Yeni Üyelik
47.
Bölüm

47. Bölüm

@yikim2024

*******
Dilan Bekirhan davasının yarım saat önce bana geçmesiyle adliyeden çıkmış Dilan'ın evine doğru, arabanın camına palan palan düşen karların sileceğin önünde sağa sola savruluşlarını izlerken, ilerliyordum.

Fırat sabahın erken saatlerinde askeriyeden çağrılmıştı. Yanımdan apar topar kalkıp gittiğinde pek konuşamamıştık. Sadece "kendine dikkat et, aradığımda aç o telefonu" gibi şeyler söyleyip, dün gece olanlar yüzünden ben Ona pek ılımlı yaklaşmamış olsam da, beni öpüp koklayıp öyle gitmişti. O gittikten sonra da ben bütün gece Oğuz'u düşünüp durmaktan uyuyamadığım gibi yine uyumamıştım. İlaç içeceğim için kısa bir kahvaltı yapıp duş almış, ilaçlarımı içip evden çıkmıştım. Adliyeye gelip Tarık Güngör 'e askeriyeyle ilgili dosyaları verip, Kenan Karadağlı 'ya dikkat etmesini, soruşturma süresince en çok onu araştırmasını söylemiştim. Ardından da saat 13.45 olduğunda Şırnak merkez adliyesinde formalite icabı bir ifade verip yeniden Silopi adliyesine geldiğimde, Cihan abinin Dilan Bekirhan davasının bana geçmesini sağlaması üzerine, cinayet dosyasını arşivden alıp incelemiştim. Dosyada balistik sonucu dışında herhangi bir sorun yoktu. Evde sadece Baran'ın ve Dilan'ın parmak izleri vardı. Ama ben Dilan'ın öldürüldüğü gün o evde Baran dışında üçüncü bir kişinin daha olduğundan emindim. Ve o üçüncü kişi her kimse Dilan'ı öldürenin Baran değilde O olduğunu düşünüyordum. Üstelik Baran'ın da O üçüncü kişi tarafından öldürüldüğünü , cesedininde o evde ya da o evin yakınlarında bir yerlerde olduğuna dair şüphelerim vardı.

Eğer şüphelerimde haklı çıkarsam Dilan Bekirhan cinayetinin olay örgüsü şu şekilde gerçekleşmiş olmalıydı; Dilan sabaha karşı oturma odasında oturuyorken Baran gelmişti. Kapıyı çalıp Dilan'ın kapıyı açmasını beklemişti. Kapı demir olduğu için Dilan'ın kimin geldiğine bakma olanağı yoktu. Tabii eğer camdan bakmayı akıl etmediyse. Kapıyı açtığında Baran'la karşılaşmıştı. Kapıda herhangi bir zorlama emaresi olmaması Dilan'ın Baran'ı içeriye isteyerek aldığını gösteriyordu. Belki de hamile olduğunu söylemek istemişti. Bunca yıllık kocasının Ona ve bebeğine zarar verebileceğini düşünmemiş olmalıydı.

Baran içeriye girdikten sonra bir süre konuşmuş olabilirlerdi. Eve giren üçüncü kişiye ise kapıyı sanırım Baran açmıştı. Sonrasında evin içinde neler yaşandığını tahmin edemesem de Baran evdeki diğer kişiyle birlikte Dilan'ı öldürmüş olabilirdi.

Baran'ın neden öldüğüne gelirsek TKÖ'nün bir stratejik bir kuralı vardı. Cafer Kadıoğlu olayında da olduğu gibi arkada onlara zarar verebilecek kimseyi bırakmıyorlardı. Cafer'i hapishanede , karısı Hacer hanımı da evinde öldürmüşlerdi. Baran olayı ise biraz garipti. Baran'ın ilk ortadan kaybolduğu zamanlarda Cihan abi bana Hakan Çınar'ın odasındaki böcekten duyduklarına göre örgütün Baran 'dan desteğini çekmiş olduğunu söylemişti. Bu bilginin doğru ya da yanlışlığı tartışılırdı. Çünkü ben Hakan Çınar'ın odadaki vericiyi fark ettiğini ve bizi yanıltmak için böyle bir plan kurduğunu düşünüyordum. Öte yandan Baran polislerin elinden kaçtığı günden beri hiçbir şey yapmamıştı. Örgütün bir işine yaradığını sanmıyordum. TKÖ'nün stratejisine göre de yaralı kolu kesmek gerekiyordu. İşlerine yaramayan birinin hayatta olması işlerine gelmezdi.

Önce Baran yardımıyla Dilan'ı ardından da Baran'ı öldürmüş olmalılardı. Evde bana yazılan "oyun yeni başlıyor" notu da baskı altında yamuk yumuk bir yazıyla yazıldığından zannımca o notu yazarken Baran öleceğini biliyordu. Kendi sonu hemen yanı başındayken acımasızca oynanılacak olan bir oyunun startını vermişti.

Bilmiyordum. Bu düşünceler tüylerimi ürpertiyordu. Ancak bildiğim birşey vardı ki eğer gittiğim o evde Baran'ın cesedini bulursam üzülmezdim. O ölmeyi çoktan hak etmişti.

Daha önceki gelişlerimden aşina olduğum mahalleye girmiştim. Aracı uygun bir yere park edip gözlerimi bacaları tüten, çatılarında ki kiremitleri yer yer kırılmış olan , dış cephelerindeki boyaları yıpranmış ve asıl renklerini kaybetmiş bir hâlde derme çatma duran evlerde gezdirdim. Emniyet kemerini çözüp torpido gözündeki silahımı alıp belime takarken araçtan indim. Siyah botlarım çamurlu zeminle buluştuğunda belimdeki metal tokalı siyah kemere taktığım silahın üzerini gri ceketim ve deri kabanımla iyice kapatıp burnuma dolan keskin kömür kokusuyla, yüz metre ilerideki eve doğru yürümeye başladım.

Sarı camlı, mavi demir kapısı, artık tütmeyen bir kısmı kırılmış olan urbuk şeklindeki bacası, sıvası dökülmüş olan sarı boyalı duvarları, perdeleri sıkı sıkıya örtülü olan pencereleriyle içinde artık bir yaşamın olmadığını her halinden belli eden bu ev fazlasıyla soğuk duruyordu. Zannımca bir evden bir ölüm geçti mi o evin canı da gidiyordu. Renkleri soluyor, her bir kolonu kasvete bürünüyor, duvarları içinde ölü ruhları saklıyordu. Ölüm ne garip birşeydi. Dolapta asılı bir elbise içi boş, mutfakta bir kap yemek yiyeni yok, rafta tozlanmış bir kitap okuyanı yok...

Dolan gözlerimi kırpıştırıp demir kapının önünde durdum. Deri eldivenimin sardığı elimi kapının sürgülü mandalına koyup yutkundum. Gözlerimi kendimden cesaret almak istercesine kapatıp açarken sürgüyü çekip kapıdan yükselen metalik sesle kapıyı geriye doğru ittirdim.

Gözlerimi evin içinde gezdirirken beni karşılayan uzun hole serilmiş kahverengi muşambanın üzerinde halı yoktu. Bir önceki gelişimde yerde bir kısmı mavi , bir kısmı yeşil, bir kısmı beyaz , bir kısmı kırmızı, bir kısmı siyah olan, hol boyunca uzanan, el örgüsü olduğu belli olan ince bir paspas vardı. Komşular ya da eve giren herhangi biri kaldırmış olmalıydı.

Holün sonundaki kapısı hafif aralık olan tuvaletin önündeki tahta merdiven dikkatimi çekerken Dilan'ın cesedinin bulunduğu gün o merdivenin orada olmadığından emindim. Ayağımdaki botları çıkarma gereği duymadan içeriye girdiğimde evin içini kokladım. Herhangi bir ceset kokusu yoktu. Sadece biraz rutubet ve beton kokusu geliyordu.

Ayağımdaki botlar kahverengi muşambaya çamur izleri bırakırken sağımda kalan oturma odasının önünde adımlarımı durdurdum. Gözlerim Dilan'ın cesedinin olduğu yerde gezinirken, bir önceki gelişimde zeminde bulunan, eski Osmanlı halısı holdeki paspas gibi yerinde yoktu. Biri gelip evi toplamış olmalıydı.

Gözlerimi ahşap tahta rengindeki parkelerden kaldırıp odanın içini incelemeye devam ettim. Üzerine beyaz çarşaf örtülmüş olan, yine bir önceki gelişimden, renginin kırmızı olduğunu bildiğim, ahşap kolçakları oymalı olan koltuklar, ahşap bir televizyon ünitesi, ünitenin üzerindeki siyah tüplü televizyon, ince bir tozun kapladığı ahşap zigon sehpalar, sehpaların en büyüğünün üzerinde Dilan'ın bebeği için örmeye başladığı, lakin ne olduğu tam olarak belli olmayan, sarı bir ipten örülmüş küçük bir parça vardı.

Titrek bir nefesi içime çekip sehpaya doğru ilerledim. O küçük parçayı elime alıp deri kabanımın cebime koydum. Bir gün aklımdaydı; Dilan'ın mezarına gidecektim. Bu küçük örme parçayıda mezarının bir köşesine gömerdim. Bebeğine ait olan küçük bir parça...belki yanında olmalıydı.

Oturma odasından çıkıp bulunduğum odanın çaprazında ki mutfağa girdim. Küçük bir mutfaktı. Kahverengi tonlarında mutfak dolapları, beyaz fanyastan örülme küçük bir tezgah, eski bir buzdolabı, dolabın üzerinde kırmızı bir davul fırın, küçük tezgahın bir köşesinde duran ocak dışında birşey yoktu.

Tezgaha doğru ilerleyip deri eldivenlerimin sardığı ellerimle dolap kapaklarını açıp içlerine baktım. Ne aradığımı bilmiyordum ancak birşey bulmam gerektiği aşikardı.

Dolapların içinde birkaç bakır sahan, bir iki çorba kasesine benzer tabaklar, iki çelik tencere dışında pekte birşey bulunmuyordu. Tezgahın altında ise dolap yerine sofra bezini andıran bir örtü vardı. Örtüyü geriye doğru sıyırdığımda tezgahın altında büyük bir tüp dışında birşey olmadığını görmüştüm.

Örtüyü geri çekip buzdolabına doğru ilerledim. Üstünden tutup kapağını açtığımda içi boştu. Kapağı kapatıp buzluğu açtığımda kırmızı benzin bidonuna benzer bir bidonla karşılaşmıştım. Kaşlarım sorgulayıcı bir ifadeyle çatılırken bidonu sapından tutup elime aldım.

Ağırlığından ve elimde salladığımda gelen sesten içinde sıvı birşeyin olduğunu anladım. Bidonun ön yüzünü çevirdiğimde üzerindeki beyaz etikette yazan şeyle kaşlarım iyice çatılmıştı.

"Formaldehit
%40"

Bu madde tıpta kadavraların bozulmaması için kullanılan bir çeşit koruyucu maddeydi. Koklandığında dahi ölüme kadar varabilen bir zehir etkisi mevcuttu. Özellikle %40'lık bir oran fazlasıyla tehlikeliydi.

Peki böyle bir maddenin bu evin mutfağındaki buzdolabında ne işi vardı? Bedenimi saran ürperti tüylerimi diken diken ederken ilk girdiğim andan beri bu evde beni içten içe rahatsız eden birşeyler olduğunu hissetsem de şuan bu his üzerimde fazlasıyla baskındı.

Elimdeki bidonu buzluğa geri bırakıp kapağını kapatırken mutfaktan çıktım. Baran'ın cesedi bu evde bir yerlerdeydi. Evde çürümüş et kokusunun olmama sebebi de o "formaldehit" denilen madde olmalıydı.

