Yeni Üyelik
45.
Bölüm

45. Bölüm

@yikim2024

&&&
Saat 16.46

Adliyedeki odamda oturmuş dışarıda, iri taneler halinde, yağan karı boş gözlerle izliyordum. Askeriyeden çıktıktan sonra eve gitmiş, bilgisayarımı almış ve adliyeye gelip dün gece yazdığım soruşturma raporlarını dosyalamıştım. Az önce bir hukuk sekreteri gelmiş, Oğuz'un davasının benden alınıp Hakan Çınar'a verildiğini bildiren bir evrağı masama bırakıp yarın Şırnak merkez adliyesine, Oğuz'un akrabam olması dolayısıyla, hakkımda açılan soruşturma gereğince ifade vermek için çağırıldığımı bildirmişti.

Bense olup biten bunca şeye rağmen oturduğum yerde öylece duruyordum. Ağlamıyordum. Sakindim. Gözlerimin içi cayır cayır yanıyorken zannımca haddinden fazla ağlamıştım. Şakaklarımda sancılı bir ağrı kol geziyordu. Koca bir boşlukta savruluyormuş gibi hissediyordum. Başım bedenime ağır geliyordu. Yorgundum. Düşünceler , yaşanan anlar , Oğuz'un bana öfkeyle bakan gözleri beynimin içinde cirit atıyordu. Canım yanıyor ruhum bu bedenden çıkmak istiyordu. Derin bir karamsarlığa ve kasvete gömülmüştüm yine.

Derin ve sıkıntılı bir nefesi içime çekerken karaciğerimde gezinen ağrı hafifçe yüzümü buruşturmama neden olduğunda yutkundum. İçtiğim çilekli sütün şekerli tadına tezat olarak damağımda bıraktığı acı tat, üzerinden saatler geçmesine rağmen, hâlâ yerli yerindeydi. Midem bulanıyordu.

Oturduğum yerde hareketlenip önümdeki, üzerinde "Şırnak Silopi Üst Karakolu Askeriye Soruşturma Raporları" yazan siyah kapaklı kalın dosyayı masanın bir köşesine ittip adliyeye ait olan bilgisayarı kapattım. Kendi kişisel bilgisayarımı önüme çekip açarken maillerime girdim.

Dün sabah Şırnak emniyetinde VASÖ ajanı olarak görev yapan Şahin Özyurt'tan Dilan Bekirhan cinayetinin orijinal balistik raporunu istemiştim. Gelmiş olmalıydı.

Açılan ekranda en üstte Şahin Özyurt'tun adını gördüğümde üzerine tıkladım. Karşıma çıkan raporu ekranı aşağı kaydırarak incelerken sonuç kısmında duraksadım.

"Balistik incelemesi sonucu: Cinayet esnasında kullanılan silah Glock 9 x 10 mm mermi çapına sahip bir tabancadır."

Dün gece Hakan Çınar'ın odasında gördüğüm balistik raporunda Dilan'ı öldüren silahın Arcus marka bir silah olduğu yazılıydı. Ancak otopsi raporundaki Dilan'ın kafa tasına ait olan fotoğraflarda görülen mermi açıklığı Arcus silahının mermi uzunluğuyla örtüşmüyordu. Evden çıkan mermi kovanlarıda Arcus silahına göre küçüktü. Bu da bana Hakan Çınar'ın balistik raporunun sonucuyla oynadığını düşündürmüştü ki yanılmamıştım da.

  Peki neden?

Baran ormandaki oduncuyu öldürürken kendi üzerine kayıtlı olan Arcus silahını kullanmıştı. Pekâlâ Dilan'ı öldürürken de aynı silahı kullanmış olabilirdi. Ancak Arcus silahı yerine Glock tabancasını kullandıysa da eğer Dilan'ı öldüren Baran ise bu Hakan Çınar'ın balistik sonucuyla oynamasını gerektirmezdi. Yani kısaca iki cinayette kullanılan silahlar farklı olsa da katil zanlısı aynı kişiyse silahların aynı ya da farklı olması birşeyi değiştirmezdi. Tamda bu noktada iki balistik sonucunun arasındaki fark bana şunu düşündürüyordu; Dilan'ı öldüren Baran değildi ve Dilan'ı öldüren kişi her kimse suçu Baran'ın üzerine atmıştı.

Peki Dilan'ı öldüren kimdi?

Dilan'ın cesedinin bulunduğu gün o eve gittiğimde kapıda herhangi bir zorlama olmamasının yanı sıra pencerelerden biri de kırılmamıştı. Bu durumda iki seçenek vardı; ya Dilan katiline kapıyı kendi isteğiyle açmıştı ya da evin anahtarı katilde vardı.

O an gözlerimin önünde Hakan Çınar'ın o gün bana verdiği, TKÖ tarafından yazılan veyahutta yazdırılan, not canlanmıştı. Sarı parşömen bir kağıda eğri büğrü bir yazıyla yazılmış olan notta "The game new beginning" yani "oyun yeni başlıyor" yazıyordu. Lakin beni şuan düşündüren şey notta ne yazdığı değil notta yazılan şeyin nasıl yazıldığıydı. Zannımca notta ki yazının eğri büğrü olmasının nedeni baskı altında yazılmış olması olabilirdi. Ve eğer düşündüğüm gibiyse bu Dilan'ı öldüren kişiyle ilgili üçüncü bir teori meydana getirirdi. O da Dilan'ı öldüren kişi Dilan'ı öldürürken yalnız değildi. O evde Dilan ve katili dışında üçüncü bir kişi daha vardı.

  Peki ama kim?

Vücudum birden psikolojik olarak ürperirken cinayeti çözmeye çalışmayı bırakıp bu olayın beni asıl ilgilendiren kısmını düşünmeye başladım. Bu olayın beni asıl ilgilendiren kısmı Hakan Çınar'ın balistik raporunun sonucuyla oynamış olmasıydı. Oğuz'un davası artık Hakan Çınar'a geçmişti. Ve Oğuz en geç yarın ağır ceza mahkemesine çıkarılacaktı. Hakkında, benim odamdan çalınan delillerin Oğuz'un bilgisayarında çıkması gibi bir delil de varken, pek tabii davanın savcısı da Hakan Çınar iken kesin karar tek celsede verilir ve Oğuz hapse girerdi. Yapmam gereken şey şu durumda Hakan Çınar'ı denklemden çıkarmaktı. Ki şuan ne yaparsam yapayım Oğuz'u hapse girmekten kurtaramazdım. Hakan Çınar'ı denklemden çıkarmaksa şu durumda sadece Oğuz'un Cemal denilen itle aynı koğuşa düşmesini engellerdi. Bende bunu istiyordum. Oğuz ben onu kurtarana kadar hayatta kalmalıydı.

Öte yandan ise Hakan Çınar'ı savcılıktan indirmek için 24 saat bile olmayan bu zaman diliminde hiç birşey yapamazdım. Elimde sadece sonucu değiştirilmiş bir balistik raporu vardı. Ve raporun değiştirildiğini kanıtlamak hem zaman isteyen bir işti hem de beni tehlikeye atardı. Çünkü herşeyden önce raporun değiştirildiğini bilmem için bu konuyu araştırmış olmam, birşeylerden şüphelenmem ve bende şüphe uyandıracak birşeyler görmüş olmam gerekliydi. Başka bir savcıya ait olan bir davayı hukuka aykırı bir şekilde takip etmem etik olmadığı gibi suç sayılırdı. Pekâlâ dava Hakan Çınar'dan alınıp bana verilmediği takdirde.

Dilan Bekirhan davasını Hakan Çınar'dan alabilirsem balistik raporunun sonucuyla oynandığını kanıtlayabilirdim. Lakin bunun için yani herhangi bir davayı alabilmem için üzerime açılan soruşturmanın kalkması gerekiyordu ve üzerimdeki soruşturmanın kalkması içinde Dilan Bekirhan davasını alabilmem içinde ihtiyacım olan süre 24 saatten fazlasıydı.

Oturduğum siyah deri koltuğa asılı olan montumun cebinden, sabah Kim Chin'den kiralık araba istediğimden beridir, kapalı olan telefonumu çıkardım. Niyetim Cihan abiyi aramaktı. Ki bu durumda bana yardım edebilecek tek kişi O ve VASÖ'ydü.

Telefonu açtığımda ekrana peş peşe düşen bildirimlerin sesi kulaklarıma dolarken ekranda iki kişinin adı vardı; Cihan abi ve Fırat. Cihan abi neyse de Fırat'ın adını görmek solumda bir sızıya sebep olmuştu. Gözlerim usul usul dolarken nasıl özlemiştim Onu. Kokusunu, bana sımsıkı sarılışını, beni öpüşlerini, sevişlerini, sıcaklığını... Nasıl ihtiyacım vardı yanımda olmasına. Lakin O hâlâ eskisi gibi sever miydi ki beni? Yanımda olmak ister miydi ki? Sonuçta Oğuz'u suçsuz yere tutuklamıştım. Oğuz'un bulunduğu timin komutanı olduğu için Fırat'ta bir yerde zan altındaydı. Ve Turan timiyle birlikte birçok kez ifade vermek için emniyete çağrılacaktı. Kontrol edemediğim bir yerde Ona da bir çamur atılırsa ne yapacağımı bilmiyordum. Eğer TKÖ Oğuz'un kuzenim olduğunu bildiği gibi Fırat'la ilişkim olduğunu da biliyorsa herşey daha da kötüye giderdi.

Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken gözümden süzülen bir damla yaşı elimin tersiyle silip Cihan abiyi aradım. Kulağıma götürdüğüm telefon ilk çalışta açılırken Cihan abinin, "Hazan?" Diyen endişeli sesi kulaklarıma doldu.

"Efendim?" Dedim düz bir sesle.

Cihan abi rahatlamış gibi bir nefesi dışarıya verirken, "Sabahtan beri sana ulaşmaya çalışıyorum. Neredesin sen Hazan? Niye kapalı bu telefon? " Dedi. Sesi azarlar bir tondaydı.

"Kulağımda içinde GPS olan bir küpe var abi ve eminim sen benim şuan adliyede olduğumu biliyorsun. Tabii merak ettiğin şey "adliyedeki odasında intihar eden savcı" haberlerinin bir parçası olup olmadığımsa şunu söylemeliyim ki ölüm benim gibi bir insan için lüks sayılır. "

Cihan abi sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "İyi misin?" Diye sordu.

Dudaklarımdan belli belirsiz alaycı bir gülümseme gelip geçerken, "Çok" dedim. "Zira daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştım."

  "Hazan..."

"Neyse abi. Benim senin yardımına ihtiyacım var. "

"Söyle abim."

"Abi senden iki şey isteyeceğim. Birincisi Oğuz'un yarın ki mahkemesini iki gün sonraya ertelenmensini sağlaman. "

Cihan abiden gelecek olan cevabı beklerken duraksadım. O ise birkaç saniye sessiz kalıp, "Tamam." Dedi. İstediğim şey zor birşeydi. Ağır ceza mahkemesini iki gün ertelemek ortada elle tutulur hiçbir sebep olmadığında neredeyse imkansızdı. Cihan abinin bunu yapabilmesi için üstlerden yardım istemesi gerekecekti.

  "Sağol abi. "

"Vatan sağolsun. İkinci isteğini söyle."

"Hakan Çınar'ın yürüttüğü Dilan Bekirhan davasını istiyorum. "

"Neden?"

