@yikim2024
|
***** Omuzlarındaki ellerimle Fırat'ı kendimden tüm gücümle itmeye çalışırken, "Ya bırak!" Dedim. "Git diyorum sana git!" Fırat başını göğsümden kaldırıp, kollarını belimden çözmeden, yüzüme bakarken kara gözlerinden geçen onlarca duyguyla yanaklarımdan süzülen yaşları izlerken, "Yavrum yapma" dedi. "Anlatayım izin ver. " Omuzlarındaki ellerimi göğsüne koyup onu yine kendimden uzaklaştırmaya çalışırken, "Hiçbir şey duymak istemiyorum. " Dedim yaşlı gözlerim gözlerindeydi. "Git. Bırak beni! Git!" Fırat alnını alnıma dayayıp, "Gidemem." Dedi bastırarak."Gidersem nefes alamam. Hazan... Hazan'ım nolur dinle. Yavrum ben seni üzmek ister miyim hiç? " Başımı diğer tarafa çevirip alnımı alnından ayırırken , "Üzdün ama." Dedim. Sesim güçsüz ve fısıltılı çıkmıştı. Ardından da dudaklarımdan bir hıçkırık koparken bedenim kolları arasında sarsıldığında Fırat, "Hayır ." Dedi gözleri yüzümde gezinirken. "Hayır. " Bir elini yanağıma koyup diğer tarafa çevirdiğim yüzümü kendine çevirmeye çalışırken, "Hazan yüzüme bak. " Dedi. Gözlerimi sinirle yüzüne çevirip, "Ya yeter!" Dedim. Bir yandan da ondan kurtulmak için çırpınırken, " Ne anlatacaksın?" Diye sordum. "Ne söyleyeceksin bana? "Seni çok seviyorum, senin için yaptım, o parayı bulamazdın, bunu sende biliyorsun, " gibi zırvalıklardan başka ne söyleyeceksin? Haklıydın, herşeyi berbat ettin. " Duraksadım. Nemli gözlerimi gözlerinde gezdirip çırpınmayı bıraktım. "Ben bunun altından nasıl kalkacağım?" Dedim. Fırat , "Hazan yapma. " Dedi hafiften yalvarır gibi çıkan sesiyle. "Bana bunu yapma. Senin için canımı bile gözden çıkarırım ben. Sikik bir para mevzusu için harcama bizi. " Sinirle gözlerine bakıp, "Bizi harcayan sensin. " Dedim. "Anlatmadım sana. Annemi, o borcu anlatmadım. Bu kadarına hakkın yoktu. Beni bu kadar ezmeye hakkın yoktu!" Fırat'ın kaşları çatılırken, "Hazan saçmalama. Ne ezmesi, ne diyorsun yavrum sen? İt gibi seviyorum lan ben seni. Napsaydım Hazan sen söyle. Sevdiğim kızın annesi arayıp " borcum var" dediğinde nasıl dursaydım hiçbir şey yapmadan?" Duyduğum bu sözlerle kalakalırken gözlerim Fırat'ın gözlerinde takılı kalmıştı. Nasıl yani? Annem...annem mi aramıştı Fırat'ı? Ama daha Fırat'tan, sevdiğim birinin olduğundan bile haberi yoktu ki. Nasıl öğrenmiş, nasıl ulaşmıştı Fırat'a? Kaşlarım anlamadığım için çatılırken, "Annem mi aradı seni?" Diye sordum. " Ama haberi yok ki senden. Nasıl bulmuş numaranı?" Fırat'ın da kaşları benim gibi çatılıp bakışları sorgulayıcı bir hâl alırken, "Nasıl benden haberi yok?" Dedi. "Numaramı sen vermişsin Ona. Annen öyle söyledi." Yine ve yeniden öylece kalakalırken içimde yıkılıp altında kaldığım onca şeyin ağırlığıyla, "Ne?" Diyebildim sadece. Gözlerim Fırat'ın gözlerinden ayrılırken bir damla yaş daha süzüldü yanaklarıma doğru. Kulaklarımda yankılandı annemin bana buraya gelmeden önce söyledikleri. Ne demişti; " Sakın bu evden , bu şehirden uzaklaşınca özgür olduğunu sanma" "Oraya gittiğinde de burada olduğu gibi içki paramı gönderecek kumar borçlarımı ödeyeceksin. Aksi takdirde olacaklardan ben sorumlu olmam." "Unutma ben senin esaretin değilim sen benim esaretimsin." Tüm bu yaptıkları parayı göndermeyi birkaç gün geciktirdim diyeydi. En sevdiği şeydi kumar oynamak. Şimdi borcunu ödemeden kumar oynamasına izin vermedikleri için benden en sevdiğim şeyi almaktı derdi. Çokta güzel başarmıştı. Fırat ne düşünüyor bilmiyordum. Ama sanki annesiyle bir olup zengin birini avlayıp para koparan biri gibiydim. Anneme güya numarayı ben vermiş annemde benim verdiğim numaradan Fırat'a ulaşıp para istemişti. Bakamazdım ki bir daha yüzüne. İçim eziliyordu. Gururum değildi sadece kırılan. Bütün benliğim, kendime güvenim herşeyim paramparça olmuştu. Şuan olduğum konum çok ağrıma gidiyordu. Çok utanıyordum. Annemin, benim annemin Fırat'tan yüzsüzce para istemiş olması içimde birşeyleri liğme liğme ediyordu. Avaz avaz ağlamak istiyordum. Nasıl kalkacaktım bunu altından? Fırat saçlarıma çıkardığı eliyle usul usul severken beni gözlerimden peş peşe düşen yaşlarla yutkunup burnumu çektim. İçimde git gide büyüyen birşey beni nefessiz bırakmak üzereyken Fırat, "Yavrum" dedi birşey söylemek ister gibiydi. Lakin ben hiçbir şey duymak istemiyorum. Gözlerim içinde bulunduğum hâlde Fırat'ın yüzüne bakamazken, O birşey söyleyemeden merak ettiğim birşeyi sordum; "Ne zaman oldu bu?" Sesim beni bile şaşırtacak derecede güçsüz ve ruhsuz çıkmıştı. Fırat gözümden süzülen yaşlara doğru eğilip dudaklarını bastırıp öperken alnını alnıma dayadı. "Haberin yoktu dimi?" Dedi. Bir şey söylemeden sadece sorumu tekrarladım; "Ne zaman oldu bu?" Fırat belimdeki kollarını çözüp ellerini bel oyuğuma yerleştirip beni , yatakta oturur bir pozisyona, gelirken kucağına aldı. Yüzüme dökülen saçlarımı eliyle severek geriye itti. Gözümden süzülen yaşları yüzümü avuçlarının arasına alarak baş parmaklarıyla tenimi okşar gibi sildi. Nafile bir çabaydı. Saniye sürmeden yerine yenileri geliyorken Fırat'ın yüzüne bakmadan, gözlerim odanın içinde öylesine bir yere odaklıyken, "Soruma cevap ver." Dedim. Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Bu sabah oldu yavrum ." Dedi. "Sen uyanmamıştın daha." Gözlerimi yumdum. Kendime acırcasına belli belirsiz bir gülümseme gelip geçerken dudaklarımdan yutkundum. Boğazım düğüm düğümdü. Yani ben bugün bütün gün Fırat'la tartışıp dururken, az önce salonda Ona her zaman kendi ayaklarımın üzerinde durduğuma dair nutuklar atarken, sana ihtiyacım yok, derken onca şey olurken Fırat annemin yarım milyon TL'lik borcunu mu ödemişti? Ve Fırat tüm bunlara rağmen benim hakkımda kötü birşey düşünmeyip beni hep sevdiği gibi sevebilmiş , bana hep baktığı gibi bakabilmişti, öyle mi? Ne yapacaktım şimdi? Öyle alçalmıştım ki kendi gözümde , öyle utanıyordum ki şuan canım öyle yanıyordu ki berbat hissediyordum. Gözlerim hâlâ kapalıyken alnıma değen sıcak ve yumuşak dudakları hissettiğimde Fırat beni göğsüne çekti. Kollarını bedenime sımsıkı sararken gözlerimi açıp kendimi geri çektim. Fırat kollarını geri çekilişimle gevşetirken, "Yavrum?" Dedi sorgulayıcı bir sesle. " Üzgünüm Fırat. Bu sefer sığınamam sana. Her zaman huzur bulduğum göğsün bu sefer nefesimi kesiyor." Fırat'ın gevşeyen kollarından çıkıp kucağından kalkmak için bir hamlede bulundum. Fırat bu hareketimle gevşettiği kollarını sıkılaştırıp beni kendine geri çekerken, "Hazan" dedi uyarıcı bir sesle. Gözlerim yüzünü bulmazken onun gözleri ise benim yüzümdeydi. Kollarım iki yanımda öylece dururken onun kolları benim bedenime sımsıkı sarılıydı. Bedenlerimizden de anlaşılacağı üzere ben Fırat'ı çoktan bırakmıştım ama O beni bırakmıyordu. Belki de anlamamıştı ne olduğunu. Anlatmalıydım. Usulca içimi çekip yüzümde kurumaya yüz tutan yaşlarla yutkunup, "Ayrılalım." Dedim güçsüz çıkan sesimle. Ağzımdan çıkan bu tek kelime genzimi yakmıştı. Fırat ise böyle birşeyi beklemiyor olacak ki ya da tam olarak beklediği şeyi söylediğimden kasılmıştı. Sert ve öfkelendiğini belli eden bir nefesi alıp verirken bir eliyle çenemin altından tutup yüzümü yüzüne çevirmiş ancak gözlerim hâlâ onu bulmadığından sinirle, "Yüzüme bak yüzüme! " Diyerek sesini yükseltmişti. "Ne diyorsun lan sen?!! Ne ayrılması?! Bırakır mıyım sanıyorsun seni?!" Gözlerim yeniden dolmaya başlarken, "Bırakmak zorundasın." Dedim. " Ben seninle olmak istemiyorum. " Ardından da kendimi ondan geri çekerken, "Bırak" dedim. Fırat bu sözlerimle beni sert bir şekilde kendine çekip dudak dudağa gelmemize neden olurken dişlerini sıkarak, "Kimi istemiyorsun lan sen?!" Dedi. "Az önce o amınakoduğumun salonunda "seninle evleneceğim" demedin mi sen bana?! Kaç gecedir koynumda yarı çıplak uyumadın mı kızım sen benim?! Öpüp kokladım . Dokundum lan ben sana!! Onca şey olmuşken, ben seni böyle köpek gibi severken, tüm hayatımı, hayallerimi senin üzerine kurmuşken kimden ayrılıyorsun, kimi istemiyorsun sen?!!" "Yeter!!" Dedim sesimi onun gibi yükselterek. "Tüm bunlar az önce söylediğin şey yaşanmadan önceydi. Ben bakamam bu saatten sonra senin yüzüne. Eskisi gibi dokunup sarılamam sana. Artık sen benim sevdiğim adam değil borçlu olduğum birisin. O yüzden... bırak bitsin. " Cümlem biter bitmez Fırat evi inletecek kadar yüksek bir sesle , "Hazan çıldırtma beni!!!!!" Diyerek gürledi. Korkuyla irkilip gözlerimi sıkıca yumarken dudaklarımdan bir hıçkırık koptuğunda Fırat, "Delirtme beni!!!" Dedi. " Saçma sapan birşey yüzünden ayrılamazsın benden!! " Bedenim korkuyla ya da bu anın benliğime yaptığı baskıyla titrerken gözlerimden süzülen yaşlarla kirpiklerimi aralayıp sonunda Fırat'ın yüzüne bakabildiğimde , öfkeden deliye döndüğünü belli eden , iyice koyulaşıp kararmış olan gözlerini, alnında ve boynunda