Mutfaktan çıktığımda cebimdeki telefondan yükselen ani zil sesiyle irkilmiştim. Bir elim korkuyla göğsüme giderken diğer elimi, derin bir nefesi alıp verirken, gri ceketimin iç cebine sokup telefonu aldım. Ekrana baktığımda Fırat arıyordu. Şu halde açmakla açmamak arasında kalsam da sabah aradığı an o telefonu açacağıma dair söz verdiğim için açmaya karar vermiştim. Hem belki şu hâlde sesini duymak iyi hissettirirdi.

Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürürken mutfağın yanındaki yatak odası olduğunu tahmin ettiğim kapıya yöneldim. Kapının kolunu tutarken, "Alo?" Dedim. Telefonun diğer ucundan derin bir iç çekiş duyulurken kapının kolunu indirdim. Oturma odasındaki koltuklar gibi üzerine beyaz bir örtü serilmiş olan yatak kapıyı açınca gördüğüm ilk şey olurken Fırat'ın, "Nerdesin?" Diye soran sesi kulaklarıma doldu. Kapıyı bırakıp içeriye doğru adımlarken, "Dışarıdayım." Dedim. Yalan söylemekte nerede olduğumu bildirmekte istemiyordum.

Odanın içinde pek birşey yoktu. Sadece kapakları kapalı olan bir gardrop vardı. Bir cesedi saklamak için iyi bir yer olabilirdi. Dolaba doğru ilerlerken Fırat, "Ne arıyorsun dışarıda?" Dediğinde sesi dışarıda olmamdan pek hoşlanmadığını belli ediyordu.

Şimdi ağzımı açıp bu sorusuna "ceset" desem ne olurdu acaba? Çünkü şuan burada ceset arıyordum.

Dolabın kapağını gıcırdamamasına özen göstererek açarken, "Sen ne arıyorsun dışarıda?" Diye sordum. Telefondan gelen motor sesine bakılırsa O da dışarıdaydı ve araba kullanıyordu.

Dolabın kapağını açıp içine baktığımda birşey yoktu. Ne kıyafet ne de Baran'ın cesedine dair hiçbir iz bulamazken Fırat, "Merkezde bir işim vardı. Gelmişken bir seni de göreyim dedim. Neredeysen söyle geleyim yanına." Dedi. Dolabın kapaklarını kapatıp önüne diz çökerken, "Ben şuan senin gelebileceğin bir yerde değilim. İşim var." Dedim.

Önüne çöktüğüm dolabın alt çekmecelerini açtım. İlkinde havlu gibi şeyler varken bir alt çekmeceyi çektiğimde Fırat, "Ne işi bu?" Diye sordu. Ciddi ve tok sesi sorgulayıcıydı.

İkinci çekmeceden de birşey çıkmadığında çöktüğüm yerden doğruldum. Odanın içinde son kez bir göz gezdirip çıkarken, "İşimle ilgili bir iş Fırat. " dedim. "Ben sana soruyor muyum "merkezde ne işin vardı?" Diye. "

Uzun holün ortasında öylece durup etrafı incelerken evin içinde aranacak başka bir yer kalmamıştı. Üç odalı evin her yerine bakmıştım. Evin çevresinde herhangi bir kömürlükte göze çarpmıyordu.

Kulağımdaki telefondan Fırat'ın, "Sor Hazan. Sorma mı diyoruz." Diyen sesiyle gözlerim, eve ilk girdiğimde dikkatimi çeken, tuvaletin duvarına yaslı olan ahşap merdiveni bulurken merdivene doğru ilerleyip, "Demiyor musun?" Diye saçma sapan bir cümle kurdum.

Aklım bu merdivenin burada ne aradığındaydı. Ya da bu evin içinde merdivenle çıkılacak neresi vardı? Genelde böyle evlerde bir tavan arası olurdu. Ve belki de bu merdiven onun içindi. Bir cesedi saklamak için ideal bir yer olabilirdi. Fırat hafifçe içini çekip, "Demiyorum." Dedi. Başımı tavana doğru kaldırdığımda tavanda yeni yapıldığı belli olan büyük kare şeklinde bir kapak vardı.

Çıkıp bakmakla , polis çağırıp bakmak arasında git gel yaşarken tam da şu noktada telefonu kapatmam gerekiyordu. Lakin şuan burada tek başıma olmak beni bir sebepten ürkütüyorken Fırat'ın sesi , telefonun diğer ucunda oluşu güven veriyordu. Bu yüzden telefonu bir süre daha açık tutmaya karar verirken, "Tamam soruyorum o zaman. Ne işin vardı merkezde?" Dedim .

Bir yandan da duvardaki merdivenin sağlamlığını kontrol ederken polis konusunda kararsızdım. Buraya gelip olay yeri incelemesi yaptığımdan başsavcının haberi vardı. Olay yerini incelemek için izin belgesi de almıştım. Ancak yanıma bir polis ekibi alma gereği duymamıştım. Cesedi bulduktan sonra polis çağırmayı düşünüyordum. Fırat, "Dedemler buraya kebapçı açıyor. Onun işleriyle ilgileniyordum." derken cesedi tavan arasında bulup bulamayacağım meçhul olduğu için tek başıma devam etmeye karar verdim.

Duvara dayalı olan merdiven bir metre uzaklıktan direkt tavan arasının kapağına ulaşırken kapak aşağı doğru açılıyormuş gibi duruyordu. Bu yüzden merdivenin kapakla olan mesafesi iyiydi. Bu da demek oluyordu ki bu merdiveni buraya koyan kişi tavan arasının kapağını açmıştı. Ki kapakla merdivenin arasındaki mesafe biri tarafından ayarlanmıştı. Sağlamlığından emin olduğum merdivenin ilk basamağına çıkarken, "Ya?"dedim. Demek Fırat dün akşam "Sado " dediği adamla toptancı hakkında bu yüzden konuşmuştu.

Başımı tavana doğru kaldırmış bir elimle merdivene tutunurken diğer elim kulağımdaki telefondaydı. Temkinli adımlarla ikinci basamağı da çıktığımda Fırat, "Bir gün seni de götüreceğim. Aklımda. " dedi. Üçüncü ve dördüncü basamağı da çıkıp kapağa iyice yaklaştığımda, "Olur" dedim. Son bir basamak daha çıksam kapağın aşağı doğru sallanan zincir tutacağına ulaşmış olacaktım. Lakin kapağın gümüş bir asma kilitle kilitlenmiş olması daha yeni yeni dikkatimi çektiğinde çıktığım basamakları geri inerken Fırat hafifçe içini çekip, "İyi misin?" Diye sordu. "Sabah yedin mi birşeyler? "

Merdivenden inip, tavan arasının anahtarını aramak için, oturma odasına girerken, "Yedim." Dedim. Girdiğim odadada televizyon ünitesinin önüne çöküp dolap kapaklarını açtığımda boştu. Diğer kapağı açarken Fırat, "İlaçlarını içtin mi? " diye sorduğunda bu dolabın içi de boş çıkarken, "İçtim." Dedim. Alttaki çekmecelere yönelip içlerini açtığımda onlarda boştu.

Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken çöktüğüm yerden doğrulup oturma odasından çıktım. Mutfağa girip anahtarı nerede arayacağımı bilmezken Fırat, "Noldu?"dedi sorgulayıcı bir sesle. Küçük mutfakta etrafa bakarak kendi çevremde bir tur dönerken, "Birşey yok. " dedim."Sonra konuşalım mı? Benim biraz işim var. " Fırat'la konuşmak güvende hissettiriyor iyi geliyordu ancak tavan arasına çıkarken çıkacak olan sesler ya da orada neyle karşılaşacağımı bilmediğimden telefonu kapatsam iyi olacaktı.

Fırat birkaç saniye sessiz kalıp, "Güvende olduğun bir yerde misin?" Diye sordu. Duvardaki çiviye asılı olan anahtar gözüme ilişirken , "Evet." Dedim. Anahtara doğru ilerleyip asılı olduğu çividen alırken anahtarın beyaz ipindeki ve metal ucundaki kırmızılık dikkatimi çekmişti. Anahtarın ipini burnuma götürüp kokladığımda aldığım kurumuş kan kokusuyla kaşlarım çatılmıştı.

Tavan arasında neyle karşılaşacağım beni iyiden iyiye düşündürürken Fırat, "Tamam " dedi. "Dikkat et kendine. " Başımı o görmese de olumlu anlamda sallayıp, "Tamam. Akşam görüşürüz. " dedim ve telefonu kapatıp iç cebime koyarken mutfaktan çıkıp merdivene doğru ilerledim.

İlk basamağı çıkıp tırmanırken biraz gerilmiştim. Beşinci basamakta durup bir üst merdivene oturur gibi yaslanırken asma kilide uzandım. Sol elimle soğuk gümüş kilidi tutarken sağ elimdeki anahtarı kilidin yuvasına sokup çevirdim. Kilit açılırken anahtarı yuvasında bırakıp kapağın üzerinde bir ağırlık hissederken asma kilidin kancasını takılı olduğu demirden çıkardığım anda kapağın üzerinden yere gürültüyle düşen şey korkuyla geriye çekilip merdivenin kenarlarına tutnmama neden olurken dehşetle açılan gözlerime ve ağzımdan çıkan küçük çığlığa engel olamamıştım.

Merdivenin dibine düşen Baran'ın mosmor olmuş cansız bedeni çırılçıplaktı. Göz kapakları üsten kaşlarına siyah dikiş ipliğiyle dikilmişken gözleri sola doğru kaymış bir halde korktucu bir şekilde açıktı. Ağzının yanlarından geçirilen metal kancalar dişlerini gösteriyordu ve gülüyormuş gibiydi. Sol şakağındaki kurşun yarasından akan kanlar kulağına kadar süzülüp kurumuştu. Gözlerine ve açık olan dişlerine kan dolmuşken karnının üzerine, sanırım Baran'ın kanıyla, büyük harflerle "TKÖ" yazılmıştı. Gözlerimi biraz daha aşağı indirdiğimde kesilen penisinin tam olarak etinden ayrılmamış bir şekilde sarkışı, bacaklarına doğru akıp kurumuş olan kan herşey...ama herşey oldukça korkutucuydu.

O sırada dikkatimi aşağı doğru sallanan kapağa çakılan bir çiviye asılmış olan büyük bir zarf çekerken tuttuğum nefesimi serbest bıraktım. Kalbim göğüs kafesimde hızla atıyorken kasılıp duran bedenimle korkuyla dolan gözlerim etrafı bulanık görmeme neden oluyordu. Elim ayağım boşalmış bedenim üzerinde bulunduğum merdivenin tepesinde zangır zangır titriyorken, burnuma cesedin üzerine kokup çürümemesi için sürülen, formaldehit maddesinin bile engelleyemediği ceset kokusu dolduğunda sıklaşan nefeslerim körük gibi hızla kalkıp inen göğsümü zorluyordu. Birkaç kez diyaframdan nefes almaya çalışıp başaramadığımda merdivene sımsıkı tutunan ellerimde birini deri ceketimin cebine atıp astım spreyini çıkardım. Deri eldivenimin üzerinden bile titrediği belli olan elimdeki ilacını dudaklarıma dayayıp ağzıma sıktım. İlacını ağzımdan çektiğimde ciğerlerim havayla dolarken spreyi cebime geri koyup gözümden süzülen bir damla yaş yanağıma doğru yol alırken kapakta sallanan büyük zarfı titreyen elimle aldım.

Gözlerimi asla yerdeki cesede değdirmeden merdivenin çıktığım basamaklarını titreyen bedenimle zar zor inip kalan son iki basamakta sırtımı cesede dönüp merdivenin yanından indim. Adımlarım sendeleyip düşecek gibi olduğumda duvara tutunup cesedin ayak ucundan dolanıp açık olan kapıya doğru ilerledim.

Yarı açık olan mavi demir kapının önünde durup bulanan midemle hava almaya çalışırken titreyen bedenimle yere çöktüm. Kendime gelebilmek için bir süre çöktüğüm yerde öylece durdum.

