Yeni Üyelik
50.
Bölüm

50. Bölüm

@yikim2024

******
Bu koku...
"Çocukluğun nasıl kokardı?" Diye sorsalar bu kokuyu söylerdim. Şuan saçlarıma iç çeke çeke kondurulan öpücükler eşliğinde bedenime sımsıkı sarılan yaşlı kolların beni hapsettiği göğüsü saran kahverengi örme yelekten yayılan babaannemin kokusunu. "Oyy kuzum" diyen sesi... hayli zaman olmuş bu kadar yakından duymayalı. Öyle ki içinde ne anlar ne anılar sakladığını fark etmek yüreğimi tarumar ederken unuttuğum veyahutta hatırlamaya bile tenezzül etmediğim birçok hatıraya gebe olan bu ses gözlerimi doldurdu. Ama ağlamazdım. Ağlarsam çocukluğuma duyduğum bu koca özlemin içinden çıkamazdım. Çocukluğumdaki gülüşlerim çalındı kulağıma. Arka bahçedeki tahta oturaklı salıncak, çiftlikteki atların dört nala giden ayak sesleri, saçlarıma değen rüzgar, gözlerimi kamaştıran güneş, parmaklarıma dolanan sarmaşıklar ve herşey bütün güzellikler birer birer silinirken bugünüm... tüm bunlar babaannemin bağrında, kokusunda ve sesinde saklıydı.

Hafifçe titrek bir nefesi içime çektim. Dedem ve babaannem geleli yaklaşık on dakika olmuştu. Onları içeriye alıp koltuklara oturduğumuz an babaannem beni göğsüne çekip sevmeye başlamıştı. Dedem ise oturduğu tekli koltukta öylece bizi izliyorken çatık kaşlarının altındaki ela gözleri bir parça düşünceli, az biraz sevecen ancak hislerini belli etmek istemezcesine ketumdu. Onu en son altı yıl önce İstanbul'da ki evimizin önünde görmüştüm. Sanki o zamanlar daha mı gençti? Yüzünde git gide artarak derinleşen çizgiler neler anlatıyordu? Telefonda konuşurken bana sevgi sözcükleri düzen dedem bugün niye böyle duvar gibiydi? Kızgın, kırgın ya da dargın olması gereken kişi ben değil miydim? Ya da istemeye istemeye Oğuz'u tutuklayışım bütün hayatım boyunca haklı olduğum anları almış mıydı elimden? Bilmiyorum. Bu ve buna benzer onlarca soru vardı kafamda. Lakin ilk konuşan ben olmamalıydım. İçimde garip bir tedirginlik vardı. Dedem... nasıl söylesem? Ürkütüyordu beni.

Uzun boyu, eski bir asker olduğu için yapılı olan bedeni, ortası seğrelmiş olan beyaz saçlarına eşlik eden kırlaşmış sakallarıyla Mahsun Türkoğlu tüm ihtişamıyla karşımda çattığı kaşlarıyla oturuyorken ürkmem sanırım normaldi. Dedem "dede" sıfatının tatlı kılabildiği bir adam değildi. Olabildiğince sert, ketum, otoriter ve dediğim dedik bir insandı. Sizi severken dünyanın en iyi insanı olabilirdi ancak karşı karşıya geldiğiniz an korkmanız gereken birine dönüşebiliyordu. Ama bütün mesele dedemin varlığı değildi. Garip bir hava tuhaf bir ifade sezinliyordum gözlerinde. Ve beni ürküten tam da buydu. Fırtına öncesi bir sessizlikti sanki yaşadığımız şuan. Dedem sanki kafasında bana ne ceza keseceğini düşünüyor ya da bana vereceği cezayı çoktan bulmuşta kendi içinde tartıyordu.

Gözlerimi dedemden çekip kollarımı hafif tombik olan bedenine sardığım babaanneme iyice sokuldum. Saçlarımda şefkatle gezinen el içimi sıcacık ederken babaannem usul usul ağlıyordu. Onu ağlatan özlem benimde burnumun direğini sızlatıyordu lakin ben dediğim gibi ağlamazdım. Babaannemle baş başa olsak belki. Ama dedem varken gözümden bir damla olsun yaş süzülmezdi. Dedem zayıf görünmek istemeyeceğim insanlardan biriydi.

Gözlerimi usulca kapatıp kendimi birkaç saniye bu ana bıraktım. Babannem, "Yavrumun yavrusu, kuzum, güzel kızım benim" diyerek saçlarımı sevip sırtımı sıvazlarken öpüp kokluyordu beni. İçimdeki küçük Hazan ise sevilmeye hasret bir hâlde çıkmıştı yıllar yılı saklandığı yerden. Bıraksalar burada uyurum gibiydi. Ta ki dedemin, "Bu kadar yeter Melek " diyen gür sesi kulaklarıma dolup hafif irkilerek gözlerimi açmama neden oluncaya kadar.

Babaannemde hafifçe irkilsede benden ayrılmadı. Bende babaanemden ayrılmak gibi bir girişimde bulunmazken dedem geldiklerinden beri ilk kez konuşmuştu. Ne "hoşgeldiniz " dediğimde bir cevap vermiş ne de elini öptüğümde birşey söyleme zahmetinde bulunmuştu. Ve şunu da söylemeliyim babannemin sesi bana nasıl ki çocukluğumun güzel anılarını hatırlatmıştı dededim sesi de bir tokat gibi çınlamıştı kulağımda. Çocukluğumda dizlerinde oturup yıldızları seyrettiğim adam babam öldükten sonra nasıl da bir düşmana dönüşmüştü gözümde. Üzüldüm. Böyle olsun istemezdim.

Babaanem hafifçe burnunu çekerken, "Bir dur adam. Yıllar sonra gördüm torunumu. Bir sevip koklayayım" dedi. İçine içine ağladığı için tarazlı ve boğuk çıkan sesi içime oturmuştu. Dedem babaaneme sertçe bakıp, "Şimdi sırası mıdır?" Dedi. Sesi yüreğimi üşütüyordu. "Hem torununda bizimle birlikte Antep'e dönecek. Hasret gidermek için bol bol vaktin olacak." Birkaç saniye duyduklarımı idrak etmeye çalışıp gözlerim dedemin sert çehresinde gezinirken bir insan hiç mi değişmez, diye düşündüm. Değişmiyordu demek ki. Hep aynı yerden saldırıp duruyordu. İyi ama şimdi neden?

Kaşlarım hafifçe çatılırken kollarımı babaanemden çözüp gözlerimi dedemin gözlerine sabitledim. "Anlamadım?" Dedim. Anlamıştım. Sadece yeni bir savaş açmak konusunda gerçekten kararlı olup olmadığını sorguluyordum. Babannem ellerimden birini sıkıca tutup sakin olmamı ister gibi yüzüme bakarken Ona dönmedim.

Dedem ise, "Anlamayacak birşey yok torun. " dedi. "Abin hapisten çıkar çıkmaz seni Antep'e götüreceğim. Bu kadar başı boş kaldığın yeter. Bu saatten sonra lafımı ikiletmeyeceksin. Hayırlısıyla bir de evelendin mi benimde gözüm arkada kalmayacak artık. " Babaannem elimi daha sıkı tutarken bende onun gibi içten içe sakin olmayı diliyordum. Ancak dedemin beni hâlâ bu kadar küçük görüyor oluşu canımı sıkıyordu. Savcıydım ben. Öyle basit bir iş mi yapıyordum ki benden işimi gücümü bırakıp onlarla birlikte Antep'e gidip evlenmemi bekliyordu? Şu hâlde düşündüğü şey bu muydu gerçekten? Emir vererek kendi kafasına göre planladığı hayat benim hayatımdı. Ben o küçük kız çocuğu değildim ki artık. Koskoca bir kadın olmuştum. Ne sanıyordu? Bunca yıl karşısında eğilmeyen başım bugün mü eğilecekti? Hayır. Asla.

Kısa bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Gelir gelmez ayaklarının tozuyla onunla tartışmak da babannemin aramızda kalmasını da istemiyordum ancak yine de sakin tutmaya çalıştığım sesimle, "Niye yapıyorsun bunu?" Diye sordum. Merak ediyordum. Bunca yıl amacı neydi?

Dedem kırış kırış olmuş alnının ortasını biraz daha çatarak beni baskılamak ister gibi gözlerime bakarken, "İyiliğin için" dedi. "Bunca yıl hep istediğim gibi yine senin iyiliğini istiyorum. Ama sen her zaman ki gibi nankörlük etmeyi seçiyorsun anlaşılan. "

"Nankörlük?" Aynı şeyi halam da söylemişti. Haklı olabilirler miydi?

İçimde ufak çaplı bir zelzele yaşarken, "İyilik? " dedim sorar gibi. Sakin olmakta sakin kalmakta oldukça zordu. "Her seferinde kendi tırnaklarımla kazıyıp geldiğim yerden beni düşürmeye çalışman mı iyilik? Altı yıl oldu biz görüşmeyeli. Daha gelir gelmez yine altı yıl önce kaldığın yerden devam etmen mi iyilik? Kusura bakma ama iyiliğin ne olduğunu biliyor musunuz?"

Şuan "Dede" diyemiyordum. "Sen" mi demeliydim yoksa "siz" mi? Kafam karışıyordu. Karşımdaki adam o kadar yabancıydı ki bana nasıl konuşup hitap etmem gerektiğini bilemiyordum. Kucağında oturup çocuksu şen kahkahalar attığım adam bu değildi. Sanki yıllar önce bir rüya görmüştümde gerçek diye yıllarca kendimi kandırmıştım.

Dedem sertçe, "Haddini bil torun!" Dediğinde öfkelenmişti. " Altı yıldır görüşmüyorsak bu senin yüzünden. O kansız ananın yanında kalıp bizi yok sayman sebep oldu o altı yıla. Kaç kere Antep'e çağırdık seni. Kaç kere arayıp sorduk. Nankörlük etme. "

Ağrıma gitti. İkinci kez nankör olmakla suçlanmıştım. Gözlerimin dolmasına engel olmaya çalışıp başarılı da olurken, "Haklısınız " dedim. Sesim de yüzüm de dedeme nazaran sakindi. "Ben gelmedim. Ama sizde gelmediniz. Ben buraya geleli iki ay oldu. Benim için kalkıp gelmediniz. Bugün buradasınız. Neden? Oğuz için. Peki neden beni Antep'e götürmek istiyorsunuz? Sanırım yine Oğuz için. Ona bir daha zararım dokunmasın diye mi? Yoksa sizde halam gibi bile isteye yaptığımı mı düşünüyorsunuz?"

Sesimdeki hayal kırıklığına engel olamadım. Dedem gözlerime bakıp sessiz kalırken babannem tuttuğu elimi dudaklarına götürüp öperken, "Yok kuzum. Olur mu öyle şey? " dedi telaşla. Ama ben dedemin cevap vermesini istiyordum. Babaannem öyle düşünüyor olsa bile söylemezdi. Dedem söylerdi. Şimdiye kadar kimseyi kırmamaya çalıştığını görmemiştim. O hep dobra ve kalp kırıcı biri olmuştu.