belirginleşen damarları, gerilen yüz hatlarını, dişlerini sıkarak oynattığı çene kaslarını görmüştüm. Fırat'ı birçok kez böyle görmüş olmama rağmen bu hâli başkaydı. Çok ürkütücü görünüyordu. Onu tanımıyor olsam şuan korktuğumdan daha çok korkardım. Lakin korkmak ya da pusmak birşeyi değiştirmezdi. Kararlıydım. Islak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimi, içinde derin karanlıkların olduğu kara gözlerde gezdirirken, "Saçma sapan birşey değil. " Dedim ağladığım için tarazlı çıkan sesimle. "Nasıl hissettiğimi bilmiyorsun. " Fırat gözlerini kısıp gözlerime bakarken, "Peki sen? Benim şuan nasıl hissettiğimi biliyor musun?!" Diye sordu. Bilmiyordum. Ama eminim canı çok yanıyordu. Ondandı aynı şeyleri tekrarlayıp beni kaybetmemek için çırpınışları. Ondandı bu yakıcı öfkesi. "Üzgünüm Fırat. Böyle olmak zorunda." Gözlerimi gözlerinden çektim. Başımı önüme eğdim. Fırat ise burnunu saçlarımın arasına gömüp kokumu titrek bir nefes alarak içine çekerken, "Bilmiyorsun. " Dedi. "Ölürüm sensiz ben. Nefes alamam. Deliririm Hazan. Daha öncede söyledim sana. Gözümde kendini hiçbir şeyle kıyaslama. Benim için bu dünyada senden daha değerli birşey yok. Sikerim parasını. Al, al hepsi senin olsun. Tüm varım yoğum feda olsun sana. Yeter ki sen benim ol. " Başımı geri çekip yüz yüze gelmemizi sağlarken gözlerine baktım. " Ben senden para falan istemedim." Dedim. "İstemiyorum. Annem seni aradığında gelip bana söyleseydin şuan..." Duraksadım. Ne anlatıyordum ki? Olan olmuştu. Ben bu paramparça kalple Fırat'ı hiçbir şey olmamış gibi sevemezdim ki artık. " Yapamam " dedim yorgun, güçsüz, bitkin, darmaduman çıkan sesimle. "Bu söylediklerin içimi rahatlatmıyor benim. Tek yaptığı kendimi sana satmışım gibi hissettirmek. Para karşılığı yanındaymışım gibi. " Dediğimde Fırat kollarımdan tutup beni sertçe sarsarken, " Yeter lan yeter!!!!" Diye gürledi. " Doğru konuş!!! Elimden bir kaza çıkacak!!! Kes artık zırvalamayı!!" Yanaklarıma doğru art arda süzülen yaşlar ve dudaklarımdan dökülen hıçkırıklarla, "Git o zaman!!!" Diyerek bağırdım. " Ayrılalım diyorum bırak o zaman beni!!!" Fırat gözlerime birkaç saniye öylece bakıp, "Gerçekten bunu mu istiyorsun?" Dedi garip bir ses tonuyla. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, "Evet" dedim. Fırat gözlerinde birşeyler kırılıp dökülürken başını belli belirsiz sallayıp, "Bu kapıdan çıkarsam bir daha geri dönmem. " Dedi. Yutkunup başımı onun gibi belli belirsiz sallayıp, "Dönme " dedim. Ve Fırat'ın kucağından kalkıp sırtımı Ona dönerek ayaklarım yere değerken yatağa oturdum. Saçlarım yüzüme dökülürken gözlerimi kapattım. Giderken görmek istemiyordum Fırat'ı. Üzerinde oturduğum yatak hareket ederken Fırat'ın yataktan kalktığını anladım. Gözlerim her ne kadar kapalı da olsa üzerimde gezinen bakışlarını hissettim. Alıp verdiği nefesleri duydum. Sonra gözlerin üzerimden çekilişini, nefes alışverişlerin kesilişini en sonunda da önce odanın kapısının açılıp kapanma sesi ve bir süre sonra da dış kapının açılıp kapanma sesi kulaklarıma dolduğunda kirpiklerimi araladım. Dudaklarımdan az öncekilere nazaran daha büyük bir hıçkırık koparken sesimi salıp hıçkıra hıçkıra çığlık çığlığa ağladım. Mutluluk, sevmek sevilmek neyimeydi ki benim? Bir hayale kapılıp adımın "Hazan" olduğunu bu adı bana verenin annem olduğunu unutmuştum. Fırat'a sığınıp o beni herşeyden korur sanmıştım. Ama o beni kendimden nasıl koruyabilirdi ki? Annemden, her mutlulukla teğet geçtiğimde nükseden kaderimden nasıl koruyabilirdi? En iyisi buydu. Ayrılmak. Baştan hata yapmıştım. Kendi esaretime Fırat'ı da esir etmemeliydim. Bir sahip çıkamamıştım ki kalbime. Unutmuştum; annesinin sevmediği bir çocuğa bütün mutluluklar düşman olurdu. Düşüncelerim yine beni esir alırken hıçkırıklarım nefesimi kesip astım atağı geçirmeye başladığımda titreyen elim yanımdaki komidinin çekmecesine giderken derin derin aldığım nefesler hızlanıp canımı yakıyordu. Doğru düzgün üzülüp ağlayamıyordum bile. Diğer elimde göğsüme giderken astım ilacımı elime alıp baktım. Şu hayatta yaşamak için bulamadığım kadar ölmek için sebebim vardı. Umudum yoktu ki bir kere. Olan son umuduma da az önce çıktığı kapıdan geri dönmemesini söylemiştim. Kalbim sıkışıyordu. Ciğerlerime keskin bir bıçak saplanıyormuş gibi hissediyordum. Gözlerim aynadaki aksime takıldığında kendime yaptığım şeye baktım. Zehirlenip ölmek üzere olduğunuzu düşünün. Panzehir elinizde, içmeniz için hiçbir engel yok ama içmiyorsunuz. Şarkıda diyor ya hani; "Üzülme, bazen ölmek bile insan için umuttur." Yapmadım. Astım ilacını dudaklarıma götürüp sıktım. Sıktığım an boğulmaktan son anda kurtulmuş gibi aldığım nefes ciğerlerime dolarken ilacı birkaç kez daha ağzıma sıktım. Nefeslerim düzene girerken ilacı elimde sıkıp yatağa uzandım. Gözyaşlarım hâlâ akmaya devam ediyordu ama sessizdim bu defa. Saat 02.50'yi gösteriyordu. Yatakta cenin pozisyonu aldım. Annemle konuşmalı mıydım? Sormalı mıydım "bunu neden yaptın, ne istedin de yapmadım şimdiye kadar, aldıkların herşeyi geçtim vermediklerin yetmedi mi, ben şimdi var olmak kolayda nasıl yaşayacağım , bu kadar mı nefret ediyorsun benden" diye sormalı mıydım? Sorsam cevap verir miydi? En önemlisi de açar mıydı ki o telefonu? Sanmıyordum. Yine ve yeniden yapayalnız kalmıştım. Yine ağlarken kendime sarılıyor, gözyaşlarım yastığa akarken silmeye mecalim varsa onları kendim siliyordum. Ama yoktu. Kendimi burdan nasıl toparlayacağımı bilmiyordum. Fırat içime, kalbime, bedenime, bütün benliğime bu kadar sinmişken hayatım olmuşken şimdi nasıl devam edecektim, bilmiyordum. Kokusu bile bu odada dolanıyordu hâlâ. Evin her köşesinde biz vardık. Ne olacaktı şimdi? Cemal Süreya'nın dediği gibi mi olacaktı? "Aynı şehrin içinde sen varsın, ben varım ama biz yokuz." Peki... Elim baş ucumdaki abajurun tuşuna gittiğinde ışığı kapattım. Odanın içi de benim içim gibi karanlığa gömülürken gözlerimi de kapattım. Yarın ilk iş bir ikinci elciye gidip arabamı satmak olacaktı. O parayı Fırat'a ödemeliydim. Kaçınılmaz son buydu demek ki. Elimde değerli iki şeyim vardı; biri Fırat diğeri arabam. Annem bir taşla ikisini birden almıştı elimden. Böyle olması gerekiyordu demek ki. Olsun... Usulca içimi çekip kollarımı kendime sardım. Sarılacak başka birşeyim kalmamıştı çünkü. Fırat'tan önce iyiydim böyle. Kendime sarılıp kendime güvenirdim. Eskiye dönmek biraz zor olacaktı. Başarabilir miydim bilmiyordum. Yeniden yapayalnız olmaya alışmak zaman alacaktı. O an Ankara'da barda şarkı söylediğim zamanlarda söylemeyi çok sevdiğim bir şarkının sözleri doldu zihnime. Ve ben mırıldandım o sözleri; " Bir rüya olup son mu bulacak? Gidiyorsun ve yalnızım yine... Burukça gülümseyip kendimi uykunun kollarına bıraktım. Lakin o beni sardı mı meçhuldü. ******* Derin bir nefes alıp verdim. Saçlarımı tarayıp kuruttum. Dolabıma yönelip yine kahverengi tonlarında bir takım elbiseyi alıp giydim. Sonra tekrar aynanın karşısına geçip saçlarıma fön çektim. Aslında şuanda çokta önemli değildi bunlar benim için. Sadece vakit geçirmeye çalışıyordum. İşim bittiğinde ayağıma takım elbisemle aynı renk kalın topuklu botlarımı giydim. Odadan çıkıp salona geçtim. Gözlerim mutfakta hâlâ öylece duran masayı, yerdeki cam kırıklarını bulduğunda aklım yine dün geceye giderken gözlerimi kapatıp açtım. Ve çatı katına giden merdivenlere yönelip dönen başımla ahşap korkuluklara tutunup çıktım. Gözlerim kitaplarım için aldığım iki adet büyük ahşap kitaplığa takılırken hâlâ bavulda duran kitaplarımı bir ara buraya yerleştirmeyi aklımın bir köşesine yazdım. Çatı katındaki odaya girip elektrik süpürgesini alıp aşağıya indim. Süpürgenin fişini prize takıp yerdeki cam kırıklarını güzelce süpürdüm. Yere devrilmiş olan sandalyeyi kaldırdım. Süpürgeyi fişten çıkarıp bir kenara koydum. Yemek masasını toplayıp bulaşıkları makinaya yerleştirip mutfağı topladım. Ocağa çay suyu koyup salona yönelirken gözlerim buzdolabının üzerindeki kağıda takıldı. Doktorun verdiği listeydi. Sanırım Fırat aşmıştı. Listede gözlerimi gezdirip salona geçtim. Koltuğun üzerindeki battaniyeyi toplayacakken Fırat'ın dün akşam üzerinden çıkardığı siyah boğazlı kazağı gözüme iliştiğinde yutkundum. Kazağı elime alıp koltuğa oturduğumda kokusu usul usul burnuma dolarken gözümden bir damla yaş süzüldü. Şimdiden çok özlemiştim onu. Kazağı burnuma götürüp yüzümü gömdüm. Kokusu buram buram içime dolarken dudaklarımdan bir hıçkırık koptu. Acaba o da beni özlüyor mudur, diye düşündüm. Neredeydi şimdi? Bilmiyordum. Bilsem de sanırım artık beni ilgilendirmezdi. Gözümden süzülen yaşlara inat burukça gülümsedim. Kazağı katlayıp koltuğun kolçağına koyup ayaklandım. Gri polar battaniyeyi de katlayıp koltuğun