Yeni Üyelik
44.
Bölüm

44. Bölüm

@yikim2024

*****
Taksinin apartmanın olduğu sokağa varmak için geçtiği yolları başım, soğuk ve buğulu olan, cama yaslıyken öylece izliyordum. Yol bomboştu. Arada bir ters yönden geçen araçların farları yüzüme vurup gözlerimi alıyor , bazen bizimle aynı yolda ilerleyen lakin hızı bizden daha yüksek olan araçlar yanımızdan gürültüyle geçip gidiyordu. Yolu aydınlatmak için yol kenarına dizilmiş olan sokak lambaları birer birer gözlerimin önünden geçerken gözlerim arada bir olduğu gibi taksinin dikiz aynasından hemen arkamızda bizi takip eden Fırat'ın aracını buldu.


Usulca içimi çektim. Artık ağlamıyordum. Zihnim kendi içimdeki boşlukta savrulup duruyordu. Bir yalnızlıktır ki içimde zihnimin savrulduğu boşluğu tüm kasveti ve ağırlığıyla dolduruyordu. Ne oluyordu, ben noluyordum, ne olacaktı, ben ne olacaktım? Bilmiyordum. Ve bu bilmeyişlik, bilmeyişim , bilinmezliğim içimdeki güzel, çirkin; doğru veyahut yanlış herşeyi derin, boğucu, yok edici, nefes kesici, kasvetli ve bir parçada ruhumu ölüme, bedenimden önce, yaklaştıran bir halet -i ruhiyeye itiyordu benliğimi.


" Canım yanıyor" diyemiyordum ama içim sökülüyordu. Bu ruhsuz sakinliğim ise bir çeşit kabulleniş, vazgeçiş belki de boş verip boyun eğmekti kaderime. Yutkundum. Yutkunamadım. Birşey düğüm düğüm olmuştu boğazımda. Öyle ki artık eve gitmek bile istemiyordum.


Yürümek geliyordu içimden. Bu soğuk havada, kar taneleri bile bırakmışken yağmayı, bir ayaz olup karışmak istedim gökyüzüne. Çenem titreyip, ellerimdeki beyaz tenim soğuktan kırmızıya dönünceye kadar, dizlerim keskin soğuğun bedenime verdiği yorgunluğu ve halsizliği kaldıramayıp yere çökünceye kadar yürümek istedim.


Gözlerimi kapatıp titrek bir nefes alırken mesele aslında yürümek değildi. Mesele beynimi karıncalandıran, kalbime bedenimin taşıyamayacağı kadar ağır gelen huzursuz edici, elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek birşey yapma istediği uyandıran, birşey yapamadıkça da bana derin derin, titrek titrek nefesler aldırıp ancak hiçbirinin ciğerlerime ulaşmasına ehemmiyet vermeyen adını koyamadığım bir hissi, zannımca acıyı, ruhumdan, can evimden başka bir yere çekmekti. Kısaca ruhumda ve kalbimdeki tüm sancıları fiziksel acıyla yok etmek istemek bunun içinde beyhude bir çabaya girmekti yapmak istediğim şey.


Gözlerimi yoldan çekip göğsümdeki nefes almamı engelleyen ağırlıkla derin bir iç çektim. Direksiyondaki tahmini ellili yaşlarında olan amcaya baktım. Omuzları çökmüş yorgundu. Direksiyonu tutan sağ elinin yüzük parmağında gümüş, ortasında siyah, yuvarlak bir taşı olan hac yüzüğü dikkatimi çekti.


Babamında vardı böyle bir yüzüğü. Dedem ilk hacca gittiğinde vermiş babama. Babam hiç parmağından çıkarmazdı. O koca ve büyük ellerinde öyle hoş dururdu ki o yüzük bazen hayran hayran izlerdim. Babamın her hareketini izlediğim gibi beni hipnotize eden bir sevgiyle babamın o yüzüklü eliyle kalem tutuşunu, kitap okuyuşunu, beni sevişini izlerdim. O an düşündüm, "Eğer babam hayatta olsaydı nasıl bir hayatım olurdu?" Bu kadar yalnız olur muydum mesela? Ya da bu kadar çok ağlar mıydım? Her günüm ayrı bir acılar cumhuriyeti olur muydu? Herşeye kırılıp dökülüp, herkesin hayatını mahveden biri olur muydum? Bu kadar kimsesiz, yersiz yurtsuz, her güne "bugün neyi kaybedeceğim?" Korkusuyla uyanan biri olur muydum? Herkesin sığınıp sırtını yaslayabileceği biri ya da birileri, derme çatma da olsa bir limanı varken benim can yakan bir ayazda çölün ortasındaki bir sanrı gibi, tek başına duran bir ağaç misali, açıkta kalışım bu kadar gerçek bu kadar sert olur muydu? Günün sonunda sığınıp yaslanabildiğim tek şey yine kendim olur muydum? Ya da ben bile bu kadar yorulur muydum kendimden? Bilmiyorum.


"Zaten ne biliyordum ki?"


Ben hep yalnızdım. Babam varken de o yok olduğunda da. Varken en azından gölgesi yetiyordu. Kapının önündeki ahşap ayakkabılıkta ki ayakkabıları, camın önündeki, ve artık orada olmayan, sallanan sandalyesi, gece yarıları uykuyla uyanıklık arasında duyduğum, kapının deliğinde çevirdiği anahtarın ve parke zemindeki ayak sesleri, eve girer girmez odama ölü bir hayaletin silik gölgesi gibi süzülen, yorgun ve bitkin, iç çekişlerine eşlik eden bedeniyle yanıma gelişi, yatağımın ayak ucuna oturuşu, odama dolan baba kokusu, saçlarımda gezinen o yüzüklü eli, bana "Hilal'im , prensesim, babacığım, kızım" deyişleri, koca bir toprak yığını değilde kanlı canlı bir beden oluşu yetiyordu işte.


Ben hayata karşı kaybedişlerime ilk babamla başlamıştım. Bir daha da önünü alamadım.


Annem. "Anne " belki de bu hayatta bir çocuğun kaybedebileceği en büyük şey. Ben ona hiç sahip olamadım. Kalbine değil de tek bir zerresine bile. Nefreti, bana karşı olan o büyük öfkesi, " sen benim esaretimsin" diyip asıl mahkumun ben olduğumu, bu hikayede acının kendine beni mesken edindiğini görmesini engelleyen o koca kinini saymazsak annem bana bu güne dek hiçbir duygu beslemedi.


Sokakta düşüp dizimi kanattığımda bile "anne" diye ağlamayı kendime hak görmeme izin vermedi. Tüm yaralarıma kendim ağlayıp yine kendim sardım ben. Tişörtümü ters giyip arkadaşlarım alay ettiğinde anladım birşeylerin yanlış olduğunu, ayakkabılarımı yanlış giyip defalarca kez yere kapaklandığımda öğrendim sağımı solumu.


Başlarda bütün anneler böyledir zannederken benimle aynı yerde düşen , sarı uzun saçlarında pembe kurdeleler olan, yeşil gözlü bir kızın annesinin can havliyle yanına koşuşunda anladım benim bir annem olmadığını. Ben ilk o sokak arasında tattım kıskançlık duygusunu. Çamura bulanmıştı üstüm başım . Her yerim kabuk bağlamış ya da bağlamamış ama sızım sızım sızlayan yaralarla doluydu. Saçlarım, babam dışında tarayanı olmadığı için, darma dağın ve püsür püsürdü. Ayaklarımda biri diğerinden farklı çoraplarım, açlıktan guruldayan karnımla gözlerim kızın ışıl ışıl parlayan sarı saçlarında, yere düşerken elinden kayıp yerde dağılan çilekli dondurmasında, annesinin o kızı büyük bir merhametle kucağına alışında öylece gezinirken kirli ellerimden biri en az ellerim kadar kirli olan saçlarıma gitmişti.


Hemen arkamı döndüm onlara. Eve gittim koşarak. Annem, salondaki şarap kırmızısı tekli koltukta, evdeki diğer koyu kahverengi ahşap eşyalarla , bütünlükte derin bir kasvetin olduğu salonunda televizyonun karşısında, üzerinden nadiren çıkardığı, siyah sabahlığıyla oturuyordu. Hızla odama koşup tarağımı, babamın aldığı, pembe tokalarımı alıp annemin yanına gelmiştim. Tam karşısında, televizyondaki sabah programıyla arasında, durduğumda annem o nefret dolu kehribar rengi gözleriyle onunla aynı renk olan gözlerime baktı. Hafifçe gülümseyip küçük avuçlarımdaki tokalarımı ve tarağımı anneme uzattıp, "Saçlarımı tarar mısın anneciğim?" Dedim. Altı yaşındaydım. Annem gözlerinde harıl harıl yanan öfkesiyle oturduğu yerde doğrulup hiçbir şey söylemeden bana elinin tersiyle sert bir tokat attı. Tokadın etkisiyle yere düştüğümde dudağımın kenarından akan kanın sıcaklığı, diz kapağımdaki yaranın sızısı, elimden yere saçılan pembe tokalarım, parke zemine tok bir ses çıkartarak düşen tarağım...herşey dün gibi aklımda. Ağzımdan kaçan hıçkırıkların sesi kulaklarımda. Yanaklarıma doğru süzülen yaşların sıcaklığı hâlâ tenimi yakıyor sanki.


" Ve o günden sonra bedenime aldığım hiçbir darbe ne canımı ne de ruhumu o kadar acıtmadı. "


Annemin yanımdan çekip gidişiyle salon kapısının arkasında saklanarak bizi izleyen Ali koşarak yanıma geldi. "Abla" dedi çocuksu sesiyle. Temiz elleriyle kirli saçlarıma dokundu. Bana nazaran mis gibi kokuyordu. Saçları taranmış yüzü tertemiz. Vücudunda tek bir yara izi yok. Kim inanırdı ki benim Ali'nin ablası olduğuma? O an yaşlı gözlerimle kapaklandığım yerde Ali'nin tertemiz kıyafetleriyle kendi pespaye halimi küçük aklımda kıyaslarken ben bile inanamıyordum.


