Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm

@yikim2024

*****
Gözlerim yavaş yavaş kapanırken duvardaki ahşap çerçeveli saatin çıkardığı tik tak sesleri kulaklarıma doluyordu. Başım Fırat'ın göğsünde, kollarım boynuna dolanmış bir vaziyetteyken Fırat ise beni bir koluyla sımsıkı sarıyor, bir eli de saçlarımda usul usul gezinirken dudakları alnıma minik minik öpücükler konduruyordu.

Ve ben tatlı bir uyku halinin içine itilirken kendimi en azından Fırat gidene kadar uyanık tutmaya çalışıyordum. Lakin hem bedenen , hem de ruhen bugün çok yorulduğumdan tabii biraz da ilacın etkisinden bu pek mümkün olmazken göz kapaklarım git gide ağırlaşıyordu.

Bende uykuya daha fazla karşı koyamayacağımı anladığımda Fırat'ın boynundaki kollarımı çözüp göğsüne indirirken başımı sert göğsüne iyice yerleştirip gözlerimi kapattım. Nefes alışverişlerim düzene girerken bilincim de yavaş yavaş kapanıyordu.

O sırada Fırat'ın,
- Yavrum, diyen sesi kulaklarıma dolmuştu.
Konuşacak mecalim olmadığından dudaklarımın arasından "hım" diye küçük cansız bir mırıltı dökülürken Fırat saçlarımda gezinen elini yanağıma koyup usul usul okşarken,
- Uyuyacak mısın? Diye sordu. Sesi beni ürkütmek istemiyormuşcasına fısıltılı çıkıyordu.

Hafifçe içimi çekip başımı biraz yukarı kaldırdığımda burnum ve dudaklarım Fırat'ın boynuna temas ederken bu seferde dudaklarımın arasından "hıhı" diye bir mırıltı dökülmüştü.

Fırat ise ona olan temasımla hafifçe kasılmış ve beni kollarıyla içine sokmak ister gibi iyice sararken,
- Birkaç lokma birşey yiyip öyle uyusaydın ya yavrum, demişti.
Bense kendimde konuşacak gücü zar zor bulurken,
- Aç değilim, dedim sesim uykulu olduğumu fazlasıyla belli ederken.
Fırat hafifçe içini çekip,
- Askeriyedeki yemeği de yememişsin Hazan. Ne olacak böyle aç acına? Dedi.

Aç değildim, iştahım da yoktu. Üzüldüğümde ya da kafam birşeye takıldığında yemek yiyemezdim ki aklıma bile gelmezdi.

Öte yandan ise Fırat'ın Askeriyedeki yemeği yemediğimi nereden bildiğini merak etsem de soracak gücü kendimde bulamadığımdan sadece,
- Olmaz birşey, diyebilmiştim.
Fırat ise daha fazla zorlamamış ama yine de,
- Acıkırsan ye birşeyler, demişti.
Bende onu onaylayan mırıltılar çıkardığımda Fırat alnıma sıkı bir öpücük kondurup,
- Yaran nasıl? Diye sordu.

İyiydi. Arada bir soğuğa çıkınca biraz sancı yapıyordu ama olurdu o kadar.
- İyi , dedim usulca.
Fırat,
- İyi ol, dedi. Başını başıma dayayıp sözlerine "İki gün sonra karaciğerine baktırmak için hastaneye götüreceğim seni. İnşallah bana söylediğin gibi iyisindir. Birşeyin çıkmaz". Diyerek son verdiğinde kollarıyla beni göğsüne bastırmıştı. Sanki beni herhangi bir zarardan kötülükten korumak ister gibiydi.

İki gün sonra hastaneye gideceğimi ise ben bilmiyordum. Fırat bana bundan hiç bahsetmemişti. Hastaneden çıkarken doktorla o konuşmuştu ama yine de bu benimle alakalı bir durumdu ve bilmem gerekirdi diye düşünsem de üzerinde pek durmadım. Şuan çok uykum vardı ve tek istediğim bir an önce uyuyup bu günü bitirmekti.

Bu yüzden herhangi birşey söylemeden sadece Fırat'ın boynuna minik bir öpücük kondurduğumda Fırat ise,
- Yavrum benim, diyerek başını koltuğun yastığından biraz kaldırıp yanağımı sıkıca öpüp boynuma gömülmüştü.

Bir süre öylece kalıp boynumu öpmekle emmek arasında talan ederken bende uykuyla uyanıklık arasında zihnimle büyük bir savaş içerisindeyim.

Bu yüzden uykulu çıkan sesimle,
- Fırat, dedim.
Fırat boynumda öpücükleri arasında derin bir nefes alırken,
- Hazan'ım , dedi boğuk çıkan erkeksi sesiyle.
Yüzümde varla yok arası bir gülümseme peyda olurken,
- Fırat'ım, dedim. "Gitsen mi artık?"

Fırat ise hafifçe içini çekip başını boynumdan kaldırıp dudaklarını tekrar yanağıma dayarken kulağıma doğru fısıltılı çıkan erkeksi sesiyle,
- Fırat'ın yesin seni, dedi. Ardından da yanağıma kokumu defalarca yaptığı gibi içine çekerek sıkı bir öpücük kondururken ,"Uyu sen yavrum , giderim ben"demişti.

Başımı sallayıp kendimi uykunun kollarına tam olarak bıraktığımda bundan sonrası benim için yoktu.

*****
Sabahın erken saatlerinde yatak odamda gözlerimi açmıştım. Gün daha tam olarak ağarmamış baş ucumdaki saat henüz 05.15'i gösteriyordu. Akşam erken uyuduğumdan veyahut gece gördüğüm rüyalar yüzünden rahatız bir uyku çektiğimden bu saatte uyanmıştım.

Saat erken olsa da tekrar uyumak istemediğimden kollarımdan destek alarak yatağın içinde doğruldum. Bir süre öylece amaçsızca etrafı inceleyip zihnime dolan düşüncelerle bir müddet öylece oturdum.

Tabii ki de borcumu düşünüyordum. Yarım milyon TL'yi üç günde nasıl bulacağım tamamen bir muammaydı. Savcı maaşım dışında herhangi bir gelir kaynağım yoktu. Dedem o kadar parayı ben istesem verir ama annem için kılını bile kıpırdatmazdı. Ki zaten bende istemezdim. İstesem dahi eli kolu uzun olduğundan o parayı ne için istediğimi hemen öğrenirdi.

Öte yandan VASÖ vardı. Sağlam bir banka kasası olan bir kuruluştu. Üyelerini maddi veya manevi her türlü zarardan korumak için elinden geleni yapardı. Tüm üyelerinin ailelerini korur gözetir her sorunlarına haberleri olduğu sürece yardım ederlerdi. Eğer bu borç annemin üzerine değilde benim üzerime olmuş olsaydı şimdiye kadar VASÖ o borcu bana sormadan ödemiş olurdu.

VASÖ'nün sağladığı bu maddi yardım bu kuruluşu vatan için değil para için birçok insanın girmek isteyeceği bir kuruluş haline getiriyordu. Ama VASÖ iki şeyi asla affetmezdi; birincisi vatana ihanet ikincisi ise VASÖ'ye ki vatana ihanet eden VASÖ'ye ,VASÖ'ye ihanet de vatana ihanet sayılır ve bunun cezası da her türlü ölüm olurdu.

VASÖ bildiğim üzere on yıllık bir kuruluştu. Tam olarak nasıl bir mantıkla çalıştığını kavrayamamış olsam da birçok VASÖ ajanının tanımadığı üstler vardı ve biz emirleri aracılar yardımıyla onlardan alırdık. Bazı ajanlarla üstler aracı olmadan bizzat kendileri iletişime geçerlerdi ki bu ajanlarda VASÖ için önemli kişiler olurdu.

Kattı kuralları olan bir kuruluştu. Ve tarihinde birçok vatan hainini infaz ettikleri söylenirdi. Vatan ve adalet için ellerini kirletmekten kaçınmazlardı. Bazen hukuk kurallarını çiğnedikleri bile olur ama bunu çok zor durumda kalmadıkça ya da affedemeyecekleri bir durum olmadığı sürece asla yapmazlardı.

VASÖ'nün kara defter dediği bir listesi vardı. O listeye giren her kimse sonu illaki ölüm olur ama asla sıradan bir ölüm olmazdı. Bu yüzden bu kuruluşa girmek veyahut bu kuruluşun radarına girmek fazlasıyla cesaret isteyen birşeydi.

Ben ise VASÖ'ye Cihan abi aracılığıyla girmiştim. Istanbul boğazında kendimi sabaha karşı soğuk sulara bıraktığımda Cihan abi tarafından kurtarılmış ve beni kendi canımdan vazgeçmeye iten şey sebebiyetiyle de VASÖ'ye üye olmaya karar vermiştim.

Kısacası ne dedemden ne de VASÖ'den hiçbir şekilde para isteyemezdim. Borç benim borcum değil boşver desem İstanbul'daki evimizden olurduk. O ev babamdan kalan nadir şeylerden biriydi. Göz göre göre elimizden kayıp gitmesine izin veremezdim. Bir çözüm bulmalıydım. Ama ne?

Derin bir nefes alıp bacaklarıma örtülü olan yorganı üzerimden itip yataktan kalktım. Odadaki lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadıktan sonra saat 05.30'u gösterirken odadan çıkıp salona girdim. Pencereye doğru ilerleyip perdeleri açtığımda beyaza bürünmüş olan sokak görüş alanıma girerken bir süre etrafı inceledim.

Apartmanın bahçe duvarında birikmiş karların üzerinde öyle sanıyordum ki her sabah orada gezinen tekir kedinin ayak izleri vardı lakin kendisi ortalıklarda görünmüyordu. Gökyüzü hâlâ yeryüzüne küçük kar taneleri bırakırken lacivertimsi bir renge sahipti. Az ileride ki sokağın köşesinde bulunan yaşlı çınar ağacının dalları karlarla kapalıydı. Yerde arabaların tekerlek izlerinin olduğu yerler buzlanmış sokak lambasının ışığında kaygan yol parlıyordu.

Arabama kış lastiği taktırmanın vaktinin geldiğini düşünürken pencereden ayrılıp geceden ahşap orta sehpanın üzerinde kalan siyah kupa bardağımın, içindeki yarım kalan kahveyi alıp, mutfağa yöneldim. Bardağı yıkayıp kenara koyarken kahve makinesine yeni bir kahve koyup mutfak tezgahına yaslanıp evin içinde gözlerimi gezdirdim.

Gri köşe koltukta, ahşap yuvarlak orta sehpa da, yerdeki gri üzerine sarı çizgileri olan halıda, gri ve hardal sarısı berjerlerde, ayaklı abajurda... Hiçbir şey düşünmüyordum o an. Sadece sabahın bu erken saatlerinin sükûnetinin tadını çıkarmaya çalışıyordum elimden geldiğince. Bu dinginlik ruhuma iyi geliyordu.

Kahve makinesinden yükselen sesle arkama dönüp hazır olan kahveyi az önce yıkadığım bardağa doldurup bir yudum alırken kokusunu derince içime çekmiş o sırada da aklıma bu akşam Oğuz, Dilek ve Dilek'in ailesinin bana geleceği gelmişti. Gün içinde askeriyede olacağımdan hazırlık yapamayacağım için şimdiden birşeyler hazırlamaya karar verdim. Hem biraz kafam dağılırdı hemde gün ağarana kadar vakit geçirmiş olurdum.

Elimdeki kahve bardağını tezgahın üzerine koyup alt taraftaki beyaz mutfak dolaplarından birinden unun olduğu büyük saklama kabını çıkartıp mutfaktaki ahşap yemek masasının üzerine koymuştum. Ardından buz dolabına yönelip yumurta, süt , yağ gibi şeyleri de çıkartırken bir yandan aklımda neler hazırlayacağımı tasarlıyor bir yandan da cebimdeki telefondan yiyecekleri hazırlarken dinlemek için müzik ayarlamaya çalışıyordum.

Karışık bir müzik zevkim vardı ama iki binli yılların başında çıkan müzikleri daha çok seviyordum. Yemek yaparken de genelde canlı müzikler dinlemeyi ve dans etmeyi çok severdim.

Buzdolabından aldığım şeyleri masanın üzerine bırakırken kıymalı börek, poğaça, un kurabiyesi, yaprak sarma, kek ve akşam eve geldiğimde de kısır yapmaya karar vermiş kısaca kafamda bir gün menüsü çıkarmıştım.

