Yeni Üyelik
38.
Bölüm

38. Bölüm

@yikim2024

******
Güncellenen kodla bilgisayarlardaki verileri almak daha da kolaylaşırken çayımdan bir yudum alıp bileğimdeki saate baktım. Saat 12.47'yi gösterirken geriye doldurmam gereken sadece 180 bellek kalmıştı. Tahmini saat üç gibi işimi bitirip askeriyeden ayrılabilirdim.

Dolan bellekleri yenileriyle değiştirip oturduğum sandalyede geriye doğru yaslandım. Gözlerimi karargâh odasının içinde gezdirip içimi çektim. Defalarca kez yaptığım gibi kafamın içinde Hakan Çınar'la aramızda geçen konuşmayı ve orada olanları döndürüp durdum. Birşeyler planladıkları kesindi. Ki Hakan Çınar'ın buraya kadar gelmesinin sebebi iş falan değil tamamen benim üzerime gelmekti. Arabasının altına yerleştirdiğim GPS'i tutup bana göstermesi, üstüne üstlük bunu burada , yanımızda albay, Oğuz ve Fırat varken yapması, delilleri çaldırdığımı, Ferdi Çakırcı olayını gündeme getirmesi aklıma başka bir olasılık getirmiyordu. Öte yandan Hakan Çınar'ın Oğuz'a ve bana olan bakışları beni şüphelendirmişti. Ki emindim Oğuz'un kuzenim olduğunu biliyorlardı, çünkü Kenan Karadağlı beni Oğuz'un nişanında vurmuştu. Bu yüzden de düşünüyordum ki eğer bir planları varsa bu Oğuz üzerinden olabilirdi. Oğuz'a bir zarar vereceklerdi. Pek tabii bana da.

Oturduğum sandalyede ileriye doğru eğilip başımı ellerimin arasına aldım. Birşeyler yapmam gerekiyordu. En azından birkaç önlem almalıydım. Askeriyeden çıktıktan sonra hem soruşturma sürecini hızlandırmak hem de bu düşündüklerimi paylaşmak için Cihan abiyi aramaya karar verdiğimde karargâh odasının kapısı çalınırken bulduğum yerde doğrulup başımı kapıya doğru çevirmiş ve "Girin" demiştim.

Kapı açılıp içeriye hiç beklemediğim biri girdiğinde ayağa kalkıp Helin'le göz göze gelirken Helin "Girebilir miyim savcım?" Dedi. Üzerimdeki şaşkınlıkla birlikte, "Tabii" dedim. "Gel ,otur lütfen." Helin başını sallayıp kapıyı kapatırken bir sandalye çekip önce benim oturmamı beklemişti. Ben oturduktan sonra O da otururken ellerimi masanın üzerinde birbirine kenetleyip Helin'e dönüm.

Helin kahverengi gözlerini gözlerime sabitlerken , "Fazla vaktinizi almayacağım" dedi. "O günden sonra epeydir aklımdaydı sizden tekrar özür dilemek. Ancak bir türlü fırsat bulup da yanınıza gelemedim. O gün...size yumruk attığım için özür dilerim savcım. Ve tabii teşekkür ederim hakkımda soruşturma başlatıp elimde kalan tek şeyi yani mesleğimi benden almadığınız için. "

"Ortada teşekkür edilecek birşey yok." Dedim. "Ama özürse bende sizden özür dilerim teğmenim. Sizden Ferdi Çakırcı'yı öldürdüğüm için değil sizi üzdüğüm için özür dilerim."

Helin hafifçe güldü. Alt dudağını dilinin ucuyla nemlendirip gözlerini masanın üzerinde bir yere sabitlerken birkaç saniye süren bir sessizlik oldu aramızda. Helin sanki kafasında birşeyleri tartıyor, zihninde koca bir maziyi toparlamaya çalışıyor gibiydi. Ve birden "Annemle babamı kaybettiğimizde daha çok küçüktük. "Diyerek konuşmaya başladığında bütün dikkatimi ona verdim."Abim on ben altı yaşındaydım. Hiçbir akrabamız bizi yanında istemeyince yetimhaneye gönderildik. İlk başlarda beraberdik abimle ama sonra yetimhanenin müdürü yarın öbür gün eğer bizi almak için bir aile gelirse birbirimizden ayrılmak istemeyiz , sorun çıkarırız diye ayırdı bizi. Sonra birgün müdürün dediği oldu." Duraksadı. Gözleri dolmuştu. Alt dudağını ısırp devam etti. "Bir aile beni almak için geldi. Gitmek istemedim. İçimde bir his vardı. Eğer...eğer gidersem bir daha abimi hiç göremeyecektim sanki. Ama gittim. Gitmek zorunda kaldım. Yetimhane çok... çok soğuktu. Geceleri korkuyordum. Hem yanımda abim de yoktu. Birde...birde "yine durdu. Sıktığı yumruklarını gördüm. Gözlerindeki öfkeyi, nefreti. Sandalyeyi biraz ona yaklaştırıp her ne kadar tereddüt etsemde dizinin üzerinde yumruk yaptığı elini tuttum. Helin'in gözleri beni bulurken dolan gözlerimle gözlerine baktım. Helin ise gözlerini gözlerimden çekip yutkundu. Ve "Birde yetimhanenin müdürü geceleri gözüne kestirdiği kız çocuklarına...ci... cinsel istismarda bulunuyordu. Bende o kız çocuklarından biriydim. " Dediğinde öylece kalakalmıştım. İçimde yakıcı bir öfke kol gezerken Helin içini çekti. "Neyse. Beni almak isteyen aileyle gittim. Ama niyetim gitmek değil önce kendimi sonra da aileyle konuşup abimide yanıma aldırarak onu da kurtarmaktı. " Gülümsedi burukça. "Çocukken ne kadarda hayalperest oluyor insan." Başını olumsuzca sağa sola sallayıp, " Olmadı." Dedi." Yeni ailem iyi insanlardı. Durumları ikinci bir çocuğa bakmaya el verişli olmasa da beni üzmek istemedikleri için abimi de almayı kabul ettiler. Ama..." Sustu. Zihni o anlara o günlere gitti. Gözlerindeki kırıklar tuzla buz olmuş bir cam parçasını andırırken "Ama abim gelmedi. " Dedi. "Yurt müdürü bizi ayırdıktan sonra çok asileşmiş abim. Herkesle kavga eder olmuş. Ben yeni ailemle gitmeyi kabul edince de bana çok... çok kızdı. İstemedi...ne beni ne yeni ailemi istemedi. Ondan ...ondan duyduğum son cümle; "defol git Helin...seni görmek istemiyorum. Artık senin bir abin yok". Buydu. Çok iyi hatırlıyorum. Gittim. Önce yurttan sonra da yeni babam polis olduğu için İstanbul'dan Ankara'ya gittim. " Masadaki gözleri yüzümü buldu. İkimizin de gözlerinden bir damla yaş aynı anda süzülürken Helin "Ve onu yirmi iki yıl...koskoca yirmi iki yıl boyunca bir kez olsun görmedim. Ta ki dört ay önce televizyonda resmini görene kadar. Bir uyuşturucu operasyonu esnasında sizin tarafınızdan vurulup öldürüldüğünü duyana kadar...eğer adını duymasaydım abimi tanımayacaktım bile. Bir yerlerde canımdan kanımdan biri...abim ölecekti ve ben öylesine hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecektim." Sesi sonlara doğru güçsüz çıkarken sustu. Elimdeki elini yavaşça çekip gözünden süzülen yaşı silerken yutkundu. "Bunları size niye anlattığımı merak ediyorsunuzdur. Haklı olarak. Aslında size ne bunlardan. Dediniz ya "seni üzdüğüm için özür dilerim" diye. Beni üzen siz değilsiniz. Beni üzen benim. Ben o gün size attığım yumruğu da size atmadım aslında. Eğer ben abimi bırakmasaydım, gitmeseydim, terk etmeseydim onu belki de böyle kötü biri olmayacaktı. Eğer biraz daha sıkabilseydim dişimi, abimle yurtta birgün oradan kurtulduğumuzda beraber yaşayacağımız hayallerimize sadık kalabilseydim...abim kimsesiz kalmayacaktı. Ben o gün sizden kendimden alamadığım hıncımı almak istedim. Ben o gün o yumruğu aslında kendime atmak istedim. Ben abimi siz öldürdünüz diye değil ben bıraktım diye kaybettim. Önce unuttum onu...yirmi iki yıl hiç arayıp sormadım. Sonra da o öldü ben kaybettim. Dediniz ya bana o gün; "abin için üzülebilir, ağlayabilirsin. Bu senin en doğal hakkın. " " Durdu. Gözünden süzülen yaşlar eşliğinde başını olumsuz anlamda sallayıp , "Değil" dedi. " Benim onun için üzülmeye bile hakkım yok. Ben...o hakkı yirmi iki yıl önce kaybettim. Ve... abimi sizden önce ben öldürdüm. Unuttum onu... bıraktım onu...gittim ondan..."

Dudaklarının arasından bir hıçkırık kopup omuzları sarsılırken oturduğum yerde Helin'e biraz daha yaklaşıp sarıldım. Öyle yalandan değil sımsıkı. Söyleyecek birşeyim yoktu. Teselli etmek konusunda da hiç başarılı değildim zaten. Sırtını sıvazladım. Ördüğü sarı saçlarını sevdim. O da başını omzuna yaslayıp bir kolunu sırtıma sarıp bana sarıldığında onunla birlikte ağladım. Koskoca teğmen Helin Çakıcı değildi bu sarılıp birlikte ağladığım. Küçük bir kız çocuğu olan Helin'di. Ve içinde o kadar yalnızdı ki bunları abisini öldüren bana anlatıp omzumda ağlıyordu.

Ve ben Ona borçluydum. Helin her ne kadar aksini söylese de ben o yumruğu hak etmiştim. Eğer orta da böyle bir hayat hikayesi olduğunu bilseydim o gün o polisin önüne kendi canımı koyar yine de sıkmazdım o şerefsizin kafasına. Ama onlarca çocuğu , onlarca genci öldüren o şerefsiz için değil Helin için. En azından abisini yıllar sonra bir kez olsun canlı canlı görmesini, eğer Ferdi Çakırcı için hâlâ iyi bir insan olma umudu varsa Helin'e bu umudu verebilmeyi çok isterdim. Tabii herşey için artık çok geçti. Lakin Helin'e olan borcumu nasıl ödeyeceğimi biliyordum. Hikayenin kökünde yatıyordu asıl suçlu. Yani yurt müdürü. Helin'i abisinden ayıran, yaptığı o iğrenç şeyle Helin'i yurttan gitmeye mecbur bırakan ve onlarca kız çocuğunun hayatını mahveden o şerefsizi bulacaktım. Tabii yirmi iki yıl çok uzun bir süreydi. Adam belki ölmüştü. Eğer yaşıyorsa da ölecekti. Ölmüşse de yaşarken yaptığı tüm pislikleri ortaya çıkarıp tüm Türkiye'ye yayacak o adamı bu yer yüzünde sevip sayan tek bir kişi kalmayana kadar rezil edecektim. İçimden yaşamasını temenni ettim. Yaşasındı ki acı çektirdiği onlarca kız çocuğunun içini soğutabileydim.

Helin usulca burnunu çekip başını omzumdan kaldırırken benden ayrıldı. Bende ondan ayrıldığımda gözlerimin içine bakıp gülümsedi belli belirsiz. Elinin tersiyle yüzündeki ıslaklığı silerken , "Kusura bakmayın savcım" dedi. "Fazla vaktinizi almayacağım, dedim ama oturup bütün hayat hikayemi döktüm." Oturduğu yerde ayaklanıp , "Tekrar kusura bakmayın. " Diyerek odadan alelacele çıkıp gitti. Gözlerim kapıda öylece kalırken elimin tersiyle yanaklarımı silip gülümsedim burukça. O da benim gibiydi; "ben güçlüyüm" yalanına kendini inandırmış küçük bir kız çocuğu.

