Yeni Üyelik
33.
Bölüm

33. Bölüm

@yikim2024

*****
Elimdeki flaş belleği bilgisayara takarken bir yandan da çayımı yudumluyordum. Saat akşam 17.45'i gösterirken karargâh odasında pencere olmadığından dışarıyı göremesemde havanın kararmak üzere olduğunu tahmin etmek zor değildi.

Aldığım ilaç beni yine dünkü gibi bir uyku halinin içine sokarken Kim Chin'i rahatsız etmemek adına olabildiğince az esnemeye çalışıyordum. O ise tüm dikkatini bilgisayar ekranına vermişken bir yandan da gelen akşam yemeğini yiyordu.

Bense bana gelen yemeğe hiçbir şekilde dokunmamıştım. İştahım yoktu. Zihnim bir şekilde şuan yaptığım işe odaklı olsa da bedenim görmezden geldiğim sorunlara bu şekilde yani iştahsızlıkla tepki veriyordu. Öte yandan ise bilgisayar ekranına bakmaktan mı yoksa yine bugün annemin söyledikleri yüzünden mi bilinmez başımda çatlarcasına ağrıyordu.

Derin bir nefesi alıp verdiğimde ellerimle şakaklarımı ovdum. Eve gidip uyumak istiyordum. Bu yüzden bugünlük bu kadar yeteceğine kanaat getirip yemeğini bitiren Kim Chin'e döndüm ve,
- Elimizdeki bellekleri doldurup çıkalım, dedim.
Kim Chin ise bana dönüp,
- Tamam savcı, demiş ardından da gözleri elimi bile sürmediğim yemeğe kayarken birşey söylemeden tekrar önüne dönmüştü.

O sırada karargâh odasının kapısı çaldı. Gözlerim kapıyı bulurken,
- Gelin, dedim.
Açılan kapıdan bize çay ve yemek getirip götüren asker girerken,
- Rahatsız ettim savcım. Boşları alacaktım, dedi.
Başımı sallayıp onu onayladığımda içeriye giren asker masanın üzerindeki tabletleri iç içe koyarken onları tek eline almış çay bardaklarını da diğer eline alırken kapıya doğru yönelmişti. Lakin elleri dolu olduğundan kapanmak üzere olan kapıdan çıkması pek mümkün görünmüyordu. Bu yüzden yerimden kalkıp askere doğru ilerlemiş ve,
- Dur yardım edeyim, demiştim çünkü benim dokunmadığım yemekler dökülmek üzereydi.

Asker ,
- Kusura bakmayın savcım, derken kapıyı açıp kenara çekilirken ona yol verdim.
Asker ise kapıdan çıkarken,
- Sağolun savcım, demişti.
Bende hafifçe tebessüm edip,
- Sen sağol, dedim.

Asker başıyla selam verip giderken bende kapıyı kapatıp masanın üzerindeki bellekleri toplamaya başladım. Kim Chin'de bir yandan bana yardım ediyordu.

Bir süre sonra neredeyse toparlanmış ve çıkmaya hazır hale gelmiştik. Bilgisayarları çantalara koyarken de işimiz tamamen bitmişti. Ben önde Kim Chin arkamda karargâh odasından çıktık.

O sırada PÖH ekibi de üst kattan aşağı inerken albay da koridorun sonunda görünmüştü. Lakin yanında Fırat yoktu. Fırat'ın nerede olduğunu merak etsem de albayın yanımıza gelmesini bekledim.

Albay yanımıza ulaştığında PÖH ekibinin başındaki poliste yanıma gelmiş ve,
- Savcım izniniz olursa biz çıkıyoruz, demişti.
Başımı sallayıp,
- Tabi çıkabilirsiniz, iyi akşamlar, dedim.
Polis başıyla selam verip,
- İyi akşamlar savcım, diyerek çıkışa doğru yönelirken albay,
- Çıkıyor musunuz savcım? Dedi.
Hafifçe gülümseyip,
- Evet albayım çıkıyoruz, dedim.
Albay,
- Aslında benim sizinle konuşmam gereken bir konu vardı, derken kaşlarım hafiften çatılmıştı. Acaba yine PÖH ekibiyle alakalı bir sorun olup olmadığını düşünürken,
- PÖH ekibiyle ilgili mi? Diye sordum.
Albay itiraz eder gibi başını sallayıp,
- Hayır savcım. Sizin verdiğiniz ayardan sonra gayet saygılı davranıyorlar. Mesele ... ,Diyerek sözlerine devam ederken gözleri Kim Chin'i bulmuştu. Askeriyeyle ilgili bir sorun vardı galiba ve albay Kim Chin ya da herhangi birinin bunu duymasını istemiyordu.

Kim Chin ise durumu anlamış olmalı ki,
- Ben dışarıdayım savcım, diyerek kapıya yönelmişti.
Onu dururdup elimdeki bilgisayar çantasını ve cebimden çıkardığım arabanın anahtarını uzatıp,
- Şu çantayı da al. Arabada bekle, dedim.
O da başıyla beni onaylayıp elimdekileri alırken tekrar binanın çıkışına doğru ilerlemeye başlamıştı.

Bende gözlerimi Kim Chin'den alıp albaya döndüm ve,
- Evet albayım nedir mesele? Diye sordum.
Albay ise sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Karargâh odasına geçelim mi savcım? Dedi.

Kaşlarım iyice çatılırken albaya attığım sorgulayıcı bakışlar eşliğinde başımı sallayıp az önce çıktığım karargâh odasına albayla beraber tekrar girdim.

Albay kapıyı kapatıp masanın başındaki sandalyeye otururken bende solundaki sandalyeye oturmuştum. Merak duygusu içimi kemirirken,
- Albayım ne oluyor? Diye sordum.
Albay ise ellerini masanın üzerinde kenetleyip öne doğru eğilirken,
- Savcım belki hatırlarsınız vurulmadan önce buraya soruşturma izin belgesiyle geldiğinizde bana Kenan Karadağlı konusunda dikkatli olmam ve onu izlemem için bir uyarıda bulunmuştuz, diyerek duraksadı.

O günü hatırlıyordum. Bu söylediklerimi de pek tabii öyle. Bu yüzden başımı sallayıp albayı onayladım. Albay ise sözlerine " bende sizin bu uyarınızdan sonra kendisini izlemeye başladım. Tabi bunu ona belli etmeden. Ve şu kanıya vardım kendimce... Evet haklısınız Kenan Karadağlı'nın TKÖ ile bir bağlantısı olduğu muhtemel ama ben onun burada yalnız olduğunu düşünmüyorum savcım. " Diyerek devam etmişti.

Albayın bu söyledikleri beni biraz şaşırtmıştı. Eğer askeriyede binbaşıyla işbirliği yapan biri varsa neden şimdiye kadar gözüme çarpmamıştı? Ya da kimdi bu kişi? Rütbesi neydi ve albay bu kanıya nerede varmıştı?

Zihnimdeki sorularla,
- Yani askeriyede TKÖ'yle bağlantılı birinin daha olduğunu mu söylüyorsunuz? Dedim.
Albay ise hafifçe içini çekip,
- Tam olarak emin olamıyorum savcım ama bence olası bir durum. Binbaşı birkaç gündür doğru düzgün askeriyeye uğramıyor. Fakat buna rağmen burada olup bitenlerden fazlasıyla haberdar. Özellikle de sizin giriş çıkış saatlerinizden. Siz buraya gelmeden önce kendisi askeriyeden ayrılıyor. Siz buradan ayrılınca da askeriyeye geri geliyor,dedi.

Albayın bu söylediklerinden Kenan Karadağlı'nın askeriyede beni gözetlemesi için biriyle iş birliği yaptığı doğruydu. Ama öte yandan askeriyeye ne zaman geleceğimi bilmesi için adliyeden ne zaman çıktığımı da bilmesi gerekiyordu. Tabii bu bilgiyi nereden edindiği ortadaydı; Savcı Hakan Çınar.

Lakin anlamadığım neden benimle böyle köşe kapmaca oynadığıydı. Yine bir işler dönüyordu.

Hafifçe içimi çekip,
- Peki albayım şüphelendiğiniz biri ya da birileri var mı? Diye sordum.
Albay ise sıkıntılı bir nefesi alıp verirken birkaç saniye duraksamış ardından da,
- Var savcım ama tam olarak emin olmadan size birşey söylemek İstemiyorum. Sonuçta onlar benim ve bu vatanın askerleri. Hiç kimseyi yok yere zan altında bırakmak istemem, dedi.
Başımı sallayıp,
- Anlıyorum albayım, dedim ve "başka birşey var mı?" Diye sordum.

Albay ise birkaç saniye düşünüp,
- Var savcım. Bilmeniz gerektiğini düşündüğüm birşey daha var, dedi.

Sorgulayıcı bir şekilde albaya baktığımda,
- Nedir? Diye sordum.
Albay ise,
- Sizin vurulduğunuz gün binbaşı bütün gün askeriyeye uğramadı. Ayrıca dün karargâh odasında av tüfeğiyle vurulduğunuzu söylediniz. Kenan Karadağlı o tür tüfeklere ilgi duyar ve hatta koleksiyonu olduğuna dair bir konuşma geçmişti bir ara, dedi.

Dolaylı yoldan da olsa bana beni vuranın binbaşı olabileceğini söylemeye çalışıyordu. Lakin bunlar sadece birer ip ucuydu. Bense buz gibi bir gerçeği biliyordum. Beni vuranın Kenan Karadağlı'nın ta kendisi olduğunu.

- Ne demeye çalıştığınızı az çok anladım albayım ama burada konuştuklarımız aramızda kalsın. Siz yine binbaşıyı ve o şüphelendiğiniz kişileri gözlemlemeye devam edin. Ve şu kadarını söyleyeyim daha dikkatli olun çünkü yakın zamanda ortalık karışacakmış gibi hissediyorum.

Albay düşünceli ve sorgulayıcı gözlerle yüzüme bakarken başını sallamış,
- Bende öyle hissediyorum savcım , demişti sıkıntılı bir şekilde.

Hafifçe içimi çekip,
- Merak etmeyin albayım. Daha öncede söylediğim gibi suçlu olmayan hiç kimse ceza çekmeyecek, dedim albayı telkin etmek adına.

Albay ise başını sallayıp,
- Sizi de meşgul ettim savcım. Kusura bakmayın, derken,
- Estağfurullah albayım. Söyledikleriniz için sağolun,dedim.
Albay,
- Siz sağolun savcım, dediğinde yerimden kalkıp albayın uzattığı elini sıktım. Sonra da albayla beraber karargâh odasından çıktım.

O sırada da üst kattan inen Fırat'ı görmüştüm. Siyah boğazlı kazağı, siyah pantolunu ve siyah deri ceketiyle çok yakışıklı duruyordu. Bütün heybetiyle bize doğru gelirken hafifçe içimi çektim. Usulca yutkundum. Şuan ona sarılmayı, o sıcacık bağrına başımı yaslayıp kokusunu derince içime çekmeyi öyle çok istiyordum ki. Tüm sıkıntılarım onun göğüsünde son bulacakmış gibi geliyordu. Fırat bana sarıldığında dört bir yanımı saran dertler Fırat'tan korkup benden uzaklaşacakmış gibi hissediyordum.

Belindeki kemerin duruşundan bile etkilendiğim bu adam , çatık kaşlarıyla, sol kaşının üzerindeki faça iziyle, o sert çehresi ve bariton sesiyle, koca bedeniyle benimdi. Ve ben bir an önce ona kavuşmak için can atıyordum.

Fırat'ın bedeninde dolaşan gözlerimi ondan çektiğimde onun gözleri hâlâ benim üzerimdeydi. Yanımıza gelip karşımızda durduğunda da albayın karşısında esas duruşa geçmişti.
Albay,
- Rahat asker , derken Fırat ,
- Albayım ben çıkıyorum, dedi. O an sesi bile içimi kıpır kıpır ederken,
Albay,
- Tamam evlat , iyi akşamlar, dedi.
Fırat ise,
- İyi akşamlar albayım, derken bana dönmüş ve,
- Size de iyi akşamlar savcım, demişti.

O an bu durum bana komik gelmişti. Sanki birazdan benim evimde birbirimize sarılıp, birbirimizi öpmeyecek , sarmaş dolaş bir halin içinde olmayacaktık.

Yine de yüzümde hiçbir mimik oynamazken,
- İyi akşamlar yüzbaşım, dedim .
Fırat'ın gözleri alev alev yanarken başıyla selam verip askeriye binasından çıkmak üzere kapıya doğru yöneldi.