Usulca içimi çekip yutkunurken Ali'ye kızdım. Annemin bana vermesi gerekten sevgiyi benden hemen sonra doğarak benden çaldığını düşündüm. İlk o gün kin tuttum ben. Kendi kardeşime. İlk defa öfkenin yakıcı hissi o gün sardı küçük bedenimi. O gün fark ettim ki bütün anneler annem gibi değildi ; benim annem diğer anneler gibiydi. O da çocuklarını sevebiliyordu. Onları temizleyip güzel güzel giydirebiliyor, saçlarını tarayabiliyordu. Asıl farklı olan bendim.


Bu hikayedeki "çirkin ördek yavrusu" bendim. Masalın sonunda güzel bir kuğu olamadım. Ama geceleri babamın prensesiydim.


Belki bir gün annemin gözünde bir değerim olur diye çok uğraştım o günden sonra. "Eğer farklı olan bensem onlar gibi olabilirim" dedim kendi kendime. Sonrada babam ölene kadar uğraşıp durdum annem bir gün beni sevecek ve ben artık çirkin ördek yavrusu olmaktan kurtulacak, tıpkı o sokaktaki sarı saçlı kız gibi, annemin güzeller güzeli kuğusu olacaktım. Olamadım.


Benim bu hayatta ki en büyük hatam buydu; masallara inanmak. Babam yüzünden. Bana ayda yılda bir kere masal okur onda da beni o güzel sesiyle bütün masalların sonunun güzel bittiğine inandırırdı. Benim bir prenses olduğumu söylerdi. Bir gün çok mutlu bir masalın en güzel sonu benim için yazılacaktı. Külkedisi'de büyük acılar çekmiş, annesi ölmüş, babası onu üvey annesinin acımasız ellerine bırakmış olsa da o artık bir prensesmiş. Bende birgün bir prenses olacakmışım.


Gülümsedim burukça. Başımı belli belirsiz sağa sola sallayıp gözlerimi arabanın camından gökyüzüne çevirdim. Bir damla yaş gözümden süzülüp yanağımda yol alırken dudaklarımın üzerinde durdu. Dilimin ucuyla dudaklarımı nemlendirdiğimde gözyaşının tuzlu tadını hissettim. Usulca burnumu çektim yine.


" Gökten üç elma düştü. Üçüde benim kursağımda kaldı be baba..."


Taksi apartmanın olduğu sokağa girdiğinde gözlerim sokağın girişindeki parkı buldu. Önceden geceleri o sarı tüylü köpeği sevip beslediğim park beyaza bürünmüştü.


Aceleyle oturduğum yerde öne doğru atılıp, "Amca burda durur musun lütfen?" Dedim şoföre. Şoför dikiz aynasından bana bakarken, "Kızım daha verdiğin adrese gelmemişiz." Dedi tatlı doğu şivesiyle. " Ben buradan yürürüm. Yakın zaten. " Dedim. Amca, "Peki kızım. Dikkat edesin. Tekin değildir buralar. " Derken aracı sağa çekip durdurdu.


" Teşekkür ederim" diyerek taksimetrenin gösterdiği ücreti amcaya öderken, "Sizde dikkat edin." Dedim. Ve poşetimle çantamı alıp araçtan indim. Gözlerim anlık bir, bizimle birlikte duran, Fırat'ın aracını bulurken önüme dönüp taksinin yanımdan uzaklaşmasıyla kulaklığımı kulağıma takıp öylesine bir müzik açarken kaldırımda yürümeye başladım.


Aslında planım parkta durmaktı ama Fırat'ı hesaba katmamıştım. Gerçi az önce arabada Ona söylediklerimden sonra yanıma gelir miydi, benimle konuşur muydu, bilmiyordum. Bildiğim tek şey Fırat'ı kırdığımdı. O çok sevdiğim kara gözlerinde gördüğüm onlarca duygudan biriydi bu.


Haklıydı da . Kırılmakta ya da kızmakta haklıydı. Çok seviyordu beni. Benim için herşeyi yapmaya hazırdı. Yapıyordu da. Belki şu hayatta beni babamdan bile daha çok seven tek kişiydi O. Ama ben Fırat'ı kendimden itip duruyordum. Ona yanlış cümleler kuruyordum. Ne demiştim az önce? "Biz kadınlarda öyle iki sevgi birazda para görünce tav oluyoruz herşeye dimi?"


Baştan sona yanlış ve Fırat'ın asla hak etmediği bir cümleydi bu. Herşeyden önce Fırat'ın bana karşı duyduğu o içimi titreten, beni heyecandan nefessiz bırakan, kalbimi hızla attıran, bana dünyanın en güzel kadınıymışım gibi hissettiren sevgisini "öyle iki sevgi" diyerek küçümsemiştim. Ardından da sanki Fırat beni parasıyla etkilemeye çalışıp gösterişte bulunmuş gibi "birazda para görünce tav oluyoruz herşeye" demiştim. Dedim ya onun hiç hak etmediği bir cümleydi bu. Ama ben başıma gelen herşeyi hak etmiştim. Neden mi? Bilmem. Annem ne zaman başıma kötü birşey gelse, "sen bunların hepsini hak ediyorsun. Allah bin beter etsin inşallah." Derdi. O an fark ettim ki ettiği beddua tutuyordu sanki. İçim bin parçaya bölünüyor, yapayalnız kalıyor ve tam da annemin istediği gibi bin beter oluyordum.


Derince aldığım nefesi dudaklarımı hafifçe aralayarak geri verdiğimde sıcak nefesimin soğuk havada buhar olup dağılışını izledim. O an gökyüzünden küçük birkaç kar tanesi düştü. Başımı gökyüzüne çevirip lacivert havaya bakarken hemen yanından geçtiğim sokak lambasının sarı ışığı gözlerimi kamaştırdı. Başım hafifçe dönerken önüme döndüm. Kaldırımın bundan sonrasında park edilmiş arabalar olduğundan yolda yürümeye başladım. Beton zemin biraz kaygandı. Arkamdan birinin geldiğini hissedebiliyordum. Ama korkmadım. Fırat'tı. Biliyordum. O olmasa da korkmazdım. Çünkü Fırat yakınlarımdaydı. Beni herşeye herkese karşı korurdu o. Zarar görmeme izin vermezdi.


Gülümsedim burukça. Yanıma gelmiyor, "yavrum" demiyor, bu soğukta neden yürüdüğümü sormuyor, bana bağırıp çağırırken beni bir yandan da gözleriyke sevmiyordu. Tamda dediğim gibi benden uzak duruyordu. Dursundu. O beni herkese herşeye karşı korurdu. Ama ben onu kendimden bile koruyamıyordum.


Seviyordum. Çok seviyordum. Onu düşünürken bile içim eriyor, gözlerim doluyor, her zerrem deli gibi onu istiyordu. Onu kırıyordum ama ben onu kırarken paramparça oluyordum. Sinirle Ona; bana, içime, Onu seven kalbime ait olmayan cümleler kuruyor sonrada böyle altı yaşındaki o sokak arasında, pespaye bir halde duran kız çocuğuna dönüşüyordum. Sağa sola saçılmış pembe tokalarım yerine hayallerim vardı şuan ellerimde. Gözyaşlarım ise hâlâ bakiydi.


O an fark ettim de ben Fırat'a hiç doğru düzgün gülememiştim. Defalarca kez kucağında, bağrında, başım göğsüne yaslıyken hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlamış ancak hiç kahkahalarla gülmemiştim yüzüne. Az önce Ona beni umursamadığını söylemiştim. Şimdi biraz düşününce Fırat o cümleyi de hak etmiyordu. Her gün bana defalarca kez iyi olup olmadığımı soruyor, beni kırdığında üzdüğünde hiç kimseye boyun eğmeyen, heybetli bedeni ve uzun boyuyla çok güçlü ve sarsılmaz görünen sevdiğim adam benden özür diliyordu. Benim için gözyaşı dökebiliyor ve bundan gocunmuyordu. Ondan dünyaları istesem önüme serebilecek kadar güçlüydü gözümde. Beni herşeyden korurdu. Ona sığınmam yeterliydi. Ben sığınmasam bile o hep yanımda yöremdeydi.


Peki ben? Ne yapmıştım Fırat için şimdiye kadar? Ya da ne yapabilirdim onun için? Daha doğru düzgün hakkıyla sevmeyi bile beceremiyordum onu. Kendi dertlerimden Fırat'ı görmüyordum bile belki. Bilmiyordum. Canım çok yanıyordu. Etime saplı kancalar vardı sanki ve birileri o kancaları tutup aynı anda çekiyordu. Ağlamak istiyor ama ona bile güç yetiremiyordum. Yorgundum. Ne düşüneceğimi, içimde yanan hangi ateşe atlayıp yanacağımı şaşırıyordum. Şu an kulağımdaki şarkıda da dediği gibiydi herşey;


" Bu şehrin her yeri yağmur ama içerimde bir dolu yangın var..."


Her zerremde koca , derin mütemadiyen olduğu gibi bir kasvet ve umutsuzluk vardı. Sanki çıkmaz bir sokağa girmişim de geldiğim yol bile kapanmış ve ben orada sıkışıp kalmıştım. Aldığım hiçbir nefes, nefes değildi. Ne içim açılıyor ne de ciğerlerim havayla doluyordu. Öyle ki bedenimin hissettiği soğuk içime teğet bile geçmiyordu. En acısı da herşey için kendimi suçluyordum.


Garipti. Midemin içi cayır cayır yanıyordu. Nefes alamıyor gibi hissediyor lakin alıyordum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum ama düşünüyordum. Yaşamak istemiyor ama yaşıyordum. Kendimi delirecekmiş gibi hissediyordum. Bir kapı deliğinden Nemrut'un beynine girip Onu öldüren bir sinek gibiydi düşünceler. Kafamın içinde dört dönüp beynimi kemiriyor bana kendimi duyma fırsatı vermiyorlardı. Ve ben bu koca evrende sıkışıp kalmışım gibi hissediyordum.


Kendimi anlatacak kimsem yoktu. Ve kafamın içindeki düşünceler benimle konuşmaya çalışıyordu. Ama ben katlanamıyordum onlara. Asıl katlanamadığımda kendimdim aslında. Ben artık kendime dayanamıyordum.


