Yeni Üyelik
52.
Bölüm

52. Bölüm

@yikim2024

*******
Dedemin öfke dolu gözleri Fırat'ın ve benim üzerimde gezinirken, öylece durduğunda bile ürkütücü görünen, sert çehresi fazlasıyla gergin görünüyordu. Az önce, yüksek demir parmaklıklara sahip olan, sürgülü demir kapının ardında gördüğüm ya da gördüğümü sandığım silüetin etkisinden tam olarak çıkamamışken bu hâl beni daha fazla tedirgin etmişti. Korkuyordum. "Korkmak" kelimesini acizliği kabul etmek olarak gördüğümden çoğu zaman bu kelimeyi , eğer kullanıldığı yeri tam olarak dolduramayacaksa , kendi içimde dahi olsa dile getirmezdim. Ancak hissettiğim duygu tam da buydu. Bu duyguyu bana hissetiren şey ise dedem değildi. Yani sadece dedem değildi. O silüetin gerçek olmasından da korkuyordum. Öyleki içim ürperiyor , beynim karıncalanıyordu.

Birine sığınmaya ihtiyacım varmış gibi hissederken Fırat'la aramdaki mesafeyi birkaç adımda kapatıp, askeri yarım eldivenlerinin sardığı, büyük avucunda küçücük kalan elimle elini daha sıkı tutarken Ona iyice sokulmuştum. Şakağım koluna değerken yan yanaymışız gibi görünse de benim bedenimin yarısından fazlası Fırat'ın koca cüssesinin arkasındaydı. Aslında bu an için kızgındım Ona. Dedeme ilişkimizi söylemek için bana zaman vermesi gerektiğini söylemiştim. Ancak Fırat dudağımdaki yara yüzünden sinirlenip bulduğu ilk fırsatta dedemin karşısına dikilmişti. Üstüne üstlük bunu öyle bir anda ve yerde yapmıştı ki adliye bahçesindeydik. Turan timi ve Halit albay hemen solumuzdaydı. Birkaç metre ilerimizde güvenlik kulübesi, adliye kapısında ise polisler vardı. Dedem sinirli, sert ve öfkelendiğinde ne yaptığını ne söylediğini bilmeyen bir adamdı. Fırat'ın da Ondan geri kalır bir yanı yokken burada yaşanacak olan en ufak bir arbedede güvenlikler ve polisler olaya müdahale ederdi. Üstelik ben bir savcıydım. Adliye sınırları içerisinde olduğumuz sürece görev başında sayılıyordum. Fırat'ın bu yaptığı beni zor durumda bırakacak birşeydi. Ama O ne zaman birşeylere sinirlense yaptığı gibi yine beni yok sayıyordu. Hâlbuki o iki günlük ayrılığımızdan sonra söz vermişti bana; benden habersiz benimle ilgili hiç bir karar verip uygulamayacaktı. Yine de şimdilik sessiz kalmayı seçtim. Ki konuşacak hâlde de değildim. Zihnim , düşüncelerim, benliğim, ruhum kafamın içindeki koca boşlukta tutunacak bir yer arıyordu .

Saniyelerdir süregelen sessizliği Fırat, "Birşey söylemeyecek misiniz komutanım?" Diyerek bozmuştu. Bariton ve kaba sesinde meydan okuyan bir tını vardı. Çattığı kaşlarının çevrelediği kara gözleri dedemin gözlerine sabitliyken dedeme karşı olan bu tavrı hoşuma gitmemişti.

Dedem Fırat'ın yüzündeki öfke saçan gözlerini bana çevirirken yutkundum. Kafam allak bullaktı ve dedemin bu hâli, bakışlarındaki tehditkâr ifade içimde çocuksu bir saklanma isteği uyandırıyordu. Gözlerimi dedemin gözlerinden kaçırıp Fırat'a biraz daha yaklaşırken bunu bilinçsizce yapıyordum. Kızgındım Ona ama sığınacak başka kimsem de yoktu. Kendimi bir türlü toparlayamadığımdan şu an en mantıklı şey Fırat'a sokulmaktı. O beni korurdu.

Fırat ileriye doğru bir adım atıp dedemin üzerine yürürken beni tamamen arkasına almıştı. Koca bedeninin sinirden gerildiğini hissederken, "Bana bak Mahsun ağa, bana!" Diyen gür sesi kulaklarıma doldu. "Senin muhattabın bu saatten sonra benim!" Fırat'ın bu tavrı, dedeme karşı kullandığı ses tonu ve herşeyden öte dedemin şu an yeri göğü inletip Fırat'a saldırması gerekirken karşısında suspus oluşu kafamı karıştırıyordu.

O sırada Halit albay dedemle Fırat'ın arasına girerken, "Sakin ol yüzbaşı." Diyerek Fırat'ı uyardı. Fırat ise dedemin gözlerinden gözlerini bir an olsun ayırmazken, "Siz karışmayın komutanım." Dediğinde dedemin, "Burası böyle bir konuyu konuşmanın yeridir ?" Diyen sesini duydum. Sesi öfkesini bastırmaya çalıştığını fazlasıyla belli ediyorken Fırat, "Onu sevdiğim kadına el kaldırmadan önce düşünecektin Mahsun ağa. Bu iş artık zamanı mekanı geçti." Dedi. Sesi dedemin bastırmaya çalıştığı öfkesinin aksine oldukça sert ve baskındı. Dedeme karşı olan bu tavrı canımı sıkmaya başlarken ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum.

Birbirlerini tanıyor gibilerdi. Hatta Oğuz'un mahkemesinden önce onları koridorda konuşurken görmüştüm. Ama şu an olduğu gibi o anda da durumu anlamlandıramamış olduğumdan üzerine fazla düşünmemiştim.

Dedemin yüzünü Fırat'ın askeri üniformasının sardığı koca bedeninden dolayı zar zor görürken gözlerini etraftaki insanlarda gezdirdiğini gördüm. Az ötedeki siyah minibüsün yanında duran dedemin şoförü İlyas abiyi fark ettiğimde, küçük kar taneri üzerimize yağarken, dedem sinirden sıktığı dişleriyle yeniden Fırat'a döndü ve, "Torunumun seninle bir gönül ilişkisi olduğunu bilmiyordum." Dedi. Fırat'tan çekiniyor gibiydi. İyi ama neden? Eğer düşündüğüm gibi birbirlerini tanıyorlarsa bu tanışıklık büyük ihtimalle dedem emekli olmadan önce son görevini bu şehirde yaptığı için olmalıydı. O zamanlar Fırat on dokuz yirmi yaşlarında olduğuna göre dedem bir süreliğine komutanlığını yapmış olabilirdi. Ama bu durum, eğer ki böyleyse, Fırat'ın dedeme saygı göstermesini gerektirirdi. Öfke saçmasını değil.

Fırat dedemin sözlerine karşılık olarak, "İyi. Şimdi öğrenmiş oldun. Bir daha o elin bu kıza kalkarsa olacaklardan ben sorumlu olmam." Dediğinde dedemi resmen tehdit ediyordu. Artık müdahale etmem gerektiğini düşünürken elini sıkıp çatılan kaşlarımla, "Fırat" dedim uyarıcı bir sesle. Her ne olursa olsun, bana her ne yapmış olursa olsun karşısındaki adam benim dedemdi. Fırat'ta benim sevdiğim adamsa hiçbir şey için değilse bile benim için dedeme saygı duymak zorundaydı.