Bunlar nasıl insanlardı? Bu nasıl bir psikopatlıktı? Kendi saflarından olan birini bile nasıl böyle insafsızca işkence ederek öldürebiliyorlardı?

Öte yandan bu işte bir tuhaflık vardı. Baran'ı öldürüp, işkence edip , üzerine "TKÖ" yazıp, tavan arasına saklayıp birde üstüne bir zarf bırakmaları benim buraya geleceğimi bildiklerini gösteriyordu. Üstelik benim buraya geleceğim güne kadar cesedin bozulup koku yapıp insanları rahatsız etmemesi için formaldehite bulanması oldukça planlıydı.

Bu durumda TKÖ ya da Hakan Çınar benim Dilan Bekirhan davasını alacağımı biliyor olabilir miydi? Buraya gelişim, cesedi buluşum veyahutta diğer şeyler...fark etmeden TKÖ 'nün kurduğu oyun doğrultusunda mı ilerliyordum?

Kafam allak bullak olurken cebimdeki telefonu çıkarıp polisi aradım. Açılan telefondan bir kadın sesi, "Alo155. Polis ihbar hattı. Buyrun?" Derken düz tutmaya çalıştığım sesimle, "Ben Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu. Şırnak Silopi Güldere mahallesine bir polis ekibi istiyorum. Olay yerinde yaklaşık bir haftalık bir ceset mevcut. Cinayet büroya, 112'ye ve olay yeri incelemeye haber verilsin." dedim. Telefonun diğer ucundaki polis, "Emredersiniz savcım. Ekipleri hemen yönlendiriyorum . " dediğinde teşekkür edip telefonu kapatıp cebime koydum.

Çöktüğüm kapı ağzından, vücudumu saran soğuk havanı üşümeme ve esen soğuk rüzgarın saçlarımı savurup , yağan iri kar tanelerinin yüzüme çarpmasına neden olurken duvara tutunup, elimdeki büyük zarfla birlikte doğruldum.

Cesede gözlerimi değdirmeden oturma odasına geçip beyaz örtülü tekli koltuklardan birine oturdum. Elimdeki zarfı inceleyip arkasını çevirdiğimde üzerinde yine kan olduğunu tahmin ettiğim bir maddeyle "Savcıya" yazıyordu. Kaşlarım sinirle çatılırken hafif bir ağırlığı olan zarfı açtım. İçine baktığımda bir CD ve bir not olduğunu gördüm. Beyaz bir kağıda yazılmış olan notu elime aldığımda üzerinde tek bir cümle yazılıydı;

"Yalnız izle!"

Notu zarfın içine atıp CD'yi alırken üzerinde "TKÖ" dışında yazan birşey yoktu. İçinde ne olduğunu merak ederken Oğuz'un tutuklanmasından benim bu eve gelişime kadar herşeyin TKÖ tarafından planlandığına neredeyse emindim. Ama gözden kaçırdıkları birşeyler vardı. Ben bu eve onların planladığından daha erken gelmiştim. Hakan Çınar'ın odasına girişim, balistik sonuçlarıyla oynandığını fark edişim, cesedi onların istediği zamandan erken buluşum kurdukları plan her neyse onu sekteye uğratmış olabilirdi. Çünkü Baran'ın cesedini bozulmasın diye formaldehitle kaplamaları cesedin tavan arasında uzun bir süre kalmasını planladıklarını gösterirdi. Bir ölünün çürüyüp koku salması 7 ila 12 gün arasında olurdu. Ceset bu süre zarfında görünüm olarak pek bir değişikliğe uğramazdı. Eğer Baran 'da Dilan'ın öldürüldüğü gün öldürülmüşse ceset yaklaşık bir buçuk haftalıktı. TKÖ benim Baran'ın bedenini o şekilde görmemi istediyse bu kadarlık zaman diliminde cesedi bozulmaması için muhafaza etmelerine gerek yoktu. Öte yandan belki komşular evdeki kokuyu fark etmesinler istemişlerdi ancak Baran'ı öldürüp, formaldehitle kaplayıp ardından da tavan arasına saklamaları fazlasıyla dikkat çekiciydi. Üstelik Dilan'ın cesedinin bulunduğu gün Baran'ın cesedi bu evde değildi. Baran buraya sonradan getirilmişti. Zannımca başka yerde öldürülüp öyle getirilmiş olmalıydı.

Elimdeki zarfı katlayıp deri ceketimin iç cebine koydum. Oturduğum yerden kalkıp evden çıktım. Demir kapıyı da yarıya kadar kapatırken evin çaprazındaki beyaz badanalı eve doğru ilerledim.

Kar yağışı ince taneler halinde devam ediyordu. Esen hafif rüzgar saçlarımı savururken ürpermeme neden olmuştu. Bugün diğer günlere nazaran biraz fazla üşüyordum. Ayağımdaki botlar çamura bulanırken önünde durduğum evin siyah demir kapısını çalıp beklemeye başladım.

Saniyeler içerisinde açılan kapıdan kırklı yaşlarında, kahverengi yazmalı, sarı penyeli, siyah etek giymiş bir kadın göründüğünde hafif bir tebessümle, "İyi günler teyzecim. " dedim. Kadın başıyla selam verir gibi olup bana meraklı gözlerle bakarken, "Buyur kızım. Kime bakmışsan?" Diye sormuştu. Teyzenin kahverengi gözlerine bakıp, "Ben savcıyım. " dedim. Anlık bir Dilan'ların evine dönüp, "Dilan Bekirhan cinayetini araştırıyorum. Son zamanlarda dikkatinizi çeken birşey oldu mu ya da Dilan'ın öldürüldüğü gün kocası Baran Bekirhan'ı evin yakınlarında gördünüz mü?" Diyerek konuşmaya devam ettim.

Kadın garip bir şekilde gözlerini benden kaçırırken, "Benim birşeyden haberim yoktur. " dedi. "Ne Dilan'ı ne de Baran'ı görmemişim. Dikkatimi çeken birşeyde olmamıştır. İyi günler kızım." Kapı aniden yüzüme kapandığında birkaç saniye kalakaldım. Kadının korkutulmuş olduğu çok belliydi.

Kapıdan uzaklaşıp yaklaşık elli metre ilerideki eve doğru yürüdüm. Eğer bu gittiğim evden de az öncekine benzer bir cevap alırsam bu mahalledeki insanların TKÖ tarafından korkutulduğuna emin olacaktım.

Dış cephesi sadece sıvanmış olan siyah demir kapılı evin önünde durup kapıyı çaldım. Bu kapıda saniyeler içinde açılırken karşımda tahmini otuzlu yaşlarının ortalarında olan kirli sakallı uzun boylu bir adam vardı. Kalın kaşlarının ortası sorgulayıcı bir şekilde çatıktı ve sert yüz hatları asabi biri olduğunu düşündürüyordu.

Kahverengi gözleriyle beni baştan aşağı süzüp kaba sesinde hissedilen doğu şivesiyle, "Buyrun?" Dedi. Lafı fazla uzatmadan, "İyi günler beyefendi. Ben komşunuz Dilan Bekirhan'ın cinayetiyle ilgili birkaç soru sormak için rahatsız ettim." Dedim. Adam gerildiği belli olan bir tavırla, "Kimsiniz?" Diye sordu.

"Savcıyım" dedim. Adam sinirli bir hâl alan yüz ifadesiyle, "Benim birşey bildiğim yok. " dedi. "Cenaze benim evimden mi çıkmıştır? De git bacım. Asabımı bozma benim. "

Adam geri çekilip birşey söylememe fırsat vermeden kapıyı kapattığında emin olmuştum. Buradaki insanlar TKÖ tarafından korkutulmuştu. Öte yandan Dilan Bekirhan dava dosyasında komşuların ya da herhangi bir görgü tanığının ifadesi yoktu. Dava dosyasının ikinci eksiği de buydu. Bu iki komşunun gösterdiği tepkilerden anlayıp emin olduğum bir diğer şey ise; eğer tavan arasında ki ceset kokmaması için formaldehitle kaplanmamış olsaydı bu mahalledeki insanlar cesedin kokusunu alıp evde ölü bir bedenin olduğunu fark etselerdi tehdit edildikleri için asla polisi arayıp ihbarda bulunmazlardı. Bu da demek oluyordu ki haklıydım. TKÖ benim Baran'ın cesedini daha geç bulacağımı düşünüp planlamışlardı. Cesedin o korkunç halini görmemi istedikleri içinde o maddeyi kullanıp Baran'ın cansız bedenini muhafaza etmeye çalışmışlardı.

Derin bir nefes alıp çıktığım eve geri döndüm. İçeriye girmek istemediğimden kapının önünde beklemeye karar verdiğimde mahalleye giren polis aracı ve olay yeri inceleme aracını gördüm.

Burası tam bir mahalle değildi aslında. Küçük bir köy diyebilirdik. Polisler ve beyaz tulum giymiş olan olay yeri inceleme ekipleri araçlardan indiklerinde onlara doğru ilerledim. Polis ekibinin başında olduğunu düşündüğüm kumral saçlı adamın karşısında durup "Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu" diyerek kendimi tanıttım. Polis memuru başıyla selam verirken, "Cinayet büro amiri Şahin Özyurt" dediğinde Dilan'ın balistik sonucunun orijinalini istediğim VASÖ ajanı olan polis olduğunu anlamıştım. Bu oldukça iyi olmuştu.

Başımla Onu onaylayıp elimle evi göstererek, "Buyrun. Ceset şu evde. " dedim. Ardından da önde ben arkamda polis ve olay yeri inceleme ekibi eve girdik. Cesede gözlerimi değdirmeden geriye çekilip onlara içeriye girmeleri için yol verdim. Polisler içeriye girip cesedin yanına ilerlediklerinde peşlerinden gidip cesedin hâlini görünce değişen yüzlerine birkaç saniyeliğine bakıp durumu onlara açıklamak için konuşmaya başladım.

"Adamın adı Baran Bekirhan. Terör örgütü mensubu. Bundan iki buçuk hafta önce tutuklandı. Cezaevine giderken polislerin elinden kaçtı. Bir süredir savcılık ve emniyet tarafından aranıyordu. Bir buçuk hafta önce karısı Dilan Bekirhan'ın bu evde ölü bulunduğuna dair bir ihbar alındı. Savcılığa ulaşan bilgilere göre Dilan Bekirhan'ın öldürüldüğü gün Baran evin etrafında görülmüş. Gördüğünüz ceset tahmini bir ya da bir buçuk haftalık. Çürümüş ya da pek fazla kokmuyor oluşuna aldanmayın. Ceset bozulup koku yapmasın diye formaldehit ile kapanıp tavan arasına saklanmış. Formaldehit maddesi mutfakta buz dolabında duruyor. Olayın örgüt infazı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. "

Polisler bir yandan beni dinleyip bir yandan da etrafı incelerken olay yeri inceleme ekipleri ellerindeki çantadan çıkardıkları ekipmanlarıyla cesedi inceleyip fotoğraflarını çekiyorlardı.

Şahin Özyurt, "Cesedi siz mi buldunuz savcım?" Diye sorduğunda başımı onaylarcasına sallayıp, "Evet. " dedim. "Bu dava bana yeni geçti. Olay yerini araştırmak için gelmiştim. Cesedi söylediğim gibi tavan arasında buldum. Kapağın üzerine yerleştirilmişti. Kapağı indirdiğim gibi yere düştü. Tavan arasını da incelemenizi istiyorum."

Adam beni başıyla onaylayıp, "Emredersiniz savcım. " dediğinde olay yeri inceleme ekibinden birine, "Tavan arasına bakın " diyerek emir verdi. Bir polis memuru, "Emredersiniz amirim " derken yanına olay yeri incelemden birini alıp ahşap merdiveni tırmanmaya başlamışlardı.

