Yeni Üyelik
49.
Bölüm

49. Bölüm

@yikim2024

*******
Durduğum kırmızı ışıkta arabanın camına düşen kar tanelerinin sileceklerin önünde sağa sola savrularak eriyişini, iki elimle tuttuğum direksiyonun üzerinde, parmaklarımla ritim tutarak izliyordum. Önümde duran araçların plakalarında gezinen gözlerim arada bir dikiz aynasından, gece yine uyuyamadığım için, içleri kıpkırmızı olan ve kirpiklerimi gayri ihtiyari bir şekilde kırpıştırırken acıyan kehribar rengi harelerimi buluyordu. Yine uykusuzluktan sebep sancılı bir şekilde ağrıyan şakaklarım kaşlarımı derince çatmama neden olurken direksiyondaki ellerimden birini kiremit kırmızısı boğazlı kazağımın yakasına götürüp parmaklarımla hafif çekiştirerek gevşetmeye çalıştım. Derin bir nefesi sıkıntılı bir şekilde alıp dudaklarımı hafif aralayarak dışarıya verirken kendimi hiç iyi hissetmiyordum. İçim sıkılıyordu. Bugün Oğuz için birşeyler yapabileceğim son gündü. Yarın Oğuz hakkında kesin hükmün verileceği mahkeme vardı. Hakan Çınar'ı tutuklayabilmek için delil bulmam gerekiyordu. Şuan Baran'ın otopsisi için hastaneye gidiyordum. Az önce otopsi talebim için başsavcılıktan gelen onay mailime düşmüştü. Otopsiden birşey çıkacağını sanmıyordum ki çıksa bile otopsi sonucu için en az bir iki hafta beklemek gerekiyordu. Belki de daha fazla. Şimdilik tek umudum tavan arasından çıkan silahların ve iğnenin üzerinden Hakan Çınar'a ait bir parmak izi bulunmasıydı. Parmak izi sonuçları bugün içerisinde elimde olurdu. Eğer parmak izi incelemesinden birşey çıkmazsa Hakan Çınar'ın bir savcı olarak soruşturmasını yürüttüğü Dilan Bekirhan davasının dosyasındaki balistik sonuçlarıyla oynadığına dair bir dilekçe yazıp başsavcılığa göndermeyi düşünüyordum. O da olmadı Hüseyin denilen adamı kullanacaktım. Her ne yapacaksam bugün içinde yapıp Hakan Çınar'ın defterini dürmeliydim.

Arkadan gelen korna sesiyle irkilirken gözlerim refleksle kırmızıdan yeşile dönen trafik lambasını buldu. Gaza basıp direksiyonu çevirirken yola koyulduğumda gözlerim anlık bir aracın saat göstergesini bulmuştu. Saat 08.17'yi gösteriyordu.

Bugün yine güne erken başlamıştım. Bütün bir gece boyunca Fırat'ın üzerinde yatıp onun beni öpüp koklayıp sevmeleri eşliğinde uyumaya çalışıp başaramamıştım. Yine de uyuyormuş gibi yaparken bir yerden sonra Fırat uykuya dalmıştı. Ve bende O uyanmasın diye sabaha kadar üzerinde hareketsizce durmaya çalışmıştım. Ancak sabaha karşı askeriyeden aranıp evden çıkarken bütün gece uyuyamadığımı anladığında kızmıştı. Giderken biraz yatıp uyumamı söyleyip evden çıkıp gitmişti. Bense O gittikten sonra koltuğa uzanıp bir süre öylece dursamda uyuyamamıştım.

Fırat'tan yarım saat sonrada Bahar uyanmış Elif hâlâ uyuyorken Canan teyzeye Elif'i bırakıp oradan da hastaneye geçmek üzere gitmişti. Dün gece ki bebek mevzusunu konuşmaya fırsatımız olmamıştı. Bende onlardan sonra üzerimi değişip evden çıkmıştım. Fırat her ne kadar Ona verdiğim arabanın anahtarını orta sehpanın üzerine bırakıp gitmiş olsa da kiraladığım aracı kullanmakta ısrarcıydım. Araca bindiğimde dedemden öğlenden sonra Şırnak'ta olacağına dair bir mesaj gelmişti. Sanırım uçak yerine arabayla geliyor olmalıydı.

Bilmiyordum. İçim, aklım, benliğim herşey ruhumun bir yerinde karmakarışıktı. Dedemle yüzleşmeye hazır değildim. Altı yıl olmuştu onu kanlı canlı görmeyeli. İçimde dedeme karşı yıllar yılı taşıdığım kırıklar bir altı yıla daha meyilliydi. "Göz görmeyince gönül katlanır" derler ya gerçekten de öyleymiş meğer. Gece boyunca ne hissettiğimi, gerçekten ne hissettiğimi, düşünüp dururken anladım. Ben bugüne ne bugün ne yarın ne de yarından sonra hiç hazır değildim. Özlem yoktu yüreğimde. Nasıl olur? Bir insan çocukluğunun, çoğu anında gerçek bir çocuk olamadığı çocukluğunun, hatırı sayılır anlarını kucağında geçirdiği bir adamı , dedesini onca yıl sonra ilk defa göreceği günün sabahına nasıl böyle müphem bir hâl içerisinde uyanır? Bilmiyorum. Hissettiğim tek duygu yorgunluk...yine eski defterler açılacak biliyorum. Aynı şeyleri duyacağımı bilen ruhum şimdiden sıkıntılı bir nefesi ciğerlerime çekmeme neden oluyor. Bugünü canım geçmişe ve şu ana yanmadan kapatamayacağımı biliyorum. Ben bugünü istemiyorum. Dedemi sanırım affedememişim. Sol yanağıma attığı tokatın yeri hâlâ sızlıyor sanki. İstanbul'daki evin önünde... artık "evim" bile diyemiyorum. Yüzüme attığı o sert tokat , "ne haliniz varsa görün. Bir kez olsun kapıma para için gelirseniz sorarım ben o gün size" deyişi, o gür sesi kulaklarımda. Hani derler ya "ölsem çıkmaz içimden" işte öyle. Yaşadıkça içime işliyor. Affedememişim. O kadar büyük değilmiş içimdeki paramparça Hazan. Keşke gelme deseydim. Gerçi benim için değil Oğuz için geliyor. Ama bana gelme deseydim. Diyemezdim. Her zaman ki gibi ağzımı açmama bile fırsat vermemişti. Sözde çok severdi beni. Belki gerçekten de severdi. Babamdan geriye kalan tek şeydim dedem için. Zannımca bu yüzdendi beni, Ali'yi bile gözden çıkarmışken, gözden çıkaramayışı. Bilemedim. İçime bunca kırığı bırakan bir adam aynı zamanda nasıl beni seven bir dede olabilir? Bilemedim.

Gözlerimin içi yarı uykusuzluktan yarı boğazıma düğüm olan, maziden çıkıp bugünümü esir alan birkaç anından sebep cayır cayır yanarken arabanın camını hafif araladım. Üzerimde sadece kiremit kırmızısı boğazlı kazağımın üzerine giydiğim deri ceketim varken soğuk hava gözlerimin içine dolup kendi haline bıraktığım uzun dalgalı saçlarımı savurdu. Birkaç küçük kar tanesi yüzüme vururken görüş acıma giren hastanenin açık otoparkına girip bulduğum ilk boş yere aracı park ettim.

Anahtar dışında, üzerime yan koltuktaki kabanımı dahi, almadan arabadan indiğimde ayağımdaki siyah botlarımın zincirleri sallanmıştı. Hoş duruyorlardı. Kapıyı kapatıp bacaklarımı saran gri, dar paça kot pantolonumu düzeltip üç katlı büyük binanın acil kapısını es geçip ana kapıya doğru ilerledim. Saçlarıma kar taneleri düşerken esen rüzgar yüzüme vurup saçlarımı savuruyordum. Adımlarımı hızlandırıp hastaneye girip çıkan yüzleri soluk ve sıkıntılı bir ifade taşıyan çoğu yaşlı insanlardan oluşan kalabalığın arasına karıştım. Uğultu sesleri kulaklarıma dolarken sensörlü kapıdan içeriye girdiğimde bedenimi saran sıcak havayla ürperdim. Bu sıcak soğuk geçişleri bedenimde hoş bir his bırakmazken halihazırda çatık olan kaşlarım az biraz daha çatılmıştı. Yine de umursamadan asansöre doğru yönelirken karşıdan gelen Harun'u fark etmiştim. Aklım dün geceye giderken buna izin vermedim. İşle özel hayatı birbirine karıştıramazdım. Fırat'a kendi kardeşinin kocasıyla arasında geçen tartışmalara müdahil olmamasını söylerken kendim tutupta , dış kapının dış mandalı olarak , onlara karışamazdım.

Harun bana doğru gelip karşımda dururken bende adımlarımı durdurdum. Açık kahverengi gözleri bir iki saniye gözlerimde gezinirken O da dün geceyi düşünüyor olmalıydı. Yüz ifadesinde mahçup ve gergin bir hâl vardı. VASÖ 'ye göre ben şuan bu şehirdeki bütün ajanların üstüydüm. Onlara emir verip yönetmek ve kontrol etmek durumundaydım. Bu mahçup haline eşlik eden gerginliğinin sebebi zannımca bu olabilirdi. Ama benim kimseyi azarlayıp kimseye üstünlük taslayacak halim yoktu. Uğraşamazdım.

"Otopsi için herşey hazır mı?"

Sessizliği bozduğumda Harun birkaç saniye duraksayıp belli belirsiz başını sallarken yan dönüp eliyle asansörü gösterirken, "Buyrun savcım" dedi. Başımı öylesine sallayıp yürümeye başladığımızda yanımızdan geçen birkaç kişiyle göz göze geldim. Tanımadığım insanlarla göz teması kurmaktan hoşlanmazdım. Başımı hafifçe önüme eğerken Harun'un, "Bilgisayarı düzeltiğiniz için sağolun." Diyen sesi kulaklarıma doldu. Gözlerim anlık bir onu bulsa da önüme dönüp, "Önemi yok" dedim. Yoktu. Alt tarafı bir bilgisayardı. Ortada Harun'un görmezden geldiği daha büyük bir sorun vardı. Bahar ve karnındaki bebeği. Bebeği bilmiyordu ama Bahar'ı ne kadar kırıp üzdüğünü bilmesi, görmesi gerekiyordu.

