@yikim2024
|
**** Arabamın camına düşen kar taneleri sileceğin önünde sağa sola savrulup eriyip giderken derin bir nefes çektim içime. Kış aylarını pek sevmesem de karın yağışını izlemek bana nedensiz bir huzur verirdi. Bir fincan kahve yapıp , elime en sevdiğim kitabı alıp sıcacık bir evde pencerenin ardından kar yağışını izlemek bana şu hayatta gerçekten iyi gelen nadir anlardan biriydi. Bu alışkanlığı babamla kazanmıştım. O koskoca, kasvetli ve içinde sözde bir ailenin yaşadığı İstanbul'daki evde babamla kendimize huzurlu, sessiz , sakin birkaç saat bahşetmek adına çalışma odasındaki yerden tavana kadar uzanan camın önünde ellerimizde kitaplarımız , babam sütsüz ve şekersiz türk kahvesini yudumlarken bende çikolatalı sütümü içerdim. Hatta bazen birbirimizle okuduğumuz kitaptaki hoşumuza giden birkaç cümleyi paylaşırdık. Bazen babamın pek keyfi olmaz ve ben bu anı tek başıma yaşardım. Gerçi babamın çoğu zaman keyfi olmaz lakin beni mutlu edebilmek için kendini zorlardı. O anlarda kendimi kötü hissederdim. Annem yatak odasında geceden sızmış bir şekilde yatarken, ablam dışarıda gezip tozarken, Ali ise odasında bilgisayar oyunları oynarken bende koca bir haftanın yalnızlığını, babamın tek tatil günü olan pazar gününde onunla gidermeye çalışırdım ve bu bana bencil biri olduğumu düşündürürdü. Ama yine de bunu çoğu zaman göz ardı ederdim. Çünkü hem o kadar yalnız, hem de o kadar sevgiye aç bir çocuktum ki bende tek sevgi günüm olan pazar gününde babamın yanından hiç ayrılmazdım. Aslında çocukken çok kırgındım babama. Okuldaki arkadaşlarımın babaları onları okula bırakıp , alırdı. Onları parka götürür, vakit ayırırlardı. Ama benim babam hep yoğun ve çalışıyor olurdu. En azından bana öyle söylerdi. Büyüdükçe anladım ki aslında babam evdeki kasvetten, annemden , kavgalardan ve huzursuzluktan kaçıyordu. Yani babamla benim hikayemde tek bencil olan ben değildim. Babamda bencildi. Onu hep iyi bir baba olarak hatırlasamda bazen ona kırgın olan yanıma denk geliyor ve yine bir hüzün dehlizinde boğuluyor ardından da kendime kızıyordum. Çünkü babam bana bu dünyada verebileceği herşeyi vermişti. O kadar mutsuzluğun, acının, kasvetin, hüznün içinde elinden ne geliyorsa yapmıştı benim için. Ve büyüdükçe bende babama benzemiştim. Annemden , onun bana karşı olan o büyük nefretinden, uzun , şarap kırmızısı, keten perdelerinin mutamadiyen kapalı olduğu o kasvetli evden kaçmak için bende okula , işe , babamın mezarına saatlerce - hatta bazen gece yarılarına kadar - sığınırdım. İnsanlar dinlenmek için evlerine sığınır, çocuklar acı çekerken, üzgünken, mutluyken annelerine koşar ben ise annemden ayrı evimden ayrı kaçardım. Anneme ise ne kızgındım ne de kırgın. Çünkü biz annemle hiçbir zaman birbirimize kızacak ya da kırılacak kadar samimi olamamıştık. Ben çok denemiştim. Ama olmayınca olmuyordu. Zorlamadım bende. Bu hayatta hiçbir şeyi zorlamadım. Bir tek kendimi yaşamaya, bir sonra ki sabaha uyanmaya zorlayıp durdum. Sonra da yaşamayı bırakıp var olmaya başlamıştım. Böyle herşey daha kolaydı. Şimdi ise gökyüzünden karlar yağan, buz kesen , toprak kokan bu şehir bana hayat vermişti. Fırat'ı vermişti. Bana biraz olsun iyi gelmişti. Yüzümde oluşan küçük tebessümle pencereyi açıp dışarıdaki soğuk havadan derin bir nefes aldım içime. O sırada da telefonum çalmaya başlamıştı. Ekranda Fırat'ın adını görünce yüzümdeki tebessüm büyümüş elim alelacele bulduğu telefon ekranını kaydırıp aramayı yanıtlamış ve Fırat'ın, Hafifçe içimi çekip, Fırat ağzının içinden homurdanır gibi birşeyler söylerken telefondan gelen seslerden arabasına bindiğini anlamıştım. Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, Kırmızı ışıkta dururken Fırat'a, Yüzümde oluşan gülümsemeyle yeşile dönen ışıkla tekrar yola koyulurken Fırat, Bir sorun yoktu. Dün askeriyede de söylediğim gibi olacağını da sanmıyordum. Fırat, Hâlâ bana zarar vermeyi tekrar deneyeceklerini düşünüyor ve bundan korkuyordu. Üç dört saati bulurdu. Kaç gündür erteleyip duruyordum ama odamdaki kameranın görüntülerini de artık incelesem iyi olacaktı. Nedendir bilmem yakın zamanda ortalık karışacakmış gibi hissediyordum ve içimden bir ses şimdiden Hakan Çınar için delil toplamam gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden Fırat'a, Anlıyordum. Ama şu dünyada hiç kimse bana Fırat'tan daha yakın olamazdı ki. Fırat kalbimdi benim. İçimdi. Hafifçe içimi çekip adliyenin bulunduğu caddeye giriş yaparken, Fırat'tan birkaç saniye ses gelmezken hafifçe yutkundum. "Söyle gelmesin" derse kendi topuğuma sıkmış olurdum. Bir anlık aşka gelip söylediğim bu şey başıma dert açardı. İnşallah öyle birşey söylemezdi. Fırat'ın sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefesin ardından , Fırat'ın beni böyle düşünmesi, benim için kendi kıskançlığını , huzursuzluğunu bir kenara bırakması içimde bir yeri okşamıştı. Yüzümde kocaman bir gülümseme peyda olurken bütün güzel duygularım gökyüzünden süzülen lakin hafiften esen rüzgarda sağa sola savrulan kar taneleri gibi Fırat'a doğru savruluyordu sanki. Hafifçe içimi çekip başımı oturduğum koltukta geriye doğru yaslarken, Fırat ise derince yutkunup içini çekerken, Yüzümdeki gülümseme genişlerken şimdiden Fırat'ı özlediğimi fark etmiştim. Bende bir an önce akşam olsun istiyor Fırat'a sarılmak, onun sıcaklığına kavuşmak için içten içe can atıyordum sanki. Hafifçe içimi çekip konuşmak için hazırlanıyordum ki arabamı park ettiğim yerden adliyenin bahçe duvarına tutunarak zar zor yürüyen bir kadın gördüm. Üzerinde siyah paltosu , başında kahverengi yazmasıyla kar yağışından dolayı sırılsıklam olmuş bu kadın bana bir yerden tanıdık geliyordu. Fırat, Fırat ise, Kadınla aramda birkaç metre mesafe kalırken ayağımdaki topuklu çizmelerimin sesi kaldırımda yankılanıyor, kar taneleri saçlarıma düşüp eriyip giderken sertleşen rüzgar yüzüme vuruyordu. Fırat'a, Kaşlarım çatılırken kadın, Bu durumdan pek memnun olmasam da zorlamak istemediğimden, Gözlerim kadının siyah bir ecza çantasını tutan eline kayarken ellerinin yer yer çatlayıp yara bere olduğunu görmüştüm. Yaptığı iş zor ve zahmetliydi. Keşke bugün işe gelmeseydi diye düşünürken kadının mahsun hâli içimi acıtmıştı. Hafifçe içimi çekerken adliyenin bahçesine giriş yapmıştık. O an sert bir rüzgar eserken kadın hafiften titremeye başlamıştı. Sanırım evi buraya uzaktı ve bu kar yağışında yürüyerek gelmişti. Yoksa bu kadar ıslanması pek mümkün görünmüyordu. Kadının tuttuğum kolunu diğer elime alırken boşta kalan kolumu sırtından beri omzuna sararak onu biraz olsun ısıtmaya ve daha sıkı tutmaya çalıştım. Çünkü merdivenlere gelmiştik. Yanımızdan gelip geçen kimi avukat, kimi savcı, kimi mübaşir, kimi bilmem ne olan insanlar bana selam verirken Emine hanımı görmezden geliyordu. Ki zaten eğer bu kadın haftalardır yüzündeki bu morlukla adliyeye gelip gidiyor ve kimse fark edip ne oldu diye sormuyorsa kadıncağızı şimdide görmezden geliyor oluşları beni pek tabii şaşırtmamalıydı. Canım bu duruma sıkılırken Emine hanımın yavaş adımlarına uyum sağlayarak merdivenleri bitirmiş ve adliyenin içine girmiştik. Yüzümüze vuran sıcak hava hafiften ürpermemize sebep olurken kadın, Medine teyzede, Kadıncağız sudan birkaç yudum alırken çantamı arabada unuttuğumu fark etmiştim. Üstüne üstlük arabanın anahtarını alıp kapıyı da kilitlememiştim. Derin bir nefes alıp Medine teyze ve Emine hanıma, Köşede çok güzel bir pastane vardı ve dışarıya çıkmışken oradan simit poğaça falan alacaktım. İkisi de susarken, Medine teyze, O ise önce bir itiraz edecek gibi olsa da gülümseyip başını sallamıştı. Bende gülümsemesine karşılık verip önce çay ocağından sonrada adliyeden çıkmıştım. Soğuk hava ciğerlerime işlerken koşar adım merdivenleri inip arabamın yanına ulaştım. Kapıyı açıp önce arka koltuktaki siyah kabanımı alıp ceketimin