Hafifçe içimi çektim. Bir an oturduğum yerde , bu karanlık karargâh odasında boğuluyormuş gibi hissetmiştim. Üzerime bir hüzün, bir yorgunluk çökerken biraz hava almak ve ilacımı içmek için odadan çıkmaya karar verdim. Takım elbisemin ceketini üzerime giyerken bilgisayarları kapatıp kilitlediğimde odadan çıktım.

Topuklu ayakkabılarımın mermer zeminde çıkardığı tok ses ,öğle arası olduğu için, boş olan koridorda yankılanırken binadan çıkmıştım. Büyük kar tanelerini sağa sola savuran rüzgar yüzüme vururken, az önce ağladığım için ıslak olan yanaklarım ve gözlerimin içi üşümüştü. Yine de adımlarımı durdurmadan derin bir nefesi içime çektiğimde demir sürgülü bahçe kapısına doğru, başımı hafifçe gökyüzüne kaldırmış yeryüzüne düşen, beyaz kar tanelerini izlerken yürümeye devam ettim.

Aklım az önce karargâh odasında yaşananlardaydı. Hayatımda ilk kez birini öldürmüştüm. Ve bundan gram pişmanlık duymamıştım şimdiye kadar. Ama az önce ilk kez pişman olduğumu hissettim. Helin'i bir kafa dolusu keşkelerle bir başına bırakmıştım bu dünyada. Kendime de en afillisinden bir vicdan azabı daha kazandırmıştım.

Bilmiyordum. Onlarca çocuğun, gencin cansız bedenini İstanbul'un izbe sokaklarında, bir köprünün, bir yıkıntının, bir çöplüğün içinde bulduğum anlar gözümün önüne geliyor, morg kapılarında, birkaçına katıldığım cenazelerde avaz avaz, yırtına yırtına ağlayan annelerin babaların feryatları kafamın içinde yankılanıyordu. En sonunda da Berrak...kollarımın arasında, ıssız bir sokakta, soğuk bir kış günü ölen kardeşim dediğim kız , onun o deniz mavisi gözleri ve hayat dolu gülüşü, ölümün ona bir sokak arasında, bir kaldırım üstünde hiç yakışmayışı ruhumun, kalbimin ortasına öylece oturuyordu. Ve ben "iyi ki de mecbur kalıp o şerefsizi öldürmüşüm" diyordum. Ama sonra Helin'in az önce anlattıkları kulaklarıma yeniden dolar gibi oluyor ve az biraz pişman oluyordum. Belki de hissettiğim şey pişmanlık değil hüzündü. Hangisi daha kötü, bilmiyorum.

Nöbetçi asker yerinde, muhtemelen öğle arası olduğu için, yoktu. Bu yüzden fazlasıyla ağır olan demir sürgülü kapıyı, demirlerinden tutup açarak bahçeden çıktım. Kapıyı geri kapatıp arabama doğru ilerlemeye başladığımda ayakkabılarımın topukları çamurlu ve karlı yolda çamura batıyordu. Yine de sağ salim arabama ulaşıp şoför koltuğuna bindim. Torpido gözünden ilacımı ve su şişesini alıp hapı yuttum. Ardından da arabadan inip tekrar askeriye binasına doğru ilerlerken sürgülü kapının yanında Fırat'ı gördüm. Heybetli bedenini saran askeri üniforması içimde yine bir şeyleri harakete geçirirken Onun gözleri ise zaten bendeydi.

Kapının önüne geldiğimde Fırat kapıyı açıp geçmemi bekledi. Geçtim ve, "Teşekkür ederim. " Dedim Fırat'ın gözlerine bakarak. Lakin O bana benim Ona baktığım gibi bakmazken teşekkür edişimede herhangi bir karşılık vermemiş ve ben Fırat'ın çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerinden sinirli olduğunu fark etmiştim. Kaşlarım hafiften çatılırken gözlerimi birkaç saniye yüzünde gezdirdiğimde bu sinirli halinin sebebinin ben olduğumu anlamam fazla uzun sürmezken herhangi birşey söylemeden Fırat'ı geride bırakıp askeriye binasına doğru ilerledim.

Fırat'ın bana neden kızdığını az çok tahmin edebiliyordum. Hakan Çınar'la aramda geçen konuşmadan, benim veyahut o şerefsizin söylediği birşeyden dolayı öfkelenmişti. Belki de ölümle ilgili söylediğim sözler canını sıkmıştı. Eğer öyleyse haklıydı. Çünkü sabah Fırat'a "ölme. Yaşayalım beraber" demiştim. Ona onun şehit olmasından korktuğumu belli etmiş üstüne üstlük ağlamıştım. Az önce ise Fırat'ın duygularını hiçe saymanın da üstünde onun yanımdaki varlığını dahi , içimi saran öfke ve hırstan dolayı, unutmuş bencilce davranmıştım. Usulca içimi çekip karargâh odasına doğru ilerlerken Fırat'tan özür dilemem gerektiğini düşündüm. Ama yorulmuştum özür dileyip durmaktan. Hep bir hata yapıp sonrada pişman olmaktan yorulmuştum. Tamam hayatta herşeyi kusursuz , dört dörtlük yapmak mümkün değildi. Her zaman herkes için en doğru, en mükemmel kararı verip, uygulayamaz, herkesi mutlu edemezdiniz. Bende yapamıyordum.
Helin konusunda da yapamamıştım.

Karargâh odasına girdiğimde üzerimdeki ceketi çıkarıp sandalyenin arkasına astım. Ardından da bilgisayarların başına oturup işime kaldığım yerden devam ettim.

******
Saat 15.23'ü gösterirken tüm bellekleri doldurmuş ve işimi bitirmiştim. Geriye sadece askerlerin kişisel bilgisayarları kalmıştı. Onu da yarın bir şekilde Kim Chin'i ikna edip buraya getirir hallederdim.

Bilgisayarları toplayıp oturduğum yerden kalkarken üzerimi giyip çantaları da alarak karargâh odasından çıktım. Albaya çıkacağımı bildirmek, yarın askerlerin şahsi bilgisayarlarını karargâh odasına getirmelerini tekrar hatırlatmak ve askeriyenin ortak ağına bağlı bilgisayarlarla işimin bittiğini söylemek için, bir üst katta bulunan, albayın odasına çıkmak üzere merdivenlere doğru ilerledim.

Bir üst kata çıktığımda adımlarımı koridorun sağında bulunan odaya yöneltim. Odanın önünde durduğumda kapıyı tıklatıp içeriden gelen albayın sesiyle kapıyı açıp içeriye girerken albayın masasının önünde oturan Fırat'ı görmüştüm. Onunda gözleri beni bulurken ayağa kalkmış ve bana asker selamı vermişti. Albay da ayağa kalktığında kapıyı kapatıp onlara doğru ilerlerken Fırat'a hitaben yüzüne ,askeriyedeyken her zaman yaptığım gibi öylesine bir bakış atıp, "rahat" dedim. Fırat ise bana kızgın olsa da gözlerini üzerimden çekmezken esas duruşunu bozdu. O sırada Albay, "Buyrun savcım." Diyerek Fırat'ın karşısındaki koltuğu oturmam için bana gösterirken koltuğa oturup elimdeki bilgisayar çantalarını önümdeki kahverengi sehpanın üzerine koydum. Benimle birlikte albay ve Fırat'ta yerlerine geri oturmuştu. Ve Albay, "Bir sorun mu var savcım?" Diye sordu.

Başımı olumsuz anlamda sağa sola sallarken , "Yok albayım" dedim. " Soruşturma süreciyle ilgili birkaç birşey söylemem gerekiyordu. O yüzden geldim. " Duraksadım. Albay kaşlarını beni ciddiyetle dinlediğini belli edercesine çatarken Fırat'ın gözleride yan profilimden yüzümde geziniyordu. Yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken tekrar konuşmaya başladım. "Askeriyenin ortak ağına bağlı olan bilgisayardaki verilerin hepsini topladık. Geriye askerlerin kişisel bilgisayarları kaldı. Yarın askeriyedeki tüm askerlerin kişisel bilgisayarlarını karargâh odasında görmek istiyorum. "

Albay, "Emredersiniz savcım" derken Fırat'ın "Savcım " diyen sesi kulaklarıma dolmuştu. Gözlerim onu bulurken, "Efendim yüzbaşım?" Dedim. Fırat gözlerini yüzümde gezdirirken ,"Birşey sormak istiyorum. " Dedi. Kaşları çatık elleri birbirine kenetliyken heybetli bedeni oturduğu kotlukta bana doğru eğilmişti. İçimden ılık ılık birşeyler akarken, "Tabi buyrun" dedim. Fırat ise ," Şimdi siz bizden askerlerin kişisel bilgisayarlarını toplamamızı istiyorsunuz. Peki ya biz bilgisayarları toplayıp size teslim edene kadar içimizdeki vatan haini her kimse delilleri yok ederse. Sonuçta herkesin bilgisayarların taranacağından haberi var. Boşu boşuna oyalanmış olmuyor muyuz?" Dedi.

Gözlerim Fırat'ın kara gözlerindeyken duraksadım. Bana bu sorunun bir benzerini binbaşı Kenan Karadağlı'da sormuştu. Tabii Fırat'la aralarında üslûp farkı vardı. Ama zannımca sabah Hakan Çınar'ın söylediği şeyler kafalarını karıştırmış bana karşı olan güvenlerini sarsmıştı. Öte yandan soru mantıklıydı. Yani onların yerinde olsam bende merak ederdim. Ancak böyle bir sorunun bana Fırat'tan gelmesi içimde birşeyleri sarsmıştı. Yine de hafifçe yutkunup sabahki olaya da bu soruya da bir açıklık getirmek üzere konuşmaya başladım.

" Size buraya ilk geldiğimde karargâh odasındaki böceği bulan uygulamayı tasarlayan bir arkadaşımdan bahsetmiştim. Bu arkadaşımın tasarladığı bir kod var. Bilgisayarlar hafızalarına yüklenen verileri ve belgeleri silmezler. Yani herhangi bir şekilde silinen belgeler veya veriler geri döndürülebilir. Bahsettiğim kod bu işe yarıyor. Herhangi bir bilgisayarın sistemine girildiğinde bilgisayarın içine yüklenip sonrasında silinen belge ve verileri, tabii beş yıl içerisinde yüklenip silindiyse, geri döndürebiliyor. Yani yüzbaşım eğer içinizdeki vatan haini her kimse, delilleri bilgisayarına kaydedip sonra da sildiyse delilleri geri döndürebilirim. Ortada büyütülecek ya da "boşa oyalanmamıza" neden olacak birşey yok. "

Fırat ve albay beni öylece dinlerken Fırat'ın gözlerinde benimle gurur duyuyormuş gibi bir ifade hakimdi. Benimle hem böyle konuşup hem de niye böyle güzel güzel baktığını anlayamazken sözlerime devam ettim. " Sabahki olay sanırım benim hakkımda kafanızın karışmasına neden olmuş. Bunun sebebi zannımca en çokta şu çalınan deliller olmalı. Az önce yüzbaşının bana sorduğu sorunun bir benzerini binbaşı Kenan Karadağlı'da sormuştu. Ve ben o zaman başıma gelecek olan şeyleri önceden az çok tahmin edebildiğimi ve her zaman bir b planım olduğunu söylemiştim. Evet askeriyede bulduğumuz belgeler ben vurulduğumda adliyeden çalındı. Ama daha önceden böyle birşeyin olacağını az çok tahmin edebilmiştim. Bu yüzden de şimdiye kadar TKÖ dosyasıyla ilgili topladığım tüm delilleri ve belgeleri kopyaladım. Yani delillerin orijinalleri çalındı ancak birer kopyaları bende mevcut. Tedirgin olacağınız herhangi bir durum yok. Aklınıza takılan başka bir soru varsa sorabilirsiniz."