Bana saatler gibi gelen bir iki saniyelik sessizlik dedemin, "Bile isteye yapmadığını biliyorum torun" diyen sesiyle sona erdi. İçimde yeşeren umut tohumları büyümeyi beklerken devam etti. "Bu işlerde mecbur kalır mecbur bırakılırsın. Başka bir seçeneğin olsa abine bunu yapmayacağını biliyorum. Ama bildiğim başka şeylerde vardır ve ben torunlarımın birbirine düşman olmasını, ailemizin daha fazla dağılmasını istemiyorum. Ben yetmiş yaşında adamım. Yarın öbür gün öldüğümde Türkoğlu aşireti dağılsın kardeşler birbirinden habersiz orda burda yaşasın istemiyorum. Bu yüzden seni alıp Antep'e götüreceğim. O anan olacak kadınla da o üvey ablanla da iletişimini keseceğim. Şimdiye kadar çalıştın yeter. Bundan sonra evlenip yuva kurmanı istiyorum."

Sözleri bittiğinde yutkundum. Birçok şey hissederken kelimeleri zar zor toparlayıp, "Aileyi dağıtan ben miyim?" Diye sordum. "Yani beni işimden gücümden, annemden kardeşimden ayırdıktan sonra bir adama satınca ailenizin bütün sorunları çözülecek mi? Allah aşkına ben , annem ya da ablam ne yaptık size bu kadar? "

Anlamıyordum. Neye ya da kimeydi dedemin bu öfkesi? Bunca zamandır biraz olsun dinmemişti. Bunu öfkeyle parlayan gözlerinden, zamanla iyice derinleşen yüz çizgilerinin gerilişinden anlayabiliyordum. Oysa ki ben bile onca şeye rağmen ne hakkıyla kırgın ne de kızgın olabiliyordum. Anneme de dedeme de. Öyle ki dedem gözlerime böyle ketum bir sertlikle bakmak yerine ufacık bir tebessüm etse eskisi gibi olamazdım belki ama gider sarılırdım. Öyle ya kapıdan içeriye girince bana sarılmak için hiçbir girişimde bulunmamış bende babaanneme sarılsam da dedem de bir ışık görmeyince sadece elini öpüp kendimi geri çekmiştim. İçim ezildi bir an. Zaman ne çok şeyi silmişti bizden.

Dedem oturduğu koltukta öne doğru eğilip, "Bizim ailemizi dağıtan senin anan olacak o kadın!" Dedi. "Hâlâ o kadına " ana" diyebiliyorsun! Aynı babadan olmayan o kıza kardeşim diyebiliyorsun! Onlar için beni, asıl aileni karşına alıyorsun! Hâlâ mı akıllanmadın?! O oruspu anan..."

" Yeter!"

Oturduğum yerden sinirle hızla ayağa kalkarken sesimin tonunu ayarlayamadan bağırmıştım. Babaanemmde benimle birlikte ayağa kalkıp, "Kızım " derken tuttuğu elimi elinden çekip öfkeyle dedeme bakarken, "Annem hakkında doğru konuş!" Dedim her bir kelimeyi bastıra bastıra söyleyerek. "Tamam annemi sevmiyor olabilirsin ama bu sana Ona hakaret etme hakkı vermez. Haddini bil! "

Dedem oturduğu yerden en az benim kadar öfkeli bir hâlde kalkıp karşıma geçerken, "O sesine dikkat et torun!! Karşında deden duruyor senin! " dedi. Bu an bana altı yıl önceki tartışmamızı anımsatırken sonununda öyle olacağını biliyordum.

Gözlerimi dedemin gözlerinden ayırmadan, "O zaman sende sözlerine dikkat et! Karşında hayatıyla, ailesiyle oyuncak gibi oynayabileceğin bir Hazan yok! Hiçbir zaman olmadı! Bundan sonra da olmayacak! Ben ailemi çoktan seçtim!..." derken beklediğim son pek fazla gecikmedi. Sol yanağıma yediğim tokat başımın sağa doğru savrulmasına neden olurken tenimin cayır cayır yandığını gözlerimin hafif hafif dolduğunu ve patlayan dudağımdan akan kanın sıcaklığını hissettim. Tokadın şiddetiyle yüzüme dağılan uzun saçlarım görüş alanımı kısıtlarken bir elim refleksle sol yanağıma gitmişti. Babaanemin, "Ah!" Diyerek attığı endişeli ve korku dolu nida kulaklarıma dolarken dolan gözlerime engel olup elimi yanağımdan çektim. Başımı savrulduğu sağ omzumdan kaldırıp dedeme döndüm. Hâlâ öfkeli ve yaptığından pişman değildi.

Üzerime doğru bir adım gelip, "Sen aileni seçtin, öyle mi torun?!" Dedi teyit etmek ister gibi. Gözlerimi gözlerinden çekmezken herhangi bir cevap verme girişiminde de bulunmadım. O sırada babannem, "Yeter Mahsun! Bunca yıl oldu yeter!" Dedi. Dedem anlık bir babanneme dönüp onu omzundan ittirerek, "Sen karışma!" Derken üzerime doğru biraz daha geldi. Korkudan mı dedemle daha fazla yakın olmak istemeyişimden mi yoksa az önceki tokadın hâlâ canımı acıtışından mı bilinmez geriledim. Bir an dedemin bu öfkesi bana Fırat'ı hatırlattı. O da kızınca yürürdü böyle üzerime ama ben hiç gerilemezdim. Çünkü bilirdim ki Fırat bana ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın o eli bana asla kalkmazdı. İnsan korktuğu birine nasıl ailem diyebilirdi ki? İtiraf ediyorum; ben dedemden korkuyorum...

Dudağımın kenarından akan kan çeneme doğru süzülürken dedem adımlarını durdurup başını aşağı yukarı tehditkar bir şekilde salladı. Aramızda bıraktığı mesafe bir iki adımlıkken bende gerileyen adımlarımı durdurup yutkundum. Bedenimden bir ürperti geçerken kendimi kapana kısılmış gibi hissettim. Fazla yalnız ve kimsesiz. Yine de kendimden güç almak ister gibi iki yanımda duran ellerimi yumruk haline getirip sıkarken dedem, "Senin ailem dediğin o kadın bir kere analık yapıp sevdi mi seni?! " diye gürledi. Yıllar önce de yaptığı gibi beni annemden soğutmaya çalışıyordu. Halbuki ben karşımdaki bu adamdan soğuyordum. Bütün çocukluğumun güzel anıları birer birer kayboluyordu.

Babannemin küçük hıçkırıklarına karışan iç çekişleri kulağıma dolarken dedem sözlerine devam etti;

" Kızına oğluna baktığı gibi baktı mı sana?! Bakmadı! Sen annem diye bana , koca aşirete karşı geldin aynı baban gibi! Ama o kadın sana da babana da ihanet etti! Baban karım diye görmezden geldi! Affetti! Hazan'a söylemeyin dedi ama ben seninde baban gibi o kadının ellerinde harap olmana izin vermeyeceğim!"

Duraksadı. Bir iki saniye düşünmeye ihtiyacı var gibiydi. Babaanem ise telaşla, "Mahsun yapma " derken bense şaşkındım. Dedem neden bahsediyordu? Ne ihanetiydi bu? Annem bana nasıl ihanet etmiş olabilirdi ki? Ya da babama? Yoksa...yo yo yo hayır. O kadarını da yapmış olamazdı.

Dedem babanneme bir kez daha, "Sen karışma!" Derken bana dönüp, "Senin o anan daha sen doğalı bir hafta olmadan babanı eski aşığıyla, o abla dediğin kızın babasıyla aldattı! Kardeşim dediğin o itte o heriften! "

Dedemden duyduğum bu sözler kulaklarımın uğuldamasına neden olurken anlamaya çalıştım. Ne yani Ali babamdan değil miydi? Annem babamı aldatmıştı ve babam bunu bile bile Ali'yi kendi çocuğu gibi kabullenmiş miydi? Annem ablamla Ali'yi o adamdan oldukları için mi bu kadar çok seviyordu? Beni sevmemesinin tek nedeni babamdan oluşum muydu?

Gözlerim az önceki tokattan sonra bir kez daha dolarken bu sefer engel olmadım. Hayal kırıklığı, şaşkınlık, inanmamazlık, acı hüzün ve daha adını bilmemediğim onlarca duygunun hüküm sürdüğü bakışlarım dedemin ela gözlerinde öylece takılı kalırken nefesimi tutuyordum. Bedenim hafif hafif titrerken kabullenemediğim birşeyler vardı. Babamın kabullenip kendine layık gördüğü hayatı ben kabullenemiyordum. Ali'yi şuan kafamda hiçbir yere oturtamıyorken birşeyler ağrıma gidiyordu. Bunca yıl...bunca yıl bilmiyorum. Onca zaman boşuna mı geçmişti? Ben...ne düşüneceğimi bilemedim.

Tuttuğum nefesimi serbest bırakıp titrek bir nefesi içime çekerken sertçe yutkunup bu andan çıkmak ister gibi kirpiklerimi kırpıştırdım. Başımı belli belirsiz öylesine sağa sola olumsuz anlamda sallarken gözlerim salonun içinde pekte önemli olmayan bir yerde kendine yer edindiğinde, "Ha-hayır " dedim bana bile uzak olan bir sesle. " Yalan söylüyorsun".

Öyle olsun isterdim. Ama kafamın içinde kesik kesik birbirini tamamlayan bazı sahneler pek tabii bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Hani olur ya bazı şeyleri bir yere kadar hiç fark etmez ama hissedersiniz. Hissetmiştim. Hatta şimdi anımsıyordum da Ali'de biliyordu sanki. Kaybolmadan bir hafta önce bana , "Senin ki gibi bir babam olsun çok isterdim" gibi birşey söylemişti. Sonra da şakaya vurmuştu. Bende üstelememiştim. Ne büyük aptallık etmişim. Ali yavaş yavaş ellerimden kayıp giderken fark etseydim belki bugün böyle olmazdı.

Yanaklarıma doğru süzülen yaşlar görüş alanımı bulanıklaştırırken dedem, "Yalan değil! " dedi. " İstersen ara ananı sor! Doğruları söylemeye yüzü var mıdır bilmem diyeceğim ama ne kadar utanmaz bir kadın olduğunu görmüşsündür artık. Bunca yıl bizi karşına aldın. Onların tarafını tuttun. Anam dedin. O it kardeşin yüzünden..."

"Sen mi söyledin?"

Sorum dedemin susmasına neden olurken gözlerimi yüzüne çevirip tekrarladım. "Ali'ye başka bir adamdan olduğunu sen mi söyledin? Üniversiteye gideceği sene...senden para istemek için aramıştı seni. O zaman sen mi söyledin?"

Dedemin yüzündeki ifade sorumun cevabının "evet" olduğunu gösterirken çenem titredi. Alt dudağımı dişleyip, "Neden?" Diye sordum güçsüz bir şekilde çıkan sesimle. "Niye yaptın? Hadi şimdi neyse ama altı yıl önceki Ali'nin ne suçu vardı? "

Yoktu. Benim için Ali altı yıl önce ölmüştü. Mezarı ise kalbimdeydi. Bazı geceler gözyaşlarımla sulardım kalbimdeki mezarının üzerine ektiğim hayal kırıklıklarımı. Ali...benim altı yıl önce ölen kardeşim bir karıncayı bile incitemezdi. Dedem tarafından nasıl incitildiyse bedenini kötü bir ruh ele geçirmişti. Keşke engel olabilseydim...