Telefondan da dinlemek için sonunda bir müzik bulabildiğimde başlattım. Şarkı açılır açılmaz nakarat kısmı başladığında bende mutfak tezgahındaki kahveme doğru dans ederek ilerliyordum.

"Bu evde senle her köşesinde ne yerdeyim ne gökte.
Beni seninle tanıştıranlar hepsi girsin cennete"

Şarkının müzik kısmı girerken elimdeki kahve bardağımla başımı sağa sola sallarken saçlarımda yüzüme dökülüyordu.

Mutfak dolabından derin pembe bir kap alıp masaya bıraktığımda önce hangisini yapacağımı düşünürken kahvemden bir yudum alıp masaya koydum. Bir yandan da şarkıya eşlik ediyordum.

"Yüzün benim gökyüzüm . Ağlarım bulutluysa. Tenin ipek bir örtü, örtmezsem uyuyamam. Yani sensiz olamam. Sözün benim baş üstüm. Dinlemezsem ölürüm. Sıcak mutlu bir huzur bağışlar öpücüğün. Yani sana doyamam.

Kimse anlamaz beni. Senin bir bakışın çözer . Gözlerin hayat dolu ölümsüz aşkı müjdeler.
Kimse tutamaz beni. Senin bir çağırman yeter. Hem bu hem o dünyada bana senin aşkın yeter.

Bu evde senle her köşesinde ne yerdeyim ne gökte. Beni seninle tanıştıranlar hepsi girsin cennete.

Bu evde senle salonda holde
Ne yerdeyim ne gökte.

Beni seninle tanıştıranlar hepsi girsin cennete."

Önce poğaça hamurunu yoğurmaya karar vermiştim. O mayalanırken börek hamurunun halleder sonrada kurabiye ve kek hamurunu hazırlar ardından da yaprak sarmayla kapanışı yapardım.

Aldığım pembe derin kabın içine üç buçuk su bardağı unu göz kararı koyup yine müziğin ritmine göre hareketler yaparak dans ederken mayayı eritmek için ocağa su koymaya gidiyordum.

"Gel benim canım gel gel
Al beni sana ver ver
Sev beni hadi çok çok
Ayrılık bize yok yok"

Ocağa suyu koyup şekerli vanilin ve kabartma tozu ve mayayı da alıp masaya geri dönerken etrafımda dönerek kalçalarımı sallıyordum.

Masaya vardığımda aldıklarımı oraya bırakıp odama doğru saçlarımı toplamak için toka almaya giderken şarkının sözleri kulaklarıma tekrar dolarken yine eşlik etmeye başladım;

"Tadım tuzum lezzetim,
Vazgeçilmezim benim.
Güneş seni görmese düşer kalırdı yere
Sen beşinci mevsimsin.

Sesin en güzel şarkım
Yanında hoştur canım
Olmasaydı günahım sana hemen tapardım.
Gel antidepresanım.

Kimse anlamaz beni senin bir bakışın çözer
Gözlerin hayat dolu ölümsüz aşkı müjdeler
Kimse tutamaz beni senin bir çağırman yeter
Hem bu hem o dünyada bana senin aşkın yeter

Bu evde senle her köşesinde ne yerdeyim ne gökte
Beni seninle tanıştıranlar hepsi girsin cennete

Bu evde senle salonda holde
Ne yerdeyim ne gökte
Beni seninle tanıştıranlar hepsi girsin cennete

Gel benim canım gel gel
Al beni sana ver ver
Sev beni hadi çok çok
Ayrılık bize yok yok"

Tekrar müzik girerken elime aldığım siyah lastik tokayla saçlarımı ev topuzu yaparken mutfağa gelmiş ocağın altını kapatıp suyu tezgaha koyarken ılık olması için beklemeye almıştım.

O sırada bir yandan dans edip bir yandan da elime bir cezve alıp içine bir buçuk su bardağı sütü göz kararı koyup ılıtmak için kısık ateşte ocağa koyarken maya için ılıttığım suya yaş mayayı koyup çekmeceden aldığım tatlı kaşığıyla biraz karıştırıp erimeye bırakmış ve sütle ilgilenmeye başlamıştım.

Öte yandan ise şarkının sözleri hiç aklımdan çıkmasa da bana Fırat'ı düşündürürken yüzümde küçük bir tebessüm oluşturmuştu. Özlemiştim onu. Derince içimi çekip şarkıya eşlik etmeye devam ettim.

" Gel benim canım gel gel
Al beni sana ver ver
Sev beni hadi çok çok
Ayrılık bize yok yok

Bu evde senle her köşesinde ne yerdeyim ne gökte
Seni benimle tanıştıranlar hepsi girsin cennete

Bu evde senle salonda holde
Ne yerdeyim ne gökte
Seni benimle tanıştıranlar hepsi girsin cennete"

Ocaktaki sütün ılımasıyla erittiğim mayayı da alıp masaya doğru ilerleyip elimdekileri masaya koymuş ardından da tekrar dolaplara yönelip yumurtanın sarısını koymak için bir tane küçük kap alıp masaya geri döndüm.

Derin kabın içine bir paket şekerli vanilin döküp ardından tuz , kabartma tozu ararken ardından da maya ve sütü içine dökmüş yumurtayı kırıp sarısından ayırdıktan sonra beyazını karışımın içine atıp elimle yoğurmaya başladım.

Hamur yoğurmayı küçüklüğümden beri çok severdim. Antep'te babaannemle beraber mutfağa girer tüm hamur işlerine illaki bir elimi sürerdim.

Zaten yemek yapmayı da çoğu babaannemden öğrenmiştim. Ama babaannemle mutfağa girmek bazen tehlikeli olabiliyordu. Hatırlıyordum da onyedi yaşındayken beni bir kere yuvalamaya çorba dedim diye oklavayla kovalayıp bir hafta boyunca da mutfağa sokmamış üstüne üstlük yuvalama yememe bile izin vermemişti. Sonunda da Ali sayesinde bir orta yol bulabilmiştik. O günden sonra bende yuvalama konusunda fazlasıyla hassaslaşmıştım.

Hatırladığım bu anıyla yüzümde küçük tatlı bir gülümseme peyda olurken Ali'yi hatırlayışımla o gülümseme buruk bir hâl almıştı.

Ah keşke herşey eskisi gibi olsaydı. Ali bize bunu yapmamış ona olan sevgimin yerini koca bir nefret almamış olsaydı.

"Seni asla affetmeyeceğim Ali, asla"

Gözümden süzülen bir damla yaşı hamurlu olan elimin tersiyle silip hamuru yoğurmaya devam ettim. Benim artık Ali diye bir kardeşim yoktu ve o benim tek damla gözyaşıma dahi değmezdi.

Dinlediğim şarkı bitip yerine yenisi çalarken herşeyi boşverip bu seferde o şarkıya eşlik edip dans etmeye başladığımda onca derdin arasında "köy yanarken deli saçını tarar" imajı verdiğimin farkına varışımla hafifçe kıkırdayıp kendime gülerken işime devam ettim.

*****
Hazırlamam gereken tüm hamurları hazırlayıp böreğin hamurunu açmış ve kıymalı içi böreğin katlarına kaşıkla dökerken bir yandan da fırındaki poğaça ve kurabiyeyi kontrol ediyordum.

Ben tüm bunları yaparken saat 07.23' e gelmiş gökyüzü aydınlanmış kar yağışı ise şiddetlenmişti. Lakin benim zaman sıkıntım yoktu. Evden çıktıktan sonra Kim Chin'i alıp direk askeriyeye geçecektim. Bugün adliyede pek bir işim yoktu. Birkaç belge işi vardı onlarında acelesi yoktu, bir ara hallederdim.

Böreği tepsiye yerleştirip harcını içine döküp hallettikten sonra tepsiyi masanın köşesine itip tuzunu salması için suya koyup beklettiğim salamura yaprakları kontrol edip tezgahın altındaki pirinç kutusunu çıkardım ve sarmanın içini hazırlamak için soğan, salça, baharat gibi şeyleri tezgaha yerleştirdim. Tabii bir yandan da hâlâ müzik dinleyip dans etmeyi ihmal etmiyordum.

Elime aldığım bıçakla soğanın kabuklarını soyup ahşap kesme tahtasını çıkartırken soğanı ince ince doğramaya başladım. Soğanın etkisiyle gözlerim yanarken yaşlar yanaklarıma doğru süzülmeye başladığında kapının zil sesi kulaklarıma dolmuştu.

Elimdeki bıçağı tezgaha koyup etrafı bulanık görürken kapıya doğru yönelmiştim. Bu saatte kim diye düşünürken aklıma tek bir isim geliyordu. O da Fırat'tı.

Elimi kapının koluna attığımda içimde bir heyecan kendini gösterirken bir elimle de gözümdeki yaşları siliyordum. Arka fonda da şarkı çalmaya devam ederken kapıyı açmıştım. Karşımda tahmin ettiğim gibi Fırat varken içim kıpır kıpır olmuştu. Fırat'ın ise beni görünce kaşları çatılırken gözleri gözlerimi tarıyordu. Ve,
- Hazan, dedi endişeli bir ses tonuyla. Ardından da hızla ayakkabılarını çıkarıp içeriye girerken kapıyı elimden alıp kapatmış yüzümü avuçlarının içine alıp gözümden süzülen yaşları baş parmaklarıyla silerken,
- Hazan noldu yavrum? Diye sormuştu. Sesindeki endişe elle tutulur bir haldeydi.
Herşey birkaç saniye içinde gerçekleşirken,
- Birşey yok Fırat, dedim.
Fırat ise,
- Ne demek birşey yok yavrum? Ağlıyorsun, dediğinde küçük bir kahkaha atıp Fırat'ın sorgulayıcı bakışları arasında,
- Ağlamıyorum Fırat. Gözümü soğan yaktı, dedim.
Fırat söylediğim şeyi birkaç saniye idrak edemezken,
- Ne soğanı? Diye sorduğunda elimi burnuna tutmuş ve Fırat'ın yüzümdeki elleriyle birlikte başını da geriye çekmesine neden olmuştum.

Fırat'ın bu hali beni güldürürken o ise birkaç saniye yüzüme bakıp beni baştan aşağı süzmüştü. Pek iç açıcı şeyler gördüğünüyse sanmıyordum. Çünkü topuzum iyice dağılmış üzerimdeki siyah yarım atletim ve siyah eşofman altım biraz una bulanmış yanaklarım ise hem sıcaktan hemde dans edip durmaktan hafiften kızarmıştı. Ama umrumda değildi.

Bu birkaç saniyelik sessizlikte arka fondaki şarkı;
"Beni ne doktorlar ne mühendisler istedi gülüm ama gönül aşk ister.
Beni alacaksan benim olacaksan
Bana para değil koçum mutluluk göster" derken alt dudağımı ısırıp gözlerimi sağa sola kaçırmıştım.

Fırat ise erkeksi bir şekilde ellerini belinin iki yanına koymuş yüzüme derin derin bakarken hafifçe içini çekip kollarını açıp bana sarılmak için bir hamlede bulunduğunda geriye çekilip,
- Fırat dur. Üstüm başım hep un. Sana da bulaşır, dedim.
Fırat yine simsiyah giyinmiş olduğundan üzerine un bulaşırsa çok fazla belli olurdu.

Lakin bu durum Fırat'ın pek umrunda olmamış olacak ki,
- Olmaz birşey, gel buraya, diyerek kollarını belime dolayarak beni kendine çekerken ben ise Fırat'a sarılmak yerine kollarımı havaya kaldırmış ve
- Fırat, demiştim "yapma" der gibi.
Fırat ise boynumu öperken,
- Yavrum, demişti bastırarak.
- Üstün batacak, dedim hayıflanır gibi.
Fırat bu durumu hiç umursamadığını belli eden sesiyle,
- Batsın yavrum, dediğinde fırının süresinin dolduğuna dair çıkardığı ses kulaklarıma dolarken telaşla,
- Fırat bırak, diyerek kendimi geriye doğru çektiğimde Fırat,
- Noldu? Diye sormuştu başını boynumdan kaldırıp yüzüme sorgulayıcı gözlerle bakarken.
Bense gözlerim fırındayken kendimi Fırat'ın gevşeyen kollarından kurtarıp ona cevap vermeden fırına doğru koşar adım ilerlerken masanın üzerinde duran fırın eldivenini elime taktım. Fırının kapağını açtığımda poğaça ve kurabiyelerin iyi durumda olduğunu görünce derin bir nefesi rahatlayarak dışarıya vermiştim.

