Yeni Üyelik
35.
Bölüm

35. Bölüm

@yikim2024

*****
Askeriyeden çıktıktan sonra hızla arabama binip yola koyulmuştum. Nereye gideceğimi ise bilmiyordum. Şu halde gitmem gereken yer Dilan Bekirhan'ın evi olsa da oraya gitmem kanunen doğru değildi. Başka bir savcının yürüttüğü davaya herhangi bir şekilde karışamaz, müdahale edemez veyahut olay mahaline gidemezdim. Kaldı ki davanın savcısı Hakan Çınar'ken oraya gitmeme mani olan tek şey kanunlar değildi.

Lakin kafamın içinde dönen onlarca soruya bir cevap bulabilmek için oraya gitmeli Dilan'ın cesedini ve evin içini görmeliydim. Baran'ın Dilan'ı neden öldürdüğünü tam olarak anlayamıyordum. Neden durup dururken Dilan'ı öldürmek için ortaya çıkmıştı? Ya da Dilan'ı öldürerek neyi kanıtlamaya çalışıyordu? Göndermek istediği mesaj bana mıydı? Yoksa Dilan'ın bana Baran'ın sakladığı delillerin askeriyede olduğunu söylediğini mi öğrenmişti? Tıpkı Hacer Kadıoğlu cinayetinde olduğu gibi Dilan'ın ölümüne neden olan yine ben miydim?

Öte yandan aklıma takılan bir diğer soru ise Baran, Hakan Çınar'ın yani sadece bir savcının yönlendirmeleriyle aranmıyordu. Cezaevine giderken polislerin elinden kaçtığından dolayı emniyet müdürlüğü de Baran Bekirhan için savcılıktan bağımsız olarak bir yakalama kararı çıkartığından Hakan Çınar Baran'ın yakalanmasını sadece bir yere kadar engelleyebilirdi. Peki o zaman Baran hem nasıl hâlâ yakalanmamış hem de nasıl tüm bunlara karşı karısını öldürmek için kendini bu şekilde ahmakça ortaya atabilmişti?

Bir diğer soru da Cihan abinin Hakan Çınar'ın odasına yerleştirdiğim vericiden aldığı bilgiye göre Hakan Çınar Baran'la telefonda konuşurken TKÖ'nün artık Ona destek vermeyeceğini söylemişti. Eğer bu bilgi doğruysa Hakan Çınar'ın Baran'ı koruması ne kadar mantıklıydı?

Aklıma tek bir seçenek geliyordu. O da ; Hakan Çınar'ın odadaki vericiyi fark etmiş olmasıydı. Örgütün Baran'ın üzerinden elini eteğini çektiğini söyleyerekte amacı sanırım bizi tuzağa düşürmekti. Peki ama nasıl bir tuzak?

Derin ve sıkıntılı bir nefesi alıp verirken kafam çok karışmıştı? Bir oyun dönüyordu ama tam olarak anlayamıyordum. İşler iyice sarpa sararken Cihan abiyle konuşmam gerektiğini düşündüm. VASÖ'yü bilgilendirmeliydim. Lakin bunu hemen yapmamaya karar verdim çünkü ortada tam olarak net birşey yoktu.

İri kar taneleri gökyüzünden, arabamın camına düşüp sağa sola hareket eden sileceklerin önünde sürüklenerek eriyip giderken, sanırım arabayı kullanış hızımdan olsa gerek toprak yoldan her zamankinden hızlı çıkmıştım. Ardından da hiç hız kesmeden yola devam ettim. Nereye gideceğime ise karar vermiştim.

*****
Dilan Bekirhan'ın evinin olduğu mahalleye girdiğimde arabamın kar ve çamura bulanmış olan tekerleri yavaş yavaş dönerken , çatısındaki kırık kiremitleri karla kaplanmış, dış cephesindeki eskiden sarı olduğunu belli eden yer yer dökülmüş sıvası, paslanmış demir kapılı olan ev görüş alanıma girerken arabayı durdurdum.

Ne bu mahalle ne de bu ev bana yabancı gelmezken şaşırdığım birşey vardı. O da buraya askeriyeden çıktığımdan itibaren yaklaşık bir saat otuz dakika içinde ulaşmıştım. Askeriyede başsavcıdan aldığım bilgiye göre ekipler ben askeriyedeyken de buradaydı. Ve şuan hâlâ evin önü, ambulans, olay yeri inceleme, polis ekipleri ve adli tıp araçlarıyla doluydu. Polis aracının ve ambulansın tepesinde yanıp sönen ışıklar gözlerimi alırken evin kapısında Hakan Çınar'ı görmüştüm. Ve aklımdaki soru şuydu; neden bu kadar uzun zamandır buradaydılar? Bir olay yerini incelemek normalde bu kadar sürmezdi.

Kaşlarım hafiften çatılırken derin bir nefes alıp emniyet kemerimi çözerek araçtan indim. Hakan Çınar'la aramızda geçecek her türlü tartışmaya içten içe kendimi hazırlamıştım.

Ayağımdaki siyah botlarımın altında ezilen karın çıkardığı hışırtılı sesler kulağıma dolarken saçlarıma düşen kar tanelerini hissedebiliyordum. Soğuk havanın etkisiyle karnımdaki yaraya hafif bir sancı girerken eve doğru araçların arasından geçerek ilerlemeye başladım.

Meraklı mahalle sakinleri de evlerinin camlarından etrafı incelerken Hakan Çınar beni fark etmişti. Gözleri gözlerimi bulurken bende onun gözlerine baktım. Ve aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatıp karşısında durduğumda Hakan Çınar pek şaşırmış gibi görünmüyordu.
Lakin,
- Ooo Hazan hanım! Hoşgeldiniz, derken yüzünde alaycı bir gülümseme peyda olmuştu.

Gözlerim evin açık olan kapısından anlık bir içeriye kayarken Hakan Çınar'a herhangi bir cevap vermedim.
O ise,
- Bakıyorum da davalarıma karışmaya pek bir meraklısınız , demişti.

Sanırım İnci Kadıoğlu'nun cesedinin ormanda bulunduğu günden bahsediyordu.
Gözlerimi gözlerine dikip,
- Hafızanız kötüymüş, dedim. " O benim davamdı . Ve orada bulunmak zorundaydım."
Hakan Çınar hafifçe dişlerini göstererek gülerken,
- Peki şuan? Bu dava sizin davanız mı? Diye sorduğunda,
- Hayır , dedim. " Ama bu davayla alakasız da sayılmam. Sizden önce benim davamdı. Ben vurulduğum için size geçti. Lakin görüyorum ki pek başarıyla yüretemiyorsunuz. Bir kadını korumayı bile becerememişsiniz ".

Hakan Çınar hafifçe gözlerini kısarak yüzüme bakarken gözlerinde bana karşı olan nefreti kendini gösteriyordu. Bende ondan farklı değildim.
- Şuan burada olmanızın kanunen suç olduğunu biliyorsunuz değil mi? Şuan kanunları çiğniyorsunuz ,Dedi sözlerimi es geçerek.
Başımı sallayıp,
- Biliyorum, dedim. " Ama hiçbir zaman kanunlara harfi harfine uyan bir savcı olmadım zaten."
Hakan Çınar kaşlarını havalandırıp başını beni onaylarcasına sallarken,
- Ondan hiç şüphem yok savcım, dediğinde gözlerinde yakaladığım bir ifade bazı şeylerden emin olmamı sağlamıştı. Hakan Çınar odasına yerleştirdiğim vericiden haberdardı. Pek tabii Baran'a yaptıklarımı da biliyor olabilirdi.

Yine de yüzümde tek bir mimik oynatmadan ,
- Cesedi görebilir miyim? Diye sordum kibarlıktan ve rica etmekten uzak bir ses tonuyla.
Hakan Çınar ise birkaç saniye gözlerime bakıp şaşırtıcı bir şekilde,
- Tabii buyrun, dediğinde anlık bir duraksasamda gözlerimi ondan çekip eve girmek için bir hamlede bulunurken Hakan Çınar,
- Savcım, diyerek beni durdurmuş gözlerim tekrar onu bulduğunda ise bana küçük bir not kağıdı uzatmış ve,
- Size , demişti. "Sanırım Baran Bekirhan ve TKÖ'den bir not".

Sesindeki ve gözlerindeki alay , nefret ve kin karışımı bir duyguyla söylediği bu sözlerin ardından kağıdı elinden alıp gözlerine aynı nefretle bakarken ikiye katlanmış olan sarı parşömen kağıdı açtım.

İçinde çirkin bir el yazısıyla;

" The game new beginning" yazıyordu.

Yani "oyun yeni başlıyor".

Okuduğum bu yazıyla dudağım küçümseyici bir edayla sola doğru kıvrılırken başımı kağıttan kaldırıp Hakan Çınar'ın gözlerine baktım. Yüzündeki ve gözlerindeki alaycı ifade hâlâ yerini korurken derince içimi çekip kağıdı avucumda buruşturdum ve,
- Keşke karışımda TKÖ denilen örgütten biri olsaydı, dedim. " Olsaydı da ne kadar gülünç ve aşağılık göründüklerini yüzlerine karşı söyleyebilseydim. Küçük bir parşömen kağıdın üzerine çirkin bir el yazısıyla yazdıkları şu bir satırlık kelimelerle beni korkutabileceklerini düşünmeleri gerçekten zavallıca. Güçleri savunmasız bir kadına yetiyorken bana korkakça gözdağı vermeye çalışıyor oluşları sadece midemi bulandırıyor. "

Başımı "yazık" der gibi sağa sola salladığımda yüzümdeki gülüş yerini iğrenme ifadesine bırakırken Hakan Çınar sinirden dişlerini sıkarak,
- Bence şuan karşınızda TKÖ'den biri olmadığı için şanslısınız savcım. Aksi takdirde cümlenizin sonuna gelemeden ölmüş olurdunuz, demişti.

Bu sözleri yüzümde alaycı bir gülümseme oluştururken gözlerimi gözlerine sabitleyip,
- Neyse ki siz o şerefsizlerin yokluğunu aratmıyorsunuz savcım. Ne güzelde savundunuz onları, dediğimde gözlerim Hakan Çınar'ın yumruk haline getirdiği sağ eline kaymış ardından da elimde buruşturduğum kağıdı gözlerim yeniden gözlerini bulurken ayaklarının dibine atarak eve girmiştim.

Daha önceki gelişlerimden içine aşina olduğum ev bariz bir şekilde kan ve barut kokuyordu. Birbirine karışan bu iki koku midemi bulandırırken çaprazımda duran oturma odasının içinde yerde yatan Dilan'ın siyah saçlarının sarı çiçekleri olan kırmızı yazmasından, yerdeki eski Osmanlı halısına dağıldığını görmüştüm. Adımlarım anlık bir duraksasa da Dilan'ın cesedini inceleyen beyaz tulum giymiş, elleri eldivenli, yüzlerinde ise tıbbi maske olan adlî tıp çalışanlarına ve Dilan'ın cesedine doğru ilerlemeye devam ettim. Evin diğer odalarında da polisler ve olay yeri inceleme ekipleri vardı ki birbirleriyle olan konuşma seslerini duyabiliyordum.

Oturma odasının kapısında durduğumda Dilan'ın başından halıya bulaşan kanı, Dilan'ın tavana dikilmiş olan açık gözlerini, biri yerde diğeri karının üzerinde olan kollarını ve birbirinin üzerine düşmüş olan bacaklarını görmüştüm. Üzerinde uzun beyaz bir gecelik ve sarımtırak bir rengi olan örme yeleği vardı. Tüm bu hâl içerisinde başındaki sarı çiçekli kırmızı yazma bütünlükle tezatlık oluştururken Dilan'ın sabah saatlerinde öldürüldüğü bariz bir şekilde ortadaydı.

"Belki de ben evimde şarkılı türkülü yemek yaparken, Fırat'la sarılıp öpüşürken öldürülmüştü."