Sanırım biraz sinirlenmiştim. Hakan Çınar gibi bir şerefsiz yüzünden insanlara kendimi açıklamak zorunda kalmak pek hoşuma gitmemiş olmalıydı.

Albay, " Savcım biz size güveniyoruz. Sadece içimizdeki vatan hanini bulunan kadar hepimiz zan altında olduğumuzdan dolayı sinirlerimiz biraz gergin. Savcı Hakan Çınar sabah öyle konuşunca gerildik biraz. Haddimizi aşıp sizi kızdırdıysak kusura bakmayın. Kendim ve askerim adına özür dilerim. "Derken gözleri anlık bir Fırat'ı bulmuştu.

Fırat ise gözlerimin içene bakarken "kusura bakmayın savcım" dedi ama "affet yavrum" der gibi bakıyordu. Gözlerimi albayla Fırat arasında gezdirirken, " Sizi anlayabiliyorum. Bu şekilde bir suçlamanın hedefinde olmak vatanı için canını, kendi hayatını gözden çıkaran sizler için zor biliyorum. Ama bana güvenmekten ziyade kendinize güvenmeniz daha iyi olur. Eğer suçlu değilseniz, yanlış birşey yapmamışsanız bana da Hakan Çınar'a da kanunlara da adalete de kafa tutabilirsiniz. Tamam bunalıyorsunuz onu da anlıyorum. İfade vermek, kan testi için hastaneye gitmek, silah arkadaşlarınız sınırda çatışırken burada böyle oturuyor olmak zorunuza gidiyor biliyorum. Ama sizi her ne kadar anlıyor olsam da benim ne kanunları, ne adalet sistemini nede bu formalite icabı olan şeyleri değiştirmeye gücüm yetmez. Bilgisayarlardaki veriler silinmiş olabilir ama ben bilgisayarları taramak zorundayım, uyuşturucu üç dört gün içinde vücuttan atılır ama ben o kan testlerini sizden almak zorundayım, suçlu her kimse yalan söyleyebilir ama ben ifadeleri de almak zorundayım. Herşey benim tekelimde değil. Ben sizleri anlıyorum ama lütfen sizde beni anlayın. Soruşturma sürecini hızlandırmak için elimden gelen herşeyi yapıyorum. Sizden de tek istediğim sabırlı olmanız. " Dediğimde albay başını sallayıp, "Haklısınız savcım" dedi. " Sizi biraz sık boğaz ettik. Bundan sonra elimizden geldiğince sizin için işleri kolaylaştırmaya çalışacağız. "

"İyi olur" dedim. "Sadece benim değil sizin içinde iyi olur."

Oturduğum yerden kalkıp sehpanın üzerine bıraktığım çantaları alırken Albay ve Fırat'ta benimle birlikte ayaklandı. "Ben çıkıyorum. " Dedim. "İyi günler. "

Albay el sıkışmak için elini uzatırken uzattığı elini bekletmeden sıktım. Albay da bana iyi günler dilerken Fırat'ta elini uzatmıştı. Onun elini de sıkıp "İyi günler savcım" diyişine , "İyi günler yüzbaşım" diyerek karşılık verirken odadan çıkmak üzere kapıya doğru ilerleyip odadan çıktım.

Askeriye binasından ayrılıp arabama binerken emniyet kemerini takıp motoru çalıştırmış ve depoya gitmek üzere yola koyulmuştum. O an zihnimde dün akşam Fırat'ın arabada , deponun bulunduğu güzergahta telefon çekmediği için bana ulaşamaması sonucu, yaptığı konuşma canlanırken ona mesaj atmayı veyahut aramayı düşündüm. Lakin az önce olanlar canımı sıkarken bundan pek emin değildim. Yine de usulca içimi çekip Fırat'a haber vermek için arabayı durdurup telefonu elime aldım.

Gözlerim sol tarafımda bembeyaz karlarla örtülü, ağaçları yapraksız kalmış ormanda ve yağan karda gezinirken Fırat'a mesaj atmayı düşünüyordum. Hâlâ albayın yanındaysa ararsam telefonu açamazdı. Ancak ne yazacağımı bilmiyordum. Depoya gittiğimi söyleyemezdim. Telefonun çekmediği bir yere gideceğimi söylersem bana nereye neden gittiğimi sorabilirdi. Bu yüzden en iyisi; şarjımın az olduğunu telefonumun her an kapanabileceğini eğer bana ulaşamazsa merak etmemesini bildiren bir mesaj yazmaktı.

Kısaca mesajı yazıp gönderirken aklıma Cihan abiyi aramam gerektiği gelmişti. Onunla konuştuktan sonra da telefonu kapatırdım.

Cihan abiyi arayıp telefonu, telefon tutma aparatına takarken tekrardan yola koyuldum. Dört kez çaldıktan sonra açılan telefondan Cihan abinin, "Alo Hazan" diyen sesi kulaklarıma dolarken, " Merhaba Cihan abi. Nasılsın?" Dedim. Cihan abi, "İyiyim abim. Seni sormalı." Dediğinde "İyiyim abi. Ben seninle bir konu hakkında konuşmak istiyordum. Müsait miydin?" Dedim.

Cihan abi sorgulayıcı bir sesle, "Bir sorun mu var?" Diye sordu. Gülümsedim hafifçe. Garipti. Ne zaman biriyle konuşmak istesem ilk olarak bir sorun olup olmadığını soruyordu.

İçimi çekip sıkıntılı bir nefesi alıp verdim ve, "Bilmiyorum" dedim. "Şimdilik yok. Ama olacak gibi. "

Cihan abi, "Daha açık konuşur musun Hazan?" Dedi.

"Tamam." Dedim. "Durum şu ki bildiğin üzere askeriye soruşturma altında. Askerlerin içinde bir vatan haini var ve ben bu kişinin kim olduğunu biliyorum. "

Cihan abi, "Kim ?" Diye sorarken ,"Kenan Karadağlı adında bir binbaşı. Aynı şekilde beni Oğuz'un nişanında vuranda o. " Dedim. "Yani..." Diyerek sözlerime devam ederken Cihan abi sözümü kesip "Bir dakika, bir dakika" dedi. "Yani bu durumda TKÖ'ye köpeklik yapan o şerefsiz senin kuzeninle aynı askeriyede ve senin onun kuzeni olduğunu biliyor, öyle mi?"

"Bingo!"

"Maalesef aynen öyle" dedim. Cihan abinin alıp verdiği sert nefesinin ardından, "Hazan sen kuzeninin nasıl bir tehlikede olduğunun farkında mısın? " Diyen sert sesi de kulaklarıma dolarken, "Farkındayım abi" dedim. "Senide bu yüzden aradım. Bu Kenan Karadağlı denilen şerefsizle Hakan Çınar ortak çalışıyor. Tam olarak emin değilim ama sanırım bana zarar vermek için Oğuz'u kullanacaklar. "

Cihan abi, "Nasıl yani?" Diye sorarken telefonun ekranına Fırat'ın araması düşmüştü. Birkaç saniye duraksasamda, "Sanırım askeriyedeki vatan haini olarak Oğuz'u göstermeye çalışacaklar. " Diyerek Cihan abiyle konuşmaya devam ettim. "Bu sayede de Oğuz'la olan akrabalık ilişkimden dolayı kanunen benimde bir vatan hanini olma ihtimalim ortaya çıkacağından Oğuz'la birlikte benimde hakkımda da soruşturma açılacak. Ve eğer işleri rast giderse Oğuz'da bende mesleklerimizden olup hapse atılacağız. "

Cihan abi "Sana birşey yapamazlar." Dediğinde içimi çekip, "Biliyorum." Dedim. "Ama eğer Oğuz içeriye girerse onu öldürürler. Ve böyle birşey olursa ben görebileceğim en büyük zararı görürüm zaten."

Cihan abi bu sözlerimle, "Ne demek öldürürler?"diye sordu. Sıkıntılı bir şekilde içimi çekerken, "Dağdaki operasyonda yakalanan Cemal diye bir it var cezaevinde. Görevi TKÖ'den biri hapse düştüğünde öldürüp ortadan kaldırmak. Yani bir nevi cellat gibi birşey. Bu söylediğim elbette bir ihtimal ama bana zarar vermek için bunu yapabilme olasılıkları çok yüksek. Eğer Oğuz'un o örgütle bir bağlantısı olduğuna dair bir iftirayı Oğuz'un üzerine atarlarsa ve Oğuz hakkında bir soruşturma açılırsa bende onun kuzeni olduğumdan beni bu davadan alırlar. Davayı başka bir savcıya verirler. Kaldı ki benden alınan davalar Hakan Çınar'a veriliyor. Ve o bir şekilde Oğuz'la Cemal itinin aynı hapishaneye aynı koğuşa girmesini sağlayabilir. " Diyerek düşüncelerimi açıkladım.

Cihan abi sıkıntılı bir şekilde aldığı nefeslere bir yenisini daha eklerken, " Of Hazan" dedi. "Sana tayin için Şırnak'ı seçmemeni söylemiştim. Bu durumun böyle sarpa saracağı en başından belliydi. Bir kez olsun söz dinlesen ya bir kez olsun!"

"Burayı neden seçtiğimi biliyorsun abi. Mecburdum." Dedim.

Mecburdum. Bu şehir benim hayatımın kilit noktasıydı. Ayrıca iyi ki de gelmiştim bu şehire. Bana hayatımdaki en güzel mucizeyi yani Fırat'ı vermişti.

Cihan abi, "Anlaşıldı" dedi. " Asena "dişlerimi bir kere avıma geçirdim öldürmeden bırakmam " diyor. Peki, tamam. Ne istediğini söyle."

"Hayır" dedim. "Kurt kışı geçirdi ama yediği ayazı unutmadı" diyorum. Ne istediğime gelirsek ; Adliyeye VASÖ ajanı olan bir savcı ve hakim ataması istiyorum. Adliyede birilerine güvenebilmem gerek. "

Cihan abi telefonun diğer ucunda birkaç saniye sessiz kalırken, "Hazan" dedi. "Vazgeç abim. Şu intikam işinden vazgeç. Bak en büyük zararı sen göreceksin. Tamam çok güçlüsün ama sandığın kadar değil. "

"Sen bu işe karışma abi. Kimse karışmasın. Mesele benim meselem. Ben kendimi çoktan gözden çıkardım. Sen istediğimi yapabilecek misin onu söyle?" Derken toprak yoldan çıkmak üzereydim.