O sırada ambulansın kısa siren sesi duyulduğunda gözlerim kapıyı buldu. Ambulansı gördüğümde içinden inen sağlıkçılar sedyeyi çıkarmak için aracın arkasına doğru ilerliyorlardı.

Gözlerimi onlardan çekip önüme dönerken bileğimdeki saate baktım. Saat 16.42'yi gösteriyordu. Bir gün daha bitiyorken aklıma hiç çıkmasa da yine Oğuz düştü. Şırnak merkez adliyesinden çıktıktan sonra Cihan abi arayıp Oğuz'un Perşembe günü olacak olan mahkemeye kadar cezaevine gönderildiğini söylemişti. Hiç hak etmediği bir yerde ikinci günü de devirmek üzereydi. Ne haldeydi , ne yapıyordu, bana çok mu kızgındı, nefret mi ediyordu benden? Aç mıydı açıkta mıydı? Bilmiyordum. Onun için birşeyler yapmaya çalışıyordum ancak tuttuğum bu ipin ucu beni Perşembe gününe kadar nereye çıkarırdı bilemiyordum. Baran'ın cesedini bulmuştum. Ama otopsiden Hakan Çınar için elle tutulur birşey çıkar mıydı, balistik sonucuyla oynandığını nasıl kanıtlayabilirdim, orijinal raporu nereden bulduğumu nasıl anlatabilirdim meçhuldü. Eğer o tavan arasından beklediğim gibi suç aleti çıkmazsa ne yapacaktım? Bu da bilmediğim bir diğer şeydi. Öte yandan çok yorgundum. Neredeyse üç gecedir gözüme doğru düzgün uyku girmemişti. Dün gecede Fırat yanımda olmasına rağmen uyuyamamıştım. Yatakta dönüp durmuştum. Fırat defalarca kez beni kendine çekip uyutmaya, beni sevip öpmeye çalışsa da onu kendime yaklaştırmamıştım. O da bir yerden sonra beni kendi halime bıraksa da ben kafamdaki düşüncelerden O ise , söylediğine göre, bana sarılıp, başını boynuma gömüp kokumu soluyamadığından uyuyamamıştı. Ama bence bu bir bahaneydi çünkü Fırat birlikte uyuduğumuz diğer zamanlarda da doğru düzgün uyumuyordu. Dün gece söylediği o sözlerde zannımca bana yaklaşmak için bulduğu bahanelerdi.

Her neyse. Yorgundum işte. Her geçen saniye daha da yoruluyor kendimden mütemadiyen olduğu gibi daha fazla nefret ediyordum. Niye hiçbir şeyim dikiş tutmuyordu benim? Ne ailem, ne işim, ne sevdiğim...neden her seferinde sert bir kayaya çarpıp paramparça oluyordum. Herşey o kadar dağınık, o kadar zordu ki çoğu zaman yaşamak gelmiyordu içimden. Hani bazen "tamam artık bırakıyorum , olmuyor, benden bu kadar" dediğiniz anlar olur ya işte çoğu zaman öyle hissediyordum. Neyi tutsam elimde kalıyorken hayat pekte yaşanılası bir yer gibi gelmiyordu. Yine de şimdiye kadar direnmiştim. Bundan sonra da direnecektim. Onca şeye göğüs gerip şu hayattan muradımı alamadan göçüp gidersem ölüm bile hafifletemezdi içimdeki acıyı. Onca yıl boşa sürünüp durmuş olamazdım ya. Benim de elbet vardır bu dünyadan bir alacağım.

Dolan gözlerimi kırpıştırıp başımı eğdiğim önümden kaldırırken, "Amirim burada bir şey bulduk. " diyen polisin sesiyle gözlerim tavan arasını bulurken Şahin Özyurt, "Ne buldunuz?" Diye sorarken cesedin ayak ucundan dolanıp merdivenin dibinde durdu. Tavan arasındaki polis memuru elindeki siyah poşetle birkaç basamak aşağı inip elindeki poşeti Şahin Özyurt'a verdi.

Adam poşetin içini açıp bakarak yanıma geldiğinde poşetin içinden iki adet silah, deri eldiven, siyah dikiş ipliğinin üzerine geçirilmiş ucu kanlı bir iğne çıkarmıştı. Silahlardan biri Arcus diğeri Glock 'tu. Üzerlerinde yanlarında bulunan deri eldivenden dolayı parmak izi olacağını sanmıyordum ancak yine de, "Parmak izi incelemesine gönderin. " dedim. Şahin Özyurt, "Emredersiniz savcım" derken elindekileri poşetin içine koyup polislerden birine verdi.

Olay yeri inceleme ekipleri evin her yerinden parmak izleri alıp fotoğraflarını çekerken dolaptaki kırmızı bidondaki formaldehiti de benim yönlendirmem doğrultusunda, parmak izi incelemesi için, almışlardı. Ellerindeki sedyeyle kapının önünde bekleyen ambulans çalışanları yaklaşık yarım saatin sonunda Baran'ın cesedini siyah ceset torbasına koyup götürülerken bizde evden çıktık.

Ambulans mahalleden çıkarken evlerin pencerelerindeki insanlar merakla buraya bakıyorlardı. Az önce konuştuğum teyze evinin kapısının önündeydi. Polisler ve olay yeri incelemede evden uzaklaşırken son kez artık bomboş kalan bu eski gecekonduya bakıp arabaya bindim. Gerisin geri çıktığım bu mahalleye bir daha yolum düşmeyecekti.

*******
Adliyeye geldiğimde Dilan Bekirhan davası için yeni bir dosya açmıştım. Polislere verdiğim sözlü emri emniyet müdürlüğüne silahların ve geriye kalan diğer şeylerin üzerinde parmak izi incelemesi istediğime dair yazdığım dilekçeyle yazılı bir şekilde önce başsavcılığa oradan da emniyete yollamıştım. Ardından da Baran'ın cesedi için otopsi talebinde bulunmuştum. Parmak izi sonuçları yarın elimde olurdu. Otopsiyi de yarın sabah olarak talep etmiştim. Bugün neredeyse bitmişti. Hakan Çınar hakkında delil toplamak için son bir günüm vardı. Herşey ne kadar hızlı olursa o kadar iyiydi.

Dava dosyasına Baran Bekirhan cinayetiyle ilgili bugün olay yerinde olanları raporlayıp otopsi ve parmak iz incelemeleri için yazdığım dilekçelerin bir kopyasını da dosyaya ekledim. Yarın olay yeri inceleme raporları elime ulaştığında onları da ekleyecektim.

Son çıttıyı da yazıcıdan alıp önümdeki mavi evrak dosyasına koyarken gözlerim pencereye ilişti. Hava fazlasıyla kararmıştı. Gözlerim masanın üzerindeki saati bulurken saat 20.22'yi gösteriyordu. Yaklaşık üç saatir buradaydım. Oturduğum yerde bedenimi esnetirken şimdiye kadar Fırat'ın beni neden hiç aramadığını düşünüyordum. İç cebimde duran telefonu elime alıp yandaki tuşuna bastığımda kapalı olduğunu fark ettim. Şarjım bitmişti.

Fırat kim bilir kaç kez aramış olmalıydı? Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken oturduğum yerden kalkıp deri ceketimi giydim. İşim bitmişti, çıkacaktım. Bilgisayarı kapatıp dosyayı dolaba kaldırdım. Odayı ve masayı son kez kontrol edip önce odamdan sonra da adliyeden çıktım.

Kar yağışı iri kar taneleri halinde devam ediyordu. Hafif esen rüzgar sert bir hâl almıştı. İki hafta sonra yılbaşıydı. Önümüzde henüz yeni yeni başlayan koca bir kış vardı.

Adliye bahçesinden güvenlik görevlilerine iyi geceler ve iyi nöbetler dileyip çıktığımda aracının önünde durmuş beni bekleyen Fırat'la karşılaşmak beni şaşırtmıştı. Derince çattığı kaşları, sinirli olduğunu belli eden kara gözleri, heybetli bedeni ve uzun boyuyla oradaydı.

İçimi saran sıcaklıkla onu özlediğimi fark ederken beni baştan aşağı süzüp iyi olup olmadığımı tespit eden gözlerle duraksayan adımlarımı hareketlendirdim. Aracını benim kullandığım arabanın önüne park etmişken yanında durdum. Fırat gözlerime sert bir ifadeyle bakarken kapalı olan telefonum yüzünden kızgın olduğunu anlamak zor değildi.

Birkaç saniye O birşey söylesin diye beklerken öylece susup gözlerime, derinlerinde bir özleme karışan sevgiyle , bakan sinirle parlayan gözleriyle gerilmiştim. Sabah evden çıkarken söz vermiştim Ona, "Aradığında o telefonu açacağım" diye. Hatta dün akşamda bu konuyu kısmen konuşmuştuk. Şimdi böyle ketum bir öfkeye bürünüşünü anlayabiliyordum. Ancak telefonumun şarjı bitmişti. Ne yapabilirdim?

Fırat'a durumu açıklasam iyi olacaktı. Hafifçe içimi çekip saçlarıma düşüp uzun gür kirpiklerimde takılı kalan iri kar taneleriyle konuşmaya yeltenirken Fırat sessizliğini bozup, "Bin arabana." Dedi sert sesiyle. "Evde konuşacağız." Gözlerine birkaç saniye bakakalsam da birşey söylemeden Onu başımla belli belirsiz onaylayıp araca doğru ilerledim.

Cebimdeki anahtarı çıkarıp kapısını açıp bindiğimde Fırat hâlâ aynı yerde beni izliyordu. Umursamadan emniyet kemerini takıp motoru çalıştırdım. O sırada Fırat'ta kendi aracına binerken birkaç metre ileri gidip bana çıkmam için alan vermişti. Benim öne geçmemi istiyordu.

Direksiyonu çevirip aracı park ettiğim yerden çıkarırken önüne geçtim. Bende önde o arkada trafiğe karıştığımızda canım sıkılmıştı. Kesin dün geceki mevzu yüzünden Onunla konuşmak istemediğimi düşünüyordu. Öyle olsa telefonunu Dilan'ın evindeyken de açmazdım. Gerçi o zamanda konuşurken kafam başka şeylerle meşgul olduğundan Fırat'la doğru düzgün konuşmamış hatta geçiştiriyormuş gibi davranmıştım. Haliyle kızmış belki de kırılmış olmalıydı. Şahsen ben Fırat benimle öyle konuşsa bir parça kırılırdım.

Eve varınca öpecektim Onu. Aramıza kendi ellerimle koyduğum mesafeyi ancak böyle kapatabilirdim.

*******
Cebimdeki anahtarı çıkarıp kapının deliğine sokup çevirirken botlarımı çıkarıp içeriye girdim. Duvardaki tuşa basıp ışıkları açarken kapıyı kapatıp çatı katına giden merdivenlere doğru ilerledim.

Fırat eve uğraması gerektiğini söyleyip dördüncü katta inmişti. Sinirliydi. Kızgındı. Fazlasıyla öfkeliydi ancak bu sadece banaymış gibi durmuyordu. Dördüncü katta inip evlerinin kapısına doğru yürürken yeri döven adımları, burnundan solurcasına alıp verdiği nefesler şuan bana o evde hiç iyi şeyler olmadığını düşündürüyordu. Geçen hastaneye kontrol için gittiğim gün Bahar'ın gözünden süzülen o bir damla yaş, Fırat'ın bu halleri ailevi bir soruları olduğunu gösteriyordu. Yine de beni, Fırat anlatana kadar, ilgilendirmeyeceği için karışma taraftarı değildim.

Çatı katındaki odaya girip ışığı açarken deri ceketimin iç cebindeki CD'yi çıkarıp sistem için yaptırdığım masanın çekmecesine koydum. Burası evde genel olarak kullanmadığım bir yerdi ve Fırat'ın es kaza bu CD'yi burada görme olanağı yoktu. Müsait bir zamanda oturup izlerdim. Şuan pek bir acelesi yoktu.