Ardından da tepsileri teker teker fırından çıkarıp masanın üzerine koyarken kokularını içime çekip hafifçe gülümsedim. Güzel görünüyorlardı. Tam kıvamında pişmişlerdi.

Onları öylece soğumaya bırakıp börek tepsisini fırına sürerken derecesini ve süresini ayarlayıp Fırat'a döndüğümde öylece beni izlediğini görmüş ve biraz utanmıştım.

Gözlerimi kaçırırken elimdeki eldiveni çıkarıp masanın üzerine bıraktığımda Fırat ise bana doğru yaklaşıp karışımda durmuştu. Bense gözlerimi yukarıya doğru kaldırıp ona bakarken neden bu kadar utandığımı anlamaya çalışıyordum.

Söz konusu Fırat olduğunda bazen kendimin bile çözemediği hisler içimde peyda oluyor ve beni garip hareketler yapmaya itiyordu.

Hafifçe içimi çekip Fırat'ın,
- Napıyorsun sen böyle sabah sabah? Diye soruşuyla,
- Bu akşam Oğuz'lar gelecek ya onlar için hazırlık yapıyorum, dedim.
Fırat ise kaşlarını çatıp,
- Kaçtan beri ayaktasın sen? Diye sordu.
Dudaklarımı büzüp düşünürken,
- Sanırım beş bucuktan beri, dediğimde Fırat,
- Onlara hazırlık yapmak için mi kalktın o saatte? Dedi.
Eğer öyleyse kızacak gibi duruyordu. Ama öyle değildi.
Bu yüzden,
- Hayır, dedim itiraz ederek. "Uyku tutmadı. Bende hazırlayayım da aradan çıksın dedim. Gün içinde askeriyede olacağımdan hazırlık yapamazdım".

Fırat derince içini çekerken gözlerim ocakta fokurdayan çay suyuna giderken oraya doğru ilerleyip bir yandan da Fırat'a,
- Çay içer misin? Diye sormuştum.
Fırat ardımda kaldığından yüzünü göremesemde bana baktığını hissesebiliyordum.

O sırada su biraz taşıp ocağın harlanmasına neden olurken Fırat yanıma gelmiş,
- Dur sen, ben hallederim, diyerek çaydanlığın altındaki suyu üstündeki demliğe dökmeye başlamıştı.
Bense,
- Ben hallederdim, dediğimde Fırat,
- Fazla kaynamış yavrum. Yanarsın şimdi, demişti. Çaydanlığın altına önümdeki musluktan su doldurup ocağa koyarken deri ceketinden yayılan kokusu burnuma dolmuştu.

Bende kokusunu içime çekerken Fırat'ın yaptığı bu yardıma,
- Teşekkür ederim, diyerek karşılık vermiştim.
Fırat ise gözlerini gözlerime sabitleyip,
- Rica ederiz, dediğinde bakışlarındaki yoğunluktan dolayı yine utanmış gözlerimi sağa sola kaçırırken tezgahta yarım bıraktığım soğanı doğramak için bıçağı elime almıştım.

Yüzme dökülen perçemlerimi elimin tersiyle geriye doğru iterken gözlerim tekrar yanmaya başlamıştı. Fırat ise yanımda durmuş yan profilden öylece beni izliyor yüzümün her zerresini inceliyordu. Bense onu umursamamaya çalışarak elimdeki soğanla ilgilenmeye çalışıyordum.

Ta ki Fırat'ın bıçağın olduğu elimi tutup,
- Bırak bana yavrum, deyişine kadar.

Gözlerim Fırat'a dönerken şaşkınlıkla,
- Sen mi doğrayacaksın? Diye sordum.
Fırat
- Niye yavrum, yapamaz mıyım? Diye sorduğunda dudaklarımı büzüp "bilmem" dedim.
Nereden bilebilirdim ki? Tanımıyordum Fırat'ı. İlişkimiz daha çok yeniydi. Birbirimizle ise akşam iş dönüşü dışında vakit geçiremiyorduk. Zaten o zamanlarda da benim hemen uykum geliyor sızıp kalıyordum.

Fırat üzerindeki deri ceketi ve belinden çıkardığı silahı bana uzatırken ,
- Çekil bakalım, dediğinde ceketi ve silahı alıp köşe koltuğa doğru ilerledim. Ceketi düzgün bir şekilde koltuğun üzerine koyarken silahı da orta sehpanın üzerine koymuştum. O sırada açık olan müzikte değişmişti.

"Sıkıldım, ayrılsak mı? Diyorsun.
Bir türlü adım atmıyorsun.
Anlamadım neyi bekliyorsun?
Sanırım hazır değilsin oyalıyorsun.

Bu kadar gelgit denizlerde olur.
Bırak zaten su kendi yolunu bulur.
Sıcacık duygular zamanla soğur
Benim için her son bir başlangıç olur

Kim demiş her aşk mutlu biter diye?

Ben zaten karda açan çiçeğim
Kendini düşün ben yine güleceğim
Durulursun diyenlere inat
Rüzgar ektim fırtına biçeceğim ."

Fırat'ın yanına geri döndüğümde ellerimi tezgaha koyup onu izlemeye başladığımda soğanları çok güzel doğradığını görmüştüm. Bu durum beni biraz şaşırtırken ,
- Baya beceriklisin, demiştim.
Fırat ise omzunun üstünden bana dönüp,
- Gel öp bakalım o zaman, dediğinde anlık bir afallasamda Fırat'ın yüzünü bana doğru uzatmasıyla, yüzümde oluşan gülümsemeyi alt dudağımı hafifçe ısırarak bastırmaya çalışarak, aramızdaki mesafeyi kapatıp parmak uçlarımda yükselirken dudaklarımı Fırat'ın yanağına bastırdım. O ise benim dudaklarım onun yüzüne temas eder etmez başını bana doğru çevirip yanağıma sıkı bir öpücük kondurmuştu. Bu öpücük beni dumura uğratırken kapattığım gözlerimi aralamış ve Fırat'ın kara gözleriyle göz göze gelmiştim.

Fırat ise yanağıma peş peşe nereye denk gelirse oraya öpücükler kondurmuştu. O sırada başım Fırat'ın öpücükleriyle sarsılırken saçlarımda zar zor tutunan toka kayıp yere düşmüş ,saçlarım yüzüme ve belime doğru dağılmıştı.

Tokamın düşmesiyle başımı geriye doğru çevirdiğimde Fırat bu seferde boynumu öpmüştü. Bense tekrar Fırat'a dönüp yüz yüze gelmemizi sağlamış ve dudaklarını bu seferde dudaklarıma bastırmasıyla biraz afallamıştım.

Sözde sadece ben öpecektim lakin Fırat'ın öpücükleri bunun tam tersini gösteriyordu. Bu yüzden birkaç adım gerileyip yüzümdeki tebessümle Fırat'tan uzaklaşırken yere düşen tokamı aldığımda telefonuma gelen mesajlarla müziğin sesi kısılırken masaya doğru ilerledim.

Telefonu elime alıp gelen mesajlara baktığımda Oğuz'dan geldiğini görmüştüm.

"Günaydın Hazan"
"Akşam Gökhan ve Buse'de gelecekmiş. Haberim yoktu. Senin için sorun olur mu?"
"Bu arada saat sekiz buçuk gibi geliriz"

Oğuz'a "günaydın" yazıp Gökhan ve Buse'nin gelmesinin benim için sorun olmadığını bildiren bir mesaj yolladıktan sonra telefonu masanın üzerine geri bırakırken müziği de kapatmıştım.

Tekrar tezgaha dönüp sarmanın içi için çıkardığım pirinç kutusundan beyaz bir kaseye biraz pirinç koyarken Fırat'ın gözlerinin üzerimde olduğunu hissettim. O an aklıma Fırat'ın Gökhan denilen adamdan hiç hoşlanmadığı ve nişan gecesi aralarında benim yüzümden yaşanan gerilimler birer birer düşerken hafifçe yutkunmuştum.

Ama yapacak birşeyim yoktu. Evime gelen misafire "gelme" diyemezdim. Fırat'ta bir şekilde kabul edecek ya da bu günlük dişini sıkacaktı.

Kaseye koyduğum pirinçleri musluğun altında birkaç kez yıkayıp bir köşeye koymuştum. Ardından da Fırat'a döndüğümde soğanları doğramayı bitirdiğini gördüm. Güzel doğramıştı. Dışarıdan bakıldığında hiç mutfakla arası olan birine benzemiyordu. Lakin soğan doğrarken bile fazlasıyla yakışıklı ve karizmatik göründüğü de su götürmez bir gerçekti.

Kesme tahtasındaki ince ince doğranmış soğanlardan gözlerimi alıp Fırat'ın yüzüne baktığımda gözlerinden süzülen yaşları görünce aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatıp,
- Fırat, dedim üzgün ve endişeli bir ses tonuyla. Ardından da kolunu tutarken "iyi misin?" Diye sordum.
Fırat ise elinin tersiyle gözünden süzülen yaşları silmeye çalışırken "iyiyim, yok birşey" demişti. Bense gözüne sürdüğü elini de tutup "dur , sürme elini. Daha çok yanar. Gel yüzünü yıkayalım" dedim. Keşke ben doğrasaydım soğanları. Niye vermiştim ki Fırat'a?

Fırat gözlerini sıkıca yumup açarken,
- Gerek yok, geçer şimdi, dediğinde "geçmez hemen öyle" dedim. "Gel yıkayalım yüzünü"
Bir yandan da Fırat'ı tuttuğum kolundan lavaboya doğru çekmeye çalışıyordum. Bir soğan yüzünden ne hale gelmişti koca adam?

Fırat ise hâlâ itiraz ederken,
- Yavrum dur, diyordu.
Bende Fırat'ı lavaboya gitmek konusunda zorlamaktan vazgeçip "gel o zaman otur şöyle" diyerek masaya doğru yönlendirmiştim. Fırat buna itiraz etmeyerek benimle beraber masaya doğru ilerlerken sandalyeyi geriye doğru çekip oturmuştu.

Masanın üzerindeki peçetelikten bir peçete alıp Fırat'ın iki yana erkesi bir şekilde açık olan kalın adeleli bacaklarının arasına girip yüzündeki yaşları silerken "keşke vermeseydim soğanı sana" dedim kendime kızarak. "Bak ne hale geldi gözlerin? Kıpkırmızı olmuşlar"

Bir yandan söyleniyor bir yandan da Fırat'ın yüzünü ve gözlerinin altını siliyordum. Benim gözlerimde yanmıştı ama Fırat'ın gözlerinin daha çok acıdığını düşünüyordum nedense. Ve bu içimde bir yeri acıtıyordu. Belki de fazla abartıyordum. Bilmiyordum. Ama Fırat'ın o çok sevdiğim kara gözlerini böyle görmek istemiyordum. İçim eziliyordu sanki.

O sırada ben Fırat'ın yüzündeki yaşları silerken Fırat ise yandığı için kısık kısık bakan kara gözleriyle öylece beni izliyordu.
"İyi misin?" Diye sordum.
Fırat bacaklarının üzerine koyduğu ellerini belime dolayıp beni kendine doğru çekerken "iyiyim yavrum, birşey yok. Sakin ol " dedi. "Alt tarafı bir soğan"
Dudaklarımı büzüp ellerimi Fırat'ın fazlasıyla geniş olan omuzlarına koyarken "olsun, canın yandı ama. " Dedim. "Keşke vermeseydim sana"
Fırat hafifçe gülümseyip beni dizine oturturken bir elini yanağıma çıkartıp usul usul okşayıp "bana vermeseydin senin gözlerin yanacaktı. O zaman daha çok yanardı benim canım. " Dedi. "Asma şöyle yüzünü. Kıyamıyorum sana."

Gözlerimi Fırat'ın gözlerinde gezdirip kollarımı boynuna dolarken sımsıkı sarıldım ona. Dudaklarımı da saçlarının arasına kokusunu içime çekerek bastırırken "özür dilerim Fırat'ım" dedim üzgün bir ses tonuyla.