üzerine giyerken ardından da çantamı alıp arabamın kapısını kilitledim. Pastane yakındı ve yürüyebilirdim. Arabamı geride bırakıp arabaları kontrol ederek karşı kaldırıma geçerken dalgalı saçlarım rüzgarda savruluyor, siyah çizmelerimin topuğu kaldırım taşlarının üzerinde hoş bir tınıda sesler çıkarıyordu. Başımı hafiften yukarıya kaldırıp gökyüzüne bakarken kar tanelerinin daha da büyüdüğünü fark etmiştim. Yarım deri eldivenim olsa da üşüyen parmaklarımı ısıtmak için ellerimi kabanımın ceplerine sokarken telefonumun zil sesi kulaklarıma dolmuştu. Adımlarımı yavaşlatıp kabanımın altındaki ceketimin cebinden telefonumu çıkarırken ekranda Fırat'ın adını gördüm. Alelacele telefonu yüzüne kapatmıştım ve sanırım merak etmişti. Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm. Fırat'ın, Sesim sonlara doğru mahçup bir hâl alırken Fırat, Dudaklarımı büzüp, Etraftan gelen araba ve insan seslerini duyduğu için sormuştu sanırım bu soruyu. Hafifçe içimi çekip, Nedendir bilmem Fırat böyle beni düşünerek konuşurken sesinin nasıl çıktığı hiç umrumda olmuyor kalbim ona karşı sevgiyle dolup taşarken içim usul usul eriyordu. Öte yandan ise Fırat'ın bir yandan da yine vurulup zarar görmemden korktuğunu biliyordum. Onu bu konuda nasıl rahatlatacağımı bilmesem de zamanla düzeleceğini düşünüyordum. Ya da öyle umut ediyordum. Fırat'a, O sırada pastaneyede girmiş , mis gibi kokan açma, simit , poğaça ve böreklerin kokusu burnuma dolarken iyice acıkmıştım. Ben ise gözlerim cam vitrinlerde ki hamur işlerinde gezinirken hafifçe gülümsemiştim. Ne alacağıma karar vermeye çalışıyordum. Fırat'a ise söyleyecek bir şeyim yoktu. Utanmıştım. Şuan Fırat'la öylesine havadan sudan konuşuyorduk. Ve bu bana garip hissettiriyordu. Daha önce böyle telefonda o an ne yaptığımı anlattığım çok az anım vardı. Onunda hemen hemen hepsi Ali'yle olmuştu. Aslında çok arkadaşım vardı benim. Hâlâ da öyleydi. Ama dostum hiç yoktu sanırım. İçimi bilen, yüreğimi açtığım hiç kimse yoktu bu hayatta. Bir Ali vardı. Onunla da aynı yolun yolcusuyduk. Birgün Ankara'da Bahar ve Cansu diye bir kızla beraber kaldığımız evde gece kız kıza oturmuş sohbet ederken Bahar bana ailemi sormuştu. Yüzeysel birkaç birşey anlatsam da detaya girmemiş konuyu kapatmıştım. Bahar ise "Hazan tanışalı neredeyse beş ay oluyor. Senin hakkında hiçbir şey bilmiyoruz" demişti memnuniyetsiz bir şekilde. Cansu da onu desteklemişti. Bende " bende sizin hakkınızda birşey bilmiyorum. Olabilir ne var bunda" demiştim. Cansu ise "sormuyorsun çünkü" demişti. "Sorsan anlatırız" . Bahar'da ona destek çıkarken "aynen öyle Hazan" demişti. "Hiçbir şey vermemek için hiçbir şey almıyorsun ki". "Hiçbir şey vermemek için hiçbir şey almıyorsun ki" . Sanırım benim hayatımın insan ilişkisini anlatan en iyi cümle buydu. Şimdi ise bu cümleyi darmaduman etmem gerekiyordu. Çünkü Fırat'tan birçok şey almak isterken ona hiçbir şey vermemek olmazdı. Derin bir nefes alıp verdiğimde Fırat, Bende hafifçe içimi çekerken, Fırat'ın bu sorusunda yine bir takım kıskançlık esintileri hissederken bir yandan da dükkanın içinde hâlâ bakınıp duruyordum. Fırat hafifçe içini çekerken, Yüzümde buruk bir gülümseme oluşurken hafifçe içimi çekip, Ve ben adliyeye girene kadar Fırat telefonu kapatmamış üstüne üstlükte biz hiç konuşmamış sadece birbirimizin nefes alışverişlerini dinlemiştik. Benim içim ise bu sıradan , basit ve külfetsiz anda , bu karlı kış gününde sıcacık olmuştu. ****** Emine hanım ve Medine teyzeyle çay ocağında havadan sudan bir sohbetin eşliğinde yaptığımız kahvaltının ardından ben odama çıkmış mahkeme için gerekli evrakları hallederken saat 09. 