Gözlerim hafiften dolarken yutkunup Dilan'ın bedenini incelemeye başladım. Yüzünde darp izleri vardı. Bulunduğu pozisyonda vurulurken yere düşmüş gibi değilde yere düşünce vurulmuş gibi duruyordu. Ayrıca kollarının bulunduğu hâlde sanki karnını korumaya çalışıyor izlenimi veriyordu.

O sırada gözlerim Dilan'ın bacaklarına ve üzerindeki beyaz geceliğin eteklerine takılırken kan lekeleri görmüştüm. Ve anladığım şeyle anlık bir kanım donarken nefesim kesilir gibi olmuştu.

Dilan hamileydi ve düşük yapmıştı.

Bu mahalleye Ayşe teyzeyle ilk geldiğim gün Dilan'ın "benim çocuğum olmuyor. Bende Zeynep'le avunuyorum" dediğini hatırlıyordum.

O an içimin ezildiğini ilk defa böyle derinden hissederken gözlerim eski, yıpranmış, ahşap kolçakları olan kırmızı bir çekyatın üzerinde iki tane örgü şişi, yumak halindeki sarı bir ip ve şişlerden birinin ucunda az birşey örülmüş bir parçaya takıldı. Yeni başlanmış olan bu örgünün ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum ama eğer Dilan yaşasaydı belki de doğacak olan bebeği için bir yelek , bir kazak, küçücük ayaklarına giydirmeyi hayal ettiği bir patik olacaktı.

Sabahın o saatlerinde , oturma odasında oturmuş bebeği için örgü ördüğüne göre fazlasıyla heyecanlıydı Dilan. Ki koltuğun yanında duran ahşap zigon sehpanın üzerinde devrilmiş bir çay bardağı da vardı. Bu şekilde bakıldığında gece de öldürülmüş olabilirdi lakin kan kokusu bu kadar taze olmasaydı.

Gözlerim iyiden iyiye dolarken içimde o gün Baran'ı öldürmediğim için git gide büyüyen öfke yumruklarımı sıkmama neden olurken son kez odanın içinde gözlerimi gezdirdim.

Odanın içi dağınıktı. Anladığım kadarıyla Dilan ve Baran bir süre boğuşmuş, ardından da Baran Dilan'ı darp etmiş, karnına tekmeler savurmuş, Dilan - belki de kendi için değil ama bebeği için - direnmiş ve sonunda da Baran, kafadaki kuruşun izine bakılırsa, yakın bir mesafeden tek el ateş ederek Dilan'ı... ve bebeğini öldürmüştü.

Lakin anlamadığım Baran'ın bu eve gelirken niyeti Dilan'ı öldürmekse neden direk kafasına sıkmak yerine bir süre Dilan'la boğuşup onu darp etmek yerine kafasına sıkmamıştı? Başta yapması gerekeni neden en son yapmıştı? Ya da buraya gelirken niyeti Dilan'ı öldürmek değil ondan birşey istemekti ve Dilan'da ona itaat etmeyince önce darp edip sonra öldürmüştü.

Peki ama Baran'ın Dilan'dan istediği şey ne olabilirdi?

Derin bir nefes alıp evden çıkmak için hazırlanırken son kez Dilan'ın açık olan gözlerine ve beyaz geceliğine bulaşan kana diğer bir deyişle "masumiyetine ve hayallerine bulanan kötülüğe" bakıp içimden "özür dilerim Dilan" demiş ve intikamını alacağıma dair bu ölü bedene söz vermiştim.

Ardından da bir iki adım gerileyip arkamı dönerek evden çıktım. Hakan Çınar yine aynı yerinde duruyordu. Ona gözlerimi bile değdirmeden yanından geçip arabama doğru ilerlemeye başladığımda,
- Yine ayıp ediyorsunuz savcım. Bir "kolay gelsin, hayırlı işler" demek yok mu? Diyen imalı sesi kulaklarıma dolarken adımlarımı durdurup yarım bir şekilde gökyüzünden süzülen kar taneleri saçlarıma düşerken ona döndüğümde Hakan Çınar birşey hatırlamış gibi,
- Ah pardon. Siz "benim aksime istemediğiniz şeyleri söylemezdiniz" değil mi? Dediğinde ciddi ve sert bir yüz ifadesiyle bir süre gözlerine bakıp ardından da hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp onu geride bırakarak arabama doğru yöneldim. Çok öfkeliydim. Çok sinirliydim. Çok üzgündüm. Kendime kızgındım. İçimde onlarca duyguyla baş etmeye çalışırken ardımda kalan evdeki cansız bedene mahçup ve borçluydum.

Arabamın kapısını açıp binerken kapıyı çekip motoru çalıştırdım. Lakin üşümeme rağmen ısıtıcıyı açmadım bu sefer. En az Dilan kadar üşümek istiyordum.

Arabayı geldiğim yola geri çevirip gaza yüklenirken gözümden süzülen birkaç damla yaşa engel olmadım. Dilan'ın o gözü açık kanlar içindeki hali gözümün önünden gitmiyordu. Yarım kalan örgüsü, devrilen çay bardağı. Kim bilir ne hayallerini işlemişti o örgüye? Kim bilir kaç kez gülümseyen dudaklarını değdirmişti o bardağa? Kim bilir Dilan'la beraber kaç hayalide son nefesini vermişti?

Reva mıydı şimdi bu? Ölüm bu iki cana reva mıydı?

Bilmiyordum. Bildiğim tek şey artık öylece durmayacağımdı. Kanunları çiğneyerek veyahut kanunlara uyarak ilk iş olarak Hakan Çınar'ı denklemden çıkaracaktım. Bu yüzden odama girip delilleri çalan adamı bulmak için harekete geçmeye karar verdim. Eğer o adamı bulup konuşturabilirsem Hakan Çınar'ın aleyhine delil bulabilirdim.

Peki adamı nasıl bulacaktım?

Elimde sadece fotoğrafı ve fotoğrafta üzerine giydiği, çalıştığı kamera sistemleri ve teknolojileri teknik servisinin adının yazılı olduğu yelekten dolayı , çalıştığı firmanın adı vardı.

"Ulaşlar kamera sistemleri ve teknolojileri teknik servisi A.Ş"

Belki firmaya gidip adamı araştırmalıydım. Lakin elimde sadece bir kameradan çıttı alındığı belli olan bir fotoğraf varken gidip "bu adamı tanıyor musunuz ya da bu adamın adı ne?" gibi sorular sorarsan fazla dikkat çekerdim. Savcı olduğumu söyleyip bilgi almaya çalışsam insanlar tedirgin olabilirdi. Ve yine dikkat çekerdim.

Eğer Bora'nın tasarladığı sistem internet altyapısı yüzünden çökmemiş olsaydı sistem üzerinden bilgisayardan yüz analizi yaparak adamın siciline kadar öğrenebilirdim. Bora sistemi iki üç ay içinde buranın internet altyapısının kaldırabileceği şekilde yeniden kodlayacağını söylemiş olsa da buraya geleli bir buçuk aya yakın olmasına rağmen hâlâ bir ses çıkmamıştı. Ki normaldi. Kodlama işi uzun zaman alabiliyordu.

Yine de firmanın olduğu yere gidip etrafı bir kolaçan etmeye karar verdim.

Arabayı bulunduğum yolda sağa çekip telefonumu elime alarak internetten firmanın konumunu buldum. Ardından da tekrar yola koyulacakken telefonum çalmaya başladı. Arayan Fırat'tı .

Derin bir nefes alıp aramayı yanıtlarken "alo" dediğimde,
Fırat'ın,
- Hazan , diyen sesi kulaklarıma dolmuştu ve,
- Efendim? Demiştim.
Fırat ise hafifçe içini çekip,
- Neredesin? Diye sormuştu.

Gözlerim bulunduğum mahalle arasında gezinirken herhangi bir tabela görmediğimden motoru çalıştırıp aracı park ettiğim yerden çıkartırken,
- Araba kullanıyorum, dedim. Çünkü net bir konumum yoktu.
Fırat,
- Ters birşey var mı, iyi misin? Diye sordu.

Bu soruyla beraber hafifçe içimi çektim. Bilmiyordum. İyi miydim değil miydim? Ters birşeyden ziyade hayatımda yolunda giden tek birşey var mıydı? Gerçekten bilmiyordum.
Yine de ,
- Yok , dedim. "İyiyim".
Fırat ise birkaç saniye duraksamış ve,
- Ne zaman döneceksin? Diye sormuştu.

Bunu da bilmiyordum. Firmaya gidip neyle karşılaşacağıma göre değişirdi. Belki bir tesadüf olur adamı görürdüm veyahut kamera sistemine ihtiyacım olduğuna dair bir yalan uydurur, içeriye girer birşeyler öğrenirdim.
- Geç gelebilirim, dedim.
Fırat ise bu cevabımla bu durumdan pek hoşlanmadığını belli eden bir ses tonuyla,
- Neden? Diye sordu.
- Ne, neden Fırat? Dedim. "İşim var."
Fırat telefonun diğer ucunda sıkıntılı bir nefes alıp verirken,
- Ne işi bu , nerede ? Diye sordu.

Fırat'ın bu soruları kafamı karıştırırken kaşlarım hafiften çatılmıştı. Hâlâ yoğun bir şekilde yağan kar yağışı eşliğinde bulunduğum kavşaktan Şırnak merkeze doğru dönerken Fırat'ın neden bana bu kadar sorgulayıcı yaklaştığını anlamıyordum. İşim vardı. Ben bir savcıydım. Ne işim olabilirdi?

Yine de sakin bir ses tonuyla,
- İşimle ilgili bir iş, dedim.

Neden her telefonda konuştuğumuzda aramıza sebebini anlayamadığım bir uzaklık giriyordu?

Fırat'ın hafifçe sıkıntılı iç çekişi kulaklarıma dolarken,
- Tamam, dikkat et , demişti.

Sanki üzerime fazla geldiğini ve bana karşı fazla sorgulayıcı davrandığını anlamış geri çekilmişti. Lakin sesinden bile anlayabiliyordum ki gözünün önünde ya da yakınında olmadığım zaman huzursuz oluyordu. Bu duruma abartı demek istemedim o an. Fırat bu soruşturma bittiğinde elinde sonunda operasyona gidecekti. Ve ben ondan uzakken ya da tehlikede olduğunu bilip hissederken nasıl davranacak , nasıl hayatıma devam edecektim? Bilmiyordum.
Bu yüzden Fırat'a bu konuda anlayış göstermeye çalışırken,
- Ederim, dedim. " Sende dikkat et kendine. Askeriyeye dönerken haber veririm sana".

Fırat yine lakin bu sefer az öncekine nazaran derince içini çekerken,
- Tamam, dedi. "Birşey olursa ara".
- Ararım, görüşürüz, derken telefonu kapatmıştım.

Şırnak şehir merkezinde konumda yazan adrese doğru ilerlerken gözlerim etrafta geziniyordu. Binalar, iş yerleri, marketler , mağazalar derken kar yağışı sebebiyle pek fazla insan yoktu caddelerde.

Bir müddet sonra firmanın bulunduğu caddeye girip arabayı binanın karşısına park edip bir süre binayı inceledim.

Dört katlı bina prestijli bir firmaya benziyordu. Güvenlik kameralarına bakılırsa da iyi korunuyordu. Ki binanın bahçesinin içi dışında dış cephesinde de gayet kaliteli kamerlar vardı.

Önünde bulunan tabelada "ev , iş yeri, bahçe ve her türlü güvenlik sistemi kurulur" yazarken aklıma binaya bir müşteri gibi girme fikri gelmişti.

Bu yüzden arabanın anahtarını alıp kapıyı açarak araçtan indim. Kar taneleri asfalt zemine düşüp erirken sağ taraftan gelen arabanın geçmesini bekleyip , hızlı adımlarla karşı kaldırıma geçtim. Ve firmanın bahçesine girip iki üç basamaklı merdiveni çıktım. O sırada belimdeki silahı hatırlarken kabanımın kumaş kemerini önümde bağlayarak açılan sensörlü kapıdan içeriye girdim.