Gözlerim yan profilinden derince çatılmış olan kaşlarında, uzun kıvrımlı kirpiklerinde ve sinirden sıktığı dişleriyle seğirip duran çene kaşlarında gezinirken onu uyarışıma hiç bir tepki vermemiş bir anlık bile olsa dönüp yüzüme bakmamıştı. Birkaç saniye daha bana dönüp bir tepki vermesini beklesem de iş bu raddeye gelene kadar beni umursamayan adamın bu saatten sonra da beni umursamasını beklemenin saçma olacağını fark edip gözlerimi dedeme çevirdim. Sağ elindeki kehribar taşlarından oluşan tesbihi sıkarken, "Hem torunumu isteyip hemde benimle böyle konuşacak cüreti nerden buluyorsun yüzbaşı?!" Dedi. Haklıydı. Fırat böyle yaparsa dedem Ona düşman olurdu. Beni de asla Fırat'a vermezdi.

Fırat sert bir nefesi alıp vererek dedemin gözlerinin ta içine öfkeyle alev alev yanan kara gözleriyle bakarken, "Ben senden torununu istemiyorum Mahsun ağa. Kız dediğin atasından istenir. Ata dediğinde senin gibi kadına kıza el kaldırmaz. Ben sana "haberin olsun " diyorum. "Haddini bil " diyorum. "O elin yanında dursun " diyorum. Anladın?" Derken hafif doğu aksanına kayan kaba ve erkeksi sesi içimde ılık ılık birşeylerin akmasına neden olmuştu. Ancak yine de beni böyle koruyup sahiplenişi hoşuma gitse de dediğim gibi karşısındaki adam benim dedemdi. Onunla böyle konuşmamalıydı. Öte yandan, hadi Turan timi neyse de , Halit albayın bu olanlara şahit olması doğru değildi. Bu hal içten içe utanmama neden oluyordu.

Dedem sinirden köpürsede Fırat'ın gözlerine sert bir ifadeyle bakarken başını aheste aheste sallayıp, "Anladım." Dedi. "Çok iyi anladım yüzbaşı. Merak etme. " Sözleri bittiğinde gözleri beni bulurken bu bakışları tanıyordum. Bu olanların acısı benden çıkacaktı. Umursamadım. Dedem dün akşamdan sonra gözümde eskisi kadar önemli bir yer teşkil etmiyordu. Ona saygı duyuyordum ancak hepsi bu kadardı. İçim buz gibiydi Ona karşı.

İşte tamda bu yüzden bu sefer gözlerimi gözlerinden kaçırmadım. Yana doğru bir adım atıp Fırat'ın arkasından çıkarken başımı dikleştirip hafifçe içimi çektiğimde az önceye nazaran daha iyiydim. Dedem ateş saçan gözlerini yüzümde gezdirip ben birşey söylemesini beklerken arkasını dönüp gitti .

Gözlerim siyah kabanının sardığı sırtında gezinirken bir müddet siyah volswagen minibüse doğru ilerleyerek bizden uzaklaşan dedemi izledim. Bunu beklemiyordum. Aslında bugün olan hiçbir şey tam olarak beklediğim şeyler değildi. Birşeyler oluyordu. Hayatımın bilmediğim, erişemediğim yerlerinde birşeyler en temelinden sarsılıyordu sanki. Ve ben bunu en derinlerimde hissediyordum. Hadi dedem neyse. O zaten dün akşam onunla benim aramda gerçekleşecek olan yıkımın sinyallerini yıllar öncesinden vermişti. Fırat'a karşı olan sakin tavrı beni şaşırtsada bana olan öfkesi beni şaşırtmıyordu. Peki ya az önce olan şey... O neydi? Dün akşam dedemle Ali hakkında konuşmuştuk. Onunla ilgili bilmediğim ve yıllar sonra içimde bir yerlerde onu bir parçada olsa anlamamı sağlayan birşeyler öğrenmiştim. Ve az önce sürgülü demir kapının ardında onu gördüğümü sanmıştım. Oradaydı sanki. Bir silüet gibi belki de gerçeğin ta kendisiydi. Bilmiyordum. Bu şehre onu bulmak için gelmiştim. Aramızda kapanmayan ancak kapanmayı bekleyen bir hesap vardı. Ama istemiyordum. Onu görmek, o silüetin gerçek olmasını istemiyordum. Şimdi değildi. Böyle bir zamanda karşıma çıkamazdı. Hayatımı yine , yeniden böyle bir anda, hiç hesapta yokken mahvedemezdi.

    "Hazan"

Fırat'ın bana seslenişi kulaklarıma dolduğunda gözlerim adliye bahçesinden çıkan siyah minibüsteydi. Derin bir nefesi alıp verirken kaşlarımı gayriihtiyari bir şekilde çatıp yutkundum. Gözlerimi minibüsten çekip Fırat'a döndüğümde Turan timi de bana bu halimi anlamlandırmaya çalışan bakışlar arıyordu. Fırat'ın sorgulayıcı bir şekilde çattığı kaşları, yüzümde gezinen kara gözleri, elimi sımsıkı tutmaya devam eden büyük eli derken gözlerim birden istemsizce dolmaya başlamıştı. Çok yorgundum. Gözüme bir damla uyku girmeyeli bugün altıncı gündü. Mahkeme salonunda olanlar, Oğuz , dün akşam, Ali derken başım çatlarcasına sancılı bir şekilde ağrıyordu. Gitmek istiyordum buradan.

Bu yüzden gözlerimi Fırat'ın gözlerinden çekip başımı önüme eğerken elimi elinden çektim. Hakan Çınar sağlık kontrolü için hastaneye götürülmüş olmalıydı. Bende emniyete gidip o gelene kadar bir köşede oturur çayla simit yerdim. Belki bir parça dinlenir, olanların etkisinden çıkar, olacaklar içinde kendimi hazırlardım.

Fırat elinden çektiğim elimi bırakmazken, "Konuşacağız." Dedi. Sesi sertti. Bu sertliğin sebebi dün attığı mesajlara cevap vermeyişim, aramalarına geri dönmeyişim ve dedemin bana attığı tokatı ona söylemeyişim olabilirdi. Öyle ya da böyle bir sebepten kızgındı bana. Kim değildi ki? Ne yapsam ya da yapmasam bir sorun oluyordu.

Gözlerim yeniden Fırat'ın gözlerini bulurken, "Sonra konuşsak?" Dedim sorar gibi. Ancak Fırat gözlerime baskın bir şekilde bakarken, "Şimdi konuşacağız." Dedi üzerine basa basa. Gözlerine birkaç saniye bakıp kendi öfkesinden başka birşeyi gözünün görmeyeceğini anlayınca başımı belli belirsiz olumlu anlamda salladım. O ise, bedenini tamamen bana çevirmiş olduğundan, ardında kalan Turan timi ve Halit albaya dönerken, "Kusura bakmayın komutanım. Bize biraz müsade eder misiniz?" Dediğinde albayın Fırat'a karşı olan bakışları sertti. Bir askerin bir savcıyla ilişkisi olmasını doğru bulmadığını anlayabiliyordum. Pekâlâ Fırat'ta bunun farkındaydı. Bir anlık öfkesine yenilip ikimizide zor durumda bırakacak birşey yapmıştı. En kötüsü de bu halin Fırat'ın umrunda dahi olduğunu sanmıyordum.

Halit albay gözleri anlık bir beni bulup Fırat'a dönerken, "Müsade senin olsun evlat." Dedi. Sert sesi ima yüklüydü. "Askeriyeye geldiğinde yanıma uğra." Fırat esas duruş alıp asker selamı verirken, "Emredersiniz komutanım." Dediğinde albay bana dönüp, "Kusura bakmayın savcım." Dedi. Fırat'a karşı olan bu sert tavrının benimle ilişkisi olduğu için olduğunu anladığımın farkındaydı. Başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Siz kusura bakmayın albayım." Dedim. Ne diyebilirdim ki? Ben savcıydım ama O haklıydı.