05'i bulmuştu. Feyzullah'tan aldığım bilgiye göre de askeriye için ayarladığım ikinci jandarma ekibi gelmiş ve işe koyulmuştu. PÖH ekibi de askeriyeye benden sonra gelecekti. Onların askeriyedeki görevi ise askerleri sorguya almak ve ifadelerini rapor halinde bana sunmaktı. Yüzlerce askeri teker teker karakola çağırıp ifadelerini almak fazlasıyla zahmetli olacağından sorgu için albayla konuşup askeriyede birkaç oda ayarlayacaktım. Askerleri sorguya almak için PÖH polislerini seçmemin sebebi ise onların psikolojik açıdan diğer polislere nazaran daha fazla eğitim alması, daha dikkatli ve disiplinli olmalarıydı. Şuan askeriyede TKÖ ile bağlantılı olduğunu bildiğim tek kişi Kenan Karadağlı olsa da gözden kaçırdığım veyahut üzerine düşmediğim başkalarıda olabilirdi. Derin bir nefes alıp mahkeme için hazırladığım evrakları bitirirken bir yandan da çayımı yudumluyordum. Her yerim bilgisayar ekranına bakmaktan tutulduğu için oturduğum koltukta arkama yaslanıp gözlerimi pencereye çevirdim. Kar yağışı iyice yoğunlaşmıştı. Kar taneleri git gide irileşmiş ve kartpostallık bir görüntü oluşturmaya başlamıştı. Hafifçe içimi çekip gözlerimi pencereden geri çektiğimde hazırlamam gereken evrakları bitirmiş olduğumdan bilgisayarı hemen odadaki kameraya bağlamıştım. Bana bir hafta öncesinin kamera görüntüleri lazımdı. Bu yüzden hızla kameranın görüntü ağında bir hafta öncesine doğru gerilemeye başlamıştım. Görüntüler ekranda hızla hareket ederken bu işlem yaklaşık onbeş yirmi dakikamı almıştı. Şimdiye kadar odaya ben ve bana çay kahve götürüp getiren Medine teyzeden başka girip çıkan kimse yoktu. Lakin bir hafta önce pazar gününde odaya yabancı biri girmişti. Ama bu kişi beklediğim gibi Hakan Çınar değildi. Kim olduğunu ise bilmiyordum. 1.80 boylarında olan bu adam başına geçirdiği şapka ve üzerindeki şişme yeleğin arkasında yazan yazıya göre adliyedeki kameralara bakmak için gelen teknoloji firmasından biriydi. Ya da öyle görünüyordu. Tabii ya Hakan Çınar neden işlerini gördürmek için başka insanları kullanmak varken kendini yorup tehlikeye atsındı ki? Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken adamın odadaki delilleri toplayışını pür dikkat izledim. Ve adamın yüzünün en net göründüğü yerde ekran görüntüsü alıp yazıcıdan renkli bir şekilde fotoğrafı çıkardım. Yapmam gereken bu adamın kim olduğunu bulmak ve gerçekten adliyeye gelen teknik serviste çalışıp çalışmadığını öğrenmekti. Adamı bulduktan sonra konuşturma işi kolaydı. Adamın fotoğrafının olduğu kağıdı alıp çantama koyarken askeriyeye gitmek için ceketimi ve kabanımı giyip odadan çıktım. Asansöre binip zemin kata inerken Kim Chin'e hazır olmasını ve onu yine aynı yerden alacağımı bildiren bir mesaj attım. Adliyeden çıkıp arabama bindiğimde saçlarıma düşüp eriyen kar taneleri saçlarımın ıslanmasına neden olmuştu. Umursamadım. O kadar güzel yağıyorlardı ki elimde olsa oturup saatlerce onları izleyebilirdim. Motoru çalıştırıp yola koyulurken gözlerim sabah Emine hanımı gördüğüm yere takılmıştı. Yine o yorgun argın ve hayattan bezmiş hali gözlerimin önüne gelirken kahvaltı yaparken kadının kollarında gördüğüm morluklar zihnimde canlanmıştı. Şiddet gördüğü çok bariz bir şekilde meydandaydı. Kadıncağız tahmini kırklı yaşlarının başındaydı. Ama daha yaşlı ve yıpranmış görünüyordu. Nasıl bir hayatı olduğunu, o yaraları bedenine kimin açtığını merak ediyordum. Nitekim kadın kapalı bir kutu gibiydi. Ona kahvaltı ederken sorduğum birkaç soruya baştan savma cevaplar vermiş, konuşmak istemediğini öylesine belli etmişti ki bende sormayı bırakmıştım. Aslında bariz bir şekilde yüzündeki ve kollarındaki morlukları sormamış ya da bodoslama bir şekilde aile hayatını sorgulamamıştım lakin kadın pek tabii niyetimi anlamış olmalıydı. Yine de o kadın için birşeyler yapmak en azından derdini sıkıntısını öğrenmek istiyordum. Şu soruşturma işini bir yoluna koyup Emine hanımla daha yakından ilgilenecektim. Düşüncelerim arasında Kim Chin'in kaldığı yere varmıştım. Kim Chin ise yine dünkü gibi beni aynı yerde ve aynı şekilde elinde şemsiyesi yine simsiyah giyinmiş bir vaziyette bekliyordu. Gerçi bende bugün yine dünkü gibi simsiyah