Gözlerimi etrafta gezdirirken danışmanlıkta duran bir adam gülümseyerek bana doğru gelip,
- Buyrun nasıl yardımcı olabilirim? Diye sordu.

Otuzlu yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim adam uzun boylu ve iyi birine benziyordu.

Hafifçe tebessüm edip,
- Ben evim için bir güvenlik sistemi kurdurmak istiyorum, dediğimde adam,
- Tabii , buyrun diyerek beni önünde iki tane kırmızı deri koltuğun olduğu danışmanlık masasına doğru eliyle yönlendirirken,
- Teşekürler, demiş ve adamın gösterdiği yere doğru ilerlemiştim.

Kırmızı deri koltuklardan birine oturduğumda adam ,
- Birşey içer misiniz? Diye sordu.

Binaya gireni çıkanı görebilmek için burada ne kadar uzun süre kalsam kârdı. Bu yüzden,
- Zahmet olmazsa bir çay alabilirim, dedim.
Adam ise gülümseyip,
- Hemen , derken masanın arkasına geçip telefondan tahminen çay ocağını ararken iki çay söylemiş ve çekmeceden aldığı bir dosyayla da karşıma geçip oturmuştu.

Ardından da yüzüme bakıp,
- Nasıl bir evde oturduğunuzu öğrenebilir miyim? Diye sordu.
- Müstakil, dedim.
Adam başını sallayıp elindeki beyaz kapaklı dosyayı açıp,
- Size üç tane önerebileceğim kamera sistemi var,derken elindeki dosyayı bana doğru döndürerek masaya koymuş işaret parmağıyla gösterdiği güvenlik kamerasını " ilki Aker eufy security ; bu kamera üç yüz altmış derece dönerek etrafı izleyebiliyor. Hareket sensörlü olduğundan eğer evin etrafında bir hareketlilik olursa IP üzerinden size bildirim gönderir. Çözünürlüğü iyidir. " Diyerek tanıtırken bende başımı sallayarak güya adamı dinliyordum.

O sırada çaylarımızı getiren yaşlı bir adam bardakları önümüzdeki ahşap sehpaya koyarken karşımdaki adam çayı getiren adama,
- Sağol Necdet abi, demiş adının Necdet olduğunu öğrendiğim adam da anlık bir bana bakıp tekrar karşımdaki adama dönerken,
- Afiyet olsun Kerem bey, demişti. Ardından da elindeki tepsiyle beraber yanımızdan uzaklaşmıştı.

Adının Kerem olduğunu öğrendiğim adam tekrar bana dönüp sözlerine,
- Evet , nerede kalmıştık? Diyerek devam ederken kendi kendini cevaplandırıp " evet çözünürlüğünü anlatıyordum. Gece karanlıkta yüzde yetmiş civarı çözünürlük sağlar. İç cephe için uygundur ancak genelde bahçede kullanılır." Demişti.

Adam benden bir cevap bekler gibi susunca birşeyler söylemiş olmak için,
- Kablolu mu? Diye sormuştum. " Devre dışı bırakması kolay bir kamera mıdır?"
Kerem denilen adam,
- Kablosuz bir kamera istiyorsanız diğer seçeneklere bakalım, derken,
- Lütfen, dedim.
Adam başını sallayıp dosyada başka bir sayfayı açıp işaret parmağıyla başka bir kamerayı gösterirken,
- S -lınk Swapp SL -EG22 . Wi -fi ile çalışan bir kameradır. Çözünürlük açısından az önce gösterdiğim kameraya nazaran daha iyi bir performans gösterir. Hareket sensörü yok. İç cephe için daha uygun olur. IP üzerinden görüntü kontrolü sağlayabilirsiniz, demiş ve yine benden bir cevap beklercesine susmuştu.

Elimdeki çay bardağından bir yudum alıp,
- 360 derece dönemiyor mu? Diye sormuştum.
Adam hafifçe gülümseyip dosyada başka bir sayfa daha açıp,
- TTEC Wizi pro full HD kamera modeli hem 360 derece dönebiliyor hem de diğer kameralara nazaran adından da anlayabileceğiniz gibi çok daha iyi bir görüntü çözünürlüğüne sahip. Ayrıca Wi -fi özelliği mevcut. İç ve dış cephe için uygun olan farklı modelleri de var. Fiyat performansı olarak diğerlerinden biraz pahalı, demişti.

Başımı sallayıp ne diyeceğimi düşünürken o sırada çaprazımda bulunan merdivenlerden takım elbiseli bir adam inmişti. Otuzlu yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim adam yine tahmin ettiğim üzere buranın patronu olmalı ki yanımıza gelip Kerem denilen adama,
- Kerem , derken adam oturduğu yerden ayaklanmış ve,
- Buyrun Fevzi bey , demişti.
Adının Fevzi olduğunu öğrendiğim adam bana dönüp,
- Hoşgeldiniz, kusura bakmayın, derken Kerem'e dönüp,
- Bir gelsene benimle, demiş ve benden birkaç adım uzaklaşmışlardı.

Lakin ne konuştuklarını duyabiliyordum. Konuşmalarından anladığım kadarıyla burada çalışan Hüseyin diye biri işe gelmemiş ve Fevzi denilen adam Kerem'e hâlâ gelip gelmediğini sormuştu. Kerem gelmediğini söyleyince Fevzi denilen adam hâl ve tavırlarından anladığım kadarıyla sinirlenmiş ardından da Kerem'e insan kaynaklarına Hüseyin denilen adamı kovmaları için talimat vermesini söyleyip tekrar üst katın merdivenlerine yönelmişti.

Zihnimde bu Hüseyin dedikleri adamın benim aradığım adam olup olmadığını sorgularken Kerem denilen adam buraya doğru gelmeye başlamış bende çayımdan bir yudum daha almıştım.
Ardından Kerem,
- Sizi birkaç dakika daha bekletsem sorun olur mu? Diye sormuştu.
Bense,
- Olmaz , işinizi halledin lütfen, demiştim.
Adam gülümseyip,
- Anlayışınız için sağolun, derken masanın arkasına geçip şirket telefonunu eline alarak sanırım insan kaynaklarını aramış ve ,
- İyi günler Ayça hanım, demiş karşı taraftan aldığı cevaptan sonrada,
- Hüseyin Kırca'nın çıkış işlemlerini yapın lütfen, diyerek telefonu kapatıp yerine koymuştu.

Ardından da tekrar karşıma geçip oturduğunda,
- Kusura bakmayın, demiş,
Bende,
- Sorun değil, dediğimde adam,
- Karar verebildiniz mi? Diye sormuştu.
Hafifçe yutkunup,
- Son gösterdiğiniz model aklıma yattı biraz. Ama yine de bilemedim. Bir ara tekrar uğrayıp size fikrimi bildirsem sizi boşuna oyalamış olur muyum? Dedim.
Adam gülümseyip,
- Estağfurullah. Müşteri ne derse bizde o olur, dediğinde bende gülümseyip,
- Teşekürler, demiş ve yerimden doğrulmuştum.
Adama elimi uzatıp,
- İyi günler. Yardımınız ve çay içinde teşekkür ederim tekrar , dedim.
Adam da elimi sıkıp,
- Rica ederim, görevim, demiş ve bana iyi günler dilediğinde bende çıkışa doğru yönelmiştim.

Binadan çıkacağım sırada da beklediğim tesadüfle karşı karşıya gelmiştim. Kamerada gördüğüm adam yanımdan geçerek binaya girdiğinde gözlerim adamın üzerindeydi. Hafifçe omzumun üzerinden arkama doğru dönüp adamı izlediğimde Kerem denilen adamın çatık kaşlarıyla bu adama baktığını fark etmiştim.

Sanırım bahsettikleri Hüseyin buydu. Yine de orada öylece durarak dikkat çekmek istemediğimden binadan çıkıp arabama doğru ilerledim.

Karşı kaldırıma geçip arabama bindiğimde ise benden iki dakika sonra da o adam bir hışımla binadan çıktı. Kovulduğunu öğrenmiş olmalıydı. Ardından da binanın önüne park ettiği "73 HK 322" plakalı beyaz , eski ve yer yer paslanmış olan Tofaş'a binip yola koyuldu.

Bende motoru çalıştırıp adamın peşine takıldım. Adamı bulmanın bu kadar kolay olması işime gelirken şimdilik niyetim sadece adamın yaşadığı veyahut girip çıktığı yerleri öğrenmekti.

Belirli bir mesafeden aracı takip ederken bir süre sonra şehir merkezinden uzaklaşmış derme çatma evlerin bulunduğu mahallelerden ve sokaklardan geçmeye başlamıştık.

Tek bir yol olduğu ve hareket halinde sadece iki araç olduğundan buralarda ilerlerken takip mesafesini biraz daha açmış adamın beni fark etme olasılığını düşürmeye çalışmıştım.

Bir müddet sonra da beyaz Tofaş egzoz sesi çıkara çıkara bir çöp konteyneri olan sokağın köşesinden dönerek beyaz badanalı eski bir evin önünde durdu.

Adam arabadan inip eve doğru ilerlerken arabamı evin on onbeş metre gerisinde evin olduğu sokağa dönen kaldırımın önüne park ettim. Belki de burada durmalıydım lakin içimden bir ses daha ileri gitmem gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden hafifçe içimi çekip arabanın anahtarını alarak araçtan indim.

Etrafı kolaçan ederek sulu bir hâl alan kar taneleri saçlarıma düşerken kaldırımda yürümeye başladım. Mahallede keskin bir kömür kokusu hakimdi. Evlerin bacalarından gökyüzüne doğru uzanan duman dalgaları göze çarpıyordu. Kaldırımların köşesinde eski model arabalar vardı.

Yavaş ve temkinli adımlarla evin önüne vardığımda ilk dikkatimi çeken şey evden gelen bağrış çağrış sesleri olurken kaşlarım hafiften çatılmıştı. Ne yapmam gerektiğini düşünürken evin duvarının pencereye yakın olan köşesine geçip sesleri dinlemeye başladım.

Hüseyin denilen adam,
- Bıktım lan hepinizden, diye bağırırken evin içinden boğuk boğuk ağlama sesleri geliyordu. " Hiçbir işe yaramayan bir kız doğurdun başıma!! Ne okulu biter ne birşeyi!!! Bir erkek evlat istedik onu da özürlü doğurdun!!! Birde sizi çamış gibi besliyorum burada!!! Ya bu kızı dediğim adama satarız ya da hepinizi kapının önüne koyarım!!! Ne bok yiyorsanız yersiniz ondan sonra!!!!"

Duyduğum bu sözlerle kaşlarım iyice çatılırken bugün buradan sadece adamın yaşadığı yeri öğrenerek gidemeyeceğimi anlamıştım. Bu yüzden kulağım hâlâ evin içinden gelen seslerdeyken cebimden çıkardığım telefondan VASÖ'nün buraya bana yardımcı olsunlar diye gönderdiği iki askere mesajla konum bildirmiştim. Askeriye şuan soruşturma altında olduğu için göreve başlayamamış olduklarından boştalardı.

Telefonu sessize alıp cebime geri koyarken evin içinden " Hüseyin yapma... Mine daha çocuk... Onbeş yaşındaki kız ne anlar evlilikten. Senin hiç insafın yok mu?" Diyerek ağlayan tanıdık bir kadın sesi doldu kulağıma.

Zihnimde bu sesi döndürürken Hüseyin şerefsizinin "ne varmış lan anlamayacak?! Seni onaltı yaşında kakalamadılar mı bana?!! Bir eksik bir fazla ne fark eder?!" Diyen sesi evi inletirken kulağıma iki tane kızın konuşma sesleri dolmuş ve ben başımı yola doğru çevirmiştim.

Üzerinde lise formasıyla buraya doğru gelen iki kız yol ayrımında ayrılmış siyah saçları örgülü olan kız buraya doğru gelmeye başlamıştı. Kızın bu evde oturduğunu anladığımda kendimi geriye doğru çektim ki zaten kapıdan fazlasıyla uzak bir konumda kaldığımdan beni fark etmesi zordu.