Belki bu sefer içimi ferahlatır umuduyla alıp verdiğim derin nefeste diğerleri gibi havaya karışıp buhar olurken apartman görüş alanıma girmişti. Islak yola düşen gölgelerimizden Fırat'ın dört beş adım gerimde olduğunu anlayabiliyorken başımı yerdeki, biri oldukça uzun ama diğeri Ona nazaran fazlasıyla kısa olan, gölgelerden kaldırdığımda apartmanın önünde gördüğüm şeyle adımlarım yavaşladı. Nemli gözlerim şaşkınlıkla hafifçe büyürken duraksadım.


Fırat'ın da benimle birlikte durduğunu hissettiğimde kulağımdaki kulaklıklığı yavaşça çıkarıp parmaklarımın arasında sallanmasına neden olduğumda yutkundum. Apartmanın önündeki kaldırımda duran araç benim arabamdı. Yani bu sabah Fırat'a olan borcumu ödemek için satmak zorunda kaldığım arabaydı. Ama burada ne işi vardı? Fırat mı almıştı? Ama daha noter işlemlerini halletmemiştim ki. Arabayı sattığım adamın aracı başkasına satma yetkisi yoktu.


Halihazırda nemli olan kirpiklerim yine usul usul ıslanırken içimi çektim. Ruhen hiç iyi değildim ki arabayı görmek bile gözlerimi dolduruyordu. Alt dudağımı dişleyip yutkundum yine. Gözlerimi arabadan çekip apartmana girmek için durduğum yerde hareketlenirken kolumu tutan elle durmak zorunda kaldım.


Fırat'tı. Bana temas edişiyle içim titrerken gözlerimi kapatıp kokusunu titrek bir nefesle içime çektiğimde O ise koca bedenini bana dönmüş yanımda duruyordu. Uzun boyuyla bana tepeden bakarken sıcak nefesini saç diplerimde hissettiğimde derin bir nefes çekmişti içine. Bense yüzüme dökülen saçlarımı başımı hafifçe önüme eğip iyice yüzüme dökülmelerini sağlayıp yüzümü gizlerken ileriye doğru bir hamlede bulunduğumda kolumu da Fırat'ın elinden kurtarmayı denedim. Ancak olmadı. Fırat beni tuttuğu kolumdan kendine doğru çekip karşı karşıya olmamızı sağlarken sert ve bıkkın bir şekilde solumuştu.


Başım önüme eğik gözlerim Fırat'ın belindeki siyah kemerin metal tokasında ve silahında gezinirken birşey söylemedim. O ise bana doğru bir adım atıp boştaki elini, az önce onun arabasındayken üzerime örttüğü , deri ceketinin cebine soktu. Elini cebinden çıkardığında gözlerim cebinden çıkardığı şeyi bulurken arabamın anahtarını gördüm. Yutkundum hafifçe.


Fırat anahtarı, kolumu tutan elini elime indirip kaldırırken avuç içime koyup, "Al şunu. " Dedi sesi ciddi, sert ve düzdü. " Bir daha da bana borç morç diye saçma sapan şeylerle gelme. "


Gözlerimi Fırat'ın elime tutuşturduğu anahtardan alıp içimi çekerek başımı yukarıya doğru kaldırırken kara gözlerine baktım. Çatık kaşlarının çevrelediği gözleri sert , düz , ciddi ve öfkeli bir şekilde bakıyordu gözlerime. Sesi nasıl uzaksa bana gözleri de öyleydi.


"Tamda istediğim gibiydi işte. Eli elimi tutuyor, gözleri gözlerime bakıyor ama bana uzak olduğunu bu kadar yakınımdayken bile hissebiliyordum."


Gözlerim gözlerinde sabitleyken, "İstemiyorum." Dedim düz tutmaya çalıştığım sesimle. Pekte başarılı olamamış olsam da sesim titrememişti en azından. " Sende kalsın." Ardından da gözlerimi gözlerinden çekip elimi Fırat'ın elinden kurtarmak için hareketlendim. Fırat buna yine müsade etmezken, "Hazan al diyorum sana şunu." Dedi sert sesiyle anahtarı avcuma elleriyle sıkıştırırken. Bağırmıyordu ama sesindeki tını aynı etkiyi oluşturuyordu. " Askeriyeye ya da adliyeye gelip giderken arabaya ihtiyacın var. O heriflerle aynı arabaya mı bineceksin her zaman. Delirtme beni. Al şunu. "


Gözlerim Fırat'ın sözleriyle tekrar gözlerini bulurken, "İstemiyorum" dedim bastırarak net bir sesle. Ve yine elimi elinden çekmek için uğraşırken ,"Bırak" dedim. Fırat ise sert bir şekilde içini çekip yüz hatları iyice gerilirken dişlerini sıkarak hareket ettirdiği çene kaslarıyla, " Hazan bak al şu anahtarı. " Dedi sakin olmaya çalıştığını lakin pekte başarılı olamadığını belli eden baskın ve emredici olan bariton sesiyle. " Al bak sonra tamda senin istediğin gibi uzak duracağım senden. " Son cümleyi kurarken sesi öfkeliydi. Ama kırgın ve bu isteğime kızgın olduğunu ne sesi , ne yüzü ne de gözleri saklamaya çalışmıyordu. Bense gözlerim öylece Fırat'ın gözlerine takılı kalırken içimde beni içten içe sarsan duygularla ilk defa hissettim ki acının bir ağırlığı vardı. Diğer duygular soyuttu. Ruhen hissedilebilir, anlatılabilir ama elle tutulamazdı. Ancak şuan avuç içlerimde hissettiğim karıncalanma , göğsümün ortasına oturan birşey, anlık bir kesilen nefesimle acı somut bir hâl alıyordu.


Tüm bu hissetiklerime rağmen nefes almaya çalışıp alamadığımda yutkunmayı denerken gözlerimi gözlerinden çekip karşı kaldırımın önündeki kırmızı arabaya diktim. Hiç. Öylesine. Fırat ise bu sessizliğimle, "Sen nasıl istiyorsan öyle olacak herşey. " Dedi alelade biriyle konuşur gibi düz ve ciddiydi sesi. Fırat'ın bu sözleriyle kendimi kahkaha atmamak için zor tuttum. Ben nasıl istiyorsam öyle mi olacakmış herşey? Bu babamın anlattığı masallardan daha saçma ve imkansızdı.


Yine de gözlerimi kırmızı Şahin' den çekip yeninden Fırat'ın gözlerine bakarken, "İyi . " Dedim sıradan bir sesle. " Arabayı almak istemiyorum. Madem herşey benim istediğim gibi olacak o zaman araba sende kalsın. Parayı kabul etmiyorsan borcumu böyle ödemiş olayım. "


Fırat'ın kaşları mümkünü varmış gibi daha derinden çatılıp gözleri öfkeyle parlarken birkaç saniye öylece gözlerime baktığında , "Ben daha ne diyeyim sana?" Dedi. Yüzünde ve gözlerinde kendini belli eden öfkenin binde biri bile yoktu sesinde. Öyle yalın öyle sek bir kırgınlık ve yorgunluktu bu. İçime oturan, canımı yakan, Ona sarılmak için deli gibi can atan ancak ket vurduğum kollarımı karıncalandıran, beni darmaduman eden bir yalınlık vardı. Nefes alamadım bir an. Göğsümdeki ağırlık git gide artarken ağlama isteğimde göz bebeklerimi zorluyordu. Ne kadar zordu göğsünde ağladığım adamın karşısında ağlamamak için direnmek.


Alt dudağımı dişleyip gözlerimi gözlerinden çekerek başımı önüme eğdim. Birşey demesindi. Sussundu. Onun bana söyleyeceği herşeyi ben kendime söylüyordum zaten. Herşeyi mahvedişim bir tek Fırat'ın gördüğü birşey değildi. Bende farkındaydım. Her güzel şeyi mahvediyordum. Yarın Oğuz'la olan kardeşliğimi de mahvedecektim. Sonra bu olay Antep'tekilerin kulağına giderse, ki bu ihtimalin aklıma ilk kez gelişi içimde birşeyleri sarsarken gözlerim dolmuştu, herkesten önce bir oğlunu bu vatana şehit vermiş olan halam dikilirdi karşıma. Belki sonra eniştem, dedem belki de babaannem. O an idrak ettim ki ben kaybetmeye asıl şimdi başlıyordum.


Sol gözümden süzülen bir damla yaşla usulca içimi çekip gözlerim Fırat'ın gözlerini bulurken, "Birşey deme. Bırak." Dedim güçsüz çıkan sesimle. Ardından da elimi elinden yeniden çektiğimde Fırat'ın gözleri yanaklarıma doğru yol alan yaşta gezinirken yüzündeki öfke yerle bir olmuş ve yutkunmuştu. Eli elimi hâlâ bırakmazken gözleri gözlerimi taradığında orada her ne gördüyse bakışları değişmiş yine bir damla gözyaşıma yenilip kıyamamıştı bana.


"Hazan..." Diyerek konuşmaya meyil ettiğinde sözünü kesip, "Fırat. " Dedim usulca. " Sonra konuşalım. Yani sende benimle sonra konuşmak istersen konuşalım. Ama şimdi bırak beni olur mu?" Cümlemin sonlarına doğru sesim titremişti. Fırat ise sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verirken, "Hadi beni siktir et. " Dedi gözlerime çatık kaşları ve kızgın bir ifadeyle bakarak. Lakin bu kızgınlık ona yaptıklarıma değil zannımca kendime yaptıklarımaydı. "Kendine niye yapıyorsun bunu? Ben herkesten herşeyden korurum seni ama kendinden nasıl koruyacağım Hazan? " Duraksadı. Birkaç saniye gözlerime bakıp gözlerini gözlerimden çekerken etrafta gezdirdi gözlerini. Aldığı derin nefes geniş bağrının yükselip alçalmasına neden olurken beni birden tuttuğu elimden göğsüne çekip sarıldı. Saçlarımın arasına kokumu içine çekerek bir öpücük kondurduğunda başım göğsüne denk gelmişti. Bu yakınlıkta kokusu buram buram içime dolarken kirpiklerim titredi. Kokusunu daha iyi duyabilmek için gözlerimi kapattığımda titreyen kirpiklerimin arasından bir damla yaş süzülürken yutkundum. Fırat ise sözlerine beni içine sokmak ister gibi sarıp bir eliyle de sırtımdan kalçalarımın üzerine kadar uzanan saçlarımı severken devam etti;


" Bırak seveyim seni." Dedi. " Bırak canıma sarayım seni. Bırak bir ömür gözlerinin içine bakayım Hazan. Yoluna sereyim neyim var neyim yoksa." İçini çekti beni daha fazla sarmaya çalışırken. " Hazan'ım bir bırak kendini bana. Çekme kendini böyle benden. Yakma canımı. Nazına niyazına kurban olurum senin. Bir ömür çekerimde gıkım çıkmaz. Ama yapma şunu. Benim canıma oku ama kendine acı çektirme."