Asansörün önüne geldiğimizde fazla kalabalıktı. Tekerlekli sandalyede bekleyen iki kişi, annesinin kucağında ağlayan iki üç yaşlarında bir kız çocuğu, koluna giren , oğlu olduğunu düşündüğüm, adama yaslanmış olan bir teyze...herkes yorgun ve gerginken içim sıkıldı. Bazı şeylere katlanamıyordum. Hastaneler o bazı şeylerden biriydi.

Yanımda duran Harun'a dönüp, "Merdivenleri kullanabilir miyiz?" Diye sordum. Harun birkaç saniye yüzüme bakıp başını olumlu anlamda sallarken, "Tabii buyrun" dediğinde merdivenlere yöneldim. Otopsinin yapılacağı labaratuvar üçüncü kattaydı. Merdivenleri çıkmaya başladığımızda usulca içimi çektim. Harun'a söylemek istediğim şeyler vardı. Bahar'ı bu kadar üzmesi, onlara karşı bir VASÖ ajanı olarak birşeyleri saklarken sergilediği tavırlar, ailesine uzak davranıyor oluşu beni içten içe rahatsız ediyordu. Bahar Harun 'la araları kötü olduğu için bebeği istemiyordu. Böyle giderse bebeği aldırıp Harun'dan boşanabilirdi. Yuvaları yıkılsın istemiyordum. Ancak karışamazdım da. Haddim değildi. Bu yüzden sessizliğimi koruyup üçüncü kata geldiğimizde uzun koridorda hastanenin geneline hakim olan gürültülü bir uğultu eşliğinde, yanımızdan gelip geçen insanlarla birlikte labaratuvara doğru yürüdük .

Koridorun sonundaki geniş alana girdiğimizde birkaç doktor ve onları asiste edecek olan hemşireler üzerlerine giydikleri mavi ameliyat önlüğü, başlarına taktıkları boneler, ellerindeki tıbbi eldiven ve yüzlerindeki maskeyle dizilmiş bizi bekliyordu. Hepsine kısaca bir baş selamı verip üzerimdeki deri ceketi çıkarıp yandaki sandalyelerin üzerine koyup ellerimi metal lavaboda dezenfekte edip kadın bir hemşirenin yardımıyla önlük, eldiven ve boneyi giydim.

Ardından da üzerinde büyük harflerle "labaratuvar" yazan geniş kapıdan içeriye girdiğimizde metal bir masanın üzerinde uzanan Baran'ın cesedi gözüme çarpan ilk şey olmuştu. Cesedi dün nasılsa bugünde aynı korkunç hâldeyken midemin bulandığını hissettim. Genelde bu masada yatan ölü bedenler beni çoğu zaman , ne hâlde olurlarsa olsunlar, hüzünlendirirdi. Hepsinin daha iyi bir hayatı hak ettiğini düşünürdüm. "Keşke böyle olmasaydı" derdim. Bu sefer diyemedim. Dilan geldi gözümün önüne. Kucağına alamadığı bebeği içimde bir yeri acıttı. İnci'yi düşündüm. Ormandaki kulübede bulduğum oduncunun cesedini. Evini ocağını bırakmak zorunda kalan Ömer Korhan ve çocuklarını. Bu masada yatan it yüzünden erkeklerden korkan Zeynep'i. Ne oldu şimdi? Birazdan kafa tası parçalara ayrılacak olan bu ölü beden ne kazandı bu dünyadan? Gülünç. İnsan nasıl olurda paranın gücün esiri olup mahveder kendi hayatını? Şimdi Dilan yaşasaydı, bebekleri doğsaydı, Baran iyi bir insan olsaydı belki bugünde böyle olmazdı.

Maskenin içinde derin bir nefes aldığımda herkes hazırdı. Harun'da üzerini giyinmişken benden başlamak için izin bekliyorlardı. Onları daha fazla bekletmeden, "Başlayabilirsiniz" dediğimde doktorlardan biri eline aldığı neşterle kafa tasına kurşunu çıkarmak için bir çizik attı. Herşeyi fotoğraflayan kameralar eşliğinde kafa tasının derisi yüzülüp çıkarılan kurşunlar metal bir kabın içindeki suya atılırken metal masaya akan kırmızı kanlar doktorların eldivenlerinide kırmızıya boyamıştı.

Kandan yayılan metalik koku odaya hakim olan dezenfektan kokusuna karışırken gözlerim Baran'ın belden aşağısına örtülen yeşil örtüye kaydı. Dün cesedi ilk gördüğümde penisinin kesildiğini fark etmiştim. Bir an bunu neden yaptıklarını düşündüm. Baran'ı Kim Chin 'le birlikte kaçırdığımızda bacak arasına tekme atarak hadım etmiştim. Lakin benim derdim Zeynep'ti. Peki onların Baran'a böyle birşey yaparken niyetleri ne olabilirdi? Bilmiyordum. Herhangi bir fikrim de yoktu.

Gözlerimi cesedin üzerinde gezdirmeye devam ederken maskenin içinde nefes almak zordu. Şakaklarımda hissettiğim ter damlaları sırtımda da baş gösterirken soğuk soğuk terliyordum. Anlık bir herşey gözümün önünde tepetaklak olurken arkamdaki duvara yaslanıp tutundum.

"Noluyordu?"

Bir elimi şakaklarıma götürüp ovalarken derince yutkunup gözlerimi kapatıp açtım. Yer ayağımın altından çekiliyormuş gibi hissederken birkaç adım sağımda kalan sandalyeye doğru duvara tutunarak ilerleyip oturdum. Birden kalbimin çok hızlı atmaya başlarken ağzımdaki maskeyi çenemin altına indirip nefes almaya çalıştım. Diğer elimde kalbime gittiğinde, "Savcım iyi misiniz?" Diye soran Harun'un sesi kulaklarıma doldu. Gözlerim Onu ve bana dönen diğer doktor ve hemşireleri bulurken başımı olumlu anlamda sallayıp, "İyiyim. Devam edin siz" dedim. Harun birkaç saniye yüzümü incelesede diğerleriyle birlikte işine geri döndü.

Bense ağzımdaki maskeyi geri takıp en azından şu iş bitene kadar iyi görünmeye çalıştım.

*******
Açılan asansörün kapısından çıkarken çıkıştan gelen soğuk hava iyi gelirken ayakta duracak gücüm yokmuş gibiydi. Birdenbire üzerime çöken bu hâl canımı sıkarken yan taraftan adımın seslenilmesiyle duraksayıp sesin geldiği yöne döndüm. Bahar'dı. Üzerindeki siyah kazak ve pantolunun üzerine giydiği beyaz doktor önlüğü Onu her böyle gördüğümde düşündüğüm gibi Bahar'a çok yakışıyordu.

Ayağındaki siyah topuklu botlarının sesi mermer zeminde yankılanırken durduğum yerde yanıma gelmesini bekledim. Karşıma geçip durduğunda, "Birşey mi oldu? İyi misin?" Diye soran Bahar beni burada gördüğü için hissedilebilir bir telaş içerisindeydi. Sanırım Harun 'la konuşmak için buraya geldiğimi düşünüyordu. Bana verdiği sırrı kocasına söyleyeceğimi düşünmüş olmalıydı.

Hafifçe içimi çekip, "Merak etme Harun beyle konuşmak için gelmedim. İş için burdayım." Bahar sözlerimle sıkıntılı bir şekilde içini çekerken, "Hazan ben..." duraksayıp aldığı nefesi bıkkınca geri verdi. "Özür dilerim" Birkaç saniye gözlerine bakıp başımı olumsuz anlamda sallarken, "Sorun değil" dedim. Bahar mahcupca gözlerime bakmaya devam ederken, "Müsaitsen bir kahve içelim mi?" Dediğinde kabul ettim. Başım çatlarcasına ağrıyordu ve yorgundm. Bir kahve belki iyi gelirdi.

Bahar'la birlikte sonu görünmeyen uzun koridorda ilerlerken kantine girmiştik. Renkli bir tasarımı olan kantinde çokça insan varken boş masalardan birine oturduğumda Bahar kahve almak için gitmişti. Dirseklerimi masaya dayayıp başımı ellerimin arasına aldım. Bu halimin sebebi sanırım uykusuzluktu. Yaklaşık dört gündür bir anlığına bile olsa uykuya dalmamıştım. Göz altlarım çökmüş, gözlerimin içi kıpkırmızı olmuştu. Uyumak istiyor ancak yapamıyordum.

Önüme konulan karton bardaktaki kahveyle dirseklerimi masadan kaldırıp karşıma oturan Bahar'la oturduğum sarı sandalyede geriye doğru yaslandım. Bahar bana kahve kendine ise çay almıştı. Hamilelikte kafeinin zararlı olduğunu duymuştum. Belki de aldırmayı düşündüğü bebeğine zarar gelmesin diye böyle bir içecek tercihinde bulunmuştu.

Bahar gözlerini yüzümde gezdirip gözlerimde oyalanırken, "Hazan iyi misin?" Diye sordu. Bu sefer benim için soruyordu. Dürüst olmayı seçtim. Masanın üzerindeki karton bardağı iki elimle tutarken başımı olumsuz anlamda salladım. Bahar, "Hiç uyumamış gibisin. Dün gece abimle koltukta uyumuşsunuz herhalde. Bizim yüzümüzden mi uyuyamadın?"

"Hayır Bahar. Üç dört gündür böyleyim. Sizinle bir ilgisi yok. " dedim. Benim uyuyabilmek için bir yatağa ihtiyacım yoktu. Fırat'ın varlığı yetiyordu ki eğer uyuyabilseydim dün gece Fırat'ın üzerinde ömrüm boyunca gözlerimi kapattığım en güzel uykuya dalmış olurdum. Ama gözlerim artık Fırat'a bile kanmıyordu.