Evdeki bağrış çağrış ve ağlama sesleri hâlâ devam ederken kız evin önüne gelip mavi renkteki sarı camlara sahip olan demir kapının önünde durdu. Sağında yumruk yaptığı eliyle kapıyı çalmak yerine başını önüne eğip bir müddet , yağan karın, esen soğuk rüzgarın altında öylece bekledi.

Evdeki sesleri onunda duyduğunun farkındaydım. Ve o eve girmek istemediğininde. Sanırım az önceki tanıdık kadın sesinin bahsettiği Mine bu kızdı.

Bir an o kızın yerinde onbeş yaşındaki Hazan'ı görür gibi oldum. Bende bu yaşlarda eve girmekten imtina ederdim. Lakin benim ki Mine'nin aksine gürültüden değil sessizliktendi. Koca bir kasvetin, sığ bir sessizliğin, önü alınamaz bir yalnızlığın her odasında kol gezdiği sözde "evime" girmek istemezdim.

O kapının önünde öylece birkaç dakika dikilir hayatımı sorgulardım. "Neden diğer arkadaşlarım gibi benimde güzel ve sıradan bir ailem yok?" Hayatıma dair en çok sorduğum sorulardan biriydi. Belki de şuan Mine'nin de zihninden bu soru geçiyordu.

Ardından da "neden diğer insanlar gibi benimde beni seven bir annem yok?" Sorusu kendini gösterirdi o zamanlar zihnimde. Belki şuan Mine'de aynı soruyu babası için kendi kendine soruyordu.

Üzgünüm Mine... Bir çocuk kaç yaşında olursa olsun bu gibi soruların cevabını bulamıyor. Ve inan bana o kapının önünde öylece beklemek olacak olan hiçbir şeyi geciktirse dahi hafifletmiyor. Kaç yaşına gelirsen gel çocukluğunda yaşadığın her acıyı, her hüznü , her hayal kırıklığını sanki bugün yaşamışsın gibi hatırlıyorsun. Hani anneler der ya "çocuklarımız kaç yaşına gelirse gelsin bizim gözümüzde hep çocuk kalırlar" diye. Kimse farkında değil belki ama çocuklarda söz konusu aileleri olunca kaç yaşına gelirlerse gelsinler hep çocuk kalıyorlar. Aksi olsaydı ben bu yaşımda hâlâ anneme kırılmaz, babamı bu denli özlemezdim.

Kızın bu halinin zihnimde canlandırdıkları gözlerimi buğulandırırken kıza ayrı kendime ayrı üzüldüm. Ve sonunda kızın kendinde kapıyı çalma cesaretini bulmasıyla hafifçe içimi çekip beklemeye devam ettim.

Bir iki saniye sonra kapı açılırken gördüğüm sima bana tanıdık gelen sesin kime ait olduğunu gözler önüne sermişti. Kapıyı açan dün sabah adliyenin önünde yardım ettiğim Emine hanımdan başkası değildi.

Bu tesadüf beni anlık bir afallatırken kadının yüzündeki darp izlerinin dün sabahkine nazaran fazla olduğunu fark etmiştim.

Emine hanım kızı içeriye alırken birden kızın saçlarına yapışan bir erkek eli ardından Mine'nin içeriye doğru sert bir şekilde çekilmesi olduğum yerde durmak için kendimi zorlamama neden olmuştu.

Demir kapı sert bir şekilde kapanırken evin içinden Hüseyin denilen adamın "neredesin kız sen bu saate kadar?!! Okulda oğlanlarla mı fingirdiyon lan sen?!!" Diye bağıran sesi ve bir tokat sesinin ardından Mine'nin ağlayışları duyuldu.

Bu seslere Emine hanımın "Hüseyin yapma! Bana vur kızıma dokunma!" Diyen feryatları yükselirken bir yandan da yakınımda bulunan pencerenin bulunduğu odadan "anne!" Diyerek ağlayan bir erkek çocuğunun sesi kulaklarıma doluyordu.

Ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Acaba kapıyı çalıp olaya müdahale mi etmeliydim? Yoksa VASÖ'den gelecek askerleri mi beklemeliydim?

Derin bir nefes aldım. Öylece duramazdım. Bu yüzden duvarın dibinden çıkıp kapıya doğru ilerlemeye başladığımda Hüseyin denilen adamın "siz durun. Zaten haber verdim adama . Gelip alacak bu oruspu kızını başımdan" diyen sesi kulaklarıma dolarken midem bulandı. Bir baba nasıl kızına böyle bir yakıştırma yapabilirdi?

Mine'nin "anne birşey yap... ben kötü birşey yapmadım..." Diyerek ağlayan sesi kulaklarıma dolduğunda sert bir şekilde demir kapıyı iki kere çaldım. Adamın içeriden "bak geldiler bile. " Diyen sesi duyulurken hafifçe alayla güldüm.

"Yanlış alarm"

Demir kapı ses çıkartarak açılırken karşımda Hüseyin denilen adam vardı. Beni görünce kaşları çatılmış ve,
- Kimsin? Diye sormuştu.
Adamın yüzünü birkaç saniye incelediğimde Emine hanımda kapıda gözleri yaşlı ve yüzü yara bere içindeyken belirmişti. Beni görünce nemli gözlerindeki şaşkınlık bariz bir şekilde kendini gösterirken,
- Sa... savcım, dedi kekeleyerek.

Adamın gözleri de şaşkınlıkla açılırken ben ise ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Emine hanımın tanıdığı savcı olarak mı devam etmeliydim yoksa Hüseyin denilen şerefsizin peşinde olan savcı olarak mı?

O sırada Emine hanım,
- Ne işiniz var burada? Yani neden geldiniz? Diye sorduğunda nasıl devam edeceğime karar vermiş ve,
- Sizinle bir işim yok Emine hanım. Derdim kocanızla, demiştim. Her ne kadar Emine hanıma hitaben konuşuyor olsam da gözlerim kırklı yaşlarının sonlarında olan , saçları beyazlamaya yüz tutmuş, yüzündeki kırışıklıklar kendini gösterirken gözlerinden dahi kötü biri olduğunu anlayabileceğiniz adamın üzerindeydi.

Adamın gür kırlaşmış kaşlarının çevrelediği kahverengi gözlerinde korkuyu anbean görürken adam birden Emine hanımı itip evin içine doğru koşmaya başladı. Ne için burada olduğumu ve kim olduğumu anlamış olmalıydı. Şimdide muhtemelen pencerelerden birinden atlayarak kaçmayı planlıyordu.

Bu yüzden hızla evin arka cephesine doğru koştum. Yan yana dizilmiş üç pencere görüş alanıma girerken bana en uzak olan pencere açılmış ve adam çömelir gibi pencerenin pervazından kendini yaklaşık bir metrelik duvardan bırakmıştı. Bense belimdeki silahı çıkarıp adama doğru uzattım. Adam birkaç adım koşmaya başlamışken,
- Kal olduğun yerde! Dedim. "Yoksa sıkarım kafana".

Adam olduğu yerde yavaşlarken usulca arkasını dönmüştü. Bense elimdeki silahı aşağı indirmeden bana korku dolu gözlerle bakan adama doğru ilerledim.
Ve hafifçe alayla gülerken ,
- Noldu? Dedim yüzümdeki alay sesime de yansırken. "Az önce evin içinde karına, kızına efeleniyordun. Bağırıp çağırıyordun. Nerede lan şimdi o erkekliğin? "

İyice adamın dibine girmiş elimdeki silahı şakağına dayamıştım. Adam korkuyla gerilerken arkasındaki rutubetli duvara yaslanmış ürkek gözlerle yüzüme bakıyordu.

" Be...ben bi... birşey yapmadım"

Olumsuz anlamda başımı sağa sola sallayıp,
- Keşke şunu kaçmadan önce söyleseydin. Belki inanırdım, dedim.

Adam gözlerini şakağına dayadığım silaha doğru kaldırırken,
- Ne yapacaksınız ba...bana? Diye sordu.
Alayla gülüp adama iyice yaklaşırken,
- Süpriz, dedim.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Buraya gelirken niyetim sadece adamı konuşturmaktı. Ama az önce olanları görüp duyduktan sonra bu şerefsiz bir cezayı hak etmişti. Özellikle de bu cezayı bir kadının elinden çekmeyi hak etmişti.

Adamın şakağından silahı çekip,
- Yürü, dedim baskın ve sert bir ses tonuyla.
Adam birkaç saniye yüzüme baktığında,
- Özürlü müsün? Dedim. "Yürüsene!"

Az önce oğluna "özürlü" diye bağırıyordu. Hiçbir engel sağlıklı olduğunu iddia eden bir insanın zihniyetindeki kötülük kadar özürlü yapamazdı bir insanı.

Adam başını sallayıp yürümeye başladığında elimdeki silah hâlâ adama doğrultulmuş bir vaziyetteydi. Evin arka cephesinden önüne geldiğimizde Emine hanım kapıdaydı.

Adamı kapıya doğru yönlendirip Emine hanıma,
- Girebilir miyim? Diye sordum.
Emine hanım bir bana, bir kocasına birde elimdeki silaha bakarken,
- Sakin olun lütfen. Korkmayın, dedim.
Kadın gözlerime bakıp başını aşağı yukarı sallarken geri çekilip bize yol verdi. Ayağımdaki botları topuklarına basarak çıkrtıp adamla beraber içeriye girdim. Kadın kapıyı kapatırken ara salonun ortasında yere çökmüş elleri saçlarında ileri geri sallanarak ağlayan Mine'yi gördüm.

Namlunun ucundaki adamı yan tarafımızda bulunan odanın ortasına doğru itip ,
- Geç içeri, dedim.
Adam içeriye doğru geçerken tekrar Mine'ye dönmüştüm. Kızda hafifçe yerden kaldırdığı ürkek ve yaşlı gözleriyle bana bakıyordu. Dudağının kenarından akan kanda o an dikkatimi çekmişti.

Kıza doğru yavaş adımlarla ilerleyip önünde diz çöktüğümde,
- İyi misin? Diye sordum.
Kız bir süre kahverenginin koyu tonlarındaki yaşlı gözleriyle yüzüme bakıp sustu. Ona hafifçe gülümseyip elimi uzatırken doğruldum.
"Kalk hadi" dedim.
Sanki yıllar önceki Hazan'a el uzatıyormuşum gibi hissediyordum. Annemden yediğim tokat sonucu dudağımın kenarından akan kanla odamın ortasında yere çökmüş ağlarken astım atağı geçiren Hazan'a el uzatıyordum sanki.

Kız bir elime bir gözlerime bakarken gözleri elimdeki silaha kaydı. Korktuğunu fark ettiğimde "korkma" dedim. " Savcıyım".

Mine yüzüme rahatlamış gibi bakarken "gel hadi" dedim.
Kız elimi tutup doğrulduğunda ardımda kalan Emine hanıma dönüp,
- Sizde gelin, dedim ve adamın bulunduğu oturma odasına girdim.

Adam odanın ortasında öylece dururken Emine hanım ve Mine'ye,
- Oturun, dedim.
Biraz tereddüt edip yan yana kahverengi tonlarındaki koltuğa oturduklarında gözlerim karşı çekyatta yatan tahmini on yaşlarında kara yağız bir oğlan çocuğunu buldu. Az önce ağlarken duyduğum erkek çocuğu bu olmalıydı. Gözleri hâlâ nemli bana sorgulayıcı gözlerle bakıyordu.

Ona hafifçe gülümseyip adama döndüm ve ,
- Çıkar telefonunu, dedim.
Adam tedirgin gözlerle yüzüme bakarken,
- Çıkar lan telefonunu! Diyerek sesimi yükselttiğimde cebindeki telefonu telaşla çıkarırken bana uzattı.

" Kızını satmak için buraya çağırdığın adam kimse ara gelmesin. Vazgeçtiğini, bu işin ne bugün ne de bundan sonra olmayacağını söyle" dedim sert ve baskın bir sesle.