Dudaklarımın arasından küçük bir hıçkırık firar ederken, "Niye söyledin şimdi bana bunları?" Diye sordum. Niye söylemişti ki? Bilmek istemiyordum. "Ne olacağını sandın? Bir anda hepsinden nefret edip vaz mı geçecektim ? " Annemden çoktan vazgeçmiştim oysa ki. Nefret ise şimdiye kadar kalbimde hiç yer etmeyen bir duyguydu. " Evet haklısın. Annem beni hiç sevmedi. Ama hiç seviyormuş gibi de yapıp kandırmadı beni. Sen , senin o sözde koca aşiretin çok severdi beni. Babam ölüp ben annemin yanında kalmayı seçince hepiniz arkanızı döndünüz bana. Annem bana karşı hep dürüst oldu. Ama siz kim bilir kaç kere kandırdınız beni. Kaç kere seviyormuş gibi yapıp kalbimi kırdınız benim. Telefonda beni seven dedem şimdi karşıma geçip yıllar önce yaptığı gibi yine canımı yakmaya çalışıyor. Ama ben aptal değilim. Anlıyorum ne yapmaya çalıştığını. Önce tatlı dille geliyorsun sonra böyle emri vakilerle, bilmediğim sırlarla beni savunmasız bırakıp sana itaat etmemi sağlamak istiyorsun. Kusura bakmayın albayım. Böyle yıldırma politikaları işlemez bana. Ben sevdiklerimi öyle kolay kolay satmam. Kaldı ki o kadın benim öz annem ve hadi Ali neyse ama Serap benim ablam. Bu gerçek sanırım benden sakladıklarınızın değiştiremeyeceği birşey. Üzgünüm. " Evet üzgündüm. Dedemler geleli sadece onbeş yirmi dakika olmuştu. Ve babannemin beni sevmesi dışında güzel giden tek birşey yoktu. Dedem niye böyle yapıyordu anlamıyordum. Niye böyle birşeyi böyle bir zamanda söylemişti ki bana? Oğuz hapisteydi ve canım yeterince acıyordu. Oradan bakınca çok mu güçlü görünüyordum da bu kadar yakıyorlardı canımı? Dedemin beni sevmesi için illa çocuk olmam mı gerekiyordu? Şimdi de kalbimi kırmak yerine okşasaydı ya saçlarımı.

Dedem öfkeli gözleriyle yüzüme bakarken, "Babanın uğradığı ihanet hiç mi umrunda değil?!" Diye sordu. Yine onlarca sözümün içinden en işine gelene takılmıştı. Yanaklarıma doğru yağmur misali süzülen yaşları elimin tersiyle silerken burukca gülümsedim. "Bilmem" dedim. Nasıl umrumda olmaz. Umrumdaydı tabi. Belki de en çok benim umrumdaydı. "Peki sizin umrunuzda mıydı?" Madem savaş istiyordu tamamdı. Yüzleşmeliydik o zaman.

Babaannem de yaşlı gözleriyle dedem gibi yüzüme bakarken sessizdi. Hafifçe içimi çekip devam ettim. "Bunların yeri burası değildi. Hiç konuşmasaydık demiyorum ama en azından Oğuz hapisten çıkana kadar keşke ağzını açmasaydın. Ama madem açtın çuvalın ağzını ve mazi yerlere saçıldı , devamını getirmemek olmaz. Ancak sizden ricam alınmayın olur mu? Bakın ben onca yıl oldu hâlâ alınmıyorum. " Yalan. Çok kırılıyorum.

"Az önce dedim ya annem bana karşı hep dürüst oldu" . Evet hep dürüst oldu. Bana hamileyken beni düşürmek istemiş. Babam birkaç denemesinde engel olmuş başına komşuları dikmiş. Babannemi aramış "gel. Serpil'le göz kulak ol. Çocuğa birşey yapacak" diye. Annemin söylemesi babaannem gelmemiş. Ben babaannemin gelmediğine inanmıyorum. Bence babannemi sen göndermedin "dede" . Yoksa babannem gelirdi. Sana kötü birisin demek istemiyorum. Çok iyi biri olduğun anları, beni dizinde oynattığın zamanları, çiftlikteki atları severken yüzünden geçen merhameti de gördüm çünkü. Ama sanırım vicdanın yok senin. Babam öldükten sonra ondan geriye kalanları bir çöp gibi ortada bırakıp arkanı dönebildin. Bizim ihtiyacımız olan üç beş kuruş para senin çiftlikteki atlarının aylık yemi anca ederdi. " duraksayıp güldüm alayla. Acı bir gülüştü. Sığ bir alayın ardına gizlemeye çalıştım. " Hadi annemi sevmiyordun. Kızamam sana. En azından ortada kalan çocuklara acıyıp yardım edebilirdin. Yapmadın. Ki bende tamah etmezdim sana. Ama hani oğlundan geriye kalan tek şeyim ya hakkını verseydin bu sözünün keşke. " Dedemden bir cevap beklercesine durdum bir an. Sessizdi. Ne hissettiğini anlayamıyordum ancak düşünceliydi. Babannem ise koltuğa yığılmış ağlıyordu. Ağlamasındı. Bu sözlerim Ona değildi.

"Peki ya Ali'den sonra? İki yıl koskoca iki yıl. Dile kolay ama kalbe değil. Yok saydınız beni. Oğuz'un bile benimle görüşmesine izin vermediniz. Yapayalnız kaldım. Hani ahlak, namus diyorsunuz ya ben barlarda şarkı söyleyip, taksiye çıkarken, annemin kumar borçları için tefecilerle uğraşırken bu kıza nolur dediniz mi? Demediniz. Bu kız ne hâlde diye bir gün olsun çıkıp gelmediniz. Ama bakın şimdi buradasınız. Bana tokat atmaya, canımı yakmaya, kendi tırnaklarımla kazıyıp geldiğim yerden beni al aşağı etmeye gelince buradasınız. Diyorsun ya "babanın uğradığı ihanet hiç umrunda değil mi? " Benim babam hep ihanete uğradı. En çokta kendi babasından. Babam hiç anlatmadı ama ben biliyorum; siz babam annemle evlendiğinden beri bana davrandığınız gibi davrandınız babama. Hiç anlayıp kabullenmeyi, herkesi olduğu gibi sevip saymayı beceremediniz. Ve babam bu dünya da en çok benim umrumdaydı. Ben Ona hiç ihanet etmedim. O da doğru düzgün sevemedi beni. " Sevmedi " demiyorum. Sevemedi. Çünkü kimse hayatı onun için kolaylaştırmayı denemedi. Her gün yeni bir sorun çıkardınız Ona. O sadece annemi sevmişti. Onu bile çok gördünüz. Ne oldu peki? Babam öldü. Ali yok. Umrunuzda değil biliyorum ama Ecrin de öldü eniştem de. Bende yavaş yavaş tükeniyorum artık sizin bu bitmek tükenmek bilmeyen kininizden. Mutlu olun olur mu? Hiç kimse baş edemiyor çünkü Mahsun Ağa'nın öfkesiyle. Mutlu olun."

Yanaklarımdan süzülen yaşların yerini yenileri alırken birkaç adım gerileyip koltuktaki telefonumu alıp onları ardımda bırakarak çatı katına çıktım. Odaya girip kapıyı kapatırken oturacak başka bir yer olmadığından gri parke zemine oturup sırtımı yanmayan kalorifer peteğine dayadım. Dizlerimi kendime doğru çekip siyah eteiğimi düzeltirken ağlamak istemiyordum ancak dudaklarımdan kaçan hıçkırığa da engel olamadım. Başımı kendime doğru çektiğim dizlerime gömüp kollarımı da bacaklarıma sararken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Gözyaşlarım yağmur gibi yanaklarıma düşüp oradan da boynuma doğru yol alırken omuzlarım sarsıla sarsıla, içimi çeke çeke ağlıyordum.

Ali'yi kaybedişim bir tesadüf değildi. Bunca zorluğu çekişim , kaybolan çocukluğum, mutlu olmayı hak ettiğim anlarda mutsuzluğa mahkum edilişim, takside , barda uğradığım sözlü ya da fiziksel tacizler, tefeciler tarafında az kalsın tecavüze uğramak üzere oluşum kimsenin umrunda değildi. Kimse benim için pişmanlık duymuyordu. Bir de az kalsın kötü bir evlat olmakla suçlanıyordum. Halbuki babam hayatta olsaydı annemi bırakmamı istemezdi. Çünkü o bırakamamıştı. Tamam annem iyi olan hiçbir şeyi hak etmeyen bir kadındı. Hele de az önce öğrendiğim şey...anneme karşı içimdeki son sevgi kırıntısınıda yok etmişti. Ama annemdi işte. Bilmiyorum. Nefret edemiyorum. Kimseden. Ne annemden ne de dedemden.

Şimdiye kadar birçok şey oldu. Ve ben çoğu zaman neyin neden olduğunu anlayamadım. Bir rüzgar esti, bir kasırga koptu da hayat beni oradan oraya savururken ben bugünlere geldim. Bazen bir pencerenin ardında kaldım; gök gürledi, şimşekler çaktı, yağmur damlaları ardında kaldığım pencerenin camlarına vurdu ve ben akıp giden birşeyleri izledim. Boynumda bir urganla yaşayıp ölmedim ama ölümü hep hissettim. Karanlık bir ormanın en dibinde yaşayan adı sanı bilinmeyen bir varlığın çığlıklarını duyarak bir ömür geçirdim. Hiç tanımadığım ölü bedenlerin yasını tututup ardından ağlarken bile mutsuz bir sonla biteceğini bildiğim bir romanın son sayfasını ellerimle okşadım. Herşey belirsiz bir karmaşanın içinde, ortada bir sır var mı yoksa gözümün önündekini mi göremiyorum bilemedim. Birgün adını tam olarak hatırlayamadığım bir kitabın bir sayfasında şöyle bir cümle okumuştum. Hâlâ hatırlarım.

"Hayat üzerinizde hayal bile edemeyeceğiniz değişikliklere sebep olunca, öncesi ve sonrası arasında sanki bir ömür geçmiş gibi geliyor. "

Gerçekten de öyleydi. Dediğim gibi; birçok şey oldu ve ben çoğu zaman neyin neden olduğunu anlayamadım. Babamı kaybettiğim günle ertesi günün arasında bir ömür vardı. Ali'yle son telefon görüşmemizle Onu yaşayan bir ölü olarak maziye gömmüşümün arasında bir ömür vardı. O sokakta düşüp dizlerini yaralayan küçük sarı saçlı kızla annesini görüp pembe tokalarımla annemin yanına, içimdeki heyecan ve beklentiyle koşuşumun ardından da o tokatı yiyişimin arasında bir ömür vardı. Olmalıydı... güzel olan şeyler, duygular, anılar, hayaller, insanlar bir anda hiçbir önemi ya da değeri yokmuşcasına ölüp solmamalıydı. Sindiremediğim, kabullenemediğim, içimde yarım kalan yarım kaldıkça da paramparça olup ruhumu kan revan içinde bırakan şeyler vardı. Hepsi de öyle "bir anda" yok olup gitmişti. Babam, Ali, Berrak, Ecrin, Salih eniştem...