Benim elimde değil ki Fırat. Kendime acı çektirip çektirmemeyi ben seçmiyorum ki. Tamam sen yanımda olsan benim için herşey daha kolay ve katlanılanılabilir olur, sen bana sarıldığında ruhumdaki acılar, şimdi olduğu gibi, hafifler, kokun ciğerlerime nefes olur, kafamın içinde beni delirtmek üzere olan sesler susar bir tek kalbimin hızla atışı dolar kulaklarıma, acılar sen yanımdayken dokunamaz bana, benim de bir sığnağım olur şu koca dünyada ama ya sen?


"Ya birgün, yarın Oğuz'a yapmak zorunda kalacağım şeyi sana da yapmak zorunda kalırsam? Ya birgün, yarın Oğuz'un edeceği gibi sende nefret edersen benden? Ya birgün nefret ettiğin biri olarak kalırsam hatıralarında? Beni tanıyıp sevdiğin güne lanet edersen? "


Korkuyorum. Asıl ben seni kendimden nasıl koruyacağım Fırat?


Kapalı olan gözlerimi açtım. Bizi Fırat'la ayıran şey artık ne borçtu ne annemdi ne benim hislerim ne de başka birşey. Bizi Fırat'la ayıran bendim. Benim Fırat'ın hayatındaki varlığımdı. Şuan net birşey söylemek istemiyordum. Kafam karma karışıktı.


Bu yüzden kendimi Fırat'tan çektim. O da yüz yüze gelmek için buna müsade ettiğinde gözlerine baktım. Kara gözleri gözlerimde ve yüzümde gezinirken Fırat bir elini yanağıma çıkarıp yüzümü baş parmağıyla usul usul sevmeye başladığında ne söyleyeceğimi düşünüyordum. Fırat, bana Ona söylediğim herşeye rağmen böyle güzel ve derin bakabiliyorken gözlerimi gözlerinden anlık bir kaçırsamda yeniden gözlerimi gözlerine sabitledim. Usulca yutkunup içimi çekerken, "Fırat. " Dedim. O ise yüzünü yüzüme yaklaştırıp alnını alnıma dayarken, "Yavrum" dedi. Erkeksi sesi fısıltılıydı. Bana böyle yaklaşınca içim titrerken hafifçe içimi çektim. Kokusu burnuma dolduğunda gözlerim anlık bir kapanır gibi olsa da kendimi toparlayıp dilimin ucuyla alt dudağımı nemlendirirken , " Sonra konuşalım. " Dedim bu yakınlıkta gözlerine bakarak. " Bugün değil. Belki yarın. Ama şimdi değil. Kafam çok karışık. Herşey birbirine giriyor. Yanlış birşey söylemek istemiyorum. Geri dönüşü olmayan bir cümle kurmak istemiyorum. Sen böyle üstüme geldikçe ne yapacağımı şaşırıyorum. Sana hak etmediğin şeyler söylüyorum. Belki bir süre birbirimizden uzak dursak ikimize de iyi gelir. "


Fırat söylediğim sözlerle kasılıp gözlerini kapatığında dilini ağzının içinde gezdirirken alnını alnımdan ayırdı. Çattığı kaşları ağzımdan çıkanlardan memnun olmadığını belli ederken yüz hatları gerilmişti. Yine de bedenime sarılı olan kollarını çözmezken, birkaç saniye öylece gözlerime bakıp, başını belli belirsiz aşağı yukarı salladığında, "Tamam. " Dedi. Bariton sesi az biraz sertti. Bu kabullenişi beni şaşırtsada sessiz kaldım. " Eğer benden uzak durmak sana iyi gelecekse tamam. Ama sadece birkaç gün. Sonrasında bir daha ayırmam seni kendimden. " Duraksadı. Belimdeki ellerinden birini ceketinin cebine atıp bana verdiği künyeyi çıkardı. Gözlerinin yüzümü bulduğunu hissettiğimde künyedeki gözlerimi Fırat'ın gözlerine çıkardım. Fırat ise, "Ama iki şartım olacak; birincisi bu künyeyi boynuna takacağım ve her ne olursa olsun bir daha çıkarmayacaksın. " Dedi baskın ve emredici bir sesle. Alt dudağımın içini ısırırken , "Tamam" dedim. Fırat birşey söylemeden künyeyi boynumdan geçirip bir kolunu belime geri sararken diğer elinde tuttuğu arabanın anahtarını yüzüme doğru kaldırıp, " Bunu da alacaksın. " Dedi. Kaşlarımı hafifçe çatıp, "İstemi..." Derken Fırat sözümü kesti. "İstiyor musun" diye sormuyorum. İsteyeceksin. Bilgisayar programcısı mı her ne haltsa o herifle aynı arabada aynı havayı solumanı istemiyorum. O yüzden bu anahtarı alacaksın. "


Kaşlarım anlamadığım için iyice çatılırken Fırat'ın Yağız'dan bahsedip etmediğini düşündüm. Kim Chin olamazdı. Onunla ilgili Fırat'la birçok kez tartışmış olsak da Fırat Kim Chin'den bahsederken gözleri hiç bu kadar öfkeye bürünmemişti. Sinirden damarları çekiliyordu sanki. Yüz hatları gerilmiş, alnında ve boynundaki damarlar belirginleşmişti.


Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Kim Chin bitti şimdi de Yağız'a mı sardın Fırat?" Dedim. Fırat'ın kara gözleri, neye sinirlendiğini anlamadığım bir şekilde , zifiri bir karanlığa ve garip , ürkütücü bir hâle bürünürken sol gözü seğirmişti. Ardından da bedenime sarılı olan kolunu çözüp benden birkaç adım uzaklaştığında tedirgin olmuştum. Geriye doğru birkaç adım atıp aramızdaki mesafeyi iyice açtığımda Fırat bana arkasını döndü. Geniş sırtı ve omuzları, uzun boyu , heybetli bedeniyle subay tıraşı olmuş saçlarının arkadan görünüşünü izledim. Fırat ise bir elini ensesine koyup ovalarken elini kaldırıp ovaladığı yere sertçe vurduğunda yutkundum.


Neye kızmıştı bu kadar? Ne demiştim ki?


Ürkek gözlerim Fırat'ın bedeninde gezinirken Fırat hızla bana dönüp üzerime doğru geldiğinde birkaç adım daha geriledim. Sırtım arabama yaslanırken gidecek yerim kalmadığında Fırat karşımda durup gözlerime öfkeyle alev alev yanan kara gözleriyle tehditkâr bir şekilde bakıp havaya kaldırdığı elini sert bir şekilde arkamdaki arabaya vurduğunda, "Bir daha o itin adını ağzına almayacaksın!!" Dedi dişlerini kırarcasına sıkarak. Fazlasıyla korkutucu görünüyordu. Karşımdaki adam benim sevdiğim adam değildi sanki. Benim Fırat'ım bana bağırır çağırır, kızar ama böyle bakmazdı ki.


Fırat'ın arkamdaki arabama vuruşuyla çıkan sesle araç sallanırken gözlerimi sıkıca yumdum. Zar zor yutkunup bir elimle arkamdaki arabaya tutunurken başımı önüme eğip konuşmaya yeltensemde kendimde o gücü bulamazken sessiz kaldım. Dizlerimin bağı çözülmüştü sanki. Arabaya tutunmasam düşecek gibi hissediyordum. Kalbim korkuyla hızla atarken nefes alış verişlerim hızlanmaya başlamıştı. Diyaframdan nefes almaya çalışıp başaramadığımda elimdeki poşeti yere bırakıp cebimdeki astım ilacımı çıkarırken Fırat'ın, "Hazan" diyen fısıltılı ve afallamış sesi kulaklarıma dolmuştu.


Umursamadım.


Uzun zaman sonra ilk kez korktuğum için astım atağı geçiriyordum.


Astım spreyini titreyen elimle dudaklarıma dayadığımda Fırat aramızdaki bir iki adımlık mesafeyi kapatıp ilacı elimden alırken bir kolunu da belime sardı. Elimden aldığı spreyi dudaklarıma dayayıp ağzıma sıkarken gözlerinin yüzümde gezindiğini hissetsemde Ona bakmadım.


Fırat dört beş kez ağzıma sıktığı ilacı geri çekip, "Tamam mı yavrum?" Diye sordu. Sesinde garip hâl vardı. Pişman, üzgün ve afallamış gibiydi. Ama sesindeki tınıyı anlatmak için bu tabirler yeterli miydi bilmiyordum.


Derin bir nefes alıp ciğerlerimin havayla dolduğunu hissettiğimde başımı salladım. Gözlerimi kendime gelmek adına kapatıp açarken derince yutkundum. Fırat'ta benim gibi yutkunup içine titrek bir nefes çekerken diğer kolunu da bedenime sarıp bana sımsıkı sarıldığında saçlarımın arasına kokumu içine çekerek aceleci öpücükler kondurup, "Özür dilerim. " Dedi can verir gibi. " Affet yavrum. Allah belamı versin affet. Sana bağıran ses tellerimi sikeyim affet. " Sesi yalvarırcasına bir tınıdayken kendine ettiği küfürler kendine kızgın olduğunu gösteriyordu. Saçlarıma, yüzünü boynuma gömüp kokumu içine çekerken boynuma kondurduğu öpücüklerle benden özür diliyordu. Ama ben istemiyordum. Fırat'ın bu tavırlarını da , özürlerini de , Onu da bu gece istemiyordum. Ki gece birkaç saat sonra sabaha kavuşacakken oldukça yersizdi bu halimiz .


Kendimi Fırat'tan geri çekip ,"Bırak" derken sesim bana bile oldukça uzaktı. Yorgundum, uykusuzdum, mutsuzdum, umutsuzdum. Fırat beni kendine iyice çekip bastırırken, "Hazan yapma. " Dedi yalvarır gibi.


Haklıydı. Herşeyi ben yapıyordum. Tek suçlu bendim. Haklıydı.