Adam hafifçe yutkunup öylece yüzüme bakarken üzerine doğru sinirle birkaç adım atıp boğazına yapıştım.
" Arasana lan!!" Diyerek sesimi yükselttiğimde adamın başı geriye doğru düşmüş nefes alışı boğazına uyguladığım baskı yüzünden zorlaşmaya başlamıştı.

Adam,
-Ta...tamam, derken sert bir şekilde geriye doğru ittirdiğimde sırt üstü yere düşmüştü.
"Hadi" dedim adama tepeden bakarken.
Emine hanım, Mine ve hasta olan çocukta olanı biteni öylece izliyordu.

Hüseyin yere düşerken düşürdüğü telefonu eline alıp tuşlarına basarak kulağına götürmüştü. Birkaç çalıştan sonra açılan telefondan gür , kaba bir erkek sesi "ne var lan?! Geleceğiz dedik ya!" Derken Hüseyin'in derince yutkunduğunu gördüm. Mine'yi vermeye çalıştığı adam her kimse Hüseyin ondan fazlasıyla korkuyordu. Ki bildiğim kadarıyla Hüseyin gibi şeref yoksunu insanlar ancak kendilerinden güçlü insanlardan korkarlardı. Bu adam da her kimse güçlü ve tehlikeli biri olmalıydı. Bu da demekti ki eğer bu adam Mine'ye kafayı takmışsa Hüseyin'i pek dinlemeyecek ve bildiğini okuyacaktı.

O zaman Emine hanım ve Mine'ye farklı bir güvence lazımdı. Bu yüzden buradan gitmeden kapıya VASÖ'den gelen askerlerden birini diker sonrasında da bu adam her kimse bir şekilde adalete teslim ederdim.

Hüseyin ikinci kez derince yutkunurken,
- Be...beyim bugün pek müsait değiliz de . Kızı almak için so...sonra gelseniz. Olur mu acaba? Demişti.

İstediğim bu değildi lakin ne Hüseyin'de istediğim şeyi söyleyecek cesaret vardı nede konuştuğu adamda bunu anlayacak zihniyet. Şimdilik bu kadarı da yeterdi. En azından adamı alıp bu evden götürdükten sonra bir süreliğine de olsa Emine hanım ve Mine'nin güvende olduğundan emin olurdum. Ne kadar olursa.

Telefonun diğer ucundaki kaba ses "sen beni oyalıyor musun lan?!! " Diyerek gürlerken Mine'nin hıçkırık sesi kulaklarıma dolmuştu. Gözlerim onu bulurken yanına gidip elimi omzuna koydum ve güven vermek ister gibi gözlerine baktım. Güvensindi bana. Ne bir savcı olarak ne bir VASÖ ajanı olarak ne de bir insan, bir kadın olarak onu böylesine iğrenç bir durumun içinde öylece bırakıp arkamı dönüp gitmezdim.

Hüseyin telefondaki adama,
- Olur mu İbrahim bey? Ne oyalaması? Sadece bugün müsait değiliz. Belki yarın...derken korkuyla bana bakmıştı.

Bense zihnimden geçenlerle Hüseyin'e "yarın akşam yedide gelsin" dedim.
Hüseyin hafifçe yutkunup " müsaitseniz yarın akşam yedide gelin" derken Mine gerilmiş, Emine hanım ise şaşkın gözlerle yüzüme bakıyordu.

Sakin olsunlardı. Yarın Hüseyin'in Mine'yi vermeye çalıştığı şerefsiz kimse sonsuza dek kurtulacaklardı.

Karşı taraf bu teklifi kabul etmiş olacak ki Hüseyin "tamam . İyi günler İbrahim bey" diyerek telefonu kapattı ve bana döndü. Emine hanım ve Mine'de bana bakarken onlara dönüp,
- Sakin olun, dedim. "Kızınızı o şerefsize vermeyeceğiz. Sadece adamı tuzağa düşürüp adalete teslim edeceğim. "

Emine hanım ve Mine yüzüme minnetle bakarken onlara hafifçe gülümsedim. O sırada da cebimdeki telefon titremeye başlamıştı. Telefonu cebimden çıkardığımda arayan VASÖ ajanı askerlerdi. Aramayı yanıtladığımda "gönderdiğin adrese geldik Asena" diyen bir erkek sesi kulaklarıma doldu.

"Tamam, bekleyin" dedim ve telefonu kapatıp birkaç adım ileride duran ahşap yemek masasındaki kağıt kaleme doğru ilerleyip kağıda numaramı yazıp Emine hanıma uzattım.

"Herhangi bir sorun olduğunda beni arayın. Yarın akşam burada olacağım zaten. "

Emine hanım elimdeki kağıdı alıp beni başıyla onaylarken "Allah razı olsun kızım senden" dedi. Gülümseyip "sizden de" derken Hüseyin denilen adama dönüp elimdeki silahı belime takarken adamın elindeki telefonu da alıp "kalk lan ayağa" dedim. Adam bu sefer ikiletmeden doğrulurken "yürü"dedim adamı kolundan tutup kapıya doğru yönlendirirken.

Adam zorluk çıkarmadan yürürken dış kapıyı açtım. Evin kapısında duran siyah Ford 'unda kapıları açılırken iki tane uzun boylu, siyah giyimli, tahmini otuzlu yaşlarında iki adam buraya doğru gelmeye başladı. Karşımda durduklarında kolundan tuttuğum adamı onlara doğru ittirip "alın bunu" dedim.

Adamlardan yeşil gözlü olanı Hüseyin'i tutarken botlarımı giyip evden çıktığımda Emine hanımın "kızım" diyen sesiyle ardıma döndüm. " Efendim Emine teyze?" Dedim. Emine hanım bana , kocasına ve arkamda duran adamlara bakarken " ne yapacaksın ona? " Diye sordu.

Gülümseyip "neyi hak ediyorsa onu. Siz merak etmeyin, korkmayın da. Yalnız bir ricam var. Bugün burada yaşananlar aramızda kalırsa sevinirim" dedim. Emine hanım tebessüm edip elimi tutarken "merak etme kızım" dedi.

Gülümsedim ve "iyi günler" diyerek Emine teyzeyi ardımda bırakıp VASÖ askerlerine döndüm. Hüseyin korkuyla bana bakarken Emine teyze kapıyı kapatıp eve girmişti.

"Biriniz burada kalıp evin kapısında nöbet tutacak. Diğeri de benimle geliyor."

Hüseyin'i tutan, adının Anıl olduğunu Cihan abinin gönderdiği maillerden bildiğim yeşil gözlü adam "ben sizinle gelirim" derken diğeri de başıyla onaylamıştı.

Bende "tamam" diyerek yürümeye başladığımda Anıl Hüseyin'le birlikte benimle gelirken Emir'de geldikleri araca binmişti.

Arabamın yanına geldiğimizde kapıları açtım. Anıl Hüseyin'i arka koltuğa karga tulumba otuttururken kendiside ön koltuğa geçmiş bende şoför koltuğuna yerleşmiştim.

Şimdiki sorun ise nereye gideceğimizdi. Bilmiyordum. Bu olanların hiçbiri bugünkü planımda yoktu. Yine de motoru çalıştırıp arabayı park ettiğim yerden çıkarırken yola koyuldum.

Bir süre derme çatma evlerin olduğu bu mahalleden çıkarken sessiz bir yolculuk geçirdik. Arada bir dikiz aynasından arka koltuktaki Hüseyin denilen şerefsizin, korku ve tedirginlik dolu gözleriyle gözlerim kesişiyordu.

Hemen yan koltuğumda oturan Anıl ise sessizdi.

Derin bir nefes alıp şehir merkezinden çıkarken bu herifi nereye götüreceğimi düşünmeye başladım. Daha önce Kim Chin'le Baran'ı kaçırıp götürdüğümüz dağ evine gitsek çok uzaktı. Ayrıca ormanlık toprak bir yol olduğu için pek kullanılmadığından kar seviyesinin ne kadar olduğunu bilmiyordum ve yol kapalı olabilirdi.

Bu yüzden otoyolda ilerlerken Anıl'a hitaben,
- Buralarda bildiğin kullanılmayan depo gibi bir yer var mı? Diye sordum.
Anıl bana dönerken,
- Yok ama buluruz, derken başımı salladım.

Anıl elindeki telefonda birşeyler yaparken birkaç dakika sonra ,
- Buldum, dedi.

Ve adresi söylediğinde aracı o yöne çevirip,
- Boş olduğuna eminsin dimi ? Diye sordum.
Anıl,
- Eminim, derken başımı sallayıp onu onaylarken arabayı sürmeye devam ettim.

                                *****

Bir müddet sonra şehirden oldukça uzak eski bir deponun önüne aracı park ettiğimde bulunduğumuz bölgede kimse yoktu. Yoldan ne bir araba geçiyor ne de etrafta herhangi bir yaşam belirtisi kendini gösteriyordu. Ne bir ev vardı ne de barınma ihtiyacını karşılayacak herhangi bir yapı.

Tek bir ağacın dahi olmadığı bu yerde arabadan Anıl'la beraber indik. Hüseyin ise etrafa korku dolu gözlerle bakarken tedirgindi.

Anıl arka koltuğun kapısını açıp Hüseyin'i araçtan indirirken bulunduğumuz bu yerin çok soğuk ve ıssız olması beni huzursuz etmişti. Karnımdaki yarada iyice sızlamaya başladığında bir elimi yaranın üzerine koyup bileğimdeki saatte baktım.

15 : 45

Askeriyeden ayrılalı baya olmuştu. Anıl adamı kolundan tutup depoya doğru ilerlerken bende karlı ve toprak yolda peşlerinden ilerlemeye başladım.

Anıl deponun zincirlerle bağlanmış kapısını açarken uzaklarda gelen bazı hayvan sesleri kulaklarıma dolmuştu.

Açılan büyük ve paslı demir kapı gıcırtılı sesler çıkartırken deponun içine girdik. İçerisi yoğun bir şekilde benzin kokuyordu. Sanırım eskiden yakıt deposu olarak kullanılmıştı. Etrafta mavi renkte büyük variller vardı ve üzerlerinde " tehlikeli madde" işareti bulunuyordu. Tavanı oldukça yüksek ve delikti. Ki deponun beton zemininde yer yer su birikintileri vardı.

Etrafta sağa sola atılmış kablolar , hortumlar, kalas parçaları, ip ve ahşap sandalyeler vardı. Elektrik yoktu. Üstelik çokta soğuktu.

Benzinin yoğun kokusu nefes alış verişlerimi sıklaştırırken midem bulanmaya başlamıştı. Yaramda nedense çok sızlıyordu.

Cebimdeki astım ilacını çıkarıp ağzıma birkaç kez sıkarken Anıl ise yere devrilmiş olan sandalyelerden birini kaldırıp Hüseyin'i otutturdu. Ardından bana dönüp,
- Bağlayayım mı? Diye sordu.
Astım ilacını cebime koyup,
- Bağla, dedim.

Anıl yerdeki iplerden birini alıp Hüseyin'in kollarını arkasında bağlarken Hüseyin çırpınmaya başlamıştı.

"Bırakın beni...ne yapacaksınız bana?"

Adamın sesi depoda yankılanırken karşısına geçip tehditkâr bir şekilde bakan gözlerimi, korku ve tedirginlik dolu gözlerine dikerken,
- Sana soracağım sorulara doğru düzgün cevap verip , dediklerimi yapar, bize fazla zorluk çıkarmazsan fazla da canın yanmaz. Ama yok yalan söyleyip canımı sıkarsan canını yakarım, dedim.

Adam korkuyla derince yutkunurken ağzından laf almanın kolay olacağının bilincindeydim. Fazla korkak biriydi. Lakin şuanlık adamı sorguya çekmek için vaktim yoktu. Akşam Oğuz'lar 20.30'da bana geleceklerdi. Ayrıca Kim Chin'i askeriyeden almam gerekiyordu. Buradan şehire ulaşmam bir buçuk saati bulurken biraz hız yaparsam iki buçuk saatte se askeriyeye varırdım. Eve ulaşmakta bir saatimi alsa yedi de evde olurdum. Geriye bir buçuk saat kalıyordu ki bu zaman dilimi de hazırlık yapmak için yeterli olurdu.