Fırat'ta kollarını bana sımsıkı sararken boynumu öpmüş "yavrum saçmalama" demişti. "Ne özrü? Fırat'ın ölür sana. "

Başımı Fırat'ın başına dayayıp "bende ölürüm sana" dedim usulca. Fırat ise hafifçe kasılırken beni daha sıkı sarıp uyarıcı bir tonda " bir daha böyle birşey söyleme" dedi. Kaşlarım neden bahsettiğini anlamadığım için hafifçe çatılırken "ne söylemeyeyim?" Diye sordum. Fırat boynumda derin bir nefes alıp "bir daha kendinle ölüm kelimesini aynı cümle içinde kullanmayacaksın" dedi emredici bir tonda.

Ama o kullanıyordu. Üstüne üstlük bende uzun zamandır bundan rahatsızlık duyuyordum ancak bir türlü bu konuyu konuşmaya fırsat bulamamıştım. Belki de bu an konuşmak için doğru bir andı.
Bu yüzden ,
- Sen kullanıyorsun ama , dedim.
Fırat ,
- Hazan, dedi ciddi bir ses tonuyla. "Yapma diyorsam yapma. İnatlaşma benimle"

Hafiften sinirlenmiştim. Niye doğru düzgün konuşamıyordum ki ben bu adamla? Neden hep ben ona itaat etmek zorunda kalıyordum?

Kollarımı Fırat'ın boynundan çözüp yüz yüze gelmemizi sağlarken Fırat'ta çatık kaşları ve sert gözleriyle bana baktığında,
- Neden? Diye sordum. "Senin söylemeye hakkın olan şeyleri benim niye söylemeye hakkım yok? Bana söyleme diyorsan sende söylemeyeceksin o zaman."

Fırat sinirlendiğini belli eder bir şekilde nefes alıp verirken,
- Hazan, dedi. Sakin kalmak ister gibi gözlerini kapatıp açarken "niye yokuşa sürüyorsun yavrum? " Diye sordu.
Yokuşa sürmüyordum. Bir anlaşma yapıyorsak bunu ikimizin de onaylaması gerekiyordu. Benim Fırat'a itaat etmem değil.
"Yokuşa sürmüyorum. Bende senin kendini ölümle aynı cümlede kullanmanı istemiyorum ama sen yapıyorsun. Bir anlaşma yapıyorsak ikimizinde isteklerine göre olması gerekir. Ama sen ben sana itaat edeyim istiyorsun" dediğimde Fırat "evet öyle istiyorum. Sende öyle yapacaksın" diyerek kendince konuyu kestirip atmıştı.

Bense geri adım atma taraftarı değildim ve "yapmazsam?" Dedim Fırat'ın çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerine meydan okur gibi bakarken. Fırat ise kaşları daha derinden çatıldığında sinirle soluyup "Hazan" dedi dişlerinin arasından tıslar gibi. "Ne ?" Dedim hiç teklemeden.

Fırat bir süre yüzüme sert gözlerle bakarken o sırada telefonuma iki mesaj peş peşe düşmüş Fırat'ın gözlerindeki gözlerim masanın üzerindeki telefonu bulmuştu.

Fırat'ın gözleride telefonumu bulurken sinirle solduduğunu hissetsemde ona dönmemiş zaten şu halimizde kucağında oturmam çok saçma olduğundan Fırat'ın kucağından kalkarak telefona uzanmış elime aldığım telefonla da önünden geçip gitmek için meyil etmiştim. Ki hâlâ Fırat'ın bacaklarının arasındaydım. Tam o sırada ise Fırat bileğimden tutup beni çektiğinde sert bir şekilde kalktığım dizine geri oturmamı sağlamıştı. Bu hareketi beni hem şaşırtıp hem de öfkelendirirken yüzüne sinirle bakıp "N'yapıyorsun? " Diye sordum.

Fırat ise benden daha öfkeli olduğunu belli eden sesi ve gözleriyle "kim bu sana sabahtan beri mesaj atıp duran?" Diye sordu. Sesi fazlasıyla sertti. Lakin bağırmıyordu. Bu durum benim için pek birşey ifade etmezken "sanane " dedim sinirle. Aslında başka zaman olsa böyle davranmaz söylerdim kim olduğunu. Fırat'tan saklayacak , en azından başka biri, yoktu hayatımda.

Fırat kara gözleri öfkeyle parlarken az öncekine nazaran fazlasıyla yüksek olan sesiyle "Hazan kırdırtma bana o telefonu!"diyerek gürledi. Ben ise elimdeki telefonu Fırat'a uzatıp "al " dedim "al kır".

Rahatlayacaksa kırsındı. Ama artık şu bana güvenmiyormuş gibi tavırlarından vazgeçsindi. Bu şekilde ilerleyemezdik. En azından ben yapamazdım. Gurur kırıcı olmasının yanı sıra artık kalbimi de kırıyordu.

Fırat birkaç saniye gözlerime bakıp ben daha ne olduğunu anlamadan dudaklarıma yapıştığında gözlerim içinde bulunduğum afallamışlıkla sonuna kadar açılmıştı.

Fırat ise elleriyle belimden ve boynumdan tutarak beni iyice kendine çekerken çok sert öpüyor dudaklarımı ısırıyordu. Lakin canımı acıtmadığından Fırat'ı itmek gibi bir girişimde bulunmamış olsam da herhangi bir karşılık da vermemiştim.

Fırat bir süre beni öylece öpüp sonunda da dudaklarımın üzerine birkaç minik öpücük daha kondururken hızlanan nefesleri arasında başını alnıma dayayıp "yavrum" dedi inler gibi. Bense ne zaman kapattığımı dahi bilmediğim gözlerimi aralarken Fırat'ın da gözlerinin kapalı olduğunu görmüştüm. Benimle birlikte o da hissetmiş gibi gözlerini aralarken sözlerine derince yutkunup "yapma şunu" diyerek devam etti. Kaşlarım anlamadığım için hafifçe çatılırken "neyi yapmayayım Fırat?" Diye sordum. Fırat ise "şöyle ters ters konuşma benimle " dedi. "Sana sesimi yükseltmek istemiyorum. "

Sözlerinin ardından boynumdaki elini yanağıma çıkarıp baş parmağıyla okşayarak severken " zorlama beni" dedi. "Çok seviyorum seni, yapma yavrum".

Hafifçe içimi çektim. Bende onunla tartışmak istemiyordum. Ama tek tarafın alttan almasıyla olmuyordu bu işler. Benim onun suyuna gitmemi istiyorsa oda benim suyuna gitmeliydi. Bu yüzden "o zaman sende yapma" dedim. " Bana güvenmiyormuş gibi davranma. Ya da benim duygularımı göz ardı etme".

Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken " benim güvensizliğim sana değil " dedi. "Kime o zaman Fırat? " Diye sordum. Fırat ise gözlerime öylece bakıp sustu. Birşey vardı. Benimle ilgili değildi belki ama geçmişiyle ilgili ya da bir yaşanmışlık. Eğer ilki söylediği gibi bensem kendiyle ilgili de değildi gözlerinde gördüğüm bu şey her neyse. Belki de ailesiyle ilgiliydi. Sahi Fırat'ın babası neredeydi? Ölmüş müydü?

Fırat'ı ilk gördüğümde onun hayata karşı bir öfkesi olduğunu düşünmüştüm içten içe. Kara gözlerinde hayatla arasına kurduğu bir set vardı. Şimdiye kadar Fırat'ı benimle olduğu zamanlar hariç hiçbir yerde gülerken ya da gülümserken görmemiştim. Annesiyle ve Bahar'la hep aralarında yok sayılmaya çalışılan bir mesafe vardı sanki. Üstüne üstlük Fırat birlikte olduğumuz günden beri her akşam gece yarısına kadar benim yanımda kalıyordu. Bu da demekti ki Canan teyze evde iki gündür akşam yemeklerini yalnız yiyordu. O an anne oğulun arasına girmişim gibi hissederken içimi garip bir burukluk kaplamıştı. Fırat'la bu konuyu konuşmam lazımdı. Lakin zihnimden geçen bu şeyler Fırat'a karşı içimi ezerken, kollarımı boynuna dolayıp subay tıraşı olan saçlarının arasına kokusunu içime çekerek, bir öpücük kondururken sımsıkı sarılmıştım sevdiğim adama. Benim olduğu gibi onunda bana anlatamadığı şeyler vardı besbelli. Olsundu. Zamanla isterse anlatırdı. Ben hep burdaydım.

Fırat'ta kollarını bana sımsıkı sararken boynuma öpücükler kondurmaya başladığında "Oğuz'du" dedim. Fırat öpücükleri arasında "hı?" Derken hafifçe gülümseyip "az önce mesaj atan Oğuz'du. Ama şimdi atan kim bilmiyorum" dedim. Fırat ise boynumda gerilen dudaklarından anladığım kadarıyla gülümsemiş "tamam yavrum"demişti boğuk çıkan erkeksi sesiyle.

Bense hafifçe içimi çekip yutkunurken Fırat'a akşam Gökhan denilen adamın buraya geleceğini söylemek için kendimi hazırlamaya çalışıp "Fırat" dedim usulca. O ise boynumda derin bir nefes alıp beni içine sokmak ister gibi kendine bastırırken "söyle yavrum" dedi dişlerini sıkarak dolu dolu. "Söyle canına yandığım".

Bu sözleri beni anlık bir afallatırken bir an ne söyleyeceğimi unutmuştum. Ardından da derince yutkunup Fırat'a biraz daha sokulurken kelimeleri kafamda toplamaya çalışıp "hani akşam Oğuz'lar gelecek ya ? " Diyerek konuşmaya başladığımda Fırat "evet yavrum" diyerek beni onaylarken aslında söylediklerimi pekte umursuyor gibi durmuyordu. Beni öpüp koklamakla meşguldü. Ta ki ben " Onlarla beraber Buse ve Gökhan da gelecekmiş" diyene kadar.

O an kelimeler dudaklarımdan dökülür dökülmez Fırat'ın heybetli bedeninde kasılan her bir kası, boynumdaki öpüklerinin bıçak gibi kesilişini saniye saniye hissederken Fırat "anlamadım, kim?" Diye sormuş lakin ne dediğimi çok iyi anlamıştı.

Yine de tereddüt ederek "Buse ve Gök..." Diyerek onu cevaplandıracakken Fırat "alma şu herifin adını ağzına!" Diye gürlemiş bense beklemediğim bu tepki karşısında irkilirken az biraz korkmuştum. Bu yüzden kollarımı Fırat'ın boynundan çözüp kucağında da olsam ondan biraz uzaklaşmıştım. Ki zaten Fırat'ın bir kolu belimi sımsıkı sararken kucağından kalkmam pek mümkün görünmüyordu.

Bu hareketimle yüz yüze geldiğimizde Fırat'ın yüzüne tedirginlikle bakarken Fırat gözlerime bakıp sakinleşmek adına gözlerini açıp kapatmıştı. İçine derin bir nefes çekip sert ve sinirli bakışlarını evin içinde gezdirdiğinde ben ise Fırat'ın gerilen yüz hatlarını, iyiden iyiye kararan gözlerini, boynunda ve alnında beliren damarları, dişlerini sıktığı için kendini gösteren yüz kaslarını inceliyordum. O an bunu düşünmem çok saçmaydı belki ama Fırat sinirliyken de ayrı bir yakışıklı oluyordu. Kısaca çok sinirlenmişti ama az öncede söylediği gibi bana bağırmak istemiyordum sanki.

Fırat tekrar bana dönerken "söyle gelmesinler" dedi sert bir sesle. Bağırmıyordu. Bense "nasıl söyleyeyim Fırat? "Diye sordum. "İnsanlar bana geçmiş olsuna geliyorlar. Denir mi öyle? "

Fırat sinirle solurken "şimdi mi gelmiş akıllarına? " Dedi. "O gece biri bile yoktu hastanede. "

Olabilirdi. Beni beklemek ya da yanımda olmak zorunda değillerdi. Kendi öz annem bile "ölürse ölsün" derken daha yeni tanıdığım insanlara bunun için kızıp darılamazdım.

Bu yüzden "o onların ayıbı. Beni ilgilendirmez. Ben evime gelen misafiri elimden gelen en iyi şekilde ağırlamakla yükümlüyüm" dedim. Ardından da sözlerime "kimseye gelme diyemem. "diyerek devam ederken "ama yine de rahatsız olacaksan sende gel. Canan teyze de gelsin. İşleri yoksa Bahar'la Harun'da gelsin. Hep beraber olalım" derken son verdim.