Bende hafifçe içimi çekip albaya dönerken,
- Artık bende gideyim albayım. İyi akşamlar, dedim elimi uzatarak.

Albay ona uzattığım elimi sıkarken,
- İyi akşamlar savcım. Dikkat edin, dedi.
Başımı sallayıp ayrılan ellerimizle beraber albayı geride bırakırken çıkışa doğru yürümeye başladım. O sırada binaya giriş yapan binbaşı Kenan Karadağlı ile karşılaşmıştım. O da beni fark ederken başıyla selam vermişti. Ben ise hiçbir tepki vermeden yanından geçip gittim.

Askeriye binasından çıktığımda yüzüme vuran soğuk hava ürpermeme sebep olurken kar yağışının iyice artığını ve kar tanelerinin daha da büyüdüğünü görmüştüm. Yerler de bembeyaz olmuştu. Ayağımdaki topuklu çizmelerimin karda bıraktığı izleri görebiliyordum.

Derince içimi çekip soğuk havayı ciğerlerime hapsederken nöbetçi asker demir sürgülü kapıyı açmıştı. Adımlarımı biraz hızlandırıp esas duruşa geçen askere,
- Rahat , diyerek kapıdan çıkarken " iyi akşamlar" diye de eklemiştim.
Asker de bana "iyi akşamlar savcım" dediğinde Fırat'ın arabasının hâlâ yerli yerinde olduğunu görmüştüm. Fırat'ta şoför koltuğunda motoru çalıştırmış , gözleride bendeyken muhtemelen önce benim yola çıkmamı bekliyordu. Yine dünkü gibi olacaktı anlaşılan. Fırat koruma gibi peşimde gezecekti.

Hafifçe içimi çekip gözlerimi Fırat'tan aldığımda kendi aracıma doğru ilerledim. Kapıyı açıp arabaya bindiğimde çok üşüdüğümü hissettim.

Benim arabaya bindiğim sırada telefonuyla ilgilenen Kim Chin başını telefondan kaldırmış ve emniyet kemerini takmaya başlamıştı. Bende motoru çalıştırıp emniyet kemerimi takarken ısıtıcıyı da açmıştım. Sonrada direksiyonu çevirerek aracı geldiğim yola döndürürken yola koyulmuştuk. Tabii benim hemen peşimden de Fırat yola çıkmıştı.

Kim Chin'le beraber sessiz geçen bir yolculuğa başladığımızda gözlerim yolda, bir kolum cama başımda camdaki elime yaslı bir haldeyken tek elimle arabayı kullanıyordum. Hava kapalı olduğundan dolayı etraf normalde olması gerekenden daha karanlık, orman yolu ise her zamankinden daha ürkütücü görünüyordu. Ve bu yolu aydınlatan arabanın farları dışında herhangi bir ışık hüzmesi yoktu.

İri kar taneleri arabanın farlarının aydınlattığı belirli bir alanda göze çarparken karanlık, ürkütücü lakin arabada olmanın bana güven verdiği bu yolculuk babam , ben , Ali ve ablamla birlikte İstanbul'dan Antep'e yaptığımız araba yolculuklarını anımsatmıştı o an bana.

O zamanlar yazın yaptığımız o uzun yolculukları bütün bir okul yılı boyunca iple çekerdim. Hem yol hem de varmak güzeldi çünkü. Annem bizimle Antep'e gelmezdi. Hiç gelmemişti şimdiye kadar. Sanırım bunun sebebi dedemlerin ve Türkoğlu aşiretinin ne babamla annemin evliliğini ne de insan olarak annemi tasvip etmemeleriydi. Ama ablam bizimle gelirdi. Kendisi her ne kadar sözde gezmek ve tatil yapmak için geldiğini söylese de asıl amacı yaz tatili boyunca Antep'te olan biten herşeyi anneme rapor etmekti.

Ali ve ben ise orada geçireceğimiz anların her saniyesine bir hayal kurarak giderdik Antep'e. Ve araba yolculuğu boyunca da tüm plan ve programları yapardık. Ama ben en çok gecenin zifiri karanlığında arka koltukta müzik dinlemeyi severdim. Başımı soğuk cama yaslar sağımızdan ve solumuzdan akıp giden yolun kenarlarında bulunan evleri izler o evlerde nasıl bir yaşam olduğunu merak eder ve bunun üzerine düşünürdüm.

O anlarda garip bir his peyda olurdu içimde. Ailemin beni bu evlerden birinin bahçesine ya da zifiri karanlık bir ormana terk edeceğini düşünürdüm. Ve bu düşünce içimi üşütür , bütün bedenimi garip bir huzursuzluğun ele geçirmesine neden olurdu.

Bir an kendimi yine öyle hissederken Kim Chin'nin,
- Savcı, alo, diyerek bana seslenişini duydum.
Başımı yaslandığım yerden kaldırıp dikleşirken anlık bir Kim Chin'e dönüp,
- Ne , noldu? Dedim.
Kim Chin ise,
- Birşey olduğu yok. Seslendim , seslendim duymadın, dedi ve birkaç saniye duraksayıp yüzümü incelerken "sen iyi misin? Bak sabah öyle dert dinlemeyi sevmem falan dedim de anlatırsan dinlerim" diye de ekledi.

Hafifçe içimi çekip,
- İyiyim , dedim. "Yoruldum biraz".
Kim Chin,
- Yoruldun mu? Doğru düzgün esnemedin bile bugün, dedi ciddi bir sesle ama şaka yaptığını anlayabiliyordum ve bu yüzden devam ettirdim;
- Ee sende bir karar ver . Dün rahatsız oluyordun esnememden. Bugün de esnemedim diye sitem ediyorsun.

Kim Chin hafifçe bana dönüp,
- Esnediğin zaman en azından bir yaşam belirtisi gösteriyorsun. Öbür türlü yüzüne bakmadan varlığın hissedilmiyor, dedi.

Bu söyledikleri içimde bir yere dokunurken burukça gülümsedim. Evet üzüldüğümde bir hayaletin olmayan gölgesi gibi herşeyden ve herkesten soyutlardım kendimi. İsterdim ki kimseye değmesin havaya karışan nefesimde ki hüznüm. Bunu da öyle herkes fark etmezdi. Kim Chin'in fark etmesi garip gelmişti. Henüz ne kadar tanıyordu ki beni?

Kim Chin önüne dönüp hafifçe içini çekerken,
- Hani sana kardeşime benziyorsun demiştim ya gerçekten de benziyorsun. Ama bu kadar benzemen kardeşimin sonunu düşündükçe korkutuyor beni , dedi.

Kaşlarım hafiften çatılırken,
- Niye ne oldu ki kardeşine? Diye sordum.
Merak ediyordum. Kim Chin her seferinde beni kardeşine benzetiyordu. Ama ondan tam olarak bahsetmekten hep kaçınıyordu.

Kim Chin bu sefer az öncekine nazaran daha derin içini çekmiş ve,
- İntihar etti, demişti düz bir sesle. Sesinde öyle bir tını vardı ki hem intihar ettiği için kardeşine kızıyor gibi hem de derinlerde bir yerde hâlâ onun yasını tutuyordu sanki. Öyle düz fakat aynı ölçüde öyle derin bir gizemin saklandığı bir ses tonuydu bu .

Ve ben bir an yutkunamadım. İçimde bir yer sarsılırken sormak istedim neden , niye , nasıl diye. Ama susmayı seçtim.
Kim Chin ise,
- O da böyle ota boka susardı senin gibi. Ne derdini anlatırdı ne sevincini. Ona en yakın bendim ama bana bile o kadar yabancıydı ki. Hatta bana sorarsan o kendine de en az bana ve diğerlerine olduğu kadar yabancıydı. Bir gölge gibiydi belki de bir hayalet. Öylece dolanıp durdu aramızda ve yine öylece hiç kimseye değmeden çıkıp gitti hayatımızdan. Ama garip olan ne biliyor musun? Diye sözlerine devam ederken duraksadı ve sonra " garip olan bir hayaletten farksız olan kardeşimin bir hayaletten farklı olarak yok oluşuyla ardında koca bir boşluk bırakmasıydı. O giderken bana koca bir ülkeyi kaplayacak kadar bir boşluk bıraktı. Ve ben Kore'den buraya o boşluktan kaçmak için geldim. " Diyerek son verdi. Ve ben gözünden süzülen bir damla yaşı gördüm. İçim ezildi ama başını cama doğru çevirip gözlerini benden saklamaya çalışan Kim Chin'i ezmeden sustum

Benimde gözlerim dolmuştu. Kirpiklerimi kırpıştırıp hafifçe yutkunurken ne söyleyeceğimi bilmediğimden yine susmayı yeğledim. Onu teselli edecek cümlelerim yoktu.

Kim Chin ise derince içini çekip arabanın camını biraz indirirken bir elinin avuç içiyle yüzünü sıvazladı. Sonrada hafifçe burnunu çekerken,
- Her neyse, dedi. "Kusura bakma, bende dökülmeye yer arıyormuşum".

Küçük bir gülümseme peyda oldu dudaklarımda ve hafifçe içimi çekip,
- Sorun yok, dedim. "Senin aksine ben dert dinlemeyi severim. "

Kim Chin anlık bir bana dönüp tekrar gözlerini önüne dikerken eli radyoya gitmişti.
Ve,
- Bakalım senin dertli radyo bize bugün neler söyleyecek? Dedi.

Yüzümdeki gülümseme biraz daha büyürken,
- Bakalım, dedim.

Sonrada radyodan yükselen Sezen Aksu'nun "kurşuni renkler" şarkısına kulak verdim. Melodi hafiften arabanın içine dolarken Kim Chin arkasına yaslanmış ve gözlerini kapatmıştı. Bende usulca içimi çekip toprak yoldan çıkmak üzereyken dikiz aynasından hemen arkamdan gelen Fırat'a baktım. Ona bir an önce sarılmak istiyordum.

"Bir sabah saçlarımı, okşayıp da rüzgar
İzlerini sürüp de, gidecek beyaz beyaz
Ve güneş aynaya baktığımda çizgilerden
Yeni bir yüz gösterecek, üzülerek biraz
Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz
Ne olur baharlarımı, bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz
Yok olamaz dur dur, gidemezsin
Gözlerimin rengi dur, bulutlara dönemezsin
Yok alamazsın beni deli zaman, dur
Ömrüme o kurşuni renkleri süremezsin
Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz
Ne olur baharlarımı, bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz
O gün başka renkte, ağaracak biliyorum
Ve zorla değil ya, o rengi hiç sevmiyorum
Ne olur sanki biraz, daha zaman verseniz
Yıllar öfkenizi hiç, mi hiç anlamıyorum
Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz
Ne olur baharlarımı, bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz
Yok olamaz dur, dur gidemezsin
Gözlerimin rengi dur, bulutlara dönemezsin
Yok alamazsın beni deli zaman, dur
Ömrüme o kurşuni renkleri süremezsin
Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz
Ne olur baharlarımı, bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz"

*****
Kim Chin'in kaldığı yerin önünde arabayı durdurduğumda Kim Chin emniyet kemerini çözüp arabadan inmeye hazırlanırken,
- İyi akşamlar savcı, dedi sesi yorgun çıkıyordu. Ama zannımca bu yorgunluk fiziksel değil ruhsaldı. Az önceki şarkıyla o da bende kim bilir içimizde kabuk tuttuğuna inandığımız kaç yaranın oluk oluk kanayışını izlemiştik. Olurdu böyle. Hayat dağılmakla toplanmak arası birşeydi. İnsanlar fark etmese de bütün bir ömrü böyle geçiriyordu. Bir acıyla dağılıp birçok sevinçle zar zor toplanarak.

Hafifçe içimi çekip,
- İyi akşamlar, dediğimde Kim Chin arabadan inmişti. Bende tekrar gaza basıp evime ve Fırat'a doğru yola koyuldum.

İçim ise darmadumandı. Bir yanım tedirgin , bir yanım huzursuz, bir yanım buruk, bir yanım kırık ve bir yanımda bu yolun sonunda Fırat'a varacağım için heyecanlıydı. Lakin o heyecanda bile bir tedirginlik vardı. Birazdan eve gidecektik ve Fırat illaki bana neyim olduğunu soracaktı. Bense söyleyemeyecek, susacak belki de Fırat'a yalanlar düzecektim.