Anıl adamı bağlayıp yanıma gelirken çıkışa doğru yöneldim. Kapının önünde durup Anıl'a döndüğümde,
- Bu gece burada kalman gerekiyor, dedim.
Anıl başını sallayarak beni onaylarken "elektrik ve su yok. Çok soğuk kalabilir misin? " Diye sordum.
Anıl,
- Kalırım sorun yok, derken gözlerimi deponun içinde ve etrafta gezdirip "İnşallah olmaz" dedim.
Ve tekrar Anıl'a dönüp,
- Burada telefonda çekmez. Akşam yanına birini yollarım. Yemek ve ısınmak için birşeyler getirir, merak etme, dedim.
Anıl başını sallarken,
- Benim şimdi gitmem gerekiyor. Silahın var mı? Diye sordum.
Anıl üzerindeki siyah uzun kabanı geriye doğru çekip belindeki VASÖ'nün özel tasarım silahını gösterirken başımı sallayıp "dikkat et" dedim. Anıl ise " ederim. Siz de dikkatli olun. Yollar biraz tehlikeli" derken onu başımla onaylayıp arabama doğru ilerlemeye başladım.

Arabama bindiğimde fazlasıyla üşümüştüm. Karnımdaki yaranın ise neden bu kadar sızladığını bir türlü anlayamazken ısıtıcıyı açıp son kez Anıl'a ve depoya bakıp yola koyuldum.

Yol gerçekten de ıssız ve tehlikeli duruyordu. Cebimdeki telefonu çıkartıp ekranını açtığımda telefonum tahmin ettiğim gibi çekmediğini gördüm. İçimden "İnşallah Fırat aramamıştır" diye geçirirken hızımı biraz artırdım.

                                *****

Yaklaşık bir buçuk saattin sonunda ıssız yoldan çıkmış ve otoyola ulaşmıştım. Kar yağışı hâlâ devam ederken arabamın benzin libresi fazlasıyla düşmüştü. Askeriyeye dönen toprak yolun güzargahında bir benzinlik mevcuttu. Oraya kadar idare edebilirdim.

Bu yüzden hiç hız kesmeden arabayı sürmeye devam ederken telefonuma art arda gelen bildirim sesleri gözlerimin anlık bir telefonumu bulmasına neden oldu. Ekranda Fırat'tan otuz dört arama olduğunu gördüğümde ise hem biraz şaşırmış hem de tedirgin olmuştum. Telefonun çekmediğini anlamış olmalıydı. Pek tabii adliyede olmadığımı da. Ki zaten adliyede olduğuma dair birşey söylememiştim. Lakin adliyede olduğumu düşündüğüne emindim.

Otoyolda askeriyeye giden kavşaktan dönerken telefonum yine çalmaya başladı. Fırat arıyordu.

Derin bir nefes alıp aramayı yanıtlarken Fırat'ın endişeli bir ses tonuyla "Hazan" diyen sesi kulaklarıma dolmuştu.
- Efendim? Dedim.
Telefonun diğer ucundan arabanın motor sesi duyulurken Fırat'ın araba kullandığını anlamıştım. Bana ulaşamayınca aramaya mı çıkmıştı?

Fırat sesimi duyunca bir iki saniye duraksamış derince içini çekmiş ve "nerdesin sen? İyi misin?" Diye sormuştu hafif bir sertlik barındıran sesiyle. "İyiyim. Askeriyeye gidiyorum" dedim usulca.

Fırat ise,
- Neredeydin şimdiye kadar ? Diye sordu. "Niye çekmiyordu bu telefon?"

Sesi git gide sertleşirken bu sorusuna verebilecek bir cevabım yoktu. Telefonu yanlışlıkla uçak moduna aldığımı söylesem inanır mıydı? Yalan söylemek istemiyordum bu yüzden,
- İş için bir yere gitmem gerekti, dedim. "telefonun çekmediği bir yerdi."

Bu söylediğim ne tam olarak doğruydu ne de tam olarak yanlış. Umarım daha fazla irdelemezdi.

Fırat sert bir nefesi alıp verirken,
- Çok mu zordu arayıp " telefonun çekmediği bir yere gideceğim Fırat merak etme" demek?! Ne hale geldim burda haberin var mı?! , Dediğinde kendimi kötü hissederken,
- Gideceğim yerde telefonun çekmeyeceğini düşünemedim. Özür dilerim, dedim üzgün bir ses tonuyla.
Fırat ise hafifçe içini çekip,
- Nerdesin sen şimdi? Diye sordu.

Benzinliğe girmek üzereydim.
" Askeriyeye dönen yoldaki benzinlikteyim" dedim. Fırat "Tamam bekle beni orda. On dakikaya geliyorum" dediğinde itiraz etmek için "Fırat akşam evde mi konuşsak?" Dedim . "Oğuz 'lar gelecek biliyorsun. Bir an önce eve geçmem lazım. "

Fırat sert bir nefesi alıp verirken "sana bekle orda geliyorum"dedim "lafımı ikiletme" dedi baskın ve emredici bir sesle.

Ne kadar itiraz edersem edeyim dinlemeyecekti. Bu yüzden "peki" dedim usulca bu durumu kabullenerek.

Fırat telefonu kapatırken bende aracı benzinliğe çekmiştim. Personellerden biri yanıma gelirken araçtan inip benzin deposunun kapağını açıp " fulleyin lütfen" dedim. Adam başını sallayıp beni onaylarken markete doğru ilerledim.

İçeriden bir su alıp ardından da benzinin parasını kredi kartından öderken geri çıkmıştım. Sonrada benzini dolduran adama teşekkür edip "iyi akşamlar" diyerek arabama bindim.

Motoru çalıştırıp aracı benzinlikten onbeş yirmi metre ileriye park edip durdum. Eğer Fırat geldiğinde tartışacaksak insanların içinde olmasındı. Ki sanmıyordum bana ulu orta sesini yükselteceğini.

Aldığım suyun kapağını açıp içerken fazlasıyla susadığımı fark ettim. Oldukçada yorulmuştum. Direksiyon sallamaktan kollarım hafiften ağrımaya başlamıştı.

Hafifçe içimi çekip su şişesinin kapağını kapatıp yan koltuğa koydum. O sırada da kulağıma bir araba sesi dolarken dikiz aynasından baktığımda Fırat'ın aracı olduğunu gördüm. Burası pek işlek bir yol değildi. Tek tük araba geçiyordu.

Fırat aracı fazlasıyla hızlı kullanırken önüme geçip sert bir frenle durmuştu. Bende derin bir nefes alıp Fırat'la eş zamanlı olarak arabadan indim. Kapıyı kapattığımda Fırat sert adımlarına eşlik eden kara gözlerine hâkim olan sert bakışlarıyla beni baştan aşağı süzerken aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarını bedenime sarmıştı.

Anlık bir afallarken Fırat'ın burnuma dolan kokusu, bedenimi saran sıcaklığı bu afallamışlık hissinin yerini huzura bırakmasına neden olmuştu. Bende kollarımı usulca Fırat'ın beline dolarken onu özlediğimi fark ettim. Derince içimi çekip kokusunu içime hapsederken bir an önce eve gidip Fırat'la sarmaş dolaş olmak istiyordum.

Fırat önce saçlarımın tepesine ardından yanağıma ordan da boynuma öpücükler kondururken beni içine sokmak ister gibi sımsıkı sarıyordu. Boynumda derince kokumu içine çekerek durduğunda "iyi misin?" Diye sordu boğuk çıkan erkeksi sesiyle. "İyiyim" dedim yüzüm Fırat'ın göğsüne gömülü olduğundan benimde sesim boğuk çıkmıştı.

Fırat ise beni mümkünü varmış gibi daha sıkı sararken "buz kesmişsin" dedi. Evet çok üşümüştüm. Bende bunu Fırat'ın sıcaklığına kavuşunca anlamıştım.

Fırat başını boynumdan kaldırıp yüzümü milim milim incelerken belindeki ellerimi çözüp elimi tutarak beni arabasına doğru yönlendirdi.

Ne yaptığını anlamazken,
- Fırat napıyorsun? Diye sordum.
Fırat ise hiçbir şey söylemeden arabanın arkasından dolaşıp yan koltuğun kapısını açarken "bin" dedi. "Fırat" dedim itiraz etmek için. Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum lakin işim gücüm vardı. Kim Chin'i alıp evine bırakmam sonra da kendi evime geçip hazırlık yapmam lazımdı.

Fırat ise sözümü kesip "söz dinle." Bin" diyorsam bin şuraya" dediğinde "ama"diyerek şansımı tekrar denediğimde Fırat "Hazan sıkma canımı. Bin şu arabaya" dedi baskın ve bariton bir sesle.

Bıkkınca bir nefesi alıp verirken dediğini yapıp arabaya bindim. Fırat'ta kapıyı kapatıp arabanın önünden dolanarak şoför koltuğuna bindiğinde motoru çalıştırmış ve ısıtıcıyı açmıştı. Bense ona dönmeden öylece arabanın camına düşen kar tanelerini izliyordum. Tabii Fırat'ın motoru çalıştırmasıyla devreye giren silecekler her ne kadar buna mani olsa da.

O sırada Fırat oturduğu koltuğu geri kaydırırken gerçekten ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Konuşacak mıydık? Bana bağırıp çağırmak için mi bindirmişti beni bu arabaya? Yolun ortasında durmuş böyle oturmamız ne kadar mantıklıydı? Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Bir an önce ne yapacaksak yapıp inseydim şu arabadan.

Kendi içimde böyle düşünürken Fırat'ın belimden ve bacaklarımın altından geçirdiği kollarıyla kendimi bir anda kucağında bulmuştum. Bu hâl beni anlık bir afallatırken "Fırat napıyorsun?" demiştim şaşkınlıkla. Beklediğim bu değildi. Fırat'ın şuan bana esip gürlemesi, neden telefonumun çekmediğinin hesabını sorması, nereye neden gittiğimi sorgulaması gerekiyordu.

Lakin Fırat benim ellerime nazaran fazlasıyla büyük olan avucunun içine aldığı ellerimi göğsüne koyarken bedenimi de kollarıyla sımsıkı sarmıştı. Fırat'ın kucağında küçücük kalırken başım Fırat'ın omzuna yaslıydı. Fırat ona sorduğum soruya ciddi bir ses tonuyla "ısıtıcam seni" diyerek cevap verirken başını omzundaki başıma yaslayarak yüzümün boynuna gömülmesine neden olmuştu. Üşümüş olan burnum ve dudaklarım Fırat'ın sıcak boynuna değerken hafifçe içimi çekmiştim. Bu halimize itiraz etmem gerekiyordu. Çünkü şuan hiç sırası değildi ancak Fırat'ı telaşlandırıp, endişelendirmiştim bu yüzden bir müddet böyle kalmamıza izin verdim. Ki bende zaman sorunu dışında şikayetçi değildim sevdiğim adamın kollarında olmaktan.

Fırat'ın bana neden kızmadığıysa aklımda hâlâ bir soru işaretiyken Fırat ise kulağımın altına kokumu içine çekerek sıkı bir öpücük kondurmuştu. Sırtımdaki eliyle de usul usul belimi okşuyordu.

Bana kızmak yerine beni sevmeyi tercih edişi içimde bir yeri okşarken yine de "Fırat" dedim yüzüm boynuna gömülü olduğu için boğuk çıkan sesimle. Fırat ise dudaklarımın tenine sürtünüşüyle hafifçe kasılıp yutkunurken "yavrum" dedi. "Kızmayacak mısın bana?" Diye sordum. Fırat ise başını boynuma gömüp koklayarak öperken "kızayım mı?" Diye sordu . "İstiyorsan kız" dedim. Fırat hafifçe içini çekerken ciddi bir ses tonuyla "istemiyorum" dedi. "Ben sana söyleyeceğimi sabah evden çıkmadan söyledim. "Aradığımda o telefon hemen açılacak" dedim. Sende "tamam" dedin bana. Biliyorsun sana birşey olacak diye nasıl it gibi korktuğumu. Ben daha sana ne söyleyeyim Hazan? Bağırsam olmuyor, çağırsam olmuyor, oturup güzel güzel konuşsam olmuyor. Sen söyle yavrum. Ne yapacağım ben seninle böyle?"