Fırat ise gözlerime alev alev yanan kara gözleriyle bakarken " geleceğim zaten" dedi. "O yavşağın olduğu yerde tek bırakır mıyım seni hiç?"

Hafifçe gülümseyip kollarımı boynuna dolayıp Fırat'a sarılırken "bırakmazsın" dedim. "Bırakmada zaten."

Fırat hafifçe içini çekip omzumu öperken "bırakmam" dedi.

O sırada telefonuma bir mesaj daha düşerken Fırat sert bir şekilde nefes alıp "kim lan bu?" Diye sordu. Bense "bilmiyorum, Fırat ama sakin ol" dedim. Ve Fırat'tan ayrılıp elimdeki telefonun ekranını açarken Kim Chin'in adını gördüm. Fırat'ın da gözleri telefonumdayken ekran kilidini açıp attığı mesajlara baktığımda;

"Günaydın sayın savcım"
" Askeriyeye kaçta gideceğiz?"

Yazan mesajlarını okuduğumda "sayın savcım" yazdığı yerde dalga geçtiğinin farkındaydım ki attığı son mesajda "alooooo! Savcı"yazmış olduğundan haklı çıkmıştım.

Kim Chin'nin mesajına telefonun ekranından saate bakarak ;
"Günaydın.
Dokuz buçuk on gibi gideriz" yazarak cevap vermiştim.

Ardından da ekranı kilitleyip telefonu masanın üzerine bırakırken Fırat'ın "nasıl konuşuyor bu seninle?" Diye soran sesi kulaklarıma dolduğunda Fırat'a döndüm. "nasıl konuşuyormuş ki?" Diye sordum.
Fırat ise "saygısızca" dedi. "Sen bir savcısın. Seninle böyle konuşamaz."

Benim için sorun yoktu. İstediği gibi konuşabilirdi. Takılmazdım böyle şeylere. O sırada çaydanlığın altına çektiğimiz su çoktan kaynamışken ocağın altını kısmak ve fırındaki böreği kontrol etmek için Fırat'ın kucağından kalkarken "benim için sorun yok" dedim. " Şimdiye kadar bir saygısızlığını görmedim. Nasıl konuştuğunun pek bir önemi yok. "

Çaydanlığın altını kısarken bir yandan da konuşuyordum. Lakin Fırat'a yalan söylüyormuş gibi hissediyordum. Çünkü Kim Chin Fırat'ın sandığı gibi sadece bir süreliğine iş yaptığım biri değildi.

Masaya doğru ilerleyip fırın eldivenini elime alırken Fırat "fazla alçakgönülsün yavrum" dedi. Bundan pek hoşlanmadığını belli eden sesiyle. "İnsanlara bu kadar iyi niyetle yaklaşmandan hoşlanmıyorum. "

Fırının kapağını indirip böreğe bakarken iyi durumda olduğunu görmüş açtığım kapağı geri kapatırken de "benim iyi niyetim karşımda kimin olduğuna bağlı. Saf değilim" demiştim.

Bir yandan da tezgahın altından kek kalıbını çıkarıp yağlamaya başlamıştım. Börek beş on dakikaya pişerdi. Hemen peşinden de kakaolu kekimi atardım. Biraz etrafı da toparlasam iyi olacaktı. Pek dağınık değildi ama yine de bir düzen istiyordu. Temiz çalışmıştım.

O sırada Fırat 'tan ses gelmezken birden belime dolanan kollarla irkilmiş ve "Ayh Fırat aklımı çıkardın" demiştim azarlar bir tonda. Fırat ise saçlarımın tepesine bir öpücük kondururken beni iyice kendine bastırıp sımsıkı sarmış "aklını yerim senin" demişti. Fırat'ın garip sevgi sözcükleri vardı. Sanki beni değilde bana ait herşeyi seviyordu.

Yüzümde küçük bir gülümseme peyda olurken Fırat "sana safsın demedim" dedi. Az önce söylediğim şeye cevap veriyordu. "Aksine zehir gibisin. Sadece iş yaptığın insanlarla bu kadar samimi olmandan hoşlanmıyorum. "

Kim Chin'den hâlâ hoşlanmıyordu. Sesindeki tınıdan "iş" kelimesini vurgulayışından bile Kim Chin'e bir süreliğine tahammül ettiği sonrasında bizi yan yana görürse - ki mümkündü - buna müsemma göstermeyeceğinin sinyallerini veriyordu.

Hafifçe yutkunup siyah bir kabın içindeki kek hamurunu yağladığım kalıba dökerken "samimi değilim Fırat" dedim. "Ama olsam ne olur ki? O kötü biri değil. "
Fırat'ın sinirle kasılan bedenini hissederken "bozuşuruz" diyen ciddi ve baskın sesi kulaklarıma dolmuştu. "Eğer o herifle iş dışında bir yakınlığın olursa, duyarsam, görürsem , hissedersem bu kadar sakin olmam. Benim sevdiğim kadının benden başka erkeklerle hiçbir samimiyeti olamaz."

Fırat bu sözleri sarf ederken başı yanağıma yaslıydı. Sesi ise fazlasıyla tehditkârken biraz tedirgin olmadım ya da korkmadım desem yalan olurdu. Derince yutkunup hafifçe içimi çekerken kek kalıbına döktüğüm hamuru kenara bırakıp "fazla kıskançsın" demiştim az biraz çekinerek.

Fırat ise dudaklarını yanağıma bastırırken kulağıma doğru "bir tek sana" dedi. "Benim herşeyim bir tek sana".

Fırat'ın sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçerken içim bir hoş olmuştu. Göğsümün ortasından başlayıp mideme yayılan bir yanma hissi bedenimi sararken midem kasılıyordu. Hafifçe yutkundum. Fırat'ın göğsüne yaslı olan sırtım da çok sıcaktı.

Fırat'tan fazlasıyla etkileniyordum o an. Özellikle de belimde hissettiğim sertliği içimde garip duygular uyandırıyordu. Yine de derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalışırken ocağa doğru kolları hâlâ belime sarılı olan Fırat'la beraber ilerlemiş üzerine koyduğum mor tavanın altını yakarken de "ama ya ileride senin bu kıskançlığın yüzünden yıpranıp ayrılırsak?" Diye sormuştum. Çünkü olası bir durumdu. Benim kız arkadaşımdan çok erkek arkadaşım vardı. En başta da Bora ve Cihan abi geliyordu. Ki ileride Fırat onlarla tanışır veyahut hayatımdaki varlıklarından bir şekilde haberdar olursa ve onlarla görüşmemi istemezse bunu yapamazdım. Öte yandan Fırat'tan da ayrılmak istemiyor onu çok seviyordum.

Fırat bu sözlerimle "öyle birşey olmayacak" dedi net bir sesle. " Tamam tartışırız, kavga ederiz. Belki kısa süreli ayrılıklarda olur. Ama ben vazgeçmem senden. "

Sıcak dudaklarını boynuma bastırıp kokumu derince içine çekerken " kokunu solumuşken , tenim tenine değmişken, dudaklarının tadına varmışken, sıcaklığını hissetmişken sensiz kalırsam kafayı yerim Hazan" demişti. Her kelimesinin arasına virgül yerine minik minik öpücükler kondurmuş boynumdan öpe öpe omzuma kadar gelmişti.

Bense hiç iyi değildim şuan. Sözleri neyse de dokunuşları hiç iyi gelmiyordu. Bir ateş basmıştı sanki bedenimi. Aldığım nefesler ciğerlerime yetmezken yine de kontrolü elden bırakmadan ocaktaki tavaya bir miktar sıvı yağ koyup ısınmasını beklemeye başladığımda niyetim sarmanın içini hazırlamaktı.

Lakin Fırat bu şekilde bana sarılıp, öpüp koklarken, sıcak elleriyle yarım atletimin açıkta bıraktığı göbeğimi ve belimi okşarken aklım bulanıyordu. Bu yüzden yüzüme gelen saçlarımı elimle geriye doğru iterken aldığım nefesi dudaklarımın arasından geri vermiş elimle yüzüme yelpaze yakarken de Fırat'ın kolları arasında ona doğru dönmeye çalışmış ve "Ayh çok mu sıcak oldu?" Diye sormuştum. Lakin bu bir soru değildi.

Fırat ise kolları arasında ona dönmeme izin verirken "yok yavrum. Normal" demişti. Elleri hâlâ belime sarılı ve ben Fırat'la tezgah arasındaydım. Hafifçe içimi çekip iki elimle ensemdeki saçlarımı arkaya doğru iterken gözlerim Fırat hariç her yerde dolanıyordu. "Yok yok. Çok sıcak. Cam falan mı açsak?"

Fırat bu sözlerimle "olmaz yavrum. Dışarısı çok soğuk" demiş ardından da bir elini ensemden içeriye sokup çocuğunun ateşini kontrol eden bir baba misali tahminen terleyip terlemediğime bakarken "terlemişsin biraz . Hasta olursun" demişti.

Hafifçe yutkunup gözlerimi zar zor Fırat'ın gözlerine çıkartırken "o zaman sen biraz uzaklaş benden" dedim. Yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. Fırat ise birkaç saniye yüzümü incelerken gözlerini kısmış, ona çok yakışan çarpık gülüşü de dudaklarında hafifçe kendini göstermeye başlamışken belimdeki ellerini arkamdaki mutfak tezgahına dayayıp beni iyice kıskacına almıştı. Yüzünü de yüzüme doğru eğerken ben ise kendimi geriye doğru çekip mutfak tezgahına yaslanmış ve gözlerimi kaçırıp ardından da yüzümü balkon camına doğru dönmüştüm. "Sen benden mi etkileniyorsun?"

Fırat'ın sorduğu bu soruyla aniden Fırat'a dönüp onunla dudak dudağa gelirken "hayır" dedim. Ama yalan söylemiştim. Zaten Fırat'ta inanmıyormuşcasına kaşlarını havalandırırken fikrimi değiştirip gözlerim istemsizce dudaklarına düştüğünde "evet " dedim. Ama bu cevapta içime sinmezken "of Fırat" diyerek kollarımı beline dolayıp yüzümü göğsüne gömmüştüm. Utanıyordum.

Fırat ise tezgahtaki ellerini belime dolayıp beni sımsıkı sararken "ne "of Fırat" ne ? "Demişti. Dudaklarını saçlarıma bastırıp kokumu içine çekerken "bak bakayım bana" dediğinde "utanıyorum" dedim. Yüzüm Fırat'ın göğsüne gömülü olduğundan sesim biraz boğuk çıkmıştı. Fırat "niye yavrum? Utanılacak ne var bunda? "Demiş dudaklarını şakağıma bastırırken de "ben seni düşünürken bile kendimden geçiyorum" diye eklemişti.

Hafifçe içimi çekip Fırat'ın kokusu burnuma dolarken daha çok utanmıştım. Yine de o sırada tavadaki yağın çıkardığı seslerle kollarımı çözüp Fırat'tan ayrılırken Fırat ise beni durdurup " dur yavrum, ben yaparım" demişti. Bense içimde bir yerde zar zor bulduğum sesimle "ben hallederim" dediğimde Fırat "yağ sıçrıyor Hazan. Yanarsın, geri çekil" derken ahşap kesme tahtasındaki soğanı tavaya dökmek için eline alırken "ama bu seferde sen yanarsın" demiştim. Fırat ise soğanı dökmeden önce bana dönüp alev alev yanan kara gözleriyle "ben zaten yanıyorum yavrum" demişti.

Duyduğum bu sözlerle buz yutmuş gibi olurken bir an nefesimi içimde topalayamamış gözlerimi sağa sola kaçırmıştım. O sırada fırından gelen sesle hızla Fırat'a arkamı dönüp oraya doğru ilerlemiştim.

Masanın üzerindeki fırın eldivenini elime takarken derin bir nefes alıp dudaklarımın arasından dışarıya verdiğimde kalbim çok hızlı atıyordu.

Fırının kapağını açıp içindeki börek tepsisini alırken kokusu fazlasıyla iştah açıcıydı. Tepsiyi masanın üzerine diğerlerinin yanına bırakıp mutfak tezgahındaki kek kalıbını elime almıştım. Tabii Fırat'ın üzerimde gezinen bakışları eşliğinde. Ama ben ona bir süre bakabilecek gibi değildim. Çok utanıyordum.