Bahar oturduğu yerde öne doğru eğilip ellerini masanın üzerinde birleştirirken, "Abimle aranızda bir sorun mu var?" Dediğinde kahvemden bir yudum alıp, "Hayır" dedim. "İyiyiz" iyiydik. Zannımca şu iki günlük ayrılıktan sonra daha iyi olma yolunda ilerliyorduk. Fırat çok seviyordu beni. Bu hayatta emin olduğum nadir şeylerden biriydi bu ve Fırat'ın sevgisinden bu kadar emin olabilmek, onun bana bu güveni veriyor oluşu kendimi ilk defa bir yere birine aitmiş gibi hissettiriyordu. Hayatımdaki tek ve en güzel şeyde sanırım Fırat'ın bu sevgisiydi. Onu özlemiştim.

Bahar hafifçe gülümseyip, "Çok seviyor seni" dedi. "Dün akşam eğer sen olmasaydın ben tek başıma duramazdım abimin karşısında. Bütün apartmanı ayağa kaldırır Harun'un ağzını burnunu dağıtmadan da durmazdı. Annemi bile dinlemeyen abim senin tek bir sözünle nasıl da çekti kendini geri." Fırat'ı dün gece durduran ben değildim. O sadece Elif'in farkında değildi. Ona Elif'i hatırlattığım an kendini geri çekmiş öfkesini kontrol altına almaya çalışmıştı. "Onu durduran ben değildim Bahar. Elif için durdu. Fırat o kadar sığ biri değil. " Bahar belli belirsiz başını sallarken gözleri önündeki karton bardaktaydı. "Biliyorum. " dedi dalgın bir sesle. Geçmişe veyahutta bir ana takılmış gibiydi. Gözleri yeniden beni bulduğunda "Ama bu yine de seni çok sevdiği gerçeğini değiştirmiyor Hazan" derken bundan memnundu. "İçi gidiyor sanki sana bakarken. Umarım hep böyle kalırsınız. " Umarım Bahar.

Dudaklarımda şakaklarımdaki ağrıya nazaran küçük, tatlı bir tebessüm belirirken hafifçe iç geçirdim. Dedim ya hayatımdaki en güzel şey Fırat'tı. Aklıma geldiği an dudaklarıma, ruhuma, içime her bir zerreme küçük tatlı tebessümler ettirebilirdi.

Kahvemden bir yudum daha alıp kokusunu içime çekerken iyi gelmişti. Bardağı masaya bırakıp gözlerimi Bahar'ın yüzünde gezdirirken, "Sen nasılsın?" Diye sordum. "Dün geceden ve o... anlattıklarından sonra oturup doğru düzgün düşünebildin mi?" Bahar dudaklarından çektiği bardağı masaya bırakırken gözlerini anlık bir etrafta gezdirip bana döndü. Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Eğer dün gece sana söylediğim o şeyde kararlı olduğumu söylesem... yanımda olmazsın değil mi?" Dedi. Yine dürüst olmayı seçtim. Gözlerinin içine bakıp, "Bu senin kararın Bahar. Şunu yap ya da bunu yap diye sana akıl veremem. Sen doğruyu yanlışı ayırabilecek birisin. Ama yine de fikrimi merak ediyorsan net olacağım. Bana de ki "Hazan ben çocuğu doğurayım vereyim sana sen bak " tamam derim. Ama bir cana kıymaya gelirse mevzu üzgünüm. Yardıma ihtiyacın olduğunda yanında olurum, çağırırsan gelirim ama seni desteklemem Bahar. Madem bir çocuk daha istemiyordunuz korunsaydınız. Madem ilişkinize güvenmiyorsun iş bu raddeye gelmeden önlem alsaydın." Sesimin tonuna ve yüksekliğine dikkat ederek kurduğum bu cümleler Bahar'ın gözlerini benden kaçırıp başını önüne eğmesine neden olurken duraksadım. Sanırım fazla ileriye gitmiştim. Bu kadarına hakkım yoktu. Sıkıntılı bir şekilde içimi çekip gözlerimi yanlış birşey yaptığımın bilimciyle birkaç saniyeliğine kapatıp açarken, "Özür dilerim Bahar. Biraz ileri gittim. Kusura bakma." Dedim. Sesim üzgün olduğumu belli ediyordu. Bahar başını olumsuz anlamda sallayıp, "Yo hayır. Haklısın " dedi. Başını eğdiği yerden kaldırıp hafif dolmuş olan gözleriyle gözlerime baktı. "Ben...evlilik dışı hamile kalarak baştan beri sorumsuzca davrandım. Harun'la ilişkimiz daha çok yeniydi Elif'e hamile kaldığımda. Sonrada apar topar evlendik. Abim duyarsa öldürür beni diye darlayıp durmuştum Harun'u. Belki de baştan beri gerçekten sevmedi beni. " Duraksadı. Gözünden süzülen bir damla yaşı silip, "Bilmiyorum Hazan " dedi. Sesi yorgun bir hâl içerisindeydi. "Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Sen söyle. Ne yapayım? Sen olsan ne yapardın?" Konuşurdum. Ne hissediyorsam, karşımdaki kişi bana doğru ya da yanlış, bilerek veyahutta bilmeyerek ne hissettiriyorsa bunu oturur karşımdakine anlatırdım. Sonuçta konuşmadan, kendi içimizde kırılıp dökülerek hiçbir şeyi çözemezdik.

"Bence konuş " dedim. "Kendi kendine "Harun beni sevmiyor, bebeği de istemez zaten" diyerek yargısız infaz yapacağına git sor. Ne hissediyor, ne istiyor Ona sor Bahar. Kendi kendine birlikte vermeniz gereken kararları tek başına verip işleri daha da yokuşa sürme. Hem kendin söyledin dün akşam." Çoğu zaman iyiyiz " dedin. Anlık tartışmalarla değer mi güzel olan şeyleri de mahvetmeye?" Bahar yutkunup hafifçe içini çekerken, "Bulursam konuşurum " dedi. Dudaklarında beliren alaycı bir gülümseme dikkatimi çektiğinde Ona anlamayan gözlerle bakıyordum. Bahar dilinin ucuyla alt dudağını nemlendirip, "Harun'un bu akşam Ankara'ya uçağı var. Yine iki günlüğüne gidiyor. Sabah yine ufak bir tartışma yaşadık. Onca şeyi, beni kırıp dökmelerini es geçip yine gidiyor. Artık bu sefer nereye diye sorduğumda " seminer ya da konferans" gibi yalanlar söylemeye de gerek duymadı. "Sanane" dedi. Ben oturup konuşurum da karşımda bir muhatap bulamıyorum. " dediğinde ne diyeceğimi bilmeyip sustum. Harun büyük ihtimalle dün geceki bilgisayar olayı yüzünden VASÖ tarafından çağırmıştı. Bu olay ilk olmadığı için Harun üstlerin gözüne çok batmış olmalıydı. Ama yinede bu durum Bahar'a böyle davranmasını haklı göstermiyordu.

Sessizliğim Bahar'ı gülümsetirken, "Karşımda abimin seni sevdiği gibi beni seven biri yok Hazan. Abim dünyanın en sinirli, en laftan anlamaz insanıdır. Gözü öfkelendiğinde kimseyi görmez. Ama sana kul köle oluyor. Annem bile şaşırıyor abimin bu hallerine. Harun beni hiçbir zaman öyle sevmedi. Artık benim için demir alma günü geldi bu limandan. " dediğinde kendimi kötü hissettim. Nedenini bilmiyorum. Bahar'ın bu hâli içime oturmuştu.

"Bahar " dedim usulca. O ise sözümü kesip, "Boşverelim artık beni " dedi. "Seni konuşalım biraz." Birkaç saniye gözlerine baktığımda kafasını dağıtmaya çalıştığını fark etmiştim. Bu yüzden Ona uyum sağlayıp, "Neyimi konuşacağız ki?" Dedim. Bahar bir elini çenesinin altına koyup yüzümü incelerken, "Değişmişsin " dedi. Biliyordum. Yıllar iyi kötü birçok şeyi alıp götürmüştü benden. Bazen getirdikleride olmuştu. Ama Bahar'ın tam olarak neden bahsettiğini anlamazken, "Nasıl yani?" Diye sordum. Bahar,"Eskiden çok daha asi ve neşeliydin. " dedi. "Mesela dün gece eski Hazan olsaydı abimle birlikte giderdi Harun'u dövmeye. Daha oturaklı, daha hanım hanımcık olmuşsun. Kahkahalarının yerini sakin bir tebessüm almış. Gözlerindeki ateş sönmüşte içinde Hazan yaprakları savrulur olmuş. Büyümüşsün sanki. Eski Hazan olsaydın ne abim seninle baş edebilirdi ne de sen abimle. Yine de eski Hazan daha mı mutluydu diye düşünmeden edemiyorum. "

Bahar'ın sözleri beni bir parça hüzünlendirip bir parçada gülümsetirken ben aslında hep böyleydim. O zamanlar şimdiden tek farkım, belki de artım, Ali'nin olmasıydı. Bir umudum vardı hayata karşı. Şimdide var bir umudum. Fırat var. Ama benden eksilenler çoktan maziye karıştı. O kahkahalar birgün geri döner mi bilmiyorum. Sadece ben eskiden çok severdim denizi. Şimdi sevmiyorum. Banyo yaparken bile korkuyorum sudan. Ölümü hatırlatıyor. Kendimi öldürmek isterken kendi kendimi attığım o soğuk su yine genzime doluyor. Ciğerlerim bıçakla kesilir gibi acıyor. Ben bir kere çıkardım ya bu canı gözden o gün bugündür kendimle yıldızım barışmıyor. Diyor ya şarkıda da , "Kendi düşmanı olmaya meyil eden her cepheden vurulur" öyle işte. Ben bir kere kendime düşman oldum. Şimdi de kendime tam anlamıyla güvenemiyordum. Eski Hazan çok kırgın bana, biliyorum.