giyinmiştim. Ama düne nazara daha özenli ve resmiydim. Çünkü bugün mahkemem vardı. Kim Chin arabayı önünde durdurduğumda hızlı adımlarla arabanın önünden dolanıp yan koltuğuma oturmuş ve, Isıtıcının ayarını yükseltip tekrar yola koyulurken, Ve arabayı askeriyeye doğru sürmeye başladım. ***** Askeriyeye giden toprak yola girdiğimde yolun çok bozuk olduğunu görmüştüm. Dünkü yağmur ve bugünkü kar yağışı sebebiyle iyice yumuşayan toprak yol üzerinden gelip geçen arabalarında etkisiyle balçık gibi çamur olmuştu. Yolun kenarında köşesinde biriken karlar kendini gösterirken kar yağışı hız kesmeden devam ediyordu. Ben ise bir an önce askeriyeye varabilmek adına gaza fazlasıyla yüklenmiştim. Arabamın önünden ,arkasından, sağından ve solundan etrafa sıçrayan çamurlar bir yandan arabamı da kirletiyordu. Bu durum canımı sıkıyor olsa da umursamamaya çalıştım çünkü şuan öncelik vermem gereken şey işimdi. Saat 10.20 'yi gösterirken benim önce askeriyedeki işleri yoluna koyup sonrada 13.30' daki mahkemeye yetişmem gerekiyordu. Ki bu süre zarfında ne kadar bellek doldurursam kardı. Sonunda askeriye görüş acıma girerken ilk dikkatimi çeken şey her yer beyaza bürümüşken gökyüzünde usul usul dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızın kan kırmızısı rengiydi. Bu görüntü beni gülümsetirken yan koltuğumda uyuklayan Kim Chin'e seslendim. Kim Chin ise sadece hafiften daldığı için hemen kendine gelirken, Nöbetçi askerin açtığı bahçe kapısından içeriye girerken askere , Binanın kapısında bizi albay ve Fırat bekliyordu. Fırat'ı görmek kalp atışlarımı hızlandırmış , midemde kelebekler uçuşuyormuşcasına bir his yaratmıştı. Onu her gördüğümde ilk kez görüyormuş gibi hissediyordum. İçim askeri üniformanın içinde böylesine heyebetli, güçlü, yakışıklı ve karizmatik duran bu adama eriyordu. Fırat'ı ayrı, yüzbaşı Fırat'ı ayrı seviyordum sanki. Hafifçe içimi çekip gözlerimin Fırat'ta pek fazla oyalanmasına izin vermeden albaya döndüm. Lakin Fırat'ın üzerimde gezinen bakışlarını çok net bir şekilde hissedebiliyordum. Onunla askeriyede göz göze gelmemeye çalışıyordum ki bu yüzden şuan bana nasıl baktığını bedenine baksam da gözlerine bakmadığımdan bilmiyordum. Kim Chin'le beraber onların karşında durduğumuzda Fırat'ın yüzümde gezinen gözlerini yok saymaya çalışarak bana , Sonrada ellerimiz ayrılmış, Fırat ve albay Kim Chin'nin de elini sıkmıştı. Fırat hâlâ Kim Chin'e düşman gibi bakıyordu. Ondan hoşlanmadığı o kadar belliydi ki. Kara gözlerine bir iki saniye baktığımda Kim Chin'e karşı olan öfkesini , kıskançlığını görebilmiştim. Yine de bu durumun üzerinde fazla durmadım çünkü Fırat Kim Chin'nin benimle gelmesini kabullenmiş ve bu yüzden tartışmayacağımızı söylemişti. Bu sebeple de içim rahattı. Albayın yönlendirmesiyle içeriye girerken hafifçe içimi çekip karargâh odasının önünde durduğumuzda, Bu yüzden albaya hitaben, Albay, ****** Mahkeme ise beklediğim gibi geçmiş Cemal şerefsizi müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Şimdi ise kendime bir kafeden kutu kahve almış, tekrardan askeriyeye dönmek üzere yola koyulmuş ve Şırnak trafiğinde iri iri yağan kar tanelerini izleyerek araba kullanıyor bir yandan da kahvemi yudumluyordum. İçim tatlı bir huzurla doluyken kalbimin bir köşesi bu huzuru yadırgıyordu. Kendimi ilk defa birşeylere yetişmeye çalışıyor gibi değilde birşeyler yapıyor gibi hissediyordum. İlk defa günler geçip giderken yüreğimdeki açılardan da bir parça alıp götürüyordu. Garipti. Ve o an daha garip birşey oldu. Telefonum çaldı. Yoldaki gözlerim telefonun ekranını bulurken gördüğüm isim bir an elimi ayağıma karıştırmış, okuduğum yazı gözümde büyürken birkaç saniye doğru görüp göremediğimi sorgulamıştım. Ufak çaplı bir şok yaşarken arabayı toprak yola girmeden hemen önce sağa çekmiş titreyen ellerimle "Annem" yazan aramayı yanıtlamıştım. Birkaç saniye telefonun diğer ucundan gelen nefes alış veriş