Elimdeki kek kalıbını da fırına sürerken derecesini ve süresini ayarlayıp Fırat'a bakmadan önünden geçip ocaktaki tavaya yöneldim. Yine Fırat'la tezgah arasına girmiş gibi olsam da Fırat birkaç adım uzağımdaydı.

Onu umursamamaya çalışarak çekmecelerden birinden tahta kaşık alıp kızgın yağda ki soğanı kavrulsun diye karıştırdım. Sonrada kesme tahtasını alıp süngere biraz deterjan sıkıp musluğun altında yıkamaya başladığımda Fırat'ı yine arkamda hissetmiştim. Aramızda yine garip bir hâl peyda olurken bundan hoşlanmadım. Birbirimizi seviyorduk ve etkilenmemiz normaldi. Fırat bana o sözleri söyledi diye utanmıştım ama içten içe hoşuma da gitmiş ve heyecanlanmıştım. Fırat'ın beden etkileniyor oluşu gururumu okşamıştı. Bu yüzden normal tutmaya çalıştığım sesimle "Fırat" diye seslenmiştim. O ise saniyesine yanıma gelirken "söyle yavrum"demişti birşey isteyeceğimi anlamış gibi. Bense "şu üst dolaptan altı tane servis tabağı alır mısın?" Diye sormuştum. Benim boyum yetmiyordu. Sandalyeye çıksam alırdım ama Fırat varken ne hacetti.

Fırat "tamam yavrum" derken beyaz dolap kapağını açıp mavi servis tabaklarından altısını alıp "nereye koyayım bunları? "Diye sormuştu. Elimdeki tahtayı kurullayıp tezgahın üzerinde duvara dayarken "masanın üzerine bırak" demiştim. Bir yandan da Fırat gibi sert , baskın ve heybetli bir adamın bana bu şekilde yardımcı oluşu hem garip gelmiş hemde kendimi özel hissetmeme neden olmuştu.

Fırat koca bedeniyle elindeki tabakları masanın üzerine koyarken yüzümde oluşan gülümsemeyi alt dudağımı ısırarak bastırıp ocakta kavrulan soğanı karıştırmıştım. Soğanlar yeteri kadar kavrulmuş görünürken içine salça atıp tekrar karıştırmaya başladım.

Fırat ise tekrar yanıma geldiğinde "başka birşey var mı yavrum?" Diye sordu. Biraz düşünüp aklıma gelen şeyle "var " dedim. Fırat "söyle yapayım hemen" derken alt dudağımı ısırıp "öp beni" dedim ona dönmeden. Az önce aramızda oluşan mesafeden dolayı bana yaklaşmıyordu. Bahar'dan dolayı olsa gerek Fırat bana dokunurken benim izin verdiğim kadar dokunuyor rahatsız olduğumu hissettiği an kendini ben söylemeden geri çekiyordu. Aslında bana dokunmayı çok istediğini her halinden anlayabiliyordum. İstese bana her türlü dokunurdu da ama benim istememi bekliyordu. Bende istemiştim işte.

Fırat aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarını az önce olduğu gibi arkadan belime dolarken yanağımı sıkıca ses çıkartarak birkaç kez , peş peşe öpmüştü. Bu hali beni gülümsetirken "tamam Fırat dur. O kadar da demedim" demiştim. Fırat ise yanağımı koklayarak bir kez daha öperken "ne güzel birşeysin sen böyle" dediğinde sesi boğuk ve fısıltılıydı.

Bense omzumun üstünden Fırat'a dönüp dudağının kenarını öpmüştüm. Fırat ona verdiğim bu küçük öpücükle kendinden geçer gibi gözlerini kapatıp zevkle kaşlarını çatmıştı. Bu hali yüzümdeki gülümsemeyi genişletirken önüme dönüp aspilatörü açmış ardından da kasede ki pirinci almak için uzandığımda Fırat benden önce davranıp kaseyi bana uzatmıştı.

Pirinci alıp tavanının içine döktüğümde çıkardığı cızırtı sesleri kulaklarıma dolarken yemek yaparken çıkan bu sesi sevdiğimi fark etmiştim. Kaseyi tezgahın üzerine bırakıp pirinci de tavada karıştırırken bir yandan da baharatlarını eklemeye başlamıştım. Kırmızı toz biber, nane , karabiber ve tuz koyup yine iyice karıştırdığımda bir süre onları da kavurup ocağın altını kapatım.

Tavayı ocaktan aldığımda Fırat boynumdaki başını kaldırıp "ver bana" diyerek elimdeki tavaya meyil ettiğinde tavayı ona verip "bekle " dedim. Fırat duraksarken çekmeceden bir tane altlık alıp Fırat'a uzatırken "tavayı bunun üstüne koy" dedim. Fırat altlığı elimden alıp "tamam yavrum" derken bende yaprağın olduğu kaseyi, böreği kesmek için bıçak ve spatula alırken Fırat'ın peşinden masaya ilerledim.

Elimdeki kaseyi masanın üzerine koyup bıçakla böreğe yönelirken tepsi elimi yakmasın diye fırın eldivenini elime giymiştim. Börekleri kare şeklinde kesip Fırat öylece beni izlerken spatulayı elime alıp iki dilim böreği servis tabaklarından birine koydum. Ardından da üç tane kurabiye, iki tane de poğaça koyduğum tabağı Fırat'ın önüne koyduğumda "bak bakayım tatlarına nasıl olmuş"dedim. Fırat ise yanıma gelip bana sarılırken " benim yavrum yaparda kötü olur mu hiç" demişti. Bende kollarımı boynuna dolarken "olmaz mı?" Demiştim. Fırat ise beni iyice kendine çekip sarılırken "olmaz tabii" demişti.

Hafifçe gülümseyip kollarımı Fırat'ın boynundan çözerken "hadi otur sen. Bende çay koyayım" dedim. Fırat bu sözlerimle boynuma bir öpücük kondururken "otur sen. Ben koyarım" diyerek kollarını belimden çözmüştü.
Bende itiraz etmeden "tamam" demiş lakin oturmak yerine tepside kalanları servis tabaklarına teker teker dizmeye başlamıştım. Üstlerini örtüp bırakınca akşama kadar birşey olacağını sanmıyordum. Sıcak olmaları daha iyi olurdu tabii ama elimden gelen buydu.

Fırat çayları masaya koyarken gözlerim 08.18'i gösteren duvardaki saati bulmuştu. Yetişirdim. Sarma sarma konusunda fazlasıyla hızlıydım.

Yiyecekleri tapaklara dizdikten sonra bende Fırat gibi masaya oturmuş ve Fırat'ın yaptığım şeyleri beğenip beğenmeyeceğini görmek için ona dönmüştüm. Fırat ise çayını yudumluyordu. Bense biraz sabırsız davranıp "hadi ye " demiştim. Fırat elindeki çay bardağını masaya bırakıp "tamam yavrum" demiş ve un kurabiyesinden bir tane alıp ısırmıştı. Bende pür dikkat onu izliyordum.

Fırat kurabiyeden aldığı ısırığı çiğnerken "nasıl? Güzel mi? Kötü mü olmuş?" Diyerek sorularımı sıraladım. Fırat ise "yavrum bu..."diyerek duraksamış o duraksayınca da benim içimi bir korku sarmıştı. "Ne? " Dedim. "Kötü mü olmuş Fırat?"

Fırat bir kaç saniye yüzüme bakarken "Fırat konuşsana" demiş ardından da "kötüyse yeme " diye de eklemiştim. Fırat ise hafifçe gülümseyip yüzüme derin derin bakarken oturduğu yerden kalkıp yanıma gelmiş sonrada önüme diz çökerken yüzümü avuçlarının içine almış "çok güzel olmuş yavrum" demişti. "Kıyamam sana. Nasıl da asıldı yüzün"

"Gerçekten güzel mi?" Diye sordum. Fırat ise "çok güzel" dedi. Ardından da önümden kalkıp sandalyesini yanıma çekip otururken tapağı ve çayını da almıştı. Bense "diğerlerine de bak" demiştim. Fırat bir kolunu sandalyemin arkasına atıp bana iyice yaklaşırken "bakacağım yavrum ama bir şartla" demişti. Kaşlarım anlamadığım için çatılırken "ne şartı? " Diye sordum. Fırat gözlerime bakıp "sende yiyeceksin" dedi.

İstemiyordum. Tamam dünkü kadar üzgün ve kötü değildim ama canım hâlâ birşey yemek istemiyordu. Bu yüzden "aç değilim" dedim. Fırat ise gözlerime kızarak bakarken " dün benden sonra birşeyler yedin mi?" Diye sordu. Yememiştim. Başımı olumsuz anlamda yavaşça sağa sola sallarken Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp vermişti. "O zaman şimdi benimle beraber yiyeceksin. Yemezsen zorla yediririm" dediğinde sesi gayet ciddiydi.

Bense hâlâ itiraz etmenin yollarını ararken "Fırat nasıl yiyeyim , sarma sarmam gerekiyor. Zamanım kısıtlı" diyerek en azından denemiştim. Fırat ise " ben yediririm" dediğinde "Fırat" demiş lakin Fırat'ın "yok Fırat falan. Bir iki lokma da olsa birşeyler yiyeceksin" deyişiyle susmuş ve önüme dönmüştüm.

Elime bir tane yaprak alıp içine iç koyarak sararken Fırat eline aldığı kurabiyeyi dudaklarıma doğru uzatmıştı. Başımı geri çekip "kendim yerim" diyerek elindeki kurabiyeyi almaya meyillendiğimde Fırat izin vermemiş "aç yavrum ağzını" demişti. İtiraz etmek için "Fırat" dediğimde o ise uyarıcı bir tonda "Hazan" derken "söz dinle" diye de eklemişti. Bende mızmız görünmek istemediğimden dudaklarımı aralayıp kurabiyeyi ağzıma aldım. Ve tekrar önümdeki sarmaya döndüğümde Fırat bir yandan beni izliyor bir yandan da çayını içiyordu. Kurabiyem ise gerçekten çok güzel olmuştu. Ağızda çok güzel dağılıyordu.

Bir süre öylece ben sarma sardım Fırat beni izleyip ağzıma birşeyler sıkıştırdı derken Fırat'ın "Hazan" diyen sesi kulaklarıma doldu. Ona dönmeden elimdeki sarmayı sarmaya devam ederken "efendim?" Dedim . Fırat ise oturduğu sandalyede iyice bana dönüp beni oturduğum sandalyeyle beraber uzun adeleli bacaklarının arasına alırken bir koluda hâlâ arkamdaydı. "İyi misin?"

Sorduğu bu soruyu anlamazken "iyiyim. Niye ki?" Diye sordum. Aynı zamanda elimdeki sarmayı bitirip Fırat'a dönmüştüm. Fırat ise hafifçe içini çekip gözlerime bakarken "dün akşam çok ağladın. "Dedi. " Seni üzen şey her neyse akşamdan sabaha geçecek birşey değildi. Geçmemişte zaten. Ama dün akşama göre iyi görünüyorsun. Ya da bana öyle görünmeye çalışıyorsun. "

Fırat'ın gözlerine bakıp "hayır" dedim. " Daha iyiyim. Sana öyle görünmeye çalışmıyorum. "
Fırat gözlerime derin derin bakıp "bana hâlâ birşey anlatmamakta kararlımısın?" Diye sordu.

Kararlıydım. Şu hayatta elimde hiçbir şey kalmasa bile gururum kalsın isterdim. Sevdiğim adamla arama parayı sokamazdım. Her koşulda, başıma ne gelirse gelsin kendi ayaklarımın üzerinde durmuştum. Bu yüzden gerekirse arabamı satardım yine de Fırat'a tek kelime etmezdim.

"Kararlıyım" dedim. "Ben halledeceğim Fırat. Halledemezsem de..." Diyerek sözlerime devam ederken Fırat sözümü kesmiş ve "bana geleceksin" demişti. Gözlerimin içine bakıp "dün akşam ne dedin bana "Fırat'ım" . Senin Fırat'ın var burda. Kimseye ihtiyacın yok. Sen iste ben sana canımı bile veririm ."

Verirdi . Gözlerinde görebiliyordum. Öyle çok seviyordu beni. Lakin ben ondan canını istemiyordum. Bir ömür yanımda olsun istiyordum sadece.