Hafifçe gülümseyip, "O zaman on sekiz yaşındaydım Bahar. Şimdi büyüdüm. İlla ki değişiyor insan. " dedim. Değişiyordu. Hep aynı kalamıyorduk. Bahar çayından bir yudum alıp, "Öyle" dedi. "Ama sen... nasıl diyeyim? İstemeye istemeye değişmiş gibisin. Zorunda kalmış gibi. Ankara'dan gidişini hatırlıyorum Hazan. Bir sabah uyanıp seni odada bavullunu hazırlarken bulmuştum. O ana kadar hiçbir şey söylemedin bize. Birden "gidiyorum " dedin, gittin. Sonrada bir daha doğru düzgün bir irtibata geçmedin ne Cansu 'yla ne de benimle. Seni düğünüme bile çağıramadım. Numaranı değiştirmişsin. Ne oldu da öyle aniden çekip gittin diye çok düşündüm. Neden Hazan? Ne oldu da böyle oldun ya da böyle oldu?"

Bu yüzdendi. Bahar ve Cansu 'yla arama mesafe koymamın sebebi bana herhangi birşey sormalarını istemeyişimdi. Herşeyi halledip Ankara'dan gideceğim güne kadar da onlara hiçbir şey söylememiştim. Ne olduğunu kendim bile bilmiyordum çünkü. Ali ortadan kaybolmuş, annem her Allah'ın günü telefonda canıma okumuş, dedem anneme ayrı Ali'ye ayrı hakaretler savururken "topla pılını pırtını Antep'e gel " demişti. Bende bir kez daha annemi seçince dedem İstanbul'a gelip beni zorla Antep'e götürmeye kalkmıştı. Annem "al götür " derken ben istenmediğim yerde kalmak için hatırı sayılır bir çaba sarf etmiştim. Sonrası da dedemin attığı tokat , hakaretleri, beni son kez parayla tehdit edişi ve iki yıllık bir küslüktü. Bilmiyorum. Şimdi Bahar'a bunun neresini anlatabilirdim ki? Dilim varmazdı.

Kahvemden bir yudum alıp içimi çekerken, "Öyle olması gerekti." Dedim. Ardından da gözlerim bileğimdeki 09. 47'yi gösteren siyah saatimi bulurken Bahar konuşmaya hazırlanıyordu. Buna izin vermeden, "Bahar benim işlerim var. Sonra birgün oturur konuşuruz olur mu?" Diyerek yerimde hareketlendim. Bahar anlayışla başını olumlu anlamda sallarken daha söyleyecek ve soracak şeyleri olduğu belliydi. Oturduğu yerden benimle birlikte kalkıp bana doğru gelirken sarıldı. Bende sarılışına karşılık verdiğimde Bahar, "Birgün gerçekten konuşalım ama" dedi. "Tamam , konuşuruz" dedim ve ayrıldık.

Önce kantinden sonrada hastaneden çıkıp arabaya bindiğimde öğlenden sonra evde olmam gerektiği için adliyede olamayacağımdan dolayı parmak izi sonuçlarını almak için emniyete gitmeye karar vermiştim. Sonuçlar çıktıktan sonra dosya hâlinde adliyeye gelecekti ancak ben gün içinde adliyeye uğrayamayacaktım. Emniyetten çıkınca da Hüseyin denilen adamla görüşmeyi düşünüyordum.

Aracı çalıştırıp yola koyulmadan önce yan koltuktaki kabanımın cebinde duran telefonumu arayan soran var mı diye elime aldım. Ekranı açtığımda Fırat'tan gelen aramaları görmek beni pekte şaşırtmamıştı. Telefonu, telefon tutacağına takıp Fırat'ı ararken Bluetooth kulaklığımı kulağıma taktım. Motoru çalıştırıp yola koyulduğumda ilk çalışta açılan telefondan Fırat'ın, "Hazan?"diyen sesi kulaklarıma doldu. Hastane bahçesinden çıkıp trafiğe karışırken, "Efendim?" Dedim. Fırat derin bir nefes alırken her telefon konuşmamızda sesimi duyduğu an böyle iç çektiğini fark ettim. Sesimi duymak onu rahatlatıyor, iyi geliyordu sanki. "Nerdesin sen? Kaç kere söyledim sana aradığım an o telefon açılacak diye? İlla canımı burnuma getirdikten sonra mı geri döneceksin bana?" Bu kadar sinirli olması da beni şaşırtmazken arkadan gelen motor sesi yine beni aramaya çıktığını düşünmeme neden olmuştu. Umarım yanlış anlamışımdır çünkü bana ulaşamadığı her an peşime düşecekse bu çok fazlaydı.

Yanan kırmız ışıkta dururken, "İşim vardı Fırat. Lütfen bana beni aramaya çıktığını söyleme." Fırat sert bir nefesi alıp verirken telefondan yükselen peş peşe korna sesleri irkilmeme neden olduğunda, "Yok" dedi sert sesiyle. "Biraz daha ulaşamasaydım onu da yapacaktım ama şimdi başka işim var." Duraksayıp sakinleşmek ister gibi içini çekerken, "Neyse. Bu telefon meselesini sonra konuşacağız. İyi misin? İlaçlarını içtin mi?" Diye sordu. İçmemiştim. Doğrusu aklımdan da çıkmıştı. "İçmedim daha" dediğimde Fırat, "Birşeyler yedin mi bari? Yediysen iç ilaçlarını. Saati geçiyor " dedi. Haklıydı. Saat 10. 02'yi gösteriyordu. İlaç saatim ise 10. 05'ti. Ama ben henüz birşeyler yemiş değildim. "Yok yemedim ama yerim şimdi." Dedim. Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Hazan dikkat et kendine. " dedi. "Doğru düzgün yanında olamıyorum, seninle ilgilenemiyorum. Doktorun verdiği listeye de tam tamına uyamıyoruz aklım sende kalıyor. Dikkat et. Üç gün sonra hastaneye gideceğiz. Kötü birşey duymak istemiyorum. Tamam mı?"

Fırat mı benimle ilgilenmiyordu? O mu benim yanımda olamıyordu? O zaman ben neden kendimi Fırat'ı her düşündüğümde bu kadar güzel hissediyordum. Bana nasıl güzel bakıp sevdiğinin farkında değildi.

Yan yana olsak belki bunları Ona da söylerdim ancak telefonda sadece yüzümdeki küçük tebessümle, "Tamam Fırat'ım" demekle yetindim. Fırat birkaç saniye sessiz kalıp telefonun diğer ucunda derin bir nefes daha alırken, "Yapma şunu. Bütün işi gücü bırakıp yanına getirtme beni" dedi. Sesinde kendini zor tutuyormuş gibi bir hâl vardı. Ona "Fırat'ım" diyişimden fazlasıyla etkileniyordu. Yüzümdeki gülümseme genişlerken, "Neyi sevgilim?" Dedim. Sesim neden bahsettiğini anlamamışım gibi çıkarken muzip bir hâl içerisindeydim. Fırat'tan yine birkaç saniye ses gelmezken, "Sevgilin?" Dedi sorar gibi. Sesi afalladığını belli eder bir haldeyken gülümsüyordu sanki.

Evet. Ona ilk defa "sevgilim" diyordum ve sesindeki bu keyifli hâl hoşuma gitmişti. Gözüme kestirdiğim bir marketin önüne, kendime yiyecek birşeyler almak için, aracı park ederken, "Diyemez miyim? Sevgilim değil misin?" Dediğimde Fırat, "Dersin" dedi memnun bir tınıda ki kulağıma oldukça hoş gelen erkeksi sesiyle. "De. Sadece böyle telefonda değil yan yanaykende de. Bende şimdi yapamıyorum ama tutup ağzını yüzünü ısıra ısıra seveyim seni. " Gülümsemem iyice genişlerken Fırat'a olan özlemimde git gide artıyordu. Ayrılalı üç dört saat anca olmuştu ama çok çabuk özlüyordum onu. Bir an operasyona gittiğinde ne yapacağımı düşündüm. Hasretinden ölürdüm herhalde. Bu düşünce içimi burkarken dudaklarımdaki gülümseme yavaş yavaş silinip yok oldu. Boğazımda bir düğüm varmış gibi zar zor yutkunup içimi çekerken, "Derim " dedim usulca. "Sen istersen söylerim." İçimdeki hüzne inat sesimdeki tatlı tını Fırat'a derin bir nefes daha aldırırken, "Ne istersem?" Dedi sorar gibi. "Ne istersen" dedim. O sırada telefondan gelen motor sesi kesilmişti. Sanırım Fırat'ta gideceği yere varmıştı. Acaba yine dün bahsettiği kebapçı işiyle mi ilgileniyordu ki?

Fırat, " Ben o güzel ağzından, o tatlı sesinden bana "kocam " deyişini duyacağım anın hayaliyle yaşıyorum Hazan" dediğinde sesi fazla duygu yüklüydü. Yüreğim titrerken gözlerimi kapatıp burukca gülümsedim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. İçim sıcacık olmuştu. Fırat'ın kocam olacağını düşünmek bile benliğimi yakıcı bir heyecana sürüklüyordu. Bende onun bana "karım" deyişini duymayı çok isterdim.

Benim süre gelen sessizliğimde Fırat'ın , "Hazan" diyen sesi yeniden kulaklarıma doldu. Kapalı olan gözlerimi aralayıp cama düşen kar tanelerinde öylesine gezdirirken, "Fırat'ım" dedim. O da , "Hazan'ım" derken devam etti. "Yeri değil biliyorum ama ben deden Antep'e geri dönmeden önce bir ara tanışalım diyorum. İsteme gibi değil ama varlığımı bilsinler. " Şaşırmıştım. Beklediğim birşey değildi. Dedeme Fırat'tan bahsetmek aklımın ucundan bile geçmemişti. Nasıl olurdu ki? Dedem şu hâlde buna nasıl bir tepki verirdi bilmiyordum.

Hafifçe içimi çekip, "Fırat... bilmiyorum" dedim kararsız bir hâl içerisinde olduğumu belli eden sesimle. Fırat, "Bilinmeyecek birşey yok Hazan. Sadece tanışalım diyorum. Gizli saklı gibi olmasın. " Düşünmem lazımdı. Öncelikle dedemin buraya nasıl bir tavırla geldiğini anlamam gerekiyordu. Duruma göre bakardım.