seslerini dinlemiş sonra da gözlerim hafiften dolmaya başlamışken zar zor toparlayabildiğim sesimle, Ben susarken annem, Ve yine sustum. Gözümden bir damla yaş süzülürken sustum. Sonra da derin bir nefes alıp içini çekerken, Ben ise öylece oturduğum arabanın içinde kalakalırken ne söyleyeceğimi bilememiş sadece, Tabii ya yarım milyon TL borcu ödeyecek bir Hazan vardı bu dünyada. Bütün üniversite, staj ve iş hayatı borç harç ödemekle geçen, banka kapılarını aşındıran, annesinin esareti olan bir Hazan vardı. Varla yok arası bir Hazan. Olsa da olur olmasa da . Gözlerimden birer damla yaş daha düşerken kalbimdeki kırıkların artık nereye battığını kestiremezken annem, Bir müddet öylece kalakalmıştım. İçim buz kesmiş, zaman , mekân ve geriye kalan herşey benim için birkaç dakikalığına anlamını yitirirken yine en güçlü olduğum yerden kırılmıştım. Kendimi o an bu dünyadan dışlanmış , bu yol kenarına öylesine atılmış ve yapayalnız kalmış gibi hissederken derin bir hüzün yüreğimi kaplamıştı. Yine tüm hevesim kırılmış , yüreğimdeki acılar bana bile ketumlaşmıştı. O an şu gökyüzünden düşen bir kar tanesi olmayı diledim. Bu dünyada bana ayrılan sürenin gökten yere düşüp eriyinceye kadar kısa sürmesini istedim. Niye alışamıyordum annemin bu sevgisizliğine? Bana olan nefretine? Niye alışamıyordum? Niye söz konusu annem olduğunda hep küçük bir kız çocuğu olarak kalıyor, hep herşey daha yeniymiş gibi kırılıp dökülüyordum? Neden annemin esaretiyken o esaretin bende esiri oluyordum? Ne zararım vardı benim bu kadına? Tek başıma var olmaya çalışıyordum işte? Kimseye bir zararım olmasın diye tüm zararlarımı da ziyanlarımı da kendime verirken neydi bu dünyanın benimle derdi? Az önce "huzurluyum" demiştim. Sadece fırtına öncesi bir sessizlikmiş. Yüzümdeki küçük tebessümün bedeli şimdi silmeye bile üşendiğim gözyaşlarımmış. İçimi saran sıcaklığın laik olduğu dondurucu bir soğukmuş. Benim adım kaderimmiş. "Hazan". Ne kadar güneş açarsa açsın hiçbir şeyin yaprakların döküldüğü, yağmurların yağdığı ve sonunun bedbaht bir kışa çıkacağı gerçeğini değiştiremediği Hazan. Gözlerimden usul usul dökülen yaşlar yerini hıçkıra hıçkıra ağlayışlarıma bırakırken başımı direksiyona dayadım. Omuzlarım sarsıla sarsıla, yumruklarımı sıka sıka, arada bir de başımı direksiyona vura vura ağlarken nefeslerim sıklaşmış ve ben arabanın içinde boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. O an düşündüm; bu arabadan çıkmasam o astım ilacını ağzıma sıkmasam ne olurdu? Şurada ölseydim kimin umurunda olurdu? Yıllar önce deneyip başaramadığım ölüm bugün burada beni bulur muydu? Saçmalıyordum. Şimdi bu kadar canım yanıyordu . Lakin bir süre sonra tüm acılara alıştığım gibi buna da alışacaktım. Öyle olacağı ya da öyle olsun istediğim için değil başka çarem olmadığından alışacaktım. Astım ilacımı cebimden çıkarıp ağzıma sıkarken arabadan indim. Kar taneleri esen rüzgarla beraber yüzüme vururken derin derin nefesler çektim içime. Elimi arabanın kaputuna dayayıp astım ilacını ağzımdan çekerken gözlerimi kapatıp açtım. Soğuk havanın beni sarmasına, esen rüzgarın iliklerime kadar işlemesine izin verdim. Az ileride toprak yol görünürken tek bir arabanın dahi geçmediği bu ıssız otoyolda yapayalnızdım. Umursamadım. Ki zaten benim hayatımın portrelere yansıyan görüntüsü de böyle olurdu herhalde. İkiye ayrılan yol ayrımında hangi yöne gideceğini bilmeyen bir kadın. Ölüm mü yoksa yaşam mı? Orada öylece bir süre durdum. Saçlarım sırılsıklam olmuş , üzerimdeki kaban da iyiden iyiye ıslanmıştı. Ve üşümeye başlamıştım. Bu yüzden hafifçe içimi çekip arabama bindim. Üzerimdeki kabanı çıkarıp arka koltuğa koyarken motoru , ardından da ısıtıcıyı çalıştırıp askeriyeye gitmek, sarılıp, öpemeyecek, omuzunda ağlayamayacak olsam da Fırat'ı görmek adına yola koyuldum. Herşeyden gönlüm geçmişken, hevesim kursağımda kalmışken kalbimin sahibine gitmek istiyordum. Onu