bir kenarına koyarken orta sehpanın üzerinde duran telefonumu elime aldım. Şarjım azdı. Odama gidip telefonu şarja takıp yine mutfağa girdim. Dolabın üzerindeki listeye göre kendime bir kahvaltı masası hazırladım. Derdim yemek yemek değil ayakta kalmaktı. Aşk acısı çekmekten daha büyük işlerim vardı. Kahvaltı masasını hazırlayıp ocağa haşlamak için yumurta koyduktan sonra duvara yaslı duran süpürgeyi elime alıp çatı katına çıktım. Süpürgeyi odaya bırakırken sistem için buraya ilk geldiğim zamanlarda yaptırdığım masa gözüme çarparken üzerindeki siyah, kalın dosyayı gördüm. Bu dosya buraya yine ilk geldiğimde Cihan abinin gönderdiği, içinde askeriyedekiler hakkında bilgilerin bulunduğu bir dosyaydı. O an aklıma Helin gelirken Onunla en son konuştuğumuzda kendi kendime onun için verdiğim sözü hatırladım. Yurt müdürünü bulacaktım. Belki de Cihan abinin yolladığı bu dosyada Helin'in kaldığı yurdun adı vardı. En azından başlamak için bir yol bulurdum. Dosyayı elime alıp aşağı indim. Ocakta kaynayan suyun çıkardığı sesler kulaklarıma dolarken dosyayı yemek masasının üzerine bırakıp ocağa yöneldim. Çayı demleyip bilgisayarımı almak için odama girdim. Bilgisayarı alıp dosyanın üzerine koyarken ayaklı abajurun hâlâ yandığını fark ettim. Abajuru kapatıp salonun perdelerini açtım. Ev biraz havalansın diye de balkon kapısını açarken aklıma kirli sepetindeki kıyafetler geldi. Yeniden odama gidip banyodan kirli sepetini alıp diğer banyoya girdim. Kıyafetleri renkliler ve beyazlar olarak ayırıp önce renklileri makinaya atıp mutfağa geçtim. Yumurtalar haşlanmış olmalı diye düşünerek ocağı kapatıp yumurtaları aldım. Soyup yumurta kasesine koyarken masanın üzerine bıraktım. İnce belli çay bardağına çay doldurup masaya geçtim. Birkaç saniye masaya bakıp öylece dururken Fırat olmadan bir garip hissetmiştim. Derin bir nefes alıp dolan kirpiklerimi kırpıştırırken "kabullen" dedim kendi kendime. "İnan bana daha kolay olacak". Önce bilgisayarımı sonrada dosyayı önüme alıp bir yandan da ağzıma salatalık aldım. Siyah dosyanın kapağını açtım. "Şırnak Silopi üst karakolu. Askeriye sicil dosyası" yazan şeffaf sayfayı çevirdim. Dosya alfabeye göre sıralanmıştı. Yüzlerce sayfası vardı. Allah'tan Cihan abinin şu sistematik karakteri burada da kendini gösterirken dosyanın içindekiler kısmı vardı. Kendi kendime, "Helin Çakırcı" diyerek listenin üzerinde parmağımı gezdirirken gözüme ilk çarpan ismin Fırat olması çok manidardı. Ona da bakmayı aklıma yazıp Helin'in adını buldum. Helin Çakırcı sayfa 214 Dosyanın şeffaf sayfalarını çevirip 214. sayfada Helin'in fotoğrafını görürken durdum. Adı soyadı, rütbesi, TC kimlik numarası, anne baba adı, kan grubu ve altı yaşında kaldığı yurt. Bulmuştum. " İstanbul Şişli Cevat Aksakal Çocuk Yurdu" Bir yandan kahvaltımı edip çayımı yudumlarken bilgisayarımı açıp Google arama butonuna yurdun adını yazdım. Ekranda çıkan beyaz badanalı beş katlı binanın altında birkaç haber vardı. Haberlere göre yurt binası 2019 yılında İstanbul'da gerçekleşen 5.8 büyüklüğündeki depremde yıkılmış ve onlarca çocuk enkaz altında kalmıştı. Yurt müdürü Ahmet Günsu binanın depremden önceki hasarını görmezden gelip önlem almadığı için suçlu bulunup 12 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. 12 yıl mı? Onca çocuk öldükten sonra bu kadar mıydı yani? Peki bu Ahmet Günsu aradığım kişi olabilir miydi? Adamın adını Cihan abiye verirsem bulurdu. Sadece kaç yıldır o yurtta müdürlük yaptığını öğrensem bile yeterliydi. Google sayfasından çıkıp ana ekrana dönerken yeniden dosyaya döndüm. Az önce Helin'in adını listede ararken Fırat'ın adının sayfa 127'de olduğunu görmüştüm. 127. Sayfayı açtığımda sadece merak ediyordum. Sayfanın sağ üst köşesinde bulunan Fırat'ın resmine birkaç saniye baktım. Yine kaşları çatık, yüz hatları gergin ve bakışları oldukça sertti. Üzerinde, fotoğrafta sadece yakası görünen, askeri üniforması, başında ise bordo beresi vardı. Sert bakan gözlerinde üzerindeki üniformayı taşımaktan duyduğu gururun parıltıları içimi titretti bir an. Çok yakışıklıydı. Eğer onu tanımasam şu resmine bakarak bile aşık olabilirdim Ona. Parmaklarım fotoğrafın üzerine giderken resme dokundum. Belki de bundan sonra sadece bu resimde dokunabilecektim sevdiğim adama. Bir daha sarılamayacak, kokusunu içime çekmeyecek, onu bir daha öpemeyecektim. Ama dün ona asansörde söylediğim şey hep öyle kalacaktı. Ne demiştim; "Ben seni seviyorum. Her ne olursa olsun bu hep böyle kalacak." Benim kalbim onundu. Ve ben hep onu sevecektim. Yani benim için aşk defterinin sayfası bu kadardı. Bir daha kimseye aşık olmayacaktım. Peki Fırat? O başkasını sever miydi? Etrafında bir sürü kadın vardı. Sevmek istese bulurdu illa birini. Eğer sevecekse birini beni sevdiği gibi , öpüp koklayacaksa, bana kurduğu cümleleri bir başkasına kuracaksa umarım bu benim bu şehirde işim bittikten sonra olurdu. Yoksa işim bitmeden ben biterdim. Yok olurdum. Belki de dört yıl önce olduğu gibi yok etmeye çalışırdım kendimi. Bu ihtimalin içimde oluşturduğu yakıcı hisle gözümden süzülen bir damla yaş dosyanın üzerine düştüğünde ıslanan yanağımı silip gözlerimi resimden çekerken sayfayı incelemeye başladım. Fırat'ın adının altında parantez içinde "Bozkurt" yazıyordu. Askerlerin bazılarının kod adı olduğunu duymuştum. Sanırım Fırat'ın ki buydu. Gülümsedim. "Bende Asena. Memnun oldum." "Ve hoşçakal..." Sayfayı incelemeye devam ederken Fırat'ın babasının adının Feyyaz Korkmaz olduğunu gördüm. Fırat bananbabasından hiç bahsetmemişti. Sadece Fırat değil Bahar'da üniversitede aynı evde kaldığımız zamanlarda babasından hiç bahsetmezdi. Aile içinde de şimdiye kadar babalarıyla ilgili tek bir kelime dahi geçtiğini duymamıştım. Evlerinde de hiç babaları olma ihtimalini düşünebileceğim bir fotoğraf yoktu. Dudaklarımı büzüp sayfayı incelemeye devam ettiğimde Fırat'ın Dicle adında bir ablasının olduğunu gördüm. İşte bu şaşırtıcıydı. Asıl şaşırtıcı olan ise Dicle'nin 22 yıl önce ölmüş hatta öldürülmüş olmasıydı. İşin daha da ilginç tarafı Fırat'ın babası cinayetten onyedi yıldır hapisteydi. Parçaları birleştirince anladığım şey pekte hoşuma gitmezken dosyayı incelemeyi bırakıp kapağını kapattım. İstemeden daha doğrusu bunları öğreneceğimi bilmeden Fırat hakkında belki de onun öğrenmemi istemeyeceği şeyler öğrenmiştim. Unuturdum. Unutmalıydım. Hem zaten beni ilgilendirmezdi. Dahasını bilmediğim sürece sorun yoktu. Bilgisayarı da kapatırken dosyanın üzerine koyup kahvaltıma döndüm. İştahım yoktu. Öylesine zorluyor birkaç lokma atıyordum ağzıma. Bir süre sonra doyduğuma daha doğrusu daha fazla kendimi zorlayamayacağıma kanaat getirip masayı topladım. Bulaşıkları makinaya yerleştirip çalıştırdım. Dosyayı alıp çatı katındaki odaya bırakıp aşağı indim. Gözlerim duvardaki saati bulurken saat 07.44.'ü gösterirken odama girip yatağımı topladım. Telefonumu şarjdan alıp kendime bir bardak çay koyup salondaki hardal sarısı berjere otururken elimdeki çay dolu bardağı, oturduğum berjerin yanındaki yüksek zigon sehbaya koydum. Telefonun kilidini açıp Anıl'ı aradım. Birkaç kez çalıp açılan telefonda Anıl'ın , "Asena" diyen sesi kulaklarıma dolarken, "Benim" dedim. "Kusura bakma rahatız ettim bu saatte. " Anıl, "Sorun değil. " Dediğinde , "Senden birşey isteyeceğim" dedim. "Emir'le birlikte yapmanız gereken ve uğraştırıcı birşey. " Anıl , "Emret" derken, "Ricam olur. " Dedim. "Bundan bir buçuk hafta önce vurulduğumu biliyorsunuzdur. " Duraksadım. Anıl, "Biliyoruz. Geçmiş olsun demeye fırsat bulamadık. Kusura bakma. Geçmiş olsun. " Derken , "Sağol. " Dedim. "Kimin tarafından vurulduğum hâlâ bulunamadı. Sizden istediğim beni vuranı bulmanız. Daha doğrusu beni vuran kişi hakkında delil bulmanız. " Anıl bir iki saniye sessiz kalıp, " Nasıl yapacağız bunu? Sizi vuranı biliyor musunuz?" Diye sorduğunda, "Biliyorum." Dedim. " Şimdi size bir araç plakası yollayacağım. Bu araç vurulduğum gün hep peşimdeydi. O gün boyunca nerede olduğumu, hangi yollardan geçtiğimi herşeyi size bildireceğim. Sizde o yerlerdeki kamera kayıtlarını inceleyeceksiniz. Aslında kamera kayıtlarını silmeyi düşünmüş olmalılar ki düğün salonunun etrafındaki kameralardan birşey çıkmamış. Ama illaki yakalandığı bir kamera vardır bu adamın. " Anıl, "Tamam" dedi."Sağol" dedim. "Kameraları hacklemek için size Kim Chin'i göndereceğim. " Anıl, "Gerek yoktu." Derken Kim Chin'den hoşlanmadığı belliydi. Gülümsedim. "Olsun" dedim. "Ben yine de göndereyim. " Anıl içini çekerken, "Siz bilirsiniz." Dedi. Sonrada telefonu kapattık. Usulca içimi çekip çayımdan bir yudum aldım. Sonrada Anıl'a plakayı ve vurulduğum gün boyunca geçtiğim yolların konumunu gönderdim. Ardından da Cihan abinin gönderdiği