Hafifçe içimi çektiğimde gözlerim dolmuştu. Haklıydı. Kendimi savunacak sözlerim yoktu. Tamam telefonun çekip çekmemesi benim tekelimde olan bir durum değildi. Lakin Anıl bana deponun konumunu söylediğinde anlamıştım kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olduğunu. Bu yüzden Fırat'a haber vermediysem bu benim suçumdu. Öte yandan sevdiğim adama yalan söylüyorken oturup kendimi savunmaya çalışarak üste çıkmak gibi bir olaya girmeyecektim.

Hafifçe içimi çekip Fırat'a iyice sokuldum. Fırat ise beni bu hareketimle iyice sararken boynuna bir öpücük kondurup "haklısın, özür dilerim". Dedim usulca.

Fırat ise hafifçe içini çekerken özrümü her zaman ki gibi es geçip "neredeydin?" Diye sordu. Korktuğum başıma gelirken ne söyleyeceğimi düşünüyordum. O sırada ani bir şekilde karnımdaki yaraya giren sancıyla dudaklarımın arasından acı dolu bir inleme döküldü.

Anlık bir neye uğradığımı şaşırırken canım çok yanıyordu. Fırat bedenime sardığı kollarını gevşetirken başıma yaslı olan başını kaldırıp yüzüme bakmış "Yavrum noldu, canını mı yaktım?" Diye sormuştu sorgulayıcı ve endişeli çıkan sesiyle. Bense zar zor toparlayabildiğim sesimle "hayır ondan değil" dedim.Lakin karnıma giren ikinci sancıyla bir elim yaramın üzerine giderken Fırat'ın kucağında iki büklüm olmuş ve dudaklarımdan "ah" diye acı dolu bir inleme daha dökülmüştü.

Fırat ise yaramın acıdığını anlamış ve yüzüme dökülen saçlarımı eliyle geriye doğru iterken "yaran mı acıyor?" Diye sormuştu. Kaşları çatılmış, gözleri yüzümün her zerresini tararken sesindeki endişe fazlasıyla hissedilebilir bir hâl almıştı.

Acıdan dolayı hafif çatılan kaşlarım ve dolan gözlerimle başımı belli belirsiz sallayarak Fırat'ı onayladığımda Fırat gözlerime bakıp kucağında ben varken zaten çalışır bir vaziyette olan aracı hareket ettirmişti. Hafif bir şaşkınlıkla bir elim hâlâ yaramın üzerindeyken gözüm anlık bir yolu sonrada Fırat'ı bulurken "Fırat napıyorsun?" Diye sordum. Fırat ise aracı park ettiği yerden çıkarırken "hastaneye gidiyoruz" dedi.

Alt tarafı bir sancıydı. Ayrıca neredeyse geçmişti. Öte yandan arabamı burada bırakamazdım ki şimdi hastaneye gitmenin hiç sırası değildi.
Bu yüzden,
- Fırat dur, geçer şimdi, dedim.
Fırat ise bir eliyle belimi tutarken diğer eliyle arabayı kullanıyordu. Ve aracı geldiğimiz yöne çevirmişken " sorun geçip geçmemesi değil neden olduğu. Hastaneye gidip baktıracağız". Dedi.

O an bugün ilaçlarımı almadığım aklıma gelmişti. Sanırım bu sancılarda o yüzdendi. Fırat aracın hızını artırırken telaşla "Fırat dur" dedim. "Neden olduğunu biliyorum. "

Fırat'ın yoldaki gözleri anlık bir beni bulup tekrar yola dönerken "ilaçlarımı içmeyi unuttum" dedim. Fırat hızını düşürüp yavaşlarken gözlerime bakıp "emin misin o yüzden olduğuna?" Diye sorduğunda "eminim , dön hadi" dedim.

Fırat birkaç saniye gözlerime bakarken hafifçe içini çekip aracı geri döndürüp bu sefer benim arabamın arkasına park etti. Sonra da gözleri tekrar yüzümü bulurken "ilaçların nerede?" Diye sordu. "Arabada" dedim. " askeriyeye giderken içerim".

Fırat gözlerime ters ters bakıp "yan koltuğa geç" dedi. Kızmıştı. Bu yüzden lafını ikiletmeden Fırat'ın omuzlarından destek alarak yan koltuğa geçtiğimde Fırat arabadan inip benim aracıma doğru ilerledi.

Kar yağışı hâlâ devam ediyordu. Hava iyice kararmıştı. Etraf ürkütücü görünüyordu. Gözlerim bileğimdeki saate giderken saatin 18.30 olduğunu görmüştüm. Burdan askeriyeye gitmek bir saatimi alırdı. Geri dönüşte bir saat desek eve varmam yarım saat olsa sekiz buçuğu bulurdu. Bu da demekti ki sarmayı pişirmek, kısırı da yapmak için zamanım olmayacaktı.

Fırat ilaçlarımı almış geri gelirken yüzüm düşmüştü. Hazırlıklarımı tamamlayamayacaktım.

Fırat şoför koltuğuna binip kapıyı kapatırken elindeki tabletten bir tane hapı çıkarıp bana uzattığında ilacı alıp ağzıma koydum. Fırat ise önümdeki torpidoya doğru eğilip bir su şişesi alırken kapağını açıp bana uzattı. Suyu alıp içtiğimde ilacı da yutmuştum.

Fırat yüzüme dökülen saçlarımı yan profilimden beni izlerken eliyle omzumdan geriye atarken "iyi misin?" Diye sordu. Sancım hâlâ az biraz vardı ki ilaçta etkisini hemen göstermezdi. Yine de ona dönmeden "daha iyiyim" dediğimde Fırat beni yine belimden ve bacaklarımın altından geçirdiği kollarıyla kucağına almış , kalın ve adeleli bacaklarının üzerine yan bir şekilde oturtmuştu. Elimdeki su şişesini alıp kapağını kapatırken yan koltuğa atmış ve gözleri tekrar yüzümü bulurken beni göğsüne çekip sımsıkı sarmıştı. Başını boynuma gömüp koklayarak sıkı bir şekilde öperken "bir daha ilaçlarını almayı unutursan bozuşuruz" dedi ciddi bir ses tonuyla.

Birşey söylemedim. Fırat ise bu sessiz halime başını yüzüme doğru eğerken "yavrum noldu?" Diye sordu. "Yok birşey" dedim. Hazırlıklarım yetişmeyeceği için morelim bozulmuş ve bu hâl de sesime yansımıştı.

Fırat yanağımı öpüp "niye asıldı o zaman yüzün? Ben mi birşey yaptım?" Diye sordu. " Evet" dedim. Fırat çenemin altından tutup yüzümü yüzüne doğru kaldırırken sorgulayıcı gözlerle gözlerime bakıp "ne yaptım yavrum? " Diye sordu. "Oyaladın beni" dedim hafiften çatılan kaşlarımla. " Senin yüzünden ne sarmam ne de kısırım yetişmeyecek akşama. Bu saatten sonra eve gitsem ne gitmesem ne? "

Fırat yüzüme "sen ciddi misin?" Bakışları atarken "ne?" Dedim. "Niye öyle bakıyorsun? "

Fırat hafifçe içini çekip "nasıl bir kafa yapın olduğunu çözmeye çalışıyorum" dedi ciddi bir sesle "Az önce acıdan iki büklüm oldun kucağımda, gözlerin doldu. Şimdi de kalkmış sarma dolma diyorsun. Ayrıca iyi ki oyaladım seni. Ya o sancılar araba kullanırken girseydi karnına? Ya kaza yapsaydın? Biraz kendini düşün Hazan. Başka insanları düşündüğünün yarısı kadar düşünsen yeter."

Fırat'ın bu sözleriyle gözlerimi gözlerinden çektim. "Kendimi düşünmek" şimdiye kadar pek yakınından geçtiğim birşey değildi. Bencil insanlardan nefret ederdim. Sadece kendini düşünüp başkalarının duygularını yok sayan insanlarla büyümüştüm. Ve böyle insanlar yüzünden çok kalbim kırılmıştı. Birçok kez zor durumda kalmış zarar görmüştüm. Ama ben hiçbir zaman bencil biri olmadım. En azından isteyerek yapmadım bunu. Kırdığım, yarı yolda bıraktığım kalplerin ahını almak istemedim. Böyle biri olunca da kendimi unuttum sanırım. Ama hiçbir zaman benim bile kendi gözümde bir değerim olmadı. Herkesten daha fazla herkes gibiydim. Ve bazen Fırat'ın bile beni neden sevdiğini sorguluyordum. Annesinin bile sevmeye değer görmediği bir kızı neden seviyordu? Ben bile kendimi sevmezken...

Hafifçe içimi çektiğimde kalbime bir ağırlığın oturduğunu hissettim. Bu ağırlık beni dudaklarımın arasından bir nefesi içime çekmeye iterken Fırat yüzümü kendine doğru çekip şakağımı öperken "şşş tamam gel. Asma yüzünü" demişti. Bir yandan da usul usul yanağımı okşuyor diğer koluylada belimi sarıyordu.

Bense o an zihnimin beni götürdüğü anılarla ruhen çok yorgun hissettim kendimi. Zaten bugün Mine'yi gördüğümde de çocukluğuma dair acılarım canlanmıştı zihnimde. Bir an önce eve gidip, Oğuz'ları elimden geldiğince iyi ağırlayıp uyumak istiyordum.

Bu yüzden yine usulca içimi çekerken
"Ben ...gideyim artık" diye bir cümle kurmuş ona da yorgunluğumu karıştırmıştım.

"Lakin bilmiyordum ki bu akşam daha çok yorulacaktım. "

Fırat birden durgunlaşan bu halimden huzursuz olurken "Hazan noldu?" Diye sordu anlamaya çalışır gibi. Ama onluk bir durum yoktu. Yine ne yaptıysam bir anda , ben bile ne olduğunu anlamadan, kendime kendim yapmıştım. Kafamın içi bir kar küresi gibi karışmış herşey havaya dağılmıştı. Biraz kendi kendime kalsam düzelir, herşeyi yerli yerine oturturdum.

"Yok...yok birşey. İyiyim" dedim. Gözlerim Fırat'ın gözlerini bulsa da tam olarak gözlerinin içine bakamıyordum. Fırat ise çatılan kaşlarıyla "yalan söyleme" dedi. "Seni üzecek birşey mi söyledim?"

Başımı olumsuz anlamda sağa sola sallarken "hayır" dedim. Fırat "niye durgunlaştın o zaman böyle?" Diye sorduğunda verebilecek bir cevabım yoktu. Birkaç saniye gözlerine bakıp hafifçe içimi çekerken kollarımı boynuna doladım. Fırat'ta bana sımsıkı sarılırken bir eliyle saçlarımı sevmeye başlamış "kaçıyor muyuz?" Demişti.

   Sustum. Kaçıyordum.

Başımı Fırat'ın boynuna gömdüğümde Fırat kulağımın arkasını öpüp "ne zaman tam olarak yaklaşmama izin vereceksin sana?" Diye sordu. "Ne zaman kaldıracaksın aramızdaki mesafeyi?"

Bilmiyordum. Ama Fırat'ı kendimden ittiğimin ve onunda bunu hissettiğinin farkındaydım. Böyle olsun bende istemiyordum. Lakin benim geçmişim acı olduğu kadar karanlıktı da. Anlatması yaşaması kadar zor olmasa da kolayda değildi. Ve ben hâlâ kendimi Fırat'a açmaya hazır değildim.