"Abi Hakan Çınar Dilan'ın cesedine ait olan balistik raporunun sonuçlarıyla oynamış. Benim de Hakan Çınar'ı Oğuz'un davasından çekip hapse artırabilmem için delile ihtiyacım var. Eğer Dilan Bekirhan davasını alabilirsem balistik sonucuyla oynandığını da kanıtlayabilirim. O davaya ihtiyacım var. "

"Tamam. Yarın saat 13.45'te Şırnak merkez adliyesine gidip formalite icabı bir ifade vereceksin. VASÖ soruşturmanın seni fazla zorlamasına izin vermeyecek bu sefer. Şuan Şırnak Türkiye için çok kilit bir nokta haline geldi. Bir an önce askeriyedeki asıl vatan haininin bulunması ve soruşturmanın kalkması gerekiyor. VASÖ sana bu süreçte her türlü desteği sağlamaya hazır. İfadeni verdikten sonra dava senin."

Cihan abinin söylediği şeyler kafamı karıştırırken hafiften çatılan kaşlarımla, "Nasıl Türkiye için kilit nokta? Abi birşey mi olacak?" Diye sordum.

Cihan abi sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Bugün İstiklal caddesinde canlı bomba patlatıldı. Ölenler, yaralananlar ortalık savaş alanı. Canlı bombanın çantasından TKÖ 'ye ait belgeler çıktı. Diğer canlı bombaların sözde "görev yerlerinin" bir haritası da var. Sınırdaki hareketliliği zaten biliyorsun. Belgelere göre Irak ve İran sınırından gelerek Şırnak, Hakkari, Van ve Iğdır'da büyük operasyon planları yapıyorlar. 81 ilde ikişer üçer tane canlı bomba var şuan. TKÖ'nün merkez üstü Şırnak. Yakında Silopi'yle Irak arasındaki Habur sınır kapısından saldırıya geçecekler. Elimizdeki belgelere bakılırsa bir aylık bir plan yapmışlar. Şırnak Silopi sınırındaki en iyi tim senin yetki alanındaki üst karakolunda. Başında Fırat Demir Korkmaz adında bir yüzbaşı var. "Bozkurt" diye biliniyor. Adamın çok iyi operasyon teknikleri var. Başarıyla yürütmediği, eli boş geldiği hiçbir görevi yok. O adama ihtiyacımız var. Özellikle TKÖ'nün başındaki şerefsizi bulmak için o adama , o time , o askerlere ve sana ihtiyacımız var Hazan. Ne yap et o askeriyeyi de kendini de çıkar bu cendereden. Sınır, ülke, halk çok karışacağız. "

Cihan abinin Fırat'ı biliyor oluşu ve onun hakkında söyledikleri beni şaşırtırken bir yandan da sevdiğim adamla gurur duymuş Ona içten içe bir hayranlık hissetmiştim. Bahsettiği kişi benim Fırat'ımdı. Koynunda uyuduğum , kalbinin bana ait olduğunu bildiğim adamdı. Ve bu çok güzeldi.

"Tamam abi. Merak etme. En geç iki hafta içinde herşey bitecek. Düzlüğe çıkacağız. Elimden geleni yapacağım. "

"Biliyorum. İnanıyorum sana. VASÖ'de inanıyor. Hadi bakalım dişi kurt. Görelim seni. "

"Tamam abi. Görüşürüz. "

Telefonu kapattığımızda usulca içimi çektim. "Herşey en geç iki hafta içinde bitecek ve düzlüğe çıkacağız" demiştim. Ben çıkamayacaktım. Oğuz beni affetmezse bir ömür takılı kalırdım bu cenderede. Vatan kolaydı. Ben bıraksam milyon tane koruyucusu vardı bu vatanın. Öyle ite köpeğe bırakmazlardı. Ölürdük öldürürdük. Binlerce güneş batırır milyonlarcasını doğururduk. Bine bir savaşır, Seyit onbaşı olur tonlarca ağırlık taşırdık omuzlarımızda ve yüreklerimizde. Bu sevda bitmedikçe o bayrak gökten inmezdi. Ki bu sevda hiç bitmeyecekti.

Lakin ben bitmiştim. Bitiyordum. Tükeniyordum. İçimdeki "Hilal" babamla birlikte ölmüştü. Annemle birlikte yaşayan "Hazan" ise dört mevsim yaprak döküyordu. Çiçekleri ölüyor renkleri soluyordu. Ardından da hep soğuk bir kış geliyordu. Ve etrafımdaki herkesi üşütüyordu. Yapayalnız kalıyordum. Ne gariptir ki kendi kışım beni de üşütüyordu. Korkuyordum.

Usulca içimi çekip dolan gözlerimi kırpıştırırken Hakan Çınar için yaptığım planın bir diğer parçası için Emir'i aradım. Emir, Hakan Çınar'ın odamdaki delilleri çaldırdığı Hüseyin denilen adamı depodan çıkardıktan sonra hastaneye bırakmış sonrasında da takibe almıştı.

Telefon ikinci çalışta açılırken Emir'in, "Efendim Asena?" Diyen sesi kulaklarıma doldu. Lafı fazla uzatmadan, "Bana Hüseyin denilen adamın bulunduğu yerin konumunu at" dedim. Emir, "Tamam" derken aramayı sonlandırdım.

Saat 17.10'u gösterirken eşyalarımı toparlayıp adliyeden çıktım. Araca binip Emir'in attığı konuma baktıktan sonra telefonu tamamen kapatıp yola koyuldum.

*******
Emir'in attığı konum sokak arasında bulunan bir kahvehaneyi gösterirken aracı Ford marka bir kamyonetin arkasına park edip arabadan indim. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamış kar yağışı durmuştu. Bulunduğum sokak pek tekin bir yere benzemiyordu. Bozuk olduğunu tahmin ettiğim sokak lambalarının birkaçı yanmıyorken yürüdüğüm yolu dükkanlardan sızan ışıklar aydınlatıyordu diyebilirdim.

Az ilerideki bakkalın önünde yirmili yaşlarında olduklarını düşündüğüm bir erkek grubu vardı. Ellerindeki içki şişeleri dikkatimi çekerken sarhoş olduklarını belli eden konuşma sesleri ve gülüşleri kulaklarıma doluyordu.

Gözlerimi onlardan çekip kendimi fazlasıyla rahatsız hissettiğim bu yerde yürümeye devam ettim. Önünden geçtiğim manavdan burnuma gelen çürük meyve sebze kokusu, bugün fazlasıyla hassas olan, midemi bulandırırken arkamdan gelen sesle irkildim.

"Hazan hanım"

Adımlarımı durdurup arkama döndüğümde Emir'i gördüm. Aramızdaki mesafeyi kapatıp karşımda dururken, "Buralar pek tekin değil. İsterseniz siz arabanızda oturun ben adamı alıp geleyim. " Dedi.

Gözlerim yaklaşık otuz kırk metre ileride olan kahvehaneyi bulurken o kadar erkeğin içine girmek pekte cazip gelmezken, "Olur. Sağol" dedim. Emir birşey söylemeden kahvehaneye doğru ilerlerken bende yürüdüğüm yolu geri dönüp araca bindim.

Gözlerim yarı karanlık sokakta gezinirken kaldırım kenarlarına park edilmiş arabalar, az ileride önünde gençlerin içki içtiği bakkal, az önce önünden geçtiğim manav, çaprazımda yan yana bulunan berber ve terzi dükkanları, en fazla üç katlı olan apartmanlar, sokağın sonunda duran camii , bakkalın bittişiğindeki fırın ,yoldan gelip geçen, fırına ve bakkala uğrayan insanlar dikkatimi çekmişti. Tekin bir yer değildi lakin kendi içinde bir gideri vardı.

O sırada bana doğru gelen Emir'e gözlerim takılırken yalnız olduğunu gördüm. Hüseyin neredeydi?

Arabadan inip Emir'in aramızdaki mesafeyi kapatmasını bekledim. Emir karşımda durduğunda, "Adam nerede?" Diye sordum. Emir, "Kör kütük sarhoş olmuş" dedi. "Sızıp kalmış kahvehanenin bir köşesinde. "

Sert bir nefesi alıp verdim. Nasıl bir adamdı bu? Yine bir ayar çekmek şart olmuştu. Lakin saat 17. 39'u gösterirken bu saatte Onunla uğraşamazdım.

Gözlerimi Emir'in gözlerine dikip, "Bekle başında. Bu halde sakın evine gitmesine izin verme. Gerekirse sokakta kalsın. Karısının çocuklarının başına bela olmasın." Dedim.

Emir, "Tamam" derken başımı onu onaylarcasına sallayıp, "İyi akşamlar. Kolay gelsin" diyerek araca binip sokaktan çıktım.

Eve gidecektim. Aslında babamı özlemiştim. İstanbul'da olsam mezarına giderdim. Ona , şuan ruhsal olarak daha kötü bir hale gelmeyeyim diye görmezden geldiğim, duygularımı anlatırdım. Ondan sonra hiçbir şeyin iyi gitmediğini söylerdim. Herşeyi mahvettiğimi, çok yorulduğumu, yanına gelmek istediğimi söylerdim. " Yaşamak gelmiyor içimden" derdim. Yaşarken ölüyordum. Kalbim içinde taşıdığı mezarlıkları, yaraları, kırdığı kalplerin ahını taşıyamıyordu artık.

"Keşke tüm ölülerin bir gün sadece tek bir gün dünyada acı çeken sevdikleri için dirilme hakları olsaydı. Ve babam bugün gelseydi yanıma. Bir kez olsun kokusunu solusaydım. Sesini duysaydım. Saçlarımı okşasaydı. "Ben burdayım" deseydi. Annem sen öldükten sonra bütün fotoğraflarını yok etti baba. Yüzünü unutuyorum. Sesin siliniyor zihnimden. Korkuyorum. Bir kez olsun yüzünü görsem. Rüyalar yetmiyor. Çok yalnız hissediyorum. "

*******
Saat 19.03'ü gösterirken kısa bir duş almış üzerime göbeğimi açıkta bırakan beyaz bir swaet ve gri, yüksel bel bol paça bir eşofman altı giymiştim. Odamdan çıkıp mutfağa geçtiğimde siyah kupa bardağıma yarıya kadar kahve doldurup mutfak masasına oturmuştum.

Eve gelirken aldığım küçük kuruyemiş paketlerinden birini açtım. İlaç içecektim ve birşeyler yemem gerekiyordu. Dumanı tüten sıcak kahvemden bir yudum alıp önümde duran kapalı telefonu açtım. Bütün gün kaçıp durduğum şeyle yüzleşmem gerekiyordu.

Halam.

Bir oğlunu bu vatana şehit vermiş olan Nefise halam.

Açılan telefon ekranına yine bildirimler peş peşe düşerken derin bir nefes aldım. Ekranda gördüğüm isimdi bana bu derin nefesi aldıran. Evet. Nefise halam. Birşeyleri bir şekilde öğrenmiş olmalı ki dört kez aramıştı.

Şimdi olacakları zihnim kısaca kendine özetliyor olsa da bunları kendi kendime bile dile getirmekten kaçındım o an. Çünkü hep aynı şey oluyordu. Neden korkuyorsam başıma geliyor hikayenin sonunda ben kendimi hep ağlarken buluyordum. Yorgundum. Şuan ekrandaki o ismin üzerine tıklayacak ve halihazırdaki kaybımı yaşayacaktım. Yine herşeyin suçlusu ben olacakken kimse bana ne hissettiğimi sormayacaktı. "Sen nasılsın?" Demeyecekti. "Sen bunu nasıl yaparsın?" Diyeceklerdi. Suçlanacaktım. Herşey için. Lakin işin tuhaf tarafı bende günün sonunda onlarla mutabık kalacaktım.

Önümdeki kahve fincanını kenara itip halamı aramaya meyil ederken telefon çaldı. Halam arıyordu. Birkaç saniye ekrana baksam da aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm. Birşey söylemedim. Niyetim konuşmak değil sadece dinlemekti.

Birkaç saniye halam da konuşmadı. Telefonun diğer ucundan gelen insan sesleri halamın yalnız olmadığını gösteriyorken birde aldığı nefeslerden ve burun çekme seslerinden ağlamış ya da ağlıyor olduğunu anlayabiliyordum. İçim burkuldu. Nefise halamın şen kahkahaları herkesçe bilinirdi. Benimle konuşurken de hep neşeli olurdu. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak derken herşey birden nasıl da değişmeye başlamıştı.