"Ben biraz bunu düşünsem olur mu?" Diye sordum usulca. Fırat bir iki saniye sessiz kalıp sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Öyle olsun bakalım" dedi. Bu durum hoşuna gitmemişti. Ben nasıl ki trip atarken, "Peki" diyordum Fırat'ta hoşuna gitmeyen birşey söylediğimde, "Öyle olsun bakalım" diyordu. "Fırat kızma hemen" dedim yalvarır gibi çıkan sesimle. "Kızmıyorum" dedi düz bir sesle. Kızıyordu işte. "Kızıyorsun" dedim. Fırat baskın bir sesle, "Kızmıyorum Hazan" derken, "O zaman niye böyle soğuk soğuk konuşuyorsun benimle?" Diye sordum. Fırat, "Çok seviyorum çünkü seni, oldu mu?" Dediğinde sesinde erkeksi bir eda ve coşkulu bir hâl vardı. Bende onu çok seviyordum. Ama dedemle tanışmaları için doğru bir zamanda değildik. "Bende seni çok seviyorum" dedim sadece. Konuyu daha fazla uzatmak istemiyordum. Fırat ise, "Birşeyler yiyip ilaçlarını iç. Arayacağım yine. Dikkat et kendine. " derken onu dedemle tanıştırmayışım canını sıkmıştı. Ses tonundan anlayabiliyordum. Yinede, "Tamam. Sende dikkat et kendine" diyerek telefonu kapattım.

Derin bir nefesi alıp verirken araçtan inip markete girdim. Reyonların arasında gezerken evdeki dolabında neredeyse bomboş olduğunu hatırlarken eve de birşeyler almayı aklımın bir köşesine yazdım. Şimdi alırsam bazı ürünler bozulabileceği için eve giderken almaya karar verirken kuruyemiş, tuzlu kraker ve su alıp çıktım.

Araca geri bindiğimde hızlıca aldıklarımdan biraz yiyip ilaçlarımı içtikten sonra emniyette gitmek üzere yeniden yola koyuldum.

*******
Beyaz badanalı, dört katlı binanın üzerindeki mavi tabelada "Şırnak Silopi İlçe Emniyet Müdürlüğü" yazısında gezinen gözlerimi önüme çevirip arabadan indim. Aracı kilitlerken kar yağışı durmuştu. Ancak gökyüzüne sisli bir hava hakimken binanın önüne park edilmiş olan askeri araç dikkatimi çekti. Kaşlarım sorgulayıcı bir şekilde çatılırken askeri aracın yanında Fırat'ın siyah Range Rover'ını gördüğümde şaşkınlığım bir parça daha artarken binaya doğru ilerleyip önündeki on basamaklı merdivenleri çıkmaya başladım.

Binanın kapısından içeriye girdiğimde gözlerimi anlık bir etrafta gezdirdim. Uzun koridorun sağ tarafındaki mavi sandalyelerde oturmuş olan Turan timini görmek beni şaşırtırken koyu kahverengi tonlarındaki kapının yanında, uzun boyu ve heybetli bedeniyle üzerindeki asker üniformasıyla fazlasıyla yakışıklı duran sevdiğim adamı beyaz boyalı duvara yaslanmış bir şekilde görmüştüm. Burada ne aradıklarını tahmin etmek çokta zor değilken Fırat'ın gözleri beni buldu. Halihazırda çatık olan kaşlarıyla bütün bedenimde gezinen kara gözleri heyecanlanmama neden olsa da herhangi bir tepki vermeden gözlerimi Ondan çekip koridorun solunda bir masada oturan polis memuruna doğru ilerledim.

Masanın başında oturmuş bilgisayarla ilgilenen polis memurunun karşısında durduğumda gözleri beni buldu. "Buyrun?" Derken bezgin bakan ela gözleri işinden memnun olmadığını düşünmeme neden olurken, "İyi günler. Cinayet büro amiri Şahin Özyurt'la görüşmek istiyorum. Haber verebilir misiniz?" Diye sordum. Adam , "Kimsiniz pardon?" Diye sorduğunda tavırları beni pek umursuyormuş gibi değildi. Sorun etmedim. Sadece, "Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu " diyerek kendimi tanıttığımda adam oturduğu yerde hızla doğrulurken arkasındaki sandalye hafif bir gürültüyle sallanmıştı. "Kusura bakmayın savcım. Hemen çağırıyorum Şahin komserimi " dediğinde başımı olumlu anlamda sallayıp, "Tamam. Sakin ol " dedim. Adam sertçe yutkunup başını olumlu anlamda sallarken, "Emredersiniz savcım " diyerek çaprazımızda kalan merdivenlere doğru yöneldi. Bende üzerimdeki bakışlar eşliğinde masanın üzerindeki kalemliği ileriye doğru itip masaya otururken koridorda sağa sola giden, ellerindeki dosyalarla işlerini yapan polislerde gözlerimi gezdiriyordum.

Turan timinin ise gözleri bendeydi. Özellikle de Fırat'ın bakışlarının yoğunluğunu üzerimde ve her zerremde hissedebiliyordum. Ama benim onlara bakmaya cesaretim yoktu. En son Oğuz'u tutuklandığım gün hepsinin bana olan bakışlarında bir öfke vardı. Hele Dilek fazlasıyla bilenmişti bana. Bilmiyordum. Herşeyi düzeltip yoluna koymadan hiç biriyle yüz yüze gelmek istemiyordun.

O sırada Turan timinin olduğu taraftan, "Hazan hanım" diye tanıdık bir sesin bana seslenişini duyduğumda gözlerim refleksle o tarafa döndü. Karşımda bu tarafa doğru gelen Hakan Çınar'ı görmek beni şaşırtmazken memnun olduğumda söylenemezdi. Büyük ihtimalle Turan timini buraya ifadelerini almak için toplamıştı. Şuan derdi ise benimle uğraşmaktı. Hiç istifimi bozmadan olduğum yerde Hakan Çınar'ın üzerindeki siyah takım elbisesiyle buraya doğru gelmesini beklerken Turan timi hareketlenmiş oturanlar ayağa kalkmıştı. Fırat her an birşey olabilirmiş gibi yaslandığı duvardan ayrılıp koca cüssesiyle dikleşirken Hakan Çınar gelip tam karşımda durdu. Gözlerime nefret dolu bir ifadeyle bakan gözleri yüzümde gezinirken ben ise Ona fazlasıyla duygusuzca bakıyordum. Elini bana uzatıp, "Merhaba savcım. " derken sesi bir parça imalıydı. Gözlerim bana uzatılan ele düşerken elini sıkmak için herhangi bir hamlede bulunmadığım gibi oturduğum masadan da kalkmamış selamına bir karşılık vermemiştim. Hakan Çınar elini sıkmayacağımı anlayınca sinirle gülüp elini aşağı indirirken gözlerine hakim olan nefretine eklenen öfkesiyle başını aheste aheste sallayıp, "Size uzattığım eli sıkacak nezaketi göstermeyi bilmiyorsunuz ama her işimin içinden çıkıp burnunuzu sokmayı çok iyi biliyorsunuz savcım." Dedi. Dilan Bekirhan davasından bahsediyordu. Oğuz'un dün görülmesi gereken mahkemesinin Perşembe gününe atılmasından da bahsediyor olabilirdi. Kartları açık oynuyorduk. Ben nasıl ki bu itin bir terörist olduğunu biliyordum O da benim bir VASÖ ajanı olduğumun, Oğuz'un mahkemesinin ertelenmesini sağlayabilecek bir güce sahip olduğumun pekâlâ farkındaydı.

Dudağım sola doğru alaycı bir şekilde kıvrılırken, "Dilan Bekirhan davasından bahsediyorsunuz herhalde. Şöyle düşünün savcım demiştiniz ya "Birbirimizin davalarını üstlenip birbirimize yardımcı olabiliriz." Size yardımcı oluyormuşum gibi düşünün. " dediğimde Hakan Çınar gözlerime alaycı bir ifadeyle bakıp, "Sırf kuzeniniz olduğu için üsteğmen Oğuz Hacıoğlu 'nun mahkemesini yarına ertelettiren siz bana yardımcı olduğunuzu mu söylüyorsunuz? " duraksayıp alayla gülerken devam etti. "Kusura bakmayın savcım ama bu yardım değil. Bu bir vatan hainini korumak ve vatana ihanet etmektir. Gerçi sizin de bir vatan haini olup olmadığınızı bilemem. Üzerinize açılan soruşturma bitmeden görevinizin başında olmanız bence oldukça yanlış. Söylesenize savcım odanızdaki deliller gerçekten çalındı mı yoksa siz kendiniz bizzat mı kuzeninize verdiniz? "

Öfke bütün bedenimi sararken sakin olmaya çalışıp gözlerimi Hakan Çınar'ın gözlerine sabitleyip, "Kim bilir?" Demekle yetindim. Bu şerefsize herhangi bir açıklama yapacak değildim. O da biliyordu burada vatan haini kim ya da değil. Tek derdi beni kışkırtmak ve Turan timini bana karşı doldurmaktı. Ki benim kimin benim hakkımda ne düşündüğü umrumda bile değildi.

Sakinliğim Hakan Çınar'ı afallatırken kaşlarını "öyle mi?" Der gibi havalandırıp, "Kim bilir?" Diyerek beni tekrarladı. Ardından da ağzıyla "vay be" gibi bir hareket yaparken, "Kendinizi savunmanızı beklerdim savcım. En azından bakın burada size çok güvenen Turan timi var. Hiç değilse onların önünde bari hem kendinizi hem de kuzeninizi savunmanız gerekirdi. " dedi.