Cihan abi içini çekip, "O iş kolay" dedi. "Sağol abi. Birşey daha var." Dedim. Cihan abi, "Söyle" dediğinde, "Askeriyedeki soruşturmayı hızlandırmak için yapabileceğimiz birşeyler var mı?" Diye sordum. "Sınırda hareketlilik varmış. Askerler orada olmak istiyor. Silah arkadaşlarının yanında yer alamadıkları için soruşturma içerisinde olmaktan rahatsızlık duyuyorlar. "

Cihan abi, "İyi oldu bunu söylediğin. Bende seninle bu konu hakkında konuşmak istiyordum. " Dedi. Kaşlarım anlamadığım için hafiften çatılırken, "Hangi konuda?" Dedim sorgulayıcı bir sesle. Cihan abi , "Sınırdaki hareketlilikten üstlerin çok önceden haberi varmış. Yani tam olarak sınırın hangi bölgesinde olacağını bilemeselerde böyle bir ihtimalin varlığından haberdarlarmış. Bu yüzden derin bir araştırma vardı uzun zamandır VASÖ'de. Sınırdaki hareketliliğin sebebi Irak'tan Türkiye'ye gelecek olan bir şeyh. Şeyh dediklerinede bakma. Adam şerefsizin teki. Şu metheys denilen uyuşturucu varya Ferdi Çakırcı olayı. O uyuşturucunun üretildiği labaratuvarın asıl ayağı Irak'taymış. Uyuşturucuyu tekrar Türkiye'ye sokmak istiyorlar. Ancak bu şeyh denilen şerefsiz uyuşturucuyu Türkiye'de satan ve üreten yavşaklara güvenmediğinden uyuşturucuyu satacakları kişileri yakından görmek istemiş. Bu yüzden buraya gelecek. VASÖ adamı yakalamak istiyor. Bu iti yakaladığımızda aynı zamanda TKÖ'nün arı kovanına da çomağı sokmuş olacağız. Yani askeriyedeki soruşturmanın kalkması bizimde işimize gelir. " Dedi.

"Şerefsizler. Yine onlarca çocuğu zehirlemek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı."

"Abi iyi hoşta. Soruşturma sürecini ne kadar hızlandırırsak hızlandıralım o itin Türkiye'ye gelişine yetişemeyiz. Bu işin bir sürü formalitesi var. Benden iyi sen biliyorsun. Ben bu olaya müdahale edemem ki." Dediğimde Cihan abi, "Adam Türkiye'ye bir ay sonra gelecek. " Dedi. "Şeyhin ülkeye girişini galeyana getirebilmek için bir ay öncesinden ortalığı karıştırıyor şerefsizler. Normalde bu it sürüleri düşünemez böyle şeyleri ama işin içinde TKÖ var. Başındakiler kim bu köpeklerin bilmiyoruz. Onlar planlıyor işi. Ama başaramayacaklar. Ayyıldızımıza el uzatanın göz dikenin ecdadını sikeriz biz. Geldikleri gibi siktir olup gidecekler. Neyse. Biz üstlerle bir karar aldık. Yarın sana soruşturmayı hızlandırmak için VASÖ'nün en iyi bilgisayar programcılarını yollacayağız. Bu sayede bilgisayar verilerini toplamak iki üç güne bitmiş olacak. Toplanan verileri de teker teker sen değil Bora'nın oluşturduğu bir yapay zeka sistemi inceleyecek. Yani bu şekilde ilerlersek soruşturma süreci bir buçuk haftada son bulur gibi duruyor. "

Bu haber beni mutlu ederken Fırat'ın ikinci kez araması yine ekrana düşmüştü. Umursamadım. Gözlerimi tekrar yola çevirip Cihan abiye , "İyi oldu bu." Dedim. "Neyse abi. Sağol tekrar. Görüşürüz yine. Kapatıyorum. "

"Dur bir dakika Hazan. Sana bir uyarıda bulunmam lazım ."

"Dinliyorum." Dedim. Yapacağı uyarının ne için olduğunu merak ederken.

Cihan abi, " Eğer tahmin ettiğin gibi o itler Oğuz'un üzerine düşündüğün gibi bir iftira atarsa soruşturma sende olduğu sürece kanunlar ne derse onu yapacaksın. " Dedi.

Kaşlarım derinden çatılırken, "Anlamadım?" Dedim. Cihan abi ise uyarıcı bir tonda , "Hazan" dedi. "Ne dediğimi gayet iyi anladın. Kimseye akraban, tanıdığın ya da herhangi biri kim olursa olsun torpil geçemezsin. Sakın böyle birşey yapayım deme. "

"Bana mı söylüyorsun abi bunu gerçekten?" Dedim kırgın sesime karışan öfkemle. "Hiçbir zaman yapmadım yapmam böyle birşeyi. Ama eğer Oğuz'un başına böyle birşey gelirse seninde dediğin gibi bu bir "iftira" olur. Ve üzgünüm ben kardeşimi yalnız bırakmam. İşlemediği bir suçun cezasını çekmesine göz yummam"

" Ben sana bunu söylemiyorum Hazan. Suçsuz birinin ceza çekmesine üstüne üstlük bu bir VASÖ ajanının ailesinden biriyse bizde göz yummayız. Ben sana sadece kendi mevkini korumanı söylüyorum. Her koşulda insanların gözü önünde görevini yap. Kimsenin görmediği yerde de kardeşliğini. Kimse bir savcı olarak senin tarafsızlığından şüphe etmemeli. "

İçimi çekip "Peki abi. " Dedim usulca. Geri adım atmıştım. Cihan abi haklıydı.

"Tamam abim. Mahkemem var kapatıyorum. Bilgisayar programcılarının yarın geleceği saati sana mesajla atarım. Görüşürüz. "

"Görüşürüz".

Telefondan aramanın sonlandığına dair bir sinyal sesi yükselirken telefonu elime aldım. Fırat'a geri dönüş yapmakla yapmamak arasında kalırken telefonu kapatmaya karar vermiştim. Kapattığım telefonu yan koltuğa atarken deponun olduğu güzargaha giden yola saptım.

******
Deponun önüne park ettiğim araçtan inerken soğuk hava bedenimi sarmıştı. Saçlarım esen rüzgarda, kar taneleriyle birlikte, savrulurken büyük demir kapısı yarı aralık olan depoya doğru ilerledim. Kapının aralığında içeriye girdiğimde Anıl ve Kim Chin içinde ateş yanan demir bir varilin etrafında, eski ahşap sandalyeler üzerinde oturuyorlardı. Hüseyin denilen adamda bir iki metre ileride eli kolu bağlı bir şekilde otururken beni ilk fark eden de O olmuştu. Çünkü bulunduğum yerden bakıldığında karşı karşıyaydık.

Adamın gözleri beni görünce korku ve tedirginliğe bürünürken kapının yanından hareketlenip boğazımı temizler gibi yaparken onlara doğru ilerledim. Anıl ve Kim Chin'in gözleri beni bulurken Kim Chin, "Ooo savcım hoşgeldiniz. " Derken Anıl oturduğu yerden kalkmıştı. Kim Chin ise oturduğu sandalyede iyice yayılırken "İyi oldu geldiğin. Bu buz devrinin muhabbeti hiç sarmadı beni. " Dediğinde Anıl herhangi birşey söylememişti. Ancak gözlerindeki ifadeden onunda pek Kim Chin'den hoşlanmadığı belliydi.

Adımlarımı karşılarında durdurduğumda demir varilden yayılan ateşin sıcaklığı yüzüme vururken, "Merak etmeyin. Bu gece kalmayacaksınız burada. " Dedim. Gözlerim Hüseyin denilen adamın gözlerindeydi. Adam derince yutkunup, "Ne yapacaksınız bana?" Diye sorduğunda ona doğru ilerleyip yerde devrik bir şekilde duran ahşap sandalyelerden birini kaldırıp karşısına oturdum. Adamın gözleri korkuyla yüzüme kaçamak bakışlar atarken birkaç saniye, dün karısını ve kızını dövüp, onlara sövüp sayarken aslan kesilen lakin şuan karşımda bir böcekten farkı olmayan bu şerefsizi izledim.

Korkuyordu benden. Dün kendinden güçsüz olan kızına, karısına etmediğini bırakmazken şuan onlar gibi bir kadın olan benden korkuyordu .

Adama attığım küçümseyici ve sert bakışlar eşliğinde hafifçe alayla gülümserken oturduğum yerde geriye doğru yaslanıp, "Korkuyor musun benden?" Diye sordum buz gibi bir sesle. Adam herhangi bir şey söylemezken gözbebekleri yuvalarında tedirginlikle sağa sola hareket ediyor ve derin derin yutkunup dururken alnı terliyordu. Yani ağzı birşey söylemese de bedeninin verdiği tepkiler korktuğunu fazlasıyla belli ediyordu.

Başımı aşağı yukarı sallarken, "Haklısın" dedim. "Bence de korkmalısın. Çünkü ben hiç sevmem senin gibi şerefsizleri. Kadınlara el kaldırmayı erkeklik zanneden asallaklardan hiç hoşlanmam. "

Oturduğum yerden kalkıp adamın oturduğu sandalyede arkasına geçip yere çöktüğümde ellerinin bağlı olduğu kalın halatı çözerken, "Bence senin gibiler ölmeli. " Dedim. "Kendi acizliğini, zayıflığını, aşağılık varlığını bir kadını döverek gizlemeye çalışanlar ölmeli. "

Çözdüğüm ipi öylesine bir yere atarken adamın önüne geçtim. Belimdeki silahı çıkarıp adama doğrultum. Korku dolu bakışları bende gezerken, "Çöz ayaklarını" dedim sert ve baskın bir sesle. Adam öylece yüzüme bakarken az ileride bulunan varillere doğru bir el ateş edip silahın sesi depoda yankılanırken namluyu tekrar korkuyla titreyen adama çevirip, "İkinci kurşun beynini dağıtsın istemiyorsan çöz şu ayaklarını!" Dedim.

Adam hızla başını sallayıp titreyen elleriyle ayaklarındaki ipi çözerken yanıma gelen Kim Chin, "Savcı adamı öldürmeyeceksin dimi? " Diye sordu. Gözlerimi gözlerine dikip ters ters baktığımda Kim Chin, "Peki karışmıyorum. " Diyerek teslim olur gibi ellerini kaldırıp geriledi.

Gözlerim tekrar adamı bulurken adam ayaklarını çözmüştü. "Kalk" dedim. Adam bu sefer ikiletmeden oturduğu sandalyeden kalkarken silahın namlusunu sallayıp, "Yürü" dedim. Adamı ateşin yandığı varile doğru yönlendirirken Anıl ve Kim Chin bir kenara çekilmiş olanları izliyordu.

Varilin yanında durduğumuzda sert bir tekme savurup demir varilin beton zeminde tiz bir ses çıkararak yere düşmesini sağladım. Varilin içindeki ateş ve köz yere saçılırken Hüseyin denilen adam bulunduğu yerde korkuyla sıçradı. Ateşten yayılan dumanlar dalga dalga deponun içinde yükselirken adama dönüp silahın namlusunu yüzüne doğru tuttuğumda, "Bastır ellerini" dedim emredici ve baskın bir ses tonuyla.

Hüseyin ağlarcasına bir ses çıkartırken yere dökülen közlerden birkaç adım uzaklaşıp, "Ha... hayır.... yapma nolur ya..yapma." diye yalvarırken küçük histerik bir kahkaha atıp Hüseyin'in korku dolu bakışları eşliğinde arkasına geçip diz kapağının altına bir tekme attığımda diz üstü yere düşmesine neden oldum. Adam acı dolu bir şekilde, dişlerini sıkarak, inleyip düştüğü yerde kıvranırken sanırım bunun sebebi bulunduğu yere sıçrayan birkaç köz parçasının üzerine düşmesiydi.

Silahı şakağına dayayıp, "Karın ve kızında sen onları döverken, böyle acıyla, sana "yapma , etme" diye yalvarırlar mıydı?"dedim düz bir sesle. Adam ağzından dökülen küçük iniltileriyle ağlarken silahın şakağına dayadığım namlusunu başına sertçe bastırıp, "Sana bir soru sorduğumda bana cevap ver!!" Diyerek bağırdığımda sesim depoda yankılanmış ve Hüseyin başını belli belirsiz beni onaylarcasına sallamıştı. Korkuyla tir tir titriyordu.

"Peki sen onlar sana durman için yalvardıklarında durur muydun?" Diye sordum dişlerimi öfkeyle sıkarak. Adam başını bu seferde korku ve tedirginlikle olumsuz anlamda sağa sola sallarken dudaklarının arasından bir hıçkırık koptu.