Başka çarem yoktu. Ne diyecektim ki " Fırat annem ben ölmediğim için çok üzülmüş bir de üstüne üstlük peşime yarım milyon borç takmış" mı diyecektim? Diyemezdim. Hem duygusal olarak kaldıramazdım hem de Fırat'a borcum olduğunu söylemek gururumu kırardı. Özellikle de bu borcun bir savcı olarak annemin kumar borcu olduğu gerçeğinin trajikomik bedbahtlığıyla kendi içimde dahi başa çıkamıyorken birine üstüne üstlük sevdiğim adama bunu asla söyleyemezdim.

Umarım Fırat'ta fazla üstelemez ve beni zorlamazdı. Çünkü kendimi , dertlerimi ve sorunlarımı susarak müdafaa edemediğim de , zaten içten içe buhranlı ve boğucu bir halin içinde olduğumda çok çabuk sinirlenirdim. Bu bir sinir benim için bir çeşit kendini saklama yöntemiydi. Ve Fırat'la böyle bir anın içine düşersek yine tartışırdık. Lakin ben onunla tartışmak istemiyordum .

Hayat bir kuşun gökyüzünden süzülüp gitmesi gibi ellerimizden kayıp giderken sevdiğim insanlarla savaşmak canımı yakıyordu. Babamda böyle gitmişti. Aynı sabahına uyandığımız günün aynı gecesine uyuyamamıştık. Ve ondan geriye kalan koca bir boşluk , birkaç parça eşya, bir de ben kalmıştım. Ne var ki babamdan geriye kalan hiçbir şey bende dahil değer görmemişti o evde.

Bir sallanan sandalyesi vardı, kasvetli bir evin içinde, yıpranmış bir camın önünde, ruhsuz bir sokağa bakan onu da alıp götürmüşlerdi. Bir de bir sazı vardı. Derdi telinden , anlatacakları sesinden fazla olan. O da bendeydi. Ben daha on yaşındayken babam bana Antep'te o sazı çalmayı öğretmişti. Babama Antep'te "Âşık Memet" derlerdi. Ben sesimi de müzik aletlerine olan yeteneğimi de ondan almıştım. Zaten benim yüzümde dahil herşeyim babama benzerdi. Ve bu şu hayatta gurur duyduğum nadir şeylerden biriydi. Ben babamın kızıydım.

Apartmanın olduğu sokağa girerken gözümden süzülen yaşları elimin tersiyle sildim. Gözlerim dikiz aynasından yüzümü bulurken ağladığımın çokta belli olmadığını görmek içimi rahatlatmıştı. Öte yandan alnımdaki kızarıklıkta neredeyse yok olmuştu.

Arabayı apartmanın önüne park ettiğimde Fırat'ta benim arkama park etmişti. Bende arabanın anahtarını yan koltuğumdaki çantamı, arka koltuktaki bilgisayar çantalarını ve kabanımı alıp arabadan elim kolum dolu inmiştim.

Fırat ise benden önce arabasından inmiş ve yanıma gelmişti. Gözleri üzerimdeydi. Kaşları her zamanki gibi çatık , gözlerinde sorgulayıcı, neden böyle mahsun ve üzgün bir hâl içinde olduğumu anlamak istercesine bir ifadeyle bana bakıyordu.

Arabayı kitleyip hemen yanı başımda duran Fırat'a döndüm. Gözlerim gözlerini tereddütle bulurken bir sokak lambasının altında başımıza kar taneleri düşerken bir süre belki de birkaç saniye öylece durduk.

Garip bir halin içindeydik. İki yabancı gibiydik sanki. Ve sanırım bunun sebebi bendim. Gözlerime indirdiğim perdeyle Fırat'ta içimi göstermiyor onun bana ulaşmasına - gözleriyle dahi olsa - izin vermiyordum.

Ona koşup sarılmak isteyen yanımı dizginliyor, eğer ona sarılırsam Fırat'a bana neyim olduğunu sorma hakkını verecekmiş gibi hissediyor ve bundan korktuğumdan öylece duruyordum sevdiğim adamın karşısında.

Aramızda süre gelen sessizliği Fırat bozdu. Düz , ciddi ve bariton ama asla sert olmayan sesiyle,
- Benim bir işim var. Bir saat sürmez gelirim. Sen gir içeriye, geldiğimde konuşacağız. Sakın uyuma , tamam mı? Dedi.

Ne işi olduğunu, nereye gideceğini merak etsem de sormadım. Öte yandan bir saatte olsa kendi kendime kalmak ve kendimi toparlamak için zamanımın olması içimi rahatlatmıştı.
Bu yüzden,
- Tamam, dedim usulca.

Fırat ise sıkıntılı bir şekilde derince içini çekip başını hafiften gökyüzüne doğru kaldırırken içine hapsettiği nefesi dışarıya vermiş ve soğuk havada buhar olup dağılmasına neden olurken,
- Birşey istiyor musun? Diye sormuştu.

Birşey değil Fırat'ı istiyordum. Ama neyim olduğunu sormayacak bir Fırat'tı istediğim.

Usulca içimi çekip başımı olumsuz anlamda yavaşça sağa sola salladım. Fırat yine ama bu sefer hafifçe içini çekerken,
- Tamam, geç içeri üşüme daha fazla. Geleceğim ben yanına , demişti.

"Geleceğim, konuşacağız , anlatacaksın. Kaçma şansın yok" diyordu.
- Tamam, dedim ve gözlerimi Fırat'ın gözlerinden çekip derin bir nefesi alıp verirken Onu geride bırakıp apartmana doğru ilerledim.

İçeriye girdiğimde önümü aydınlatan sensörlü lamba yanarken asansöre yönelip tuşa bastım. Kapı hemen açılırken asansöre binmiş ve beşinci katın tuşuna basmıştım.

Kolumdaki saate baktığımda saat 19.23'ü gösteriyordu. Bugün düne nazaran eve daha erken gelebilmiştim. Ama yanımda Fırat yoktu. Az önceki halimiz içimi burkmuştu. O benden uzak hali gözlerimi doldururken hafifçe içimi çektim. Tamam bende Fırat'a yakınlaşmak adına bir hamlede bulunmamıştım ama yine de o bana sarılsın öpsün isterdim. Hadi benim niye sarılamadığım belliydi o niye sarılmamıştı?

Belki de kızgındı bana. Niye olduğunu bilmiyordum ama Fırat ne zaman neye kızacağını kestiremediğim bir adamdı. Belki yine Kim Chin'le bir halimizi görmüş ona kurulmuştu. Umarım birde böyle birşey çıkmaz aramıza böyle bir durum girmezdi.

Açılan kapıyla asansörden inmiş evimin kapısına doğru ilerlerken de bir yandan da elimdeki eşyalarla boğuşarak kabanımın cebindeki anahtarı çıkarmaya çalışıyordum. O sırada da arkamda kalan kapıdan açılma sesi geldi.

Başım refleksle arkama dönerken gözlerim elindeki çöp poşetliyle evinden çıkan Filiz'i bulmuştu. O da beni fark ettiğinde gözleri gözlerime nefretle ve büyük bir öfkeyle bakıyordu.

Haklıydı veyahut haksızdı, bilmiyordum ama içimde bir yerde Filiz'e karşı bir mahcubiyet duygusu vardı. Tam olarak öyle olmasa da sevdiği adamı elinden almıştım.

Gözlerimi ondan çekip sonunda almayı başardığım anahtarı kapının deliğine sokup çevirirken bir yandan da Fırat'ın bir işinin çıkıp benimle gelmemiş olmasının iyi olduğunu düşünüyordum çünkü Filiz bizi beraber görünce daha fazla üzülebilirdi.

Kapıyı açıp ittirdiğimde elimdekileri evin içine bırakıp ayağımdaki çizimlere yöneldim. Ve o an kulağıma Filiz'in,
- Bir "iyi akşamlar" demek bir selam vermek yok mu Hazan hanım? Diyen ima yüklü sesi doldu.

Gözlerimi kapatıp açarken hafifçe içimi çektim. Benimle uğraşmak istiyordu ki bunu sesinden bile anlayabiliyordum. Lakin ona bu fırsatı vermek , onunla herhangi bir şekilde münakaşaya girmek gibi bir niyetim asla yoktu.
Bu yüzden eğildiğim yerden doğrulup Filiz'e dönerken sakin ve düz bir ses tonuyla,
- İyi akşamlar Filiz hanım, dedim.

Ardından Filiz'e tekrar sırtımı dönmek için meyil ederken Filiz yine aynı ima ama bu sefer yanına hissedilebilir bir alay da kattığı sesiyle,
- Size de iyi akşamlar Hazan hanım. Gerçi dün akşam sizin için pek iyi geçmedi ama, dediğinde tekrar Filiz'e döndüm.

Kaşlarım hafiften çatılırken,
- Anlamdım, dedim.
Filiz ise hafifçe alayla gülüp,
- Vallaha bizde anlayamadık. Dün akşam birden evinizden yükselen tartışma sesler neye uğradığımıza şaşırttı bizi, dedi.

Dün akşam Fırat'la aramızda geçen tartışmadan bahsettiğini az çok anlamıştım. Lakin bu yaptıkları kapı dinlemek gibi birşeydi. Öte yandan nasıl benimle bu şekilde konuşma cüretini kendinde bulabiliyordu? Evimde yaşanan tartışmayı dinleyip sonrada onu nasıl gelip yüzüme vurabiliyordu?

Gözlerim Filiz'in gözlerine kilitlenirken Filiz,
- Kim bilir ne yaptın da sinirlendirdin Fırat'ı? Fırat sinirlidir, hemen parlar falan ama onu ilk defa böyle bağırırken duydum, dedi. Yüzünde hayran bir gülüş peyda olurken birşeyi hatırına getiriyormuş gibi gözlerini yukarıya doğru kaldırmış derince iç geçirip sözlerine " Fırat kadınının sözünü dinlemesini ister, ona boyun eğilmesinden hoşlanır. O olgun kadınları sever" diyerek devam etmiş ve bir an duraksayıp beni küçümseyici gözlerle baştan aşağı süzerken "seni nasıl sevdiğini anlamıyorum. Belki de sevdiğini sanıyor. Sen ona hiçbir şekilde yetemezsin. Üstüne üstlük daha ilk günden Fırat'ı kızdırıp kavga etmeyi başardın. Bu şekilde pek uzun ömürlü bir ilişkiniz olmayacak . Ve Fırat er ya da geç onun için en doğru kişinin ben olduğumu anlayacak. Ee zaten ne demiş atalarımız "yuva yıkanın yuvası olmaz" diyerek son vermişti sözlerine.

Ben ise bir anlık afalladım. Filiz'in söyledikleri midemi bulandırırken kendini nasıl böyle küçük düşürebildiğini merak ediyordum. Ne kadar tanıyordu da Fırat'ı onun hakkında böyle konuşabiliyordu? Ayrıca hangi yuvadan bahsediyordu? Fırat'la onun arasında hiçbir şey yoktu. Filiz tek taraflı aşkının hüsrana uğramasının biletini bana kesemezdi. Eğer Fırat'la aralarında birşey olacak olsaydı ben bu şehre gelmeden ve belki de ben geldikten sonra dahi olurdu. Ama olmamıştı.

Öte yandan Filiz'in, Fırat'ın adını ağzına alması bile beni sinirlendiriyor, içimde harıl harıl yanan bir kıskançlık ateşini körüklüyordu.

Yine de ona cevap vermeyecektim. Filiz'in ne , ne düşündüğünün ne de artık ne hissettiğinin benim gözümde hiçbir hükmü yoktu. Bu söylediklerinin de Fırat'la olan ilişkimin üzerinde hiçbir etkisi olamazdı. Bu yüzden ben Filiz'e ne bir açıklama yapmak zorundaydım ne de birşeyleri ispatlamak. İstediğini düşünebilir ve eğer istiyorsa kendi söylediği bu gerçek dışı sözlere inanıp Fırat'ın birgün ona döneceğine dair beyhude bir bekleyişin içine girebilirdi.

Gözlerimi Filiz'den çekip evime girmek için meyil edecektim ki o an hiç beklemediğim birşey oldu. Fırat'ın,
- Yavrum, diyen sesi doldu kulaklarıma.

Gözlerim sol tarafımda kalan merdivenleri bulurken Fırat'ı görmüştüm. Gözlerinde bir sinir hali vardı ve bana bakıyordu.
Şaşkın bir şekilde,
- Fırat, dedim. Sesime şaşkınlığımda yansımıştı.