Gözlerim Hakan Çınar'ın eliyle Turan timini göstermesiyle anlık bir onları bulsa da çok fazla oyalanmadan karşımdaki adama geri döndüm. "Kendimi savunmuyorum çünkü kendini savunmak suçlu insanların yapacağı birşeydir. Ben kim ve ne olduğumu iyi biliyorum. Başkalarına özellikle de size karşı kendimi açıklamak, anlatmak ya da savunmak gibi bir derdim yok. İstediğinizi düşünebilirsiniz. Öte yandan eğer şuan karşımda siz değilde Turan timi olsaydı elbette ki oturur bir açıklama yapardım. Daha öncede söylediğim gibi sizden haz etmiyorum. Ve onlar , onların düşünceleri benim için sizin düşüncelerinizden daha değerli. Ki burada kimin ne olduğunu benden sonra en iyi bilen kişide sanırım sizsiniz. En azından kendi içinizde olsa da dahi utanmanız yoksa bu benim sorunum değil. "

Hakan Çınar git gide öfkelenirken, "Sizce de fazla ileriye gitmiyor musunuz savcım?" Dedi. Sesi dişlerini sıktığı için sert ve tehditkâr bir haldeyken alayla gülümseyip kollarımı göğsümün altında birbirine kenetlerken başımı hafif yana atıp, "Sanmıyorum ki hadi fazla ileriye gidiyorum diyelim ne olacak?" Dediğimde Hakan Çınar üzerime doğru bir adım gelip gözlerime öfkeyle bakarken, "Bilmek istemezsiniz savcım " dedi dişlerinin arasından tıslar gibi. Omuz silkip, "Yoo isterim " dedim umursamazca.

Hakan Çınar birkaç saniye gözlerimin içine bakmaya devam edip, "Bu kadar cesaretli olmanız sizce de çok fazla değil mi savcım? Arkanızda güvendiğiniz güçlü insanlar olmalı. Ki bir teröristin mahkemesini dahi iki gün erteleyebilecek güce sahip oluşunuz kafa karıştırıcı. " dediğinde Oğuz'a iki de bir terörist diyişi kanıma dokunsa da sakinliğimi koruyup hiç istifimi bozmadan, "Niye siz çok mu korkutucu birisiniz ki size diklenmek için arkamda güçlü birilerinin olmasına ihtiyaç duyayım? " diye sordum. Cevap bekler gibi duraksayıp Hakan Çınar'ın sıktığı dişleriyle sessiz kalmasıyla devam ettim. "Öte yandan mahkeme konusuna gelecek olursak mahkemeyi ertelettiğimi söyleyip duruyorsunuz ama bu sizin iddianız. Eğer bir kanıtınız varsa lütfen gösterin." Hakan Çınar yine sessiz kalırken ekledim;

"Fazla cesaretli olmam konusu ise sizi niye bu kadar rahatsız etti bilmiyorum ama arkamda birileri yok. Sadece karşımdakiler beni korkutmak için fazla pasifler. Ayrıca eğer mahkemeyi erteletmiş olsaydım bundan bir çıkarım olması gerekirdi. Sizce ne gibi bir çıkarım olmuş olabilir?"

Karşıma geçip"asıl suçluyu bulmak için zaman kazanmaya çalışıyorsunuz" diyemezdi. Çünkü bu Oğuz'un suçsuz olduğunu onunda bildiğini gösterirdi. Bu yüzdendir ki sinirden patlayacakmış gibi görünürken sessiz kalışı beni pekte şaşırtmamıştı.

Başımı öylesine olumlu anlamda sallayıp, "Güzel " dedim. "Bir daha altını dolduramayacağınız cümleler kurmak için karşıma geçip ağzınızı açmayın savcım. "

Hakan Çınar öfkeyle solurken, "Canımı çok fazla sıkıyorsunuz. Haberiniz olsun" derken kendini kontrol edemiyor gibiydi. Şuan resmen beni tehdit ediyordu. Niyeti beni kışkırtmaktı ancak şu hâle bakacak olursak kendisi sinir küpü olmuştu. O sırada çaprazımızda kalan merdivenlerden inen Şahin Özyurt'u fark ettiğimde göğsümün altında birbirine kenetlediğim kollarımı çözüp ellerimi bacaklarımın üzerine koyarken dudaklarıma sinir bozucu bir gülümseme yerleştirip oturduğum yerden doğruldum. Gözlerimi Hakan Çınar'ın gözlerine dikip, "Ne mutlu bana" dedim. "Ve üzücü bir haberim var; canınızı sıkmaya devam edeceğim. "

Hakan Çınar bu sözlerimle sinirli bir şekilde hafifçe gülerken, "İyi. O zaman canınızın yanmasına da hazırlıklı olun." Dediğinde yüzümdeki sinir bozucu gülümseme genişlerken kaşlarımı "Öyle mi?" Der gibi havanlandırıp, "Tamam. O zaman kapanın elinde kalsın diyelim mi?" Dedim. Hakan Çınar başını olumlu anlamda sallayıp, "Oyun başlasın diyorsunuz yani?" Dedi. Dilan'ın cesedinin bulunduğu günkü nota gönderme yapıyordu. Yüzünde keyifli bir hâl varken, "Hayır. Oyunu bitireceğim diyorum. Yani üzgünüm. Keyfiniz kısa sürecek. "

"Göreceğiz."

"Görelim"

Hakan Çınar birkaç saniye daha gözlerime bakıp Turan timinin önünde bulunduğu sorgu odasına doğru ilerlerken Fırat'la göz göze geldik. Yine bir sebepten sinirli görünürken kaşları ürkütücü bir şekilde çatılmıştı. Niye kızdığını tam olarak anlayamasam da iki yanında yumruk halinde olan elleriyle birşey çok netti; eğer Hakan Çınar bana zarar verecek bir temasta bulunsaydı Fırat orada öylece durmayacaktı. Ki bu bundan sonrası içinde geçerliydi. Şimdilik sakindi ancak hep böyle kalmayacağı da belliydi. Benim temennim ise biraz daha sakin olması yönündeydi çünkü TKÖ 'nün Fırat'ın sevgilim olduğunu bilmesini istemiyordum. Fırat bunu bilmiyordu ama ben biliyordum ki benim başıma iş açılmasın diye bu kadar sakin duruyordu. Yoksa Fırat beni severken de korurken de kimseden korkup çekinecek biri değildi.

Hafifçe içimi çekip gözlerimi Ondan aldım. Yanıma gelen Şahin Özyurt, "Buyrun savcım. Beni çağırmışsınız" dediğinde başımı olumlu anlamda sallayıp, "Parmak izi sonuçları çıktı mı?" Diye sordum. Şahin Özyurt, "Çıktı savcım." Dedi.

"Alabilir miyim?" Dediğimde Şahin Özyurt başını olumlu anlamda sallayıp, "Bekleyin getireyim hemen. " dedi ve geldiği merdivenlere yönelirken, "Şahin komserim" diye seslenerek onu durdurdum. Şahin Özyurt adımlarını durdurup bana geri dönerken, "Buyrun savcım?" Dediğinde gözleri bu tarafta olan Hakan Çınar'a anlık bir bakıp, "Dilan Bekirhan davasının orjinal balistik ve otopsi sonuçlarını istiyorum. " dedim. Evet. Daha öncesinden Şahin Özyurt'tan Dilan Bekirhan davasının orjinal balistik sonuçlarını almıştım. Lakin bu gizli birşeydi. Bu yüzden o balistik sonucunu ortaya çıkarıp Hakan Çınar üzerinden bir suçlamada bulunursam balistik sonuçlarını nereden ve nasıl bulduğumu açıklayamazdım. Şimdi ise niyetim hem balistik sonucunun orjinalinin bende bulunduğunu göstermek hem de Hakan Çınar'a göz dağı vermekti.

Şahin komser birkaç saniye sorgularcasına gözlerime baksa da , "Emredersiniz savcım" diyerek merdivenlere yöneldi. Bense tekrardan sorgu odasının kapısında bana öfkeyle bakan Hakan Çınar'a döndüm. Bariz bir şekilde gerilmişti. Yine de öfkeyle koridora doğru," Teğmen Helin Çakırcı. " diye bağırarak sorgu odasına girdi. Helin'de peşinden sorgu odasına girerken önüme döndüm.

Üzerimdeki yoğun bakışlar eşliğinde arkamdaki masaya geri otururken üzerimdeki deri ceketi düzeltip oyalanmak için fermuarını takıp boğazıma kadar çektim. Elimdeki kırmızı yarım deri eldivenlerimi bileklerimden geriye çekip yumruklarımı sıkıp açarak düzelttim. Eldivenlerimin kiremit kırmızısı boğazlı kazağımla olan uyumu çok hoşuma gitmişti. Boynumdaki kolyelerimle de siyah botlarımdaki zincirler bir uyum içerisindeyken bileğimdeki saatte baktım.

Saat 10. 53'ü gösteriyordu. Dedemler üç dört saatte burada olurdu. Bir an önce buradan çıkıp Hüseyin denilen adamla görüşmem gerekiyordu. Parmak izi raporundan birşey çıkarsa Hakan Çınar hakkında tutuklama kararı çıkartmak için başsavcıyla görüşebilirdim. Eğer parmak izinden birşey çıkmazsa orjinal balistik sonucuyla Hakan Çınar'ın yazdığı dava dosyasındaki sonucu karşılaştırıp yine başsavcıya gidecektim.

Yaklaşık on onbeş dakika boyunca Şahin Özyurt'tu beklemiştim. Adam sonunda merdivenlerde ellerindeki pembe tonlarındaki evrak dosyalarıyla gelirken oturduğum yerden kalktım. Karşımda duran adam dosyaları bana uzatıp, "Buyrun savcım" derken üç dosyayı da alıp parmak izi raporunun olduğu dosyayı açtım. Karşıma çıkan ilk sayfadaki birden fazla parmak izini inceleyip sayfanın sonundaki sonuç kısmına bakarken Şahin Özyurt, "Evden Baran Bekirhan ve Dilan Bekirhan dışında kimsenin parmak izi çıkmadı savcım. Silahlar ise fazlasıyla iyi temizlenmiş. Onlarda da herhangi bir parmak izine rastlamadık. " diyerek rapor sonucunu açıklarken elimdeki dosyanın sayfasını çevirip, "Formaldehit maddesinin bulunduğu bidondan da mı birşey çıkmadı?" Diye sordum. Beklediğim bir sonuçtu ancak yine de canım sıkılmıştı.

Şahin Özyurt, "Hayır savcım. Çıkmadı " derken sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Başımı belli belirsiz olumlu anlamda sallayıp, "Tamam. Sağolun. Kolay gelsin " diyerek çıkışa doğru yöneldim.