Hepsiyle de daha yaşayacak çok şeyim vardı belki. Ve acı olanda ne duygularımın ne de sevdiklerimin katili ecel değildi. Özellikle de Ali. Şimdi utanıyorum adını ağzıma almaya, zihnimden geçirmeye ama herşeyimdi benim. Öyle ki o olmadan hayal bile kuramazdım. Yemek yiyemez, o eve gelmeden uyuyamazdım. O yüzdendir ki o beni yüz üstü bırakıp gidince ölmek yaşamaktan daha cazip gelmişti. Ne çok suçlanmıştım onu gittiği için. Kendine ve bize bunu yaptığı için ne çok kızmıştım Ona. Hâlâ kızıyorum. Asla haklı değildi. Ama biliyordum babamı... babamızı nasıl sevdiğini. Ona nasıl taptığını biliyorum. Eğer tutturabilseydi O da babam gibi bir savcı olmak istiyordu. Ancak aklı fikrî hep haylazlıkta ve kızlardaydı. Yine de adam olsun istemiştim. Üniversiteye gittiği ilk zamanlardan, otogardan ayrılışımızdan tutta son telefon konuşmamıza kadar gözlerindeki koca bir ömrün çöküşünü göremedim. Şimdi herşey, Ali'nin içinde nice anlamlar barındıran ancak benim benden sadece bir yaş küçük olan kardeşimin edebiyata olan ilgisine vurduğum sözleri, mavinin en güzel tonlarındaki gözlerinde bana bakarken gezinen buruk hüznü, dudağının kenarında yeşerip gözlerine ulaşamadan solan gülüşleri, her zaman canlı ve neşeli olan halindeki mahsunluğu bana çok şey anlatıyordu. Ama ben anlayamadım. Kim bilir nasıl yandı canı? Nasıl kimsesiz hissetti? Belki de her konuşmamızda birşeyleri anlamamı bekledi ve ben anlamadıkça da uzaklaştı benden. Nasıl görmedim? Ali'nin ruhu yavaş yavaş dedemin acı sözleriyle zehirlenip karanlığa gömülürken nasıl fark etmedim? Bir kere "nasılsın?" Diye sorsaydım belki Ali şuan yanımda olurdu. Ama öyle kaptırmıştım ki kendimi okula , üç işte birden çalışmaya, Ali'ye, anneme para göndermek için didinip durmaya öyle kaptırmıştım ki geceleri yatağı bile zor bulduğum anlar oluyordu. Yine de sorabilirdim. Lakin ben sormadım O da anlatmadı. Ve kötü biri olmayı seçti. Ve yine de Ali'nin de tek seçeneği bu değildi. İkimizi de yaktın be Ali...

Şimdi Oğuz Atay'ın da dediği gibi, " İfade edemediğim bir eksiklik hissi var içimde. Sanki herşey başka türlü olabilirdi."

Hıçkırıklarıma karışan derin derin iç çekişlerim nefes alış verişimi zorlaştırmaya başlarken başımı dizlerimden kaldırıp sistem için yaptırdığım masanın üzerinden, sürünerek, astım spreyini aldım. Evden çıkarken yanıma alırım diye yarın giyeceğim kıyafetlerimin üzerine, dedemler gelmeden önce, bıraktığım bu ilaç şuan için kendime teşekkürümdü. Çünkü bir süre odadan çıkıp dedemlerle karşılaşmak istemiyordum.

İlacı dudaklarıma dayayıp sıkarken duvara yaslı olan, babamdan kalan birkaç şeyden sadece bir tanesi olan, sazımın siyah kılıfı gözlerime takıldı. İlacı dudaklarımdan çekip derin derin nefesler alırken yine dizlerimin üzerinde sürünerek sazı aldım. Az önceki kalorifer dibindeki soğuk yerime geri dönüp siyah kılıfın fermuarını çekerek açtım. Gözlerimden ardı arkası kesilmeyen yaşlar süzülmeye devam ederken dudaklarımdan bir hıçkırık boğazımı yırtarcasına firar etti. Ellerimi yıllar önce babamın dokunduğunu hayal ettiğim sazın cilalı kaygan yüzeyinde ve tellerinde, her an kırılıp dökülmesinden korkar gibi usul usul gezdirdim. Elime almaya yıllar olmuştu cesaret edemeyeli. Tozlanmıştı sanki. Babamın kokusu dolar gibi olurken burnuma sazın altına sakladığım, babam öldükten sonra annemin çöpe attığı ve benim soğuk bir kış günü sabahın erken saatlerinde apartmanın önündeki çöp kutusunu karıştırarak çıkardığım, fotoğrafları hatırladım. Sazı hafifçe, dikkat ederek kaldırıp üç beş tane yıpranmış fotoğrafı çıkardım. Yıllar yılı annem görür de alır elimden diye bu fotograflara bile dokunamamıştım. Ne çok şey vardı onca yıldır elimi dahi sürmediğim?

Arkamdaki soğuk peteğe iyice yaslanıp fotoğrafların ön yüzünü çevirdim. Gördüğüm resim...babamdı. Çenem hıçkırıklarımı bastırmak için gösterdiğim çabadan dolayı titrerken sesli bir şekilde burnumu çektim. Babam... üzerinde siyah takım elbisesi, elinde kahverengi evrak çantası İstanbul'daki evin önünde kucağında ben, ağlıyorum, gülerek beni izliyordu. O günü hatırlıyorum. Üzerimde pembe tülleri olan bir elbise, uzun dalgalı saçlarıma elbisem gibi pembe bir taç takılmış, beyaz uzun çoraplarım, siyah bilekten bağlamalı ayakkabılarım ve sırtımdaki pembe okul çantamla ana sınıfında ilk günüm. Babamdan ayrılmak istemediğim için bir elimin tersiyle sol gözümü ovuştururken, küçük dişlerimin göründüğü bir şekilde ağlıyordum. Babamın ise neden güldüğünü anımsayamıyorum. Ama o kadar güzel gülüyor ki. Hayatımda gördüğüm en yakışıklı baba.

" Bana bir masal anlat baba. İçinde sadece sen ol..."

O gün müthiş bir korku vardı içimde. Sanki babam beni o okula terk edip gidecek ve bir daha geri dönmeyecekti. Annem beni hiç sevmemiş olduğundan babamla birlikte benden kurtulmak istediklerini düşünmüştüm çocuk aklımla. Bir bakıma haklıydım da. Aslında babam beni ana sınıfına verirken gün içinde daha iyi bakılacağımı düşünerek vermişti. Annem ise Ali ve ablamla birlikte bensiz daha iyi bir gün geçirecekti. Şimdi anlıyorumda babam da ben doğduktan sonra her geçen gün yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı belli ki. Ben kazara, hiç hesapta yokken dünyaya gelen olsa da olur olmazsa çok daha iyi olacak olan bir çocuktum. Babam tek başına bana yetmeye çalışmıştı. Anne sütü olmadan büyüyen bedenimde baş gösteren hastalıklar yüzünden sabahlara kadar kâh hastanelerde kâh evde başımda beklemişti. Bir yerden sonra başaramamış olmalı ki O da azar azar unutmuştu beni. Az önce demiştim ya dedeme "O da doğru düzgün sevemedi beni" diye bu yüzdendi. Her insan birşeyler için savaşır ancak savaş iyi anlamda bir sonuç vermediğinde uğruna savaştıkları şey her neyse o kadar da elzem gelmez. Babam güzel bir yuva için çokça savaşmıştı. Güzel bir sonuç alamayacağını anladığı an vazgeçtiği bu savaşın sanırım en büyük mağlubu benim. Hani bir söz vardır ya "filler dövüşür; çimenler ezilir" diye o çimenler sanırım bendim.

Uzun ince parmaklarımı babamın yüzünde gezdirdim. "Baba..." dedim fısıltılı bir sesle. Devamını getirmek zordu. Ne diyebilirdim ki? Koca bir ihaneti kabul eden bu adama ne diyebilirdim? Babam anneme aşıktı. Çok seviyordu onu. Böyle bir ihanet ruhunda ne hezeyanlar bıraktı tahmin bile edemezdim. Herşeye rağmen kendini, duygularını yok sayıp sevebilmiş bir adam günden güne tükenip unutuysa beni onu suçlamak ne kadar doğru olabilirdi ki? Babam haklıydı. Hiç sevilmediğin bir kalpte kim vurduya gidince insan buna nasıl katlanabilirdi?

"Sana kızmıyorum baba."

Fotoğrafı sazın üzerine bırakıp diğer resime baktım. Bu sefer babam ve Ali vardı karşımda. Ali sanırım altı yedi yaşlarında mavi bir bisikletin üzerinde, evin yakınındaki parkta babamdan bisiklet sürmeyi öğreniyordu. Yüzündeki gülüş kulaklarımda canlandı. Fotoğrafı çeken bendim. Babamın arkasında kalan banka yaslı pembe bisikletim gözüme çarparken yutkundum. Bir hafta sonu pazar günüydü. Babamın yanımızda olduğu nadir anlardan biri. Yedi sekiz yaşlarındayım. Resimde yokum ancak kameranın arkasında olduğumu anımsıyorum. Babasız kalmamıza son altı yedi yıl varmış meğer. Garip değil mi? O gün babamın bana birgün araba kullanmayı öğreteceğini hayal etmiştim. İlk ehliyetimi aldığımda koşarak babamın mezarına gittiğimi, sonra da babamın arkadaşından Fırat'a verdiğim aracı alıp Ali'yle birlikte İstanbul sokaklarını gezdiğimizi hatırlıyorum. Garip evet. Hiçbir hayalim gerçek olmamış benim. Sanırım nicedir bu yüzden hayal kurmuyorum.

Bu resmide diğerinin üzerine bırakırken Ali'ye dokunmadım. Parmak uçlarım sızlarken yapamadım. Bir karahindiba çiçeğini elime almak gibiydi o resme dokunmak. Dokunursam dağılırmış gibi. Dağılırsa üzerime yapışır, oraya buraya saçılır ve ben bir daha toplayamazdım sanki.

Şimdi ise elimde pembe bir battaniyeye sarılmış bebekliğim vardı. Tek tük saçlarım, iri , rengi henüz belli olmayan, koca gözlerim, gül kurusu dudaklarım, hafif bir pembeliği olan tombiş yanaklarım vardı. Tatlı ve oldukça güzel bir bebektim. Upuzun kirpiklerim oldukça büyüleyici görünüyordu. Ancak nemliydi. İçinde derin bir keder vardı sanki. Öyle bir keder ki insanda bu bebeği alıp bağrına basma isteği uyandırıyordu.

Yanaklarımı sırılsıklam eden yaşlara inat burukca gülümsedim. Bu resmimi babam hep cüzdanında taşırdı. Derin bir nefes alıp elimdeki diğer resimlere bakmadan onları sazın altına geri koyup sadece bebeklik fotoğrafımı ve babamın kucağında ana sınıfına gideceğim güne ait olan fotoğrafı aldım. Sazın çantasının fermuarını çekip kenara iterken soğuk parke zemine uzanıp babamın resmini göğsüme bastırdım. Gözlerimi kapatıp bir süre öylece durdum. Uyuyamayacağımı bildiğimden bunu denemedim bile. Yalnızca bir müddet böyle durmak iyi gelecekmiş gibi hissettim.

Gelmedi...