Dolan gözlerimi kırpıştırdım. Nefes almayı bırakmışcasına sessizdim. Saniyeler saatler gibi gelirken halam sonunda sessizliği bozup, "Hazan" dedi. Sesi çatallı, ağladığından emin olduğum ve bana karşı tavırlı olduğunu belli eden düz bir hâle bürünmüştü.

"Efendim?" Dedim. " Hala" demeyi kendime hak görmemiştim o an. Sesim ise sakindi. Olacakları biliyor ve kabulleniyordum.

Halam, "Lafı fazla uzatmayacağım." Dedi. "Az önce Dilek'le konuştum. Bana bazı şeyler söyledi. Sen benim yeğenimsin. Elbette ki senin sözün başkasının sözünden daha kıymetlidir benim için. O yüzden sana soracağım. Sen ne dersen Ona inanacağım."

Gülümsedim burukça. Bana inanacağını söylüyordu ancak sesindeki sertlik bana karşı olan mesafesini fazlasıyla belli ederken çoktan Dilek'e inanmıştı. Birşey söylemedim. Gözlerim sol avuç içimdeki tırnaklarımın açtığı küçük yaralarda gezinirken gözümden istemsizce süzülen bir damla yaşı silmedim.

Halam sözlerine devam etti.

"Dilek bana senin Oğuz'u te -terörist olarak suçlayıp tu-tukladığını söyledi. Doğrudur?"

Sol elimi yumruk haline getirip tırnaklarımı yaralara bastırırken, "Doğru" dedim. Ruhum bedenimden çekilmişcesine sakindim.

Halam, "Doğru?" Dedi teyit etmek ister gibi.

"Doğru" dedim tekrar. Halam bana olan şeyin neden olduğunu değil olanı soruyordu. "Nasıl oldu?" Ya da "niye oldu?" Diye sorsa kendimi açıklayacaktım. Lakin sormuyordu. Sormayacaktı.

Halam telefonun diğer ucunda derin ve sert bir nefesi alıp verirken, "Nasıl yaptın?" Diye sordu. Bir an umutlandım. Kendimi açıklamak için bir fırsatım olduğunu düşündüm ancak halam cevap vermemi beklemeden, "Sen bunu benim oğluma nasıl yaptın?!" Diye bağırdığında hafifçe irkilirken yanıldığımı anladım. Bu hikayede zarar gören Oğuz zarar veren ise bendim.

"Ne etti benim oğlum sana?!! Abilik etmekten koruyup kollamaktan başka ne etti?!!!"

O sırada arkadan gelen Gül'ün sesini duydum.

"Anne sakin ol."

Sonra babaannemin sesi doldu kulaklarıma.

"Gül haklı kızım sakin ol. Tansiyonun çıkacak şimdi. "

Öylece oturduğum yerde oturuyor telefondan gelen sesleri gözümden istemsizce süzülen yaşlar eşliğinde dinliyordum. Çünkü görünen o ki onların beni dinlemek gibi bir planları yoktu.

Halamın, telefona az önceye nazaran daha uzak gelen sesi, yeniden kulağıma doldu. Sanırım telefonu elinden almışlardı.

"Haram olsun!!! O anandan daha çok baktım sana!!! Yeri geldi kendi çocuklarımdan daha üstün tutum seni!!! Haram zıkkım olsun!!! Nankör!!! Anasının kızı!!!"

Halamın bağırmaktan uzaklaşıp feryat etmeye dönen sesine Erkan eniştemin, "Nefise tamam. Sakin ol" diyen sesi karıştı. Halam, "Nasıl sakin olayım Erkan?! Bir oğlumu bu vatana şehit verdim ben. Diğer oğlumu da vatan haini diye hapse mi göndereyim?!!" Dediğinde gözlerimden süzülen yaşlar evin içini görmemi engelliyorken derince yutkundum. Kalbimin göğüs kafesimde ağırlaştığını ve atmakta güçlük çektiğini hissettim. Nefesim kesiliyordu.

"Kendi kardeşi gibi kansız sandı herhalde benim oğlumu!!!"
Halamın bu son sözü son vuruşu olmuştu. İçimde bir daha tamir olmayacak birşeyler kırılırken içimde bir yerlerde Antep'e bir daha ayak basmayacağımı biliyordum.

Son olarakta dedemin gür sesi doldu kulaklarıma.

"Nefise yeter. Kapatın şu telefonu!"

Ve halamın son kez ettiği beddualar.

"Allah belanı versin!!!! İki yakan bir araya gelmesin inşallah!!!"

Dıt dıt dıt...

Telefonu yavaşça kulağımdan çekip masaya koydum. Kesilen nefesimi diyaframdan aldığım nefeslerle düzene sokarken beyaz swaetimin uzun koluyla yanaklarıma doğru süzülen yaşları sildim. Hafifçe burnumu çekip kollarımı kendime sardım. Oturdum öylece. Yüzümden sildiğim yaşların yerine yenileri geldi. Zihnim duvarda asılı duran saatin tik tak seslerine odaklanmışken üşüdüğümü hissettim. Ev sıcaktı oysa ki. Parmak uçlarım üşüyor. Sırtımdan gelen bir ürperti sarıyordu bedenimi. Dışarıdan geçen bir arabanın sesi doldu kulaklarıma. Sol avuç içim acıyordu. Midemde bir ağırlık vardı sanki. Başım ağrıyor. Herşey çok dağınık. Anlamıyorum. Ne hissettiğimi bilmiyorum. Düşünmekte istemiyorum. Çünkü biliyorum ne hissedersem hissedeyim acı asla beni terk etmiyor. Birde yalnızlık. Hep oradalar. Yapayalnız acı çekmek... hayatımda daha kötü çok az şey duydum. Belki de yaşadım bilmiyorum. Ama tek birşeyi çok iyi biliyorum; böyle yaşamayı. Yapayalnız acı çekmeyi çok iyi biliyorum. Hayatım hep böyle geçti benim.

"Varla yok arası. Umut kumbarası"
Ve o kumbara artık bomboş. Bütün umutlarımı harcamışım...

Kapıdan gelen zil sesiyle o tarafa doğru döndüm. Usulca içimi çekerken oturduğum yerden kalktım. Sarsak adımlarım ve bedenime sarılı olan kollarımla hafifçe sendelerken dengemi yeniden kurup kapıya doğru yürüdüm.

İkinci kez çalınan zille birlikte delikten kimin geldiğine baktığımda siyah bir kazağın üzerine giyilmiş deri ceketin sardığı geniş bir gövde gördüm. Gelen her kimse yüzünü göremiyordum. Ama kalbim biliyordu gelenin Fırat olduğunu.

Gözümü delikten çekip birkaç adım gerileyerek kapıdan uzaklaştım. Bedenime sarılı kollarımla kendime biraz daha sarılırken başımı yere eğdim. Gözlerim ayağımdaki kiraz desenli çoraplarımda gezinirken hafifçe başımın döndüğünü hissettim. Çenem titriyordu. Masanın üzerinde çalan telefonumun sesini duydum. Başım refleksle o tarafa dönerken kapı yumruklanmaya başlamıştı.

Fırat arıyor olmalıydı. Bugün yüzlerce kez aradığı gibi. Kapıyı neden açmadığımı bilmiyorum. Sanırım korkuyorum. Ya O da anlamazsa beni? Ya O da zarar görürse benim yüzümden? Birgün O da nefret ederse benden?

" Ama çok özledim Onu. Benimde birine sarılmaya ihtiyacım var. Birinin beni sevmesine, yanımda olmasına beni anlamasına ihtiyacım var. Nasıl yaşar ki insan böyle yapayalnız hep kendine sarılarak? Yoruldum. Daha fazla tutunamıyorum kendime. Elimde kalıyor her uzvum. Tükeniyorum. Allah'ım nolur birşey yap. Dayanamıyorum."

Derin lakin titrek bir nefesi içime çekerken bedenime sarılı olan kollarımı çözdüm. Bir yandan telefonum bir yandan kapı derken swaetimin koluyla yanaklarımdaki ıslaklığı silip kapıyla aramdaki mesafeyi kapattım. Metal kolu tutup aşağı indirdiğimde kapıyı açtım.

Islak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimi Fırat'ın çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerinde alnında ve boynunda belirginleşen damarlarda , kulağına götürdüğü telefonu tutan elinde gezdirdim. Heybetli bedeni ve uzun boyuyla yine siyahlara bürünmüştü sevdiğim adam. Koşup sarılmak istesem de yapmadım.

Bu evden en son giderken, "bu kapıdan çıkarsam bir daha geri dönmem" diyerek çıkmıştı. Bende "dönme" demiştim. İşime gelmeyince "dönme" diyip işime gelince boynuna atlayarak "sana çok ihtiyacım var" demek bencillik olurdu. Kimseyi yanımda olmaya zorlayamazdım.

Fırat kulağındaki telefonu sertçe çekip kapattığında öfkeyle alev alev yanan kara gözlerini önce yüzümde sonrada bedenimde gezdirdi. Bense gözlerimi Ondan çekip hafifçe alt dudağımı ısırıp başımı yere eğdim. Alıp verdiği sert nefesler kulaklarıma dolarken Fırat'ın birden ayakkabılarını çıkarıp içeriye girmesiyle afallamıştım. Yine de başımı eğdiğim yerden kaldırmadım. O ise elimdeki kapıyı alıp sertçe kapatırken kapanan kapının sesi evin içinde yankılandığında irkilmiştim.

Gözümden bir damla yaş süzülüp yanağıma doğru yol alırken yutkundum. Sinirliydi. Bütün gün telefonlarına bakmadığım ve telefonumu hep kapalı tuttuğum için ya da Oğuz'u suçsuz yere tutuklayıp başına onlarca iş açtığım için bu kadar öfkeli olabilirdi.

Fırat aramızdaki mesafeyi hızla kapatıp swaetimin açıkta bıraktığı çıplak belimin iki yanından tutarak beni kucağına aldığında refleksle bacaklarımı beline kollarımı da boynuna doladığımda bunu hiç beklemiyordum. Kasılıp duran bedeni bile sinirli olduğunu bu kadar belli ediyorken bana bağırıp çağırabilir, hesap sorabilirdi lakin bu hâl beni dumura uğratmıştı.

Bedenime sımsıkı sardığı kollarıyla beni içine sokmak ister gibi kendine bastırırken yanağıma değen hafif ıslak saçları, deri ceketinin üzerindeki damlalar, çıplak belime değen ellerinin soğukluğu dışarıdan yeni geldiğini belli ediyordu.

Fırsat bulmuşken bende sımsıkı sarıldım Ona. Fırat Ona sarılıp sokuluşumla beni daha sıkı sararken yüzünü boynuma gömüp kokumu derin derin titrek nefeslerle içine çekti. Soğuk yüzü beni ürpertse de kendimi geri çekmedim. O ise bulunduğu yerde hareketlenip gri köşe koltuğa doğru ilerleyip benimle birlikte oturdu.

Bedenime sarılı olan kollarını mümkünü varmışcasına iyice sıkılaştırırken kollarında yine küçücük kalmıştım. Bu hâl hoşuma giderken bir süre öylece durduk. Fırat bir eliyle saçlarımı sevdi. Kokumu içine çekti. Tenime birkaç öpücük kondurdu derken sakinleşmişti. Bunu kasılıp duran bedeninin gevşemesinden anlamıştım.