Emniyet müdürlüğünden çıkıp araca bindiğimde duran kar yağışı yeniden başlamıştı. Aracın önce motorunu sonrada sileceklerini çalıştırıp elimdeki dosyaları yan koltuğa koydum. Telefon tutacağında duran telefonumdan Emir'i arayıp Hüseyin'in yerini öğrendikten sonra emniyet müdürlüğünün bahçesinden çıkıp trafiğe karıştım.

********
Bir gün önce geldiğim tekin olmayan bir mahalle arasındaki kahvehanenin önüne aracı park edip arabadan indiğimde Emir bana doğru geliyordu. Olduğum yerde durup yanıma gelmesini beklediğimde az ilerideki çamurlukta kıyıda köşede tam tutmamış olan karlarla kar topu oynayan çocuklar dikkatimi çekmişti. Hiçbirinin üzerinde doğru düzgün ne mont ne de çizme vardı. Eldivensiz elleri top haline getirip birbirlerine attıkları karın soğukluğu yüzünden kıpkırmızı olmuştu. Sekiz on kişilik bu çocuk topluluğu herşeye rağmen attıkları kahkahalarla mutlu görünüyordu. Bir an imrendim onlara. Aralarında olmak, onlarla aynı yaşları paylaşıp, aynı anı yaşayıp gülmek istedim. Kaç asır olmuştu kar topu oynamayalı? En son babamla oynamıştım. Ne kadar masumdum o zamanlar? Bu çocuklar gibiydim. Şimdiki oyunlarım ise ya çok tehlikeli ya da çok kanlıydı. Canım pahasına oynadığım oyunlardan zevk alıyordum artık.

" Büyüdükçe kirleniyormuş insan..."

Ben çok kirlendim.

Hafifçe yutkunup dolan kirpiklerimi kırpıştırırken elim belimdeki silahın kabzasına gitti. O çocuklar gibi olmam imkansızdı. Belki o çocuklardan birinin gelecekte olmal istediği bir mesleği yapıyor, o çocukların hayal ettiği hayatı yaşıyordum. Keşke yanlarına gidip asla büyümemeleri gerektiğini söyleyebilseydim ve bu mümkün olsaydı. Tamam büyüdükçe birçok şey kazanabiliyordunuz lakin hiçbir kazancınız kaybettiklerinizin yerini doldurmuyordu. Masumiyetiniz yok oluyordu. Çocukken içinizden geldiği gibi davranıp gülebiliyorken büyüyünce hayat bir savaş meydanı oluveriyordu. El gün laf etmesin, kimse arkamızdan konuşmasın, kimse güçsüz demesin derken insan olmaktan çıkıyorduk. Herkes sözde kendi hayatını yaşarken aslında başkalarının kurallarına göre ömrünün sonuna geliyordu. Sonrası ise koca bir "keşke"...

"Keşke hep çocuk kalabilseydim. Ve babam ben çocuk kaldıkça hayatta olsaydı..."

Karşımda duran Emir'le gözlerimi çocuklardan alıp Ona döndüm. Emir, "Adamı alıp geliyorum" derken başımı sallayıp Onu onayladım. Emir kahvehaneye girip bir iki dakika sonra adamı alıp geri gelirken gözlerim Hüseyin denilen adamı buldu. Tedirgin bakan gözleri korktuğunu belli ederken üzerindeki kıyafetleriyle pespaye bir hâl içerisindeydi. Ortası dökülen beyazlaşmaya yüz tutmuş saçları dağınıktı. Üzerindeki eski kareli gömleği ütüsüz, bacağındaki kot pantolonun diz kısmı oldukça yıpranmıştı.

Adamın bu hâline gayri ihtiyari bir şekilde sıkıntılı bir iç geçirirken şoför kapısını açıp arabaya binmeye meyil ettim. Hüseyin'e hitaben sert bir sesle,"Bin" derken koltuğa oturup yan koltuktaki dosyaları ve kabanımı arka koltuğa koydum. O sırada kapı açılıp Hüseyin araca binerken Emir'de kendi aracına doğru ilerliyordu. Hüseyin kapıyı çektiğinde motoru çalıştırıp aracı pek işlek olmayan yan sokağa doğru sürüp müsait bir yerde durdum. Adamdan yayılan sigara ve alkol kokusu nefesimi keserken diyaframdan nefes almaya çalışıp camı araladım. Hüseyin'in tedirgin gözleri üzerimde gezinirken dışarıdaki temiz havadan içime çekip adama döndüm. Ona baktığım an Hüseyin gözlerini benden çekerken birkaç saniye adamı inceledim.

Gözlerim gömleğinin kolunda gezinirken dikkatimi çeken şeyle duraksadım. Dudaklarımda alaycı bir gülümseme peyda olurken adama doğru uzanıp gömleğinin koluna sakladığı iskambil kağıdını çekip aldım.

Adamın gözleri hızla bana dönerken işaret ve orta parmağımın arasında tuttuğum kağıdın ön yüzünü çevirdim. Dudaklarımdaki alaycı gülümseme yerli yerindeyken, "Sinek 5?" Dedim sorar gibi. Lakin cevap beklemiyordum. Annemden dolayı iyi bilirdim iskambil kağıtlarını.

Gözlerimi kağıttan alıp adamın sargılı ellerine çevirirken, "O ellerle kumar mı oynuyorsun?" Dedim. Yüzümdeki alaycı gülümseme dağılmış kaşlarım çatılırken sinirlenmiştim. Adam bendeki gözlerini yeniden önüne çevirip konuşmazken, "Sana verdiğim şansı böyle heba ediyor oluşun acınası" dedim. " Canını daha fazla mı yakayım istiyorsun?"

Hüseyin sözlerimle sertçe yutkunurken, "Be-ben..." diyerek kekelerken, "Sen ne?" Dedim sert bir sesle. "Kumar oynayıp çoluğunun çocuğunun rızkını kumarda yediğin yetmiyormuş gibi birde leş gibi alkol sigara kokuyorsun! Parayı böyle abuk subuk şeylere harcayıp bir de para yok diye kendi kızını para karşılığı ite köpeğe satmaya kalkışıyorsun! Nerede şimdi o şerefsizler biliyor musun?! Cezaevindeler! Peki sen?! Onlardan önce orada olması gereken birisin! Niye dışarıdasın peki?! Benim sayemde! İstesem seni saniyesine layık olduğun yere gönderebilir miyim?! Gönderirim! Peki niye yapmıyorum?! Böyle kahvehane köşelerinde kendini bilmez bir hâlde sürt diye mi?!!"

Hüseyin git gide yükselen sesimle oturduğu koltukta korkuyla irkilirken, "Bak bir suçlu olduğunu unutma" dedim daha sakin tutmaya çalıştığım sesimle. "Ona göre ayağını denk al. Seninle bir anlaşma yaptık ve sen o anlaşma karşılığı dışarıdasın. Daha iyi bir insan, baba ve koca olabilmek için bir şansın var. Eğer sanıyorsan ki anlaşma bittiği an benden kurtulacaksın. Yanılıyorsun. Ölene kadar bırakmam peşini. Şimdilik uyarıyorum ama beni dinlemez bu rezil hayatına devam edersen anlaşmayı falan siktir eder seni tıkarım o kodese. Haberin olsun. Tamam mı?"

Hüseyin bana korku dolu kaçamak bakışlar atarken başını hızla aşağı yukarı salladığında, "Güzel" dedim. "Şimdi anlaşmamıza gelelim. İyi dinle beni. Bu akşam saat 19.30'da emniyet müdürlüğüne gidip iki hafta önce kameraları yenilemek üzere adliyeye gittiğini üçüncü kattaki kameraları yenilerken Hakan Çınar'ı benim odama girerken ve elindeki birkaç dosyaya odadan geri çıkarken gördüğünü söyleyeceksin. Gördüğün an önce ne olduğunu anlayamadın ancak akşam eve geldiğinde adliyede temizlik görevlisi olarak çalışan eşinin adliyedeki bir savcının odasındaki evrakların çalındığını sana anlattığını o zamanda neyin ne olduğunu parçaları birleştirerek anladığını söyleyeceksin. Eğer sana şimdiye kadar neden beklediğini sorarlarsa olayın savcılarla alakalı olmasından dolayı başına bir iş gelir diye korktuğunu ama sonra vicdanen rahatsız olduğunu falan söylersin. Anladın mı?"

Adamın gözleri yüzümde gezinirken, "Ya gerçekten benim başıma bir iş açılırsa? Sonuçta sizin odanızı soyup belgeleri alan bendim. " dediğinde korktuğu her hâlinden belliydi. "Merak etme. Eğer ailene karşı insan gibi davranırsan seni her türlü korurum. " dedim. Hüseyin birkaç saniye gözlerime tereddütle bakarken başka çaresi olmadığını bildiği için, "Ta-tamam" dedi. Başımı aşağı yukarı sallayıp, "İyi. Dediklerimi anladın dimi?" Dedim. Hüseyin, "Anladım" derken, "Sakın yanlış birşey yapayım deme. Seni uzaktan izletiyor olacağım." Diye bir uyarıda bulundum. Yanlış birşey yapmaya cesaret edemeyeceğini biliyordum ancak yine de uyarmakta fayda vardı.

Adam, "Merak etmeyin" derken, "Tamam" dedim. Parmaklarımın arasındaki iskambil kağıdını adamın kucağına atıp ekledim. "İn şimdi". Hüseyin kağıdı alıp araçtan inerken kapıyı kapattı. Bende motoru çalıştırıp Emir'i aradım. Hüseyin'le konuştuğum planı kısaca ona da anlatıp adamı takip etmesini söyledikten sonra saat 12.07'yi gösterirken Hakan Çınar hakkında başsavcıyla görüşmek üzere adliyeye doğur aracı sürmeye başladım.

                              *******

Adliyedeki odamda masanın üzerinde, önümdeki üç farklı dosyayı inceliyordum. Dilan'ın otopsi sonucunda kafa tasından çıkan mermiler önümdeki şeffaf poşette duruyordu. Evden çıkan silahlarda iki ayrı şeffaf poşetin içindeyken orjinal balistik sonucuyla Hakan Çınar'ın yazdığı cinayet dosyasında ki balistik raporunu alıp mermiler ve silahlarla birlikte oturduğum yerden kalkıp odadan çıktım. Merdivenlere yönelip üst kata çıkarken derin bir nefesi alıp verdim.