Çatı katından inip odama girdim. Üzerimdekileri çıkarıp uzun sayılabilecek bir duş aldıktan sonra saçlarımı kurutup lila rengi şortumu ve ince askılı yarım atletimi giyip üzerine de yine aynı renkte olan kısa kapşonumu geçirdim. Etrafı toplayıp telefonumu şarja takarken kulağıma dolan zil sesiyle odadan çıkıp kapıya yöneldim.

Kolu tutup aşağı indirdiğimde karşımda beklediğim gibi Fırat vardı. O da ıslak saçlarından ve değişmiş olan üzerinden anladığım kadarıyla duş almıştı. Beni baştan aşağı süzerken ayakkabılarını çıkarıp içeriye girdi. Kapıyı elimden alıp kapatırken beyaz tişörtü ve uzun adeleli bacaklarını saran siyah eşofman altıyla çok yakışıklı duruyordu. Burnuma dolan kokusu ciğerlerimi bayram ettirirken arabada eve varınca Onu öpmeyi planlıyordum ancak şuan cesaret edememiştim. Hem boyu çok uzundu göğsüne bile zar zor geliyorken dudaklarına yetişemezdim hem de beni istemezse , bir kere bile olsa, bir daha Ona asla kendi isteğimle yaklaşamazdım.

Bu yüzden ilk hamleyi yine ondan bekleyecektim. Tabii eğer kendimde cesaret bulup Fırat'a yaklaşabilirsem o da olurdu.

Ellerimi önümde birleştirmiş parmaklarımla oynarken bir yandan da Fırat'ın sertliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan yüzüne, kapı ağzında öylece duruyorken, kaçamak bakışlar atıyordum. Fırat'ın gözlerinde yanan ateş beni sıcak sıcak terletirken alt dudağımı dişleyip yanından geçerek mutfağa doğru yürüdüm. Su içecektim. Boğazım kurumuştu.

Mutfak masasının üzerindeki sürahiden mutfak dolabından aldığım bardağa su doldururken Fırat salona geçmişti. Gözleri benim üzerimde değildi. Başını koltuğun arkasına doğru yaslamış öylece duruyordu.

Suyumu içip duvardaki saat 21.24'ü gösterirken mutfaktan çıkıp bütün ışıkları söndürdüm. Ayaklı abajuru yakacaktım. Birkaç saniye gözlerimin karanlığa alışmasını bekleyip dışarıdaki sokak lambalarının ışığıyla Fırat'ın yanına doğru ilerledim. İki yana doğru erkeksi bir şekilde açıp üzerine ellerini koyduğu kalın bacaklarının önünden geçip abajura yönelirken birden kolumdan tutup çekilmemle ağzımdan kaçan küçük çığlığa engel olamadım. Kalbim korkuyla hızla atarken kendimi Fırat'ın kucağında bulmuştum. Kalçalarım tam olarak sert erkekliğinin üzerindeyken sırtımda geniş gövdesine yaslıydı. Sıcak nefesini boynumda ve saçlarımın arasında hissederken kolumu tutan el kolumu bırakıp karnımın üzerinden belime sarılmıştı.

Korkuyla hızlanan nefeslerimi kontrol etmeye çalışırken Fırat yüzünü saçlarımın arasına gömüp kokumu solurken, "Şşş korkma" dedi boğuk ve fısıltılı çıkan sesiyle. Derince yutkunup göğsümde birleştirdiğim ellerimle gözlerimi, sakinleşmek adına, kapatıp açarken, "Korktum ama" dedim hafiften titreyen ve beni bile şaşırtacak şekilde küçük bir kız çocuğu gibi ağlamaklı çıkan sesimle. "Korkuttun Fırat."

Belime sarılan diğer kolla birlikte Fırat beni iyice sarıp kendine bastırırken başını arkadan beri boynuma gömüp, "Sende beni korkutuyorsun. " dedi boğuk ve fısıltılı sesi garip bir şekilde sert bir hâl almıştı. "Telefonun kapalı olduğunda, nerede olduğunu bilmediğimde, sana ulaşamadığımda bende çok korkuyorum. Nefesim kesiliyor. Sesini duyamayınca, iyi olup olmadığını bilmediğimde kafayı yiyorum. Sen kendini benden böyle çekip uzaklaşınca, aramıza mesafe koydukça deliye dönüyorum. " Duraksadı. Burnunu ve dudaklarını tenime sürtüp kokumu içine çekerek öptü. "Bende çok korkuyorum Hazan. Sensizlikten sensiz kalmaktan çok korkuyorum. "

Gözlerim usul usul dolarken göğsümdeki ellerimi Fırat'ın belime sarılı olan kollarının üzerine koyup tutunurken omzumun üzerinden, boynumda derin derin iç çekişleriyle kokumu soluyan, sevdiğim adama dönmeye çalıştım. O ise, başımı geriye doğru çevirişimle, yüzünü kapanan boynumdan kaldırıp yanağımı öperken, "Niye böyle yapıyorsun sen bana?" Diye sordu fısıltılı sesiyle. Alnını şakağıma dayayıp ıslak saçları alnıma değip dudakları tenime sürtünürken gözlerim kapanır gibi oldu. Kalçalarımın altındaki sertliğinden onunla böyle olmaktan fazlasıyla etkileniyordum. Oldukça kısa olan lila şortumdan açıkta kalan ne çok ince ne de çok kalın diyebileceğim çıplak bacaklarım erkeksi bir şekilde iki yana açılmış olan siyah eşofman altının sardığı uzun ve kalın bacaklarının arasına karışıp , sokak lambalarının pencereden yayılan loş ışığıyla, oldukça hoş bir manzara sunuyordu.

Fırat'ın kurduğu cümleler ise içimi burkuyordu. Bugün o telefon mevzusunu bilerek yapmamıştım ki. Şarjım bitmişti ve ben bunu fark etmemiştim.

Kapanan gözlerimi aralayıp yutkunurken, "Fırat" dedim. Sesim fısıltılı ve boğuktu. Fırat dudaklarını saçlarıma çıkarıp kokumu içine çeke çeke öperken, "Yavrum" dedi bastırarak. Titrek bir nefesi içime çekip, "Bilerek yapmadım. " dedim usulca. "Şarjım bitmiş. Fark etmedim. Sabah söz verdim ya sana aradığında o telefonu açacağım diye. Neden söz vermişken tutupta kapatayım telefonu? Bilerek yapmışım gibi konuşma."

Fırat'ın burnu ve dudakları saçlarımda gezinirken, "Tamam " dedi boğuk ve fısıltılı sesi bir parça kendinden geçmiş gibiydi. "Peki o zaman o telefon konuşması neydi? "Hadi kapat artık" der gibi. Öyle sıkıntılı sıkıntılı iç çekmeler, baştan savma cevaplar vermeler? Noluyoruz Hazan? "

Bir yandan beni öpüp koklayıp sarması diğer yandan da bana böyle az biraz sertleşen sesiyle hesap sorması garip gelirken, "O da öyle değil." Dedim kendimi açıklamaya çalışarak. "Telefonda da söyledim. İşim vardı. Sana odaklanamadım o an. Yoksa ben niye öyle davranaym sana?"

Fırat belimdeki kollarını gevşetip beni kucağında hiç zorlanmadan kendine döndürüp otuttururken yüz yüzeydik. Kara gözleri gözlerimde gezinirken beni belimdeki kollarını sıkılaştırıp iyice kendine çekip, "Peki gece?" Dedi. "Yaklaştırmadın beni kendine. Aynı yatağın içinde hasret kaldım sana. Onu napacağız?"

Geniş omuzlarındaki elimi boynuna sarıp gözlerinin içine bakarken, "Kızgındım sana. " dedim. " O olay yüzünden. Kıskandım da. Ayrıca dua et ki koltukta yatırmadım seni. Yine yanımdaydın yani." Fırat'ın dudağı bu sözlerimle hafifçe sola doğru kıvrılıp gözlerinin içi az biraz parlarken, "O işi geç yavrum " dedi. "Sen benim karım olduğunda ne kadar tartışırsak tartışalım ben yine de ayrı yatmam senden. "

Dudaklarımı büzüp gözlerimi öylesine gözlerinden çektim. Bilemiyordum. Çok şiddetli bir tartışma yaşarsak O değil belki ama ben yatağı terk edebilirdim. Gerçekten sinirlendiğimde neler yapabileceğimin garantisi bende bile yoktu. Fırat'ı çok seviyordum ama bazı şeyler için sadece sevmek yeterli değildi. Bu yüzden, "Bilemiyorum" dedim. Gözlerim yeniden gözlerini buldu. Kaşlarının ortası bu halime çatılmıştı. "Tartışmanın şiddetine bağlı. " deyince Fırat belimdeki kollarını sıkılaştırıp beni iyice kendine çektiğinde burun buruna gelmiştik. Kara gözlerinde ketum bir sertlik vardı. "Bizim seninle aramızda ne kadar şiddetli bir tartışma olabilir Hazan?" Dedi. Sorar gibi değilde "olamaz" der gibiydi. Ama hayat ya bu belli de olmazdı.

Birşey söylemeyip sessiz kaldım. Şimdi ağzımı açıp birşey desem , ki ağzımdan Fırat'ın hoşuna gitmeyecek şeyler çıkacaktı, tartışırdık. İstemiyordum. Zaten şuan aramızda dün geceden kalma ve bugünkü telefon mevzusundan süregelen bir meltem bir esinti vardı. Rüzgarın şiddetini artırmaya gerek yoktu. Bazı düşüncelerimi kendime saklasam birşey kaybetmezdim.

Sessizliğim , gözlerimi gayri ihtiyari bir şekilde önüme indirişim Fırat'ın devam etmesini sağlamıştı. "Ben ne kadar kıyabilirim sana?" Dedi. Tok sesiyle azarlar gibi. Belki bir parça da hesap sorar gibiydi. Kıyamaz mıydı? Hani herkes öldürürdü sevdiğini?

Usulca içimi çektim. Bir ürperti sarmıştı bedenimi. Birşeyler....o şeyler her neyse korkutuyordu beni. Elimde olmayan "şeyler" içimde iyi olan ne varsa üzerine kara bir bulutun gölgesini düşürüyordu. Güvenmiyordum. Daha doğrusu güvenemiyordum. Fırat'a değil. Kendime. Hayatımın bir yerinden sonra öyle inanmışım ki bundan sonra hep mutsuz olacağıma, öyle inandırmışım ki kendimi hiç sevilmeyeceğime, öyle körleşmişim öyle alışmışım ki karanlığa hiçbir zaman gelmeyeceğini sandığım aydınlıkta büyütmek için , kalbimin en ücra köşesine bile olsa, tek bir çiçek tohumu dahi ekmemişim. Şimdi ise öyle bir yerdeydim ki sevmek ve sevilmek istiyorken kalbim milyonlarca çiçek tohumuna gebeydi. Hepsi de bir an önce açmak üzerlerindeki kara bulutlardan kurtulmak istiyordu. Ama biliyordum ki üzerimizdeki kara bulutların kalkmasına daha vardı. Ve o bulutlar kalksa bile ben çiçeklerin arasındaki zehirli sarmaşıkları bir süre daha içimden söküp atamayacaktım. Fırat'ın bu hallerime ne kadar sabır gösterebileceği ise meçhuldü. Tamam çok seviyordu beni. Her bakışında, her dokunuşunda, her kelimesinde hatta tartışırken bile bunu iliklerime kadar hissedebiliyordum. Ama beni seven herkesi birer birer kaybediyorken kim bana Fırat'ın beni sonsuza dek böyle seveceğinin garantisini verebilirdi ki? Ben veremezdim. Fırat veriyordu. Daha dün bana bu koltukta tamda burada , böyle otururken "herkes gitse de ben kalırım" demişti. Lakin içimde birşey çok korkuyordu. Öyle ki Fırat bana dokunurken ben Ona dokunmaya çekiniyordum. O bana yaklaşmadan Fırat'a yaklaşamıyor, o beni öpmeden ya da benden Onu öpmemi istemeden Fırat'ı öpemiyordum. Hep ilk adımı Ondan bekliyordum ki Ona dokunup öpebilmek için bir bahanem olsun. Ben ona dokunup öpmek istesem belki bundan rahatsız olur beni istemezdi. Ama ilk O bana dokunup beni öperse beni istememe gibi bir ihtimali yoktu. Kafamda bu işler hep böyle yürüyordu. Şimdi düşününce fark ettim ki sanırım annem yüzünden böyleydim. Küçükken ne kadar Ona yaklaşıp kendimi sevdirmek istesem hep kendinden iterdi beni. İstemezdi. Bir yerden sonra içimdeki bütün cesaretim kırılmış ve kendimi geri çekip annemin bana gelmesini beklemiştim. Gelmemişti. Fırat'la da birgün öyle olmaktan ya da bunu bir anlık bile olsa Fırat'ta da yaşamaktan korkuyordum. Az önce dedim ya "beni istemezse , bir kere bile olsa, bir daha Ona asla kendi isteğimle yaklaşamazdım. " diye. Zannımca bu yüzdendi.