Silahı şakağından çekip bir elimle hızla kırlaşmış saçlarından tutup adamın acı dolu nidaları arasında yüzünü yerdeki közlere doğru, eğdim. Kulağına yaklaşıp, "Peki o zaman ben neden seni dinleyeyim?" Dedim tehditkâr bir sesle.

Adam burnunun dibindeki kızgın közlerle bakışırken korkudan dili tutulmuş gibiydi. Sadece kekel can verir gibi , "Ya.. yapma" dedi güçsüz çıkan sesiyle. Başını tuttuğum saçlarından çekerek geriye doğru yatırırken, "Tamam." Dedim. " Bir anlaşma yapalım seninle; eğer yüzünü yakmamı istemiyorsan ellerini gözden çıkarmak zorundasın".

Hüseyin kızgın közlere korku dolu gözlerle bakarken başını belli belirsiz olumsuz anlamda sallarken bana döndü. "Yapma" dedi. "Bir daha karımada kızıma da dokunmam. Yapma. Nolur yapma".

Sinirle gülüp adamın başını hızla közlere doğru iterken adamın gözlerini sımsıkı yumarak attığı korku dolu çığlık kulaklarıma dolduğunda közlere iki üç santimlik mesafe kala durdum. "Bir daha onlara dokunamayacaksın zaten." Dedim bastırarak. "Ben sana şuan sadece onlara bir daha böyle birşeyi yapmayı geç aklının ucundan dahi geçirirsen başına neler gelebileceğinin ufak çaplı fragmanını gösteriyorum. Şimdi seç; ellerin mi yüzün mü?"

Adam birkaç saniye öylece durup bedeni zangır zangır korkuyla titrerken başını salladı. Derince yutkunurken bacaklarının arasına sakladığı ellerini çıkarıp , "E...ellerim" dedi çaresizce. Başımı onaylar anlamda sallarken adamın saçlarını bırakıp silahı başına tekrar doğrultuğumda, "Stratejik bir seçim." Dedim alayla. "Yüzünü seçseydin Allah muhafaza kör bile olabilirdin. "

Adam yüzüme nefret ve korku karışımı bir duyguyla bakarken, "Hadi" dedim gözlerimle közleri gösterirken. "Daha konuşacaklarımız var. Sabaha kadar seni mi bekleyeceğiz. Bak eğer zorlanıyorsan yardımcı olurum. " Hüseyin derince yutkunup gözlerini gözlerimden çekerken bir ellerine bir közlere baktı. Gözleri bir anlığına aralık olan kapıyı bulurken, "Şşş" dedim uyarıcı bir şekilde. "Sakın kaçmayı deniyeyim deme. Elinden fazlasını kaybedersin."

Bu sözlerimle adam tekrar başını sallayıp gözlerini sımsıkı yumarken derince yutkunup hızla ellerini önündeki közlere bastırdı. Ardından da acı dolu haykırışı depoyu inletirken, "Afferin " dedim. "Göründüğün kadar aptal değilmişsin."

Adam yanan ellerini közden geri çekerken titriyordu. Bu seferki korkudan değil acıdandı. Bir yandan da iniltileri duyulurken, "Tamam." Dedim. "Şimdi rahat rahat konuşabiliriz. "

Bir kaç adım uzağımda duran sandalyeyi alıp adamın yanına koyarken oturdum. Bir süre adamın acı dolu bağrışlarını ve kıvranışlarını izlerken, "Gel seninle ikinci bir anlaşma daha yapalım. " Dedim oturduğum yerde adama doğru eğilirken. "Ama bu sefer ki az önceki gibi iki ucu boklu değnek olmasın." Hüseyin'in yaşlı gözleri gözlerimi bulurken bana öfkeyle bakıyordu. Umursamadım. Ve sözlerime devam ettim. "Hastaneye gitmek istersin herhalde?" Adam gözlerime birkaç saniye ciddi olup olmadığımı sorgularken gibi bakarken başını istediğini belli edercesine aşağı yukarı salladı.

"Bende öyle düşünmüştüm. O zaman bu anlaşmayı da kabul edeceksin demektir. "

Hüseyin yine başını sallarken, "Benim kim olduğumu biliyor musun?" Diye sordum. Olumsuz anlamda başını sallayıp, "Bilmiyorum" dedi zar zor. Aslında kim olduğumu tahmin edebildiğinin farkındaydım. Ancak yine de başımı onu onaylarcasına sallayıp, "Ben adliyedeki odasını soyduğun savcıyım" dedim. Adamın gözleri dehşetle açılırken derince yutkunup, "Ben...ben öyle birşey yapmadım." Dedi. Kaşlarımı "öyle mi?" Der gibi havalandırıp, "O yüzden mi kaçtın dün beni görüp savcı olduğumu öğrenince?" Diye sordum. Adam ne diyeceğini bilemez bir şekilde gözlerini sağa sola kaçırırken, "Ben...be...ben karımla kızıma yaptıklarımı gördüğünüz için korkup kaçtım." Dedi.

Gözlerimi kısıp adama bakarken, "Zekice bir yalan" dedim. "Ama yalan olduğu anlaşılacak kadar amatörce söylememiş olsaydın. " Hüseyin gözlerini kaçırırken derince yutkunup sustu. Bense oturduğum yerden kalkıp, "Bak " dedim. "Yorma beni. Sana sorduğum ve soracağım soruların cevabını zaten biliyorum. Yani ne sen ne de söyleyeceklerin çokta umrumda değil. Ama ben istiyorum ki elimi kana bulamak zorunda kalmayayım. Bir anlaşma yapalım ve ikimizin de işine yarasın. "

Adam derince yutkunup başını onaylarcasına salladı. "Güzel" dedim. "Şimdi odamdaki evrakları çalmak için kimden emir aldığını söyle bana."

"Baran diye bir adamdı. Yüzü gözü yara içinde sağ bacağı sakat biriydi."

Duyduğum bu isim kabul etmeliydim ki duymayı beklediğim isim değildi. Kafam karışmıştı. Baran ben vurulduğumda karakoldaydı. Üç buçuk hastanede kalmıştım. Vurulduğum günün ertesi günü Baran cezaevine giderken polislerin elinden kaçmıştı. Yani Baran'ın Hüseyin'e gidip böyle birşeyi istemek için vakti yoktu. Ki kaçtığı andan itibaren polisler her yerde onu ararken vakti olsa bile buna cesaret edemezdi. İki seçenek vardı; ya Hüseyin'in bir şekilde elime geçeceğini önceden tahmin edip ona zorda kalırsa söylemesi için bu yalanı vermişlerdi ya da herşey ben Baran'ı yakalamadan önce planlanmıştı. İlk seçenek doğru cevaptı. Çünkü eğer herşey ikinci seçenekte ki gibi ben Baran'ı yakalamadan önce planlanmış olsaydı Hüseyin Baran'ın yara bere içinde bir yüzü ve sakat bir sağ bacağı olduğunu bilemezdi. Yani bu şerefsiz bana yalan söylüyordu.

Kalktığım sandalyeye geri oturup elimdeki silahın emniyet kilidini açıp Hüseyin'e doğrulttum. Adamın elindeki yanıklardan dolayı acı dolu olan yüz ifadesine korku da eklenirken, "Cesaret güzel birşey" dedim hiçbir duygu barındırmayan sesimle. "Ama fazlasına aptallık derler. " İçimi çekip sözlerime, "Baran denilen adamı anlatırken yaralarından bahsettin. Dikkatini çekmiş olmalı. Onunla ortak bir özelliğin olsun ister misin?" Diyerek devam ederken silahı bacaklarına doğrultup, "Sağ mı sol mu?" Diye sordum. "Merak etme onda ki yaraların sanatkârı da benim. Sende de aynı kalitede bir işçilik çıkartacağımdan hiç şüphen olmasın."

Adam korkuyla bulduğu yerde gerileyip bacaklarını kendine doğru çekerken yutkunup, "Ne istiyorsun benden? Sorduğun soruya cevap verdim işte. " Dedi. Sinirle gülüp, "Yalanı cevap olarak kabul etmem ben" dedim. "Ya doğruları söylersin ya da mahvederim seni."

Adam öylece yüzüme bakarken elimdeki silahı sağ bacağının on santim gerisine doğrultup tetiği çektim. Hüseyin patlayan silahın sesi depoda ikici kez yankılanırken korkuyla irkildiğinde silahı tekrar ona doğrultup, "İkinci kurşun diz kapağını dağıtır. Hâlâ susmaya devam edersen üçüncü kurşun diğer diz kapağını dağıtır. Ve dün aşağılayıp durduğun oğlundan hiçbir farkın kalmaz. Ama ben sana bunu yapmak istemiyorum. Sanma ki seni düşündüğümden. Bu dünyadaki hiçbir insanın bakımını da merhametini de hak etmiyorsun sen. Senin gibi bir pisliği hiç kimsenin omuzlarına yük etmek istemiyorum. Doğruları konuşursan yararına olur. Bilmem anlatabildim mi?" Dedim.

Başını salladı. Bu sefer yeterince korkmuştu. Derince yutkunup duymayı beklediğim ismi söyledi. "Hakan Çınar diye biriydi. Savcı... savcıydı galiba. Bana elli bin TL para teklif etti. Bende kabul ettim. Herhangi biri bana bu olayla ilgili soru sorarsa Baran denilen adamın ismini vermemi söyledi. "

"Çaldığın evrakları Hakan Çınar'a mı verdin?"

"Hayır"

"Kim peki? Kime verdin?"

"Kırklı yaşlarında bir adamdı. Adı... Kenan... Kenan Karadağlı'ydı sanırım. "

Anlamıştım. Herşey hemen hemen tahmin ettiğim gibiydi. Odamdan çaldıkları evrakları Oğuz çalmış daha doğrusu ben Oğuz'a vermişim gibi gösterip kanun önünde bizi vatan haini olarak göstereceklerdi. Hadi ben neyse de Oğuz bu işten çok zarar görürdü.

Sıkıntılı bir şekilde nefes alıp verirken, "Tamam" dedim. "Şimdi üçüncü bir anlaşma daha yapacağız. Bu anlaşmadan senin çıkarın tutuklanmamak olacak. Ha baştan söyleyeyim bana herhangi bir şekilde kazık atmaya ya da yamuk yapmaya kalkarsan böyle birşeyi aklından geçirdiğin an seni ölmekten beter ederim. Anlaşıldı mı?"

Adam hızla başını sallarken, "Anladım" dedi. "Güzel" dedim. " Anlaşmanın gerekçelerini sana sonra söyleyeceğim ve söylediğim an sorgulamadan ben ne dersem onu yapacaksın. Ve bir uyarı; o zaman kadar nefesim hep ensende olacak. Tekrarlıyorum yanlış birşey yaparsan..." Adam sözümü kesip "Yapmam" dedi. "Yapmayacağım."

Başımı sallayıp, "İyi" dedim. Ardından da oturduğum yerden kalkıp silahı belime takarken bir köşede durmuş olanları izleyen Kim Chin ve Anıl'a doğru ilerleyip, "Hastaneye götürün şu herifi" dedim. Anıl, "Tamam" diyerek beni onaylayıp adama doğru ilerlerken Kim Chin yüzüme bakıp, "VASÖ'de eğitim alırken çok duyardım adını. " Dedi. "Asena, "yanında dur , arkasında dur ama asla karşısında durma" derlerdi. Haklılarmış. Ürktüm biraz".