*******
Ne kadardır bu soğuk zeminde uzandığımı bilmesem de beyaz tül perdesi açık olan camdan gökyüzünün kararmaya yüz tuttuğunu anlamak zor değildi. Ellerimden destek alarak oturduğum yerde doğrulduğumda üzerine yattığım kolumun ağrıdığını hissettim. Bedenim soğuktan tutulmuşken dudaklarımdan kuru bir öksürük döküldü. Yüzüme gelen saçlarımı elimle geriye itip odanın içinde gayri ihtiyari bir şekilde gözlerimi gezdirirken yanaklarımda kuruyan yaşlar yüzümde garip bir his oluşturuyordu. Dudağımın kenarındaki yaranın kabuk bağlamaya başlamışken çenemde kuruyan kanda gözyaşlarım gibi rahatsız ediciydi. Bedenimde sert ve soğuk bir zeminde saatlerce uzandığım için baş gösteren ağrıyla kötü bir hâl içerisindeydim. Ve üşümüştüm.

Oturduğum yerden arkamdaki petekten destek alarak doğrulurken acıyla kaşlarımı çattım. Her yerim kaskatı kesilmişti. En iyisi aşağı inip elimi yüzümü yıkamak ve bir parça ısınmaktı. Öte yandan ise dedemler onca yoldan gelmişlerdi ve aç ya da yorgun olabilirlerdi. Onlara birşey yemek isteyip istemediklerini sorup yatacakları yeri göstersem iyi olacaktı. Burada ne kadar kalacaklarını bilmiyordum ve bu süre zarfında aynı evin içinde köşe kapmaca oynamak saçmaydı. Kaldı ki bunca yıl kavga edip yine birbirimizin yüzüne bakabilecek kadar ailecek arsız olduğumuzdan aşağıya indiğimde herşeyin kaldığı yerden devam edeceğini, dedemin onca sözüme rağmen hâlâ kendini haklı görüp asla utanmayacağını biliyordum. Kendimi odalara da kapatsam, onlara küsüp darılsam da hiçbir şey değişmeyecekti. Onlara gönül koymamın hiçbir faydası olmayacaktı. Herkes yine kendine göre haklı olduğundan ben haksız görülecektim. Ve böyle odalara kapanmamın tek zararı bana olacaktı.

Kapıya doğru yavaş adımlarla ilerleyip kolu aşağı indirerek kapıyı açtım. Herhangi bir ses yoktu. Yürüyerek merdivenlere geldiğimde dedemle babaannemin öylece derin bir sükunet içinde oturduklarını gördüm. Umursamanaya çalışarak merdivenleri inip bana dönen bakışlar eşliğinde lavaboya girdim. Aynanın karşısına geçip kendime baktığımda dudağımın kenarındaki yara sandığım kadar küçük değildi ve yüzüme baktığım an ilk dikkat çeken şeydi. Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken ellerimi lavabonun beyaz taşına dayadım. Çeneme doğru akıp kuruyan kanı inceledim. Fırat bu yarayı görecek olursa ne olur diye düşünmekten kendimi alamazken ürperdim. Görmemeliydi. Görürse çok öfkelenirdi. Dedemin karşısına çıkardı. Ve sonrasında olacakları düşünmek bile istemiyordum.

Derin bir nefes alıp suyu açtım. Elimi sabunlayıp köpürtürken köpüğü yarılan dudağıma sürdüğüm an yanan canım kaşlarımı çatmama neden olurken gözlerim dolmuştu. Ağlamadım. Yarayı köpükle temizleyip suyla yüzümü yıkadıktan sonra havluyla kurulladım. Yarılan yer çok dikkat çekiyordu ve etrafı kıpkırmızıydı. Hafif hafif morarmayada başlamıştı. Yanağımda ise hafif bir kızarıklık dışında birşey yoktu. En azından bu iyiydi. Saçlarımı önüme alıp düzeltirken işimi halledip lavavodan çıktım. Üzerimde gezinen gözleri hissederken onlara doğru ilerleyip karşılarında durdum. Gözlerimi saniyelik bir yüzlerinde gezdirip önüme dönerken, "Aç mısınız?" Diye sordum. "Birşeyler hazırlayayım mı?"

Dedem sert sesiyle, "İstemez" derken beni hiç şaşırtmıyor oluşu içimi burktu. Beni azda olsa anladığını ya da anlayabileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Yazık. Birşey söylemeden babaanneme döndüm. Belki o birşey isterdi. Babaannem hafifçe gülümseyip başını olumsuz anlamda sallarken bu seferde, "Çay, kahve ya da başka birşey ister misiniz?" Diye sordum. Babaannem, "Yok yavrum " dedi. "Biz yolda gelirken yedik içtik merak etme sen. "

"Peki " dedim. "Yorgunsanız yatacağınız yeri gösterebilirim. " Babaannem, "Olur kızım. Hem bende şu üstümü değiştireyim. " derken ayaklandı. Birşey söylemedim ve dedemin sert bakışları eşliğinde girişteki konsolun önündeki iki bavulu alarak yatak odasına girdik. Evin içi henüz tam olarak kararmamış olsa da ışığı yakma gereği duyup elimdeki bavulları yere bırakırken tuşa basıp ışıkları açtım. Babaanneme bakıp, "Ben çıkayım " dediğimde babannem aralık olan kapıyı kapatıp elimi tuttu. Beni yatağa doğru yönlendirirken, "Gel kuzum " dedi. Ona karşı koymadım. Ve birlikte yatağa oturduğumuzda babaanem diğer elimi de tutup kucağına koydu. Ellerimi saran yaşlı ellerinin kırış kırış olmuş parmakları tenimi severken yeşil gözleri nemliydi. Yüzümü özlemle izleyip dururken içim titredi. Gözlerimin yeniden dolmasına engel olamazken titreyen sesimle, "Babaannem" diyerek küçük bir kız çocuğu gibi kollarımı boynuna doladım. O da bana sımsıkı sarılırken, "Oyy babaannesi kurban" dediğinde ağlıyordu. Beyaz yazmasından yayılan kokusu burnuma dolarken gözlerimi kapattım. Bir süre öylece kalıp babaannemin sessiz ağlayışları eşliğinde hasret giderdik. Ve sonuda birbirimizden ayrıldığımızda babannem yüz yüze gelmemizi sağlayıp yüzümü kınalı ellerinin arasına aldı. Yaşları gözleri gözlerimde gezinirken, "Ne kadar güzelleşmiş ne kadar büyümüşsün. " dedi. Yüzünde hafif bir şaşkınlık vardı. Yıllar beni büyütüp babaannemi yaşlandırmıştı.

Gülümsemekle yetindim. O ise yüzümü severken, "İyi misin kuzum?" Dedi. "Kaç yıl oldu görüşmeyeli?" Yüzümdeki ellerini tutup, "İyiyim babaanne. " dedim titreyen sesime engel olmak zordu. " Sen nasılsın?" Babannem yüzüme doğru yaklaşıp alnımı öperken, "İyiyim kuzum. Seni gördüm ya daha iyiyim" dediğinde gerçekten de öyleydi. Sizi seven biri mesafelere bakmıyordu. Yanınızda olup olmamanıza bakmıyordu. Her daim seviyordu. Dedemin beni sevmesi için Antep'te olmam gerekirken babannem öyle değildi. O beni gerçekten seviyordu.

"Bende seni gördüğüm için çok mutluyum. Çok özlemişim" dedim. Ve soluğu babannemin bağrında aldım. Çok özlemiştim. Babannem saçlarımı sevip öperken, "Dudağın çok acıyor mu kuzum?" Dedi. Sesi acı doluydu. O da kabul edememişti belli ki yıllar sonra ki ilk yüz yüze görüşmemizde böyle olmasını. "Acımıyor " dedim. Acıyordu. Ama dayanabilirdim.

"Acımasın yavrumun yavrusu. Güzel kızım " dedi dua eder gibi. Usulca burnumu çektim. "Halam nasıl?" Diye sordum birden. Son konuşmamızdan beridir merak ediyordum. Sorabileceğim kimse de yoktu. Babannem beni yaşlı kollarıyla daha sıkı sarıp, "İyidir. İdare eder. Halanı bilin işte. Pireyi deve edi." Dediğinde niyeti beni teselli etmekti. "Kötü dimi?" Dedim. Gerçeği biliyordum. "Asıl sen ben üzülmeyeyim diye deveyi pire etmeye çalışıyorsun Melek sultan".

Babannem ,"Çok kızim halana" dedi. "Çok ağır konuşi sa. Hiç mi tanımi benim kuzumu? Sen bile isteye kimseye hele kendi gardaşına kötülük eder misin heç?" En azından birinin bana inanması içimde bir yeri okşarken babaanneme biraz daha sokulup, "Halam haklı kendince " dedim. "Yavuz abiden sonra bu olay kötü oldu. Şehit annesi sonuçta. Ben anlıyorum onu. Kızgında değilim. "

Babannem saçlarımı öperken, "Kırgınsın ama" dedi. "Öyle değil?" Öyleydi. Ama önemi yoktu. "Önemi yok " dedim. Babannem derin bir nefes alıp, "Geçecek hepsi kuzum. " dedi. "Ben inanim. Her namazımda dua edim sa. Rabbim yüzüne baksın mutlu olasın, ayağına taş değmesin diye hep dua edim. Üzülme sen. He mi? "

"Ne taşı be babaannem? Kayalar düşüyor başıma..."

Gözümden bir damla yaş süzülüp yanağıma doğru yol alırken, "Sağol " dedim. "İyi ki varsın."

Babannem birkaç saniye sessiz kalıp, "Kuzum " dedi. Birşey söyleyecek ya da soracak gibiydi. Başımı babannemin göğsünden kaldırıp yüzüne bakarken, "Efendim babaanne?" Dedim. Babannem tedirgin bir şekilde gözlerime bakıp, "Bizimle Antep'e gelicin mi?" Diye sordu. Gelmemi istiyor gibiydi. "Hayır" dedim net bir sesle. "Benim bir işim gücüm var babaanne. Ve bu iş benim hayatım. Üzgünüm diyeceğim ama değilim Antep'e gelemem. Gelmem".

Babannem yine gözlerini yüzümde gezdirip, "Tek sebep iştir?" Dedi birşey biliyormuş gibi. Kaşlarım çatılırken, "Anlamadım?" Dedim. O ise, "Muazzez söyledi. Bir sevdiğin varmış. Doğrudur?" Dediğinde kalakaldım. Muazzez teyzenin Oğuz'un nişanından sonra Fırat'ı babaanneme söyleyeceğini tahmin etmiştim ancak babannemden uzun süre ses gelmeyince bilmediğini düşünmüştüm. Başım hafifçe önüme eğilirken, "Doğru" dedim. "Ama olmasa bile gelmem Antep'e. Bunun onunla bir ilgisi yok".

Öyle ya Fırat'tan öncede bir işim vardı benim. Ben bu işe ömrümü vereli iki buçuk yıl olmuştu.

Babaannem sevecen bir şekilde gülümseyip, "Kim bu benim güzel torunumun kalbini çalan oğlan?" Diye sorduğunda yüzümdeki gülümsemeyi bastırmak için alt dudağımı dişleyip, "Ya babanne" dedim mızmız bir tavırla. Babaannemin gülümsemesi daha çok genişlerken bir elini yanağıma koyup baş parmağıyla usul usul okşayıp, "Bak bak bak" dedi. "Nasıl da al al oldu yanakları? Çok mu sevin?"