görmeye, varlığını, hissetmeye, annemin tüm sevgisizliğine ve nefretine rağmen beni bu dünyada seven birinin olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı. Fırat'a oturup derdimi anlatamazdım. "Bugün böyle böyle oldu Fırat , ben çok üzüldüm" diyemezdim. O sorup durur , ben anlatmadıkçada tartışırdık belki . Ama herşeye rağmen Fırat'ın yakınlarımda bir yerde olması bana güven verirdi. Gözlerim hâlâ nemli olduğundan yolu hafiften bulanık görüyordum. Dikiz aynasından kendime baktığımda ise kızarmış gözlerim, burnum ve yanaklarımla ağladığım fazlasıyla belli olurken sanırım direksiyona vurduğumdan dolayı olsa gerek alnımda biraz kızarmıştı. Üzerime çöken mahsunluk kalbime çöreklenen hüzünle yarı ayık yarı baygın halimle öylesine hisli bir anın içindeydim ki. Elimden gelse askeriyeye bile gitmezdim o an. Bir keresinde Fırat'ın öfke ve kıskançlık gibi duyguları zirvede yaşadığını söylemiştim. Sanırım bende hüzün, acı, keder gibi kasvetli duyguları en zirvede yaşıyordum. En ufak bir aksilikte dahi bütün direncim kırılıyor, zihnim umulmaz ve önü alınamaz bir karamsarlığın içine gömülüyordu. Ama bu sefer içine gömüldüğüm hüzün öylesine basit değildi. Annemin bana söylediklerini göz ardı etsem bile eve gelen hacizin o evdeki hatıralarımı, çocukluğumu, babama ait olan eşyaları almasını nasıl göz ardı ederdim? Tüm kasveti ve karanlığıyla bile olsa orası benden , babamdan , çocukluğumdan izler taşıyordu. Şimdi o evi içi bomboş hayal etmek garip hissettirmiş, içimi burkmuş ve gözlerimi doldurmuştu . Hele o sandalyenin artık o camın önünde olmayışı babamın o evden yok olduğunu hissettirmişti bana. Keşke buraya gelirken onu da getirseydim. Babama ihanet etmiş gibi hissediyordum. Sonuçta ondan geriye ne kalmıştı ki o evde? Öte yandan yarım milyon TL borcu nasıl ödeyeceğim de koca bir muammaydı. O kadar parayı nereden bulacaktım? Üstüne üstlük hiçbir VASÖ ajanı bankadan kredi çekemezdi. Eğer paraya ihtiyacı varsa VASÖ'den geri ödemesiz bir şekilde alır borcunu da bu vatana hizmet ederek öderdi. Ama ben bu kuruluşa girerken her ay üyelerine verdikleri 50,000 TL'yi bile kabul etmemiştim. Çünkü benim derdim para değil vatandı. Savcı olduğum için devletten aldığım para yetiyordu. İstanbul'dayken de annemin kumar borçları birikmeden öder böyle bir duruma düşmezdim. Lakin şimdi nereye yetişeceğimi şaşırmıştım. Mesafe artıkça annemin bana olan nefreti ve zulmü de artmıştı sanırım. Derin bir nefesi alıp verirken düşüncelerim arasında askeriyeye vardığımı fark etmiştim. Arabayı yolun kenarına park ettim. Lakin araçtan inmemiştim. Çünkü kendimi toparlamam gerekiyordu. Askeriyenin kapısından girdikten sonra ben Hazan değil savcıydım. Tamam , üzülmüş, kırılmış, yıkılmış olabilirdim ama o kapıdan girdikten sonra az önce olanları unutmam gerekiyordu. Bu yüzden bir süre orada öylece oturup,ilacımı içip, saçımı başımı düzeltip yine kendime güçlü olduğum yalanını söyleyip , çantamı da alarak son kez yüzüme baktım. Alnımdaki kızarıklık tenim beyaz ve hassas olduğu için hâlâ yerini korurken ağladığımda az çok belli oluyordu. Yine de yapacak pek birşeyim yoktu. Soran olursa da kan kustuk kızılcık şerbeti içtik derdim. Kapıyı açıp arabadan indiğimde nöbetçi asker yine kapıyı açmış beni bekliyordu. Çizmelerimin topuğu toprak yolda çamura saplansa da adımlarımı hızlandırıp askeriyenin bahçesine girerken askere, Sonrada askeriye binasına doğru ilerlemeye başladım. Binadan içeriye girdiğimde yüzüme vuran sıcak hava ürpermeme sebep olurken adımlarımı karargâh odasına yönelttim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde ise Kim Chin hâlâ bıraktığım gibi pür dikkat işine odaklıydı. Geldiğimi fark edince, Elimdeki çantayı masanın üzerine bırakıp bilgisayarın başına otururken, Hafifçe içimi çekip, Derin bir nefes alıp bilgisayardaki belge ve verilerin belleğe dolmasını beklerken bir elimi çenemin altına koymuştum. O