"Tamam." Dedim buz gibi sesimle. " Yapmam. Bırak. " Fırat, "Hazan..." Derken, "Bırak" dedim yine. Ama Fırat beni bırakmazken, "Yavrum..." Dediğinde içimde yükselen birşey beni, "Ya bırak!!!" Diyerek bağırmaya ittiğinde sesim bu boş sokakta bir gece vakti duyulmuştu. Fırat bu bağrışımla kendini geri çekip yüzüme afallamış bir ifadenin altındaki pişmanlığıyla bakarken kendimi ondan geri çektim. Bu sefer bırakmıştı. Gözlerimi gözlerinden çekip yerdeki poşeti alıp apartmana doğru ilerledim. İçeriye girdim. Asansöre binip evime çıktım.


Sonunda...


******
Eve girdiğimde saat 03.34' ü gösterirken kısa bir duş almış ve yatağıma uzanmıştım. Onca zaman sağa sola dönüp bütün yorgunluğuma eşlik eden uykusuzluğumla uyuyamamış geceyi sabaha kavuşturmuştum.


Şimdi ise elimdeki siyah kupa bardağımda soğumaya yüz tutmuş olan kahvemle saat 06. 45'i gösterirken salondaki gri köşe koltukta oturuyordum. Başım geriye doğru koltuğa yaslanmış bir vaziyetteyken gözlerim, salon camının açık olan perdesinden, dışarıda yağan büyük kar tanelerindeydi. Gözlerimin içi, onca zaman alıştığı karanlıktan sonra bu aydınlığa alışmakta güçlük çekerken, cayır cayır yanıyordu. Bakışlarım tahminimce ruhsuz başımda ise alnıma dokunduğumda bile canımı yakan bir ağrı vardı.


Lakin sakindim. Sabah saatleri olduğu içindi herhalde. Üzerimde bir durgunluk vardı. Birkaç saat sonra olacakların ruhumda oluşturacağı hezeyana, içimde uzun zamandır kopan fırtınalara, kafamın içindeki acı senaryolara tamamen tezattı bu halim.


Usulca içimi çektim. Kucağımda yumruk halinde duran elimin parmaklarını kımıldattığımda avcumdaki zinciri hissettim. Fırat'ın verdiği künyeydi. Oturduğum yerde doğruldum. Her yerim tutulmuştu. Saatlerdir burada böylece oturuyor dışarıyı izliyordum. Ne gördüğüm ise meçhuldü. Hoş. Birşey görmekte istemiyordum. Tek istediğim hissetmemekti. Herşeyi. Ya da hiçbir şeyi. Herşey ve herkes hiçbir şey olsun istiyordum. Herşey bir anda bir hiç olsun.


"Ben zaten koca bir hiçtim..."


Oturduğum yerde öne doğru eğilip vücudumdaki ağrıların verdiği acıyı hissederken künyeyi ahşap orta sehpanın üzerine bıraktım. Elimdeki kupayla birlikte oturduğum yerden kalkıp mutfağa girdim. Bardağı tezgaha bırakıp ocağa çay suyu koydum. Mutfaktan çıkıp odama girdim. Yatağımı ve etrafı toparladım. Şarjda ki telefonumu kontrol edip salona geçerken herşeyi öylesine yapıyordum. İçim sıkılıyordu. Derin derin içimi çekip duruyordum.


Yeniden mutfağa girdim. Kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Benim hasta bir ruhum ve ciğerim vardı. Kendime bakmam ve kendime rağmen yaşamam gerekiyordu. Kimsem , beni benim yerime düşünecek kimsem , yoktu. Düşündüm de bu o kadar canımı yakmıyordu. Onca yıl yaşadığım şeyler bir an o kadar önemsiz gelmişti ki gözüme. Kendime karşı bile hissizleşmiş olabilir miydim?


Omuz silktim. Ne vardı yani? Tek acı çeken ben miydim şu koca dünyada? Neydi bu naz , bu kırılganlık, bu güçsüzlük? Neyimeydi benim? Ben kimdim?


Boşverdim.


İşime devam edip hazırladığım kahvaltıya oturup birkaç birşey atıştırdım. Yarım bardak çay içtim. Daha fazlasını içim almıyorken masayı toparladım. Bulaşıkları makinaya yerleştirdim. Banyoya girip dişimi fırçaladım.


Saat 08. 28'i gösterirken odama girdim. Zaman aleyhime işliyormuş gibi bir his sarmıştı bedenimi birden. Boğuluyordum. Durduğum yerde duramıyordum. Hem evde kalmak hem de evden bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. Odanın ortasında birkaç saniye duraksadım. Ellerim saçlarıma gittiğinde kaşlarım çatıldı. Dudaklarımdan "ah" diye bir inilti dökülürken sesim ağlamaklı çıkmıştı.


"Noluyordu?"


Dudaklarımın arasından "ah" diye acı dolu bir inleme daha dökülürken sesim az öncekine nazaran daha yüksek çıkmıştı. Bedenim hafifçe titrerken gözlerim dolmuş, etraf bulanıklaşmış, dizlerimin bağı çözülmüş ve ben yere düşmüştüm. Saçlarımdaki ellerimden birini yanımdaki yatağa koyup çarşafı sıktım. Diğer elimle saçlarımı istemsizce çekiştiriyordum. Bir yerimde bir acı vardı. Beni ağlatıyor acı acı inletiyordu. Ama acının nerede olduğunu kestiremiyordum.


Kesik kesik hıçkırıklarım, iç çekişlerim odanın içinde duyulurken saçımda ki elimi gri kumaş şortumdan açıkta kalan çıplak bacağıma koyup tırnaklarımı etime geçirdim. İstiyordum ki ruhumdaki acı bedenime geçsin. Ve en azından daha katlanılabilir bir hâl alsın. Lakin olmuyordu. Öyle çetrefilli , öyle dikenli bir yolun ortasındaydım ki geriye dönmenin imkansızlığı, bu anda kalmanın çaresizliği, yarınların kasvetli umutsuzluğu nefesimi kesiyor yüreğimi kan revan içinde bırakıyordu.


Bir süre öylece odanın ortasında çökmüş bir vaziyette ağladım. Nefesim kesilip astım atağı geçirmeye başladığımda yatağın yanındaki komidine doğru yerde sürünerek ilerledim. Çekmeceyi açıp aldığım ilacı ağzıma sıkıp, hızlı hızlı alıp verdiğim nefesler usul usul iç çekişlere dönerken, yatağa tutunup yerden kalktım.


Odadaki lavaboya gözlerimi silerek girdim. Elimi yüzümü yıkayıp çıktım. Dolabıma yönelip kapağını açarken bugün bir savcı gibi giyinmek istemediğimi fark ettim. Siyah ama resmi olmayan birşeyler giymek istiyordum.


Siyah bir pantolon, siyah bir badi ve siyah deri ceketimi giydim. Belime yuvarlak , metal zımbaları olan kemerimi takıp ayaklarıma siyah deri botlarımı geçirdim. Ellerime yarım, siyah deri eldivenlerimi takarken makyaj masamın aynasının karşısına geçtim. Ellerimi masanın üzerine koyup içleri, tabiri caizse, kan çanağına dönen kehribar rengi gözlerime baktım. Ağladığım için beyaz ve pürüzsüz tenimdeki yanaklarımla burnumun ucu pembeleşmişti.


Derin bir nefes alıp gözlerimi kendimi cesaretlendirmek için kapatıp açtım. Aynadaki aksime bir savcı olduğumu, VASÖ'nün Asena'sı olduğumu hatırlattım. Birşeyleri toplamak ve düzene sokmak için önce birşeylerin dağılması gerektiğini söyledim. Nelerin altından kalkıp üstesinden geldiğimi hatırlattım kendime. Bunu yapardım.


Ellerimi masanın üzerinden çekip komidinin çekmecesindeki silahımı yarım, siyah deri eldivenli elimle alıp belime taktım. Aynanın karşısında son kez durup koyu kahverengi, uzun, dalgalı saçlarımı ellerimle düzeltirken duraksadım. Aklıma İstanbul'dan buraya geleceğim gün Fatma teyzenin boynuma taktığı cevşen gelmişti. Makyaj masamın altındaki çekmecelerden birinde onu bulup boynuma astım. Badimin içine sokup gizlerken "Allah'ım sen güç ver." Dedim kendi kendime fısıltılı çıkan sesimle.


Ardından da bir taksi durağında taksi çağırıp, çantamı ve siyah, deri ceketimden birkaç santim daha uzun olan, montumu alırken önce evden sonrada apartmandan çıktım. Fırat'ın aracı yerli yerindeyken gözlerim benim arabamı buldu. Dün gece tamda durduğum yerde olanlar zihnime doluşurken düşünmemeye karar verip saçlarıma düşen kar taneleri eşliğinde sokağın başında görünen taksiyi bekledim.


Önümde duran taksiye binip adliyenin adresini verdim.


*******
Saat 09.24'ü gösterirken adliyedeki odamda oturuyordum. Gözlerim, önümdeki masanın üzerinde duran, başsavcı , ben ve diğer gerekli kişiler tarafından ıslak imzayla imzalanmış, tutuklama kararında öylece sabitliydi. Beynim dilekçeyi istemsizce baştan sona defalarca kez okuyup, kendi içinde kelimeleri döndürüp, anlamlar çıkarıyordu. Bir yandan da kendimce askeriyede ne söyleyeceğimi kararlaştırmaya çalışıyordum.


"Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu TKÖ denilen örgüte yardım ve yataklık etmekten, askeriyedeki delilleri örgüte sızdırmaktan, cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu'nun adliyedeki odasından delilleri çalmaktan tutuklusunuz."


"Cumhuriyet Savcı Hazan Hilal Türkoğlu" bendim. Sanki başkasıymış gibi oluyordu böyle söyleyince. Keşke başkası olsa ya. Oğuz'un, kardeşimin gururu başkasının ellerinde kırılsa, o benden değil başkasından nefret etse, başkasının gözlerine baksa ya kırgın ya da kızgın her nasıl bakmak isterse. Ama ben bugün savcı olmasam mesela. Bugün yaşamasamda olur aslında. Bundan sonra da...