mesajlar arasından Şırnak emniyet müdürlüğüne atanan VASÖ ajanı polislerden adı Şahin Özyurt olanı aradım. Telefon ikinci çalışta açılırken, "Asena" diyen yabancı erkek sesi kulaklarıma doldu. "Benim" dedim. "Sizden birşey isteyeceğim." Adam , "Emret Asena" derken, "Bana bir kurşunun balistik sonucu lazım. " Dedim. "Bulabilir misiniz?" Şahin, "Bulurum." Dedi. "Bilgileri verirseniz bulurum. " O görmese de başımı olumlu anlamda salladım. Ve , "Sağol. E-mail adresimi atarım." Diyerek telefonu kapatırken adama e-mail adresimi yolladım. Kenan Karadağlı, eğer işler istediğim gibi ilerlerse, bitmişti. Hakan Çınar'ı da bu geceden halletmeye başlayacaktım. Oturduğum yerden kalkıp çay bardağını mutfağa bırakırken odamdaki banyoya girip işlerimi halledip çıktım. Takım elbisemin ceketini ve kabanımı giydiğimde çantamı alıp içine ilaçlarımı koyarken odadan çıktım. Girişteki konsolun çekmecesinden silahımı alıp belime taktım. Ve son kez arabamın anahtarını elime aldım. Avucumun içinde anahtarı sıkıp, "Hadi Hazan" dedim. " Tam olarak bitsin artık. " Başımı kendimi onaylarcasına salladım. Kapıya yönelip arkasındaki anahtarı da alırken aklıma Fırat'ın bana verdiği künye geldi. Onu da versem iyi olacaktı. Hatta şu salondaki kazağı da vermeliydim. Başka da birşey yoktu zaten. Derin bir nefes alıp odama geri girdim. Makyaj masamın üzerinde duran künyeyi elime aldım. Dolabımdan bir tane alışveriş poşeti çıkarıp içine koydum. Salona geçtim. Poşetin içine, siyah kazağı son kez koklayıp, koydum. İçim acıyor canım yanıyordu. Ama başka çarem yoktu. Para meseleleri kaldırabileceğim şeyler değildi. Üstüne üstlük annemin oynadığı bu oyun... çok zoruma gidiyordu. Ki sorun para da değildi. Fırat benim böyle bir annenin kızı olduğumu bu şekilde öğrenmemeliydi. Her ne olursa olsun annemdi o benim. Bir suçum olmasa da utanıyordum. Çok utanıyordum. Gözlerimden süzülen yaşlarla dudağımdan bir hıçkırık koparken yanında durduğum koltuğa çöktüm. Böyle hayal etmemiştim. Annem Fırat'a dokunamayacaktı. Ben hiç ayrılmayacaktım Ondan. Fırat beni hiç bırakmayacaktı. Yanaklarımda süzülen yaşları elimin tersiyle silip burnumu çektim. Oturduğum koltuktan kalkıp az kalsın açık bırakıp gitmek üzere olduğum balkon kapısını kapatıp kilitledim. Evin içi buz gibi olmuştu. Ev demişken, elektrik, su, doğalgaz ve kirayı ödemem gerekiyordu. Faturalar sanırım apartmanın girişindeki panodaydı. Çıkarken alırdım. Kapıya doğru ilerleyip evden çıktım. Asansöre binip zemin katın tuşuna bastım. Burası bile bana Fırat'ı hatırlatıyorken gözlerimi kapattım. Bir süre sonra açılan asansör kapısından çıkıp girişteki panoya doğru ilerledim. Kendi adımın yazılı olduğu faturaları bulup alırken apartmandan çıktım. Soğuk hava bedenimi sararken, saçlarım esen rüzgarda savrulurken her zaman olduğu gibi ürperdim. Hem başım dönmesin hem de karda kayıp düşmeyeyim diye yavaş adımlarla dört basamaklı merdiveni inip arabama doğru ilerledim. "Son kez..." Fırat'ın aracı ise yerinde yoktu. Ne zaman gittiğini düşündüm. Belki gece gitmişti belki de beni görmemek için birkaç saat önce. İçim burkuldu bir an. Bundan sonra hep böyle birbirimizden kaçacak mıydık? Gözlerimi Fırat'ın arabasının boş yerinden çekip arabama bindim. Elimdeki poşeti ve çantamı yan koltuğa koydum. Motoru çalıştırıp emniyet kemerini takarken yola koyuldum. Başım dönse de kaza yapmaktan korkmuyordum. En fazla ölürdüm. O da şu halde işime gelirdi. Yine de çok fazla hız yapmadan mahalle aralarından çıkıp ana yola girdim. Dün sabah bu yoldan Fırat'la birlikte hastaneye gittiğimiz aklıma gelirken hafifçe içimi çektim. Nasıl kurtulacaktım onu düşünüp durmaktan? Beynim her an onunla olan anları düşünüp dururken nasıl unutacaktım onu? O sırada dün hastanede gördüğüm küçük kız aklıma gelirken önce hastaneye uğrayıp kızı ve annesini bulmaya karar verdim. Cihan abinin istediği bilgileri bulmam için bu şarttı. ****** Direksiyonu sağa kırıp aracı diğer araçların ortasında bulunan boş alana park ettim. Yan koltuktaki poşeti , çantayı ve arabanın anahtarını alıp araçtan indim. O sırada karşıdaki binadan kırklı yaşlarında, kilolu bir adam buraya doğru gelirken derin bir nefes aldım. Aldığım soğuk hava sadece içimi yakıyordu. Gözlerim pusluydu. Hani olur ya küçükken hiç vermek istemediğiniz bir oyuncağı anneniz zorla başka birine verdirir. Onun gibiydi. Gibisi fazla tam olarak o histi içimdeki. Oyuncağımın alıcısı tam karşımda durduğunda, "Buyrun" dedi. Birkaç saniye adamın yüzüne bakıp gözlerim anlık bir arkamdaki arabama giderken yutkundum. Dilim varmıyordu. Nasıl derdim "babamdan kalan son şeyi satmak istiyorum" diye. Gözlerimi kapatıp açtım. Gözümden istemsizce bir damla yaş yanağıma doğru süzülürken o yaşı hemen sildim. Burnumu usulca çekip, "Şey..." Dedim ve yine öylece kaldım. Adam birkaç adım atıp bana yaklaşırken bir elini omzuma koyup, "Kızım iyisin?" Dedi sorar gibi. "Değilim be dayı..." Başımı olumlu anlamda sallayıp, "İyiyim" dedim. "Ben..." Derken yine duraksamıştım. Adam ise , "Arabanı mı satacaksın?" Diye sordu. Adamın gözlerine bakıp başımı olumlu anlamda salladım. Adamda "Tamam" der gibi başını sallarken elini omzumdan çekip, "Kaç kilometrede ?" Diye sordu. "750 bin" dedim sonunda konuşmayı başarabildiğimde. Adam başını sallayıp, "Çok uzun yolla çıkmamış anlaşılan. " Dediğinde birşey söylemedim. Babam diğer aracını yani içinde yanarak öldüğü arabayı daha çok kullanırdı. Bu arabada babamın bir arkadaşının evinin otoparkında öylece dururdu. Babamdan geriye kalan şeyler arasında, para edipte annemden koruyabildiğim tek şeydi bu araba. Tabii şimdiye kadar. Yine annem kazanmıştı. Adam aracın etrafında gezip kontrol ederken bende öylece arabanın önünde durdum. Adam en sonda arabanın içini kontrol edip yeniden karşıma geçti. Gözleri puslu gözlerimde gezinirken, "Satmak istemediğin kadar güzel araba. " Dedi. O kadar mı belliydi üzgün olduğum. Bir yabancı bile yüzüme bakıp anlayabiliyordu. Birşey söylemedim yine. Adam ise, "Ne kadar istiyorsun?" Diye sordu. "Ne kadar eder?" Dedim. Adam içini çekip, "Dediğim gibi güzel araç. İyi bakılmış belli. Çiziği yok. Yeni gibi duruyor. Kilometresi de düşük sayılır. Valla nereden baksan bir 550 bini var. " Dedi. Başımı salladım ve, " 500 bin verseniz yeter. " Dedim. İstemeye istemeye sattığım arabamdan bana para kalsın istemiyordum. Adam anlık bir şaşırırken sanırım bu şaşkınlığı fiyatı yükseltmeye çalışmak yerine düşürmemeydi. Adam,"Satış işlemlerini ne zaman halledelim?" Diye sorarken içimi çekip, "Ben parayı bugün alsam, size numaramı versem, noter işini yarın halletsek olur mu?" Diye sordum. Adam yüzüme bakarken bana nasıl güveneceğini sorguluyordu herhalde. Cebimden savcı kimliğimi çıkarıp gösterdim. "Savcıyım" dedim. " Ararsanız adliyede bulursunuz. " Adam kimliğe bakıp, "Tamam" dedi. "Paranızı getireyim. " Resmileşmişti birden. Adam tek katlı ofisine doğru ilerlerken arkamda kalan arabama dönüp kaportasına elimi koydum. Gözümden birkaç damla yaş süzülürken, "Özür dilerim. " Dedim fısıltılı ve ağlamaklı çıkan sesimle. "Umarım sana en az benim kadar iyi bakacak bir sahibin olur. Elimde olsa hiç ayrılmazdım senden. Ama mecburum. Özür dilerim. " "Özür dilerim baba..." Bir süre sonra adam elinde siyah bir para çantasıyla yanıma gelip çantayı uzattı. Yüzümdeki yaşları silip çantayı alırken arabanın anahtarını adama verdim. "Yedek anahtarı torpido gözünde. " Dedim. Adam başını sallayıp elini uzatırken uzattığı elini bekletmeden sıktım. Numaramı verip "Hayırlı işler" diyerek adamı da arabamı da geride bırakıp caddeye doğru yürüdüm. Kar taneleri saçlarıma dökülürken soğuk hava ciğerlerime dolarken bir müddet öylece yürüdüm. Faturaları ödedim. Evin kirası için para çekip bir kafeye oturup Kim Chin'i aradım. Kim Chin'e bulunduğum kafenin adresini verip beni buradan almasını söyledim. O da geleceğini söylerken parayı Fırat'a nasıl vereceğimi düşünmeye başladım. Akşam eve çok geç saatte dönecektim. Bütün gün askeriyede gece de adliyede olacaktım. Bu işi yarına bırakmakta istemiyordum. Bu yüzden elimdeki telefondan saat 10.05'i gösterirken derin bir nefes alıp, bütün cesaretimi toplamaya çalışarak Fırat'ı aradım. Telefon ikinci kez çalamadan açılırken Fırat'ın, "Nerdesin sen?!" Diyen sert sesi kulaklarıma dolduğunda bunu beklemiyordum. Birkaç saniye duraksayıp , "Ben... seninle buluşmamız lazım. Neredesin?" Dedim. O sırada yanıma gelen garson, "Ne alırdınız efendim?" Diye sorarken, "Su. " Dedim. Garson "tabii efendim. Hemen. " Diyerek uzaklaşırken Fırat telefonun diğer ucunda sert bir nefesi alıp verirken, "Asıl sen neredesin?!" Dedi hâlâ sert çıkan bariton sesiyle. "Hastasın, ilaçlar yüzünden başın dönüyor. Neredesin lan o halde?!" Hafifçe içimi