Yüzümdeki gülümseme babaannemin bu hâliyle iyice büyürken birşey söylemedim. Ancak emindim ki şu içi içine sığmayan çocuksu hallerimden, yüzümdeki gülümsemenin büyüyüşünden, al al olan yanaklarımdan ve elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyip gözlerini kaçırmama sebebiyet veren heyecanımdan anlamıştı. Çok seviyordum.

Babannem bir süre yüzüme bakıp iç geçirirken, "Hazan güzel kızım" dedi. Sesindeki ciddiyet beni de ciddi olmaya sürüklerken devam etmesini bekledim. O ise , "Bak eğer sevdiğin oğlandan eminsen biz Antep'e dönmeden çıkar dedenin karşısına. " dediğinde tedirgin olmuştum. "Deden bu sefer durmici. Seni zorla Antep'e götürmeye kalkici. Kendi kafasına göre sa talip bulmuş. Sevdiğin oğlan kimse konuş. Gelsin tanışsın dedenle."

Yutkundum. "Oğuz hapisteyken uygun olur mu babaanne?" Dedim. "Kaldı ki dedemin beni Antep'e götürüp evlendirmemesi için benim bir adama ihtiyacım yok. Kendi ayaklarımın üzerinde durabilir dedeme şimdiye kadar olduğu gibi tek başıma karşı durabilirim. " Dururdum. Hep olduğu gibi bugünde, yarında.

Babannem başını olumsuz anlamda sağa sola sallayıp, "Aşiretin yarısı burda " dedi. "Deden seni götürmek istediği an tek başına engel olamicin. Ama başında bir herif olursa dedeni durdurabilir. Kuzum dinle beni. Bak senin iyiliğin için diyim. "

İyilik? Neden insanların iyilik anlayışı benimkinden oldukça farklıydı? Hayatımı, kötünün iyisi diyebileceğim çokta matah olmayan hayatımı, neden daha kötü bir hale sokmaya çalışıyorlardı? Anlamıyordum. Sorun evlenmek değildi. Beni zorla Fırat dışında kimseyle evlendiremezlerdi. Sorun bunu düşünüp bir de karşıma geçip, hayatımın zor olan hiçbir anında yanımda olmayan bu insanların, beni kendilerince planladıkları birşeyin içine sürükleyip bir de benden buna boyun eğmemi beklemekleriydi. Ve ben bunu kabullenemiyordum. Hadi babaannem neyse ama dedem bu hakkı, benden habersiz bana talip bulma hakkını, kendinde nereden buluyordu? Bilmiyordum. Lafa gelince kimse mangalda kül bırakmıyordu. Ancak yanımda olmaya gelince kimseyi bulamıyordum.

Öte yandan ise belki de Fırat'ı dedemle tanıştırmam iyi olabilirdi. Fırat'ta tanışmak istiyordu zaten. Ama dedemin bana attığı bu tokat, dudağımdaki küçük diyemeyeceğim yara Fırat'ın dedeme karşı yaklaşımını oldukça değiştirecek gibi hissediyordum. Çünkü Fırat'ın şiddete karşı bir zaafı vardı. Dedemin bana vurduğunu öğrenirse Fırat'ın öfkesiyle nasıl başa çıkardım bilemiyordum.

Yine de bunu ne düşünmek ne de konuşmak istemiyordum. Yarın sabah saat 09.30'da Oğuz'un mahkemesi vardı. Şuan için önceliğim kendi içimde oydu. Dedem ise bana attığı bu tokattan daha fazlasını yapamazdı. Buna müsade etmezdim.

Bababanneme gülümsedim. "Dedem bana hiçbir şeyi, istemediğim hiçbir şeyi, zorla yaptıramaz babaanne. Ben sanırım biraz değiştim. Kimse o kadarda önemli gelmiyor gözüme. O aşirette beni ilgilendiren tek kişi sensin. Ve ben sen dışında kimseyi umursamıyorum. Tıpkı senin dışında kimsenin beni umursamadığı gibi. O yüzden sen üzme kendini. Ben başımın çaresine kendim bakmayı öğreneli çok oldu. "

Babannem birşey söylemek ister gibi dudaklarını aralarken Onu durdurdum. "Sen üzerini değiş. Bende bir çay koyayım. Yanına da portakalı kek yapayım mı? Sen severdin. " Babannem gözlerime bakıp başını salladı. "Yap kuzum. Yap."

Hafifçe gülümseyip oturduğum yerden kalktım. Odadan çıkıp salona geçtiğimde dedem televizyonu açmış haberleri izliyordu. Gözleri anlık bir beni bulsa da sert yüzüyle önüne geri döndü. Bende duvardaki tuşa basıp ışığı açtım. Hafiften karamaya başlayan salon aydınlanırken mutfağa geçip ocağa çay suyu koydum.

Dolaptan pembe derin bir kap alıp içine un, şeker, kabartma tozu, şekerli vanilin, yoğurt , yumurta koyup üzerine portakal rendeleyip suyunu sıktım. Hepsini güzelce karıştırıp kek kalıbına döküp fırına verdikten sonra süresini ayarlayıp mutfak masasına oturdum. Gözlerim öylesine bugün marketten alıp bir meyve tabağına koyduğum meyvelerde gezinirken küçükken dedemin televizyon izlerken meyve yemeyi sevdiği aklıma geldi. Her ne kadar aramız hiçbir zaman düzelmeyeceğini bildiğim bir şekilde bozuk olsa da şu birkaç gün boyunca misafirim olacakları için onları güzel ağırlamalıydım.

Bu yüzden oturduğum yerden kalkıp dolaptan meyveleri koyabileceğim bir tabak ve küçük bir meyve bıçağı alıp masaya geri oturdum. Elime bir tane elma alıp soymaya başladığımda babannemde odadan çıkmıştı. O sırada da dedem oturduğu yerden kalkıp odaya girerken sanırım o da üzerini değiştirecekti. Acaba duş almak isterler miydi diye düşündüm.

Babannem mutfağa girdiğinden yanıma oturdu. Bir elini saçlarıma çıkarıp severken elimdeki elmayı soymaya devam ediyordum. "Babaanne duş almak ister miydiniz?" Diye sordum. "Eğer isterseniz hemen hazırlayabilirim. " Babannem yüzüme doğru yaklaşıp dedemin vurduğu yanağımı öperken, "Yok kuzum. İstesek söyleriz. Yabancı yerde değiliz ya. " dedi. Ona dönüp gülümserken, "Değilsiniz tabii. Benim evim sizin eviniz." Dedim. Öyleydi. Her ne olursa olsun.

Babaannem gülüşüme karşılık verip saçlarımı sevmeye devam ederken bende soyduğum elmayı tabağa doğrayıp elime bir tane armut aldım. Onu da soyup doğrarken ocakta kaynayan su fokur fokur sesler çıkarmaya başlamıştı. Başım refleksle arkamda kalan ocağa dönerken oturduğum yerden kalkmak için hareketlendim. Lakin babannemin kolumu tutan eli kalkmama engel olmuştu. "Sen dur kuzum. Ben bakarım". Birşey söylemeden elimdeki işime geri dönerken dedem odadan çıkıp bana yine ters bir bakış atarken az önce kalktığı koltuğa geri oturdu.

Meyve tabağına biraz da portakal , muz ve mandalina soyup koyduktan sonra çekmeceden çatal alıp tabağa koydum. Ardından da mutfaktan çıkıp salona girdim. Televizyonun yanından küçük ahşap zigon sehpayı alıp tabakla birlikte dedemin önüne koyup, "Afiyet olsun" diyerek geri çekildim. Dedem hiçbir şey söylemezken mutfağa girip pişen keki alıp babaannem çayı demlerken dilimleyip soğuması için bıraktım.

Masaya geri oturduğumda dedem henüz tabağına dokunmamıştı. Olsundu. Ben önüne koyup ev sahipliği görevimi yapmıştım nasıl olsa?

Babaanem yanıma geri oturup sırtımı sıvazlarken, "Oy güzel kızım benim" dedi sevecen bir sesle. Yine gülümsemekle yetinip meyvelerin içinden bir tane muz alıp babaanemede mandalina uzattım. Babaanem mandalinayı alıp soyarken bende muzumu yemeye başlamıştım.

O sırada dedemde meyvesini yemek için çatalı eline aldığında belli belirsiz gülümsedim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Umursamadım.

"Deden hâlâ çok sevi seni" diyen babannemin sesi kulaklarıma dolarken anlık bir Ona döndüm. Dedem duymasın diye fısıltılı bir sesle konuşuyordu. "Bakma böyle asi olduğuna. Kıyami sa. "

Hafifçe gülümseyip babannemin gözlerine bakarken, "Yani diyorsun ki dudağımdaki yara sadece bir sevgi gösterisi. He mi babanne?" Dedim. İyiliğin ne olduğunu bilmedikleri gibi sevgiden de bir haberlerdi .

Babannem gözlerini kaçırıp masanın üzerindeki elimi tutarken, "Deme öyle kuzum. Bilmin mi dedenin huyunu?"dedi. Kocasını savunacak cümleleri olmadığı belliydi. Kaldı ki ben herkesin huyunu biliyordum. Ve o huyların içinde menfaat vardı ancak sevgi yoktu.

Başımı olumlu anlamda sallayıp, "Bilim babaanne" dedim. "Bilmem mi heç?" Öylesine, tiye alır gibi söylediğim bu sözler babaannemin gözlerine bir keder çöreklendirirken sıkıntılı bir şekilde içimi çektim. "Üzülme babaanne." Dedim usulca. "Dedemin beni sevip sevmemesi inan unrumda değil. Sen beni eski yaralı, küçük Hazan zannediyorsun ama öyle değil. Ben büyüdüm. Bak koca kız oldum. " Ne güzel yalan söylüyordum. Kendimi tebrik etmeliyim.

Babaanem burukca gülümseyip, "Ya büyümüşsün. Çok güzel olmuşsun. Damadım her kimse çok şanslı olucu." Derken sonlara doğru sesi iyice fısıltılı bir hâl alırken utançla gözlerimi kaçırdım. Babaannemin Fırat'a "damadım" diyişi içimi sıcacık ederken garipti. Bazı şeyler gerçekleşir mi bilemesem de hayali bile güzeldi.

Belki o da bana bir ömür yeterdi.

Meyvelerle keki yemiş çayımızı derin bir sessizlik içerisinde içmiştik. Saat 22.10'u gösterirken dedemle babannem odaya çekilip yatmışlardı. Bende etrafı toplayıp ilaç saatine kadar oturmuş ilaçların saati gelincede mutfak dolabından çıkarıp içmiştim.

Ardından çatı katına çıkıp gri bir eşofman takımı giyip sessize almış olduğum telefona hiç dokunmadan salona geri indim. Fırat'tan mesaj geldiğine emindim ancak Onunla konuşmak şuan istediğim birşey değildi. Bana nasıl olduğumu soracak ve bende Ona yalan söylemek zorunda kalacaktım. Ki iyi değildim. Sadece birşeylerin üzerini örtmek istediğimde bunu çok iyi yapıyordum. Ama söz konusu Fırat olunca olmuyordu. Onun yeri içimde de , gözümde de , hayatımda da çok farklıydı. Bütün dünyaya karşı gelir, en kül yutmam diyene yalan söyleyebilir ancak Fırat'a tek bir kelime edemezdim. Ona karşı hissettiğim duygular sevgiden de aşktan da fazlasıydı.