sırada da kapı çalmış içeriye bize çay götürüp getiren asker girmiş elindeki tepside bulunan iki bardak çayı masaya koyup "afiyet olsun" demiş bende "sağol" dediğimde odadan çıkmıştı. Kim Chin çayından bir yudum alırken, O kadar mı belli oluyordu birşeyim olduğu? Gözlerim onu bulurken o hâlâ bilgisayar ekranına bakıyordu. Bende önüme dönüp birşey söylemedim. Laf dalaşına girmek istemiyordum. Kim Chin ise, Önüme dönüp çayımdan bir yudum alırken kapı yine çalmıştı. Gözlerim kapıya dönerken, İçeriye albay ve Fırat girerken oturduğum yerden kalkmıştım. Kim Chin'de oturduğu yerden kalkarken albayın yüz ifadesinden birşeyler olduğunu sezinlerken, Bende tekrar albay ve Fırat'a döndüm. Fırat'ı görmek içimi ısıtırken hafifçe iç çektim. Gözlerim bir saniyeliğine Fırat'ı bulurken onunda derince çattığı kaşlarıyla yüzümü incelediğini, gözlerinin alnımdaki kızarıklıkta gezindiğini görmüştüm. Yine de bunu göz ardı edip gözlerim albayı bulurken, Albay beni başıyla onaylayıp masanın başındaki sandalyeye otururken bende oturdum. Fırat'ta yanıma otururken kalp ritimlerim hızlanmış, içim Fırat'a doğru akmış, kollarım Onun o heybetli bedenine sarılmak için can atmaya başlamıştı. Onu çok özlemiştim. Lakin gözlerim albaydaydı. Fırat ise hafifçe içini çekmişti. - Albayım daha açık konuşur musunuz lütfen? Sinirlenmiştim. Onları buraya insanları yargılasınlar, eleştirsinler veyahut suçlasınlar diye getirmemiştim. Ne yaptıklarını sanıyordu bunlar? Oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneldiğimde albay ve Fırat'ta benimle birlikte ayaklanmıştı. Karargah odasından çıkıp ikinci kata çıkmak için merdivenlere yöneldim. Albay ve Fırat'ta hemen arkamdaydı. Topuklu çizmelerimin merdivenlerde ses çıkartırken ikinci kata varmıştık. PÖH ekibinin başındaki polis Fırat'ın odasında görev yapıyordu. Bu yüzden oraya doğru ilerlemeye başladığımda odanın içinden kaba ve kalın erkek sesleri yükseliyordu. Albay, Fırat'a birşey söylemeden kapının kolunu indirip açtığımda Fırat'ın masasında oturan PÖH polisini ve onun karşısında ayağa kalkmış polisin üzerine doğru yürürken, Üsteğmen ve polis beni görür görmez kendilerini toparlayıp hazır ola geçerken kapıyı kapatıp karışılarına geçip ellerimi arkamda bağladım ve, Üsteğmen, Odada polisle beraber kalırken bir süre yüzüne bakıp, Bir süre sonra yedi kişi olan PÖH ekibi kapıyı çalıp teker teker içeriye girerken Fırat'la anlık bir göz göze gelmiştik. Gözleri yine alnımda, yüzümde, gözlerimde gezerken kaşları çatıktı. Birşeyleri hissediyor , bana ne olduğunu kendi kafasında düşünüp duruyordu sanki. Gözlerimi ondan çekip içeriye girip kapıyı kapatan polislere döndüm. Üzerlerinde siyah PÖH kıyafetleri bulunan bu yedi adamı birkaç saniye baştan sona gözlerimle tarayıp baskı altına alırken sert ama yüksek olmayan bir ses tonuyla konuşmaya başladım. Oturduğum yerden kalkıp polislerin karşısına geçtiğimde önlerinde sağa sola yürürken, Sesim sonlara doğru yükselmişti. Gözlerim hepsinin üzerinde gezinirken, Gözlerim başlarını yere eğen polislerde gezerken sözlerime, Polislerin hepsi başlarını dikleştirip, Derin bir nefes alıp, Albay ve Fırat kapıda beni bekliyordu. İkisinde gözlerinde hayranlık ve gurur karışımı birşey vardı. İçeride söylediklerimi duyduklarını anlarken biraz utanmıştım bu bakışlar altında. Özellikle de Fırat çok farklı bakıyordu. Gözlerimi onlardan çekip sağa sola kaçırırken yürümeye başladım. Fırat ve albayda biri sağımda biri solumdayken benimle beraber yürüyorlardı. Üçümüz birlikte alt kata inip karargâh odasının önünde durduğumuzda onlara dönüp, Albay gülerken Fırat'ta ona çok yakışan çarpık gülüşünü ortaya sermiş bana o kara gözleriyle derin derin bakıyordu. Gözlerimi ondan kaçırıp, Kim Chin ise yine işine odaklıyken bende bilgisayarın başına oturdum. Sonrada hafiften esnemeye başladığımda Kim Chin bana dönüp, 💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧
|
0% |