Kafamın içindeki sesler yine konuşmaya başladığında odamın kapısı çaldı. " Girin" dedim. İçeriye giren , yüzüne aşina olduğum, hukuk sekreteri, "Emniyetten çağırdığınız polis ekibi geldi savcım. Sizi bekliyorlar. " Dediğinde gözlerimi ondan çekip önümdeki kağıda döndüm. Başımı belli belirsiz sallayıp, "Çıkabilirsin" dediğimde kapının kapanma sesi kulaklarıma doldu.


Bir süre öylece kalsam da olacakları engelleyemeyeceğimi kendime bir kez daha hatırlatıp oturduğum yerden kalktım. Montumu giyip, çantamı omzuma asarken tutuklama celbini de elime alıp odadan çıktım. Asansöre binip zemin katın tuşuna bastım.


Asansör zemin katına indiğinde açılan kapıdan çıkıp çıkışa doğru ilerlerken Hakan Çınar'ı gördüm. Onun gözleri zaten bendeyken çıkışın orada duruyordu. Mecburen yanından geçtiğimde, "Bir selam sabah yok mu savcım?" Dedi . Sesindeki alaycı tını canımı sıkarken adımlarımı durdurup yüzüne baktım. "Yok" dedim elimdeki tutuklama kararını katlarken. Sesim sertti." Gerek var mı?"


Hakan Çınar hafifçe alayla gülümseyip gözleri anlık bir elimdeki kağıda kayarken, "Yok" dedi. "Ama olsa fena olmaz. Nezakettir sonuçta. Meslektaşız. Biraz sakin olsanız belki arkadaş bile olabiliriz savcım. "


Sinirle hafifçe güldüğümde, "O kadar yoklukta değilim. Nezakette kalsın." Dedim. Ve çıkışa doğru yönelip adliyeden çıktım.


Bahçenin dışındaki tek arabadan oluşan polis otosu gözüme ilişirken bahçeden çıkıp Kim Chin'den istediğim kiralık arabaya doğru ilerledim. Elimdeki anahtarla kilidini açıp şoför koltuğuna bindiğimde polis otosuna işaret verip yola koyuldum .


*******
Askeriyeye giden toprak yolda arkamdaki polis aracıyla birlikte ilerlerken askeriye binası görüş alınıma girmişti. Direksiyonu tutan ellerimin parmak boğumları bembeyaz olana denk direksiyonu sıkarken içimdeki sıkıntı, ruhumdaki çaresizlik, göğsümdeki ağırlık her ne varsa kasvetli, tiz bir acının, yersiz ve gönülsüzce vazgeçilen bir dostluğun, kaybetmeyi göze alamadığın, canından çok sevdiğin birini kendi ellerinle uçurumdan aşağı itmenin içinde hepsi içimdeydi işte.


Lakin dışarıdan ketum ve sert görünüyordum. İçimde kendime çektiğim onca nutuktan sonra kalbimi geçtim de en azından beynim anlamıştı beni.


Zorundaydım. Ve zoruma gidiyordu.


Aracı Fırat'ın aracının arkasına park ettiğimde diğer polis aracı da benimle birlikte durmuştu. İçimdeki yangın git gide harlanırken yan koltuğa attığım montumun üzerindeki tutuklama kararının yazılı olduğu kağıdı alıp arabadan indim. Montumu almamıştım. Dedim ya içim yanıyordu.


Arabadan inişimle soğuk hava bu sefer bedenimi sarıp tenimi üşütememiş ve beni ürpertememişti. Derin bir nefes alıp dudaklarımı aralayarak verdiğimde dört polis üzerlerindeki üniformalarıyla arabadan inip yanıma geldiklerinde askeriyenin bahçe kapısına doğru ilerledik.


Bizi gören nöbetçi asker kulübeden çıkıp demir sürgülü kapıyı açarken kaşları sorgulayıcı bir halde çatılmıştı. Bahçe kapısından içeriye girdiğimizde asker esas duruş alırken, "Albayı çağır" dedim buz gibi ve dümdüz olan sesimle. Asker beni başıyla onaylayıp, "Emredersiniz savcım" derken esas duruşunu bozup koşar adımlarla askeriye binasına girdi.


Ellerimi arkamda bağlayıp başımı gökyüzüne çevirdim. Babam yapardı bunu. Kendini güçsüz ama güçlü olmak zorunda hissettiğinde ellerini arkasında bağlar bacaklarını omuz genişliğinde açardı. Bende şuan güçlü olmak zorundaydım. Hemde en sevdiğime, en güçsüz anlarımda bana güç olan birine, kardeşime karşı.


Boş askeriye bahçesi, albayın binadan arkasında Turan timi ve kalabalık bir asker ordusuyla çıkmasıyla saniyeler içinde dolarken gözlerim önce Oğuz'u sonra Fırat'ı ardından albayı son olarak da Kenan Karadağlı denilen iti bulurken herkesin gözüde benim ve arkamdaki polislerin üzerindeydi.


Yalnızca Fırat sadece bana bakıyordu. Üzerinde asker üniforması, kaşları çatık, gözlerinde dün geceden kalma birkaç duygu ama diğerleri gibi en çokta merak vardı. "Kim için gelmiştik? Kimdi içlerindeki "vatan haini"? Onları böylesine ağır bir zanın altında bırakan, silah arkadaşlarıyla sırt sırta verip sınırda şerefsizlerle savaşmalarına engel olan kimdi? " Herkesin aklında bu veyahut buna benzer sorular vardı, emindim.


Kar yağışı yine durmuş, her yerde soğuk hava kol gezerken gri gökyüzü bütün kasvetiyle bana ve bu ana uyum sağlıyordu. Albay adımlarını tam karşımda durduğunda, askeriye binasından, binanın arkasındaki lojmandan, yemekhaneden onlarca asker gelmeye devam ediyordu. Koca bahçe üniformalı askerlerle dolup taşarken herkes gözünde aynı ifadeyle bana ve polislere bakıyor, kimileri kendi aralarında konuşup buraya neden geldiğimizi ya da kim için geldiğimizi anlamaya çalışıp birbirleriyle fikir alışverişi bulunuyordu.


Bense bütün bahçeyi, onlarca askeri teker teker tarıyor, herkese bakıyor ama asla gözlerimi Oğuz'a ya da Fırat'a değdirmiyordum. Yüzlerce kişi ne olduğunu anlamak için yüzüme bakıyor ama ben susuyordum.


Albay ciddiyetle çattığı kaşlarıyla yüzüme bakarken esas duruş almıştı. " Rahat" dedim. Zihnim herşeyi ağır çekimde görüyor olsa da Albay karşımda yalnızca bir iki saniyedir böyle duruyordu.


Albay esas duruşunu bozduğunda, "Savcım ne oluyor?" Diye sordu. O sırada binbaşı söze girip, "İçimizdeki vatan haini bulundu mu yoksa savcım?" Dediğinde gözlerim Onu buldu. Gözlerindeki alaycı ifadeyi bir tek ben görüp anlıyordum. Yüzünün ortasına bir yumruk atmamak için kendimi zor tutarken albaya geri döndüm.


Albay sorar gibi, "Savcım?" Derken O da içlerinde ki vatan hainini bulmuş olmamızı istiyordu. Şuan bahçede sayıları git gide artan tüm Mehmetçikler gibi. Ama ben eğer elimdeki tutuklama kararında gerçek suçlunun adı yazıyor olsaydı , vatan hainini bulduğumuzu gururla söyleyebilecekken susuyordum.


Hafif, soğuk ürpertici bir rüzgar esiyor, saçlarım geriye doğru savruluyor, buraya her geldiğimde tahminimce askeriyeye ait olan, köpeğin aşina olduğum havlamaları arada bir kulaklarıma doluyordu.


Hafifçe içimi çektim. Ne kadar burada böyle bekleyebilirdim ki?


Arkamda birbirine bağlı olan ellerimi çözüp tutuklama kararının yazılı olduğu katlı kağıdı açarken gözlerim Kenan Karadağlı'yı buldu. Dudağı sola doğru belli belirsiz kıvrılmış beni izlerken Ona baktığımı hissetmiş olmalı ki gözleri gözlerime sabitlendi. Yüzünde belli belirsiz bir zafer edası vardı. Ve bunu benden gizleme gereği bile duymuyordu.


Andım olsun ki birgün buraya bu iti tutuklamaya geldiğimde canını çok pis yakacaktım. Elimden kolay kolay kurtulamayacaktı.


Gözlerimi Kenan Karadağlı'dan çekip Albaya dönerken kağıdı da açmıştım. Ağzımı da açıp birşeyler söyleyebilseydim iyi olacaktı ama dilimden ne dökülürse dökülsün Oğuz'u yaralayacaktı. Biliyordum. O yüzden susuyordum. Oğuz'a "vatan haini" diyemezdim. " TKÖ'ye yardım ve yataklık etmekten" diyemezdim. " Tutuklusun " diyemezdim. Ama böyle suspus olup düşmanı kendime güldürmekte ağrıma gidiyordu. Gitsindi.


Elimde açtığım kağıdı Albaya uzattırken, "Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu." Dedim ve gözlerimi albayın elindeki kağıttan alıp zar zor cesaret bulup Oğuz'un gözlerine baktım. İçim darma dağın ama sesim gayet düz, kalbim yangın yeri ama cümlelerim gayet soğukken Oğuz'un sorgularcasına çatılan kaşları ve neden onun adını söylediğimi anlamaya çalışan ela gözlerine bakarken," Tutuklusun" diyemezdim, dedim. Tek bir kelime , bir silahın namlusundan çıkıp havada süratle ilerleyen bir mermi misali, canına göz dikseler canımı önüne koyacağım, kardeşimin kalbine saplandı. Ağzımın içi kaynar bir suyu fark etmeden içmişim gibi dağlanırken yutkunmaya çalıştım, olmadı. Oğuz ise söylediğim şeyi birkaç saniye idrak edememiş olacak ki öylece gözlerime bakıyordu. Ne dediğimi idrak etse bakmazdı belki. Bu son göz göze gelişimiz, Oğuz'un içinde bana karşı nefret ve öfke barındırmadığı son saniyelerimizdi belki.


Askeriye bahçesinde bir uğultu sesi duyulmaya başladığında herkesin gözü Oğuz'a dönmüştü. Onun hakkında doğru veyahut yanlış ithamlarda bulunuyorlardı.


"Hayır... hayır öyle bakmayın. Benim kardeşim öyle biri değil."