Gözümden süzülen yaşları swaetimin koluyla silip başımı Fırat'ın boynuna gömdüm. O bana sarıldığı andan itibaren üşüyen bedenim ısınmış, ruhumu saran yalnızlık, kasvet , umutsuzluk benliğimi yavaş yavaş terk ederken fark ettiğim birşey içimi titretmişti. Bir buçuk aydır tanıdığım adam eline doğduğum, onlarca yılımı birlikte geçirdiğim , beni sevdiklerine inandığım insanlardan daha fazla kimse olmuştu bana. Ben onun kollarında kendimi hiç hissetmediğim kadar savunmasız lakin güvende hissetmiştim. Bu adamdı sanki benim ailem. Ne yaparsam yapayım beni affeder ama en önemlisi beni anlardı. Ait olduğum yer burasıydı. Ondan başka herkes düşmandı bana.

Sevdiğim adamın kokusundan titrek bir nefes çekerken içime Ona daha sıkı sarıldım. Fırat ise boynuma sıkı bir öpücük kondurup, "Yavrum" dedi boğuk ve fısıltılı çıkan erkeksi sesiyle. "Fırat'ım" dedim. Benimde sesim fısıltılıydı. Fırat boynuma kokumu içine çekerek bir öpücük daha kondururken, "Fırat'ın kurban olsun sana" Dedi dişlerini sıkarak dolu dolu.

Birşey söylemedim. Yüzümde böylesine bir günde bile küçük bir tebessüm peyda olurken Fırat , "İyi misin?" Diye sordu. Usulca içimi çekip sustum. Bilmiyordum. İyi olmak neydi ki? Uzun zaman olmuştu , unutmuştum.

Fırat sessiz kalışımla başını biraz geriye çekip çene kemiğimi öperken, "Yaran acıyor mu ya da ağrın sızın var mı?" Dedi. Başım ağrıyor midem bulanıyordu. Ama söylemedim. Olumsuz mırıltılar çıkardığımda Fırat, "Sabah ilaçlarını içtin mi?" Diye sordu. "İçtim" dedim. Bilgisayarımı almak için eve geldiğimde içmiştim.

Fırat kendini benden biraz geri çekip beni de kendinden ayırırken, "Bak bakayım bana" dedi. Kollarımı boynundan çözüp istemeye istemeye de olsa ondan ayrıldım. Yüz yüze geldiğimizde Fırat gözleriyle yüzümü tarayıp gözlerime bakarken sıkıntılı bir şekilde içini çekti. Belimdeki ellerinden birini yanağıma koyup tenimi baş parmağıyla usul usul severken yüzüme yaklaşıp alnımı öptü.

Geri çekilip yeniden gözlerime baktığında gözleriyle seviyordu beni. Bense öylece onu izliyordum. Fırat birden, "Niye bütün gün kapalıydı telefonun?" Diye sordu. Kaşları çatılmış sesi kızmakla sorgulamak arası bir yerdeydi.

"Öyle olması gerekti" dedim. Sesim sakindi. Zihnim garip bir şekilde hiçbir şey düşünmüyordu. Bomboştu sanki. Ve bu boşluk garip bir sakinlik veriyordu bana. Bu sakinliği sevmemiştim oysa.

Fırat kaşlarını "öyle mi" der gibi havalandırırken, "Öyle gerekti demek?" Dedi teyit etmek ister gibi. Başımı belli belirsiz salladım öylesine. Fırat, "Bütün gün yüzlerce kez arayıp mesaj attım sana. " Dedi. "Neredesin, ne haldesin, iyi misin diye kafayı yedim. Arıyorum telefonun kapalı. Açsan bile adam yerine koyup geri dönüş yapmıyorsun bana. Zar zor askeriyeden çıkıp eve geliyorum yoksun, adliyeye gidiyorum yoksun. Ayşe hanımlara bile gittim yoksun. En sonunda evde buluyorum seni. Bütün gün deliye dönmeme rağmen sakin sakin konuşuyorum, kalbini kırmayayım, üzmeyeyim diyorum. Söyleyeceğin tek şey bu mu? "

"Özür dilerim" dedim. Beni bu kadar araması, bana kurduğu bu cümleler belki daha fazla ya da daha farklı bir tepkiyi hak ediyordu. Lakin ben içim çekilmişcesine sakindim. Bu kadar sakin oluşumdan ben bile rahatsız oluyordum. Ancak elimden başka türlüsü gelmiyordu.

Fırat birkaç saniye yüzüme bakıp beni biraz daha kendine çekerken , "Yavrum sen iyi misin?" Diye sordu. Sırtımdaki ellerinden biriyle bir yandan da sırtımı sıvazlıyordu. "Bilmiyorum" dedim. Hislerim kilitlenmiş gibiydi. Fırat gözlerime sıkıntılı bir ifadeyle bakarken, "Konuşmak ister misin yavrum?" Dedi. Başımı olumsuz anlamda sallarken birden mide öz suyumun boğazıma gelmesiyle Fırat yüzümün aldığı ifadeyle, "Hazan" dedi endişeyle.

"Bı-bırak" dedim zar zor. Kusacaktım. Fırat belimdeki kollarını çözerken hızla kucağından kalkıp lavaboya girdim. Klozetin kapağını açıp öğürmeye başladığımda önüme dökülen saçlarımın geriye çekildiğini ve alnımı bir elin tuttuğunu hissettim. Fırat arkama çöküp alnımı tutarken, "Şşş tamam yavrum. Tamam canımın içi. Birşey yok. Tamam" diyordu.

Gözümden süzülen yaşlar görüş alanımı bulanıklaştırırken gerilen yüz hatlarımda başımın ağrısını artırıyordu. İçim dışıma çıkana kadar kusarken kasılıp duran midem yaramı acıtıyordu. Nefes almaya çalıştığım bir an dudaklarımdan bir hıçkırık koptu. Fırat bir eliyle alnımı tutarken bir kolunu karnımın üzerinden belime sarıp, "Şşş tamam. Geçecek şimdi. Burdayım ben. Kurban olurum sana. " Dedi saçlarımın arasına bir öpücük kondururken.

Midemde hiçbir şey kalmayana kadar kusmuş olmalıyım ki birkaç öğürmeden sonra derin derin nefesler alarak durulmuştum. Fırat alnımdaki elini çekip beni çöktüğüm yerden belime sardığı koluyla doğrulttuğunda sifonu çekti. Ardından da musluğu açıp yüzümü yıkarken, "Bak geçti yavrum. " Dedi. "Birşey yok."

Ona iyice sokulup kendimi kollarına bıraktığımda Fırat yüzümü yıkamayı bırakıp avucuna doldurduğu suyu dudaklarıma götürüp, "Çalkala yavrum ağzını. Ağzındaki acı tat gitsin" dedi. Dediğini yapıp avcundaki suyu ağzıma alıp ağzımı çalkaladım. Birkaç kez aynı şeyi tekrarladığımızda Fırat banyo dolabından aldığı küçük mor bir havluyla yüzümü sildi.

Bende elime biraz sabun döküp yıkadım. Fırat yıkadığım ellerimi beni geniş göğsüne yaslayıp silerken sol elimdeki tırnak izlerini gördüğünde duraksadı. Elimi elinden çekmek için meyil ettiğimde Fırat bileğimi daha sıkı tutup, "Noldu eline?" Diye sordu sert sesiyle. Birşey söylemedim. Halsizdim. Başım ağrıyordu . Kustuğum içinde midem bir garipti.

Fırat sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verirken elindeki havluyu dolaba geri koyup beni kucağına aldı. Banyonun ışığını kapatıp salona geçtiğimizde beni koltuğa oturtup önüme diz çöktü. "İlk yardım çantası nerede?" Diye sorduğunda, "Gerek yok" dedim. Fırat bariton sesiyle, "Gerek olup olmadığına karar verecek kişi benim. Her kötü birşey olduğunda kendine zarar veren sen değil. " Dedi. "Şimdi soruma cevap ver. "

"Odamdaki banyoda. Aynanın sağındaki dolapta" dedim. Fırat önümden kalkıp odama doğru giderken avcumdaki izlere baktım. Her kötü birşey olduğunda kendime zarar mı veriyordum? Annemin borcunu öğrendiğimde başımı direksiyona vurmuştum. Şimdi de buydu. Birde dört yıl önceye ait bir intihar olayım vardı. Babam öldüğünde saçlarımı kesmiştim. Kabus gördüğümde de kendime zarar veriyordum. Psikolojik birşeydi sanırım. Canımı yakan hiç kimseye , hiçbir olaya ses çıkaramayıp kendimden alıyordum hırsımı. Böylesi daha kolaydı. Kendi açtığım yarayı bir şekilde kapatırdım. Kendimle olan bütün kavgalarımda bir şekilde orta yolu bulurdum. Lakin başka insanlarla kavga etmek ve onları yaralamak zordu. Onlarda beni yaralayabilirlerdi. Ki ben onlara karşılık vermesemde yaralıyorlardı. Ama ben yapamazdım. Onlar mükemmel olduğu için değil ben bana bir kez olsun iyiliği dokunan birine zarar veremezdim. Kıramazdım kalbini. Oysa ki ne Ecrin öldüğünde ne de Salih eniştem, Antep'ten kimse arayıp bir baş sağlığı bile dilememişti bana. Bilmiyorlar mıydı oysaki? Biliyorlardı. Bütün ülke biliyordu onların öldüğünü. Ancak kimse sırf annemin kanından oldukları için beni umursayıp aramamıştı. Hatta dedem bana "öz dahi olmayan ablanın çocuğunun cenazesi için kalkıp ta İstanbul'lara gidiyorsun" diye bir cümle bile kullanmıştı. Şimdi oturup düşünsem beni suçlayıp, kalbimi kırmaktan çekinmeyen insanların bana yaptıkları onlarca kötülük sayabilirdim. Ancak diğer insanların aksine benim lügatımda bir doğru üç yanlışı götürürdü. Olsundu. Herkes herşey için beni suçlasındı ama artık kimse daha fazla dokunmasındı bana. Çok yorgundum.

Fırat ilk yardım çantasından aldığı bir yara kremiyle önümde diz çöktüğünde sol elimi avcuna aldı. Baş parmağını severcesine tırnak izlerinin üzerinde gezdirip, "Acıyor mu?" Diye sordu.

Başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Acımıyor" dedim. Fırat birkaç saniye gözlerime bakıp elimi dudaklarına götürürken avuç içimi öptü. Ardından da elimi kucağıma bırakıp elindeki kremin kapağını açtı. İşaret parmağına biraz krem alıp avcuma, canımı yakmaktan korkarcasına, tüy kadar hafif dokunuşlarla sürerken gıdıklandım. Gülmemek için alt dudağımı dişlerken elimi geri çekmemek için kendimi zor tutuyordum. Vücudumun garip yerlerinden gıdıklanıyordum. Mesela diz kapağım, burnumun ucu, çenemin altı ve şimdide öğrendiğime göre avuç içim.

Fırat kremi hafif dokunuşlarıyla tırnak izlerinin üzerine iyice yaydığında kremin kapağını kapatıp yüzüme baktı. Bende dişleyip durduğum alt dudağımı serbest bırakıp Ona baktım. Fırat "hayırdır" der gibi göz kırparken omuz silktim. O ise, "Noldu? Söyle" dediğinde, "Gıdıklandım" dedim öylesine.

Fırat yüzüme bakıp belli belirsiz gülümserken tuttuğu elimin bileğini öptü. Bileğimi bırakıp kremi alarak odama giderken bende oturduğum koltuğa bacaklarımı yukarıya çekip yarı oturur yarı uzanır bir poziyonda iyice yerleştim. Üzerime, koltuğun üzerindeki gri polar battaniyeyi örtüğümde kustuğum için duş almak istiyordum lakin gücüm yoktu. Belki birazdan üzerimi değiştirirdim. Acaba Fırat bu gece yanımda kalır mıydı? Belki de o gece yüzünden kalmazdı. Tamam içeriye girmişti ama kalmak başkaydı. Barışmış mıydık? Ben unutabilmiş miydim Fırat'ın annemin borcunu ödeyişini? Eğer arabayı borcumun karşılığı olarak kabul ederse unutabilirdim belki. Bilmiyorum. Tek bildiğim Fırat'ı yanımda istediğimdi.