Albay bana kısaca bir baş selamı verip Turan timiyle birlikte yanımızdan uzaklaşırken gözlerimi kapatıp arkamdaki araca yaslandım. Başımı önüme eğip saçlarımın önüme dökülmesine sebebiyet verirken Fırat bana dönmüştü. Gözlerinin ağırlığını üzerimde hissedebiliyordum.

"Yüzüme bak." Dediğinde bunu yapmak hiç içimden gelmiyordu. Bazen Fırat'ı severken de Onun tarafından böyle sınırsızca sevilirken de yoruluyordum. Yine de gözlerimi açıp başımı eğdiğim yerden kaldırıken dediğini yapıp o çok sevdiğim kara gözlerine baktım. O ise gözlerini yüzümün her zerresinde gezdirip, askeri üniformasının sardığı geniş göğsünü yükseltip alçaltan derin, sert ve sıkıntılı bir nefesi alırken dudağımın kenarındaki yarada takılı kalan bakışlarıyla halihazırda çatık olan kaşları bir parça daha çatıldığında üzerime doğru gelip aramızdaki mesafeyi kapattı. Bir eli elimi sımsıkı tutarken boştaki elini yüzüme koyup dudağımdaki yaraya başparmağıyla hafifçe okşar gibi dokundu. Yutkunmaya çalışırken adem elmasının aşağı yukarı hareket ettiğini gördüm. Kara gözlerinden onlarca duygu geçerken, "Açıyor mu?" Diye sordu. Sesi garip bir hâl içerisindeydi.

Adliye bahçesindeki bu halimiz doğru bir hâl mi bilemesem de usulca içimi çekip, "Acımıyor." Dedim. Dün akşam acıyacağı kadar acımıştı. Fırat gözlerini anlık bir kapatıp açarken sinirle sıktığı dişleriyle çene kaslarını oynatıp, "Acısa söyler misin?" Dedi. Birkaç saniye öfkeyle alev alev yanan kara gözlerine bakıp, "Sana söylerim." Dedim. Kimseye canım yanıyor diyemesemde Fırat'a derdim.

Fırat inanmazcasına "Öyle mi?" Der gibi kaşlarını havalandırıp yüzümdeki elini çekerken belli belirsiz başını sallayıp, "Bana söylersin?" Dedi teyit etmek ister gibi. Ancak onu onaylasam da bana inanmayacağı belliydi. Yine de başımı sallayarak onu onayladım. Fırat bir iki saniye gözlerime bakıp , "Kimim ben ?" Dediğinde kaşlarım anlamadığım için çatılmıştı. "Bakma bana öyle." Dedi. "Burası yeri değil biliyorum. Akşam konuşacağız. Ama şunu bil ; sabrımın sınırını artık aştım Hazan. Onlarca kez konuştuk seninle. " duraksadı. Tuttuğu elimi yüzümün hizasında kaldırıp gösterirken sözlerine devam etti. "Bu elini tuttuğum ilk gün "Bu saatten sonra saçının teli düşse haberim olucak" dedim sana. Vuruldun hastaneden çıktık "her aradığımda ilk çalışta açılacak o telefon " dedim sana. Söz dinletemedim. Bağırdım, çağırdım, aldım kucağıma oturtup güzel güzel konuştum, yalvardım yakardım, "korkuyorum " dedim lan sana. Yine de söz geçiremedim. Ama bu çok fazla. Ağrıma gidiyor. " Sinirden sesi titriyordu. Yutkundu. Gözlerini gözlerimden çekip etrafta gezdirirken sakinleşmek ister gibi aldığı nefesi yavaşça geri verdi. Bense öylece onu izliyordum. Bu konuşmanın sonu hiç iyi yerlere gidecek gibi durmuyordu. İçimde garip bir his vardı. Öyleki ağzımı açıp tek bir kelime etmeye dahi cesaret edemiyordum.

Fırat yeniden bana döndüğünde avucundaki elimi daha sıkı kavrayıp gözlerimin içine bakarken, "Çok seviyorum seni." Dedi. "Daha nasıl anlatılır, gösterilir bilmiyorum. Ama oynama benimle Hazan. Eğer...ben sana kendimi hatırlatmadan beni hatırlamayacaksan, benden uzaklaştığın an beni unutacaksan , ben sevdiğim kadının canının yandığını böyle tesadüfen öğreneceksem ya da... bunalıp sıkılıyorsan benden , fazla geliyorsam sana...yormayayım seni. "

Dolan gözlerimden bir damla yaş süzülürken yaslandığım araçtan ayrılıp Fırat'ın elini daha sıkı tutarken, "Fırat." Dedim. Sesim titriyordu. Devamını getiremesem de "yapma" diyordum.

Fırat yanında duran elini kaldırıp parmaklarının tersiyle yanağımı okşayarak yaşı silerken " Şşş ağlama " dedi. "Bak ben her şeyi senin ellerine bıraktım. Sen ne dersen o. Akşama kadar iyice düşün Hazan. Sonra gel dürüst ol bana. Tamam?"

Gözümden peş peşe süzülen yaşlar eşliğinde usulca burnumu çekerken, "Fırat." Dedim yine. Küçük bir kız çocuğu gibi çıkan sesim yalvarıyordu Ona. Bu kadar kırılıp kızacağını bilememiştim ki. Bilsem öyle yapar mıydım?

Fırat bu halimle tuttuğu elimden beni kendine doğru çekip sarılırken bende kollarımı onun bedenine sardım. Kokusunu, onun saçlarımı öperken yaptığı gibi, derince içime çektim. Ona iyice sokulup yüzümü zar zor yetişebildiğim göğsüne gömüp bağrını öptüğümde Fırat'ın , "Fırat kurban olsun sana." Diyen sesi fısıltılıydı. Kıyamıyordu bana ama ben ona kıydıkça canı yanıyordu.

Birkaç saniye öyle kalsakta Fırat ayrılmadan son kez alnımı öpüp yüz yüze gelmemizi sağlarken yüzümü askeri yarım eldivenlerinin sardığı büyük ellerinin arasına alıp severken, "Karnını doyur ilaçlarını iç." dedi. "Ben...ararım." Koca bedeninde asla birbirine kavuşmayan kollarımı sıkılaştırıp ona sokulurken gözlerinin içine bakıp, "Ara." Dedim. "Açarım." Fırat gözlerimde gözlerini gezdirip içini çekerken belli belirsiz gülümseyerek yeniden alnımı öpüp, "Dikkat et kendine. " dedi. Başımı sallamakla yetindiğimde yüzümdeki eller çekilmişti.

Bense ondan ayrılmazken Fırat'ın gözleri bahçenin çıkışındaki caddede bir yere takılmıştı. Merakla o tarafa döndüğümde kaba saba, iri kıyım siyah takım elbiseli adamlardan oluşan altı kişilik bir grup görmüştüm. Adamların en yapılı olanı Fırat'a, önünü ilikleyerek, baş selamı verirken Fırat'tan da aynı karşılığı almıştı. Ne olduğunu ve o adamların kim olduğunu anlamaya çalışırken Fırat'a baş selamı veren adamla anlık bir göz göze gelsek de adam gözlerini hızla benden kaçırıp başını önüne eğdiğinde, çatılan kaşlarımla, beni izleyen Fırat'a döndüm.