Işıkları söndürüp gri köşe koltuğa uzandım. Üzerime de gri polar battaniyeyi örterek başımı koyduğum koltuğun hardal sarısı yastığına bulaşan Fırat'ın kokusu burnuma doldu. Battaniye de onun gibi kokuyordu. Özlediğimi fark ettim. Başımı yastığa iyice gömüp battaniyeye de sarılırken gözlerimi derin bir nefes alarak kapattım.

*******
Ertesi sabah evden dedem ve babaanem uyanmadan önce çok erken bir saatte çıkmış ve adliyeye geçmiştim. Gün yeni yeni ağarıyor, gökyüzünün siyah rengi ürpertici bir laciverte bürünüyordu. Adliyedeki odamda pencerenin ardından gördüğüm kadarıyla ben evden çıkarken yağan kar ince taneler halinde yavaş yavaş durmaya meyilliydi.

Yine gece boyunca gözüme tek bir damla uyku girmezken üzerimi giyinip evden bu kadar erken çıkmamın sebebi başsavcıyı herkesten önce görmekti. Hakan Çınar hakkındaki işlemler dün geceden halledilmeye başlanmış olmalıydı. Nöbetçi savcı kimdi bilmiyordum ancak sanırım hâlâ Hakan Çınar'ı tutuklamamış olmaları olasıydı. İşlerin bu kadar ağır yürüteceğini, Hakan Çınar'ın sadece bir ifade için bile savcılığa çağrılmasının uzayacağını biliyordum. Söz konusu bir savcı olduğunda, özellikle de Hakan Çınar gibi bir savcı olduğunda, işler hukukta biraz yavaş ilerleyebiliyordu. Ki bu durum şuan işime de geliyordu. Çünkü Hakan Çınar'ı ben tutklamak istiyordum. Aslında bunu yapması gereken başsavcıydı. Aynı rütbe de olduğum "meslektaşımı" tutklamam kanunen uygun olmazdı. Hadi ama! Kanunlar kimin umrumdaydı ki? Bu zevki kimseye bırakamazdım. O yüzden başsavcı gelir gelmez Onunla bu konuyu konuşacaktım. Lakin kabul etmeliyim ki bunun için bir süre daha beklemem gerekiyordu çünkü adliyeye fazlaca erken gelmiştim. Masanın üzerindeki saattin 05.30'u gösterişi ve adliye bahçesine girerken güvenlik görevlilerinin bana attığı tuhaf bakışlar bunu söylüyordu. Sanırım biraz huzursuz bir sabırsızlık içerisindeydim. Uykusuzluğun bedenimdeki etkilerinden ziyade Oğuz hapse girdiğinden beri göğsümün ortasındaki sıkıntı bir türlü geçmiyordu. Ve bu uyku sorunumun da o sıkıntıyla oldukça yakından ilgisi olduğunu biliyordum. Pek tabii Oğuz kurtulmadan içimdeki sıkıntının geçmeyeceğini de uykularımın geri gelmeyeceğini de biliyordum. Geçmesindi. Oğuz'a yaptığım şeyin bedelini en azından bu şekilde de olsa ödemeliydim.

Sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Gözlerim masanın üzerindeki telefonumda gezinirken dün gece Fırat'ın attığı mesajları üstten okumuştum. Mesajlarına cevap vermediğim için yine kızmıştı. Ancak evdeydim, dedemler vardı ve o bunu biliyordu. Kısaca nerede olduğumu bildiği sürece sorun olmamalıydı. Ama onun derdi başkaydı. Beni özlemiştim ve bu da sinirlenmesine sebep oluyordu. Öte yandan ise onu umursamadığımı, onu, onun beni sevdiği kadar sevmediğimi düşünüyor da olabilirdi. Eğer öyleyse haklıydı. Benim sevgim Fırat'ın bana olan hisleriyle yarışamayabilirdi. Ama bu kadar sinirli, kıskanç, her an dip dibe olmakta biraz zordu. Özellikle de bu dip dibe olma mevzusu bizi uzun süreli ayrılıklarda epey zorlayacak gibi duruyordu. Öyle ki Fırat operasyona gittiğinde onsuz ne yapacağımı şimdiden düşündükçe nefesim kesiliyordu. Yine de Fırat her gidişinde eğer bana geri dönecekse razıydım. Sonumuz hep bir kavuşma olacaksa sabretmek daha kolay olabilirdi.

Oturduğum koltukta oturup durmak belimin ağrımasına neden olurken ayağa kalkıp odanın ortasında deri koltuğa doğru ilerleyip uzandım. Üzerimdeki siyah uzun kabanıma sarılıp gözlerimi en azından dinlendirmek için kapattım.

******
Camın önünde durmuş adliyenin önünden geçip giden araçları izlerken sonunda başsavcının adliye bahçesine giren beyaz Ford 'unu görünce derin bir nefes aldım. Saat 07.03'ü gösterirken hızla odadan çıkıp siyah deri botlarım koridorda tok bir ses çıkartırken üst kata çıktım. Başsavcının odasının önünde beklemeye başladığımda beni yerimde durmaktan alıkoyan duygunun ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Sanırım gergindim. Başarısız olmaktan, Oğuz'u kurtaramamaktan, herşeyi elime yüzüme bulaştırmaktan korkuyordum. Oysa ki hayatım boyunca çokça hata yapıp bir değil binlerce çuval inciri berbat etmiş biri olaraktan çok az şeyden "gerçekten" korkmuştum.

Sakin olmalıydım. Sakin...

Elim dudağımın kenarındaki kabul tutmuş yaraya giderken parmaklarımı üzerinde gezdirdim. Pütürlü yüzeyi parmak uçlarımda garip bir his oluştururken kaşınıyordu. Kaşımamak için kendi içimde verdiğim savaşta galip gelip elimi aşağı indirirken başsavcının kapısının önünde bir sağa bir sola volta atıyordum.

Nerede kaldı bu adam? Bir asansöre binmek bu kadar zor olmamalı.

İç sesim haklıydı. Zaman neden bu kadar yavaş akıyordu. Garezi bana mıydı?

Ellerimi metal tokaları ve sol tarafında zinciri olan belimdeki kemerime koyup oflayarak kendi etrafımda bir tur döndüğümde asansörün kapısı sonunda açılmış ve başsavcı buraya doğru gelirken beni görünce kaşları şaşkınlıkla hafifçe çatılmıştı. Hareketlerimi durdurup savcının yanıma ulaşmasını bekledim. Başsavcı Haluk Coşkun yanıma ulaşıp karşımda adımlarını durdururken yüzümde sorgulayıcı bakışlarını gezdirerek, "Bir sorun mu var savcım?" Diye sorarken gözleri anlık bir dudağımın kenarındaki yaraya takıldı. Umursamamaya çalışarak başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Yok hayır. Sizden birşey isteyeceğim. Odanızda konuşabilir miyiz?" Diye sorduğumda başsavcı başını olumlu anlamda sallayıp odasının kapısını açarken, "Buyrun."dedi.

Odaya girdiğimizde başsavcı masasının arkasına geçip gri takım elbisesinin üzerindeki kahverengi kabanını vestiyere asıp siyah evrak çantasını masanın üzerine bırakırken bana dönüp koltukları göstererek, "Buyrun. Oturun lütfen." Dedi. Masanın önündeki siyah deri koltuklara doğru ilerleyip başsavcı da yerine otururken koltuğa iliştim. Başsavcı ellerini masanın üzerinde birleştirip birbirine kenetleyerek bütün dikkatini bana verdiğini gözlerini yüzüme sabitleyerek belli ederken, "Evet savcım. Sizi sabahın bu saatinde buraya getiren nedir?" Dedi.

Siyah deri yarım eldivenlerimin sardığı ellerimi bol parçalarını siyah botlarımın içine soktuğum kumaş pantolonumun üzerinden bacaklarıma sürttüm. Gergindim ancak bu gerginliğimin sebebe başsavcıyla konuşmak değil tamamıyla bugünden sebebti. Yine de bu gerginliğim yüzüme yansımazken, "Savcım dün sizinle Hakan Çınar hakkında konuşmuştuk." Diyerek söze başladım. Haluk bey başıyla beni onaylarken, "Evet savcım. Hakan Çınar 'la bu kadar yakından ilgili biri olarak biliyorsunuzdur ancak yine de söyleme gereği duyuyorum. Ki eğer siz buraya gelmeseydiniz ben sizinle konuşmak için yanınıza gelecektim. Dün Hakan Çınar hakkında ilçe emniyet müdürlüğüne bir ihbar gelmiş. İhbarı yapan kişi Hüseyin Kırca adında bir adam. Sizin odanızın soyulduğu gün üçüncü kattaki kameraları değiştiren çalışanların arasındaymış. Hakan Çınar 'ı odanıza girerken ardından da odanızdan birkaç evrak dosyasıyla birlikte geri çıkarken gördüğünü iddia ediyor. Dün de siz o iddalarda bulununca Hakan Çınar'ı sizinle konuşmadan sorguya almak istemedim. Bu durumu VASÖ'yle de konuştum. Daha doğrusu Cihan bey beni arayıp Hakan Çınar hakkında herşeyi size bırakmam konusunda uyardı. O yüzden şimdilik ekipleri harekete geçmeleri konusunda bilgilendirmedim. Ne düşünüyorsunuz? Sizce ne yapmalıyız?" Dediğinde içim rahatlamıştı. Cihan abi baştan VASÖ'nün bana her konuda yardımcı olacağını söylemişti. Ve görüyordum ki haklıydı.

"Gerekli evrakları hazırladınız mı?" Diye sordum. Başsavcı, "Evet hazırladık. Ancak dediğim gibi hiçbiri yürürlüğe girmedi. " dedi.

"Belgeleri görebilir miyim?" Dedim. Başsavcı oturduğu koltuğu biraz geri çekip masanın çekmecelerinden birini açıp birkaç evrak çıkarıp bana uzattı. Kağıtları alıp incelerken Haluk bey, "Ortada bir kanıt olmadığı için Hakan Çınar hakkında sadece soruşturma açabiliyoruz. Soruşturma Hüseyin Kırca'nın iddiaları üzerine açılacak. Bir de sizin iddialarınız üzerine bir iddaneme hazırladım. Oldukça kapsamlı dilekçeler hazırladığımı söyleyebilirim. " diyerek durumu açıkladı. Gözlerimi kağıtlardan alıp Haluk beye dönerken, "Hakan Çınar'ın odası için arama emri istiyorum. " dedim. "Ancak bütün bunlar Hakan Çınar'ın bugünkü davası görülmeye başlamadan önce halledilmeli. Ve sizden ricam o ana kadar Hakan Çınar hakkında tek bir kelime bile adliyede duyulmamalı."

Başsavcı beni başıyla onaylayıp, "Tamamdır savcım. " dedi. "Arama emrini hemen yazıp size ulaştıracağım. " Elimdeki yazılı dilekçeleri başsavcıya uzatıp, "Bunları da onaylaylatıp yürürlüğe girmesini sağlarsanız sevinirim. Dediğim gibi Hakan Çınar'ın davası başlamadan önce halledilmeli. İsterseniz işleri hızlandırmak için VASÖ'den yardım isteyebilirsiniz."