O sırada Fırat yanıma gelmiş ve ayak ucuma oturup bacaklarımı kucağına almıştı. Bu hâl hoşuma gittiği kadar tuhaf hissetmeme neden olduğunda bulunduğum yerde hafifçe kıpırdandım. Fırat'ın gözleri üzerimde gezinirken, "İyi misin?" Diye sordu. "İyiyim" dedim. Bedenen iyiydim. Kısmen. Ruhen ise Fırat'ın yanımda olduğu her saniye daha iyi oluyordum sanki.

Fırat yüzümdeki gözlerini kucağına aldığı bacaklarıma çevirdiğinde battaniyeden açıkta kalan kiraz desenli çoraplarımın sardığı ayaklarıma baktı. Gözleri ayaklarımı birkaç saniye incelediğinde ayaklarımdan birini eline almıştı. Ayağım büyük avcunda küçücük kalırken Fırat, "Ayakların çok küçük" dedi. Kendi kendine konuşuyor gibiydi.

Sadece ayaklarım değil benim kulaklarımda küçüktü. Neden olduğunu bilmiyordum. Lakin Fırat'a göre benim herşeyim çok küçük kalıyordu. Sevdiğim adam fazlasıyla uzun boylu ve yapılıydı.

Birşey söylemedim. İçimde bir suçluluk duygusu kendini arada bir belli edip duruyordu. Oğuz nezarethanedeydi. Antep'te Türkoğlu aşireti karışmıştı. Ve ben sevdiğim adamla birlikte oturuyordum. İyi olmaya çalışıyor, az biraz dinlenmek istiyordum. Buna, bu ana hakkım var mıydı?

"Oğuz'un yanına gittim."

Fırat'ın sözleriyle kucağımdaki ellerimde olan gözlerimi Ona diktim. Kara gözleri yüzümü incelerken bir eliyle de kucağındaki bacaklarımı sıvazlıyordu. Yaptığı şey cinsellikten çok uzak ve masumdu.

Oğuz'un adını duymak, aklımdaki onlarca soru, hissettiğim duygular, onu son gördüğüm an birden üzerime hücum ettiğinde yutkundum. Ne soracağımı, ne söyleyeceğimi bilemezken alt dudağımı dilimin ucuyla nemlendirdim. Aklıma gelen ve şuan beni ilgilendiren tek şeyi sordum;

  "İyi mi?"

Başka ne sorabilirim ki? Tek istediğim iyi olmasıydı.

Fırat başını belli belirsiz sallayıp, "İyi" dedi. "Olduğu kadar."

Başımı yavaşça sallayıp gözlerimi elimdeki tırnak izlerine çevirdim. Fırat'ın sürdüğü krem yüzünden yağlıydı. Kremin garip kokusu ve bu yağlılık hissi hiç hoşuma gitmezken başımı koltuğa yasladım. Fırat ise bacaklarımı battaniyenin üzerinden sıvazlamaya devam ederken beni izliyordu. Sanırım bu olaya da gereken tepkiyi verememiştim. Ne diyebilirdim ki? "Benim hakkımda birşey söyledi mi" demeliydim mesela? Söylese ne olacak? Orada olmasının sebebi benim. " Bana kızgın mı?" Diye mi sormalıyım? Ben bile nefret ederken kendimden. Eskisi gibi olmayacaktık ki artık. Ben Ona "halamın oğlu" diyemeyecektim ki. Ya da çok yalnız hissettiğimde, onun benden büyük oluşunun verdiği çocukluğuma sığınıp "abi" demeyi hak göremeyecektim ki kendime. Şimdi benden nefret etmesi gerekiyordu. Etsindi. Bu onun hakkıydı. Bu hikayede benim hakkım ise hep acı çekmekti. Herkes hak ettiğini yaşıyorken konuşmaya ne hacetti?

Fırat'ın sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefes kulaklarıma dolarken, "Oğuz şuan kızgın yavrum ama biraz düşününce anlayacaktır seni." Dedi.

"Biliyorum." Dedim. Başım hâlâ koltuğa yaslı gözlerim avcumdaki tırnak izlerinde. "Anlayacaktır. Ama affetmeyecek. Hani olur ya bazen anlasan da kızarsın. Anlamak affetmeye yetmez bazen. Öyle olacak. Oğuz beni anlayacak ama affetmeyecek. "

Gözümden süzülen bir damla yaş, yine bütün sakinliğimin arasından firar edip, yanaklarıma doğru süzülürken Fırat bana doğru eğilip belimden tutarak beni kucağına aldı. Kollarını bedenime sımsıkı sarıp alnımı öperken geriye doğru yaslandığında başımı göğsüne koydu. Battaniyeyi de alıp sırtımdan beri bedenime sararken saçlarıma kokumu içine çekerek bir öpücük kondurduğunda Ona iyice sokuldum. Fırat ise hafifçe içini çekip yanağını başıma yaslarken, "Herşey düzelecek yavrum." Dedi. "Söz veriyorum sana geçecek hepsi."

Gülümsedim burukça. Tanımıyor beni. Nasıl bir hayatım olduğunu bilmiyor. Hiçbir şey düzelmeyecek. Hiçbir şey geçmeyecek. Acı hep orada. Korkutucu bir silüet gibi. Belki de bütün umutlarımın, mutluluklarımın seri katili. Arada bir en mutlu olabileceğim anda kalbime hançerini sokup herşeyi mahvettikten sonra gözden kayboluyor. Asla gitmiyor. Oralarda bir yerlerde. Ama göremiyorum onu. Sadece hissedebiliyorum. Acı nefesi hep ensemde. Kime yaklaşsam canını yakıyorum.

" Kime sarıldığının farkında mısın Fırat?"

Ben acının ta kendisiyim...

"Hiçbir şey düzelmeyecek." Dedim birden. Başka zaman olsa diyemezdim. Ama o an kiminle birlikte olduğunu bilsin istedim sanki. Eğer güzel bir hayat, mutlu bir yuva ya da ne bileyim herşeyin düzelmesini istiyorsa yanlış yerdeydi. Ben şimdiye kadar kimseye hatta kendime bile güzel olan hiçbir şey vaat edemedim. Hep bir karamsarlık hep bir kasvet. Acının müptelası olmayan kaldıramazdı beni. " Aynı şeyi defalarca kez söyledim kendime. "Herşey düzelecek Hazan, herşey geçecek" dedim. Geçmiyor. Düzelmiyor. "

Duraksadım bir an. Fırat ise, "Hazan..." Diyerek araya girdiğinde, "Hazan" ismini annem koymuş bana " dedim sözünü keserek. "Hilal" ismini de babam. Annem ismimi koyarken hissettiği tek duygu nefretmiş bana karşı. Yıllar yılı anlatır durur. Hatta karnındayken düşürmeye çalışmış beni. İsmimi koyarken de hani hazan vakti bütün ağaçlar yapraklarını döker, çiçekler solar, renkler yavaş yavaş kaybolur ya yeryüzünden sonrasında da soğuk bir kış gelir, oradan esinlenmiş. Babam ise "Hilal" ismini koyarken bu vatana olan sevdasını işlemiş ismime. Beni de her ne olursa olsun bu vatanı bu bayrağı sevdiği gibi seveceğinin yemini vermiş. Hayatım boyunca özgür olmamı, hep dik durmamı, her ne olursa olsun yenilmememi dilemiş. Öyle söylerdi. Babam hayattayken ben Hilal'dim. Çocukluğum boyunca doğru ya da yanlış saçma sapan birçok şeyle savaştım. Tabii bir çocuğa göreydi savaşın boyutu. Kazandım ya da kaybettim bilmiyorum. Babam öldükten sonra da hep "Hazan" oldum. Yapraklar döküldü, çiçekler soldu, renkler yok oldu, önünü alamadığım bir ayaza teslim oldu her yer, herşey. On yıl oldu babam öleli. Dört ay sonra onbir yıl olacak. Onbir yıldır hiçbir şey düzelmedi. Hiçbir şey geçmedi. Zaman dışında. Her geçen gün bir öncekinden daha kötü. O yüzden sanmıyorum ki birşeyler düzelsin, geçsin. "

Gözümden süzülen yaşlarla sözlerimin sonuna geldiğimde Fırat'ın bana sımsıkı sarılan kolları, alnıma dayadığı dudakları , ara ara sıkıntılı bir şekilde göğsünün yükselip alçalmasına sebebiyet veren iç çekişleri , alıp verdiği nefesler bana eşlik etmişti.

Fırat alnımda öylece duran dudaklarını hareketlendirip alnımı öperken, "Hazan vakti yeryüzündeki zehirli otlar ölür." Dedi. "Hastalıklı çiçekler solar iyileşip bahar geldiğinde daha güzel açabilmek için. Renkler solar ki yerini senin gözlerin gibi güzel renklere bırakabilsinler. Doğa iyileşmek için, gelecek bahar daha güzel, daha canlı olabilmek için vazgeçer tüm güzelliklerinden. Belki yorulmuştur ağaçlar onca yaprağı taşımaktan, belki ölmek üzeredir çiçekler üzerine görmezden gelinerek basılmasından ya da kuşlar bahane arıyorsa yeni yerler görmek için. Herşeyin düzelmesi demek herşeyin her zaman güzel gitmesi demek değil ki yavrum. Sen sonbaharsan ve ben sevmişsem seni tüm güzelliklerinle tüm çirkinliklerinle sevmişimdir. Bırak başkaları ne düşünürse düşünsün. Benim ihtiyacım var sana. İyileşmek için, yeniden doğmak için. Belki birgün başka yerlere de göç ederiz. Sen arındırırsın beni hastalıklı olan bütün duygularımdan. Üşürsek, bir ayaz vurursa üstümüze birbirimize sarılır ısınırız. Gel benim Hazan'ım ol. Hiçbir şey düzelmesede , herkes gitse de ben kalırım. "

"Ya ben kalamazsam..."
"Hiç güzel hayaller kurmadım ki ben geleceğe dair. Kafamın içinde hep bir ölüm, hep bir son çizip durdum kendime yıllardır. Seni de neyime güvenip sevdim bilmiyorum ki. "

"Ya ikimizi de yakarsam bu hikayenin sonunda? Ya halamın da dediği gibi iki yakam bir araya gelmezde Allah belamı verirse? "

"Çok yanlış insanı sevdin be Fırat. Ama suç benim. Buna ben izin verdim. "
"Senin için hayatta kalmaya çalışacağım. Çünkü artık kimsem kalmadı ve sen hayata tutunmak için son şansımsın. "

Usulca burnumu çekip başımı Fırat'ın göğsünden kaldırdım. Yüz yüze gelmemizi sağlayıp ıslak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimi Fırat'ın o çok sevdiğim kara gözlerinde gezdirdim. Bana öyle güzel öyle derin bakıyordu ki içim titredi. Bir gün elinde olmayan bir sebepten belki de bile isteye giderse benden ne yapacağımı düşündüm. O bir askerdi. Benim askerim. Kendi ellerimle ölüme gönderecektim onu bazen. Ve herhangi bir asker yâri gibi sadece öldüğü için değil onu ölüme kendi ellerimle gönderdiğim içinde ağlamam gerekecekti. Ona birşey olduğunda ilk suçlayacağım kişi kendim olacaktım. Belki Canan teyze ve Bahar'da öyle yapardı. Sonuçta halam öyle yapmıştı. Peki ya sonrası? Şimdi Oğuz'u kaybettiğim de Fırat vardı. Peki Fırat'ı kaybettiğimde...belki ölüm. Yaşama sebebimide kaybetmiş olacaktım. Bu çok ağırdı.

  Boşverdim.