"Kim o adamlar?" Diye sorduğumda Fırat , benim kullandığım aracın yanına park ettiği siyah range rover marka aracının bizi gözlerden saklamasının verdiği avantajla , belimi tutan elleriyle usul usul sırtımı okşarken, "Korumaların." Dedi ciddi bir sesle. Kaşlarım derince çatılırken, "Korumalarım?" Dedim sorar gibi. Fırat , "Korumaların." Diyerek kendini tekrarlarken, "Fırat saçmalama." Dedim . Kendimi ondan çekip aramıza mesafe koymaya çalışırken bu çok fazlaydı. Hem karşıma geçip "istersen ayrılalım" diyordu hem de tutup peşime adam ya da "adamlar" takıyordu. Üstelik bu konuyu oturup birlikte etraflıca konuşmamıştık bile. Sadece operasyona giderken böyle bir düşüncesi olduğunu biliyordum. Ama daha operasyona bile gitmemişti ki. Ayrıca ben daha bu "koruma" mevzusu için önlem bile alamamıştım.

"Offff Fırat offf"

Fırat belimdeki elleriyle beni kendine çekip ondan uzaklaşmama izin vermezken baskın ve itiraz kabul etmediğini belli eden bir ifadeyle gözlerime bakıp, "Asıl sen saçmalama. " dedi. " O piç gözümün önünde tehdit etti seni. Bu saatten sonra yok öyle tek başına gezip dolaşmak." Bıkınca bir nefesi alıp verirken, "O "piç" i az önce tutuklayıp götürdüler Fırat farkında mısın? Bir daha çıkabilir mi sanıyorsun içerden?" Dediğimde Fırat kara gözlerindeki pırıltılarla gözlerime bakarken belimdeki ellerinden birini yüzüme dökülen saçlarıma çıkarıp severek, "Farkındayım." Dedi. "Ama sen bilmesin bu şerefsizleri. İt sürüsü gibidr bunlar. Birbirlerinden habersiz gezmezler. Biri biter diğeri başlar. O yüzden bundan sonra böyle. Sen nereye onlar oraya."

Kaşlarım biraz daha çatılırken "Ben mi bilmem Fırat?" Dedim. "Terörle mücadele savcısıyım ben. " Fırat hafifçe o çarpık gülüşünü ortaya sererken gozlerime güzel güzel baktığında parmaklarının tersiyle yanağımı sevip, "Biliyorum." Dedi. "Gurur duyorum seninle. Az önce büyüledin beni. Her sözün her hareketin göğsümü kabarttı. Ama bu mesele farklı. İtiraz etme Hazan. Çünkü bir faydası olmayacak." Benimle gurur duyması, bu sözleri hoşuma giderken, "Az önce lafı "istersen ayrılalım " demeye getirirken bu adamlar yolda mıydı?" Diye sordum. Fırat sıkıntılı bir nefesi alıp verirken yüzümdeki elini belime indirip, "Yoldaydı." Dedi. "Ama bu konunun o konuyla bir ilgisi yok. Ne sanıyorsun Hazan? Sen akşam geçip karşıma "ayrılalım " desen ne olacak? En fazla ayrılırız. Ben ölürüm hasretinden. Kafayı yerim. Olacak olan bu. Fazlası yok. Unutacak mıyım seni? Şimdi köpek gibi seviyorum. "Ayrılalım " dediğinde sevmeyecek miyim? Şimdi saçının teline zarar gelse benim canımdan can gider. "Ayrılalım " dediğinde zarar görmenin benim için bir anlamı kalmayacak mı? Ne sanıyorsun? Birden yedi kat elim mi olacaksın? Ne dersen de. "Ayrılalım " desen bile, bu can bu bedenden çıkar sen bu candan çıkmazsın."

Gözlerim Fırat'ın gözlerinde takılı kalırken, "Öyle birşey demeyeceğimi biliyorsun. " dedim. Fırat derin bir nefes alıp, "Bilmiyorum. " dedi. "Söz konusu senken ben hiçbirşey bilmiyorum." Ardından da ellerini belimden çekip benden uzaklaşırken bedenimden bir ürperti geçmişti. Yine de itiraz etmedim bu ayrılığa. Aramıza açılan bir adımlık mesafede Fırat, "Bin arabana. Ben akşam bulurum seni. " dediğinde başımı sallamakla yetindim. Oysaki ďaha söylenecek ve konuşulacak çok şey vardı. Özellikle de Fırat'a dedemi nereden tanıdığını sormayı çok istiyordum. Akşamı bekleyecektim artık.

Sağ elimde dosyalarla birlikte tuttuğum aracın anahtarını sol elime alıp arabanın kilidini açtım. Ardından da kapıyı açıp elimdeki dosyaları yan koltuğa koyarken arabaya bindim. Kapıyı çekip motoru çalıştırdığımda Fırat'ta kendi aracına yönelmişti. Ayağımı debriyajdan çekip gaza basarken açılan bahçe kapısından çıktım. Ana caddede trafiğe karışırken peşimde beliren iki araçla sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Ne yapacaktım ben bunlarla?

Gözlerimi dikiz aynasından çekip önüme döndüğümde arabanın içini telefonumun zil sesi doldurmuştu. Bir elim kabanımın cebindeki telefonumu bulduğunda telefonu tutacağa takıp Cihan abinin aramasını yanıtlayıp hoparlöre aldım. "Alo " demek için dudaklarımı aralarken Cihan abi konuşmama fırsat vermeden, "Napıyorsun sen?! " diye gürlemişti. Anlaşılan mahkeme salonunda olanlar kulağına gitmişti. Fırat'ın yanından ayrıldıktan sonra araması ise iyi bir zamanlama olmasının yanı sıra kafa karıştırıcıydı.

Kırmızı ışıkta diğer araçlarla birlikte dururken, "Ne yapmışım?" Dedim. Sesim düz ve sakindi. Cihan abi sinirli olduğunu belli eden sert bir nefesi alıp verirken, "Sen dalga mı geçiyorsun lan benimle?" Diye sorarken trafik lambasında gezinen gözlerim araçların arasında elindeki poşetlerde bulunan simitleri satmaya çalışan amcayı buldu. Cihan abinin sorusunu es geçip camı indirirken, "Amcacığım bir bakar mısın?" Diyerek seslendim.Tahmini ellili yaşlarında olan başında gri beresi, siyah kazağının üzerine giydiği beyaz montuyla ona seslenişimle buraya doğru gelen amca soğuktan üşümüş gibi görünüyordu. Kıpkırmızı olan çatlamış ellerindeki poşetlerde tahmini 25 - 30 simit anca vardı. Hepsini satması, özelliklede bu saatte imkansızken satsa bile kazanacağı para en fazla 250 - 300 civarıydı. Günümüz şartlarında bu paranın pekte bir kıymeti yokken yanıma gelip, "Buyur kızım. Simit vereyim?" Diyen amcaya üzülmüştüm.

Hafifçe gülümseyip, "Ver amca. Hepsini ver. Ne kadar?" Diye sordum. Adamdan bir cevap gelmesini beklerken, elleri gibi , soğuktan kıpkırmızı olan yüzünde küçücük kalan koyu kahverengi gözleri parlamıştı. Bana poşetlerde 25 tane simit olduğunu ve toplamda 250 tl ödemem gerektiğini söylerken arka koltuktaki çantama uzanıp cüzdanımı çıkardım. Nakit bin tl param olduğunu gördüğümde hepsini alıp amcaya uzatırken amca,"Kızım bu çok fazladır." Dediğinde yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Hafifçe gülümseyip, "Fazla falan değil." Dedim. "Al hadi. Işıklar yeşile dönecek şimdi."