Fırat ise hiçbir şey söylemeden önünde kalan üç beş basamağı da çıkıp yanıma gelirken gözlerini hiçbir şekilde Filiz'e değdirmemiş ve karşıma geçip heybetli bedeniyle tabiri caizse beni Filiz'in gözlerinden gizlemişti.

Bense Fırat'ın neden burada olduğunu merak ettiğimden,
- Sen gitmiyor muydun? Diye sordum.

Bir yandan da Fırat'ın bana neden böyle sinirle baktığını ve konuşmanın ne kadarını duyduğunu düşünüyordum.

Fırat,
- Gidiyordum yavrum ama seni öpmeden gidemedim, dedi gözleri başka ağzı başka şey söylüyordu.

Gözlerimi sağa sola kaçırıp başımı hafiften öne eğdiğimde Fırat çenemden tutup başımı yukarıya doğru kaldırırken yüzüme yaklaşıp dudaklarını yanağıma sıkı bir şekilde bastırıp beni öpmüştü.

Bu öpücük beni afallatırken kalbim maratona koşmuş gibi hızla atmaya başlamıştı. Bir utanç duygusuna karışan heyecanım bedenimi alev alev yakarken vücudumdaki tüm kanın yanaklarıma toplandığını hissettim.

Fırat ise dudaklarını bastırdığı yerde derin bir nefes alırken derince yutkundum. Zihnim karmançorman olurken bir anlığına zaman mekân kavramını kaybetmiştim. Ta ki sert bir şekilde kapanan bir kapının beyin zonklatıcı sesi kulaklarıma dolana kadar.

Ne zaman kapandığını bile fark etmediğim gözlerimi aralayıp kendime gelmeye çalışırken Fırat kollarını belime dolayıp beni iyice kendine çekmiş yanağımdaki dudaklarını tenime sürterek başını boynuma gömmüştü.

Bense öylece duruyordum. Fırat'ın ne yapmaya çalıştığından ziya de istemsiz bir şekilde Filiz'in ne hissettiğini düşünüyor ve kendimi kötü hissediyordum. Tabii bir yandan da Fırat'ın Filiz'in söylediklerinin ne kadarını duyduğunu da merak ediyordum.

Umarım başından beri duymamıştı. Özellikle de "sen ona hiçbir şekilde yetemezsin" dediği yeri duymamış olmasını diledim. Çünkü Filiz'in ne kastettiği bariz bir şekilde ortadaydı ve Fırat bunu duymuşsa çok utanırdım.

Hafifçe içimi çekip aldığım nefesle beraber gün boyu ciğerlerime dolmasını beklediğim Fırat'ın kokusu da burnuma gelirken usulca,
- Fırat, dedim.
O ise bana sımsıkı sarılmış bir vaziyetteyken sırtımı usul usul okşuyordu. Ona seslenişimle de boynuma kokumu içine çekerek bir öpücük kondurmuş ve sonrada yavaşça benden ayrılırken yüz yüze gelmemizi sağlamıştı.

Alt dudağımın kenarını hafifçe dişlerken Fırat'ın yüzüne bakmaya tereddüt etsem de gözlerimin, Fırat'ın çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerini, bulmasına izin verdim.

Fırat ise zaten beni izliyor yüzümün her zerresini milim milim inceliyordu. Gözlerinde az önce gördüğüm lakin bir anlam veremediğim öfkenin küçük kıvılcımları hâlâ kendini gösteriyordu. Ama bu öfke Fırat'ın bana bağırıp çağırmasına neden olacak kadar büyük birşeyin emaresi değildi. Oturulup konuşulurdu. Hissedebiliyordum.

Gözlerimi anlık bir Fırat'ın gözlerinden kaçırsam da yine de tüm cesaretimi toplayıp gözlerine baktım ve,
- Ne kadarını duydun? Diye sordum.
Fırat bir süre gözlerimin içine bakıp sert ve sıkıntılı bir nefesi alıp verirken ,
- Konuşacağız Hazan, konuşacağız. Şu işimi bir halledip geleyim, konuşacağız, dedi başını tehditkâr bir şekilde yavaşça aheste aheste aşağı yukarı sallarken.

Hafifçe yutkunup Fırat'ın baskın bir şekilde bakan gözleri yüzünden konuyu değiştirmek adına,
- Niye döndün ki sen? Diye sordum.
Fırat sorduğum bu soruyla gözlerindeki öfke kıvılcımlarını gölgede bırakan alev alev yanan gözleriyle yüzüme bakıp,
- Dedim ya Hazan seni öpmeden gidemedim, dedi gözlerindeki sonsuz sevgiye tezat fazlasıyla ciddi ve bariton bir sesle.

Kaşlarımı ona inanmıyormuşcasına havalandırırken,
- Ne yani Fırat beni öpmek için mi çıktın o kadar merdiveni? Diye sordum.
Fırat'ın kaşları daha derinden çatılırken ellerini erkeksi bir şekilde belinin iki yanına koyarken,
- Ne o bakış öyle? İnanmıyor musun sen bana? Yalan borcum mu var kızım benim sana? Dedi hafiften sertleşen sesiyle.

Fırat'tan böyle bir tepki beklemiyordum. Bozguna uğradığımı itiraf etmeliydim. Ne bilim yanlış birşey söylediğimi düşünmüyordum ama yine de Fırat'ın bu hali gerilmeme ve kendimi bir parça kötü hissetmeme sebep olurken gözlerimi sağa sola kaçırıp hafifçe yutkundum. Ve ,
- Hayır Fırat. İnanmamak gibi değilde...diyerek bocalarken kendimi açıklamaya çalıştım.

Fırat ise,
- Ne gibi o zaman? Diye sordu yumuşamayan ve bana hesap soruyormuş gibi bir tınıda çıkan sesiyle. Şuan garip bir halin içinde Fırat'ın verdiği bu anlamlandıramadığım tepkisiyle içten içe sarsılıyor yanlış birşey söylemiş veyahut yapmış gibi hissediyordum.

İçimde yaşadığım bu hâl,
- Garip geldi, derken de ufaktan sesime yansımıştı. Başımda hafiften suçlu bir çocuk gibi önüme eğilirken Fırat'ın sıkıntılı bir şekilde iç çekişini duydum.

Yüzünü ise görmüyordum. Görüş alanımda sadece Fırat'ın belindeki ve beni böyle bir anda dahi etkileyen kemeri, o kemere takılı olan silahı, birde biçimli, adaleli , uzun bacakları vardı.

Bir iki saniye öylece dururken birden kendimi Fırat'ın kollarından buldum. Ne olduğumu da ne olduğunu da şaşırırken başım Fırat'ın göğsüne denk gelmişti.

Fırat başımın üzerine saçlarımı koklayarak bir öpücük kondururken kollarıyla sardığı belimi ve sırtımı usul usul okşuyordu. Az önce Fırat'ın sert sözlerine eşlik eden gözleriyle üşüyen içim sıcacık olurken yine de o an Fırat'a sarılma cesaretini kendimde bulamadım.

Bu yüzden ben öylece dururken Fırat saçlarıma kim bilir kaçıncı öpücüğünü kondururken,
- Ben sana asla yalan söylemem, dedi ciddi bir ses tonuyla ve sözlerine "böyle küçük birşey için dahi olsa yalan söylemem. Yalanlarla gönlünü yapacağıma gerçeklerle kalbini kırarım daha iyi Hazan. Ayrıca seni bu kadar çok seviyor olmam sana garip gelmesin. İçimde daha tam olarak gösteremediğim ne sevgiler büyütüyorum sana, bilmiyorsun" diyerek son vermişti.

İçimden Fırat'a karşı ılık ılık birşeyler akarken bir yandan da utandım. O bana asla yalan söylemeyeceğini söylerken ben kendi içimde ondan sakladıklarımla, saklayacaklarımla ve ona söylediğim veyahut söylemek zorunda kaldığım yalanlarla birer birer yüzleştim. Daha doğrusu onlar esen sert bir rüzgarın yüzünüze vurmasına sebebiyet verdiği, buzlaşmaya yüz tutmuş kar taneleri misali yüzüme çarptılar. Ve ben bu seferde cesaretim olmadığı için değil içimdeki bu utançla Fırat'a sarılmaya hakkım yokmuş gibi hissettiğim için sarılamadım sevdiğim adama.

Gözlerim hafiften dolarken usulca içimi çektim. Fırat saçlarımı koklayıp öperken, beni güçlü kollarıyla kokusunu derin derin içime çekebildiğim bağrında misafir ederken bir süre öylece kaldık. Ve benim içimi yine Fırat'ı kaybetme korkusu sardı.

Arasam içimi saran bu korkuyu besleyecek onlarca sebep bulabilirdim. Mesela alkolik ve kumarbaz bir annenin nefret ettiği, sevmediği, "nefesini dahi duymaya tahammülü olmadığı"bir kızı olmanın utanç verici bedbahtlığına sığınabilir, daha on dokuz yaşında kendini öldürmeye çalışacak kadar zavallı biri oluşuma hayıflanabilir ya da yarım milyon TL'lik bir borcum olduğu ve İstanbul'daki evimize haciz geldiği için utanabilir sonuç olarakta kendimi Fırat'a layık görmeyebilirdim. Ki beni Fırat'a layık olmaktan alı koyan başka bir sebep daha vardı. Ama ben savcıydım. Hataların , yanlışların ve günahların asıl kime ait olduğunu en iyi şekilde ayırt edebilen biriydim. Çünkü günün sonunda beni , Fırat bilmese bile onun bu kadar güzel ve sıradan bir ailesi varken - ya da ben öyle zannederken - onun karşısında içten içe utandıran şeylerin hiçbiri benim suçum, hatam veyahut günahım değildi.

Beni korkutan şey ise bana ait olmayan şeylerin yanı sıra bana ait olan şeylerin de bize zarar verme ihtimaliydi. Sırlarım, sakladıklarım derken tüm bunlara sustuklarım ve yalanlarımda eklediğinde bize yürümek için bir yol kalmayacak olmasından korkuyordum. Eğer bu ilişki birgün...biterse bu Fırat'ın değil benim yüzümden, benim kaderimden, benim geçmişimden olacaktı.

Yani kısaca şarkı da da dediği gibi ;
" Benim korkum senden değil kaderimdendir..."

Gözlerim iyiden iyiye dolarken hafifçe burnumu çekip kirpiklerimi kırpıştırdım. Kendimi biraz olsun toprlamaya çalıştım. Fırat ise kollarını belimden çözmüş saçlarımın arasına son bir öpücük kondurup, yüz yüze gelmemizi sağlarken, işaret ve baş parmağıyla benim hâlâ yere eğik olan başımı çenemden tutup kaldırmıştı.

Gözleri yüzümü incelerken gözlerimin içine de içimi görmek ister gibi yüreğimi eriten kara gözleriyle birkaç saniye bakıp sıkıntılı bir nefesi içine çekerken Fırat,
- Ben şu işimi halledip geleyim, sende gir içeri. Buz kesmişsin zaten. Hasta olacaksın, demişti ciddi ve emredici bir ses tonuyla.

Bense şaşırmıştım. Neyim olduğunu soracağını düşünmüştüm ama sormamıştı. Belki de zamanı olmadığından sormamış döndüğünde soracaktı.

Hafifçe içimi çekip usulca başımı salladım. Ve çizmelerimi ayağımdan çıkarıp eve girdiğimde Fırat hâlâ gitmemiş beni izlerken,
- Uyuma sakın, tamam? Geleceğim yanına, demişti uyarır bir tonda.

Bende ,
- Tamam, dedim usulca. Sesime ve üzerime hissedilebilir bir mahsunluk bir burukluk yerleşmişti. Ne kadar kendimi bu halden soyutlamaya çalışsam da olmuyordu.

Fırat yine sıkıntılı bir şekilde içini çekerken,
- Kapat kapıyı dedi. Bende onu dinleyip kapıyı kapattım.

Ve evimin karanlığıyla, yanlızlığıyla baş başa kaldım. Sırtımı kapıya dayayıp yavaş yavaş kayarak yere çökerken bugün defalarca kez dolup dolup akmasına müsade etmediğim yaşlara izin verdim. Onlarda bu anı bekliyormuşcasına birer ikişer dökülmeye başladılar.

Gözümden süzülen yaşlara dudaklarımın arasından firar eden bir kaç küçük hıçkırıkta eşlik ederken içimi saran burukluğa, hüzne, en iyi arkadaşım ve aynı zamanda en büyük düşmanım olan yalnızlığa iyiden iyiye teslim oldum.