Yaşamakla bir derdim yoktu. Baktım olmuyor sıkardım kafama. Ben artık ne kadar ömrümüz varsa Fırat'la olmak istiyordum. Onun olmak istiyordum. Korkuyordum ancak Ona sarılmak varken kaçmayı seçmek istemiyordum.

Fırat yüzüme çıkardığı elleriyle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken, "Tamam" dedim ağladığım için tarazlı çıkan sesimle. "Ama şartlarım var."

Fırat ışıldayan gözleriyle gözlerime baktığında belime sardığı kollarını sıkılaştırıp beni iyice kendine çekerek burun buruna gelmemize neden olurken, "Kabul" dedi. "Ne istersen." Hafifçe gülümseyip Fırat'ın gözleri dudaklarımda gezinirken başımı cama doğru çevirdim. Fırat ise dudaklarını ona çevirdiğim yanağıma bastırıp sıkıca öperken, "Daha şartlarımı duymadın ama. " Dedim. Fırat aramızda duran ellerimi tutup boynuna dolamamı sağlarken başını boynuma gömüp kokumu içine çekerek öptüğünde, "Sen söyle yavrum şartlarını. Olmazsa esnetiriz." Dedi. Boynuma minik minik öpücükler konduruyor, dudaklarını ve burnunu tenime sürtüyordu.

Boynundaki kollarımı sıkılaştırıp Fırat'a iyice sokulurken, "Birinci şartım; bir daha benden habersiz benimle ilgili hiçbir karar verip uygulamayacaksın. " Dedim ve Fırat'ın cevabını duymak için duraksadım. Fırat teklemeden, "Tamam." Dedi.

Dudaklarımı büzüp, "Peki" dedim. "İkinci şartım ; araba, borcum karşılığında sende kalacak. Geri almayacağım. " Fırat boynumda sıkıntılı bir nefesi alıp verirken başını geri çekip yüz yüze gelmemizi sağlayıp gözlerime baktığında kaşları hafiften çatıktı. "Bu olmaz" dedi ciddi sesi itiraz istemiyor gibiydi.

Benim de kaşlarım çatılırken kendimi Fırat'tan geri çekip, "Ne istersen" dedin" dedim. Fırat, "Hazan, canımın içi , Hazan'ım" dedi bir eliyle yüzüme dökülen saçlarımı geriye doğru iterken. "Karım olacaksın sen benim. Evleneceğiz biz. Aramızda borç diye birşey olamaz. Benim olan herşey senin. Aramıza borçta borç diye tuturarak mesafe koyduğunun farkında mısın?"

Hafifçe içimi çekip alt dudağımı dişlerken, "Ama ben böyle kendimi hep sana borçlu hissedeceğim. Beşyüz bin TL az para değil ki Fırat. " Dedim. Fırat birkaç saniye gözlerimin içine bakıp, " O zaman şöyle yapalım sen beşyüz bin kez öp beni. Ya da sen benim ol arabada benim olsun. Benim olan herşey senin olduğuna göre araba senin olsun. " Dedi. Gözlerimi kısıp gözlerine bakarken "Çocuk mu kandırıyorsun?" Diye sordum. Fırat alnını alnıma dayayıp, "Sana boşuna "yavrum" demiyorum" dedi. Kaşlarım çatılırken, "Beni çocuk olarak mı görüyorsun?" Dedim.

"Hayır" dedi. "Seni bazen bir çocuğu sever gibi seviyorum sadece. "

Aynı şey oluyordu. Sadece araya bir "bazen " eklenmişti. Kendimi geri çekip alınlarımızı ayırırken, "Yani beni "bazen" bir çocuk gibi görüyorsun. " dedim sinirle. Neden bana "çocuk" denilmesinden ya da bunun ima edilmesinden bile hoşlanmıyordum, bilmiyorum. Hâlbuki çok severim çocukları.

"Sanırım kendi çocukluğumu sevmiyorum."

Fırat gözlerime birkaç saniye çatık kaşlarıyla bakıp, " Hazan bunu daha öncede konuştuk. Niye her söylediğimi yanlış anlayıp canıma okuyorsun? " Dedi. " Evet seni bazen "çocuğum" gibi görüyorum. Çünkü bana göre çok küçüksün. Çok tatlısın. Sesin, özellikle de ağladığında, küçük bir kız çocuğu gibi çıkıyor. Yavrumsun benim. Çok seviyorum seni. İstediğim gibi görür, istediğim gibi de severim. Var mı?"

Dudaklarımı büzüp gözlerimi gözlerinden çektim. Bende onu bazen bir baba gibi görüyordum. Onunda beni çocuğu gibi görmesinin bir zararı olmazdı. Öte yandan sanırım her söylediğini yanlış anladığım konusunda haklı olabilirdi. O seviyordu beni. Tek derdi de sanki mümkünmüş gibi daha çok sevmekti. Bu bile fazlaydı bana oysa ki. Fırat'a bazen haksızlık yaptığımı kabul edebilirdim.

Geniş omuzlarında duran kollarımı boynuna dolayıp sarıldım. Yanağına küçük bir öpücük kondurup, "Tamam" dedim usulca. "İstediğin gibi sevebilirsin beni. " Fırat bedenime sarılı olan kollarını sıkılaştırıp saçlarımı öperken, "İstediğim gibi sevemem seni" dedi. "Canın yanar. Kıyamam sana."

Ona biraz daha sokulup kokusunu içime çekerek boynunu öptüm. "Niye bu kadar çok seviyorsun ki beni?" Dedim. "Neyim var ki benim bu kadar sevilecek?" Her zaman merak etmiştim. Yıllardır beni sevdiğine inandığım insanlar bile gözlerini kırpmadan benden vazgeçip kırabiliyorlarken kalbimi Fırat neyimi bu kadar çok seviyordu ki ?

Fırat yüzünü boynuma gömüp kokumu içine çekerek öperken, " Bilmiyorum" dedi. "Ben seni ilk gördüğüm hatta sesini ilk duyduğum anda vuruldum yavrum sana. İlk göz göze geldiğimizde öyle bir titrettin ki içimi birşey oldu. Öyle birşey ki, buraya geleceğini öğrenmeden önce, seni İstanbul'da nasıl bırakacağımı düşünmeye başlamıştım. Sana nasıl ulaşacağımı, bir daha seni nasıl göreceğimi düşünüp duruyordum."

"O yüzden mi bütün gece gözünü kırpmadan izleyip durdun beni?" Diye sordum. O gün bütün gece hiçbir hareketimi kaçırmadan izleyip durmuştu beni. Hiç kimseden çekindiği de yoktu. Rahatsız olmamıştım ancak tanımadığım bir adamın beni öylece izliyor olması garip gelmişti.

Fırat boynuma sıkı bir öpücük daha kondurup, "Rahatsız mı oldun?" Diye sordu. "Kötü mü hissettirdim sana?" Gerçekten soruyordu. "Hayır" dedim. " Rahatsız olmadım. Sadece tanımadığım bir adam tarafından izlenilmek garip gelmişti. "

Fırat bana biraz daha sıkı sarılıp, "O tanımadığın adam o an nasıl deli oluyordu sana" dedi başını boynuma iyice gömerken. "Biraz daha konuş, biraz daha gül, bir kez daha bak yüzüne diye nasıl kafayı yiyordu bir bilsen. "

Başımı Fırat'ın başına yaslayıp hafifçe içimi çektim. Bu konuşma hoşuma gitmiş kafam dağılmıştı. Fırat boynuma küçük küçük emmekle öpmek arası öpücükler kondururken, "O yüzden mi apartmanın çıkışında bana ters davrandın?" Diye sordum. " Soruma cevap ver" , "gir içeri, hadi" gibi kaba saba konuştun. Sonra hava alanına giderken trafikte "otur oturduğun yerde , lafımı ikiletme" diye bağırdın bana? Gerçi şimdi de bağrıyorsun. Sevgin gözlerimi yaşartıyor."

Fırat boynumda derin bir nefes alıp, "Ben sana keyfimden bağırmıyorum Hazan." Dedi. "Sen seni ilk gördüğüm andan beri benimsin. Üzerimdeki etkinin, bana yaptırabileceklerinin farkında değilsin ama sen beni bu dünyada parmağında oynatabilecek tek kişisin. Ben sana bu izni verdim. Ama senin bile değiştiremeyeceğin şeyler var. Mesela ben seni gece geç saatlerde dışarı çıkarmam, açık seçik giydirmem, ben ve işin dışında hiçbir erkekle konuşup görüşmene izin vermem. Kıskanırım. Yeri geliyor kendi gözümden sakınıyorum seni. Ne kadar çok istesemde sen izin vermeden seni rahatsız ederimde uzaklaşırsın benden diye sana dokunurken ileri gitmiyorum. Ayrıca eğer o gün olanları konuşacaksak havaalanında sana sarılan o iki ibnenin kim olduğunu açıkla bana. Elin herifleriyle neydi o samimiyet? "

Fırat'ın sonlara doğru sertleşen sesi, gerilen bedeni, bedenime sarılı olan kollarının daha sıkı bir hâl alması tedirgin olmama neden olurken bahsettiği adamlar Cihan abi ve Bora'ydı. O gün yanlarında Gaye'de vardı ancak Fırat'ın gözleri sadece ikisini görmüş olmalıydı.

Hafifçe yutkunup Fırat'a daha sıkı sarılırken, "Adliyeden arkadaşlarımdı." Dedim. Fırat sert bir nefesi alıp verirken, "Her adliyeden arkadaş olduğunla sarılıyor musun sen öyle?" Dedi. Sert ve bariton sesi hiç hoşuma gitmiyordu.

Hafifçe alt dudağımı dişleyip, "Hayır" dedim. " Onlar kardeşim gibi benim. Hâlâ da öyleler. Ayrıca sözlerine dikkat et Fırat. Hiç iyi yerlere gitmiyor. " Fırat bedenime sarılı olan kollarını gevşetip kendini geri çekerken bende kollarımı boynundan çözüp Ondan ayrıldım. Yüz yüze geldiğimizde çatık kaşları ve gerilen yüz hatlarıyla gözlerime bakarken benim kaşlarımda çatılmıştı. Evet. Başlamıştık yine.

Fırat, "Ne demek "hâlâ öyleler"? Sen görüşüyor musun hâlâ onlarla? " Dediğinde başımı olumlu anlamda sallayıp, "Görüşüyorum" dedim. "Napayım şehir değiştirdik diye hepsini sileyim mi hayatımdan?"

"Sileceksin lan tabii. Ne işin var senin İstanbul'da ki heriflerle?!"

Birşey söylemedim. Öylece gözlerine baktım. Kıskançlığı tutmuştu. Ne söylesem kavga edecektik. Ki ediyorduk da zaten. Niye böyle oluyordu? Usulca içimi çekip gözlerimi Fırat'ın gözlerinden çektim. Kendimi onun yerine koymayı denedim. Fırat'ın daha önce görev yaptığı bir şehirde tanıştığı kadınlarla arasıra telefonda konuşup görüştüğünü düşündüm. Tüylerim ürpermişti. Hoşlanmamıştım bundan. Rahatsız edici bir durumdu. Lakin bir fark vardı ki Cihan abi ve Bora benim için sıradan insanlar değildi. Ha deyince hayatımdan atamazdım ki onları. Bu durumu Fırat'a anlatmamda mümkün değildi.

Sessizliğimi koruyup Fırat'ın kucağından kalkmaya meyil ettim. Odama gidip üzerimi değiştirecektim. Bu konuşmanın daha fazla uzamasını istemiyordum. Fırat belime sarılı olan kollarını sıkılaştırıp beni durdururken, "Nereye?" Dedi bariton sesiyle. "Üzerimi değiştireceğim." Dedim. "Kustuğum için rahatsız hissediyorum. " Sıkılaştırdığı kollarını gevşetip kucağından kalkmama izin verdiğinde şaşırsam da birşey söylemeden kucağından kalkıp odama doğru ilerledim.