Amca itiraz etmek için hazırlanırken buna müsade etmeden, "Poşetlerden ikisini şu arkamdaki iki siyah araca götürün lütfen." Dedim. "Bu parayı da alın. Rica ediyorum ." Amca birkaç saniye gözlerime bakıp mahçupca teşekür ederken parayı aldı. Bende poşetlerden birini alıp dikiz aynasından amcanın diğer poşetteki simitleri "korumalarıma" verişini izledim. O sırada kulaklarıma dolan korna sesiyle yeniden yola koyulurken Cihan abi iğneleyici bir ses tonuyla, "Nutuk çekecektim. Devam edebilir miyim "sayın iylik meleği"? " derken onu tamamen unuttuğumu fark ettim.

Hafifçe içimi çekip yan koltuğa koyduğum poşetten bir tane simit alıp ısırırken, "Tabi tabi buyrun. " dedim. Cihan abi hafifçe içini çekip, "Afiyet olsun. " dedi ve sözlerine az önce kaldığı yerden devam etti.

"Ne yapmaya çalışıyorsun Hazan? Niye söz dinlemiyorsun sen? Ne dedim abiciğim sana ben? "Herkesin gözünün önünde tarafsız bir savcı gibi davran. Gözden uzak yerlerde de kardeşliğini yap" demedim mi? Başını belaya sokmak senin hayat amacın falan mı?"

"Başım belada değil benim. Ayrıca ben çok güzel "tarafsız bir savcı olarak" görevimi yapıyordum. Müsade etmediler. Bu olanlar bütünüyle benim suçum değil. "

"Ama senin hatan. O kadar açıkla, tesadüf olmadığı belli olan "tesadüflerle " bir hakimin karşısına dikilmek ne kadar akıl kârı Hazan? Adam insaflı çıkmış anlamış seni. Başka bir hakim olsa bakar mıydı gözünün yaşına? "

Simit çok güzeldi. Bir ısırık daha alıp, "Gözümün yaşına bakmadı zaten. Fazla mantıklı konuşuyordum. Hak vermek zorunda kaldı." Dediğimde Cihan abi sinirle gülüp, "Senin "mantıklı konuşmak" dediğin şey devletin hakimini terörist olmakla suçlamak mı?" Diye sormuştu. İlerlediğim yolda şerit değiştirirken, "Devletin hakiminin adaletten anladığı devletin savcısını elinde hiç bir delil ya da belge bulunmadan, bir teröristin sözleriyle, sırf biriyle kan bağı var diye vatan haini olarak suçlamaksa evet öyle abi." Dedim. Ortada onlarca yanlış şey varken neden herkes sadece benim yanlışlarımı görüyordu? Herkes tutturmuştu bir "adalet" gidiyordu. Peki neredeydi bu adalet ? Beni niye hiç bulmuyordu?

Cihan abi bıkkınca bir nefesi alıp verirken, "Sen devletin değil VASÖ'nün savcısısın." Dedi. Cama düşen kar taneleri git gide büyürken onları sağa sola savuran silecekleri izliyordum. "Ben paramı devletten alıyorum abi. Kaldı ki VASÖ bu devleti ayakta tutmak için kurulmuş bir kuruluş değil mi? Ne demek istediğini anlamıyorum." Dedim.

"Doğru. Bizim görevimiz devlete yardım etmek. Ve aynı devlete itaat etmek. Onlar senin bir VASÖ ajanı olduğunu bilmiyor ama sen kendi içinde dahi olsa ne adalet sistemini ne de yönetimini sorgulayamazsın. Ağzına sıçsalar bile susacaksın. Bu yaptığın üstlerin kulağına gitse ne olur Hazan biliyor musun? Önce seni sonra beni siktir ederler. Kendinle birlikte beni de sürüyorsun o dar ağacının altına. Seni uyarıp durmaktan "dur Hazan, sus Hazan" demekten yoruldum. Duyuyor musun beni, yoruldum!"

Belli belirsiz, burukca gülümserken, "Ben çok mutluyum." Dedim. "Herşey her geçen gün daha fazla sarpa sarıyor. Neye elimi atsam bir sorun çıkıyor. Kafam allak bullak. Hiç bir şey yolunda gitmiyor. Abi ben...ben çok mutluyum."

Gözümden yaşlar süzülürken simiti tutan elimin tersiyle o yaşları sildim. Cihan abi ise birkaç saniye sessiz kalıp, "Sen böyle olsun istedin. " dedi. Yanılıyordu. Ben böyle olsun istememiştim. O beni böyle olmasına mecbur etmişti.

"Ben böyle olsun istemedim!" Dedim yükselen sesimle. "Ben ölmek istemiştim. Sen kurtardın beni. Herşeyimi anlattım sana. Tek derdim hiç tanımadığım birine en büyük sırrımı verip rahatlamaktı. Seni bir daha hiç görmek istememiştim. Bırakmadın peşimi. " Böyle böyle bir örgüt var gel " dedin. "İntikamsa intikam alırız" dedin. Benim derdim en başından beri belliydi. Şimdi hiç hesapta olmayan birşeyi ortaya çıkartıp VASÖ'ye yan çiziyormuşum gibi konuşma bana. Çokta yorulduysan git üstlerine "Ben bu kızın başında olmak istemiyorum " de. Her koyun kendi bacağından asılsın. Benim sende dâhil kimseye bir mecburiyetim yok. Seninde bana bir mecburiyetin yok. Ben birşey yaparken , yanlış ya da doğru, "arkamda Cihan abi var . O beni korur " demiyorum. "Ben bir VASÖ ajanıyım. Dağıtırsam onlar toplar " demiyorum. Altından kalkamayacağım, sonuçlarına katlanmayı göze alamayacığım hiç bir şeyi siz varsınız diye yapmıyorum. Hiçbir şey gerçekten umrumda değil benim. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun abi?" Duraksadım. Birşey söylemesini bekledim ama telefonun diğer ucundan hiç bir ses gelmezken usulca burnumu çekip, "Bilmiyorsun." Dedim sakince. "Bilseydin bana "yoruldum" demezdin. Çünkü ben senden daha fazla yorgunum."

Öyleydim. Savaşı izlemek mi zor yoksa o savaşı yaşamak mı? Kimse bu soruyu kendine sormuyordu. Bu benim savaşımdı. Kazansam bile mağlup olacağım bir savaş. Kimseye anlatamıyordum ki.

Aramızda birkaç saniye süre gelen sessizliği Cihan abi sıkıntılı bir nefesi alıp verirken, "Kim vurdu sana?" Diyerek bozdu. Dudağımın kenarındaki yarayı soruyordu. "Dedem" dedim düz bir sesle. "Kuzenin yüzünden mi? Seni mi suçladı?"

"Hayır. Başka bir mevzu."

"İyi misin peki? Karaciğerin nasıl? "

"İyi. Sen nasılsın?"

Bir hafta sonra yılbaşı günü karısıyla kızının ölüm yıl dönümüydü. Dört yıl olacaktı. Biliyorum, iyi değildi.

" İyi. Olduğu kadar. Neyse görüşürüz sonra. İşlerim var benim. "

"Tamam."

"Tamam"

Telefon kapandığında derin bir nefes alıp elimdeki simiti poşetin içine bırakıp görüş alanıma giren emniyet müďürlüğünün önüne aracı park edip torpido gözündeki ilaçlarımı suyla birlikte içtim. İştahım kapanmıştı. İçim sıkılıyordu. Yan koltuktaki belgeleri, simit poşetini, telefonumu ve aracın anahtarını alıp arabadan indim. İri kar taneleri saçlarıma düşüp uzun kirpiklerime takılıp kalıyorken arkama park eden iki siyah Mercedes'e doğru ilerledim. Öndeki aracın şoför kapısı açılıp , Fırat'a baş selamı veren, iri adam çıkmıştı. Gözleri doğru düzgün bana değmezken önünü ilikleyip başını önüne eğdiğinde karşısında durdum.