"Ürkme" dedim. "İyi olduğunu bildiğim biri karşımda da dursa zarar vermem ben. Derdim kötüler ve vatan hainleriyle. Neyse görüşürüz yine. Gidiyorum ben. Sizde çok oyalanmayın. Şu ateşi de söndürün çıkmadan. "

Kim Chin beni başıyla onaylayıp, "emredersin Asena" dediğinde gülümseyip depodan çıktım. Soğuk hava ciğerlerime dolup ürpermeme neden olurken arabama doğru ilerlemeye başladığımda bileğimdeki saate baktım. Saat 18. 23'ü gösterirken Emine teyzelerin yanına yetişemeyeceğimi anlamıştım. Dün Hüseyin denilen adama Mine için gelecek olan şerefsizlere saat yedi de gelmelerini söyletmiş , Emine teyzeye de saat yedi de yanlarında olacağıma dair söz vermiştim. Hızla arabama binip yola koyulurken yedi ye 37 dakikadan az bir süre vardı. Yani dediğim saatte orada olamazdım. Şehir merkezine çıkmam bile iki saate yakın zaman alırdı.

Bu yüzden gazı kökleyip telefonu açtım. İlk çektiği yerde durup adliyeye ben vurulduktan sonra Anıl'larla birlikte gelen iki avukattan birini arayıp durumu anlatıp Emine teyzenin yanına gitmesini giderken de beraberinde bir polis ekibi götürmesini söyleyecektim.

Bir gözüm yolda bir gözüm telefondayken kuş uçmaz kervan geçmez deyiminin hakkını veren bu ıssız yolda hızla ilerledim. Yaklaşık yarım saat sonra telefon çekmeye başladığında arabayı yolda sağa çekip durdum. Rehbere girip "Aylin Çataloğlu" yazan numarayı aradım. Telefon ikinci çalışta açılırken telefonun diğer ucunda bir kadın sesi, "Alo Asena" dedi.

" Benim" dedim. " Fazla vaktimiz yok. Senden birşey isteyeceğim. "

"Söyle"

"Sana bir adres yollayacağım. O adrese yanında bir polis ekibiyle gideceksin. Adreste onbeş yaşında bir kız çocuğu var . Birde annesi. Kızı zorla kaçırıp çocuk gelin etmek istiyorlar. Anne Emine Kırca bunu istemiyor. Ama adamlara gücü yetmiyor. Adamlar saat yedi de orada olacaklar. Ben gidecektim aslında yanlarına ama işlerim yüzünden yetişemiyorum. Onlardan benim yerime özür dile. Ve Emine hanıma söyle sakın polislere kocasından bahsetmesin. Mine'ye de sıkı sıkı tembih etsin. Kocasının adı geçmeyecek. Nedenini sonra benim onlara açıklayacağımı söyle. Şimdiden sağol."

"Tamam Asena. Yola çıktım bile. "

"Tamam sağol tekrar."

"Rica ederim "

Telefonu kapatıp Emine hanımların kapısına nöbete bıraktığım VASÖ askerine polis ekipleri gelene kadar Emine hanım ve Mine'ye o şerefsizlerin zarar vermesini engellemesini bildiren bir mesaj attım. Ve tekrar yola koyuldum. Saat sekizde Oğuz'la buluşacaktık. Sanırım birazdan konumu atardı.

Telefonu, Fırat'tan gelen cevapsız aramaları es geçerek tekrar kapattım. Kızgın ya da kırgın değildim ona ama albayın odasında bana Kenan Karadağlı'yla benzer bir soruyu sorması canımı sıkmış, kafamı karıştırmıştı. Bu yüzden şuan onunla telefonda herhangi bir konuşma yapmak gelmiyordu içimden. Akşam konuşurduk. Tabi Fırat'ın bana yapabilecek bir açıklaması varsa.

******
Oğuz saat 19.45'i gösterirken bana merkezde bulunan bir kafenin konumunu atmıştı. Tabii ben bu mesajı merkeze varmama yarım saatte yakın bir süre varken görmüştüm. Yani şuan saat bende 20.02'yi gösteriyordu. Oğuz'a bir yarım saat gecikeceğimi bildiren bir mesaj attım. Ardından da Fırat'ın cevapsız aramaları onu geçmişken derin bir nefes alıp Fırat'ı aradım. Ve o an birşey fark ettim; Fırat'ı ilk kez arıyordum. Bu farkına varma hali beni hafifçe gülümsetirken nedensizce belki de saçma bir şekilde Fırat'ın sesini duyacağım için heyecanlanmıştım. Seviyordum o erkeksi ve kaba sesini telefonda duymayı.

Telefon ikinci kez çalamadan açılırken Fırat'ın, "Hazan" diyen yarı sert yarı endişeli sesi kulaklarıma dolduğunda tek tük evlerin ve arabaların yeni yeni görünmeye başladığı, kar tanelerinin arabanın farları önünde uçuştuğu karanlık yolda ilerliyordum.

Fırat'a arayan ben olmama rağmen, "Efendim?" Dedim. Sesim ne uzak ne yakındı. Aynı içim gibi karışıktı işte. Fırat'ın alıp verdiği sıkıntılı nefesin ardından birkaç saniye süren bir sessizlik oldu. Aslında şuan bana bağrıp çağırması hesap sorması gerekiyordu . Telefonu açarken de sesindeki tınıdan bunu planladığı belliydi. Ama ben sesimdeki tınıyla buna müsade etmemiştim. Ve Fırat bana olan kızgınlığını kendi içinde bastırmak zorunda kalırken duraksamıştı.

Telefonun diğer ucundan gelen motor sesinden Fırat'ın da benim gibi araba kullandığını anlarken Fırat bu birkaç saniyelik sessizliği, "İyi misin?" Diyerek bozdu. Onunda sesi karışıktı. Sanki birşeyler söylemek istiyor lakin bu anın ne yeri ne de zamanı olmadığını biliyordu.

"İyiyim" dedim. "Sen?"

O da iyi miydi? Ben değildim. Yalan söylemiştim. Aslında tam olarak yalan da denilemezdi. Şartlı refleks gibi birşeydi. İyiydim. Dünyadaki birçok insandan daha iyi. Ama kendi içimde bundan daha iyi günlerimde olmuştu.

Fırat sorduğum soruya, "Değilim" diyerek cevap verdi. Benim gibi yapmamış yalan söylemeyi seçmemişti. Bir gün önce de , benim kapımın önünde, demişti zaten "ben sana asla yalan söylemem" diye. Sözünde duruyordu. Bu hikâyenin Pinokyo"su bendim.

"Neden?" Diye sordum sesimdeki karışıklık bir kenarda dururken sesim usulca çıkmıştı. Fırat ise, "Sana dokunmadan, seni kucağıma almadan, başımı boynuna gömüp kokunu solumadan, öpüp koklamadan iyi olmam ben." Dedi.

Gülümsedim. Bu konuşan benim Fırat'ımdı. Peki albayın odasında bana o sözleri söyleyen Fırat kimdi?

"O zaman iyi olmak için biraz daha beklemen gerekiyor" dedim. Fırat ise içini çekip, "Bekleriz" dedi. Ardından da, "Nerdesin?" Diye sordu. "Buluştun mu Oğuz'la?"

"Hayır" dedim. "Şimdi gidiyorum. Seni de o yüzden aradım. Adresi vermek için. "

"Şimdiye kadar neredeydin?" Diye sordu. Birkaç saniye duraksayıp ne şöyleceğimi düşünürken adliyede olduğumu söylemeye karar vermiştim. Ta ki Fırat benden önce davranıp, "Sakın bana adliyede olduğunu falan söyleme. Baktım oraya. Araban yoktu. " Diyene kadar.

Bozuntuya vermeden, "Orada değildim zaten" dedim. "Şimdi anlatamam nerede olduğumu. Sonra konuşalım. "

"Tamam." Dedi. "Adresi söyle geleyim yanına. "

Fırat'a adresi söyleyip telefonu kapattım. Merkeze az bir mesafe kalmıştı. Beş on dakikaya oradaydım.

Bir süre öylece yolda ilerleyip Oğuz'un bahsettiği Laleli kafenin önünde durdum. Dışarıdan bakıldığında güzel bir sokak arasında küçük tatlı bir kafeydi burası. Yola bakan tarafı ful camdı ve kafenin içinde yanan sarı spot ışıklar loş bir hava veriyordu. Sevmiştim burayı.

Etrafı incelemeyi bırakıp telefonumu, çantamı ve arabamın anahtarını alıp arabadan indim. Kar taneleri saçlarıma düşerken, topuklu ayakkabılarımın beton zeminde çıkardığı ses kulaklarıma dolarken karşı kaldırıma geçip kafenin girişine doğru ilerledim.

Kafenin kapısından içeriye girdiğimde kafenin dekorasyonu ahşap ağırlıklıydı. Ahşap rengin sarı loş ışıklarla ve kafenin ahşap kolonlarına sarılmış yapay yeşil sarmaşıklarla uyumu çok güzeldi. Birkaç yerde göze hitap eden kitaplarla dolu kitaplıklar vardı. Hatta bana en yakın olanında Sebahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna' sı gözüme çarpmıştı. Gülümsedim. O kitaptan herkesin çok iyi bildiği birkaç satır zihnimde yankılandı.

" Tesadüf seni karşıma çıkarmasaydı, gene aynı şekilde , fakat herşeyden habersiz yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka türlü bir hayatında mevcut olduğunu, benim birde ruhum olduğunu öğrettin..."

Fırat...

Usulca içimi çekip kitaplardan gözlerimi alırken buranın cok güzel bir yer olduğunu geçirdim zihninden. Lakin içerisi pek kalabalık değildi. Bütünlükte bir sakinlik, duruluk ve huzur vardı. Ve içerisi buram buram kahve kokuyordu. Bir kez daha burayı sevdiğime kanaat getirirken tanıdık bir sesin, "Hazan" diyerek bana seslenişi kulaklarıma dolduğunda gözlerim birkaç masa ileride, cam kenarında oturan Oğuz'u buldu. Gülümseyip ona doğru ilerledim.

Masanın yanında durduğumda Oğuz oturduğu yerden kalkmış ve bana sarılmıştı. Bende ona sarılırken Oğuz, "Hoşgeldin abim" dedi. Sevdiğim insanlara sarılırken içim mütemadiyen huzurla doluyordu. Bu yüzden gözlerimi kapatıp içimi saran o huzurla derin bir nefes alırken, "Hoşbuldum abicim" dedim. "Biraz geç kaldım özür dilerim."

Oğuz kollarını belimden çözerken yüz yüze gelmemizi sağlayıp, "Önemi yok" dedi. "Geldin ya." Birkaç saniye gözlerime bakıp eliyle ahşap sandalyeleri gösterdi. "Otur hadi. " Başımı Oğuz'u onaylarcasına sallayıp çantamı oturacağım sandalyenin yanındaki sandalyeye bırakıp uzun deri trençkotumu ve takım elbisemin ceketini çıkarıp çantamın olduğu sandalyeye astım. Ardından da sandalyeyi çekip otururken Oğuz garsonu çağırdı.

Yanımıza gelen tahmini üniversite öğrencisi, esmer bir çocuk gelip, "Buyrun efendim?" Dedi. Sesinde hissedilebilir bir doğu şivesi hâkimdi ve bu beni hafifçe gülümsetti.

Oğuz bana ne istediğimi sorduğunda sütsüz ve şekersiz acı bir Türk kahvesi istemiştim. Oğuz ise "Tatlı?" Dedi sorar gibi. Başımı olumsuz anlamda salladım. Tatlılarla pek aram yoktu. Baklava dışında. O da Antepli olunca Allah'ın emriydi artık.

Oğuz ise sütlü ve bol şekerli bir Türk kahvesi istedi. Garson "hemen getiriyorum efendim" diyerek giderken Oğuz'la göz göze gelip güldük. Hep böyleydik Onunla; alabildiğine zıt.