Gözlerim hafiften dolarken Fırat'ın bu sevgisi içimi eziyordu. Onu hak edecek ne yaptığımı düşünüyordum. İstediğim her an , herşeyini önüme serecekmiş gibi seviyordu beni. "Seninim" diyordu. "Senin Fırat'ınım".

Dolan gözlerimi kırpıştırdığımda Fırat "şşş sakın ağlayayım deme" dedi kollarını bana sararken. Bense ona ellerim yağlı olduğu için sarılamazken başımı omzuna yasladım. O ise ensemi öpüp " yakma canımı" dedi. "Dayanamıyorum sana".

Bense hafifçe burnumu çekip kirpiklerimi kırpıştırmış ve "Fırat" demiştim usulca. O ise "yavrum" dedi kokumu içine çekerken. "Çok seviyorum seni" dediğimde Fırat beni daha sıkı sarıp "ya ben? Ya ben deli oluyorum sana" demişti dişlerini sıkarak, dolu dolu.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefesi alıp verirken Fırat'ın yaptığı gibi bende onun kokusunu içime çekmiştim. Huzurluydum. Fırat çok başka bir adamdı. Hem çok sert , çok katı hemde bana karşı o kadar sıcaktı ki. Çok farklıydı gözümde. Çok seviyordum onu.

Gözlerimi açıp başımı Fırat'ın omuzundan kaldırdığımda o da kollarını çözüp benden ayrılırken yanağımı öpmüştü. Bense hafifçe gülümseyip yüzüme gelen saçlarımı başımı sağa sola sallayarak geriye itmeye çalışmıştım. Saçlarım çok uzundu. Zaten uzun kullanıyordum ama neredeyse kalçalarıma kadar gelmeye başlamışlardı. Biraz kestirsem iyi olacaktı.

O sırada Fırat hafifçe gülümseyip beni izlerken "dur yavrum" diyerek saçlarımı yüzümden geriye doğru ittirmişti. Bende ona "teşekkür ederim" demiş ve önüme yeni bir yaprak alıp içine iç koyup sarmaya devam ederken aklıma gelen şeyle hafifçe alt dudağımı ısırıp Fırat çayını yudumlarken "Fırat" demiştim usulca. Sesim "birşey soracağım ama kızma" der gibi çıkmıştı. Lakin kızmayacağını biliyordum ama soracağım şeyden de pek hoşlanmayacaktı.

Fırat elindeki bardağı masaya koyarken "hadi bakalım" dedi. "Bu ses tonunun altından nasıl bir soru çıkacak?" Gözlerimi ona çevirip tekrar önüme dönerken sardığım sarmayı diğerlerinin yanına koyup yeni bir yaprak alıp "sormayacağım vazgeçtim" dedim. Niye öyle söylemişti ki? Ben hep böyle bir ses tonu takındığımda kötü birşey mi söylüyordum? Ayrıca şimdiye kadar ne çıkmıştı da böyle diyordu?

Fırat "Hazan" dedi "sor hadi" der gibi. Bense omzumu " banane" der gibi yukarı aşağı hareket ettirirken "sormayacağım" diye direttim. Fırat ise bana doğru yaklaşıp omzumu öperken "tribini yerim senin" dedi. "Sor hadi yavrum ne soracaksan"

Fırat'ın öpücüğüyle tenim karıncalanır gibi olurken hafifçe içimi çektim. Ve "Trip atmıyorum" dedim. Atmıyordum. Alınmıştım sadece. Ona birşeyler sormamdan ya da söylememden rahatsız mı oluyordu? Eğer öyleyse konuşmazdım. Alışkındım zaten susmaya.

Fırat iyice dibime sokulup alnını şakağıma dayarken "atıyorsun" dedi. Sıcak nefesi yüzümü ve boynumu yalayıp geçerken onu umursamamaya çalışarak -ki bu yakınlıkta çok zordu - sarmalarımla ilgilenmeye çalışıyordum. "Atmıyorum. Sen sana birşeyler sormamdan rahatsız oluyorsun. Bende sormuyorum"

Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken "saçmalama" dedi ciddi bir ses tonuyla. "Ne demek rahatsız olmak. Sen bir ömür hiç susmadan konuşsan benim gıkım çıkmaz. Biliyorsun sesine olan zaafımı. " Biliyordum. Ama o zaman niye öyle söylemişti? Yine ben mi abartıyordum? Fırat'ın ağzından çıkan cümleler benim için çok önemliydi. O yüzden her bir kelimesini beynim otomatikmen kendi içinde evirip çeviriyor iyice irdeliyordu. Hafifçe içimi çekip Fırat'ın alnı hâlâ şakağımdayken yüzümü az biraz ona dönüp gözlerimi gözlerine çıkarttığımda "o zaman niye öyle söyledin? " Diye sordum. Fırat ise oturduğum sandalyeyi tutup kendine çekerken iyice yakınlaşmamızı sağlamıştı. Ardından da kokumu içine çekerek boynumu öptüğünde "çünkü sesin "sana birşey soracağım Fırat ama kızma" der gibi çıktı yavrum. Sana kızmak istemiyorum. Rahatsız olduğum şey sen ya da sesin değil. Sana kızacağım bir durumun olma ihtimali. "

Hafifçe içimi çekip "sorayım mı yani?" Diye sordum. Fırat ise hafifçe gülümseyip "sor tabii canımın içi" derken yanağımı öpmüştü. "Peki" dedim. Ardından da hafifçe yutkunup "Oğuz'la aranız nasıl?" Diye sordum.

Kötü olsun istemiyordum. Biri sevdiğim adam diğeri kardeşimdi. Üstüne üstlük araları benim yüzümden bozulmuştu. Ayrıca bu akşam hep beraber olacaktık. Küs olsunlar istemiyordum.

Fırat yine sıkıntılı bir şekilde nefes alıp verirken alnını şakağımdan ayırıp yüz yüze gelmemizi sağlamış ve "aynı" demişti. Bu sefer ben sıkıntılı bir şekilde nefes alıp verirken "hiç konuştunuz mu o günden sonra?" Diye sordum. Fırat "İş dışında hayır" dediğinde kaşlarım çatılırken "niye Fırat? " Diye sordum. "Neyi paylaşamıyorsunuz?"

Fırat yüzümün her zerresini tarayıp elinin tersiyle yanağımı severken "seni " dedi. Birkaç saniye gözlerine baktım. O sırada da fırından gelen sesle başım fırına doğru dönerken masanın üzerindeki fırın eldivenini elime geçirip oturduğum yerden kalktığımda Fırat'ta ayaklanmış duyduğum seslerden anladığım kadarıyla da çaylarımızı dolduruyordu.

Fırının kapağını açıp kek kalıbını aldığımda kokusunu içime çektim. Güzeldi. Fırını kapatıp masaya geri döndüğümde keki biraz soğusun diye bırakıp sandalyeye otururken Fırat'ta çayları masaya koyup yanıma oturmuştu.

Bende elimdeki eldiveni çıkarırken Fırat'a dönüp " hep böyle mi olacaksınız?" Diye sordum. Fırat "bilmiyorum yavrum" dedi. Hafifçe yutkunup dudaklarımı dilimin ucuyla nemlendirirken Fırat'ın gözleri oraya düşmüş bense "bu akşam konuşmanız için bir ortam ayarlasam konuşur musun Oğuz'la ?" Diye sordum çekinerek.

Fırat ise kaşları hafiften çatılırken "sakın Hazan" dedi uyarıcı bir tonda. "sen karışma bu işe". "Ne demek karışma Fırat?" Diye sordum. "Ben zaten bu olayın tam ortasındayım. O benim kardeşim, sen sevdiğim adamsın. Aranız benim yüzümden bozuldu. Ne olur sanki oturup konuşsanız?"

Fırat gözlerime birkaç saniye bakıp " bilmediğin şeyler var yavrum " dedi. "Öyle sineye çekebileceğim şeyler değil. Basit birşey olsa üzer miyim seni böyle? "

Üzmezdi. Ama neydi Fırat'ın bu kadar kaldıramayacağı şey? Sıkıntılı bir şekilde içimi çektiğimde Fırat beni kollarının arasına alıp "çekme şöyle içini." Dedi dudaklarını saçlarımın arasına bastırıp öperken. "Senin sevdiğin adamın sen dışında kimse sikinde bile değil."

Hafifçe içimi çekip başımı Fırat'ın göğsünden kaldırıp "peki" dedim. Konuşmak istemiyorsa konuşmasındı. Zorlayacak değildim ya?

Önüme dönüp tekrar sarmalarımı sarmaya devam ederken Fırat'ın gözleri yüzümde geziniyordu. Umursamadım. Nedense içim sıkılmıştı birden.

Derin bir nefes alıp içimi çekerken elimdeki sarmayı diğerlerinin yanına koyduğumda yaprakların baya azaldığını fark etmiştim. Onbeş yirmi dakikaya bitirir, mutfağı toparlar ardından da kısa bir duş alıp evden çıkardım.

O sırada Fırat'ın telefonunun zil sesi kulaklarıma dolarken gözlerim anlık bir o tarafa dönmüş lakin fazla oyalanmadan işime geri odaklanmıştım. Fırat ise sıkıntılı bir şekilde içini çekerken pantolonunun cebinden aldığı telefonu açıp kulağına götürmüştü. Lakin gözleri hâlâ benim üzerimdeydi.

Bense ona bakmıyordum . Oralı da değildim. Ta ki telefondan gelen kadın sesi kulaklarıma dolana kadar. Yine kendimi tutmuş Fırat'a dönmemiştim ama kadının,
- Alo Fırat, günaydın, diyen sesi oraya odaklanmama neden olmuştu. Öte yandan bu ses bana tanıdık geliyordu.
Fırat ise kadına,
- Birşey mi oldu? Diye sordu. Sesi ciddi ve duygusuzdu. Benimle böyle konuşsa çok kırılırdım. Kadının "günaydın" deyişine de cevap vermemişti.
Kadın ise ,
- Askeriyeye ne zaman geleceksin? , Diye sormuştu.
O an anlamıştım. Bu kadın Fırat'ı askeriyede konuşurken gördüğüm yüzbaşı kadındı. Bu farkındalıkla yüzümü Fırat'a döndüğümde onunla göz göze gelmiştim.
Fırat kadına,
- Askeriyede bir sorun mu var? Diye sorduğunda kadın,
- Yok. Ben...şahsi olarak merak ettim. Genelde sabah kahvaltılarında hep burda olursun, demişti.

Kaşlarım hafiften çatılırken sinirlenmiştim. İş için arıyor olsaydı sorun yoktu. Ama "şahsi olarak merak ettim" diyordu. Kim olarak?

Fırat'ın gözleri çatılan kaşlarımda, gözlerimde ve yüzümde gezinirken onu kıskandığımı anlamış olacak ki çarpık gülüşü yüzünde anbean kendini gösterirken kadına yüzündeki gülüşe tezat sert ve bariton bir ses tonuyla,
- Başka birşey yoksa kapatıyorum, demişti.
Kadından bir ses gelmezken Fırat telefonu kapatıp masanın üzerine bıraktığında hiçbir şey söylemeden önüme döndüm.

Fırat ise öylece beni izlerken iyice dibime girmişti. Alnını şakağıma dayarken kollarını yandan belime sarmıştı. "birşey söylemeyecek misin yavrum?" Diye sordu.

Bense elimdeki sarmayı sarmaya devam ederken " " şahsi olarak" söyleyeceğim birşey yok" dedim ima yüklü sesimle. Fırat bu sözlerimle erkeksi bir şekilde hafifçe gülerken dudaklarını yanağıma bastırmış kollarını iyice sıkılaştırıp beni kendine çekerken "benim güzel yavrum beni kıskanmış mı?" Demişti. Onu kıskanmamdan fazlasıyla zevk alıyor gibi duruyordu. Elimdeki sarmayı bitirip yeni bir yaprak alıp içine iç koyarken "niye bu sabah "genelde" ama "hep" olduğu gibi sabah kahvaltısında askeriyede olmak yerine benim yanıma geldin ki?" Diye sordum. "Gitseydin ya oraya. Yüzbaşı yüzbaşı ederdiniz kahvaltınızı. Tabii "şahsi olarak".