Fırat kadar olmasa da uzun boylu ve yapılı olan bu adam kalıbına göre fazla çekingen duruyordu. Bu hâli kendimi nedensizce rahatsız hissetmeme sebep olurken simsiyah sakalları ve saçlarına göre temiz bir yüzü olduğunu düşündüğüm tahmnini otuzlu yaşlarının ortalarında olan bu adama, "Adın ne senin?" Diye sordum. Acaba "siz" diye mi hitap etseydim. Fazla mı küstahça olmuştu?

O sırada diğerleri de araçlardan inerken biri bile gözlerini yüzüme değdirmemişti. Toplamda sekiz kişi olduklarını fark ettiğimde karşımdaki adam başını yerden kalďırmadan elleri önünde birleşmiş bir vazitetteyken, "Apo sayın savcım yani yengem. Savcı yengem..." derken bocalamıştı. Hem bir savcı hem de Fırat'ın sevgilisi oluşum onları fazlasıyla zor durumda bırakıyor gibiydi.

Hafifçe gülümseyip, "Apo?" Dedim sorar gibi. İsmi gerçekten bu olamazdı. Adam ,"Kusura bakmayasın yengem. Adım Abdullah 'tır. Apo derler." Dediğinde, "Benim adımda Hazan. "Yengem, sayın savcım ya da savcı yengem " demezler. Bana Hazan diyebilirsiniz." Dedim. Bu sözlerimle sekiz iri kıyım , saçlı sakallı adam, başlarını bir an olsun bile yerden kaldırıp yüzüme bakmazken, "Estağfirullah" dediğinde ne beklediğimi sorguladım. Daha başlarını yerden kaldırıp yüzüme bile bakamıyorlardı ki.

"Peki o zaman yenge diyebilirsiniz." Dedim. Hoşuma gitmişti. Yine hep bir ağızdan ,"Emrin olur yenge" dediklerinde gülümsedim. Hafifçe içimi çekip, "Simitlerinizle birlikte içmek için çay göndereceğim size. Arabalarınıza binin. Beklemeyin böyle dışarıda. Ben bir süre burada olacağım. İşiniz falan varsa halledebilirsiz. Hep peşimde dolanmanıza gerek yok." Dedim. Sözlerim bittiğinde Apo ,"Olmaz yengem. Fırat ağamın kesin emri vardır. Ayrılamayız peşinden. Hepimizi kurşuna dizer vallaha." Diyerek itiraz etiğinde onlardan kurtuluşumun olmadığının farkındaydım. Fırat'tan fazla korkuyorlardı. Öyle ki bir savcı olarak benim onlara neler yapabileceğim akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Emniyet müdürlüğünün önündeydik. Tek bir lafımla hepsini içeriye tıktırırdım. Ama onların bir suçu yoktu.

Bu yüzden, "Peki." Dedim. "Çayları yolluyorum." Onları ardımda bırakıp emniyet müdürlüğüne doğru ilerlerken birden yolun karşısında gördüğüm biriyle duraksadım. Adliye bahçesinde hissettiğim aynı şeyleri yeniden hissederken bulunduğum yerde sendeledim. Ali'ydi. Tıpkı sabahki gibi oradaydı. Gerçek miydi? Yoksa deliriyor muydum? Bütün bedenimden bir ürperti geçerken gözlerimi kapatıp açtım. Aramızdan geçen araçlar eşliğinde aynı yere tekrar baktığımda yoktu. Gözlerimi hızla boylu boyunca karşıki caddede gezdirirken kaşlarım çatılmıştı. O korku , iliklerime işleyen dehşet hissi yeniden bütün benliğimi sararken yine nefeslerim sıklaşmıştı.

Titreyen elimi cebimdeki astım spreyini almak için kabanımın cebine attığımda bulamamıştım. O an spreyin adliye bahçesinde Fırat'ta kaldığını hatırlarken elimi göğsüme koyup diyaframdan nefes almaya çalışırken araçta başka astım ilacı olmadığını biliyordum. O an yanıma gelen Apo, "İyi misin yengem?" Diye sorarken halimi fark ettiğinde telaşla arkada ki adamlara dönüp, "Astım ilacı getir Seko!" Diye bağırdığında kaba sesi beni ürkütmüştü. Seko dediği adam,"Hemen abi!" Derken zar zor birkaç adım atıp kullandığım araca tutundum. Aldığım sesli derin nefeslerin arasına birkaç öksürük karışıyordu. Göğüs kafesim öksürüklerin şiddetiyle acıyla kasılırken Apo' nun gözleri ilk defa yüzümü bulmuş gözümden süzülen yaşları fark ettiğinde de,"Çabuk ol Seko!!" Diyerek gürlemişti.

Seko' nun ayak sesleri kulağıma dolarken, "Geldim abi " deyişini uğultulu bir şekilde duymuştum. Apo astım spreyini hemen alıp bana uzatırken göğsümdeki elimle ilacı aldım. Titreyen elim ilacı ağzıma sıkarken beni zorlasa da aldığım birkaç derin nefes sonuçu nefeslerim düzene girmişti.

Apo,"İyi misin yengem?" Diye sorarken başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. Apo ise rahatlamış gibi görünürken, "İyi ol yengem. Sana birşey olursa Fırat ağam siker belamızı." Dediğinde ettiği küfürle gözlerim yüzünü bulurken Apo ne dediğinin farkına vardığı gibi gözlerini yüzümden çekip başını önüne eğdi. Ceketinin önünü ilikleyip ellerini önünde birleştirirken, "Kusura kalma yengem. " dedi. Doğu şivesinin daha da kabalaştırdığı sesi mahçup bir hâl içerisindeyken, "Sorun değil. " diyerek tutunduğum araçtan ayrılıp emniyet binasına yöneldim.

Üzerimden kamyon geçmiş gibi hissediyordum. Bugün ne oluyordu bana böyle?

                             ********

Elimdeki belgelerle birlikte sorgu odasına doğru ilerlerken Hakan Çınar sağlık kontrolünden az önce getirilmişti. O gelene kadar yarım bıraktığım simitimi Abdullah abilere , ki Ona "abi" demeye karar vermiştim çünkü benden yaşça büyüktü, çay yolladıktan sonra bir bardak çayla birlikte yemiş geriye kalan simitleride polislerle paylaşmıştım.

Önünde durduğum sorgu odasının soğuk metal kolunu tutup aşağı indirirken içeriye girdim. Koyu kahverengi tonlarındaki masada siyah bir sandalyenin üzerinde oturan Hakan Çınar'ın gözleri beni bulduğunda bir eli masanın ortasındaki masaya sabitli demire kelepçelenmiş bir haldeydi. Tavandan sarkan lambanın ışığı yüzüne vururken alnındaki ter damlaları dikkatimi çekmişti.

Kapıyı kapatıp masaya doğru ilerlediğimde elimdeki belgeleri masanın üzerine koydum. Hakan Çınar'ın karşısındaki sandalyeyi çekip üzerimdeki kabanı çıkardım. Kabanı sandalyenin arkasına asıp otururken izleme odasındaki polisleri kendime hatırlatıp gözlerimi Hakan Çınar'ın gözlerine sabitledim.

Dudakları gözlerime bakarken alaycı bir tavırla belli belirsiz kıvrılırken birden, "Uyan Ali'm uyan. Uyanmaz oldun. Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun." Diyerek şarkı söylemeye başladığında kaşlarım çatılmıştı.