Odama girdiğimde ışığı açıp dolabıma yöneldim. Gri , ince askılı yarım atletimi ve gri şortumu alıp üzerimdekileri çıkarıp giydim. Çıkardıklarımı banyodaki kirli sepetine atıp, odada biraz daha vakit geçirmek için, aynanın karşısında kahverengi, kalçalarıma kadar uzanmak üzere olan, iri dalgalara sahip saçlarımı düzelttim. Ve odadan çıktım.

Salona girdiğimde Fırat mutfaktaydı. Ocağa koyduğu tencerenin altını yakıyorken yanına gittim. Ne yaptığına baktığımda tencereye doldurduğu suyun içine tavuk koyduğunu görmüştüm. Yine de Fırat'ın gözleri üzerimde gezinirken, "Napıyorsun?" Diye sordum gözlerim gözlerini bulurken.

Fırat birkaç saniye beni izleyip hafifçe içini çekerken belimden tutup kucağına aldı. Yanağıma ses çıkartarak sıkı bir öpücük kondurup, "Asıl sen napıyorsun?" Dedi. "Ne bu güzellik, ne kızım bu tatlılık? Ben hiç kızgın kalamayacak mıyım sana?" Kollarımı boynuna dolayıp sarıldım Ona. "Kalma" dedim başımı boynuna gömerken. "Kızacağın birşey yok ki. Ben seni seviyorum. Seni özlüyorum. Sana sarılıp yanımda hep sen ol istiyorum. "

Fırat başını boynuma gömüp kokumu içine çekerek öperken, "Tamam." Dedi. "Şimdi ben bir eve gideyim. Bir duş alıp üzerimi değiştireyim. Bu tavukta burada haşlansın. Geri gelince sana bir tavuk çorbası yapıp içireyim. Sonra alayım seni koynuma. Sen bir sev bakalım beni. Bir görelim benim yavrum beni ne kadar özlemiş. "

Fırat'ın sözleriyle Ona iyice sokulup sarılırken alt dudağımı dilimin ucuyla hafifçe nemlendirip, "Bu gece yanımda mı kalacaksın?" Diye sordum usulca. Fırat birkaç saniye sessiz kalıp, "İstersen kalırım yavrum" dedi. "Eğer istemezsen..." Derken sözünü kesip, "İstiyorum" dedim. "Ben...o geceden sonra sen istemezsin diye sordum."

"Saçmalama yavrum" dedi. "Ben senin yanında olmayı nasıl istemem. Elimde olsa dibinden ayrılmayacağım. Kaldı ki o gece hatalı olan bendim. Seni kaybetme korkusuyla napacağımı bilemedim. Özür dilerim o gece için. Dün gece içinde özür dilerim. Nasıl geldim o hale, nasıl bağırabildim sana o kadar korktuğunu görmeden bilmiyorum. Affet. Kurban olurum sana affet. "

Dün gece olan şeyi çoktan unutmuştum. Yeni yeni hatırlarken Fırat'ın birden Yağız yüzünden bu kadar yükselmesi garip gelmişti. Yağız'la ilgili neyden bu kadar hoşlanmadığını merak ettim o an. Daha iki gün önce Yağız'a beni eve bıraktığı için kısmen teşekkür etmişti. Yine de üstelemeden, "Sorun değil" dedim. "Geçti gitti işte. "

Fırat boynuma bir öpücük daha kondurup yüz yüze gelmemizi sağladığında kara gözlerini yüzümde gezdirirken çenemi öptü. Ardından da bulunduğu yerde hareketlenip mutfak masasının yanında durdu. Bardağa yarıya kadar su doldurup benimle birlikte salona doğru ilerledi. Beni koltuğa oturtup önüme diz çökerken elindeki suyu bana uzattığında aldım. Fırat, "Suyu yavaş yavaş iç" dedi. "Hızlı içersen miden yine bulanır. Ben gelene kadar da kalkma buradan. Tamam?"

Başımı olumlu anlamda salladım. Fırat gözleriyle yine yüzümü tarayıp alnımı öperek doğruldu. Son kez bana bakıp kapıya doğru yönelirken evden çıktı.

Bende elimdeki bardaktan bir yudum içip bardağı orta sehpanın üzerine bırakırken oturduğum koltuğa uzanıp ayak ucumda duran battaniyeyi üzerime çekerek başımı koltuğa yasladım. Fırat gidince yine kendimle baş başa kaldığımı fark ettiğimde bundan hiç hoşlanmamıştım. Oğuz nezarethanede , tek başına, o soğuk duvarların arasındayken benim burada böyle oturuyor olmam, Fırat'ın beni seviyor olması, O beni sevdikçe dağılan aklım, hak etmeden azıcıkta olsa bulduğum huzur hepsi bir anda kursağıma dizilmişti. Yutkunamadım.

Halamın sözleri, feryatları, bedduaları benim hak ettiğim şeyler onlardı. Benim hak ettiğim şey bu andı. Yapayalnız kalmak ve acılarımla baş başa olmaktı. Napıyordum ne yapmalıydım herşey kafamın içinde birbirine karışmışken zihnimdeki sesler beni yeniden sağır etmeye başlamıştı. Bütün huzur, içimdeki sıcaklık yok olup üşümeye başladığımda dizlerimi kendime doğru çekip kollarımı bedenime sardım. Gözümden süzülen yaşlar yine görüş alanımı bulanıklaştırırken kaşlarım çatıldı. Dudaklarımdan bir hıçkırık koparken Fırat'ın bir an önce geri dönmesini diledim. İçimdeki bu duygularla tek başıma baş edemiyordum.

"Fırat'ım nolur çabuk gel..."

*******
Saat 20.06
Gözlerim dışarıdaki sokak lambasının loş sarı ışığında yağan küçük kar tanelerinde gezinirken salonun ışığını kapatıp abajuru yaktığımdan onları daha net görebiliyordum. Elimde tuttuğum astım ilacını avcumun içinde sıkarken az önce ağladığım için sıklaşan nefeslerim ve odama ilacımı almak için giderken dönüp duran başımla sendeleyen adımlarım zihnime doluştu. Fırat giderken "buradan kalkma " demişti ancak mecbur kalmıştım. Biliyorum kızmazdı.

Ocakta haşlanan tavuğun kokusu yavaş yavaş eve yayılmaya başladığında Fırat gideli yalnızca yirmi dakika olmuştu. Bense ağlamıyordum artık. Üzerime örttüğüm yumuşak battaniyeye iyice sarılıp omuzlarıma kadar çekmiştim. Tüyleri çıplak tenimde gezinirken sıcaklığı hoştu. Sadece beni ısıtmaya yetmiyordu. Gerçi kat kat yorganlara da sarılsam Fırat olmadan ısınamazdım ki. O olmayınca dünya çok soğuk bir yerdi.

Usulca içimi çektim. Yanaklarımda kuruyan yaşların verdiği his, acıyan gözlerim ve hâlâ hafiften bulanan midemle herşey berbattı. Evin içinde sadece saatin çıkardığı tik tak seslerinin bozduğu sağır edici bir sessizlik vardı. Arada birde dışarıdan gelen araba sesleri, bazen havlayan bir köpek, bir arabadan yükselen müzik doluyordu kulaklarıma. Ve ben buydum. Fırat olmasa bu koca boşluk, yalnızlığıma eşlik eden sessizlik bendim. Hayatı bundan ibaret olan bir Hazan'dım.

O sırada kapının deliğinde çevirilen anahtarın sesi irkilmeme neden olurken kapıya doğru döndüm. Açılan kapıyla Fırat'la göz göze geldiğimde, giderken anahtarı aldığını fark etmediğim için, yüzümde nasıl bir ifade varsa Fırat, "Korkuttum mu?" Diye sordu ayakkabılarını çıkarmış kapıyı kapatıp bana doğru gelirken. Üzerinde siyah tişörtü , kalın ve adeleli bacaklarına tam oturan siyah bir eşofman altı varken uzun boyu ve heybetli bedeniyle yine çok yakışıklıydı sevdiğim adam. Hemen beni kollarına alsın, bedenimi ürperten soğuk, içimi sıkan kasvet ve yalnızlığım son bulsun istedim o an.

Onu görmek iyi hissettirirken, "Hayır" dedim. O ise önümden geçip ayak ucuma oturduğunda burnuma dolan nane aromalı mentollü şampuanın kokusu hafifçe içimi çekmeme neden olmuştu. Elinde daha yeni fark ettiğim bitki çayı demliğini orta sehbanın üzerine koyduğunda demliğin içindeki sarımtırak sıvı dikkatimi çekmişti.

Fırat ise yüzümü inceliyordu. Her zamanki gibi çatık olan kaşlarının çevrelediği kara gözleri gözlerimde ve yanaklarımda gezinirken elini uzatıp, "Gel bakayım yanıma" dedi. Battaniyenin altındaki ellerimden biriyle hiç bekletmeden büyük elini tutup Fırat'ın, canımı yakmadan, beni kendine çekişiyle kendimi birden, yan bir şekilde, kucağında otururken buldum. Üzerimden sıyrılan battaniye yere düşerken çıplak bacaklarım , göbeğim, kollarım ve büyük göğüslerimin az biraz taştığı gerdanım açıkta kalmıştı. Rahatız olmadım. Sevdiğim adamın yanındaydım.

Fırat bir kolunu çıplak belime sarıp yere düşen battaniyeye doğru eğildi. Battaniyeyi alıp bedenime sararken şakağımı öpüp bana sımsıkı sarılıdığında, "Ağladın mı?" Diye sordu. Birşey söylemedim. O ise sıkıntılı bir nefesi alıp verirken sol elimde tuttuğum astım ilacını avucumdan aldı. Karşı koymadım. Şuan tek derdim Fırat'a biraz daha sokulmak ve kokusunu içime daha çok çekebilmekti. Kucağımda duran ellerimi kaldırıp kollarımı Fırat'ın boynuna doladım. Başımı omzuna yaslayıp kokusunu derince içime çekerken Fırat'ta başını boynuma gömüp kokumu içine çekerek öptüğünde şimdi daha iyiydim. Bedenime sımsıkı sarılan kaslı ve güçlü kollar kendimi güvende hissetmemi sağlarken gözlerimi kapattım. Uykum vardı. Burada , sevdiğim adamın sıcaklığına karışırken bedenim uyuyabilirdim.

Fırat tenime birkaç küçük öpücük daha kondururken, "Yavrum" dedi boğuk çıkan erkeksi sesiyle. Dudaklarımın arasından, "Hı?" Diye bir mırıltının dökülmesine izin verdiğimde Fırat, "Konuş benimle." Dedi. "Ne hissediyorsan, ne düşünüyorsan anlat bileyim. O güzel gözlerin ağlamaktan, uykusuzluktan kan çanağına dönmüş. Askeriyede de kitlendi kaldın öyle. Susma. Herkese sus ama bana susma. Sana birşey olacak diye korkuyorum. Atma böyle herşeyi içine."

Fırat'a biraz daha sokulup boynunu öptüm. Yüzümü iyice boynuna gömüp sıcak tenini yüzümde hissederken kokusu çok güzeldi. Dudaklarım tenine sürtünürken, "İstemiyorum" dedim boğuk çıkan sesimle. Konuşmak istemiyordum. Sadece Fırat'a sarılıp herşeyi bir süreliğine de olsa unutmak istiyordum.

Fırat Ona bu şekilde sokulup öpüşümle, dudaklarımın tenine sürtünüşüyle kasılırken beni kendine çekip iyice bastırdığında omzumu öptü. Tenimi koklayıp kokumu içine çekerken, "Böyle susarak iyi olacak mısın peki?" Dedi. Boğuk sesi fısıltılıydı. Erkeksi tınısı içimi bir hoş ederken, "Bilmem. Olurum herhalde." Dedim. Ki derdim iyi olmak değildi benim. Sadece bir an önce alışmak istiyordum. Alışırsam geçerdi biliyorum.