"Oğuz özür dilerim..."


" Fırat birşey yap..."


"Allah'ım yardım et nolur?"


Sol elimi yumruk yapıp tırnaklarımı avcuma batırırken elimi ardıma sakladığımda albayın, "Sa... savcım" diyen afallamış sesi kulaklarıma bir uğultu gibi uzaktan geliyordu. Yüzümde tek bir mimik oynatamasamda Oğuz'un gözlerine kendimi anlatmak ister gibi bakıyordum.


"Anla beni abi...affet nolur..."


Oğuz arkasındaki kalabalıktan yükselen uğultuları yeni yeni duyuyormuş gibi afallamış gözlerini yavaşça omzunun üzerinden ardına çevirdi. Birkaç saniye silah arkadaşlarının yüzlerinde gözlerini gezdirirken bir müddet öylece kalıp bana geri döndüğünde gözlerinde boş, garip bir ifade vardı. Biri kalbimi avcunun içine almış sıkıyormuş gibi hissettim o an. Kim bilir Oğuz nasıl hissediyordu?


"Sırtından vurulmuş gibi"


Ben onu sırtından vurdum...


Gözlerim öylece Oğuz'dayken bir ara albayın yüksek sesle, "Yüzbaşım" dediğini ardından da Fırat'ın, "Kesin lan sesinizi!! Herkes işinin başına!! Dağılın!!" Diyen gür ve bariton sesinin bahçeyi inletişini duyduğumda nefesimi tuttuğumu fark ettim. İçime titrek bir nefes alıp gözlerimi anlık bir Oğuz'dan çekip bahçedeki askerlere baktığımda dağılmaya başladıklarını gördüm. Geriye Turan timi ve birkaç yüzbaşı, albay ve binbaşı Kenan Karadağlı kalmıştı.


Gözlerim bir an Fırat'ı bulsa da albayın, "Savcım...bu nasıl olur?" Diyen sesiyle gözlerimi ondan çekip albaya döndüm. "Dün bilgisayarları incelerken benim adliyedeki odamdan çalınan delillerin bir kopyası üsteğmenin kişisel bilgisayarından çıktı albayım. " Dedim. Sesim hâlâ düzdü. Sevindim.


Cümlem biter bitmez Oğuz'un, "Yani benim bir vatan haini olduğumu mu düşünüyorsunuz savcım? Bu kağıtta yazanları doğruluyor musunuz?" Diyen sesi kulaklarıma doldu. Oğuz albayın hemen yanında olduğundan kağıtta yazanları görmüştü. Albaydaki gözlerim Oğuz'u bulurken sesindeki sert , öfkeli ve bu durumu kendine yediremediğini belli eden tını en çokta banaydı. Biliyordum. Öyle bir öfkeyle, hırsla bakıyordu ki yüzüme hiç aşina değildim Oğuz'un bana böyle bakıp konuşmasına. O beni hep sever, bir abinin küçük kız kardeşine baktığı sevecenlikle bakardı gözlerime.


"Hayır... hayır öyle bakma Oğuz. Düşmanın değilim ki ben senin. Özür dilerim."


Birkaç saniye gözlerine bakıp, "Benim işim birşeyleri doğrulamak ya da yalanlamak değil. Benim işim kanunlar ne derse onu uygulamak üsteğmenim." Dedim. Oğuz gözlerinde birşeyler kırılıp yerle bir olurken "öyle mi" der gibi kaşlarını havalandırıp başını dikleştirirken, "Ben...bu vatana da , bayrağıma da , kardeşlerime de ihanet etmedim. Kim neye inanıyorsa inansın umrumda değil savcım. " Dedi.


" Ben sana ihanet etmedim" diyordu. Ben Ona etmiş miydim?


" Neye istersen ona inan. Umrumda değilsin" diyordu da ben bütün gece onu düşünmekten uyuyamamıştım.


Beni anlamayı hiç denemeyecek miydi? Ona kırılmaya hakkım var mıydı bilmiyordum ama içim eziliyordu.


"Ben biliyorum zaten senin suçsuz olduğunu. Kime neyi soruyorsun sen Oğuz?"


Yutkundum. Birşey söylemedim. Oğuz'un sesi , duruşu herşeye herkese , bana bile meydan okusa da gözlerindeki, kırgınlık, öfke, kızgınlık, boşluk, içinde darmaduman olan şeyleri ben görüyordum. Böyle birşeyi hiç mi hiç beklemiyordu. Üstüne üstlükte benden. Afallamıştı. Ağrına gitmişti bu hâl. Benimde gidiyordu. Öyle ki utancımdan biraz cesaret almak için bile Fırat'a bakamıyordum. O ne düşünüyordu acaba?


Bu anda daha fazla kalmak istemezken işin en çok can yakan yerine gelip omzumun üzerinden arkamdaki polislere dönüp, "Tutuklayalım. " Dedim. Polis memurlarından biri, "emredersiniz savcım" derken elindeki kelepçeyle Oğuz'a doğru ilerledi. O an yine Oğuz'la göz göze geldiğimde artık iyice anlamıştım ki Oğuz'u kaybetmiştim. Barışsak bile bir daha eskisi gibi olamayacaktık. Bu an aramızda hep bir yara olarak kalacaktı.


Gücüm tükeniyordu. Bir an önce burdan çekip gitmek, bir yerde hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Oğuz'un kelepçelenişini görmemek için gözlerimi ondan çektiğimde Kenan Karadağlı'nın, "Savcım içimizdeki vatan hainini bulmak için o kadar uğraştınız. Bence ona kelepçe takma zevkini siz tatmalısınız. " Diyen sesi kulaklarıma dolduğunda ona döndüm.


Yüzüne sert bir ifadeyle bakıp, "Belki kendimi daha büyük zevklere saklıyorumdur binbaşım. " Dedim. İstemsizce dişlerimi sıktığımdan sesim sert ve baskın çıkmıştı. Binbaşı "öyle mi" der gibi kaşlarını havalandırırken gözlerinde anlık bir bozguna uğramışcasına bir ifade belirip kaybolmuştu.


O sırada polis memuru Oğuz'u tutuklamış ve koluna girerek bahçenin çıkışına doğru götürürken bileklerine takılı olan kelepçede gözlerim öylece asılı kaldı. Üzerindeki üniformayla bileklerindeki demir kelepçe o kadar tezattı ki. O an aklıma Oğuz'un bana ilk kez asker üniforması giydiğinde gönderdiği fotoğraf geldi. Yüzündeki gülümseme, gözlerindeki gurur belirdi zihnimde.


O fotoğrafa yazdığım mesajı hatırladım;


"Bir insana bir üniforma bu kadar mı yakışır be."


Peki ya şimdi?


"Bir insana bir kelepçe bu kadar mı yakışmaz."


Derince yutkunup canım acıyormuş gibi anlık bir yüzümü buruşturup kaşlarımı çattığımda hızla kendimi toparlarken gözlerim Oğuz'un gözlerini buldu yine.


"Gözleri mi dolmuştu?"


Kelepçeli ellerini yumruk haline getirmiş, dişlerini sıkmaktan çene kasları belirginleşmiş, gözlerinde yakıcı bir öfke ama en çokta kırıklar vardı. Tam yanımdan geçerken duraksadı. Polis memuruda buna müsade ettiğinde Oğuz'un gözlerine daha fazla bakmaya gücüm olmadığından gözlerimi gözlerinden kaçırdım.


Ve Oğuz'un, " Savcım size karargâh odasında ki masanın üzerinde birşey bıraktım. Alırsınız." Diyen buz gibi sesi kulaklarıma dolarken sesindeki soğukluk kalbimi üşütmüştü. Birsey söylemedim. Belli belirsiz başımı salladım öylesine. Gerekmedikçe konuşmak istemiyordum.


Gözlerimi önüme çevirip Oğuz polisler eşliğinde askeriye bahçesinden çıkarken hiçbir tepki vermedim. Kendimi bir hata yapıp herkes tarafından suçlu görünüp ayıplanan küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum.


O sırada polis memurlarından biri yanıma gelip, "Savcım biz izninizle gidiyoruz." Derken rahatladım. Bundan sonrası onların sorumluluğuydu. Canım, ruhum ve kalbimle birlikte bu işte benden çıkmıştı.


Yüzüne bile bakmadığım polis memuruna da sadece başımı sallamakla yetindim. Dedim ya konuşmak istemiyordum. Gerekmedikçe. Gerekmesindi de.


Polis memuru yanımdan uzaklaşırken bir süre sonra kulağıma dolan motor sesiyle olduğum yerde dönüp gözlerimi polis aracına diktim. Albay, Turan timi, Fırat, Kenan Karadağlı ardımda kalmışken tırnaklarımı geçirdiğim avcumun içinde hissettiğim sıcak kanın aktığı kesiklere tırnaklarımı sertçe sürttüm. Açıyordu. Acısındı.


Polis aracı bir müddet geri geri gidip bir manevrayla geldiğimiz yöne dönerken normal bir hızla gözden uzaklaştı. Gözlerim öylece polis aracının arkasından bakan Dilek'i bulurken Oğuz'u gerçekten sevip sevmediğini düşündüm. Sonra buna hakkım olmadığına karar verdim. Ben Oğuz'u sevmiştim de ne olmuştu? Dilek'in Ona verdiği acıdan ne farkı vardı benim Ona verdim acının?


Derin bir iç çekip yeniden askeriye binasına döndüm. Arkamda duran hiç kimseye gözlerimi değdirmeden aralarından geçip binaya doğru ilerledim. Soğuk sert bir rüzgar estiğinde saçlarım savrulurken gözlerim askeriye binasının önündeki Türk bayrağını buldu. Kar yağışından ve soğuktan dolayı biraz buzlanıp ıslanmıştı. Yine de esen rüzgarda tüm ihtişamıyla salınmayı bırakmıyordu. Üzerindeki ay yıldız beni belli belirsiz gülümsetti.


"Ben kaybediyorsam sen kazan diye"


Askeriye binasına girdiğimde adımlarımı karargâh odasına yönlendirdim. Peşimden gelen Turan timi, Albay ve binbaşı dışında koridorda çokça asker vardı. Öyle ki yüzbaşı Arzu Keskin denilen kadınla bile bir anlık göz göze gelmiştim. Boyu benden uzun, belki de benden güzeldi. En azından vatanını korumak dışında birşey yaptığı yoktu. Benim gibi sevdiklerine zarar vermiyor, kimsenin hayatını mahvetmiyordu. Her halükarda benden iyiydi işte. Belki de Fırat'ta Onu... sevmeliydi.