Tüm gücüm bedenimden çekilirken, bir külçe gibi yığılıp kaldığım kapının eşiğinde, şiddetlenen hıçkırıklarım, sarsılan bedenim ve git gide sıklaşan nefeslerimle bir süre öylece ağladım. Tüm acılarım , hüzünlerim, dertlerim beynimin içinde, yer çekimi olmayan bir alanda havada amaçsızca uçuşup duran eşyalar misali, dört bir yana savrulurken hangisine ağladığımı, hangisine bu denli hüzünlendiğimi bilemeden dakikalar birbirini kovalarken öylece ağladım .

Babama ağladım, annemin beni hiç sevmeyişine ağladım, Ali'nin ihanetine ağladım, Berrak'a ağladım, Ecrin'e ağladım, daha doğru düzgün yasını dahi tutamadığım, mezarına bile gidemediğim enişteme ağladım. Bu şehirde kaybettiklerime ağladım derken hiçbir acıma gönül koyma şansı vermeden hepsine itinayla ağlayıp üzüldüm.

Bir müddet sonra da ağzıma sıktığım astım ilacından derin bir nefesi içime çekerken gözümde kurumaya yüz tutan yaşları elimin tersiyle silip, çöktüğüm yerden kapıya tutunarak doğruldum.

Yere öylece gelişi güzel bıraktığım bilgisayar çantalarını, kabanımı ve çantamı alıp yatak odama geçtim. Fırat gelene kadar kısa ama sıcak bir duş almaktı niyetim. Belki biraz kendime gelirdim.

*****
Aldığım kısa duşun ardından kendimi daha iyi hissederken salondaki gri köşe koltuğa oturmuş, elimdeki siyah kupa bardaktan kahvemi yudumluyordum. Işığı açmamış, ayaklı abajurdan yayılan loş sarı ışıkta kendi kendime kalmayı yeğlemiştim.

Hemen sağımda kalan balkon camının sonuna kadar açık olan perdesinden sokak lambasının ışığında yağan iri kar tanelerini görebiliyordum. Sabahki halim olsa kahvemin yanına bir kitap alır camın önündeki hardal sarısı berjere oturur kendime huzurlu geçebilecek birkaç saat hediye ederdim. Ama şuan öyle içimden gelmiyordu ki. Tüm hevesim, yaşama istediğim çekilmişti sanki damarlarımdan.

Üzerime örtüğüm gri polar battaniyeye sıkıca sarılıp elimde tuttuğum bardaktan bir yudum daha alırken kapının zil sesi kulaklarıma doldu. Fırat gelmişti. İçimde bir heyecan peyda olurken elimdeki bardağı ahşap orta sehpanın üzerine bırakıp battaniyeyi üzerimden iteklerken ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim. Bir yandan da üzerimdeki siyah kalın askılı yarım atleti ve yukarıya sıyrılan siyah eşofman altımı düzeltiyordum. Açık bıraktığım uzun dalgalı saçlarımı omzumdan geriye atarken de kapıyı açtım.

Karşımda beklediğim gibi Fırat vardı. Gözlerim bedenini tararken evine uğrayıp üzerini değiştirdiğini gördüm. Kaslı ve damarlı kollarını ortaya seren beyaz bir tişört her zaman olduğu gibi de siyah bir pantolon giymişti.

Onun gözleride beni baştan aşağı süzerken hafifçe içimi çekip Fırat'ın içeriye girebilmesi için kenara çekildim. O ise ayakkabılarını çıkarıp heybetli bedeniyle önümden geçip içeriye girdi.

Bende kapıyı kapattığımda Fırat'a döndüm. O ise hemen arkamdaydı. Ve ben ona döndüğümde çatık kaşları ve alev alev yanan gözleriyle bana bakarken ben ise gözlerimi kaçırdım.

Birkaç saniye öylece durduğumuzda aramızdaki bu garip hal ve sessizlik canımı sıkarken öte yandan da bu sessizlik bozulduğunda Fırat'ın bana neyim olduğunu soracak olmasından korkuyordum. Yine de sessizliği bozup aynı zamanda ilk konuşanın Fırat olmaması adına ve belki de biraz zaman kazanmak için gözlerimi Fırat'ın yüzüne çıkarıp,
- Kahve içer misin? Diye sordum.

Fırat bir iki saniye gözlerime bakarken gözlerimi kaçırmamak için kendimi zor tuttum.
O ise,
- İstemiyorum, dedi düz ve ciddi bir sesle.
Bu seferde,
- Çay yapayım, dedim sorar gibi ama Fırat'tan bir cevap gelmesini beklemeden mutfağa doğru ilerlemek adına bir hamlede bulunurken Fırat belimden tutup beni kendi bedenine sabitlerken durdurdu.
Ve,
- Kaçış şansın yok yavrum, konuşacağız, dedi emredici sesiyle.

Hafifçe yutkunup Fırat'ın gözlerine zar zor bakarken,
- Ne konuşacağız ki? Dedim.
Fırat ise belimdeki kolunu çözüp elimi tutarken beni köşe koltuğa doğru yönlendirip,
- Otur, dedi.

Gerilmiştim. Gerçeği söylemeyecektim zaten ama yalan söylemek zorunda kalmakta istemiyordum.

Fırat'ın dediğini yapıp gri köşe koltuğa oturduğumda Fırat yanıma oturmak yerine önüme diz çökmüştü.
Ben ise kucağımda birleştirdiğim ellerimle gerginlikten oynarken Fırat bir süre yüzümü inceleyip,
- Noldu sana böyle? Diye sordu.
Gözlerimi sağa sola kaçırıp,
- Birşey olduğu yok, iyiyim, dedim.

Fırat ise ,
- Bu mu Hazan iyi halin? Askeriyeye geldiğinde gözlerin ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Şu anda öyle. Birşey olmuş belli. Anlat bana yavrum. Anlat ki çözeyim, dedi bir eli yanağımı bulup usul usul okşarken.

İstedim. O an Fırat gözlerimin içine bakarken, beni böyle severken çok istedim ona neyim olduğunu anlatmayı. Ama yapamazdım. Hadi herşeyi geçtim ondan borç istiyormuşum gibi olurdu, kaldıramazdım. Fırat beni sevmişti. Dertlerimi, sorunlarımı da beraberimde getiremezdim.

Bu yüzden,
- Fırat gerçekten iyiyim ben. Birşeyim yok, diyerek yalan söyledim.
Fırat sert bir nefesi alıp verirken,
- Lan bu mu iyi halin?! Hazan sen benim sabah telefonda konuştuğum kız mısın? Sesin bile belli ediyor üzgün olduğunu. Ya o bakmaya doyamadığım gözlerin. Kıyamıyorum kızım sana . Dayanamıyorum seni böyle görmeye. İçim eziliyor lan sanki. " Derken sesi sonlara doğru yumuşamış yüzümü iki eliyle avuçlarının içine alırken de " hadi yavrum anlat bana. Anlat çözeyim"diyerek sözlerine son verirken sesi hafiften yalvarır gibi çıkmıştı .

Bende onu böyle görmeye dayanamıyordun. İçim eriyordu onun bu hallerine. Bir yandan ise içimden Fırat'a olan sevgim dolup taşıyordu. Onu hak etmek için ne yaptığımı düşünüyordum. Önceden tek başıma üzülür tek başıma acı çekerdim ama şimdi benden fazla benim için üzülüp acı çeken biri vardı hayatımda. Buna alışmam zaman alacaktı.

Öte yandan ise Fırat'ın anlattığı kadar kötü görünüp görünmediğimi sorguluyordum. Ya da Fırat yüzümde gördüklerini değilde içimde gördüklerini anlatıyordu bana.

Hafifçe içimi çekip ,
- Tamam Fırat, dedim. " Kabul ediyorum birşey oldu. Ama sana anlatmak istemiyorum. Senin yapabileceğin birşey yok. Ben halledeceğim. "

Fırat ise sert bir şekilde gözlerimin içine bakıp yüzümdeki ellerini çekip bacaklarımın iki yanına koyarken,
- Yanılıyorsun, dedi ve sözlerine " Benim senin için yapamayacağım hiçbir şey yok. " Diyerek devam ederken her bir kelimeyi aklıma kazımak ister gibi bastıra bastıra söylüyordu ve gözlerime öyle baskın bakıyordu. Tekrar konuşmaya başladığında " ayrıca ne demek Hazan sana anlatmak istemiyorum? Kimim kızım ben senin hayatında?! Derdini, sıkıntını , hüznünü , sorunlarını paylaşmayacaksan benimle, ben senin derdine derman olamayacaksam ne sikime duruyorum yanında?! Niye böyle itiyorsun beni kendinden?! Niye sana , hayatına ulaşmama izin vermiyorsun? " Demişti. Sesi yükselmiş, kaşları iyice çatılmış öfkeyle parlayan kara gözleriyle bana, onu neden hayatımdan soyutladığımın ve ona fark ettirmeden hissettirdiklerimin hesabını soruyordu.

Ama ne diyebilirdim ki? Ona ne söyleyebilirdim? Suçlu bir çocuk gibi karşısında başım önüme eğik durmaktan başka ne gelirdi elimden? Hiçbir şey gelmezdi ve bende öylece başım önümde ağlamamak için alt dudağımı ısırırken sustum.

O ise derin sert bir nefes alıp verirken,
- Adliyede mi birşey oldu? Mahkeme de bir sorun mu çıktı? Diye sordu.

"Senin yapabileceğin birşey yok, ben halledeceğim" deyişimi buna yormuştu herhalde.

Başımı olumsuz anlamda yavaşça sağa sola salladım.
Fırat bu seferde,
- Ablana mı birşey oldu? Diye sordu.
Her seçeneği deniyor yüzümde oluşacak en ufak bir mimiği sorduğu soruyla gözlerimden geçecek anlık bir ifadeyi yakalamak için pür dikkat beni izliyordu.

Yine olumsuz anlamda yavaşça başımı salladığımda Fırat,
- O gün, İstanbul'dan buraya geleceğin gün, seni evinizin önünden aldığımda sarıldığın kadın...ona mı birşey oldu? Dedi.

Fatma teyzeden bahsediyordu. Onu hatırlaması içimde bir yeri okşarken başımı eğdiğim yerden kaldırıp Fırat'ın gözlerine baktım.
Ve,
- Hayır, dedim. " İyi o. Ona bişey olsa duramam zaten burda."

Öyle ya annem gibiydi Fatma teyze benim. Ona birşey olma ihtimalini bile kaldıramazdım. Üniversiteden mezun olurken bile o vardı yanımda. Astım nöbeti geçirip birkaç günlüğüne hastaneye yattığımda o beklemişti başımda. Eğer ona bişey olmuş olsaydı iki elim kanda da olsa giderdim yanına.

Ondan ayrılırken de demiştim ya ;
" Birşey olursa ara beni. Herşeyi bırakır gelirim" diye. Giderdim işte.

Fırat bir iki saniye gözlerime , Fatma teyzeden bahsedince verdiğim tepkiye bakıp,
- Annene mi bişey oldu? Diye sordu.

O an bu soruyla iki şey hissettim. İlki tedirginlikti Fırat'ın yüzümde gezinen gözlerinin baktığı yerlerde birşey görmesinden tedirgin olmuştum. İkincisi ise burukluktu. Fırat'ın annemi; ablam ve Fatma teyzeden sonra sormuş olmasının verdiği bir histi bu. Ona kızdığımdan veyahut kırıldığımdan değildi. Annemin içimde neyse de hayatımda ne kadar az yer kapladığının o da farkındaydı bir şekilde.

Sustum. Ve başımı usulca kaldırdığım yere geri indirdim. Annemle ilgili birşey olduğunu anlayacaktı ama ben bu hareketimle ona konuşmak istemediğimi söylüyordum.

Ve Fırat bunu anlamış olacak ki ,
- Hazan, dedi uyarıcı bir tonda. "Yapma şunu" der gibi.
Ben ise,
- Konuşmak istemiyorum, dedim usulca.

Fırat ise artık bu sözlerim ve sözlerime eşlik eden halimle daha da sinirlenmeye başlamıştı. Bunu yüzüme vurup önüme dökülen saçlarımı hafiften havalandıran alıp verdiği sert nefeslerden, bu yakınlıkta hissedebildiğim sinirden kasılan koca bedeninden anlayabiliyordum.