"Üşüdün mü?" Fırat'ın sesiyle düşüncelerimden sıyrılırken göğsündeki dalgın gözlerimi öylece beni izleyen kara gözlere çıkarıp, "Hı?" Diye bir mırıltının dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. Ne dediğini tam olarak algılayamamıştım çünkü. Fırat bir kaç saniye gözlerime sıkıntılı bir ifadeyle bakıp düşünceli bir şekilde içini çekti. "Üşüdün mü?" Diye sorusunu tekrar edince az önceki içimin ürperişini üşümeme yorduğunu anladım. Yalan yoktu üşüyordum biraz. Bugün diğer günlere nazaran daha çok üşüyordum. Bedenim değilde ruhum içim üşüyordu. Fırat şimdi tutup tenime dokunsa anlayamazdı üşüyüp üşümediğimi ki dokunuyordu da zaten. Belimi üzerine tam oturup kaslarını belli eden , beyaz tişörtünden açıkta kalan kaslı ve damarlı kollarıyla sarıyordu.

Gözlerine birkaç saniye onun fark edemeyeceği bir ihtiyaçla bakıp , "Biraz" deyiverdim. Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken belimi bir koluyla sarıp koltuğun kolçağındaki gri polar battaniyeyi aldı. Ardından da oturduğu yerden benimle birlikte ayaklanıp ayaklı abajuru yaktı. Salonun içi aydınlanırken kollarımı Fırat'ın boynuna sımsıkı sarıp sokuldum.

Fırat yeniden koltuğa yöneldiğinde bu sefer oturmak yerine iki tane yastığı üst üste koyup, beni kucağından indirmeden, uzanırken başını yastığa koyup elindeki battaniyeyi üzerimize örttü. Benim başımda Fırat'ın sert ve geniş bağrını bulurken boynundaki ellerimi çözüp göğsüne indirdim. O ise battaniyeyi omuzlarıma kadar çekip bir elini saçlarıma diğer elini de , battaniyenin altından eli kadar olan ince belime koyup sararken saçlarımın arasına kokumu içine çekerek bir öpücük kondurdu. Burnu ve dudakları saçlarımın arasındayken hafifçe içini çekip fısıltılı sesiyle, "Yavrum" dediğinde Ona biraz daha sokuldum. Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çekerken öylece durdum. Saçlarımda saçlarımı tararcasına gezinip seven el mayışmama neden olurken Fırat, "İyi miyiz?" Diye sordu. Sıcak nefesi saç diplerime vuruyorken kirpiklerimi araladım. "Bilmem. " dedim. "Sana sormalı." Ben dün gece ki olayı unutmuştum. Eğer Fırat'ta bugünkü telefon mevzusunu uzatma taraftarı değilse bence iyiydik.

Saçlarımdaki el yüzümü bulurken usul usul yumuşak tenimi sevip çenemin altını tutmuştu. "Bak bakayım bana" dediğinde başımı göğsünden kaldırıp gözlerimi yakışıklı yüzünde, façalı kaşında ve o çok sevdiğim kara gözlerinde gezdirdim. O da gözlerini yüzümün her zerresinde gezdirip dudaklarımda oyalanırken, " Güveniyor musun bana?" Diye sordu birden. Gözleri her ne kadar yüzümü sever gibi bakıyor olsa da birşeyleri tartıp sorgular gibiydi. Hiç tekleyip tereddüt etmeden, "Güveniyorum" dedim. Az önce içimden geçenleri bilmiyordu ancak bilse bile ben kendime güvenmiyordum. Ona değil.

Fırat, çenemdeki elini yüzüme dökülen saçlarıma çıkarıp onları geriye doğru itip yüzümü açarken, " O zaman bir kere söyleyeceğim. " dedi gözleri gözlerime sabitliydi. " Ben çok seviyorum seni. Bir ömür değil bin ömür de geçse bu hep böyle kalacak. Evleneceğiz biz. Sen benim, şuan da öylesin, ama yuvam olacaksın. Karım olacaksın, kadınım olacaksın. Ben operasyona giderken şafak sayar gibi sana ne zaman kavuşacağım diye gün sayacağım. Operasyondan döndüğümde senin koynunda ısınıp huzur bulacağım. Nefes diye senin kokunu içime çekeceğim. Sana çok mutlu oluruz diyemem. Belki çok mutsuz oluruz. Hiç tartışmayız diyemem . Belki her gün tartışırız. Ama ben bile isteye üzmem seni. Mutlu ol diye herşeyi yaparım. Sınırlarımı zorlamadığı sürece. O bahsettiğin "şiddetli tartışma" aramızda söz konusu bile olamaz. Ben kıyamam sana. Günün sonunda o yatakta benim karım, sevdiğim kadın, nefesim, huzurum, yavrum, küçük kızım hep yanımda olmak zorunda. Ben senden ayrı yatmam. Senide benden ayrı yatırmam. Tamam?"

Söyledikleri beni biraz utandırıp, biraz mutlu edip, bir parçada hüzünlendirip içimi titretirken, "Tamam. " dedim. Tamamdı. Madem karı koca olacaktık ve bu hikayede benden büyük olup bana kocalık yapacak kişi Fırat'tı O ne derse o olsundu o zaman. Ki ben ne kadar düşünürsem düşüneyim çıkamazdım bu işin içinden. Daha karı koca olmayı geç aile ne demek Onu bile bilmiyordum ben. Ama merak ettiğim birşey vardı. Bu yüzden, "Peki sen bana güveniyor musun?" Deyiverdim. Ben güvenmiyordum. O güveniyor muydu?

Fırat'ın kaşları çatılırken, "Hangi konuda?" Diye sordu. Sanırım aklına dün gece Ona, "sen benim kendimi koruyabileceğime inanmıyorsun. Kendi başımın çaresine bakabileceğim konusunda güvenmiyorsun bana" deyişim gelmişti. Yine o konuyu açacağımı sandığı içinde kaşları çatılmıştı. Öte yandan ben Ona, bir an olsun, tekleyip tereddüt etmeden "güveniyorum " demişken Fırat'ın bana "hangi konuda " diye soruşu bana bazı konularda güvenmediğini gösteriyordu. Kısmen de olsa cevabımı almıştım.

Hafifçe içimi çekip içimde küçükte olsa kırılan şeylerin yansıması gözlerime vurmasın, Fırat kırıldığımı anlamasın diye gözlerimi gözlerinden kaçırıp, "Boşver " dedim. Ve başımı göğsüne geri koydum. Dolan kirpiklerimi kırpıştırıp gözlerimi kapattım. Kızmamıştım. Kızsaydım üzerinden kalkıp gider Ondan uzaklaşırdım. Ben bile kendime güvenmiyorken onun da bana güvenmeyişi beni bir parça kırmış olabilirdi ancak olurdu o kadar da. Geçerdi birazdan.

Başımı koyduğum göğüs sıkıntılı bir nefesle yükselip alçalırken bedenim aşağı yukarı hareketlenmişti. Fırat'ın yanağımda olan eli yeniden saçlarımı bulurken, "Hazan" dedi. Sesi bir parça sıkıntılı az biraz da pişman bir haldeydi. Gözlerimi açmadan, "Hım?" Diye mırıldandım. Kirpiklerimin arasından bir damla yaş süzülürken eğer konuşmaya yeltenirsem ağlardım. Böyle iyiydi. Konuşmaya lüzum yoktu. Cevabımı almıştım.

Saçlarımdaki el alnımdaki saçlarımı geriye çekip alnımı açarken Fırat açtığı alnımı öpüp, "Özür dilerim." Dedi. "Dün akşamki konuyu açacağını düşündüm bir an. " Olabilirdi. Ama bu ne az önceki sorusunu ne de dün gece Ona yatakta üzerinde uzanırken bir daha Fırat'ın gece dışarı çıkmamam konusundaki sınırlarını zorlamayacağıma dair " Özür dilerim. Söz bir daha yapmayacağım" diye söz verişimi göz ardı edip sözüme itimat etmediği gerçeğini değiştirmiyordu. Bazı konularda bana güvenmediği gibi verdiğim sözlerede inancı yoktu.

Gözlerimi yeniden açıp yutkunurken sesimin düz ve normal çıkması için içten içe kendimi hazırlayıp, "Fark eder mi?" Dedim. Sesim istediğim gibiydi. "Bana güvenmediğin konular var. Bunu inkar edemezsin. Kaldı ki öyle düşünmüş olsan bile bu yine de bana güvenmediğin gerçeğini değiştirmediği gibi dün gece bir daha o konuyu açmayacağıma dair sana verdiğim söze de inancın olmadığını gösterir. "

Fırat alıp verdiği sıkıntılı nefeslere bir yenisini daha ekleyip belimdeki kolunu sıkılaştırırken, "Güvenmemek değil yavrum " dedi. "Daha çok küçüksün. Tamam yaşına göre olgun bir karakterin var ama aramızdaki ilişkiyi de evliliği de asıl yürütecek olan benim. Diyorum ya "ben kıyamam sana" diye. Ben ne kadar öfkelenirsem öfkeleneyim kıyamam sana. Ama sen..." duraksadı. Bu duraksayışı alıp verdiği üçüncü sıkıntılı nefesi kaşlarımın çatılmasına neden olurken başımı göğsünden kaldırıp nefesleri gibi sıkıntılı olan yüzüne baktım. "Ama ben ne ?" Dedim. Fırat gözlerime bakıp yutkunurken dilinin ucuyla alt dudağını nemlendirip, "Sen her an gidecekmişsin gibi duruyorsun yanımda. " deyince anladım. İçimde kendime ve bize karşı olan sallantıların farkındaydı. O bana "ben gitmem" diye defalarca kez söyleyip duruşuyla, dokunuşuyla, sözleriyle her gün bu sözünün altına imzasını atar gibiydi. Ama ben... öyleydi işte. Onun bunun farkında olması ise ayrı bir olaydı.