Fırat boynumda derin bir nefes alıp, "Fikrini değiştirisen burdayım. " Dedi. "Dinlerim yavrum." Biliyordum. Dinlerdi. Ben çok güzel bir adam sevmiştim. Birşey söylemedim. O ise boynumu sıkıca öpüp, "Doktorla konuştum." Dedi. "Kusmanın ilaçlar yüzünden olduğunu söyledi. Normalmiş. Birde adet döngünde bozulmalar olabilirmiş bir süre. "

Fırat'ın son söylediği şeyler utanmama neden olurken sessiz kaldım. O ise boynuma bir öpücük daha kondurup geri çekilirken bende kendimi geri çektim. Yüz yüze geldiğimizde Fırat alnımı öpüp, "Annem sana zencefil çayı yaptı. Mide bulantısına iyi geliyormuş. İçmek ister misin?" Dedi. Sıcak ve nemli dudakları hâlâ anlımdaydı. Öte yandan Canan teyzenin beni düşünüp zencefil çayı yapıp göndermesi içimde bir yeri okşarken, "Olur" dedim. Aslında zencefil çayı sevmezdim ancak madem Canan teyze benim için zahmet edip yapmıştı içebilirdim.

Fırat hafifçe içini çekip oturduğu yerde benimle birlikte ayaklanıp bedenimi yavaşça koltuğa yarı oturur yarı uzanır bir hâlde bırakırken battaniyeyi üzerime örttü. Ardından da orta sehpaya bıraktığı küçük demliği alıp mutfağa doğru ilerledi.

Dolaplardan birinden cam bir fincan alıp içine zencefil çayı döktüğünde çayın sarımtırak rengi, bardağa doluşu ve üstünde tüten dumanlar çok hoş görünüyordu. Fırat demliği yemek masasına bırakıp fincanı alarak yanıma geldi. Bardağı bana uzattığında dikkatlice aldım ve , "Teşekkür ederim" dedim. Fırat bana uzun boyuyla tepeden bakarken önümde diz çöküp "Afiyet olsun yavruma" dedi. Bir eli saçlarımda gezinirken çaydan burnuma buram buram dolan zencefil kokusuyla bir yudum aldım. Acı ve baharatlı bir tadı vardı. Ve evet bu tadı sevmiyordum ama o an içmek istedim. Şey gibiydi... Oğuz'un bana beni düşünerek aldığı çilekli sütü hiç sevmeyerek sırf benim için diye içişim gibi.

Fincanı dudaklarımdan çekerken hafiften dolan gözlerimi kırpıştırdım. Abajurun yaydığı loş sarı ışık aydınlatırken salonu Fırat gözlerimin dolduğunu anlamayacağı için rahattım. Çıplak omzuma değen sıcak ve yumuşak dudaklarla gözlerim Fırat'ı bulduğunda yüzü yüzüme çok yakındı. Kara gözlerindeki derin ve yoğun bakışları içime işlerken usulca içimi çektim. O ise saçlarımı sevmeye devam ederken, "Sen iç çayını. Bende çorbanı yapayım. Tamam?" Dedi. Dudaklarımı büzüp her ne kadar benden uzaklaşmasını istemesem de , "Tamam." Dedim.

Fırat belli belirsiz gülümseyip yanağını bana doğru çevirip, "Öpte gideyim" dedi. Dudaklarımdan belli belirsiz bir gülümseme gelip geçerken yüzüne doğru yaklaşıp dudaklarımı, traş olmaktan pürüzlü bir hâl alan, sakalsız yüzüne bastırdım. Kokusunu içime çekip dudaklarımı yüzünden geri çektiğimde Fırat, "Oh" dedi bastırarak. Dudaklarımı birbirine bastırıp küçücük bir öpücüğe bile böyle tepki veren sevdiğim adama baktım. O ise kara gözlerini gerdanıma indirip başını boynuma gömerken kokumu içine çekerek öpüp çöktüğü yerden doğrularak mutfağa gitti. Bense öylece onu izledim.

*******
Yarım saat sonra Fırat çorbayı yapmış ve iki kaseye koymuştu. Bense bir fincan çayı zar zor içmiştim. Yine de şimdiye kadar içtiğim en güzel zencefil çayı olduğunu söyleyebilirdim. Canan teyzeye teşekkür etmeyi aklımın bir köşesine yazıp bana doğru gelen Fırat'la uzandığım kotlukta hafifçe kıpırdandım. Fırat yanıma gelip koltuğun önüne çökerken yüzüme eğilip dudaklarını yanağıma bastırdı. Geri çekilip bir eliyle saçlarımı severken, "Mutfakta mı yiyelim buraya mı getireyim yavrum?" Diye sordu. Usulca içimi çekip, "Burada yiyelim" dedim. Işık gözümü alıyor başımın ağrısını artırıyordu. Fırat, "Tamam." Diyerek çöktüğü yerden doğrulup mutfağa geçti. Çorba kaselerini ve limon kestiği bir tabağı alıp geldiğinde yattığım yerden doğruldum. Fırat elindekileri orta sehpaya koyup yeniden mutfağa gittiğinde su alıp geri gelmişti.

Sehpayı koltuğa yaklaştıracakken, "Yere oturalım" dedim. Canım öyle istemişti. Fırat sehpayı bırakıp iki tane yastığı yere koyarken, "Otur yavrum" dedi. Koltuktan kalkıp yastıklardan birine oturduğumda Fırat'ta yanıma otururken uzun boyu ve heybetli bedeniyle koltukla sehpa arasına sığması biraz zor olmuştu. Bu yüzden bir bacağını arkama attığında beni bacaklarının arasına almıştı. Bende ona doğru yaklaşıp sırtımı geniş ve sert göğsüne yasladım. Fırat beni belimden tutup iyice bacaklarının arasına alırken kollarını belime sarıp önce yanağımı, sonra boynumu ve omzumu öperken, "Kurban olurum sana" dedi dişlerini sıkarak.

Başımı omzumun üstünden geriye doğru çevirip yanağını öperken, "Bende sana kurban olurum" dedim tatlı tatlı. Fırat gözlerimin içine güzel güzel bakarken gözleri dudaklarımda gezinsede burnumun ucunu öpüp belime sardığı kollarını sıkılaştırdı. Sırtım bedenine iyice yapıştığında belime değen sertliğini ve karın kaslarını hissedebiliyordum.

Fırat derin bir nefes alıp, "İç çorbanı sonra seveceğim ben seni" dedi. Alt dudağımı ısırıp önüme döndüm. Ona sırnaşıyordum ve o da bunun farkındaydı. " Tamam" dedim usulca. Fırat çıplak belimi tek koluyla sararken siyah tişörtünden açıkta kalan teni göbeğime değiyordu. Sol göğsümden içime doğru yayılan bir sıcaklık midemi kasıp kavururken yutkundum.

Ellerimden birini Fırat'ın bacağına koyup kendimi onun kollarına bıraktığımda Fırat şakağımı öpüp, "Limon?" Dedi sorar gibi. "olur" dedim. Fırat'ın limona karşı bir zaafı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sarmaya , yeşil mercimek çorbasına ve şimdi de bu çorbaya herşeye limon sıkıyordu. Seviyor olmalıydı. Ben pek sevmezdim ama Fırat'la ortak birşeyler yapmak hoşuma gidiyordu.

Fırat önce benim sonra kendi çorbasına limon sıktığında sırtımı gövdesinden ayırıp kaşığımı elime aldım. Çorbaya daldırıp dudaklarıma götürdüğümde bir çift kara göz tarafından izleniyordum. Ağzıma aldığım çorbayı içtiğimde tadı çok güzeldi. Limonda çok yakışmıştı. Beni öylece izleyen Fırat'a dönüp, "Çok güzel olmuş. Ellerine sağlık" dedim. Fırat alanımı öpüp, "afiyet olsun" dediğinde önüme dönüp çorbadan bir kaşık daha aldım. Fırat'ta çorbasını içerken bir kolu hâlâ belime sarılıydı. Onunla böyle olmayı sevmiştim.

"Keşke bu an böyle bir günde yaşanmıyor olsaydı. Keşke böyle bir gün hiç yaşanmasaydı. Ya da ne bileyim ben hiç yaşamasaydım. Herkes şuan sıcacık evinde mutlu olsaydı da ben ayazda donup kalsaydım. Hiç hak etmiyordum bu anı. Biliyorum. Oğuz'da, bende , halam da en hak etmediğimiz şeyleri yaşıyorduk bu gece. Gerçi ben acı ve yalnızlığı hak ediyordum. Hak etmediğim bu andı. "

Usulca içimi çekip üçüncü kaşığı alırken dolan gözlerimi kırpıştırdım. Şuan yanlış birşey yapıyormuşum gibi hissediyordum. Yanlıştı. Aldığım nefes, yediğim bu yemek, Fırat'ın beni sevmeleri, belli belirsiz yüzümde saniyelikte olsa beliren gülüşler herşey yanlıştı. Hak etmiyordum. Hiçbir şeyi...

Gözümden süzülen bir damla yaşa engel olamadığımda kaşığı çorbanın içine bıraktım. Başımı hafifçe önüme eğerken Fırat'ın bacağında duran elimi çektim. Bencillik ediyordum. Oğuz'u, bugün olanları , halamın söylediklerini canım daha fazla yanmasın, ruhum daha fazla kanamasın, zihnimdeki sesler beni delirtmesin diye unutmaya çalışıyordum. Kendim için Fırat'ı kullanıyormuş gibi hissettim bir an. Bugün bu kadar canım yanmasaydı affeder miydim Onu? Bilmiyorum.

Yüzüme dökülen saçlarımı çeken elle yutkundum. Belimdeki kol beni daha sıkı sararken Fırat, "Yavrum noldu?" Diye sordu. Kendimi Ondan geri çekip, "İstemiyorum" dedim. Sesim titremişti. Fırat kendimi Ondan çekmeme izin vermezken, "Neyi?" Dedi. Gözümden peş peşe süzülen yaşlarla, "Hiçbir şeyi..." Dedim fısıltılı sesim güçsüzdü. "Hiçbir şey istemiyorum...hak etmiyorum da..."

Kendimi Fırat'tan geri çekmeyi denedim yine. Fırat buna müsade etmezken beni belimden tutup kendine doğru çevirerek kucağına aldı. Yüz yüze gelmiş olsak da gözlerimi yüzüne değdirmezken Onu omuzlarından itip, "Bı-bırak" dedim. Fırat belime sardığı kollarını sıkılaştırıp beni iyice kendine çekerken, "Şşş tamam" dedi. Dudaklarımdan bir hıçkırık koparken, "İstemiyorum" dedim. "Fırat istemiyorum. "

Fırat bir eliyle yüzüme dökülen saçlarımı geriye doğru itip, "Tamam" dedi. "Tamam canımın içi. Tamam." Yaşlı gözlerim gözlerini bulurken başımı sağa sola sallayıp, "Fı-Fırat" dedim gözümden süzülen yaşlar yüzünü görmemi engelliyorken, "Çok...yoruldum."

Fırat'ın gözünden bir damla yaş süzülürken beni kendine çekip sarıldı. Saçlarımı öperken, "Geçecek" dedi. "Buradayım ben. Bırakmayacağım seni. Kurban olurum sana."

Dudaklarımdan firar eden hıçkırıklarla Fırat'a sarıldım. İçimi çeke çeke, bedenim kollarında bir sıtma krizine yakalanmış gibi sarsılırken bugün hiç ağlamamışım gibi ağladım. O ise saçlarımı sevdi, sırtımı sıvazladı, tenimi öptü kokladı derken koltuğun üzerindeki astım ilacını alışını gördüm. Biraz daha sokuldum.

Allah'ım çok yoruldum...

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧

  
  

  

  

   


  

  

  


  


 
 




 
    
 

  

  


  


  

Loading...
0%