Dördüncü kata çıkıp üzerinde "Başsavcı Haluk Coşkun" yazan kapıyı elimdekileri tek elime alıp çaldım. İçeriden gelen , "Gir" komutuyla metal kolu aşağı indirip kapıyı açarken içeriye girdim. Kırklı yaşlarındaki başsavcıyla göz göze gelirken, "Kusura bakmayın savcım. Rahatsız ettim. " dediğimde başsavcısı önündeki siyah dosyanın kapağını kapatıp sorgulayıcı gözlerle elimdekileri incelerken, "Sorun değil savcım. Buyrun" diyerek masanın önündeki koltukları gösterdi. Odanın içine doğru ilerleyip siyah deri koltuklardan birine otururken elimdekileri başsavcının masanın üzerine koydum. Başsavcı önüne koyduğum dosya ve delil torbalarını incelerken, "Bunlar nedir savcım?" Diye sordu. Hafifçe içimi çekip deri ceketimin cebinden beyaz tıbbi eldivenleri çıkarıp ellerime takarken, "Dilan Bekirhan ve Baran Bekirhan cinayet davasını biliyorsunuzdur savcım" diyerek konuşmaya başladım. "Dava benden önce Hakan Çınar'daydı. Dün sabah bana geçti. Bende Dilan Bekirhan'ın cesedinin bulunduğu evini inceledim. Tavan arasından Baran Bekirhan'ın cesedi ve cesedin yanında önünüzdeki delil torbalarında gördüğünüz iki farklı modele sahip silahlar çıktı. Silahların üzerinde herhangi bir parmak izi yok. Öte yandan Baran Bekirhan'ın cesedi tıpta kadavraların bozulmaması için kullanılan formaldehit adlı bir sıvıyla kaplanmış haldeydi. Baran tahmini olarak Dilan Bekirhan'ın öldürüldüğü gün ya da o günün ertesi günü öldürüldü. Yani bu durumda Dilan'ı öldüren Baran değildi. O gün iki infazın da gerçekleştiği gün o evde Dilan ve Baran dışında bir kişi daha vardı. Ki Baran'ın cesedi fazlasıyla işkence edilmiş bir hâlde bulundu. "

Duraksayıp masanın üzerindeki Dilan Bekirhan'a ait olan otopsi ve balistik sonuçlarının Hakan Çınar'ın yazdığı dosyadaki ve orajinallerini açıp savcının önüne koyarken devam ettim. Savcı ise pür dikkat beni dinliyordu.

"Olayın örgüt infazı olduğu çok açık ancak benim bugün buraya gelip size bunları anlatmamın sebebi Hakan Çınar. Önünüzdeki iki farklı balistik sonucuna bakın. Bir balistik raporunun sonucunda Dilan Bekirhan'ı vuran silah "Arcus" olarak görünüyorken diğer raporda "Glock" olarak görünüyor. Sağdaki rapor yani "Glock" tabancasının yazılı olduğu sonuç orjinal rapor. Doğru olan bu ancak Hakan Çınar'ın yazdığı cinayet dosyasında "Arcus" silahının adının bulunduğu rapor mevcut. " Elime masanın üzerindeki Dilan'ın kafatasından çıkan mermilerin bulunduğu torbayı alıp çattığı kaşlarıyla beni dinleyen savcıya gösterdim. "Bu mermiler Dilan'ın kafatasından çıktı. Otopsideki kafatasının görüntüsüne bakın. Mermi açıklığı Arcus silahına göre oldukça küçük. " Arcus silahının bulunduğu şeffaf torbayı açıp içinden tıbbi eldiven taktığım ellerimle silahı çıkardım. Diğer torbadan kurşunlardan birini de çıkarırken mermiyi Arcus silahının namlu deliğine sokup, "Bakın küçük geliyor " dedim. Ardından Glock tabancasını çıkarıp elimdeki mermiyi şarjörüne takıp namluya sürerken, "Tam oldu" diyerek silahı başsavcıya gösterdim. Savcı anlamaya çalışır gibi gözlerini elimdeki silahta gezdirirken, "Yani Hakan Çınar balistik sonuçlarıyla oynadı mı demek istiyorsunuz?" Diye sordu. Başımı olumlu anlamda sallayıp, "Evet" dedim. "Orijinal balistik sonucunu bugün emniyet müdürlüğünden aldım. İki farklı raporun iki farklı sonucu olması size de aynı şeyi düşündürmüyor mu?"

Mermileri ve silahları torbalarına geri yerleştirirken başsavcı, "Haklı olabilirsiniz ancak bu itamlarınızın ucu Hakan Çınar'ın bir vatan haini olabilme ihtimaline kadar gider savcım. Emin misiniz?" Dediğinde, "Eminim" dedim. "Sizden istediğim Hakan Çınar'ı direkt olarak tutuklamanız değil. En azından hakkında bir soruşturma açabilirsiniz. Size sunduğum şeyler delil niteliği taşıyor. Değerlendirmenizi arz ediyorum. "

Başsavcı başını olumlu anlamda sallarken, "Tamam savcım. Dikkate alacağım. Ancak kararı size ancak yarın sabah bildirebilirim " dedi. Olurdu. Sonuçta birkaç saat sonra adliyeye Hakan Çınar'ın odamdaki delilleri çaldığına dair bir ihbar gelecekti. O zaman bu soruşturma illaki açılmak zorunda kalacaktı. Birde üstüne üstlük Hakan Çınar'ın odasına sakladığım delillerin kopyası Hakan Çınar'a herhangi bir kaçış şansı bırakmayacaktı.

Oturduğum yerden doğrulup dosyaları ve delil torbalarını toplarken, "Tamam savcım. Dinlediğiniz için teşekkür ederim. " dedim. Ve odadan çıkıp bir alt kattaki odama girdim. Dosyaları ve delileri bir dolaba koyup kapağını kilitlerken anahtarı cebime koyup elimdeki eldivenleri çıkarıp masamın altındaki çöp kutusuna attım. Ardından da kabanımı ve telefonumu alıp adliyeden çıktım.

Kar yağışı şiddetini artırarak devam ederken aracı eve doğru sürdüm.

********
Mahallenin girişindeki markete girip ev için gıda alışverişi yapmıştım. Şimdi ise kısa bir duşun ardından üzerimi değiştirip siyah uzun bir etek ve siyah bir boğazlı kazak giymiş aldıklarımı dolaba yerleştirmiştim. İçimde garip , rahatsız edici, beni olduğum yerde durdurmayan bir heyecan vardı.

O heyecanla baş başa kalmamak için evi toparlayıp süpürmüş, odamdaki yatağa temiz nevresim takımı geçirmiş dedem geldiğinde o odada kalır bende rahat rahat kıyafetlerimi alıp giyinemem diye birkaç parça eşyamı çatı katındaki odaya koymuştum.

Şimdi ise saat ikiye gelirken salonda gerginlikten oynadığım ellerimle oturuyordum. Bir yandan da alt dudağımı dişleyip dururken orta sehpanın üzerinde çalan telefonumun zil sesiyle irkildim. Elim refleksle kalbimin üzerine giderken önüme dökülen saçlarımı omzumdan geriye atıp telefonu elime aldım. Arayan Fırat'tı. Derin bir nefesi titrek bir şekilde içime çekerken aramayı yanıtladım.

"Efendim?" Dedim. Fırat her zaman ki gibi derin bir nefes alıp, "Nerdesin yavrum?" Diye sordu. Bana "yavrum" deyişi yalnız olduğunu düşündürürken, "Evdeyim" dedim. Fırat, "Deden geldi mi?" Dediğinde o görmese de başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Hayır gelmedi daha. Gelmiş olsa zaten böyle rahat açamazdım telefonu" dedim. Fırat, "Nasıl yani? Deden gelince doğru düzgün konuşamayacak mıyız biz Hazan?" Derken sesi fazlasıyla memnuniyetsizdi. Sabahki dedemle tanışma mevzusu yüzünden de böyle yaptığını az çok anlayabiliyorken emniyette olan olayı açmıyor oluşu işime geliyordu.

"Konuşamayız tabi Fırat. Nasıl konuşalım? Bir süre uzak dursak iyi olur" dedim. Dedemin karşısına geçip "benim sevgilim var" diyemezdim. Kaldı ki altlı üstlü oturduğumuzu öğrendiği an dedem kafasında beni çok yanlış yerlere koyardı. Kaldıramazdım. Yıllar önce annemi de koymuştu çünkü o yanlış yerlere. Benimde annemin yanında kalmaya devam edersen annem gibi olacağımı söylemişti. Dedem yanlış ve kötü düşünceleri olabilen biriydi. Özellikle de kadınlar, tek başına çalışıp yaşamaya çalışan benim gibi genç kızların hakkında ağza alınmayacak laflar söyleyebilirdi. Dedim ya kaldıramazdım.

Fırat telefonun diğer ucunda sert bir nefesi alıp verirken, "Neden?" Diye sordu. Lakin sesi o kadar sert çıkmıştı ki ürkmüştüm. "Benim için birkaç günlüğüne. Lütfen Fırat" dedim. Yoksa biliyordum ki kendine göre müsait bir zamanda kapıya dayanıp dedemle tanışmak isteyecekti.

Fırat birkaç saniye sessiz kalıp, "Eyvallah" dedi. Düz ve tok sesi kızdığını gösterirken ağzımı açıp birşey demeye hazırlanıyordum. Lakin kapıdan yükselen zil sesi evin içine dolarken gözlerim refleksle kapıyı buldu. Dedeme evin konumunu sabah atmıştım. Büyük ihtimalle oydu. Bütün vücudumdan bir elektrik geçerken, "Geldi galiba. Sonra konuşalım mı?" Dedim. Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Tamam" dedi ve ben oturduğum koltuktan doğrulurken telefon kapandı. Telefonu koltuğun üzerine bırakıp kapıya doğru ilerledim.

Metal kolu tutup aşağı indirdiğimde açılan kapının ardında beklediğim gibi sadece dedem yoktu.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧


   
     


  
  

Loading...
0%