çektim. Sesini özlemiştim. Ona sarılmayı özlemiştim. Kokusunu özlemiştim. "Dışarıdayım. " Dedim. "Bir kafede oturuyorum. " Fırat bana nazaran daha derin ve sert bir şekilde içini çekerken , "Adres ver. Yanına geleceğim. " Dedi. "Gerek yok. " Dedim. "Neredeysen sen söyle. Ben gelirim. ". Fırat, "Saçmalama" dedi. "Araba falan kullanamazsın bu halde. Ha nasıl kullanıp gittiğinin hesabını da sonra vereceksin bana. Şimdi neredesin söyle. " "Haklısın Fırat. Kullanamam. Çünkü artık kullanabileceğim bir arabam yok." "Fırat lütfen" dedim. " Kim Chin getirecek beni. Nerede olduğunu söyler misin?" Fırat , "Ne?" Dedi. "O çekik yanında mı senin?! Sen o halde, sabahın köründe o itle buluşmak için mi çıktın evden?!! Lan sen delirtecek misin beni?!!" Sinirden dişlerini sıktığını anlayabildiğim sesi gözlerimi kapatıp açmama neden olurken yorulmuştum bu konuşmadan. "Tamam" dedim pes ederek. "Konum atacağım sana. Gelirsin. " Sonra da telefonu kapattım. Fırat'a kafenin konumunu atıp beklemeye başladım. Aslında daha göz önünde olmayan bir yerde buluşmak istiyordum. Çünkü Fırat parayı görünce kabul etmeyecek ve sorun çıkaracaktı. Seslerimiz yükselecek tartışacaktık. Bu kaçınılmaz bir sondu. Ki zaten Fırat şuan bile sinir küpüydü. Üstüne üstlük telefonu yüzüne kapatmıştım ve emindim ki bu onu daha fazla sinirlendirmişti. Lakin benim gücüm yoktu. Ne Fırat'la konuşmaya ne onun bana bağırıp çağırmalarını dinlemeye ne de Onunla tartışmaya gücüm yoktu. Parayı kabul etmezse üzerine atar kaçardım. Öyle çocuksu bir küskünlük vardı içimde. O sırada garson bir bardak suyu önüme bırakırken, "Teşekürler" dedim. Garson, "Afiyet olsun. " Diyerek gittiğinde çantamdan ilaçlarımı çıkarıp suyla birlikte içtim. İlaçları çantama geri koyup Kim Chin'e kafeye gelmemesini ve Anıl'ların yanına geçmesini bildiren yeni bir mesaj attım. Şimdi Fırat o sinirle gelip onu buralarda görürse sorun çıkarırdı. Zaten telefonda da Kim Chin'in adını duyunca yükselmişti. Elimdeki telefonu önümdeki beyaz masanın üzerine bırakıp gözlerimi kafenin camından dışarıya çevirdim. Yağan kar tanelerini, yoldan geçen arabaları izlerken kafenin önünde duran Fırat'ın Range Rover'ı gözüme ilişti. Birkaç saniye sonrada yine simsiyah giyinmiş olan Fırat heybetli bedeni ve uzun boyuyla arabadan inip yeri dövercesine attığı sert adımlarla buraya doğru gelmeye başladı. Yüzü gece olduğu gibi çok sertti. Tedirgin olmuştum bu halinden. Fırat kafenin kapısından içeri girdiğinde gözlerim Fırat'ın üzerindeyken Fırat içeri girer girmez beni fark etmiş ve sert adımları, öfke saçan gözleriyle yanıma gelmiş geldiği gibi de kolumu tutup, "Kalk!" Demişti. Bağırmıyor daha doğrusu etrafta insanlar olduğu için kendini tutuyordu. Ürkek gözlerimi sinirden alev alev yanan kara gözlerine çıkartıp, "Nereye ? " Diye sordum usulca. Fırat ise gözlerini yüzümde gezdirirken, "Eve gideceğiz. Kalk. " Dedi. Dün gece "bu kapıdan çıkarsam bir daha geri dönmem" dediği eve mi? "İstemiyorum." Dedim. " Askeriyeye geçmem lazım. Otur şuraya konuşalım iki dakika. Zaten çok uzun sürmeyecek. " Fırat sert bir nefesi alıp verirken, "Siktirtme lan şimdi askeriyeni. Kalk diyorsam kalk şuradan!" Derken az önceki garson yanımıza gelip bana hitaben, "Bir sorun mu var hanımefendi?" Dediğinde Fırat sinirle gözlerini kapatıp dilini ağzının içinde gezdirdiğinde kolumu bırakıp hızla garsona dönüp üzerine yürürken, "Var lan napıcan?!" Dedi hafiften yükselen sesiyle. Bir elini de "hayırdır" der gibi havaya kaldırmışken garson birşey dese kavga çıkaracak gibiydi. Bıkkınca bir nefesi alıp verirken bu an daha fazla uzamasın diye oturduğum yerden kalkıp çantaları ve alışveriş poşetini elime alıp garsona, "Bir sorun yok. Teşekkür ederim. Rahatız ettik kusura bakmayın. " Diyerek Fırat'ın yanından geçip garsona suyun parasını verirken kafenin çıkışına doğru ilerledim. Tam kafeden çıkarken kolumu tutan elle önce koluma sonrada kolumu tutan Fırat'a baktım. İyice kararmış olan gözleriyle karşılaşırken birşey söylemeden önüme geri döndüm. Kafenin önündeki merdivenleri inerken Fırat kolumu bırakıp belimi tuttuğunda derince içimi çektim. Kokusu burnuma dolarken ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Fırat'la eve gitmek istemiyordum. Demiştim ya onunla konuşup, bana bağırıp çağırmalarını dinleyip tartışmaya gücüm yoktu. Eve gidersek dört duvar arasında kaçamazdım Ondan. Ama böyle sokak ortasında da baş edemezdim Fırat'la. Çok sinirliydi. Barut gibiydi. Ben böyle kendi içimde sorularla ve sorunlarla boğuşurken Fırat'ın aracının yanına geldik. Fırat durup yüzüme bakarken bense gözlerim yerde öylece duruyordum. Sert bir nefes alıp verme sesi kulaklarıma dolarken Fırat, "Araban nerede senin?" Dedi. "Şimdi"arabamı burada bırakmam" diye tutturursun sen. Onunla gidelim." Şimdi söylemeli miydim? Belki de evet. Derin bir nefesi alıp verirken gözlerimi Fırat'ın yüzüne çıkardım. Kara gözleri yüzümü tarayıp duruyorken yutkunup, "Arabam yok. " Dedim. Fırat'ın halihazırda çatık olan kaşları iyice çatılırken bakışları sorgulayıcı bir hâl aldığında, "Ne demek yok?" Dedi. Omuz silkip, "Yok işte. " Dedim. "Sattım. " Fırat gözlerime öylece bakarken arabayı neden sattığımı anlamıştı. Ondandı kara gözlerinde birşeylerin tuzla buz oluşu. Bana böyle garip bir ifadeyle bakışı ondandı. Ona doğru bir adım atıp gözlerine baktım. "Ben şimdiye kadar kimseye borçlu kalmadım. Bu saatten sonra da kalmam. " derken cümlemi bitirip elimdeki para dolu çantayı Fırat'a uzattım. Fırat çantayı almak için hiçbir hamlede bulunmazken başımı belli belirsiz sallayıp Fırat'ın yanından geçerek arabanın önüne doğru ilerledim. Para çantasını , Fırat'ın künyesi ve kazağının bulunduğu poşeti arabanın kaportasının üzerine bırakıp o sırada şansıma tamda oradan geçen taksiyi durdurdum. Fırat ise beni durdurmak için bir hamlede bulunmadığında taksiye bindim. Gözlerim arkası buraya dönük duran Fırat'tayken dolan gözlerimle kirpiklerimi kırpıştırdım. Çok sinirli olduğu için sorun çıkarır sanmıştım ancak öyle olmamıştı. Öylece bulunduğu yere mıhlanıp kalmıştı. Nedenini biliyordum. Fazla sahiplenmişti şimdiye kadar beni. Onundum, ona aittim. Benim üzerimde her türlü sözü söylemeye, benim için herşeyi yapmaya, gerektiğinde benimle ilgili herşeye müdahale etme hakkına sahip olduğunu düşünüyordu. Şimdi ise ben onu bir kaldırımda tüm hayatımdan soyutlamıştım. Bana "sen benim herşeyimsin" demişti ve ben ona az önce hiçbir şeyim değilmişcesine davranmıştım. Böyle olması gerekiyordu. Üzgündüm. Taksici, "Nereye bacım?" Diye sorarken Yağız'ların kaldığı otelin adresini verdim. Artık bir araba kiralar askeriyeye de onunla giderdik. ****** Yağız tüm ciddiyetiyle arabayı kullanırken bende yanında oturuyordum. Birden, "Senin şu asker olan sevgilin yok bugün peşimizde. " Dedi. Gözlerim anlık bir Onu bulsa da önüme dönüp, "Dün"VASÖ ne derse o" diyordun. Sanırım VASÖ sana benim özel hayatımı karıştırmanı da söyledi. " Yağız gülümser gibi bir nefesi dışarı verip, "Birşey söylemene gerek yok. " Dedi. " Anladım. " Gözlerimi sinirle açıp kapatırken, "Ne anladın acaba?" Dedim Ona dönerek. Yağız'ın gözleri de anlık bir beni bulup sonra tekrar yola dönerken, "Ona karşıda böyle sivri dilliysen büyük ihtimalle dayanamayıp ayrılmıştır senden. Asker adam sonuçta. Kafası kaldırmaz. " Dedi. Gözlerimi devirip önüme döndüm. "Yanlış anlamışsın. " Dedim. "Sevdiğim insanlara karşı olan tavrımla sevmediğim insanlara karşı olan tavrım arasında fark vardır benim. " "Seni sevmiyorum" diyorsun yani?" "Hayır. "Sana karşı herhangi bir duygu beslememe gerek yok" diyorum. " Yağız yine anlık bir yüzüme bakıp arabayı sürmeye devam ederken askeriyenin önüne gelmiştik. Arkadakiler sürgülü kapıyı açıp inerken bende çantamı alıp indim. Yağız arabanın anahtarını alıp aracı kitlerken askeriyenin bahçe kapısına doğru ilerlemeye başladık. O sırada cebimdeki telefon titrerken yine Kim Chin diye düşünmüş lakin telefonu alıp ekranına baktığımda "Anne" yazısını görünce adımlarımı durdurmuştum. Birkaç saniye telefonun ekranına bakakalırken Yağız'ın, "Savcım" diyerek bana seslenişi kulaklarıma dolduğunda gözlerim Onu bulmuştu. Askeriyenin demir sürgülü kapısının önünde durmuş sekiz kişi bana bakıyorlarken kendimi toparlayıp, "Siz gidin ben geleceğim" dedim. Yağız, "Tamam savcım" diyerek diğerleriyle birlikte nöbetçi askerin açtığı kapıdan içeriye girerken minibüsün yanına doğru ilerleyip, derin bir nefesi içime çekerek, aramayı yanıtladım. Karşı taraftan ses gelmeden herhangi birşey söylemediğimde annem, "Bomba hâlâ patlamadı herhalde. " Dedi. "Yoksa şimdiye arayıp bana hesap sorman lazımdı. Bizim damat yalancı çıktı desene." Yine sessiz kaldım. Annem ise konuşmaya devam etti. "Hım? Susuyorsun. "sen