Fırat çenemin altından canımı yakmayacak kadar sert bir şekilde kavrayıp başımı eğdiğim yerden kaldırırken göz göze gelmemizi sağlamaya çalışmış ve,
- Yüzüme bak Hazan , yüzüme, demişti sert bir sesle. "Ne demek "konuşmak istemiyorum"?

Artık dolmasını engellemeye gücümün yetmediği gözlerimi Fırat'tan sakınmaya da gücüm kalmamıştı. Bende hafifçe içimi çekip Fırat'ın gözlerine baktım. Gözlerimin dolduğunu bu loş ışıkta görebilir miydi bilmiyordum ama Fırat'ın göz göze geldiğimizde biraz olsun yumuşayan bakışları ve,
- Doldurma şu gözlerini, diyen emredici lakin bana kıyamadığını belli eden sesinden ağlamak üzere olduğumu fark ettiğini anladım.

Ağlamak istemiyordum lakin ne var ki gözümden süzülen bir damla yaşa da mani olamadım.

Fırat ise sol gözümden süzülen o yaşı hemen baş parmağıyla silerken,
- Ağlama, dedi sesindeki sertlik yok olmuştu. Ama hâlâ emrediyordu.

Lakin gözlerim bu emrine itaat edememiş bir damla yaş daha yanaklarıma doğru yol almıştı. Ve ben başımı önüme eğerek Fırat'ın o yaşı görmesine engel olmaya çalıştım.

Fakat Fırat o yaşı da görmüş ve yüzümü avuçlarının içine alıp diğeri gibi onu da silerken,
- Hazan ağlama diyorum sana, demişti. Ağlamama kıyamadığı gibi dayanamıyordu da sanki.

Bu yüzden bende Fırat'ı dinleyip hafifçe burnumu çekerken gözlerimi kapatıp açarken kirpiklerimi kırpıştırmış ve gözümden süzülen yaşları durdurmaya çalışmıştım. Ama olmuyordu. Fırat'ın sildiklerinin yerine yenisi geliyor hıçkırıklarım boğazımda düğüm oluyordu.

En iyisi odama gidip kendimi toparlamak ve Fırat'ın yanına öyle gelmek diye düşünürken,
- Ben...bir odama gideyim, dedim ve oturduğum yerden doğrulurken Fırat'ın ellerinin yüzümden ayrılmasına neden olmuştum.

Ve Fırat'ın önünden geçip odama doğru ilerlemek adına bir hamlede bulunduğumda Fırat çöktüğü yerden doğrulup kolumu tutarak beni durdurdu.

Bu hareketi beni bir anlık şaşırtırken Fırat'ın beni kucağına alışıyla da iyiden iyiye afallamıştım. Yine de refleksle bacaklarımı beline kollarımı da boynuna dolarken hiçbir şey söylemedim. Fırat ise benim kalktığım yere otururken kollarını sıkıca bedenime sarıp bir eliyle tuttuğu başımı da göğsüne yasladı.

Saçlarımın arasına dudaklarını bastırıp kokumu içine çekerek öptüğünde buna ne kadar ihtiyacım olduğunu hissettim. Fırat'ın sıcak ellerini çıplak belimde ve kollarımda hissetmek o an bana tarif edemeyeceğim bir güven bir sıcaklık vermişti.

Fırat saçlarıma minik minik birkaç öpücük daha kondurup başını başıma yasladı ve,
- Ağlayacaksan göğsümde ağla, dedi. " Kaçma benden. Sorunlarını sakladığın gibi gözyaşlarını da saklama. Tamam ağlamana dayanamıyorum o ayrı. Ama ağlarken benden gizlenmene hiç katlanamam yavrum, tamam mı?"

Birşey söylemedim. Alışık değildim birilerinin yanında ağlamaya. Ama sevdiğim adamın göğüsünde ağlamak gözyaşlarımdaki acıya biraz olsun huzur katıyordu sanki.

Fırat'ın boynuna doladığım kollarımı sıkılaştırdığımda dudaklarımdan küçük bir hıçkırık firar etmişti. Fırat ise belimdeki kolunu sıkılaştırıp bir eliyle de saçlarımı okşarken ufak ufakta öpüyordu.

Bir süre öylece Fırat'ın göğsünde ağladım. Git gide çoğalan göz yaşlarım, Fırat'ın güçlü kolları arasında sarsılan bedenim ve git gide sıklaşan nefeslerimle birlikte ağladım.

Fırat ise hiçbir şey söylemeden, sormadan sadece öpüp, koklayıp, sarıp sarmalamıştı beni.

Lakin bir müddet sonra Fırat sırtımı bir çocuğu avutmak ister gibi sıvazlarken,
- Yavrum tamam artık, yeter, dedi. Ve sözlerine " Ağlama daha fazla. Astım atağı geçireceksin şimdi, yapma." Diyerek devam ederken benim dudaklarımdan bir hıçkırık daha kopmuş ve Fırat beni göğsünden ayırmak için bir hamlede bulunmuştu.
Ben ise Fırat'ın boynundaki kollarımı daha da sıkılaştırarak izin vermedim buna çünkü ağzım yüzüm birbirine girmişti. İçli içli ağlıyordum. Sanki ömrüm boyunca ağlamak için bu anı beklemiş gibiydim. Belki de böyle yapmamalıydım. Fırat başımdaki derdin çok büyük birşey olduğunu düşünecekti. Hâlbuki sadece borcum vardı. Annemin bana söylediği sözler ise benzerlerini hatta daha kötülerini duyduklarımdı. Lakin ben sanırım yirmi dört yıllık hayatım boyunca yaşadığım herşeye ağlıyordum. Geçmişimi, bu zamanlara nasıl geldiğimi Fırat'a anlatamıyor ama göğsünde hepsine ağlayabiliyordum.

Fırat ise sıkıntılı bir şekilde içini çekerken başını yüzüme doğru eğip alnımı öpmüş ve yalvarır gibi çıkan sesiyle,
- Kurban olduğum ağlama nolur? Hay o kadar üstüne gelen aklımı sikim. Nolur yapma? Ölürüm o güzel gözlerine, demiş ve çenemi tutarak yüzümü göğsünden kaldırmaya çalışırken "hadi bak bana" diye de eklemişti.

Ben ise artık istesem de istemesem de başımı Fırat'ın göğsünden kaldırmak zorundaydım çünkü bir süredir diyaframdan aldığım nefeslere engellediğim astım atağı artık beni çok zorluyordu.

Bu yüzden başımı Fırat'ın göğsünden kaldırıp derin derin nefesler alırken bir elimi de göğsüme koydum. Fırat ise yüzüme bakarken,
- Astım atağı geçiriyorsun, dedi.

Onu onaylamak ister gibi gözlerimi kapatıp açtım. Fırat ise içinde telaş ve bir parçada korkunun olduğu sesiyle,
- Yavrum ne yapayım? Birşey söyle yapayım, dedi.
Zar zor toparlayabildiğim sesimle,
- İlacım, dedim tek seferde.
Fırat endişeli gözleri yüzümü tararken ,
- Nerede yavrum? Diye sorduğunda sadece
- Yatak... odamdaki ko...komidin, diyebildim.
Fırat ise başını sallayıp beni kucağından kaldırıp yan tarafa oturttu ve koşar adım odama doğru ilerledi.

Çok geçmeden elindeki astım spreyiyle yanıma gelirken önüme çöktü ve ilacı araladığım dudaklarıma dayadı. Birkaç kez ağzıma sıktığı ilaçla nefeslerim yavaş yavaş düzene girerken Fırat spreyi ağzımdan çekip bir eliyle yüzüme dökülen saçlarımı geriye itip,
- İyi misin yavrum? Biraz daha sıkayım mı? Diye sordu.

İyiydim. Birkaç kez daha derin derin nefes alıp,
- İyiyim, dedim.
Fırat ise,
- Emin misin Hazan? Bak iyi değilsen hastneye götüreyim seni, dedi.

Kara gözlerindeki endişenin kırıntılarını görebiliyordum. Gözlerimin içine içine bakıyordu doğru söyleyip söylemediğimi, iyi olup olmadığımı anlamak için.

- İyiyim Fırat. Gerek yok hastaneye, dedim.
Fırat ise ikna olmuş olacak ki gözlerini kapatıp açarken bana sarıldı. Başını boynuma gömüp koklayarak öperken,
- İyi ol. Kurban olurum ben senin nefesine, dedi fısıldar gibi.

Bende kollarımı ona dolayıp sımsıkı sarılırken onun bana yaptığı gibi boynunu öptüm. Ve Fırat her zamanki gibi yine kasıldı. Sonra da beni daha sıkı sarıp boyunuma peş peşe öpücükler kondururken,
- Güzel yavrum benim, dedi bastıra bastıra, dolu dolu.

Ardından da beni yine kucağına alırken başımı boynundan kaldırıp evin içinde yürümeye başlayan Fırat'a,
- Fırat nereye? Diye sordum.
Fırat ise,
- Yüzünü yıkayacağız, dedi yanağımı öperken.

Sonra da banyonun ışığını açıp beni indirmek yerine benimle beraber içeriye girdi.
Şaşkın bir şekilde Fırat'ın yüzüne bakarken,
- Sen mi yıkayacaksın yüzümü? Diye sordum.
Fırat suyu açarken,
- Evet yavrum, dedi ve tek koluyla beni kucağında tutup ıslattığı diğer eliyle de yüzümü silmeye başladı.

Bu durum bir yandan bana komik gelirken bir yandan hoşuma gidiyordu nedense. Öte yandan ise Fırat'ın yüzümde gezen ıslak elli gözlerimi kapatıp başımı geriye çekmeme neden oluyordu.
Fırat,
- Rahat dur, derken
- Fırat parmakların gözüme girecek, dedim.
Fırat ise,
- Rahat durursan hiçbir şey olmaz, dedi azarlar bir tonda.

Ama ben yapamıyordum. Refleksle gözlerim kapanıyor başımı ise geri çekiyordum. Fırat ise sonunda yüzümü yıkamayı bitirdiğinde havluyu alıp yüzümü silmiş ve yanaklarımı "oh"layarak öperken ,
- Mis gibi oldun, demişti.

Bu sözleri beni güldürürken Fırat yüzüme derin derin bakıp dudağımın kenarını öpmüş ve,
- Gül işte şöyle. Gül de gözüm gönlüm açılsın, demişti.

Ben ise utanmış alt dudağımı hafifçe ısırırken kollarımı Fırat'ın boynuna dolamıştım. O sırada da banyonun aynasındaki aksimizle karşılaştım. Fırat'ın kucağında gerçekten de küçücük kalıyordum. Ama o kadar güzeldik ki. Bu görüntü çok hoşuma gitmişti. Bana "keşke yanımda telefonum olsaydı çekerdim" diye düşündürecek kadar güzeldik.

Fırat'ta belimdeki kollarını sıkılaştırırken banyodan çıktık. Ve yine salondaki loş ışıkta gri köşe koltuğa oturduk. Fırat usul usul sırtımı okşarken bende başımı omzuna yaslamış balkon camından yağan kara gözlerimi dikmiştim . Kar taneleri eskisi gibi iri değildi. Ama daha küçük olmalarına rağmen daha yoğun bir kar yağışı vardı. Karşıdaki binanın çatısı bembeyaz olmuş saçaklarında da küçük buz sarkıkları oluşmuştu. Ve bu şekilde yağmaya devam ederse yarın yerde on onbeş santim belki de daha fazla kar olurdu.

O an aklıma parktaki köpek gelirken derince içimi çekmiştim. Sözde ona bir yuva bulacak ve onu bu soğuk havada dışarıda bırakmayacaktım. Vurulduğum için fırsat bulamamış sonrasında da soruşturmayla uğraşırken aklıma gelmemişti.

Acaba şimdi Fırat'a söylesem en azından köpeği beslemek için benimle parka gelir miydi? Tek başıma gitmeme izin vermeyeceği biliyordum.

Bu yüzden usulca,
- Fırat, dedim.
Fırat ise saçlarımda derin bir nefes alırken,
- Yavrum, demişti.
Başımı Fırat'ın omzundan kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağlarken,
- Parka gidelim mi? Diye sordum.
Fırat ise yüzüme dökülen saçlarımı eliyle severken bir yandanda yanağımı okşarken,
- Nereden çıktı yavrum şimdi? Diye sordu.
- Parktaki köpeği uzun zamandır beslemeye gitmedim. Aklımdan çıkmış. Tek başıma gitmeme izin vermezsin. Beraber gidelim, dedim.