Oğuz yüzündeki gülüşü bastırıp, "Eee" dedi. "Nasıl buraya tek başına gelebilmek için izin aldın Fırat'tan?" Bu soru canımı sıkarken yüzümdeki gülüşü yok edip, "Tek gelmedim. " Dedim. "O da burada. " Bu sözlerimle Oğuz'un kaşları hafiften çatılıp gözlerinde öfkenin küçük kıvılcımları yavaş yavaş kendini gösterirken kafenin içini taradı. Belli ki Fırat'ı arıyordu.

"İçeride değil" dedim. " Dışarıda bir yerde bekliyor beni".

Oğuz kafenin içinde gezinen ela gözlerini yüzüme çevirip, "İyi bari" dedi. " Seni benimle yalnız bırakacak kadar medeni olabilmiş. Geceden sabaha ne değiştiyse?"

Dün gece Fırat'ın, Oğuz benimle yalnız konuşmak istediğinde, sergilediği tavıra laf sokuyordu.

"Doğru konuş Oğuz" dedim. "Sevdiğim adam o benim. Ve hep de öyle kalacak. Buna alışsan iyi olur. "

Oğuz gözlerimin içine bakıp, "Alışmayacağım" dedi. "Bence sende alışma Hazan. Asker adam. Bugün var yarın yok belki. Yapma kendine bu kötülüğü. Önce dayım sonra Ali; varla yok arası olan yengem; daha birkaç hafta önce Ecrin; bir hafta önce Salih. Sence de yetmedi mi artık ölüme ayrı bu içine tükürdüğümün dünyasına verdiğin kayıplar ayrı. Yetmedi mi Hazan? Daha ne kadar canın yansın istiyorsun? Daha ne kadar kaybetmek istiyorsun? "

Oğuz'un bu sözleriyle duraksadım. Ya da kalakaldım. Bilmiyorum. Konuşalım dediğinde bu kadar açık olacağımızı beklememiştim. Gözlerimi gözlerinden çektim. O sırada garson gelip masaya büyük beyaz fincanlara koyulan kahveleri ve içi su dolu büyük cam bardakları bırakıp ortaya bir "Afiyet olsun" diyip gitti. İnce uzun parmaklara sahip olan ellerimi masanın üzerine koyup kahve fincanıyla oynamaya başladım. Üstündeki sıcak duman yüzüme vurup kahvenin bana her zaman huzur veren kokusu burnuma dolarken, "Ne yani?" Dedim Oğuz'un yüzüne bakmadan . Gözlerim önümdeki kahvenin köpüğündeydi. "Hiç mutlu olamıyorum diye hiç denememeli miyim? Hep kaybediyorum diye hiç savaşmamalı mıyım? Ne yani Oğuz? Birgün öleceğiz diye hiç yaşamayalım o zaman. "

Son sözlerimi söylerken Kehribar rengi gözlerim Oğuz'un elalarını bulduğunda Oğuz, "Ne sanıyorsun Hazan?" Dedi. " Ben sen mutlu ol istemiyor muyum sence? Kardeşimsin sen benim. Belki herkesten çok ben isterim senin mutlu olmanı ama Fırat'la...zor Hazan çok zor."

Gülümsedim burukça. " Bu hayatta benim için kolay olan tek birşey söyle o zaman Oğuz bana. " Dedim. Oğuz hayatımda kolay olan tek birşey dahi olmadığını bildiği için susarken gözlerimi kapatıp açtım. İçimi dökecektim bu gece Oğuz'a. Başka türlü anlamayacaktı çünkü beni. Bu yüzden derin bir nefes alıp bir yerden başladım.

" Bak Oğuz çok yorgunum ben. Öyle dinlenince geçebilecek bir yorgunluk değil bu. Koca bir ömürün birikintisi gibi. Bir yirmi dört yıl daha yaşasam her saniyesine fazlasıyla yetebilecek kadar derin bir yorgunluk. Ve benim dinlenmek için ölmeyi bekleyecek kadar gücüm yok. Ben sevgi dolu bir ailede büyümedim senin gibi. Ne bilim geceleri uyanıp üstümü örten, başımda uyumam için masallar okuyup ninniler söyleyen bir annem olmadı. Ya da işlerimi bir an önce bitirsemde çocuklarımın yanına dönsem diye can atan bir babam. Veyahut sokaklarda sabahtan akşama kadar oyunlar oynayıp ardından tatlı kavgalar edip barıştığım kardeşlerim olmadı. " Duraksadım. Gözlerim dolmuştu. Alt dudağımı ısırıp, "Belki de bu yüzden" diyerek devam ettim sözlerime. " Nerede bir sevgi kırıntısı görsem oraya tutundum. Sevginin her zerresine koştum. Ama tek birşeye cesaret edemedim; Aşık olmaya. Çünkü çok korktum. Babam gibi hiç sevilmediğim bir kalbe tutunup sonrada dünyaya yüreği sevgiye aç çocuklar getireceğim diye çok korktum. Belki sana böyle söyleyince basit geliyor. Ama inan bana dünyada sevgisizlikten daha ağır hiçbir şey yok. Sevgisiz büyümekten daha tehlikeli hiçbir şey yok. Ablam da Ali'de bu yüzden bu hâle geldi. Biri kendi hayatını mahvetti. Diğeri belki de onlarca insanın. Ben onlar gibi olmamak için elimden geleni yaptım. Ve onlar gibi olmadım. Annemle babam gibi olmamak içinde aşktan, birini sevmekten hep kaçtım. "

Gözümden bir damla yaş süzülürken Oğuz'un dolan gözlerine bakıp gülümsedim burukça. " Hani bir söz vardır; kaçan kovalanır, diye. Doğru. Ama yanlış olan birşey var Oğuz; kaçan illaki bir yerde yorulur. Ben yoruldum. Kaçmaktan yoruldum. Birşeylere karşı koymaktan, kimse gibi olmayacağım diye kendim gibi bile olamamaktan yoruldum. Ne istiyorsun benden? Ne yapayım? Durduğum, herşeyi göze aldığım bu yerden geri mi döneyim? Belki kırılacaksın bana ama ben ilk defa gerçekten sevildiğimi hissediyorum. Ve bu sevgiyi bir gün de sürecek olsa bir ömürde kaybetmek istemiyorum. Benim cesaretim var; kalbime sevdiğim birinin daha mezarını kazmaya da Fırat için herkese, herşeye kafa tutmaya da cesaretim var. "

Oğuz'un gözlerinden de bir damla yaş süzülürken, "Çok fazla birşey istemiyorum" dedim. "Nazım Hikmet'in de dediği gibi "küçük bir mutluluk istiyorum. O kadar küçük olsun ki kimse istemesin benden onu". İsteme Oğuz. Bırak şu koca dünyadan, milyarlarca insandan bir parça da bende kalsın. Olmaz mı?"

Oğuz ağladığı için yeşile çalan gözleriyle yüzüme sevecen bir şekilde bakarken başını aşağı yukarı sallayıp, "Olur" dedi. "Umarım o adam böyle güzel sevilmeyi hak ediyodur. "

Usulca burnumu çekip masanın üzerindeki peçetelikten iki tane peçete alıp birini Oğuz'a uzattım. Oğuz hafifçe gülümseyip uzattığım peçeteyi alırken bende gözlerimi ve burnumu sildim. Ardından da önümdeki kahveden kokusunu içime çekerek bir yudum alırken merak ettiğim o soruyu sordum. "Neden Fırat'ı sevmiyorsun?"

Oğuz bu sorumla gözlerini camdan dışarıya yağan kara çevirirken içinde dağılan birşeyler olduğunu hissettim. Birşey vardı. O an o şey her neyse Oğuz'un gözlerindeki kırıklardan yüreğime batıp canımı yaktı. Ve ben Oğuz konuşana kadar yeniden birşey sormaya cesaret edemedim.

Gözlerimi Oğuz gibi camdan dışarıya çevirirken aramızda süregelen sessizliğe müsade ettim. Sokaktan gelip geçen arabaları, kaldırımda yürüyen insanları , karşı kaldırımda gezinen ıslak beyaz tüyleri olan bir köpeği, ışıkları hâlâ yanan, kimi market, kimi mağaza, kimi kafe olan dükkanları izledim. Ve gözlerim benim arabamın üç araba gerisinde duran Fırat'ın arabasına takıldığında duraksadım. Fırat ise arabanın farlarını yakıp söndürerek kendini bana belli ederken gülümsedim. O sırada gözlerim anlık bir Oğuz'u bulduğunda onunda Fırat'a baktığını fark ettim.

Ve Oğuz sonunda aramızdaki sessizliği bozup, "Az önce dedin ya "Babam gibi hiç sevilmediğim bir kalbe tutunup dünyaya yüreği sevgiye aç çocuklar getireceğim diye çok korktum" diye. Sanırım senin korktuğun o senaryoyu ben yaşayacağım. " Dedi.

Kaşlarım anlamadığım için hafifçe çatılırken ,"Anlamadım Oğuz. Siz Dilek'le birbirinizi çok seviyorsunuz. Böyle birşey..." Diyerek konuştuğumda Oğuz Fırat'ta ki gözlerini bana çevirip, "Böyle birşey imkansız, diyecektin değil mi?" Dedi sözümü keserek. Sonra da alayla hafifçe gülüp, "Değil. İmkansız falan değil. Kimseye söylemedim şimdiye kadar. Belki kendime bile. Ama Dilek sevmiyor beni. "Dediğinde nefesimi içimde toparlayamadım bir an. Ne söyleyeceğimi bilemezken sadece, "Nasıl?" Diye saçma sapan bir kelime döküldü dudaklarımın arasından.

Oğuz ise , "Nasılı niyesi yok işte. Sevmiyor. Ama kabul etmeliyim güzel rol yapıyor" dedi. Kafam iyice allak bullak olurken Oğuz'un bu bitmiş hali içimde bir yerlere çok kötü dokunuyordu. Ben nasıl fark edememiştim bunu? Kardeşim üzgün ve mutsuzken nasıl fark edememiştim?

Oğuz histerik bir şekilde hafifçe gülüp, "Kimi seviyor biliyor musun?" Diye sordu. Bilmiyordum ama bir tahminim vardı. Ve bu tahminimin doğru çıkma ihtimali canımı yakıyordu. Oğuz gözlerime baktığında orada her ne gördüyse yüzündeki gülüş solup yerini derin bir kedere bırakırken, "Doğru tahmin" dedi güçsüz bir sesle. "Fırat'ı seviyor."

"Fırat'ı seviyor"
"Fırat'ı seviyor"
"Fırat'ı seviyor"

Bu iki kelime zihnimde defalarca ama her seferinde daha da büyüyüp yükselerek ve daha çok acıtarak yankılandı. Göğsümün ortasına birşey otururken birçok kez yutkunmayı denesemde olmadı. Bir yerde duymuştum; insanlar ölüm korkusuna karşı yutkunurlarmış. Sanırım bu an ölüm kadar canımı yakıp korkutmuştu beni.

Zar zor derin bir nefes alabildiğimde önümdeki su bardağından bir yudum içtim. Ellerim titriyordu. İçinde bulunduğum bu hâl beni boğarken ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Gözlerimi usulca kapatıp ellerimi masanın altında yumruk haline getirirken tırnaklarımı avuç içime batırdım. Acıyı kalbimden ve zihnimden başka bir yere çekmem gerekiyordu.

Oğuz ise sessizdi. Bana söylediği şeyi hazmedebilmem için zaman tanıyordu. O an düşündüm, gözlerim kapalı, başım önüme eğik, hafif nemli saçlarım yüzüme dökülürken düşündüm. Neydi durum?

Kardeşimin sevdiği, nişanlısı, evlenmek üzere olduğu kız benim sevdiğim adamı seviyordu. Bense tüm bunlardan habersiz o kızı sevmiş, sarılmış, evime almış hatta kına gecesinde eline kınasını yakmıştım.