Ben böyle konuşurken Fırat yüzünü biraz geri çekip beni izlerken yüzümün her zerresinde gezinen gözlerini hissedebiliyordum. Sözlerime son verdiğimde de Fırat'ın "Hazan" diyen sesi kulaklarıma dolmuştu. Sinirle ona dönüp "ne ?" Dememle Fırat'ın dudaklarını dudaklarımın üzerinde hissetmem bir olurken neye uğradığımı anlık bir şaşırsamda sonrasında gözlerim usulca kapanmıştı. Kalbim hızla atarken Fırat'ın usul usul, tadını çıkarmak ister gibi dudaklarımı öpen dudaklarına karşılık verip vermemek arasında kalmıştım.

O sırada Fırat biraz dudaklarını dudaklarımdan ayırıp aralarına milimlik mesafe koyarken "bu kadar tatlı olma." Dedi. "İçime sokasım geliyor seni. "

Fırat'ın bu sözleriyle gözlerimi aralarken uzun kirpiklerim Fırat'ın yüzüne değmiş ve Fırat'ta gözlerini açarken ""şahsi olarak" mı?" Diye sormuştum. Fırat ise dudaklarımdaki gözlerini gözlerime çıkartırken "Hazan" dedi uyarıcı bir ses tonuyla. "Biliyorsun gözümün senden başkasını görmeyeceğini"

Biliyordum. Ama Fırat'ın gözü görmese bile başkalarının gözü Fırat'ı görüyordu. Beni de sinirlendiren buydu zaten. Ama yine de fazla istemedim ve sadece "biliyorum" dedim usulca. Fırat ise gözleri tekrar dudaklarıma düşerken "güzel." Dedi . "O zaman ben şu sabah öpücüğümü doya doya bir alayım artık."

Hafifçe içimi çekip yutkunurken Fırat'ın dudaklarıma kapanan sıcak, dolgun ve yumuşak dudaklarına bu sefer karşılık vermek için dudaklarımı araladım. Usulca alt dudağını dudaklarımın arasına alırken bir süre öylece öpüştük.

Dudaklarımızı ayırmak içinse ilk hamle yine her zamanki gibi benden gelmişti. Fırat ise bu sefer beni çok zorlamamış dudaklarımızın ayrılmasına izin verirken birkaç minik öpücük kondurmayıda ihmal etmemişti.

Ardından da ikimizin de gözleri kapalıyken başını boynuma gömmüş bende başımı Fırat'ın başına yaslamıştım. Ve usulca gözlerimi araladığımda sıklaşan nefeslerimi düzene sokmaya çalışırken gözlerim dışarıya takıldı. Kar yağışı durmuştu. Gökyüzü sabahki lacivertimsi rengini griye bırakmış karşı ki binanın çatısında kalın denilebilecek bir kar tabakası oluşmuştu. Çatının saçaklarındaki buz sarkıkları da daha uzun bir hâl almıştı.

Hafifçe içimi çektiğimde Fırat başını boynumdan kaldırıp gözlerime bakarken "ben artık askeriyeye geçeyim yavrum" demişti. Bense içten içe gitmesini istemesem de "tamam" dedim. Fırat ise hafifçe içini çekip belimdeki kollarını çözerken doğrulmuş bende onu geçirmek için ayaklanmıştım.

Fırat koltuğa bıraktığım deri ceketini ve masanın üzerindeki silahını alırken bende mutfak tezgahında elime deterjan döküp yıkamış ve Fırat'ın yanına gelmiştim. Fırat'ta elini yıkamak için lavaboya girmişti. Geri çıktığında da kapıya doğru yönelip bende peşinden giderken bana dönmüş ve beni kendine çekip sarılırken "arabayı kullanırken dikkat et yavrum" demişti. "Yollar buzlu. Bak bazen çok hız yapıyorsun yapma, tamam mı?". Tamam " dedim. "sende dikkat et. "

Fırat saçlarımın arasına dudaklarını bastırıp kokumu içine çekerken "ederim" demiş ardından da " kalın giyin, hava soğuk. "Derken. "diğer şeyleri de biliyorsun; silahını yanından ayırma, her an tetikte ol. Aradığımda ya da mesaj attığımda o telefon hemen açılacak bana saniyesine geri dönüş sağlanacak. Ters birşeyler hissedersen hemen beni arayacaksın, anlaştık mı?" Diye de eklemişti.

"Anlaştık" dediğimde Fırat "aferin benim yavruma" derken beni göğsünden ayırıp yüzüme bakmış sonrada çenemden tutup yanağıma sıkı bir öpücük kondururken kapıyı açıp siyah botlarını giydiğinde "kapat Hazan kapıyı" demişti. Bende dediğini yapıp kapıyı kapatırken içeriye geçip sarmalara geri dönmüştüm.

*****
Evdeki işlerimi halledip çıktığımda dışarısı Fırat'ın söylediği gibi çok soğuktu. Apartmanın önündeki merdivenler ince bir buz tabakasıyla kapalıyken yarım saat önce durmuş olan kar yağışı tekrar başlamıştı. Kayıp düşmemek için attığım minik adımlarla arabama doğru ilerlerken saçlarım esen rüzgarda savruluyor ve ben üzerimdeki kabanıma iyice sarılıyordum.

Sonunda arabaya bindiğimde motoru çalıştırırken ısıtıcıyı da çalıştırmış elimdeki bilgisayar çantalarını yan koltuğa koymuştum. Debriyajdan yavaşça çektiğim ayağımı gaza bastırıp direksiyonu çevirerek yola koyulduğumda arka tekerlerin buzda az biraz kaydığını hissettirmiştim. Ama sorun yoktu. Olurdu o kadar.

Mahalleden çıkıp ana caddeye girdiğimde Kim Chin'i hazır olması için arayıp gelmek üzere olduğumu söylemiştim. O da zaten hazır olduğunu söyleyip telefonu yüzüme kapatmıştı.

Bu duruma hafifçe gülümseyip arabanın camına düşen kar tanelerini izlerken yanıma aldığımı küçük termostaki çaydan bir yudum içmiştim.

******
Kim Chin'i almış askeriyeye giden toprak yolda karla çamurun iç içe geçmesiyle oluşan bataklıkta ilerlerken Kim Chin,
- Ben dün akşam Bora'yla konuştum, dedi. "Şu kodu güncellemesi için. "
Gözlerim anlık bir ona dönüp sonra tekrar yola dönerken "eee?" Dedim . Aslında bu benimde aklımdaydı lakin olanlar malumdu.
Kim Chin,
- Ee'si güncellendi. Bora sana e-mail olarak atmış yeni kodu. İşler artık daha hızlı ilerleyecek, demişti.
- İyi oldu bu , dedim. "Bir an önce şu soruşturmadan kurtulsak iyi olacak. "

O sırada askeriyenin önüne gelmiştik. Arabayı Fırat'ın arabasının arkasına park edip arka koltuktaki çantaları alarak arabadan indiğimde Kim Chin'de benimle beraber inmişti.

Çamura ve kara bulanmış yolda araba tekerlerinin izinden gitmeye çalışarak yürürken nöbetçi asker yine kapıyı açmış ve bizi bekliyordu.

Demir sürgülü kapıya ulaştığımızda gözlerime kaçan kar taneleri sebebiyetiyle kirpiklerimi kırpıştırırken esas duruş almış olan askere " rahat" derken " sağol , kolay gelsin" diye de eklemiş ve askeriye binasına doğru Kim Chin'le beraber ilerlemeye başlamıştım.

Binadan içeriye girdiğimde yüzüme vuran sıcak havayla ürperirken bize doğru gelen albay ve Fırat'ı görmüştüm.

Üzerindeki askeri üniformasıyla yine çok yakışıklı , heybetli ve sarsılmaz görünürken sabahki halimiz aklıma gelmiş ve onu özlediğimi hissetmiştim. Hafifçe içimi çekip Fırat'ın gözleri üzerimde , ıslanan saçlarımda ve yüzümde gezinirken ben ise gözlerimi ondan çekip karşı karşıya geldiğimiz albaya dönerken albay bana elini uzatıp "hoşgeldiniz savcım." Demişti. Bende elini sıkıp "Hoşbuldum albayım" dediğimde ellerimiz ayrılmış bu seferde Fırat'ın bana "hoşgeldiniz savcım" diyerek uzattığı sıcak elini sıkmış ve ona da "Hoşbuldum yüzbaşım" demiştim.

Albay Kim Chin'e de elini uzatırken o sırada benim telefonum çalmaya başlamıştı. Kabanımın cebinden çıkardığım telefona baktığımda herkesin özellikle de Fırat'ın gözleri üzerimdeyken ekranda başsavcının adını görmüştüm.

Aramayı yanıtlamadan albay ve Fırat'a bakıp "kusura bakmayın, buna bakmam lazım" derken albay "tabii buyrun savcım" demişti. Başımı sallayıp onları geride bırakırken birkaç adım uzaklaşmış ve telefonu açarak kulağıma götürmüş ve,
- Alo, demiştim.
Başsavcı,
- İyi günler savcım, dediğinde,
- İyi günler , buyrun savcım, diyerek karşılık vermiştim.
Başsavcı ise,
- Ben sizi Baran Bekirhan hakkındaki yeni bir gelişme için aradım savcım, dediğinde aklımdan Zeynep geçerken içimi bir korku sarmış lakin kötü birşey olsaydı haberim olacağından kendimi rahatlatmaya çalışırken,
- Nedir? Diye sormuştum.
Başsavcı,
- Baran Bekirhan dün gece yaşadığı mahallede görünmüş. Görgü tanıkları var. Ancak yine sırra kadem basmış. Bir de... Diyerek duraksarken,
- Bir de ne savcım? Diye sormuştum.
Başsavcı sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,
- Karısı Dilan Bekirhan'ı başından bir el ateş ederek evde öldürmüş. Ekipler olay yerindeler. Size haber vermek istedim, dediğinde bir an yutkunamadım. Yine miydi? Bu lanet olasıca örgüt bir masum insanın canını daha elini kolunu sallayarak almış mıydı? Bu da mı benim yüzümdendi? Ben koruyamadım diye mi ölmüştü Dilan?

Gözlerimi kapatıp açarken,
- Kim dediniz savcım? Diye sordum teyit etmek ister gibi.
Başsavcı,
- Dilan Bekirhan, derken gözlerimin dolduğunu hissetmiştim.
Hafifçe içimi çekip,
- Kim bu soruşturmanın savcısı? Diye sordum. " Ortada bir terör örgütü zanlısı varken önce ailesini koruması ya da gözaltında tutması gerektiğini bilmiyor mu? En azından evin önüne bir ekip dikememiş mi? ".
Başsavcı,
- Hakan Çınar, derken anlık bir duraksamış sonrasında ise anlamıştım. Baran'ın hâlâ etrafta nasıl böyle elini kolunu sallayarak dolanabildiğini. Nasıl sözde o kadar sıkı bir şekilde aranırken kendi karısını öldürebilecek kadar rahat davranabildiğini. Hâlâ nasıl yakalanamadığını, hepsini şimdi anlamıştım.

Kısaca koyunu kurda emanet edip koyunun güvende olmasını beklemiştik.

Derin bir nefesi alıp verirken,
- Anladım savcım, dedim. "Sağolun haber verdiğiniz için."

Telefonu kapatıp tekrar kabanımın cebine koyarken ardıma dönüp albay, Fırat ve Kim Chin'e doğru ilerleyip elimdeki bilgisayar çantalarını Kim Chin'e uzatıp "sen geç karargâh odasına" dedim. "Benim bir işim çıktı."
Kim Chin beni başıyla onaylayıp karargâh odasına doğru ilerlerken albayın "bir sorun mu var savcım?" Diye soruşuyla onlara dönerken Fırat'ın çatık kaşlarının çevrelediği yüzüme sorgulayıcı bakışlar atan gözleriyle göz göze gelmiş lakin fazla oyalanmadan albaya dönerken "maalesef" demiştim. "Ama sizi ya da askeriyeyi etkileyecek bir durum yok. Benim gitmem gerekiyor. İyi günler"

Albay da "iyi günler savcım" dediğinde baş selamı verip binadan çıkmak üzere onları tekrar geride bırakmıştım.

Artık Hakan Çınar, Kenan Karadağlı ve Baran denilen itten kurtulmak için harekete geçmem gerekiyordu. Çok olmuşlardı artık.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  

  

  

  


   

  
  

  


    


   


Loading...
0%