neden bahsediyorsun?" Diye sormadığına göre neden bahsettiğimi biliyorsun. O zaman bana hesap sormaya yüz bulacak kadar gözümde değerin olmadığını öğrenmiş olmalısın. Biraz geç oldu ama temiz oldu diyelim." Sarhoş değildi. Cümleleri gayet düzgün kuruyordu. Ama değişmeyen birşeyler vardı. Arkadan gelen seslere bakılırsa şuan kumar masasındaydı. Telefonun diğer ucunda kadın ve erkek sesleri birbirine karışıyor, kağıtların isimleri söyleniyor, tiz kahkahalar yükseliyordu. Annem kumar oynarken asla alkol tüketmezdi. Kumar oynamak onun için bir nevi bütün dikkatini vermesi gereken önemli bir iş gibiydi. Ve beni de sanırım "önemli işinin" başına yeniden geçişinin zaferini ilan etmek için aramıştı. Sessizliğimi bozup, "Niye yaptın bunu?" Diye sordum düz bir sesle. Öylesine. Belki beni bir kez olsun ciddiye alıp cevap verir diye , bilmiyorum. "Şimdiye kadar ne istedin de yapmadım? Ne zaman para istedin de bulmadım? Biraz daha bekleyemez miydin?" Annem "Bekleyemezdim. " Dedi. "Ben burada boş evin içinde öylece oturup ömür çürütürken sen orada mutlu olamazsın. Buradan giderken söyledim sana; eğer içki paramı yollayıp kumar borçlarımı ödemezsen olacaklardan ben sorumlu olmam, dedim. " Derken gözlerimi üzerime büyük kar tanelerini bırakan gökyüzünde gezdirip, "Çok hoşuna gidiyor dimi?" Dedim sesim hâlâ içinde hiçbir duygu barındırmayacak kadar düzdü. "Elimde beni mutlu eden en ufak birşey olduğunu fark ettiğin an deliye dönüyorsun. Mutsuz olduğumu görmek zevk veriyor dimi sana?" Annem tiz bir kahkaha atarken, "Bakıyorum da bu sefer baya yakmışım canını. " Dedi memnuniyetle. "İşte bu şuan keyfimi iyice yerine getirdi. Gerçi tahmin ediyordum. Canan "oğlum çok seviyor Hazan'ı" dediğinde senin sevilmeye olan zaafın geldi hemen aklıma. Azıcık sevgi görünce sırnaşık bir köpek yavrusuna dönüyorsun. Sevgiyi alınca elinden ne kadar yıkılacağını biliyordum. Ama aslında ne biliyor musun? Ben hiçbir şey yapmadım sana. Sadece senden ne kadar nefret etsem de çok iyi tanıyorum seni. Biraz da iyi yönetiyorum diyelim. Sana ne oluyorsa şu gururun yüzünden oluyor. Hatırlarsın yıllar öncede dedeni ve parayı seçmek yerine seni hiç sevmeyen anneni seçmiştin. " Tüm söylediklerini gözümden süzülen bir damla yaşla yutup, "Nasıl ulaştın Fırat'a?" Diye sordum. "Numarasını sana benim verdiğimi söylemişsin. Nasıl yapabildin bu kadarını?" Annem içini çekip, "Valla çok kolay oldu. " Dedi dalga geçer gibi. "Sen hastanedeyken Canan senin durumunu söylemek için aradı beni. Sanki çok umrumdaymış gibi. Neyse. Canan'la konuşurken arkadan kızının sesini duydum. "Anne gelinin uyanmış" diyordu. Anladım tabii senden bahsettiğini. Gerçi oğlanın İstanbul'da bizim evdeyken sana olan bakışlarından belliydi birşey olacağı. Velhasıl kelam iki gün önce Canan'ı aradım. Ağzını yokladım . Yumurtlayıverdi oğluyla seni. Bende ne olur ne olmaz damattır lazım olur diye numarasını istedim. Hemen yolladı . Oğlanı aradım . Para istediğim an bir iki saat içinde banka hesabımdaydı . Çocuk baya zenginmiş. Ha bu arada kaynanan pek seviyor seni. " Sözlerinin ardından yine tiz bir kahkaha atıp, "Numarayı neden senin verdiğini söylediğime de gelirsek" dedi. " Ayrılın istedim. Gurur yapacağını, benim yerime utanıp oğlanı terk edeceğini biliyordum. Kendini kötü hisset, mahçup ol, insanların gözünde küçük düş diye yaptım. Başarılı da oldum sanırım. " O görmese de başımı belli belirsiz Onu onaylarcasına sallayıp, "Oldun. " Dedim gözümden bir damla yaş daha süzülürken. "Hatta sen biraz daha başarılı ol diye senin Fırat'tan aldığın parayı ona geri ödeyebilmek için arabamı sattım. " Duraksadım. Birkaç saniye düşünüp, "Ve biliyor musun bir daha böyle yüklü miktarda bir borcun olduğunda ödemek için elimde satacak hiçbir şeyim kalmadı. Yani bir daha borçlanırsan kendi başının çaresine kendin bakabilirsin değil mi "anne"? " Dedim imayla. Başka zaman olsa diyemezdim böyle birşeyi. Ama şuan canım çok yanıyordu. Canım yandıkça da hırslanıyordum. Annem öfkeli sesiyle, "Sen bana kafamı tutuyorsun?!" Dedi. " Ne sanıyorsun sen kendini?! Tek bir hamlede darmaduman ederim seni! " Gülümsedim burukça. "Benim kendimi birşey sandığım yok. Aksine hiçbir şey olmadığım için böyle konuşuyorum. Alt tarafı bir savcıyım. Savcı maaşıyla yetişebilir miyim sana?" Annem, "Aklın sıra bana meydan okuyorsun. " Dedi aşağılayıcı bir ses tonuyla. " Zannediyorsun ki artık kaybedecek birşeyin kalmadı bende sana dokunamam. Ama sana kumar hakkında birşey söyleyeyim mi "sevgili kızım" ; kumar oynarken herhangi bir kazanan olmadığı sürece elinde kartların varsa oyunda kalırsın. Bir kazanan olana kadarda oyun böyle devam eder. Yani demem o ki sen kazanamayacağına göre kazanan ben olacağım ve benim kartlarım hâlâ bitmedi. Bu da demek oluyor ki senin hâlâ kaybedecek birşeylerin var. Ona göre dostunu yakın tut; düşmanını daha da yakın. " Bu soğuk havada içimi çekerken, "Haklısın. " Dedim. "Ama oyun fazla uzun sürmeyecek. Elindeki kartlar ne bilmiyorum ama çok fazla olmadıkları kesin. Bu arada "sevgili anneciğim" bütün oyunlar bir kazanan oluncaya kadar devam eder. Hayat sadece kumardan ibaret değil." Annem telefonun diğer ucunda birkaç saniye sessiz kalırken çamurdan ve kardan balçığa dönen toprak yolda çamurları sağa sola sıçratarak hızla askeriyeye doğru gelen Fırat'ın aracını gördüm. Arada birkaç metrelik mesafe kalırken gözlerimi yoldan çekip askeriye binasına çevirdiğimde Fırat ve arabası arkamda kalmıştı. O sırada annem, "Ne demek bu ?" Diye sordu. Olduğum yerde birkaç adım ilerleyip minibüsün dikiz aynasından, yağan kar nedeniyle, ıslanmış olan saçlarıma, al al olmuş olan yanaklarıma ve burnumun ucuna bakarken Fırat'ın aracının motor sesi kesilmiş arabanın kapısının sert bir şekilde kapanma sesi kulaklarıma dolmuştu. Umursamamaya çalışarak anneme, "Bilmem. " Dedim. " Herhangi birşey demek değil. Sadece bil istedim. Bu oyunda yenilirsem başka bir oyunda kazanırım. Ve sen illaki bir yerde kaybedersin. " Annem yine bir iki saniye sessiz kaldığında askeriyenin kapısının önünde bana bakan Fırat'la göz göze geldik. Kızgın, sinirli, öfkeli, kırgın, darmadağın, karmakarışık bakıyordu yüzüme. Kaşları derinden çatık ama herşeye rağmen heybetli bedeni ve uzun boyuyla sarsılmaz görünüyordu. Baktıkça bakasım kalbime itaat ettikçe de Ona koşup sarılasım gelirken gözlerimi ondan çekip önüme döndüğümde annem, "Çok seviyordun o oğlanı değil mi?" Dedi garip bir sesle. "Ondan bu kuyruk acın. Canın yanıyor yandıkça da bana baş kaldırıyorsun. " Duraksadı. "Aşk böyle birşeydir işte. " Dedi. Ardından da yine o sert ve tehditkâr ses tonuyla, "Ama şunu unutma ; o başı ezerim. Ayağını denk al. " Diyerek telefonu yüzüme kapattı. Telefonu yavaşça kulağımdan indirip cebime koydum. Başım hafiften dönerken bir elimle yanımdaki araca tutunup kendime gelmek adına gözlerimi kapattım. Çamurlu yolda bana doğru gelen ayak sesleri duyarken esen rüzgar bana Fırat'ın kokusunu getirdiğinde, "Savcım iyi misiniz?" Diye soran bariton sesi kulaklarıma doldu. Hafifçe yutkunup kirpiklerimi aralarken Onu gördüm. Koca cüssesiyle görüş alanımı kapatmışken araçla onun arasındaydım. Gözleri az önce saydığım duyguların dışında şuan yüzüme endişeyle bakıyorken bir yandan da yüzümü ve ıslanan saçlarımı inceliyordu. Gözlerine daha fazla bakmak istemezken, "İyiyim. Sağolun yüzbaşım. " Diyerek gözlerimi yüzünden çekip yanından geçip temkinli adımlarla askeriyeye doğru ilerledim. Nöbetçi asker kapıyı açıp esas duruş alırken, "Rahat. " Dedim düz bir sesle. " Kolay gelsin. " Diyerekte binaya yöneldiğimde Fırat'ta hemen ardımdaydı. Başım dönüp düşsem tutacak gibi. Hafifçe içimi çektiğimde askeriye binasına girmiştik. Adımlarımı durdurmadan karargâh odasına doğru yürümeye devam ettiğimde arkadan gelen tanıdık bir kadın sesi duydum. "Ah Fırat! Nerede kaldın? Çok merak ettim seni. " Fırat'tan hoşlanan yüzbaşı kadının sesiydi. Adımlarımı durdurmadan karargâh odasına doğru ilerlemeye devam ederken içimi saran kıskançlık duygusunu yok saydım. Onları aramıza açılan mesafede duyamazken karargâh odasına girdim. Herkesin gözü anlık bir beni bulurken işlerine geri döndüler. Bende masanın başındaki sandalyeye ıslanan kabanımı asıp oturdum. Önümdeki bilgisayarlardan, üzerindeki yeşil post-itte "Okan Cevher" yazan , bilgisayarı alıp açtım. Üzerindeki kağıtta yazan şifreyi girip kayıtlı dosyaları incelemeye başladım. O sırada Yağız, " Askeriyenin ortak ağından birşey çıkmadı." Dedi. Yağız dün bütün belleklerde ki belge ve verileri VASÖ'nün üretimi olan özel bilgisayara geçirmiş bilgisayarın işlemcisindeki yapay zeka bütün veri ve belgeleri birkaç saat içinde taramıştı. Bu taramadan ise hiçbir şey çıkmamış olması benim için şaşırtıcı bir