Fırat ise hafifçe gülümseyip yüzümün her zerresini tararken bana derin derin bakmış ve,
- Yavrum hava çok soğuk olmaz bu saatte . Ayrıca gitsek bile köpek orada değil, dedi.
Kaşlarım hafiften çatılırken,
- Niye , nerede ki ? Diye sordum.

Fırat,
- Sahiplendirdim ben onu, dedi.
- Ne? Dedim şaşkınlıkla. Böyle birşey beklemiyordum.
Fırat yüzümdeki saçlarımı parmaklarıyla kulağımın arkasına sıkıştırırken gözleride oraya kaymış ve,
- Sahiplendirdim yavrum. Zaten sende bunu düşünmüyor muydun? Senden önce ben hallettim işte, dedi.

İçim yine Fırat'a doğru akarken gözlerimden taşan sevgiyle gözlerine bakıp sarıldım Fırat'a ve içimdeki tüm sevgi sesime yansırken,
- Çok seviyorum seni, dedim. "Hemde çok".
Fırat belimdeki kollarını iyice sıkılaştırıp beni içine sokmak ister gibi sararken başını boynuma gömüp,
- Bende çok seviyorum seni,dedi dolu dolu ve sözlerine "Öyle çok seviyorum ki hemde bazen ben bile şaşırıyorum Hazan. Otuz yıldır kimseye atmayan kalbim nasıl sana böyle koşuyor, ben bile akıl sır erdiremiyorum" diyerek devam etmiş erkeksi kalın ve bariton sesinden kulaklarıma dolan bu sözcükler birer birer kalbime işlemişti.

Hafifçe gülümseyip başımı biraz geri çekip dudaklarımı Fırat'ın yanağına bastırırken,
- Belki de kalbin otuz yıldır beni bekliyordur. Benim kalbimin yirmi dört yıldır seni beklediği gibi, dedim.

Fırat ise dudaklarını omzuma bastırırken,
- Keşke daha önce bulsaydım seni, dedi. " Daha önce çıkartsaydı kader seni karışma. Kalbimin seni bu kadar beklemesine gerek kalmasaydı keşke".

"Keşke Fırat keşke"

- Nereden bulacaktın ki Fırat beni? Aramızda kilometreler varmış. Hem daha önce karşılaşmış olsak sevmeyecektin belki beni, dedim.

Fırat ise beni belimden tutup kendineden ayırırken yüz yüze gelmemizi sağlamıştı. Gözlerim gözlerini bulduğunda kaşlarının çatık olduğunu gördüm .
Ve Fırat,
- Bulurdum da severdim de , dedi ciddi bir sesle.

Bu sözlerine anlam veremezken,
- Nasıl bulacaktın? Diye sordum.
Fırat gözlerime bir şeyleri tartıp anlamaya çalışır gibi bakarken,
- Hatırlamıyor musun? Diye sordu sorgular bir sesle.
Kaşlarım hafiften çatılırken anlamaya çalışıyordum. Neyi hatırlamam gerekiyordu ki?
- Neyi hatırlamıyor muyum? Diye sordum.
Fırat,
- Telefonda konuştuğumuzu. Sen Ankara'dayken, dedi.

Ben Ankara'da üniversite okurken Fırat'la mı konuşmuştum? Nasıl yani? Zihnimde ufak çaplı bir arama yapsam da hiçbir şey hatırlamıyordum.

Fırat derin bir nefes alırken,
- Bahar'ı kurtardığın gece, dedi. Düşünmek için başka yöne çevirdiğim gözlerim Fırat'ı bulurken Fırat sözlerine "o gece Bahar kütüphanede uyuya kalmış. Saatte geç olunca yurda dönerken korkmamak için beni aradı. Bende yeni operasyondan dönmüş lojmanda dinleniyordum. Bahar'da öyle havadan sudan şeyler anlatıyordu. Sonra birden çığlığını duydum" diyerek devam ederken gözleri öfkeyle parlamış muhtemelen Bahar'ın başına gelenleri hatırladığından bedeni kasılmıştı. Yine de sözlerine " Bahar " abi yardım et" diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Buradaydım Hazan. Bu şehirdeydim. Hemen fırladım lojmandan dışarıya. Telefonun diğer ucundan Bahar'ın sesi gelmez olmuştu. Arabaya atlayıp havaalanına gitmek için yola çıktım. Ama ben oraya varana kadar Bahar..." Derken duraksadı. O an nasıl bir çaresizlik yaşadığını az çok tahmin edebiliyordum. Hâlâ bile gözlerinde o anın Fırat'ta yarattığı hisslerin kırıntılarını görebiliyordum. Kıyamadım ona ve kollarımı boynuna dolayıp sarıldım. Fırat ise bana sımsıkı sarılırken devam etti konuşmaya. " Her neyse işte. Tam havalanına varmak üzereyken telefon çaldı. Yabancı bir numaraydı. Şuan telefonumda "Hazan'ım" diye kayıtlı olan ama o zamanlar bana yabancı bir numara. " Yüzümde tatlı bir gülümseme peyda olurken o anlar yavaş yavaş zihnimde canlanmaya başlamıştı. O gün Fırat'ın numarasını Bahar'dan zar zor alıp Bahar'ın isteği üzerine iyi olduğunu söylemek için aramıştım.

Fırat boynuma bir öpücük kondururken ,
- İlk defa o zaman duydum sesini, dedi. " En çaresiz, en aciz hissettiğim anda o güzel sesinden dökülen sözler öyle iyi geldi ki Hazan. O gün yaşadığım rahatlamayı anlatamam sana. O an Bahar'dan başka birşey düşünemiyordum ama sonra sonra çok döndürdüm sesini kafamda. Ara ara da Bahar'la konuşurken senin evdeki sesini duyuyordum. Bazen Bahar'ı dinlemeyi bırakıp sadece senin sesini yakalamaya çalıştığım bile oluyordu. Bilinçsizce yapıyordum bunu. Fark ettiğimde de kendime engel olmaya çalıştım yoksa bir şekilde ulaşmaya çalışacaktım sana. Yediremedim kendime. Kardeşimi kurtaran, onunla aynı evde yaşayan daha onsekiz yaşındaki kıza göz koymayı yediremedim. "

Fırat'ın anlattıkları bir yere kadar çok tanıdık bir yerden sonra da çok yabancıydı bana. Ben öylece hayatın akışında okuldan işe, işten eve bir hayat sürerken ülkenin diğer ucundaki bir askerin bana karşı beslediği hisler kendimi garip hissetmeme neden olmuştu. Sanki herşey bir romanın kurgudaki akışını bozmamak adına yazılan tesadüfleri gibiydi. Ve ben şuan o adamın kucağındaydım. Onu çok seviyor , ona sımsıkı sarılıyordum. Kader miydi bu? Herşey gerçekten birini sevmekle başlıyorsa bizi başlatan Fırat'mıydı? Çok şaşkındım. Yüzümü görmeden sesime tutulan bir adam vardı karşımda. Tüm bu anlattıkları sesime karşı olan zaafını da açıklıyordu bir yandan da.

Fırat belimden tutup beni kendinden ayırırken yüz yüze gelmemizi sağladı. Simsiyah kara gözleri yüzüme derin derin bakarken ben ise dediğim gibi şaşkındım.
Fırat,
- Şaşırdın mı? Diye sordu hafiften gülerken.
Gözlerimi kısıp,
- Biraz , dedim. Sonra da işi şakaya vurup " şimdi ne değişti de bana göz koymayı kendine yedirebildin? " Diye sordum.
Fırat ise yüzümü avuçlarının arasına alıp ,
- Çünkü artık sende bana göz koydun, dedi. "alan memnun satan memnun yavrum ."

Küçük bir kahkaha atıp güldüğümde Fırat beni göğsüne çekip bastırırken ,
- Eğer o zamanlar bulsaydım seni sever miydin beni? Diye sordu.

Bilmiyordum. Ben severdim ama Fırat sevmeyebilirdi beni. Barlarda şarkı söyleyip, dans eden, garsonluk yapan, taksiye çıkan bir kızı bu kadar kıskanç bir adam kabul edip sevmeyebilirdi.

Hafifçe içimi çekip,
- Bilmem. Severdim belki. Ama senin beni seveceğini sanmıyorum. Sevsen bile çok çabuk ayrılırdık herhalde, dedim.

Fırat ,
- Niye böyle düşünüyorsun? Şimdi sevdim o zaman niye sevmeyecek mişim? Neyin vardı ki o zaman sevilmeyecek? Diye sordu ciddi bir sesle. Sanırım ısrarla onun beni sevmeyeceğini düşünemem pek hoşuna gitmemişti.

Başımı Fırat'ın göğsünden kaldırıp gözlerine bakarken,
- Benim birşeyim yoktu Fırat. Yani bence yoktu ama senin karakterine ters biriydim. Barlarda şarkı söyleyip, dans eden, taksicilik yapan biri ve sen bu kıskançlıkla beni asla sevsen bile hayatına almazdın, dedim.

Fırat'ın söylediklerimle kaşları derince çatılırken gözleri öfkeyle parlamıştı. Şimdi bile geçmişte olanlara bu kadar kızıp sinirlenirken o zamanlar beni sevmeyeceği konusunda haklıydım.
Bu yüzden,
- Bak gördün mü? Geçmişte olan şeyler bunlar ama sen şuan bile sinirlenip öfkeleniyorsun, dedim.

Fırat ise gözlerime sert bir şekilde bakıp,
- O zamanlar ben hayatında olsaydım öyle işlerde çalışmana izin verir miydim sanıyorsun? Dedi gözleriyle aynı sertlikteki sesiyle.

Şuan geçmişe dair ihtimaller için tartışıyor ve Fırat'tan azar işitiyordum. Saçma bir halin içinde bulunuyorduk. Ve Fırat'ın geçmişime dair olan öfke ve kıskançlığı beni tedirgin ediyordu.

Bu yüzden,
- Neyse canım. Geçip gitmiş şeyler. Bence konuşmaya gerek yok, dedim.

Fırat sert bir nefesi alıp verirken başını aşağı yukarı saklayıp,
- Bence de konuşmaya gerek yok. Bu saatten sonra hayatında ben varım ve ben bu saatten sonra ben ne dersem senin hayatında o olur. Ayrıca az önceki mevzuyu da unuttum sanma. Seni böyle üzen şey her neyse üç günün var , dedi tehditkâr bir ses tonuyla.

Kaşlarım Fırat'ın söylediği her kelimeyle biraz daha çatılırken tüm söylediklerini es geçip,
- Ne için üç günüm var? Anlamadım? Dedim.
Fırat ise,
- Seni üzen, o bakmaya kıyamadığım güzel gözlerine hazan yaprakları düşüren şey her neyse onu halletmek için üç günün var. Eğer üç günün sonunda halledemezsen bana söyleyeceksin ben halledeceğim, tamam? Dediğinde itiraz etmek için,
- Fırat , diyerek söze girmiş lakin Fırat'ın,
- Yok Fırat falan. Seni böyle görmek istemiyorum. Ya üç gün içinde halledersin ya da bana anlatırsın ben hallederim , deyişiyle susmak zorunda kalmıştım.

Başımı cama doğru çevirip aldığım nefesi oflayarak dışarıya vermiştim. Niye bu kadar üzerime geliyordu ki? Anlatamıyordum işte. Onun halletmesini istesem söylerdim zaten. Niye durduk yere strese sokuyordu beni?

Fırat ondan çevirdiğim yüzümü çenemden tutup kendine çevirirken,
- Oflama bana, dedi sert bir sesle.
Ben ise gözlerine sinirle bakıp,
- Üzerime gelme o zaman sende benim, dedim. "Sana anlatmak istesem anlatırdım zaten. Niye bana böyle şartlar koşul beni strese sokuyorsun ki?"

Fırat bir süre öylece yüzüme hiçbir şey söylemeden bakarken bir an yanlış birşey söylediğimi, Fırat'ın kalbini kırdığımı ya da ileri gittiğimi düşündüm. Kendimi suçlu gibi hissederken başımı önüme eğip Fırat'ın kucağından kalktım. Fırat ise buna engel olmadı. Bende yine de Fırat'tan fazla uzaklaşmadan yanına oturmuştum. Bacaklarımı ise bağdaş kurarak koltuğun üzerinde toplarken gri polar battaniyeyi dizlerime örttüm. Ev soğuk değildi aslında ama Fırat'tın bakışları üşütmüştü bedenimi.