Hafifçe içimi çekip "biraz zaman ver bana " dedim usulca. Fırat ise beni kollarıyla daha sıkı sarıp başını biraz geri çekerek yanağımı öperken kulağıma doğru "ne zamanı kızım? Ben ömrümü vermişim sana. Al tepe tepe kullan. Yeter ki iyi ol. " Dedi.

Fırat'ın bu sözleriyle gözlerim dolmuştu. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Söyleyecek pek birşeyim yoktu. Bu yüzden hafiften titreyen sesimle "Fırat... çok seviyorum seni" diyebildim.

Fırat ise başını boynuma gömüp kokumu içine çekerek sıkı bir öpücük kondururken "şşş " dedi. "Titretme o güzel sesini. Kurban olurum sana".

Bende dudaklarımı Fırat'ın yanağına bastırdım. Ardından da gözlerim 18. 45'i gösteren saatime takılırken kollarımı Fırat'ın boynundan çözüp kendimi geri çekmeye çalışmıştım. Lakin Fırat'ın kollarında hapsolmuş bir vaziyetteyken bu pek mümkün olmamıştı.

"Fırat bırak artık. " Dedim. Fırat ise "hayda " Dedi. "Hani az önce çok seviyordun beni? Nolduk şimdi?" . Fırat'ın bu tepkisine hafifçe kıkırdadığımda "hâlâ çok seviyorum" dedim. " Ama akşam oldu Fırat. Oğuz'lar gelecek. Eve gitmem lazım. Bırak hadi ."

Fırat boynumda derin bir nefes alıp sıkıca öperken "tamam" dedi. Sonrada başını boynumdan kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağlarken gözlerimin içine baktı. Yüzümü avuçlarının içine alıp yanaklarımı okşayarak severken "bir kere daha gül, bırakacağım" dedi.

Fırat'ın bu sözleriyle gülümsedim. Fırat ise yüzümün her zerresini milim milim, alev alev yanan kara gözleriyle talan ederken dudaklarıma yaklaşıp gülüşümden öptü. Ardından burnumun ucunu, sonrada alnımı öperken alnını alnıma dayayıp "arabayı kullanırken dikkat et" dedi. "Yine sancın olursa çek sağa. Zaten hemen arkanda olacağım, gelirim yanına. Tamam mı yavrum?"

"Tamam" dedim. Fırat ise son kez yanağımı sıkıca öptü. Bende Fırat'ı öpmek istesem de daha fazla zaman kaybetmemek adına yan koltukta duran su şişesini alıp torpidonun üzerine koymuş, Fırat'ın direksiyonun arka tarafına koyduğu ilacımı almış sonrada Fırat'ın omuzlarından destek alarak kendimi yan koltuğa bırakmıştım. Kapıyı açıp indiğimde de Fırat'ın gözleri üzerimdeydi. Kapıyı kapatıp kendi arabama doğru ilerlerken soğuk hava bedenimi sarmış , hafif bir sertlikle esen rüzgar saçlarımı savururken kar tanelerinin de yüzüme vurmasına neden olmuştu.

Arabamın kapısını açıp bindiğimde motoru çalıştırıp emniyet kemerini takmış, ısıtıcıyı açarken de arabayı park ettiğim yerden çıkarıp yola koyulmuştum.

******
Toprak yolda ben önde Fırat arkada ilerlerken askeriyeye varmama on onbeş dakikalık bir mesafe kalmıştı. Az önce Kim Chin aramış nerede olduğumu, onu bu gece askeriyede bırakmayı düşünüp düşünmediğimi sormuştu. Bende ona "toparlan geliyorum" demiştim.

Saat ise 19.30'u gösterirken biraz hız yapmıştım. 20.30'da Oğuz'lar gelecekti. Yetişemeyeceğimi bildiğimden Oğuz'a saat dokuzda gelip gelemeyeceklerini sormuştum. O da "tamam" demişti.

Sonunda askeriyeye vardığımda arabayı yolun kenarına , kırmızı bir BMW MINI 'nin, arkasına park edip Kim Chin'i beklemeye başladım. Fırat'ta arkama park edip araçtan inmiş ve askeriyeye doğru uzun boyu ve heybetli bedeniyle ilerlemeye başlamıştı.

Gözlerim onun üzerindeyken askeriyenin kapısından çıkan Kim Chin'i gördüm. Fırat'la anlık bir bakışsalarda ikisi de yoluna devam etmişti.

Hafifçe içimi çektiğimde Kim Chin askeriyenin bahçesinden çıkmış ve yan koltuğun kapısını açıp binmişti. Elindeki bilgisayar çantalarını arka koltuğa koyarken "merhaba" dedim. Kim Chin ise "tanışıyor muyuz?" Diye sordu. Motoru çalıştırıp aracı park ettiğim yerden çıkarırken "bilmem. Tanışıyor olmalıyız. Aksi takdirde gelip dan diye , selam bile vermeden arabama binmeniz saçma olurdu. " Dedim. Kim Chin "ineyim istersen. Şöyle yolun kenarına , ormanın içine , bir ağacın altına falan bırakıver beni . Nasıl olsa alıştın bırakıp gitmeye" dediğinde küçük bir kahkaha attım.

Kim Chin ise "neşemizde yerinde. Yüzbaşıyla yollarda fingildeşilmiş, Kim, kim ki zaten askeriyelerde unutulmuş. " Derken takıldığım tek nokta "fingildeşmekti". "Fingirdeşmek" olacaktı.

Bu yüzden "fingildeşmek" değil "fingirdeşmek " olacak" dediğimde Kim Chin " "r,l"ayrımı yok bende. Bununla da dalga geç" dedi. Abartmıyor muydu?

"Sakin ol" dedim. "Ne bu hiddet ne bu celal ? Birşey mi dedik sanki? Tamam ayırma r'yle l'yi".

Kim Chin hafifçe içini çekip pat diye "ben aşık oldum galiba" dedi. "Ne?" Dedim şaşkınlıkla gözlerim anlık bir Kim Chin'i bulurken. "Kim, kime?"

Kim Chin "senin yüzünden" dedi. "Beni tek bırakmamalıydın. Sırası mıydı şimdi?"

Arabayı karanlık toprak yolda, farların önünde kar taneleri uçuşurken , kullanmaya devam ediyordum. Kim Chin ise ellerini gür siyah saçlarının arasına geçirmiş öne doğru eğilmiş bir vaziyette öylece dururken "tamam , sakin ol. Herşeyi baştan anlat" dedim. "Noldu?"

Kim Chin derince içini çekip "sen gittikten sonra ben karargâh odasında çalışmaya başladım. Bize her zaman çay getiren asker yine çay getirip götürüyordu. Sonra ben öğlenden sonra su almak için askeriyenin kantinine gittim. Gitmez olaydım. Otursana oturduğun yerde. " Derken" eeee? "Dedim devam etsin diye.

Kim Chin ise "ne "eee" si? Bundan sonrası "aaaa" "oooo" falan yani" dediğinde "Kim Chin doğru düzgün anlatsana şunu" dedim sinirle. Hiçbir şey anlamıyordum. Kime aşık olmuştu bu çocuk?

Kim Chin dizini sallarken derince içini çekmiş ve " tamam. "Demiş sözlerine ise "Kantinden su aldım. Kapağını açtım. Sonra birden birisiyle çarpıştım. Reflekse elimdeki şişeyi sıkınca su sen gel benim yüzümü sırılsıklam ıslat. Gözlerimi reflekse kapatıp geri açınca karşımda üniformalı bir kadın asker duruyordu. Onunla çarpışmışım. Böyle kara gözlü, sarı saçlı, kaslı kuvvetli biriydi. Sonra ben "dikkat etsenize" dedim. Bu kadında bana "kusura bakma japon balığı" dedi. Tabii sinirlendim. "Koreliyim" dedim. Bu da bana " balık olduğunu kabul ediyorsun yani" dedi. Sonra da çekip gitti. Elimde su şişesi, yüzüm gözüm ıslak kala kaldım. Sonra şişeyi çöpe atıp karargâh odasına geri döndüm. Bir süre sonra kapı çaldı. "Gir" dedim. Bir baktım o kadın. Elinde bir su şişesi, birde bir bisküvi paketi. Koydu önüme. "Kusura bakma" dedi. "Kabalık ettim. Mizacımız biraz ters. Asker oluşuma ver" dedi çıktı gitti. Geriye bir kokusu kaldı birde odadan çıkarken ki hafif tebessümü. " Derken son vermişti.

Bense gülsem mi üzülsem mi bilemezken "eee adı neymiş?" Diye sordum. O ise "adını bilmiyorum. Üniformasının yakasında soyadı yazıyordu. "Çakılcı" dediğinde yine gülüp "Çakırcı" dedim. "Tam olarak emin değilim ama bahsettiğin kişi sanırım "Helin Çakırcı"

Kim Chin hafifçe içini çekerken ofladı. "Ne yapacağım şimdi ben?"

Anlık bir ona bakıp tekrar yola dönerken "ne demek ne yapacağım? Ne var bunda? " Dedim. Kim Chin ise "ne demek ne var? "Diye sordu. " Dertsiz başıma dert aldım. Şimdi hep onu düşünüp duracağım. Sonra olur mu olmaz mı diye düşüneceğim. Umut edeceğim. Olur ya da olmaz. Ben bir VASÖ ajanıyım. Bugün burdaysam yarın nerdeyim belli değil. Belki yurt dışına gönderileceğim belki dağa. Ayrıca o bir asker. Ben kardeşimi kaybetmişken nasıl ölümle kol kola gezen bir kadını sevebilirim. "

Olabilirdi. Kim Chin VASÖ'de serbest çalışan biriydi. Belli bir meslek grubuna ait olmadığından sabit bir şehirde kalamıyordu. Şuan buradaydı çünkü Bora sistemi yeniden kodlayana kadar bana yardım etmek için görevlendirilmişti. Sonra belki burdan gidecekti. Lakin eğer Kim Chin isterse ben buna engel olabilirdim.

Öte yandan ise bir askeri sevmek zor bir durumdu. Kim Chin'i belki de bu dünyada benden daha iyi anlayan biri yoktu bu konuda. Aynı şeyleri bende düşünmüş kafamda defalarca döndürmüştüm. Lakin bilmiyordum. Kim Chin'e bu konuda akıl vermek istemedim. Kendi karar vermeliydi.

Bu yüzden sadece "nasıl istiyorsan, nasıl iyi olacağına inanıyorsan öyle yap" dedim. "Ama şunu da unutma; her ne olursa olsun, her türlü konuda, ne karar verirsen ver sana her şekilde yardım ederim."

Kim Chin bana dönüp birkaç saniye yüzüme bakarken "sağol" dedi. Ve "yarın seninle askeriyeye gelmesem sorun olur mu?" Diye sordu. Olmazdı ki zaten bende onu bu akşam için Anıl'ın yanına göndermeyi planlıyordum. Yarında kalabilirdi.

"Olmaz" dedim. "Ne kadar bellek kaldı. ? " Kim Chin "son ikiyüz bellek daha var. Kod güncellenince baya hızlandı sistem. Ben bugün iki bilgisayar çalışıp üç yüz bellek doldurdum. " Dedi. Başımı sallayıp "yarın geri kalan bellekleri ben doldururum." Dedim. "Ama senden istediğim başka birşey var "

Kim Chin "söyle" dedi. "Bugün VASÖ'den gelen askerlerle bir adamı şehir dışında bir depoya götürdük. Askerlerden biri orada adamla kaldı. Kuş uçmaz kervan geçmez, ıssız, telefonun çekmediği saçma sapan bir yer. Oraya gitmen gerekiyor. Yanına yiyecek birşeyler ve ısınmak içinde birkaç birşey götürsen iyi olur" dedim.

Kim Chin ise "bu akşam mı?" Diye sordu. "Evet" dedim. Kim Chin "giderim sorun yok. " Dediğinde başımı salladım.

Sonrada aramızda derin bir sükunet hâkim olurken dikiz aynasından Fırat'ın arabası gözüme takılmıştı. Hafifçe gülümsedim.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧


  

  


 
  
  

  

  

  

  

  
  


  


 
  


  


  

    


 
   

Loading...
0%