Peki şuan kimin canı daha çok yanıyordu? Benim mi? Oğuz'un mu ? Yoksa Dilek'in mi? Peki Fırat biliyor muydu bunu? Yani Dilek'in onu... sevdiğini...

Derin bir nefes alıp yumruklarımı açarak ellerimi masanın üzerine koyup destek aldım. Ve oturduğum yerden kalkıp Oğuz'a doğru ilerledim. Onun gözleri ise bendeydi. Yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. Gözlerimi birkaç saniye yüzünde gezdirip kollarımı boynuna dolayıp sarıldım. O da bana sarılırken bir elimle saçlarını sevdim. Diğer elimle de sırtını sıvazlarken, "Ne diyeceğimi bilmiyorum" dedim fısıltı gibi çıkan sesimle. " Üzgünüm" diye de ekledim.

Oğuz bana daha sıkı sarılırken başını omzuma iyice yerleştirip, "Bende" dedi güçsüz ve , benim gibi, fısıltılı çıkan sesiyle. "Çok üzgünüm dayımın kızı. Ne böyle birşey olsun ne de ben böyle birşeyi sana söylemek zorunda kalayım istemezdim. "

Gözümden bir damla yaş süzülüp dudağımın üstüne doğru yol alırken başımı Oğuz gibi omzuna iyice yerleştirip gözlerimi kapattım. Bir süre böyle kalmaya ihtiyacımız vardı, biliyordum. İçimden ve zihnimden geçen onlarca duygunun ağırlığını ne omuzlarım ne de yüreğim kaldıramıyorken üzüldüğüm tek kişi Oğuz değildi. Kendime de üzülüyordum. İçimde birbirine giren duygular arasında en barizi hayal kırıklığıyken aklımdan geçen onlarca soru vardı. En önemlisi de Fırat bunu biliyor muydu? Biliyorsa ne zamandır biliyordu? Eğer ben hayatına girmeden önce biliyorsa Dilek'e karşı birşey var mıydı içinde?

Aralarında geçen herhangi birşey var mıydı?

Oğuz'la bir süre öylece kaldık. Ve ben yavaşça kollarımı çözüp ondan ayrıldığımda Oğuz'da kollarını çözüp benden ayrılmıştı. Yüz yüze geldiğimizde hafifçe gülümseyip, "İyi misin?" Diye sordum. Oğuz başını olumlu anlamda sallarken, "Sen?" Dediğinde yalan söylemek istemedim ve başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Değilim" dedim. "Kafam allak bullak Oğuz."

Oğuz başını aşağı yukarı sallarken, "Biliyorum" dedi. "Ne merak ediyorsan sor bana. Cevaplarım."

Ne sormalıydım? Daha doğrusu nereden başlamalıydım? Benim canım ne kadar yanıyorsa Oğuz'un da aynı derece de canı yanıyordu, farkındaydım. Üstelik o bu acıyı benden daha uzun süredir çekiyordu. Onun yanında mı olmalıydım yoksa kendi sorularıma cevap mı aramalıydım?

İçimi çektim derince ve, "Ne zamandır var bu olay? "Diye sordum. Hem Oğuz anlatır rahatlardı hem de ben sorularımın cevabını alırdım.

Oğuz sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "İki yıldır" dedi. Benden çok önceydi. Oğuz başka birşey söylemeyip susarken konuşsun diye başka bir soru yönelttim. "Sen nasıl öğrendin?"

Oğuz gözlerini gözlerimden çekip masada bir yere sabitlerken, "Dilek'le yeni yeni birşeylere başlamıştık. Çok heyecanlıydım. Geceleri bir an önce sabah olsun onu göreyim diye saniyeleri sayarken uyku bile tutmuyordu. " Güldü burukça. Ve devam etti. "Yine öyle bir gece yarısı lojmanın bahçesinde gezinirken Helin'le Dilek'i konuşurken duydum. Dilek Helin'e Fırat'a karşı olan o... çok büyük aşkından bahsediyordu. " Oğuz duraksadı ve ben içimde büyüyen yakıcı bir kıskançlıkla savaşmaya çalıştım.

Oğuz ise devam etti. O da benimle aynı duyguları yaşıyor olmalı ki gözlerinde hüküm süren bir öfke vardı. "Ben ne daha önce ne de daha sonra Dilek'i hiç ağlarken görmedim. Kına gecesini saymazsak tabii." Duraksadı yine ve birşeyleri yeni yeni fark eder gibi acıyla güldü. Ardından da sözlerine, " Belki bizim kına gecemizde bile iki yıl önce, lojmanın arka bahçesinde Helin'e Fırat'a karşı hissettiği duyguları anlatırken olduğu gibi, yine Fırat'a ağlıyordu. " Diyerek devam edip sustu.

Derin bir nefes alıp içimdeki duyguları bastırmaya çalışırken, "Peki ... Fırat biliyor mu Dilek'in ona karşı olan hislerini?" Diye sordum. Her bir kelime ağızımdan çıkarken dudaklarımı yakıyordu sanki . Oğuz gözlerini gözlerime çevirip, "Biliyor" dedi. " Ama daha önce bilmiyordu. Yani o gece sen vurulduktan sonra biz hastanede kavga ettiğimizde öğrendi. "

Başımı belli belirsiz salladım. Kafamın içi boşalıyordu sanki. Oğuz ise ellerimi tutup, "Hazan" dedi. " Bak ben sevmiyorum o adamı eyvallah ama şunu bil; ben yedi yıldır tanıyorum onu. Nasıl anlatayım... hiçbir kadına o gözle baktığını görmedim. Dilek'e karşı da hiç umut verici bir hareketi olmadı. Dilek'in ona karşı hisleri olduğunu benden öğrendiği andan itibaren Dilek'le arasına ekstra bir mesafe koydu. Sana sevdiğim kadının sevdiği adamı savunuyorum ama ben mutlu olamıyorum bari sen ol. Benim ona karşı olan tek öfkem Dilek'in sevgisini kazanmak için onca şeyi yapıp kazanamazken Fırat'ın hiçbir şey yapmadan onun sevgisine sahip..." Derken "Oğuz tamam" diyerek sözünü kestim. Daha fazlasını duymak istemiyordum. Sevdiğim adamı seven kızın sevgisini onu seven kuzenimden dinleyip ikimizede acı çektirmenin bir mantığı yoktu. Herşey karışık bir labirent manasız bir tekerleme gibiydi. Ve ben boğuluyordum.

Oğuz, "Özür dilerim" dedi. Bense öylece boş bakışlarımı masa da bir yere sabitlemiş dururken, "Belki de artık sevmiyordur" dedim. Oğuz'a dönüp gözlerini taradım. Bekledim ki "evet artık sevmiyor" desin. Ama demedi. Anladım ki beyhude bir bekleyişmiş. Tıpkı şu hayatta en azından bir kereliğine mahsus mutlu olacağımı ve bunun yine bir kereliğine mahsus kolay olacağını zannedişim kadar beyhude.

Usulca içimi çekip yutkunurken belli belirsiz başımı sallayıp, "Oğuz" dedim. "Biliyorum daha çok konuşacak şeyimiz var ama şimdilik burda susalım mı?"

Oğuz derin ve sıkıntılı bir şekilde içini çekerken, "Olur" dedi. " Susalım." Ardından da garsonu çağırıp hesabı isterken oturduğum yerden kalktım. Lakin başım hafiften döndüğünde bulunduğum yerde sendelerken masaya tutundum. Bir elimde alnımı bulurken Oğuz oturduğu yerden kalkıp belimi tutarken, "Hazan iyi misin?" Diye sordu. Gözlerimi kendimi toparlamak adına kapatıp açarken, "İyiyim" dedim. "Başım döndü sadece."

Oğuz, "Gel otur şöyle" dedi. "Gerek yok , iyiyim" dedim ve sandalyeye astığım ceket ve trençkotumu giyip çantamı aldım. O sırada Oğuz'da hesabı öderken kulaklarıma Fırat'ın, "Hazan" diyen endişeli sesi doldu. Muhtemelen bulunduğu yerden az önce başım döndüğü için sendelediğimi görmüş ve o yüzden de yanıma gelmişti. Kokusu etrafımı sararken belime dolanan koluyla sırtım ona dönükken gözlerimi kapattım. Fırat'a nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum.

Oğuz'un, "Abim ben gidiyorum" diyen sesiyle kirpiklerimi araladım. Gözlerimi gözlerinde gezdirip varla yok arası gülümseyip kollarımı aramızdaki mesafeyi kapatıp boynuna doladım. O da bana sarıldı. Sonra da benden ayrılıp çekip gitti.

Fırat'la ikimiz kaldığımızda onun yüzüne bakamazken çıkışa doğru ilerledim. Fırat'ta hemen arkamdayken onun hiçbir suçu olmadığını biliyordum. Kızgın değildim ya da kırgın. Karşıma geçip "Dilek beni seviyormuş" diyemezdi. Kaldı ki öyle bir karakteri yoktu Fırat'ın. Ama ben dağılmıştım. Kafam kazan gibiydi. Yine içimde hayatımdaki sorunlardan uyuyarak kaçma istediği peyda olmuştu.

Kafeden dışarı çıktığımızda ciğerlerime dolan soğuk hava azda olsa iyi gelirken derin bir nefes alıp içimi çektim. Ve karşı kaldırımın önüne park ettiğim arabamın kilidini açıp oraya doğru yürüdüm. Fırat ise kendi arabasına gitmek yerine benim peşimden geliyordu. Umursamadım.

Arabamın yanına gelip şoför kapısını açtığımda tam binecekken aniden kolumu tutan el ve açtığım kapının geri kapatılmasıyla hafifçe irkilip durmak zorunda kaldım. Fırat beni tuttuğu kolumdan kendine çevirdi. Gözleri yüzümdeydi ama ben ona bakamıyordum.

Fırat bu halimle sert bir nefes alıp verirken, "Anlattı mı?" Diye sordu. Ne konuştuğumuzu biliyordu anlaşılan. Gözlerim kemerli belindeyken başımı yavaşça olumlu anlamda sallamakla yetindim. Fırat ise, "Beni mi suçluyorsun?" Diye sordu. Sinirliydi.

Bir suçlu var mıydı ki ?

Bu sefer de başımı olumsuz anlamda sallamakla yetinirken Fırat, "Ne o zaman bu halin?" Dedi. "Niye bakmıyorsun yüzüme? "

Bakmıyor değildim bakamıyordum. Nedenini bende bilmiyordum. Üstüne üstlük burası konuşmak için doğru yer değildi. Gözlerimi kapatıp açarken derince içimi çektim. Soğuk havayla birlikte Fırat'ın kokusuda burnuma dolarken yorgun çıkan sesimle, "Evde konuşalım" dedim.

Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Tamam" dedi. "Arabayı kullanabilecek misin? Hâlâ dönüyor mu başın?"

"Kullanırım" dedim.

Fırat birkaç saniye yüzüme bakıp içini çekerken arabamın kapısını açıp, "Bin hadi" dedi. Başımı sallayıp çantamı yan koltuğa koyarken araba bindiğimde Fırat, "Tak kemerini" dedi. Dediğini yapıp kemeri takarken Fırat "Dikkatli ol . Yine başın dönerse çek sağa." Diyerek uyarılarını sıralarken başımın salladım. Fırat ise kapımı kapatıp gitti.

Motoru çalıştırıp yola koyulurken bu soğuk havaya rağmen camı indirdim. Eve varana kadar hiçbir şey düşünmemek adına ya da kafamdaki sesleri duymamak için radyoyu açtım.

Ve bir şarkı sözü çalındı kulaklarıma, saçlarım camdan içeriye giren rüzgarda savrulurken;

"Yolum uzun artık gülsem diyorum..."
💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

 
 

 
 

 
 

  

  

  


Loading...
0%