Sırtımı hafiften Fırat'a dönüp dışarıdaki kar yağışını izlemek için pencereye doğru meyil ettim. Kar yağışı hız kesmeden devam ediyordu. Sokaktan arabalar geçiyor, karşıki apartmanın çatısında ki kar git gide artıyordu. Dışarıda herşey az önce bıraktığım gibiydi. Lakin ben artık Fırat'ın kucağında değil yanındaydım. Bana kızmış mıydı, kırılmış mıydı? Bilmiyordum. Yanımdan kalkıp gitmediğine göre durum çokta kötü değildi. Ama ya onu yerine böyle mıh gibi sabitleyen şey benim kalbine bıraktığım kırıklarsa?

Nasıl bir anda bu hâle gelmiştik? Aslında çokta sert konuşmamıştım ama sözlerimde ki bir kelime sesimdeki bir tını belki de zoruna gitmişti Fırat'ın. Özür mü dileseydim acaba? Ama Fırat özürlerimi pek umursamıyordu. Yani özür dilesem bile pek sallayacağını sanmıyordum.

Hafifçe içimi çekerken gözlerimi evin içinde gezdirdim. Ahşap orta sehpanın üzerindeki yarım kalan, muhtemelen artık soğumaya yüz tutmuş kahvem siyah kupa bardakta öylece duruyordu. Aldığımdan beri bir kez olsun elimi sürmediğim televizyon mutamadiyen olduğu gibi yine kapalıydı. Kumandalarının hangi çekemecede olduğunu dahi hatırlamıyordum. Televizyonun ahşap ünitesinin tek gözlü rafında izlediğim ve izlemek istediğim bazı filmlerin CD'leri tek sıra halinde dizili duruyordu. Ne zaman izlemeye fırsat bulacağımı bilmediğim onlarca film izlenmek için ve onlarca kitapta okunmak için beni bekliyordu. Ayaklı abajurdan yayılan loş ışık evdeki eşyaların gölgelerinin gri parke zemine düşmesine neden olurken dışarıdaki sokak lambasının ışığında az biraz evin içine vuruyordu. O an fark ettim ki Fırat buraya geldiğinden beri ışığı açmak için hiçbir girişimde bulunmamıştı. Sanırım o da benim gibi loş ışıkta oturmayı seviyordu. Belki de onunla ilk ve tek ortak noktamız buydu. Tabii ikimizin de fevri olması dışında.

Başımı geriye doğru yaslayıp gözlerimi kapattığımda uykumun olduğunu hissettim. Gözlerimi tekrar açıp saatin kaç olduğuna bakarken saat 21. 34'ü gösteriyordu. Fırat belki birazdan belki de şimdi giderdi. Küs mü ayrılacaktık? İstemiyordum.

Bu yüzden Fırat'a dönmek adına bir hamlede bulunduğumda telefonumun zil sesi kulaklarıma doldu. Gözlerim orta sehpanın üzerindeki telefonuma dönerken Fırat'ın da oraya baktığını gördüm. Bir ayağımla yere basıp doğrulduğumda telefonuma doğru uzanıp elime aldım. Oğuz arıyordu.

Kalktığım yere geri otururken eski pozizyonumu alıp aramayı yanıtladım. Kulağıma götürdüğüm telefondan Oğuz'un,
- Hazan ,diyen sesi kulaklarıma doldu.
- Efendim Oğuz? Dedim usulca.
Oğuz ise,
- Nasılsın, napıyorsun? Diye sordu.
- Oturuyorum öyle. Sen ne yapıyorsun? Dediğimde Oğuz,
- Lojmandayım. Uzanıyorum. Aslında ben seni şey için aramıştım, diyerek duraksamıştı.
Bende,
- Ne için? Bir sorun mu var? diye sordum.
Oğuz,
- Yok bir sorun falan. Bizde yokta sende var , dediğinde son cümlesini ağzının içinde gevelemiş ama ben duymuştum.
Bu yüzden,
- Anlamadım Oğuz? Ne sorunum varmış benim? Diye sordum.
Oğuz telefonun diğer ucundan derince içini çekerken Fırat'ın üzerimde dolanan gözlerini hissedebiliyordum. Yine de ona dönmeden Oğuz'dan gelecek cevabı bekledim.

Oğuz ise,
- Yarın akşam Dilek'in ailesi sana geçmiş olsuna çaya gelmek istiyorlar. Eğer kabul edersen haber vereceğim. Bizde o zaman konuşuruz, dedi.

Üstelemedim. Ne konuşacaktık, Oğuz benim hangi sorunumdan bahsediyordu? Bilmiyordum ama şuan ruhen çok yorgun hissediyordum. Bu yüzden Oğuz görmese bile yavaşça başımı sallayıp,
- Peki. Gelin, dedim. " Ama kaç kişi geleceğinizi söyleyin ona göre bir hazırlık yapayım"
Oğuz,
- Hazırlık yapmana gerek yok Hazan. Çok oturmazlar zaten. Ben gelirken pastaneden birşeyler alır gelirim, dedi.
İtiraz ederek,
- Olur mu Oğuz öyle şey? Ne demek pastaneden almak. Kusura bakma ama o Aysu hanım yarın öbür gün gelir "Ayh önümüze hazır şeyler koydular. Hiç aile terbiyeleri yok. Mutfak irfanından bir haberler" diye konuşur, kaldıramam, derken Aysu hanımın nişandaki taklidini yapmıştım. Ve sözlerime " Sen bana kaç kişi geleceklerinin söyle" diyerek devam ettim.

Oğuz telefonun diğer ucunda kahkaha atarken,
- Anneannemin Şırnak şubesi, demişti.
Bende hafifçe gülerken,
- Eee kaptık birşeyler, dedim.
Oğuz,
- Belli belli , derken,
- Neyse Oğuz. Kaç kişi geliyorsunuz? Diye sordum.
Oğuz,
- Aysu hanım, eşi Cevdet bey, Dilek ve ben . Yani dört kişiyiz , dedi.
- Tamamdır, dedim.
Oğuz ise,
- İyi akşamlar dayımın kızı, derken ,
- İyi akşamlar halamın oğlu, demiş ve telefonu kapatmıştım.

Ve yine Fırat ve sessizlikle baş başa kaldığımı düşünürken Fırat'ın,
- Oğuz biliyor mu? Diye soran buz gibi sesi kulaklarıma dolmuştu.
Gözlerim Fırat'ı bulurken Fırat ise öne doğru eğilmiş kollarını bacaklarına dayamış ve ellerini birbirine kenetlenmiş yüzü ve sert bakışları bendeyken öylece duruyordu.

Ben ise neyden bahsettiğini anlamadığım için,
- Neyi biliyor mu Oğuz? Diye sordum.
Fırat ise oturduğu yerde iyice bana dönüp,
- Bana anlatmak istemediğin şey her neyse onu, dedi.

Hiç teklemeden,
- Bilmiyor, dedim. " Benim senden gizleyipte Oğuz ya da başka birine anlatabileceğim hiçbir şey olamaz. Eğer sen bilmiyorsan başka biri de bilmiyordur. Biliyorsa da ben anlatmamışımdır."

Fırat'ın bakışları bu sözlerimle biraz olsun yumuşarken buradan devam etmeye karar verdim. Az önce üzmüştüm onu. Tek yaptığı beni düşünmek iyiliğimi istemekti.

Bu yüzden oturduğum yerde Fırat'a yaklaşıp,
- Özür dilerim, dedim. "Az önce söylediklerim için. Biliyorum beni düşündüğün ve üzülmemi istemediğin için söyledin o sözleri. Seni kırdıysam ya da üzdüysem özür dilerim".

Fırat öylece beni izliyor ve beni dinliyordu. Gözleri yumuşasa da ağzından tek bir kelime çıkmamıştı. Sanırım biraz daha uğraşmalıydım.

Fırat'a biraz daha yaklaşıp kollarımı boynuna doladım. Ve saçlarının arasına bir öpücük kondururken kokusunu içime çekmiştim. O an Fırat'ın da derin bir nefes aldığını hissettiğimde yüzümde hafif bir tebessüm oluştu.
Ve ben Fırat'a daha da sokulup,
- Özür dilerim Fırat, dedim usulca.

Fırat'tan ise hâlâ bir ses yoktu. Ya çok kırılmıştı ya da benim ondan böyle özür dilemem ona sarılıp sırnaşmam hoşuna gidiyordu. İkinci seçenek daha mantıklı gelse de yine de Fırat'a kendimi affettirme çabalarımdan vazgeçmedim. Çünkü benimde ona böyle dokunup, sarılmak, öpüp koklamak hoşuma gidiyordu.

Kollarımı Fırat'ın boynundan çözüp oturduğum yerden kalkıp Fırat'ın önüne geçtim. O ise öylece beni izliyor hiçbir hareketimi kaçırmıyordu. Bende başka zaman olsa asla yapamayacağım birşey yapıp Fırat'ın uzun ve adaleli bacaklarının arasına girip dizine oturdum. Bu hareketim Fırat'ı da şaşırtırken kollarımı tekrar boynuna doladığımda Fırat bir eliyle belimi tutmuştu. Beni kendinden itmiyor oluşu kendimi özel hissetmeme sebep olurken ,
- Fırat özür dilerim. Tamam dediğin gibi olsun, dedim.

Fırat ise yine susuyordu. Kendince ona kendimi affetirmek için ne kadar ileri gidebileceğimi test ediyordu belkide. Ama fazla ileri gidemezdim. Kendimi affetirmek için bile olsa benimde cesaretim bir yere kadardı. Yalnızca elimde kalan son bir kozum vardı.

Onu oynayacaktım. Başımı Fırat'ın boynuna gömüp dudaklarımı kokusunu içime çekerek oraya bastırdım ve sıcak nefesim Fırat'ın tenini yalayıp geçerken kulağına doğru fısıldar gibi,
- Fırat'ım lütfen, özür dilerim, dedim. Sesim birazda yalvarır gibi çıkmıştı.

O an Fırat'ın koca bedeni kollarımın arasında kasıldı. Derince yutkunuşu kulaklarıma dolarken teninin çok sıcak olduğunu hissettim. Sanırım beklediğim etkiyi az çok oluştururken Fırat diğer kolunu bacaklarımın altından geçirip beni kucağına alırken başını da boynuma gömüp,
- Tekrar söyle, dedi boğuk çıkan erkeksi sesiyle.

Hafifçe gülümseyip,
- Neyi tekrar söyleyeyim? Dedim. İşi hınzırlığa vurmuştum. Az önce Fırat'ın beni kıvrandırışlarının ufak çaplı intikamını alıyordum.

Fırat ise boynuma minik minik iç gıdıklayıcı öpücükler kondururken,
- Neyinim ben senin, tekrar söyle, dedi buğulu çıkan sesiyle.
Bende dudaklarımı Fırat'ın yanağına sürterek kulağına doğru şuh ve fısıltılı bir sesle,
- Fırat'ım, dedim uzatarak.
Fırat'ın boynumda gerilen dudaklarını hissederken,
- Yavrum, yürek yangınım, kurban olduğum, diyen, her kelimeyi bastırarak söylerken aralarına kokulu öpücükler ekleyen sesi kulaklarıma dolmuştu. İçim bir hoş olmuş ben diye birşey kalmamış ben Fırat'a karışmıştım.

Fırat ise yine dünkü gibi koltuğa doğru uzanırken beni de üzerine yatırmış yüz yüze geldiğimizde ise dudaklarıma kapanmıştı. Öpüşleri öyle derin,öyle hoyrat, öylesine aceleciydi ki yetişemiyordum. Ama bunu pekte dert etmedim kendime. Yetişmek değil Fırat'ın dudaklarının tadına varmak istiyordum çünkü. Bu anın keyfini çıkarmak sevdiğim adamla girdiğimiz bu sarmaş dolaş halin içinde kendimi unutmak bir tek Fırat'ı hissetmekti tüm derdim.

Dışarıda kar yağıyordu, yağsındı. Her yer beyaza bürünüyordu, bürünsündü. Zaman geçiyor, geçsindi. Onlarca sorun çözülmek için beni bekliyordu, beklesindi.

Yaşamak için tek bir günüm varsa ve o günde bugün olsa bile ben olmayı en çok istediğim yerde, yapmayı en çok istediğim şeyi yapıyordum. Seviyordum , seviliyordum.

Öpüşme seslerimiz kulaklarıma dolarken bu ses ruhuma işliyordu. Ötesi yoktu.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧


  


  
  

  

  

  

  
  

  

  

Loading...
0%