Başsavcı,"Tamam " derken benim Hakan Çınar hakkındaki iddialarım üzerine yazılan dilekçeyi imzalamam için bana bir kalem uzattı. Kalemi alıp dilekçede yine kısaca göz gezdirdim. Bütün iddialarım oldukça iyi bir şekilde yazılıp başsavcıya sunduğum delillerle birlikte açıklanmıştı. Dilekçede adımın yazılı olduğu yerin altına imzamı atıp kalemi başsavcıya verdim. Ve, "Hakan Çınar'ı ben tutuklamak istiyorum." Dedim. "O yüzden bunun içinde davayı bana verdiğinize dair bir dilekçe hazırlarsanız sevinirim."

Başsavcı yine ve yeniden beni onaylarken teşekkür edip odadan çıkıp bir alt kattaki odama indim. Kaloriferler yanmaya başladığından üzerimdeki kabanımı çıkarıp fön çekerek düzleştirdiğim saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp masama oturdum.

Şimdi yapmam gereken tek şey beklemekti.

*******
Saat 09.07'yi gösterirken başsavcı tarafından yazılıp gerekli yerlerde onaylattırılan dilekçe ve belgeler elime ulaşmıştı. Hepsini siyah bir dosyaya yerleştirip masamın çekmecesine koydum. Gözlerim dışarıda soğuk ancak durağan olan hava da gezinirken boynumdan siyah uzun kollu badimin üzerine sarkan uzun kolyelerimle gergince oynuyordum.

Oğuz'un mahkemesine son 23 dakika kalmıştı. Masanın altında gergince salladığım bacağımla oldukça sabırsızdım. Sonunda mahkemeye kadar ortalığı kolaçan etmek için davanın görüleceği mahkeme salonunun bulunduğu birinci kata inmeye karar verdim. Masanın üzerindeki çay bardağını çay ocağına bırakmak için alırken odadan çıktım.

Asansör yerine merdivenleri kullanıp birinci kata indiğimde kalabalık koridoru gözlerimle kısaca taradım. Koridorun sağ tarafında kalan duruşma salonunun önündeki siyah sandalyelerde oturan Turan timini ve Fırat'la konuşan dedemi görmek beni afallatırken adımlarım bulunduğum yerde sabitlendi. Turan timi büyük ihtimalle Oğuz'a destek olmak için üzerlerinde gururla taşıdıkları üniformalarıyla yanlarındaki albayla birlikte buradalardı. Dedemde görev yaptığı süre boyunca, sanırım mesleğinde ki son dönemlerde, bu şehirde görev yapmıştı ve adliyedeki tanıdıkları sayesinde Oğuz'un davasının saat kaçta olduğunu öğrenmiş olabilirdi. Çünkü arayıp bana sormamıştı. Peki ama dedem Fırat'la ne konuşuyordu? Hâl ve tavırlarından dedemin Fırat'ın omzuna babacan bir tavırla koyduğu elinden anladığım kadarıyla tanışıyor gibi görünüyorlardı. Kaşlarım sorgulayıcı bir şekilde çatılırken Fırat'ın gözleri beni buldu. Aramızdaki mesafe çok fazla değildi ve gözleri beni baştan aşağı süzdüğünde dudağımın kenarındaki yaraya takıldı. Kaşları anbean çatılırken gözlerimi gözlerinden kaçırıp solumda kalan çay ocağına doğru ilerledim.

Hâlâ dedemle aralarındaki bu tanışıklığın ya da samimiyetin nereden geldiğini düşünüyordum. Öte yandan ise Fırat dudağımdaki yarayı görmüştü ve ilk yüz yüze geldiğimiz anda bunu konuşacağımızı biliyordum. Kaldı ki bu yaranın sebebinin dedem olduğunu anlaması çokta zor değildi.

Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken kimsenin olmadığı çay ocağına girip bardağı bırakarak geri çıktım. Bileğimdeki siyah saatte baktığımda mahkemeye son 18 dakika kalmıştı. Birazdan Oğuz getirilecekti diye düşünürken adliye kapısından koluna girmiş olan polislerle birlikte giren elleri kelepçeli bir vaziyetteki Oğuz'u gördüm. Adımlarım bir kez daha olduğum yere çakılı kalırken Oğuz'la göz göze geldik. Yorgun görünüyordu. Uykusuz olduğu göz altındaki torbalardan ve kıpkırmızı bir hâlde olan ela gözlerinden belliydi. İçim acıdı. Bir ses yükseldi zihnimden;

"Senin yüzünden! Oğuz seni asla affetmeyecek!"

Gözlerim usul usul dolarken Oğuz'un gözlerinde gördüğüm öfke ve kızgınlık zihnimde yükselen sesi onaylar nitelikteydi. Daha fazla bakamadığım gözlerinden gözlerimi çekip önüme döndüm. Polisler ise Oğuz'u mahkeme salonuna doğru götürürken Turan timi, Fırat, dedem ve albay Oğuz'a destek vermek ister gibi varlıklarını belli edercesine asker selamı verdiler. Oğuz arkası bana dönük olsa da dedemi gördüğüne şaşırmış gibi değildi. Bunu anlayabiliyordum. Koridordaki herkes Turan timine ve Oğuz'a asker selamı veren dedeme bakarken hafifçe gülümsedim. Ben kardeşimin yanında olamıyordum ancak onun yanında birilerinin olduğunu bilmek ve görmek güzeldi. En azından yalnız olmadığını biliyordu. Onun vatan haini olmadığını bilen silah arkadaşlarını böyle bir günde yanında görmek, çocukluğundan beri hayran olup örnek aldığı dedesini yanında görmek Oğuz'a iyi gelmiş olmalıydı.

Dolan gözlerimden süzülen bir damla yaşı elimin tersiyle silip içimde Oğuz'un beni affedeceğine dair ayakta tutmaya çalıştığım umudumun yeniden yıkılmasıyla üzerimde gezinen gözlerin hiç biriyle göz teması kurmadan merdivenlere doğru ilerlemeye devam ettim. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Yine o kimsesizlik ve dışlanmışlık hissi içimde kendini gösterirken kendimi bir an önce odama atmak istiyordum ancak kulağıma dolan, "Hazan hanım" diyen Hakan Çınar'ın sesi adımlarımı durdurmama sebep olmuştu.

"Hayır şimdi değildi. "

Anlık bir gözlerimi kapatıp açarken ardımda kalan Hakan Çınar'a döndüm. Yüzünde yine o sinirlerimi bozan alaycı tavrı vardı. Gözlerini yüzümde gezdirip, yüzüme bakan herkes gibi, dudağımın kenarındaki yara dikkatini çekerken dudağının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Ve birden elinde oynayıp durduğu yeşil bir topu bana doğru fırlattığında yüzüme çarpmak üzere olan topu havada kaptım.

Topu elimde çevirip incelerken gözlerimi yeniden Hakan Çınar'ın alayla bakan gözleriyle buluşturup, "Ne bu?" Diye sordum düz ve sakin bir sesle. Hakan Çınar aramızdaki mesafeyi kapatıp gözlerimin içine bakarken, "Stres topu." Dedi. "Bugün sizin için stresli bir gün olacağını düşündüm. Stresinizi atarsınız diyecektim ama biri çoktan sizin üzerinizde stresini atmış gibi duruyor. " Dudağımdaki yarada gezinen alaycı bakışları, beni kızdırmak istercesine üzerime gelişleri canımı sıkarken sakinliğimi korudum. Ve ağzımı açıp tek bir kelime dahi etmeden arkamı dönüp merdivenlere doğru yöneldim. Birazdan kimin stresli birgün geçireceğini görecektik.

"Nereye savcım?" Diyen Hakan Çınar'ın sesi yeniden kulaklarıma dolduğunda duraksadım. Lakin Ona dönmeden olduğum yerde dururken Hakan Çınar, "Bugün pek bir sessiz sakin gördüm sizi. Başka zaman olsa dişi bir kurt gibi üzerime atılırdınız. Dişi kurtlara ne denirdi? Ha hatırladım "Asena" . Bugünkü sessizliğinizin sebebi birazdan kuzeninizin bir vatan haini olarak müebbet hapis cezasına çarptırılacak oluşu olabilir mi acaba? Lütfen eski halinize dönün. Ben hiç alışık değilim sizin bu sessizliğinize. Süt dökmüş kedi gibi böyle arkanızı dönüp gitmeyin. Yeniden dişi, asi bir kurt olun lütfen. Böyle tadı çıkmıyor. " dedi.

Üzerine basa basa bana "Asena" dişiyi dişi bir kurt diyerek damarıma basışı kim olduğumu bildiğini söylüyordu. Canımı yakmaya beni tahrik edip Ona karşı bir hamlede bulunmamı istiyordu. Olabilirdi. İçimde büyüyen öfke damarlarımda kol gezerken Hakan Çınar'a istediğini vermem olasıydı. Ama yapmayacaktım. Niyeti başımı Ona saldırarak belaya sokmam ve ayak altından çekilmemdi. Bunu anlayabiliyordum.

Başka zaman olsa kendimi sakin olmak için bu kadar zorlamaz dağıtırdım bu itin ağzını burnunu. Ancak bugün değildi. Belki birkaç saat sonra ama şimdi değil. Şimdi değil.

Derin bir nefes alıp Turan timi, dedem ve koridordaki avukat, savcı, sekreter, temizlik görevlisi ya da her kimse bütün herkesin gözleri bizdeyken birkaç adım geri geri gidip bütün sakinliğimle Hakan Çınar'a dönerken aramızda bir iki adım kala karşısında durdum. Yumruklarımı sıkmıyor içimdeki öfkenin ufacık bir kısmını dahi yüzüme yansıtmıyordum. İçimden kendime söyleyip durduğum gibi sakindim. Sakin...

Gözlerimi Hakan Çınar'ın gözlerine sabitleyip ellerimi arkamda bağlarken bedensel olarak "sana istediğini vermeyeceğim" diyordum. Temas yoktu. Savcıların birbirleri arasında dokunulmazlıkları vardı. Ve Ona yapacağım en ufak bir temas Hakan Çınar'a istediğini almak için bir fırsat verebilirdi.

Gözlerimiz birbirine kenetliyken, "Size laf anlatmak için harcayacak vaktim yok. " dedim. Sakindim. "Ancak madem beni bir kurda benzettiniz. O zaman size kurtlar hakkında bir bilgi vereyim savcım. "

Hakan Çınar kaşlarını alayla havalandırıp gülümserken, "Lütfen savcım" dedi. "Savcım" kelimesini vurgulayarak.

Başımı hafif yana yatırıp gözlerine bakarken, "Kurtlar gözdağı vermek istediklerinde uğuldar; saldıracakları zaman sessizleşirler. " dediğimde Hakan Çınar 'ın yüzündeki alaylı ifade yok olmuştu. Saldırıya geçeceğimi anlamış olmalıydı. Bu sefer alayla gülen ben olurken arkamda bağladığım ellerimi çözüp birkaç adım gerileyerek elimdeki yeşil stres topunu Hakan Çınar'a doğru atıp, "Sanırım buna artık sizin ihtiyacınız olacak savcım. " dedim. Top Hakan Çınar'ın göğsüne vurup yere düşerken arkamı dönüp merdivenlere doğru üzerimdeki bakışlar eşliğinde ilerlemeye başladım.

Herkes yaptığının bedelini ödeyecekti.

💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧💧
















Loading...
0%