"Ne diyorsun lan sen?!" Diye sert bir sesle sorduğumda yüzündeki gülümseme genişlerken, "Dur bak burası daha güzel; Magusa Liman'ı limandır, liman aman amman
Magusa Liman'ı limandır, liman aman amman
Beni öldürende yoktur din iman
Beni öldürende yoktur din iman." Dedi. Gözlerindeki alaycı pırıltılar, söylediği bu türkü, bugün olanlar...bilmiyordum. Beynim karıncalanırken, "Kes şunu!" Dedim sinirle.

Hafif bir kahkaha atıp, "Noldu ? Rahatsız mı oldun savcım? Halbuki sesim de güzeldir. Sözleri manidar mı geldi yoksa?" Derken beni sinirlendirmekten zevk alıyor gibiydi. Bu zevki ona tattırmak istemediğimden hafifçe içimi çekip ellerimi masanın üzerinde biribirine kenetleyerek gözlerinin içine baktım.

"Yo. Manidar falan gelmedi. Ama O "güzel " sesini burada harcama. Cezaevinde sıkıldıkça söylersin. Tabi sıkılacak kadar çok yaşarsan."

Hakan Çınar'ın yüzündeki alaycı ifade dağılırken, ",Beni içeride öldürtmekle mi tehdit ediyorsun?" Dedi. Yine birşeyleri çarpıtmaya çalıştığını anlamak zor değilken, "Benim lügatımda adalete teslim ettiğim birini öldürtmek yok." Dedim. "Beni kendinle karıştırma. Ama benden daha iyi bilirsin ki TKÖ'nün prensipleri arasında "yaralı parmağı kesmek" diye birşey var. Önce Cafer Kadıoğlu sonra Baran Bekirhan belki şimdi de sen."

Hakan Çınar gözlerinden geçen korkuyu saklayamazken alnında çoğalan ter damlalarıyla kendini gülmeye zorlayıp, "Beni bununla mı korkutacaksın?" Dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım. "Yo. Korkma." Dedim. " Neden korkuyorsun ki? Hani o beş para etmez sözde davanızı bizim vatan sevdamızla kıyaslıyorsunuz ya biz bu vatan uğruna ölmekten korkmayız. Hadi yiyorsa sende korkma."

Gözlerim masanın üzerinde titreyen eline düşerken Hakan Çınar elini çekip masanın altına sakladı. Ancak kelepçeli elini gizleyemezken yumruk haline getirip sıktı. Parmak boğumları bembeyaz olurken hafifçe gülümseyip oturduğum yerde geriye yaslandım. Gözlerim yeniden gözlerini bulurken, "Yemiyor galiba." Dedim. Hakan Çınar sessiz kalırken, "Panik atağın ya da klostrofobin falan mı var?" Diye sordum çünkü bu kadar terleyip titremesi normal değildi.

"Sağlık raporumu okumadın mı savcım? Gayet iyiyim. Birşeyim yok."

Kısaca bir göz atmıştım. Dediği gibi sağlıklı görünüyordu. Sadece biraz adrenalin düzeyi yüksekti. Ve çokta önemli sayılamayacak düzeyde kalp atış hızında artış vardı. Ama bu hâli aksini düşünmeme neden olurken yinede üzerinde fazla durmadan Hakan Çınar'ın odasından çıkan dosyaları açıp Ona çevirdim.

"Bunlar senin odandan çıkan belgeler." Diyerek söze başladığımda ,"Cık" diye bir ses çıkartarak hafiften baygın bir hâl alan yeşil gözleriyle gözlerime bakarken kaşlarını ,"Hayır " dercesine havalandırdı. Masanın altındaki elini belgelerin üzerine koyarken halsiz gibiydi. Benim Atatürk tablosunun arkasına sakladığım belgeleri diğer dosyalardan uzaklaştırıp çekmeceden çıkan evrakları önüme sürüp ,"Benim odamdan çıkanlar bunlar. Onlar değil. Onları benim odama koyan sensin."Dediğinde dikkatim söylediklerinden çok hâl ve tavırlarındaydı. Çok fazla terliyordu. Başını ayakta zor tutuşu, masanın üzerinde zangır zangır titreyen eli, baygın ve bilincini kaybediyormuş gibi yavaş yavaş yutkunarak konuşması bir tuhaflık olduğunu belli ederken çatılan kaşlarımla öne doğru eğilip, "İyi olduğuna emin misin?" Diye sordum.

Hafifçe gülümseyip, "Ne o savcı? Düşmanın için endişelendin mi? " derken nefesleri sıklaşmıştı. Ona karşı hissettiğim şey endişe değildi. Bana verme ihtimalli olan bilgileri alamama ihtimalimdi. Şimdi değil ama belki sonra isterse geberip gidebilirdi.

"Saçma sapan konuşma. İyi misin? Revire falan götürelim mi seni?" Dedim. Başını olumsuzca sallayıp,"Önemli birşeyim yok. Sadece stresliyim biraz. Stres topumu adliyede unuttum ondandır. " dedi. Dalga geçiyordu. Kendisine ne olduğunu bildiği bu halin beklediği birşey olduğu belliydi.

" Zehirledin kendini dimi ?" Dedim. Yüzümde şu haline acımakla iğrenmek arasında bir ifade vardı. Masada gezinen gözlerini yüzüme çıkarıp, muhtemelen zehir yüzünden hızlanan kalp atışlarıyla büyüyen göz bebekleri, titrerken histerik bir şekilde güldü. "Az önce "beş para etmeyen sözde davam için " ölmeyi göze alamayacağımı söylemiştin. Bak aldım. "

Kimi kaldırıyordu. TKÖ Hakan Çınar'ın tutuklanacağını anlayınca konuşmasın ve ayak altından çekilsin diye belli ki bu iti kendini öldürmeye zorlamıştı. O şerefsizler için birinden vazgeçmek bu kadar kolaydı. Sıkıntılı bir nefesi alıp oturduğum yerden kalkıp duvardaki telefona doğru ilerledim. Telefonu alıp kulağıma götürürken bir gözüm Hakan Çınar'ın üzerindeydi

"Buyrun savcım?" Diyen polis memurunun sesi kulaklarıma dolarken, "Sorgu odasına gelin." Dedim ve karşı taraftan bir cevap gelmesini beklemeden telefonu yerine taktım. Masaya doğru yürüyüp kalktığım yere geri oturduğumda kapı çalındı. "Gelin" dedim. Terör şubeden üç polis memuru içeriye girip, "Emredin savcım." Derken gözlerimi Hakan Çınar'dan çekip onlara döndüm.

" Kendini zehirlemiş. Ataksi geçiriyor. Tahmini beş on dakika sonra ölecek ama yine de bir hastaneye götürün."

Polis memurlarından biri şaşkınlıkla çatılan kaşlarıyla, "Nasıl olur savcım? Sağlık kontrolünde birşey çıkmadı ." Dedi. Gözlerimi yüzünde gezdirip, "Muhtemelen o sağlık kontrolünü şimdi yapsanızda birşey çıkmayacak. Kan ya da idrar tahlilinde çıkmayan envai çeşit zehir var. Şimdi alın şu iti hastaneye götürün. " dedim. Polis memurları beni başlarıyla onaylayıp, " emredersiniz savcım. " diyerek Hakan Çınar'a doğru ilerlerken Hakan Çınar birden öksürmeye ve kan kusmaya başlamıştı. Üzerindeki beyaz gömlek kırmızıya boyanırken oturduğum yerde doğruldum.