durum değildi. Her ne saklıyorlarsa o şeyi bulmanın bu kadar kolay olmayacağını biliyordum. "Tamam" dedim. O sırada karargâh odasının kapısı çalarken gözlerim kapıyı bulduğunda , "Girin" dedim. İçeriye Feyzullah girerken esas duruş almıştı. "Rahat" dedim. Feyzullah esas duruşu bozup yanıma gelirken elindeki siyah dosyayı önüme bırakıp, "Askeriyeyi emrettiğiniz gibi baştan aşağı aradık savcım. Herhangi bir kayda değer birşey çıkmadı. Bu da gün gün yaptıklarımızın raporu." Dediğinde önüme bıraktığı dosyayı göstermişti. "Tamam." Dedim. "Sağolun. İyi iş çıkardınız. " Feyzullah, "Siz sağolun savcım. Görevimiz. Biz artık askeriyeden ayrılabilir miyiz?" Dediğinde başımı olumlu anlamda sallayıp, "Tabii , iyi günler. " Dedim. Feyzullah baş selamı verip karargâh odasından çıktı. Siyah dosyayı bir kenara itip önümdeki bilgisayarı incelemeye devam ettim. ******* Elimdeki çay bardağından bir yudum daha içerken bileğimdeki saat 18.53'ü gösteriyordu. Saatlerdir bir bilgisyardan diğerine geçiş yapıp inceliyorduk. Gözlerimin içi ekrana bakmaktan yanarken ilaçlar yüzünden başım dönüyor, midem bulanıyor ve halsizleşiyordum. Yine de işime odaklanırken elimdeki "Cansu Saygın" isimli bir askere ait olan bilgisayarın içindeki verileri incelemeyi bitirip silinen verileri geri getiren kodu bilgisayarın sistemine girdim. Bilgisayar verileri teker teker hafızasına geri yüklerken ekranda %12'yi gösteren göstergenin %100 olmasını beklemeye başladım. O sırada masanın sonunda oturan bilgisayar programcılarından sarışın olan, "Asena" dedi. Gözlerim Onu bulurken anladım. Bulmuştu. "Efendim?" Dedim yine de. O ise elindeki bilgisayarı alıp oturduğu yerden kalkarken yanıma geldi. Bilgisayar ekranını bana gösterirken, "Bulduk." Dedi. " Burada TKÖ'ye ait dosyalar, dağ haritaları ve birkaç bilgi daha var. " Yutkundum. Bunlar benim adliyedeki odamdan çalınan delillerdi. Şimdi soracağım soru ve alacağım cevap nasıl bir yol izleyeceğimi, Albaya yazdırdığım dilekçenin Şırnak başsavcılığına gönderilip gönderilmeyeceğini belirleyecekti. "Kimin bu bilgisayar?" Diye sordum. Adını bilmediğim sarışın adam , "Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu'nun" dediğinde olmasını beklediğim ama olmasını istemediğim gerçekle yüz yüzeydim. Ne yapacaktım şimdi? Kardeşimi mi tutuklayacaktım? Gerçekten suçlu olsa gözümü bir an kırpmadan, elimi anlık bir titretmeden ne gerekiyorsa yapar pişmanlıkta duymazdım. İçim bir an olsun cız etmezdi. Ama Oğuz suçsuzdu. Biliyordum. Derin bir nefesi alıp verirken kendimi toparladım. Ve , "Tamam. " Dedim. "Geç otur yerine. " Adam birkaç saniye yüzüme bakıp yerine geçerken Yağız,"Bu kadar mı?" Dedi inanmazcasına. " Askeriyedeki vatan haini şerefsizi bulduk. Vereceğin tepki bu mu Asena?" Yağız'ın gözlerine sert bir şekilde bakarken masanın üzerindeki telefonumu alıp, "Bilgisayarları hiçbir şey olmamış gibi incelemeye devam edin. " Dedim Yağız'ın söylediklerini es geçerek. " VASÖ' ye bildirmek isterseniz bildirin. Ama bu bilgi şuan askeriyede duyulmayacak. " Gözlerimi diğerlerinden alıp Yağız'a çevirirken, "Zaten bundan sonrası sizin yetki alanınızın dışında. Sizden herhangi birinin üzerine vazife değil. Eğer yanlış birşey yapan olursa bunun bedelini öder. " Dedim. Yağız alayla gülüp, "Ne sanıyorsun?" Dedi. " Askeriyenin ortasında "vatan hainini bulduk" diye naralar mı atacağım?" Birkaç saniye gözlerine bakıp, "Sana güvenmiyorum. " Dedim. " VASÖ'ye karşı olan sadakatini sorgulamıyorum. VASÖ zaten ona ihanet edecek birini içine almaz. Ama fazla dobra ve dominant bir yapın var. Diline sahip olamayacakmışsın gibi hissettiriyorsun. Uyarayım dedim. O diline sahip çık. " Yağız'ın kaşları çatılırken mavi gözleri sinirle parlamıştı. Umursamadan, "Arabanın anahtarlarını ver. " Dedim. Yağız birkaç saniye gözlerime öfkeyle bakarken cebinden çıkardığı anahtarı bana uzattı. Anahtarı alıp karargâh odasından çıktım. Koridorda birkaç asker vardı. Ellerinde dosya , evrak tarzı şeylerle koridorda kimi karşı tarafa kimi de benim olduğum yöne doğru ilerliyordu. Kalın topuklu ayakkabılarımın mermer zeminde çıkardığı tok ses kulaklarıma dolarken çıkışa doğru ilerledim. O sırada merdivenlerden inen Fırat'ı gördüm. Onunda gözleri beni bulduğunda gözlerimi asker üniforması içindeki heybetli bedeninden, beni baştan aşağı süzüp duran çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerinden çekip binadan çıktım. Bütün bedenime nüfuz eden soğuk hava ciğerlerime dolup ürpermeme sebep olurken üzerime kabanımı almadığımı fark ettim. Lakin geri dönmekle uğraşmak istemediğimden, karın parlak beyaz rengi her ne kadar gözlerimi kamaştırıp başımı döndürse de, adımlarımı hızlandırıp yürümeye devam ettim. Bahçe kapısının önüne geldiğimde nöbetçi asker sürgülü, demir kapıyı açarken esas duruş aldı. "Sağol" diyerek kapıdan çıktım. Siyah minibüse doğru çamurlu yolda ilerleyip kilidini açarken ön koltuğa binmek yerine sürgülü kapıyı açıp arkaya geçtim. Karşılıklı duran bej rengi koltuklardan birine oturup sürgülü kapıyı kapatırken Fırat'ı görmüştüm. Askeriyenin bahçesinde ellerini arkada bağlamış bütün heybetiyle duruken bu tarafa bakıyordu. Kapı kapandığında aracın camındaki siyah filmden ben onu görebilsemde o beni göremiyorken gözlerimi ondan çekip telefondan Cihan abiyi aradım. Birkaç çalışta açılan telefondan Cihan abinin, "Abim?" Diyen sesi duyulurken, "Abi korktuğum başıma geldi. " Dedim sıkıntılı bir hâl içinde olduğumu belli eden sesimle. Direk konuya girişim Cihan abiyi bir iki saniye duraklatırken, "Dur bir dakika noldu Hazan?" Diye sordu. Elimi saçlarımın arasından geçirip, "Adliyedeki odamdan çalınan deliller Oğuz'un bilgisayarından çıktı az önce. " Dedim. Cihan abi sıkıntılı bir nefesi alıp verirken,"Naptın peki?" Diye sordu. "Hiçbir şey. Bilgisayar programcılarına işlerine devam etmeleri gerektiğini VASÖ'ye haber verebileceklerini söyleyip seni aradım. Aslında bundan sonrası için bir planım var ama yardımın lazım. " Dedim. Cihan abi, "Söyle ne istiyorsun?" Dedi bıkkın bir sesle. " Dün albaya savcı değişimi istediklerine dair bir dilekçe yazdırdım. Eğer TKÖ'ye ait belgeler Oğuz'un bilgisayarından çıkarsa ve ben göstermelikte olsa bir soruşturma altına girersem askeriyedeki soruşturma sekteye uğramasın diye. Tabii birde soruşturma altına girdiğimde zaten askeriyedeki soruşturmayı yürütmeme kanunen izin vermezlerdi. Ve soruşturma otomatikman Hakan Çınar'a geçerdi. Bunun olmasını engellemek için. "dediğimde Cihan abi sözümü kesip, "Birde Oğuz'u sen değilde bir başka savcı tutuklasın istedin. " Dedi. "Haksız mıyım Asena?" Duraksadım. Haklıydı. Kendi kardeşimi tutuklayacak kadar cesur değildim. Oğuz'un bana ellerine kelepçe takılırken atacağı bakışları kaldıramazdım. Zaten aramız kötüydü. Zaten Fırat'ı , arabamı ve içimde birçok şeyi daha kaybetmişken Oğuz'u da kaybetmeyi kaldıramazdım. "Haklısın abi." Dedim. Cihan abi, "Benden de istediğin bu dilekçenin onaylanmasına yardımcı olmam herhalde. " Derken, "Evet." Dedim. "Yapar mısın?" "Elbette yapacağım Hazan. Ama sen Oğuz'u tutukladıktan sonra. " Duyduğum bu sözlerle kaşlarım anlamadığım için çatılırken, "Anlamadım?" Dedim. Cihan abi , "Anlaşılmayacak birşey yok. Kurtlar savaşa girip yara almaktan korkar mı Asena?" Dediğinde, "Korkmazlar abi. " Dedim. " Ama bence hiçbir kurt savaş esnasında aynı tarafta olduğu bir kurdu yaralamak istemez. Bu çok adice olur." Cihan abi derince içini çekip, "Bak Hazan VASÖ tarafından daha egitimlerin bitmeden Şırnak gibi kilit nokta olan bir şehire görevlendirildin. Bunu sen istedin diye ben sağladım. İşlerin buraya gelebileceğini tahmin etmediğini söyleme bana. Herkes bilmiyor olsa da o askerlerin içinde senin VASÖ ajanı olduğunu bilenler var. Üstüne üstlük TKÖ'nün senden belki de bizden haberi var. Aslı Kodan onların elindeyken VASÖ güvende değil. Özellikle de sen büyük bir tehlikenin tam ortasındasın. Eğer bir VASÖ ajanı, bir savcı bu vatana bu millete gönül vermiş biri olarak , bir şehit kızı olarak onlarca çakal, it sürüsü asil bir kurdu savaş alanında izliyorken , ne zaman tökezleyecek, elindeki sancağı ne zaman düşürecek diye fırsat kolluyorken bu şekilde geri çekilirsen ne olur abicim hiç düşündün mü? " Duraksadı. Benden bir cevap bekliyordu ama ben sustum. Düşünmüştüm. Ama düşünürken bile yakıştıramamıştım kendime. Cihan abi ise devam etti sözlerine; Yediremezdim. Sustum yine. Ve Cihan abi, "Peki ya diğerleri?" Dedi. " Askerler? Adliyedekiler? TKÖ'nün kumpasından haberi olmayanlar? Onların göreceği resim ne biliyor musun? Oğuz'a o delilleri senin verdiğini düşünecekler. Yerine başka bir savcıyı geçirip olayın içinden sıyrılmaya çalıştığını, suç ortağını tutuklamaya cesaret edemediğini, bu vatana ihanet