Karargah odasının kapısının önünde durdum. Elimi koyu kahverengi kapının metal koluna koyup aşağı doğru indirdim. Kapı açıldı. Yavaşça geriye doğru ittim. Gıcırdamamıştı. Bir an "keşke gıcırdasaydı" diye düşündüm. Neden mi? Bilmiyorum.


Açtığım kapıdan içeriye girdim. Gözlerim uzun, kapı gibi, koyu kahverengi tonlarındaki masayı buldu. Üzerini taradım gözlerimle. Ve gördüm. Beklediğim şeydi. Masanın başındaki sandalyenin önünde bir tane çilekli süt vardı. Gülümsedim burukça. Dün akşam telefonda isteyip istemediğimi sormuştu. Birşey söylememiştim. Beni mutlu etmek için almış canım kardeşim. Ama "bu sana aldığım son çilekli süt" der gibi verdi. Biliyorum. " Bu benim son çilekli sütüm. "


"Tek kardeşimi kaybettiğim gün."


"Ben bir daha çilekli süt içmeyeceğim."


"Yıllar önce de son çikolatalı pastamı yemiştim bilmeden."


"Bu acı geçiyor mu?"


Odanın içine doğru, öylece dikildiğim kapı eşiğinde , elimi metal kapı kolundan çekip, hareketlendim. Yavaş ve sakin adımlarla masaya doğru ilerledim. Bir elimin parmaklarını masanın üzerine koyup çilekli süt kutusunun üzerindeki çilek şeklinde , "Afiyet olsun prenses" yazılı pembe post-it kağıda baktım.


"Prenses?"


O an aklıma geçen gece Oğuz'un sarhoş olup telefonda bana söylediği şarkı sözleri doluştu zihnime. Neydi?


"Ben vurulduğum masalın ortasındayım. Prensesler de kalp söker. Hiç yanılmadım..."


Ben bu masalın prensesiysem Oğuz'u ben vurdum. Kalbini söktüm. Ve Oğuz hiç yanılmadı.


Masadaki elimi kaldırıp sütün üzerindeki kağıdı parmaklarımın arasına alıp çıkardım. Parmaklarımı avcumun içine doğru büküp kağıdı buruşturdum. Arkamda durmuş beni izleyenler umrumda bile değildi. Süt kutusunu , kağıdı buruşturduğum , elime aldım. Zira diğer elim içim gibi kanadığından onu deri ceketimin uzun kolunun içine saklamıştım. Canımın yandığını kimse görmemeliydi.


Aldığım süt kutusuna bakıp birkaç adım gerilerken karargâh odasının kapısına doğru döndüm. Bir an yine Fırat'la göz göze gelsem de gözlerimi hemen Ondan çektim. Ne düşündüğünü yüzüne baksam anlardım ama anlamak istemedim. Diğerlerine de bakmak içimden gelmezken kapıdan çıktım.


Birden, "Savcım" diyen albayın sesi koridorda duyulurken duraksayıp Ona döndüm. Albay gözlerime bakıp, "Oğuz böyle birşey yapmaz" dedi. " Bir yanlışlık olmalı. "


"Biliyorum. Kardeşim o benim. Onu en iyi ben tanıyorum."


Sustum.


O sırada Dilek geldi yanımıza. Albayın yanında karşımda durdu. Gözlerime öfkeyle bakarken, "Bu mu savcım?" Dedi. " Gerçekten Oğuz'un vatan haini olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu kadar mı? Bitti mi yani şimdi soruşturma? "


"Hayır"


Sustum.


Dilek bu sessizliğimle üzerime doğru birkaç adım gelip karşımda dikilirken, "Oğuz yapmaz. Sizde biliyorsunuz. " Dedi üzerine basa basa. Yeşil gözleri ateş saçıyordu. Belki de Oğuz'u gerçekten sevmişti. "Böyle karşımızda beton gibi durarak ne yapmaya çalışıyorsunuz? Anlamıyorum. "


"Beton gibi mi duruyordum? Birde içimi görsen ya Dilek . "


Sustum.


Dişlerim birbirine geçmiş çenem kitlenmiştim. Konusmak istemiyorken konuşamaz olmuştum.


O sırada Fırat'ın, "Asker kendine gel. Karşında savcın duruyor senin. " Diyen sert , katı ve bariton sesi duyulduğunda Dilek birkaç saniye öfkeyle gözlerime bakıp karşımdan çekilirken, "Emredersiniz komutanım" dedi. Dilek'in bu öfkesinin sadece Oğuz olayına olmadığını hissettim bir an. Belki de onca zaman Fırat yüzünden bana öfke duyuyor ama hep baskılıyordu. Şimdi ise o öfkesini gün yüzüne çıkarmak için bir fırsatı olmuştu. Elinden geleni ardına koymasındı. Bir daha kimse beni bu kadar savunmasız bulamayacaktı çünkü. Kaybedecek pekte birşeyim kalmamıştı.


"Tebrik ederim savcım. İçimizdeki vatan hainini bu kadar çabuk bulmanız işinizi ne kadar iyi yaptığınızın kanıtı oldu. " Bu sözler Kenan Karadağlı'ya aitti. Gözlerim Onu buldu. Yüzündeki alaycı ve küçümseyici ifade hâlâ yerli yerindeyken herkesin gözü birden binanın girişine döndüğünde, gözlerimi binbaşıdan alıp bulunduğum yerde yarım bir şekilde binanın kapısına döndüm.


Gördüğüm kumral , uzun boylu, gri takım elbiseli adam elindeki siyah evrak çantasıyla buraya doğru gelirken gözleri bendeydi. Bu adamı görmek içimi az biraz da olsa rahatlatırken Tarık Güngör aramızdaki mesafeyi kapatıp karşımda durdu. Elini bana uzatıp, "Ben cumhuriyet savcısı Tarık Güngör." Diyerek kendini tanıtırken elimdeki süt kutusunu diğer kanlı elime kimseye, elimin kanadığını göstermemeye çalışarak, alıp savcının uzattığı eli sıktım. " Sizde Cumhuriyet Savcı Hazan Hilal Türkoğlu olmalısınız " dediğinde başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim.


Adam ellerimizi ayırıp Albaya bakarken evrak çantasını açıp içinden bir kağıt çıkardı. Ve gözleri yeniden beni bulduğunda kağıdı yüzümün hizasında kaldırıp bana gösterirken, "Ben Şırnak başsavcılığına albay Halit Karaca tarafından gönderilen savcı değişimi için yazılan dilekçenin kabulü sonucu soruşturmanın başına sizin yerinize atanan savcıyım. Askeriyedeki soruşturma bundan sonra benim tarafimdan yönetilecek." Diyerek kendini hem bana hem de Turan timi ve koridordaki diğer askerlere tanıttı. Birşey söylemedim.


Yönümü tamamen çıkışa yöneltip kapıya doğru ilerledim. Bir yandan da elimdeki kana bulanan süt kutusuna üzerindeki pipeti çıkarıp takarken sütü açtım. En son ne zaman çilekli süt içtiğimi hatırlamaya çalışıyordum. Hatırlayamadım. Pipeti dudaklarıma götürüp içime çekerken dilimde hissettiğim şekerli tat beni rahatsız ederken askeriye binasından çıkmıştım. Küçükken ne kadar güzel gelirdi bu tat. Belki başka bir gün içmiş olsaydım yine güzel gelecekti. Sanırım bu anla ilgili birşeydi. Tadı ne kadar kötü gelse de sütü içmeye devam ettim. Saçlarım rüzgarda savrulurken Antep'te Ali, Oğuz ve Gece'yle birlikte gittiğimiz dere kenarı geldi aklıma. Bazen oraya sadece Gece'yle birlikte tek başıma giderdim. O bazı zamanlarda mutsuz olurdum. Yalnız kalmak isterdim. Bir türkü tuttururdum kendimce. Önümde akıp giden dereyi izlerdim. Gece'nin yelelerini severdim. Çokça ağlardım. Yanıma ilk Oğuz gelirdi. Elinde bir kutu çilekli süt. Gülümserdim. Mutlu olurdum. Oğuz sanmış ki beni mutlu eden çilekli süt. Hayır. Beni mutlu eden Oğuz'un o sütü beni güldürmek için alıp yanıma gelişiydi. Birşey itiraf edeyim mi? Ben hiç çilekli süt sevmedim ki. Kakaolu severdim. Oğuz bunu hiç bilmedi. Ben çilekli sütün içindeki Oğuz'un sevgisini içtim kana kana. Şimdi bu süt o kadar yavan ki.


Nöbetçi askerin açtığı sürgülü demir kapıdan askerin aldığı esas duruşu es geçip çıktım. Çilekli sütün pipeti hâlâ dudaklarımdayken siyah botlarım yine çamura bulanıyordu. Az ilerde duran arabaya doğru ilerledim. İki elimle tuttuğum sütü tek elime alıp boşta kalan elimi cebime attım. Anahtar yoktu. Doğru ya çok kalmam diye anahtarı arabanın üzerinde bırakmıştım. Dudaklarımdaki pipetle birlikte bu ahmaklığıma hafifçe gülümseyip sütü yine iki elimle tutarken gözümden bir damla yaş süzüldü. Artık güçlü olmam gerekmiyordu. Ağlayabilirdim.


Arabanın kapısını açıp bindim. Sütü yine tek elime almak zorunda kalmıştım. Motoru çalıştırıp vitesi geri alıp gaza sert bir şekilde bastığımda araba çamurları sağa sola sıçratarak hızla geri geri gitmeye başladığında tek elimle kullandığım arabayı sert bir manevrayla geldiğim yöne çevirdim. Hızımı iyice yükselttiğimde gözyaşlarımda peş peşe yanaklarıma doğru süzülürken yolu bulanık görüyordum. Yine de vazgeçmedim çilekli sütümü içmekten. İçersem büyür müyüm bilemedim. Ama belki ölürdüm.


Ölsem ya...böyle acıların , kaybedişlerin , haksızlıkların gölgesinde büyümekten çok yoruldum.


💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧









Loading...
0%