da suçlayın diye getirtmedim, dedim hafiften yükselen sesimle. Ve adımlarımı durdurup tüm bedenimle onlara döndüğümde " siz buraya geliş amacınızı gayet iyi biliyorsunuz. Çünkü ben size herşeyi teker teker anlattım. Anlatmadım mı?!"

Sesim sonlara doğru yükselmişti. Gözlerim hepsinin üzerinde gezinirken,
- Size bir soru sordum! Dedim bastıra bastıra.
PÖH ekibinin başındaki polis,
- Anlattınız savcım, dedi.
Başımı sallayıp o polisin tam karşısına geçerken ellerimi arkamda bağlayıp,
- Anlattım. Peki o zaman neden göreviniz dışındaki şeylere soyunuyorsunuz? Sizin karşınızda düşmanınız yok! Sizin karşınızdakiler sizler gibi bu vatanı korumak için canlarını ortaya koyan insanlar! Sizin karşınızdakiler bu ülkenin şanlı Türk askerleri! Sizin karşınızdakiler başkalarına hatta belki sizin çoluk çocuğunuza hayat verebilmek için kendi hayatlarından vazgeçen Mehmetçikler! Onlara saygı duymak zorundasınız. Hiçbir şey için değilse bile bu vatan için " Dedim.

Gözlerim başlarını yere eğen polislerde gezerken sözlerime,
- Tamam içlerinde bir vatan haini var ama bu hepsine o gözle bakıp, o şekilde davranabileceğiniz anlamına gelmiyor. Bu size ilk ve son ikazım. Eğer bir daha böyle birşeye şahit olur, duyar , görür işitirsem hepinizin teker teker canını sıkarım, anlaşıldı mı?! Diyerek devam etmiştim.

Polislerin hepsi başlarını dikleştirip,
- Emredersiniz savcım! Dedi tek bir ağızdan gür sesleriyle.

Derin bir nefes alıp,
- Şimdi herkes işinin başına. Dağılın, dedim.
Polisler esas duruş alıp teker teker odadan çıkarken geriye bu odada çalışan polis kalmıştı. Bir süre yüzüne bakıp,
- Adın İbrahim Kalyoncu'ydu, dimi? Dedim.
Adam tereddütle yüzüme bakarken,
- Evet savcım, dedi.
Başımı sallayıp,
- Kolay gelsin, diyerek odadan çıktım. Bu herifte birşeyler vardı.

Albay ve Fırat kapıda beni bekliyordu. İkisinde gözlerinde hayranlık ve gurur karışımı birşey vardı. İçeride söylediklerimi duyduklarını anlarken biraz utanmıştım bu bakışlar altında. Özellikle de Fırat çok farklı bakıyordu.

Gözlerimi onlardan çekip sağa sola kaçırırken yürümeye başladım. Fırat ve albayda biri sağımda biri solumdayken benimle beraber yürüyorlardı. Üçümüz birlikte alt kata inip karargâh odasının önünde durduğumuzda onlara dönüp,
- Tekrar kusura bakmayın albayım. Bir daha olmaz , dedim.
Albay ise babacan bir tavırla gülerken,
- Bence de bir daha olmayacak gibi duruyor savcım. Güzel haşladınız, dedi.
Gülümseyip,
- Eee albayım "kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan" demişler. Örnek aldığım kişi sizsiniz, dedim.

Albay gülerken Fırat'ta ona çok yakışan çarpık gülüşünü ortaya sermiş bana o kara gözleriyle derin derin bakıyordu. Gözlerimi ondan kaçırıp,
- Çayınızı tazelettiriyorum, diyen albaya döndüm ve,
- Sağolun, dedim.
Albay ise,
- Siz sağolun savcım, derken bunu öylesine söylemiyordu. Birilerinin sağ olmamdan mutlu olması yüreğimi okşarken aklıma yine annem gelmişti. Yine de annemi düşünmemek adına albay ve Fırat'a baş selamı verip arkamı döndüğümde albayın,
- Savcım, deyişle ona döndüm.
- Efendim albayım.
Albay yüzümü tarayıp gözleri alnımda oyalanırken,
- Alanınıza ne oldu? İyi misiniz? Diye sordu.
Gözlerim anlık bir Fırat'ı bulurken sorgulayıcı gözleriyle o da yüzümü inceliyordu.
Hafifçe yutkunup bir elim alnıma giderken,
- Arabanın kapısına vurdum albayım. İyiyim merak etmeyin, dedim.
Albay "öyle mi" der gibi kaşlarını kaldırırken,
- Dikkat edin savcım kendinize, demişti.
Tebessüm edip,
- Sağolun, derken Fırat'ın bakışlarından albayın aksine bana inanmadığını anlamıştım. Onlara tekrar baş selamı verip karargâh odasına girerken akşam Fırat bana ne olduğunu sorduğunda nasıl geçiştireceğimi düşünüyordum.

Kim Chin ise yine işine odaklıyken bende bilgisayarın başına oturdum. Sonrada hafiften esnemeye başladığımda Kim Chin bana dönüp,
- Evet başlıyoruz, demişti.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  

   

  

  

  
   


  
 


  
 

  

Loading...
0%