Fırat eliyle dudağımın kenarını usul usul severken, "Seni üzmek istemiyorum Hazan ama konuşmamız gerekiyor. " dedi. Sıkıntılı hâli onu yanlış anlayıp tepki gösteririm diye biraz temkinli ve endişeliydi. " Şimdi yine kızıp sinirleneceksin biliyorum. Ama önce bir dinle beni. Bak ben anlıyorum seni. En azından anlamaya çalışıyorum. Birine, bir yere ait olmak nasıl birşey tam olarak bilmiyorsun. Bu yaşına kadar kimseye hesap vermeden yaşamışsın. Tek başına ayaklarının üzerinde durup ne kendini ne de anneni başkalarına muhtaç etmemişsin. Çok güçlüsün. Ve ben hayranım sana. " Gerçekten de hayrandı. Bunu gözlerinde şuan bana olan bakışlarında anlayabiliyordum. Bazen askeriyede ya da beni sevip öperken de böyle bakıyordu. Ama ben zannediyordum ki o bakışlarının sebebi güzelliğime olan hayranlığıydı. "Biliyorum. Daha önce söylemedim sana bunları. Ama bana "beni neden seviyorsun" diye değilde "benim hangi huylarımı seviyorsun" diye sorsan söyleyeceğim ilk şey benim yanımda küçücük bir kız çocuğu olup dışarı da herşeye, herkese yeri geldiğinde bana bile kafa tutuşun olur. Ben her halini seviyorum senin. Ama artık alış bana. Kabullen beni. " Nasıl olacak Fırat? Bilmiyorum. "O gün arabada da söyledim sana; senin aramıza ördüğün bir duvar var. Ben gelmesem seni bana asla getirmeyecek olan bir duvar. Eğer o gün ayrıldığımızda ben çekseydim kendimi senden, bekleseydim sen sakinleş, düşün, sonra konuşuruz diye, eğer sensizliğe o kadar sabrım olsaydı sen asla gelmezdin bana. Dün akşam burda dışarı çıkma mevzusu yüzünden tartıştıktan sonra ben çıkıp gitseydim bu evden arayıp "nerdesin?" Diye sormazdın bile. Gece o mesaj olayından sonra yine bana döndün sırtını. Her zerremle seni sevdiğimi, gözünün içine baktığımı, her fırsatta sana seni sevdiğimi, senden başkasının olmayacağını söyleyip evlilik konusunu açıp durmama rağmen benden bizden aldın hıncını. " Haklıydı. O gelmese ben gitmezdim, o kalmasa ben kal demezdim. Onu onun beni sevdiği gibi sevemiyor muydum? Hâlbuki nasıl akıyordu içim ona.

Hafiften dolan gözlerimi Ondan kaçırıp başımı boynuna gömdüm. Göğsündeki ellerimi boynuna sarıp tenini kokusunu içime çekerek öptüm. Bir nevi özür diliyordum. Fırat ise boştaki elini omuzlarımın üzerinden sarıp saçlarımı koklayarak öperken, "Yanlış anlama yavrum. "Dedi. "Ben gocunmuyorum sana gelmekten. Gocunmam. Ben kıskanma demiyorum sana kıskan. Canıma oku. Sik at beni. Ama uzaklaşma benden. Bende seni kıskanıyorum. Gözümden sakınıyorum. Bağırıp çağırıyorum sana. Tartışıyoruz da. Ama sen söyle Hazan bir kez olsun sırtımı döndüm mü sana? Delirdim, zıvanadan çıktım, kafayı yedim ama yine başımı boynuna gömüp kokunu soluya soluya sakinleştim. " Doğruydu. Bir kez olsun ardını dönmemişti bana. Bağırıp çağrmıştı ama sonra tutup sarılmıştı da. Ben yapamıyordum.

Belimdeki büyük el yarım atletimin ve kısa kapşonlumun açıkta bıraktığı çıplak tenimi daireler çizerek okşarken Fırat, "Kızmıyorum sana. " dedi. Yüzü saçlarımın arasına gömülüydü. "Ben böyle yapıyorum sen niye yapmıyorsun" demiyorum. İstediğin gibi davranabilirsin bana. İster şımar, ister naz yap , hak edersem bağır çağır da. Ama yeri geldiğinde gel yavrum. Gel öp, sarıl, dokun. Ne kadar sinirli olursam olayım ben itmem seni kendimden. Sen dokununca sakinleşirim. Yık artık aramızdaki şu duvarı. " Ya altında kalırsam? Aramızdaki duvarı yıkmak demek kendimi tamamıyla Fırat'a bırakmak demekti. Yapabilir miydim? Gerçi Fırat'ın annemin borcunu ödeyişini affetmiştim. Para mevzusu benim en büyük tabularımdan biriydi. Ve ben o tabuyu Fırat için yıkabilmiştim. Aslında aramızdaki duvar öyle tam bir duvar değildi. Şeffaftı biraz. Ben Fırat'ın o şeffaf duvarın arkasındaki bazı şeyleri görmesine izin veriyor ama dokunmasına müsemma göstermiyordum. Yine de her ne kadar kendime güvenmesem de Fırat'a güvendiğimden yıkacaktım o duvarları. Altında kalırsam da Fırat'ı suçlardım.

Burnum ve dudaklarım Fırat'ın boynunda sıcak tenine sürtünürken, "Tamam ama beni hiç bırakmayacağına söz ver. " dedim. Bedenime sarılı olan kollar sımsıkı bir hâl alırken saçlarımın arasına kokumu oldukça sesli bir şekilde içine çekerek kondurduğu öpücük zaten cevabını vermişti. "Söz lan. " dedi bastırarak. "Söz kurban olduğum. Ölürüm sana. "

Fırat'ın tenindeki dudaklarım yüzümde beliren tatlı bir tebessümle gerilirken boynuna sardığım kollarımı iyice sıkılaştırıp kokusunu içime çekerek sokuldum sevdiğim adama. "Bende söz veriyorum. " dedim. "Bırakmayacağım seni. " Üzerinde uzandığım beden hareketlenip beni koltukla arasına alırken, "Bırakma yavrum." dedi. "Bırakma canımın içi." Şu halde yanağım Fırat'ın yanağının üzerindeyken battaniyenin tepeme kadar çekilmesiyle başımı geri çektim. Burunlarımız birbirine değerken göz göze geldiğimizde bacaklarım Fırat'ın bacaklarının arasındaydı. İki koluyla, onun koca cüssesine nazaran, küçücük kalan bedenimi sarıyordu. Gözleri birkaç saniye yüzümde gezinip dudakları alnımı bulurken gözlerimin önündeki adem elması dikkatimi çekiyordu. Öpmek istiyordum.

Fırat dudakları alnımda öylece dururken derin bir nefes alıp geri çekildi. Gözlerimiz yeniden buluştuğunda bu fazla uzun sürmemiş sıcak ve yumuşak dudaklar bu seferde gözümün altını öptü. Bu öpücükle gözlerim hafifçe kapanır gibi olduğunda boynuna sarılı olan kollarımı çözüp ellerimi geniş omuzlarından okşayarak göğsüne indirdim. Ellerimin altındaki sert beden hafifçe kasılırken Fırat burnumun ucunu öpüp oradan da dudaklarıma kapandı. Önce birkaç minik öpücük kondurup ardından da üst dudağımı dudaklarının arasına aldığında etimi usul usul öpüp emerken gözlerimi kapatıp karşılık verdim. Telaşsızdık. Derdimiz birbirimizi keşfedip hissetmekti. İçim, sevdiğim adamın dudaklarını emip öperken, içime sığmıyorken göğsünde duran ellerimi bedenine sürterek boynuyla yüzü arasında bir yere koydum. Baş parmaklarımla çene kemiğini okşarken yüzünü biraz daha kendime çektim. Bu hareketimle belimdeki kollar sıkılaşıp bedenlerimizi bir bütün haline getirirken bacaklarımda hissettiğim sertlik içimi gıdıklıyordu. Hızlanıp öpüşmelerimiz arasında kesik kesik bir hâl alan nefeslerimiz kulağa tutukulu bir ana eşlik eden bir melodi gibi geliyordu. Çıplak belimi usul usul okşayan elin parmakları, lila rengi oldukça kısa olan, kumaş şortumun bel lastiğine değiyor beni nedensizce heyecanlandırıyordu. Alıp verdiğim nefeslerle yükselip alçalan göğüslerim Fırat'ın sert bedenine sürtünüyorken Ondan yayılan sıcaklık benim içimi de ateşe veriyor vücudumu bir sıcaklık basıyordu. İçimde sevdiğim adamın dudaklarını emip içime çekerken harlanan ateş beni Fırat'a karşı doyumsuz bir hâle itiyordu. Doyamıyordum. Dudaklarıma bulaşan tadı dilime değerken içim bir hoş oluyor ruhum elinde tuttuğu şekeri emen bir çocuk misali coşuyordu. Her anlamda dahasını, daha fazlasını istiyordum. O da benim gibiydi. Dudaklarımı canımı yakmadan ısırırken, etimi dudakları arasında ezerek içine çeke çeke emip öperken, alıp verdiği hızlı soluklarına nefes verir gibi çıkan erkeksi iniltileri karışırken Fırat'ta dahasını, belki de benim istediğimden, daha fazlasını istiyordu.

Dudaklarımı öpen dudaklar git gide hoyrat ve aceleci bir hâl alırken bende buna ayak uydurmaya çalıştım. Fırat beni sanki mümkünmüş gibi biraz daha kendine çekerken belimi okşayan elini yavaş yavaş aşağı doğru kaydırıp kalçalarıma indirdi. Bedenim kasılırken midemin içi cayır cayır yanıp kalbim göğüs kafesimde hızını ve çırpınışlarını artırıyordu. Yine de kendimi çekmedim sevdiğim adamdan. Dün gece de dokunmuştu. İstiyorsa yine dokunabilirdi. Dokunuyordu da. Büyük ve kaba eli dolgun kalçalarımı avcunun içinde sıkıp yoğururken az biraz canımı yakıyordu. Ama garip bir şekilde bundan zevk alıyordum. Hatta dahasını istiyordum.

Fırat dudaklarımızı ayırmadan biraz hareketlenip erkekliğini kadınlığıma denk getirirken kendini bana bastırdı. Öpüşmelerimiz arasında dudaklarımdan, "A-ah" diye nefes verir gibi küçük bir inilti döküldüğünde bunun nedeni hem Fırat'ın sertliğini bana bastırmasıyla sızlayan kadınlığım hemde kalçalarımı yoğurup sıkan elinin yumuşak etimi acıtmasıydı. Fırat ise üst dudağımı bırakıp alt dudağıma geçerken dudağımı çenemle birlikte emip öpüyordu. İnleyişimden zevk alır gibi kendini bana daha sert bastırıp kalçalarımı yoğururken bacaklarının arasındaki bacaklarımı rahatsızca hareket ettirmek istedim. Ancak beni her anlamda öyle bir kıstırmıştı ki bu mümkün olmamıştı. Yüzündeki ellerimi yeniden göğsüne indirip, sol göğsündeki elimin altında hızla gümbür gümbür atan kalbini hissederken, öpülmekten zonklayıp şişen dudaklarımı Fırat'ın dudaklarından kurtarmak için geri çektim. Dudaklarımız anlık bir ayrıldığında uzun kirpiklerimi aralayıp Fırat'la dudak dudağayken göz göze geldik. Kara gözleri iyice koyulaşmış alev alev yanarken gözleri gözlerimden dudaklarıma düştü. Hızlı hızlı alıp verdiğimiz kesik nefesler birbirine karışırken kalçalarımdaki el bir an olsun durmamış duraksamamıştı. Fırat yeniden dudaklarıma yönelip birkaç küçük öpücük kondurduktan sonra yanağımı öpe öpe boynuma gömüldü. Daha fazla öpüşmek istemediğimi anlamış ya da şişen dudaklarıma kıyamamıştım. Tenimi koklaya koklaya kor gibi olan dudaklarıyla öperken yutkundum. Fırat kalçalarımı yoğururken kendini kaybetmiş gibydi ki canını yakıyordu. İnlememek için alt dudağımı dişleyip gözlerimi sıkıca yumarken daha fazla dayanamayıp, "Fırat" dedim nefes nefese çıkan sesim acı çektiğimi belli ediyordu. "Yavrrruuum" . Fırat'ın kulağıma dolan boğuk sesi dişlerini sıktığını belli ediyordu. Kalbinin üzerindeki elimi kalçalarımı yoğurup sıkan eline koyup bileğini tutarken, "Yapma." Dedim utana sıkıla. "Canım yanıyor." Sözlerim Fırat'ı durdurduğunda başını boynumdan geri çekip, eli hâlâ kalçalarımın üzerindeyken, çattığı kaşlarıyla gözlerime baktı. Gözlerimi utançla gözlerinden kaçırıp başımı önüme eğerken alt dudağımı ısırdım. Bileğini tutan elimi çekip göğsüne geri koyarken alnım dudaklarına değiyordu. Kalçalarımdaki el bu sefer sadece usul usul sever gibi okşamak için hareketlenirken Fırat dudaklarına değen alnımı öpüp, "Çok mu acıttım?" Diye sordu. Tok sesi sıkıntılıydı. "Biraz"dedim. Kendini suçlamasını istemiyordum. Fırat beni biraz daha kendine çekip kalçalarımı acımı almak istercesine okşamaya devam ederken, "Niye baştan durdurmuyorsun yavrum beni?" Dediğinde sesindeki sıkıntılı hâl yerli yerindeydi. "Biliyorsun sana dokunurken kendimi kaybediyorum. " Hoşuma gitmişti. Dokunuyordu dokunsun istemiştim. Çektiğim acıdan zevk almıştım. Tabi Fırat'a bunları söyleyemeyeceğim için sessiz kaldım.

Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Çok mu acıyor?" Diye sordu. Bilmiyordum. Yanıyordu biraz. Ama geçerdi herhalde. Hafifçe içimi çekerken, "Birazcık" deyince Fırat ağzının içinden, "Elimin ayarını sikeyim." Diye bir küfür savurdu. Daha dün akşam küfür etmemesi hakkında konuşmuştuk. Kaşlarım çatılırken başımı geriye doğru atıp çatık kaşlarının çevrelediği kara gözleriyle sıkıntılı bir hâlde olan yüzüne baktım. "Küfür etmeyecektin" dediğimde Fırat birkaç saniye gözlerime bakıp, "Hak ettim." Dedi. Tok sesi fazlasıyla ciddiydi. "Dur desem dururdun Fırat. Ben dur demedim. Senin suçun değil." Dedim. Değildi. O beni severken nasıl ki kendini kaybediyorsa bende O beni severken kendimi kaybediyordum. Yanan canımı son ana kadar fark etmeyişim etsem bile Fırat'ı durdurmayışım, eğer bir suçlu arayacaksak, benim suçumdu. "Kendimi kontrol etmeliydim. Kalçaların, tenin çok yumuşak. O kadar sıkarsam canının yanacağını düşünmeliydim. Canını yaktım. Belki morardı bile." Sert ve sıkıntılı sesi kendine kızar gibiydi. Azıcık da olsa canımın yanması üstüne üstlük onun tarafından canımın yakılması tahammül edemediği birşeydi. Bunu şu halinden anlayabiliyordum. Keşke canımın yandığını söylemeseydim. Buna bu kadar takılacağını düşünmemiştim.

Belimdeki kollar gevşeyip Fırat yattığı yerde doğrulur gibi olurken gideceğini sanıp, "Nereye?" Diye sordum. Gözleri yüzümü bulup üzerimdeki battaniyeyi aşağı doğru çekerken, "Bakacağım" dedi. Kaşlarım anlamadığım için çatılırken, "Neye? " dediğimde aldığım cevap beni dumura uğratmıştı. "Kalçalarına".

Üzerimdeki battaniye tamamen alındığında Fırat'ın şortumun lastiğine taktığı parmaklarıyla anlık bir kalakaldığım dumur halinden sıyrılıp yattığım yerde doğrulmak için hareketlenirken, "Ya saçmalama" dedim sinirle. Bir yandanda şortumdaki elini itmeye çalışıyordum. Yattığım yerde yarı oturur bir hâle gelirken üzerine oturduğum için acıyan kalçalarımla anlık bir yüzüm buruşsada kendimi hızla toparladım. "Morarıp morarmadığına bakacağım Hazan. Gel şuraya. " Fırat bileğimi tutup beni kendine çekmeye çalışırken direndim. " Ya istemiyorum. Bırak." Tuttuğu bileğimi Ondan kurtarmaya çalışıyordum. "Hazan" uyarıcı sesi sinirlerimi bozarken benden ne istediğinin farkında mıydı? "Fırat" dedim Onu taklit ederek. Gözleri gözlerimde birkaç saniye oyalanırken, "Yavrum" dedi. "Bak birşey olmuş mu diye bakacağım. Birşey olmuşsa krem falan süreriz. Gel şuraya."

Oturduğum yerde toparlanıp sırtımı koltuğa yaslarken dizlerimin üzerinde doğrulup, "İs-te-mi-yo-rum " dedim kelimeyi hecelere ayırarak. Gözlerim gözlerindeydi. "Zorla mı ya? " Fırat'ın dudakları bu halime kıvrılır gibi olurken, "Zorla olsun istemem" dedi. "O yüzden yokuşa sürmesen iyi olur. " Bir eli hâlâ bileğimi tutarken istese beni hemen kendine çekip ne yapmak isterse yapabilirdi. Fiziksel olarak güçlü bir kadın olsam da Fırat'la güç yarışına giremezdim. Aksi takdirde yenilen taraf olacağım kesindi.

Çatılan kaşlarımla yine de direnirken, "Tehdit mi ediliyorum?" Dediğimde Fırat, "Hayır yavrum. Sadece ihtimalleri söylüyorum. "Kaşlarımı "öyle mi?"der gibi havalandırırken, "Bende sana bazı ihtimallerden bahsedeyim o zaman. Beni böyle sıkıştırmaya devam edersen giderim. "Dedim. Fırat'ın yüzündeki muzip ifade anbean dağılırken kaşları çatıldı. "Nereye?" Dedi gözlerini kısarak. Sinirlenmiş gibiydi. Hiç istifimi bozmadan, "Bahar'ın yanına " dedim. Bahar'ın bugün nöbeti yoktu. Biliyordum. Vurulup üç gün boyunca Fırat'ların evinde kaldığım bir ara hangi günler nöbeti olup olmadığını söylemişti.

Fırat'ın gerilen yüz ifadesi az biraz yumuşadığında boştaki elimin işaret parmağını havaya kaldırıp yüzüne doğru , tehditkar bir şekilde, sallarken, "Zaten yarın dedem geliyor. Bu birlikte kaldığımız son gecemiz. Eğer üzerime gelmeye devam edersen kalkar giderim. Sende benim yerime eşyalarıma sarılıp uyursun artık. " dedim. Bana olan zaafını biliyordum ve şuan işime geliyordu. Zora düştüğümde Fırat'ı kendimle tehdit etmek beni her seferinde kurtarıyordu ki bu seferde kurtaracağından emindim.

Fırat'ın ışıl ışıl parlayan gözleri yüzümün her zerresinde gezinirken beni birden tuttuğu bileğimden kendine çekti. "Gel lan buraya " derken dişlerini sıkıyordu. Kendimi bir anda Fırat'ın kucağında bulduğumda yüz üstü bir haldeydim. Göğüslerimin ve karnımın altından sarılan kolla yüzüm koltuğa bakıyordu. Bir nevi havuzda yüzme öğreniyormuş gibi bir haldeyken sinirle, "Fırat Napıyorsun?" Diye sordum. O ise, "Seviyorum" dedi bastırarak. Sonra da dudaklarını hissettiğim yer çok garipti. Şortumun üzerinden kalçalarımı sıkıca derin bir nefes alarak öpmüştü. "Çok seviyorum lan!" Dediğinde ne beni ne de bana olan sevgisini içine sığdıramıyor gibiydi. Bense utançtan kıpkırmızı olduğumu hissediyordum. Bedenimi saran utanç dalgası sıcak sıcak terlememe neden olurken yine de bu halimi bozuntuya vermeden hava da duran ayaklarımla çırpınırken boşluğa tekmeler savuruyordum. "Ya böyle sevgi mi olur? Napıyorsun?" Fırat kalçalarıma şortumun üzerinden koklayarak birkaç öpücük daha kondururken, "Sen bir karım ol benim. Ben göstereceğim sana sevgi nasıl olurmuş. " deyince evlilik konusunu bir kez daha gözden geçirmeyi aklımın bir köşesine yazdım.

Fırat'ın dudakları bu seferde çıplak belimi bulurken kucağında uçuyor gibiydim. Ellerimi kalın adeleli bacağının üzerine koyup, "Oooof" dedim uzatarak. Bir yandan da kendimi kurtarmak için boşluğa savurduğum tekmelerime devam ediyordum. "Oflama bana" diyen Fırat belimi öpe öpe lila rengi kısa kapşonlumun üzerinden sırtımı koklaya koklaya öpüyordu. "Ölürüm lan sana! Küçüğüm benim! Kurban olduğum! Canımın içi! Yavrrruuummm!"

Bu hâli, beni böyle içi içine sığmıyormuş gibi sevişi afallamama neden olurken hiç iğrenmeden ya da garipsemeden kalçalarımı öpüşü tuhaftı. Yine de küçük bir kahkaha atışıma engel olamazken, "Delirdin sen iyice." Dedim. Dudakları ensemi saçlarımı koklayarak öpüyordu. "Delirdim lan! Var mı? Delirttin." Derken beni kucağında hiç zorlanmadan kendine çevirirken başım dönmüştü. Kucağında oyuncak bebek gibi oynuyordu benimle.

Dudakları alnımı öperken oradan burnumu, dudaklarımı, çenemi, çenemin altını, boynumu, kısa kapşonlumun tam çekmediğim fermuarından açıkta kalan sağ omzumu, gerdanımı, göğsümü, göğsümün altını koklaya koklaya öptü. "Bebeğim benim! Kokusuna öldüğüm, fındığım " derken de dudakları çıplak karnımı buldu. Göbek deliğimi öperken dudakları tenimi öpe öpe yaramın üzerini buldu. Yaramı üzerindeki beyaz , büyük yarabandının üzerinden öperken, "Hazan'ım " dedi bastırarak. Sesindeki coşku silinmiş yerini öyle güzel, o kaba ve tok sesine nasıl sığdırdığını bilmediğim, öyle bir naiflik ve şevkat almıştı ki içim sıcacık oldu. Gözlerim hafiften dolarken, "Fırat'ım" dedim. O yaranın karnıma açıldığı gün biz ilk kez biz olmuştuk. Ben ilk kez birkaç dakikalığına da olsa mutlu olmuştum. Fırat ilk kez beni kaybetme korkusu yaşamıştı. Eğer o gün orda ölseydim ne olurdu bilmiyorum. Gerçi ölmüş biri olarak bilemezdim de. Her insan düşünür değil mi "dünya benden sonra nasıl bir yer olur?" Diye. Bende bir an düşündüm. Her gidenin yeri dolarmış. Herkes bir şekilde doldururdu yerimi. Ama sanırım Fırat dolduramazdı. Öyle bir seviyordu ki beni. O gün bile. Vurulduğumu gördüğü ilk anda ki adımı haykırışı hâlâ kulaklarımda. Yanıma koşarak gelişi, beni kollarına alışı, hiçbir şeyden korkmayan bu koca adamın o gün gözlerinde gördüğüm korku... ölsem unutamam dediğim şeylerin en başında geliyordu. Ben daha önce hiç böyle sevilmedim. Ve eğer birgün ölürsem bu kollarda ölmek isterdim. Gördüğüm son şey o çok sevdiğim kara gözler olsundu dileğim.

Fırat başını karnımdan kaldırıp beni sımsıkı sararken yanağımı sıkıca öptü. "Fırat'ın ölsün sana." Dedi. "Kurban olurum seni veren Rabbime. " Bende olurdum. Beni Fırat'a verdiği için bende kurban olurdum. Herşeyimdi bu adam benim.

Kollarımı boynuna sarıp sarıldım. Sımsıkı. Fırat'ta başını boynuma gömerken kokumu defalarca yaptığı gibi yine içine çektiğinde kapıdan yükselen zil sesiyle gözlerim kapıyı buldu.

"Kim gelmişti acaba bu saatte?"

💧 💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧








Loading...
0%