ettiğini zannedecekler. Kaldırabilecek misin bunları Asena? Çakallara mı bırakacaksın meydanı?" Gözlerimi kapattım. Titrek bir şekilde içimi çektim. Oğuz'u da kaybedecektim. Belki bir süreliğine ama olacak olan buydu. Hep böyle oluyordu; bir kere kaybetmeye başlayınca bir daha önünü alamıyordum. Kirpiklerimi aralamadan, "Tamam abi. " Dedim. "Ama bugünlük müsade et kendimi buna hazırlayayım. Yarın sabah tutuklama kararını çıkartır tutuklarım Oğuz'u. " Cihan abi, "Üzgünüm abim. " Dedi. "Kendini seni bekleyen sona hazırlıyormuşsun gibi düşün. " Gülümsedim burukça. "Aynı şey değil abi. " Dedim. "Oğuz suçsuz. Benim kardeşim suçsuz." Cihan abi, "Biliyorum abicim. " Dedi. "Tüm bunlar bittikten sonra konuşursunuz anlar seni. " "Umarım" dedim. Cihan abi içini çekip, "Yarın sen Oğuz'u tutuklamak için askeriyeye giderken savcı değişimi olmuş olur. VASÖ ' den gelen savcı Tarık Güngör'ü istiyorsun dimi?" Dedi. " Evet abi. " Dedim. "Tamam. Görüşürüz. Kendine dikkat et. " Dedi. Bende " Görüşürüz. Sende kendine dikkat et abi." Dedim ve telefonu kapattık. Oturduğum koltuktan geriye doğru yaslandım. Gözlerim yavaş yavaş dolarken yaşlarda birer ikişer süzüldü yanaklarımdan. Böyle birşey olacağını tahmin etmiş olsam da çok zoruma gidiyordu. İnsanlar bilip bilmeden Oğuz'a, az önce Yağız'ın yaptığı gibi, yaftayı yapıştıracak ve " vatan haini, diyeceklerdi. Arkasından konuşacaklar , sanki yıllardır vatanı için savaşıp can almamış, ölümlerden dönmemiş, üç yıl önce bu vatan uğruna abisini şehit vermemiş gibi davranacaklardı. Oğuz kaldıramazdı ki bunları. Çok ağrına giderdi. Ne yapacaktım şimdi ben? Biz ne yapacaktık? Dudaklarımın arasından bir hıçkırık koparken kendimi toparlamaya çalışıp gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Hava git gide kararırken, benim için gece de günün devam edeceğini bilsem de , "Yeter" dedim. "Bugünlük bu kadar yeter. " Yüzümdeki ıslaklığı ceketimin koluyla iyice silip arabanın sürgülü kapısını açtım. Başım yine anlık bir dönerken aracın kapısına tutunup topuklu botlarımla çamurlu ve karlı yola ayak basıp arabadan indim. Sürgülü kapıyı çekip kapatırken aracı kilitledim. Askeriyeye doğru yönelip yürümeye başladığımda Fırat'ın hâlâ aynı yerde olduğunu gördüm. Çatık kaşları ve kara gözleriyle beni izliyordu. Gözleri yüzümdeydi. Gözlerimi ve yanaklarımı tarıyordu. Dışarıdan bakan biri sadece etrafı izlediğini düşünürdü ama izlediği gözleriyle, hem kızıp hem kırılıp hem de sevip özlediği bendim. Şuan nelerimi vermezdim o heybetli bedenine sarılıp başımı göğsüne koyup bağrına sığınmak için. Kokusunu derin derin içime çekip o kaslı ve güçlü kollarıyla beni sarması için herşeyi feda edebilirdim. Gerçi bunun için feda etmem gereken tek şey gururum ve beni ben yapan birkaç şeydi. Onları feda etmeyi göze alıp Fırat'a sarılsam şuan burada bile geri çevirmezdi beni. Ama yapamazdım işte. İnsan birçok şeyi savaşıp yenebilse de kendini yenemiyordu. Belki de herşey daha çok taze diye böyle düşünüyordum. Bilmiyorum. Lakin bildiğim tek şey Fırat'ı hâlâ çok seviyordum. Ona kırgındım ama kızgın değildim. Onun tek hatası beni sevmekti. Benim hatalarım ise oldukça fazlaydı. Kendi zehrimi ona bulaştırmamalıydım. "Özür dilerim Fırat'ım..." Gözlerimi ondan çekip önüme döndüğümde askeriye bahçesinin demir sürgülü kapısı nöbetçi asker tarafından açılmıştı. Nöbetçi asker her zaman olduğu gibi yine esas duruş alıp asker selamı verirken ona sadece, "Sağol" demiştim. Askeriye binasına doğru ilerlerken de Fırat'ın yanından yüzüne bakmadan daha doğrusu bakmamaya çalışarak geçtiğimde Fırat esas duruş almıştı. Kokumu da yanında geçerken derin bir nefes alıp içine çekerken, "Rahat" dedim adımlarımı durdurmadan. Binadan içeriye girdiğimde Albay ve Oğuz merdivenlerden aşağı iniyordu. Gözlerim hemen Oğuz'un gözleriyle kesişirken adımlarımı yavaşlattım . O sırada Albay Oğuz'la birlikte tam karşımda dururken," Kusura bakmayın savcım. " Dedi. " Bugün karşılayamadık sizi. Biraz geç oldu ama hoşgeldiniz. " Gözlerimi Oğuz'un gözlerinden çekip Albaya dönerken , "Önemli değil. " Dedim öylesine. Sesim düzdü. Albay yüzüme sorgulayıcı bakışlar atarken Fırat'ta yanımıza geldiğinde albay, "Siz iyi misiniz savcım?" Diye sordu. Gözlerim yine Oğuz'u bulurken içimdeki burukluklarla, hüzünlerle , abisinden özür dilemeye çalışan küçük bir kız çocuğunun pişmanlığı ve masumiyetiyle bakıyordum gözlerine. Ben masum muyum orası tartışılırdı ama öylece bakıyordum işte. Oğuz ise bu halime herhangi bir anlam veremiyor askeriyede olduğumuz içinse birşey söyleyemiyordu. Kaşları çatık gözleri sorgulayıcı bakışlar atıyorken üzerinde gururla taşıdığı üniformanın içinde başı dik bir şekilde "abicim noluyor? Neyin var?" Der gibi bakıyordu. Küçükken istemeden onun eşyalarına zarar verdiğimde ya da onun hoşlanmayacağı veyahut üzüleceği birşey yaptığımda da böyle bakardım gözlerine. O da hemen biraz kıyamadığından biraz da halamın zoruyla affederdi beni. "Peki ya bu sefer abi? Kardeşin kalbini, gururunu, onurunu kırıp parçalasa seni arkandan vursa affeder misin kardeşini?" Usulca içimi çekip dolmak üzere olan gözlerimi kırpıştırıp boğazımı temizlercesine bir ses çıkarırken kendimi bu Oğuz'un gözlerine tutulma halinden çıkarmak için gözlerimi gözlerinden çekim. Ve albayın sorusunu es geçip, "Albayım iki dakika konuşabilir miyiz?" Diye sordum. Albay birşeyler olduğunu anlamış gibi gözlerime bakarken, "Tabii savcım. Odama geçelim isterseniz." Dedi. "Yok" dedim. " O kadar uzun sürecek birşey değil. Sessiz sakin bir köşe olsa da olur. " Albay sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Siz nasıl isterseniz savcım." Dedi. Fırat ve Oğuz ise öylece beni izliyorken albay sağımızda kalan çay ocağının gösterip, "Şöyle geçelim mi savcım?" Dedi. Başımı olumlu anlamda sallayıp çay ocağına doğru ilerledim. Albayda peşimden geldiğinde kapıyı kapatıp bana dönerken, "Savcım Noluyor?" Diye sordu. "Kötü birşey mi var ?" "Size dün yazdırdığım dilekçeyi en kısa zamanda başsavcılığa göndermeniz gerekiyor. Merak etmeyin tuğgeneral ve Mareşal'i VASÖ halledecek. " Dedim. Albay itiraz etmek istercesine, "Ama savcım..." Derken bir elimi havaya kaldırıp, "Albayım lütfen. " Dedim. " Ne diyorsam onu yapın. Ve lütfen herşey benim elimdeymişte bu türlüsünü seçiyormuşum gibi davranmayın. Herşey benim elimde değil. " "Hatta elimde hiçbir şeyim kalmadı be albayım..." Albay birkaç saniye gözlerime bakıp pes etmişcesine başını beni onaylarcasına sallayıp karşımda esas duruş alırken, "Emredersiniz savcım" dedi gür sesiyle. Burukça gülümseyip albaya doğru birkaç adım atıp, "Ricam olur albayım" dedim ve çay ocağından çıktım. Çay ocağından çıkar çıkmaz ise Oğuz ve Fırat'la göz göze gelirken onlar esas duruş almış bense bu durumdan fazlasıyla sıkılmıştım. Yine de karşılarında durup albayda yanıma gelirken, "Rahat" dedim. Onlar ise esas duruşlarını bozarken yanlarından geçip karargâh odasına doğru ilerledim. Karargah odasına girdiğimde herkes tamda söylediğim gibi işine devam ederken gözleri beni bulduğunda, "Toparlanın çıkıyoruz. " Dedim. Beni başlarıyla onaylayıp ayaklandıklarında bende sandalyeye asılı duran kabanımı alıp giydim. Ardından da çantamı ve Feyzullah 'ın getirdiği dosyayı elime alırken Yağız'larla birlikte karargâh odasından çıktım. Albay, Fırat ve Oğuz üçlüsü hâlâ koridordaydı. Bizi ilk fark eden Fırat olurken onlara doğru ilerledik. Yanlarına geldiğimizde , "Biz çıkıyoruz albayım. İyi akşamlar. " Dedim. Albay gözlerime bakıp hafifçe gülümserken, "İyi akşamlar savcım. Dikkat edin kendinize. " Dedi. Burada yollarımızın kısa süreliğine de olsa ayrılacağını bildiği için böyle demişti. "Yollarımız yeniden birleşene kadar kendinize dikkat edin savcım. " Gibi birşeydi. Bende albay gibi hafif bir tebessüm edip, "Sizde kendinize dikkat edin albayım. " Dedim. Ve diğerlerine de iyi akşamlar dileyip önce askeriye binasından sonra da askeriyenin bahcesinden çıktık. Yağız minibüsün direksiyonuna geçerken bende yanına oturdum. Diğerleri de arkaya geçerken çantamdan kulaklığımı çıkarıp telefonuma taktım. Hiçbir duymak istemiyor kimseyle iki çift laf etmek gelmiyordu içimden. Bugün kaybettiklerim ve vazgeçtiklerimle fazlasıyla ağır bir gündü benim için. Kulaklıklığı kulağıma takıp Yağız arabayı geri geri sürüp yolun genişlediği bir yerde yaptığı manevrayla geldiğimiz yöne geri dönerken emniyet kemerimi takıp müzik listemden bir şarkı açtım. Şarkının önce melodisi sonra da sözleri kulaklarıma dolarken gözlerimi camdan dışarı çevirip başımı koltuğa yasladım. Bir süre sonrada dikiz aynasında Fırat'ın aracı hemen arkamızda belirirken burukça gülümsedim ve şarkının sözleri daha bir anlamlı gelmeye başladı. "Yerine sevebilmeyi çok istedim ama |
0% |