Hakan Çınar'ın bedeni öksürükler ve hızlı kalp atışları yüzünden şiddetli bir şekilde sarsılırken polislere, "Kelepçeyi çözün!" Diye emir verdim. Hakan Çınar'ın bu haliyle dehşete düşen polisler dediğimi yapıp kelepçeyi çözdüklerinde Hakan Çınar iki eliyle göğsündeki acıyı bastırmak ister gibi göğüs kafesine baskı uygularken oturduğu sandalyeyle birlikte gürültüyle yere yığıldı. Öksürüklerine karışan acı dolu inlemeleri kulaklarıma dolarken bir müddet yerde acı içinde kıvranışını izlemiştik .

Yaklaşık iki dakika sonrada hareketleri yavaş yavaş kesilirken göz altları mosmor bir hâlde ölmüştü. Beyaz parke zeminin üzeri kıpkırmızı kanken kanın metalik kokusu genzimi yakıyordu. Polisler de benim gibi öylece yerde cansız bedeniyle yatan Hakan Çınar'ı izlerken yine onca şeyi boşa yaptığımı hissettim. Noluyordu bugün böyle? Neden tek birşey dahi doğru düzgün ilerlemiyordu? Nerde hata yapıyordum? Neyi tutsam elimde kalıyordu. Neden?

Usulca içimi çekip yutkunurken, "Adli tıbba haber verin. Cesedi alsinlar. Başsavcılığa otopsi talebinde bulunacağım." Dedim ve masanın üzerindeki dosyaları alarak sorgu odasından çıktım. Ardımdan polislerin, "Emredersinizı savcım." Diyen sesleri kulaklarıma dolarken uzun koridor boyunca çıkışa doğru yürümeye başladım.

Nereye gideceğimi ne yapacağımı Oğuz'u kurtarmak için hangi hamlenin daha mantıklı olduğunu ve bu hamlelerin neler olduğunu düşüyordum. Hakan Çınar ölmüştü. Elimdeki belgeler ise sadece TKÖ için bir delil niteliği taşıyordu. Eğer telefondan ve ev araştırmasından birşey çıkmazsa yeni bir delil bulana kadar Oğuz'u kurtarmak için hiçbir delilim yoktu. Anıl'la Kim Chin'de güvenlik kamerası kayıtlarından Binbaşı Kenan Karadağlı hakkında hiçbirşey bulamamış olmalıydılar ki şimdiye kadar hiç aramamışlardı. Ben arasam iyi olacaktı. Hem şu bir ay önce askeriyeye giden yolda üzerime süren, Fırat'ın dövüp hastanelik ettiği kamyon sürücüsünün son durumunu da öğrenmeliydim. Üzerinden uzun zama geçmiş unutmuştum. Eğer adamın kimden emir aldığını öğrenebilirsem bir ip ucu yakalayabilirdim.

Zihnimdeki düşünceler eşliğinde emniyet müdürlüğü binasından çıkarken gözümün önüne Dilan Bekirhan'ın evinde Hakan Çınar'ın bana verdiği not geldi. O notta yazıldığı gibi benimle gerçekten oyun oynuyorlardı. Geçmişim ve Ali hakkında birşeyler bildikleri aşikardı. Hakan Çınar'ın az önce o sorgu odasında söylediği türkü, içinde "Ali" isminin geçişi , yüzündeki alaycı ifade...bilmiyordum. Bugün bütünüyle bir tesadüf müydü bilmiyordum. Ama bildiğim birşey vardı; onların bu oyunda benden istedikleri şey canım değil aklımdı. Psikolojik bir komplonun içinde gibiydim.

Öte yandan eğer herşey düşündüğüm gibiyse soru şuydu; benim hakkımda bu kadar bilgiyi nasıl elde edebiliyorlardı? İki seçenek vardı. Birincisi yaklaşık 8 ay önce TKÖ'nün içine sızan VASÖ ajanı Aslı Kodan tahmini üç ay önce deşifre olmuştu. Vücuduna takılı olan GPS sisteminden sinyal alınamıyordu. Yapılan işkencelere dayanamamışsa , ki düşük bir ihtimaldi ancak olasıydı, konuşmuş olabilirdi. Bir diğer olasılık ise daha olasıydı lakin düşünmek bile istemiyordum.

Soğuk havadan içime derin bir nefes çekip, küçük ve sulu bir hâl alan kar taneleri eşliğinde, kullandığım araca doğru ilerlerken beni görünce , şoför koltuğunda oturduğu araçtan inen Abdullah abiyi gördüm. Göz göze geldiğimizde, "Araca bin Abdullah abi. Adliyeye geçiyoruz." Dedim. Abdullah abi beni başıyla onaylayıp, "Emredersin yengem." Diyerek çıktığı araca geri binmiş bende kapısını açtığım arabaya binmiştim.

******
Adliyeye ait olan siyah telefonu elime alıp başsavcının odasına bağlanmıştım. Açılan telefondan Haluk Coşkun'un ,"Alo?" Diyen sesi kulaklarıma dolarken, "İyi günler savcım. Ben savcı Hazan Hilal Türkoğlu. Rahatsız ettim kusura bakmayın. " diyerek kendimi tanıttığımda başsavcı, "Buyrun savcım?" Dedi. Hafifçe içimi çekip, "Hakan Çınar'ın sorgusundan geliyorum. Öldü. " dedim. Sesim düz ve alalade birşey söylüyormuşcasına çıkmıştı.

Başsavcı şaşırdığını belli eden bir ses tonuyla , "Nasıl? Sağlık raporu temiz görünüyor. " derken gözlerimi devirmemek için kendimi zorladım. "Büyük ihtimalle kan ve idrar tahlilinde çıkmayan toksikoloji raporunda görünmeyen bir çeşit madde ya da zehir kullanmıştır. Ki konumuzda bu değil. Yaklaşık on dakika önce e-mailinize Hakan Çınar'ın evi için onaylamanız gereken bir arama kararı yolladım. Hâlâ onaylanmadı. Rica etsem hemen onaylar mısınız?" Dedim. Sesimi sakin tutmaya çalışıyordum ancak acelem vardı. Çünkü eğer Hakan Çınar'ın evinde TKÖ ya da Oğuz'la ilgili işime yarayacak herhangi bir delil varsa örgüt onları benden önce, tabi bu saate kadar almamışlarsa, alabilirdi. Her geçen saniye aleyhime işliyordu.

Başsavcı, "Attığınız e-mail görmedim daha. Şimdi bakar onaylarım savcım. Ancak taktir edersiniz ki ben bir başsavcıyım ve siz bir iki davayla uğraşırken ben bu adliyedeki birçok savcının, avukatın davasıyla aynı anda uğraşıyorum. Ve mevkim sizin mevkinizin gerektirdiklerinden fazlasını gerektiriyor. Kısaca bana sizin emir kulunuzmuşum gibi davranmayın lütfen." Dediğinde kendince haklıydı.

Sıkıntılı bir nefesle içimi çekip, "Haklısınız . Kusura bakmayın sayın savcım ." Dedim. Sesim belirli bir olgunluk ve saygınlık çerçevesinde üzgün bir haldeydi. Başsavcı telefonun diğer ucundan duyulan klavye sesleriyle, "Sorun değil. Dilekçenizi onaylayıp size yolladım. " derken önümdeki bilgisayara da mail düşmüştü. Maili çıtı yardımıyla bilgisayardan çıkarırken, "Teşekkür ederim sayın savcım. " dedim.

Başsavcı, "Görevim. Ve lütfen bir daha onaylamam gereken bir evrak olduğunda mail atmak yerine diğer savcılar ya da insanlar gibi dosya , kâğıt, kalem gibi yöntemler kullanın. Daha sağlıklı olur. " dedi.

"Peki. Teşekürler. " diyerek telefonu kapattım.

Muhtemelen mahkeme salonunda olanlardan sonra başsavcı hakimden küçük bir ayar yemişti. Ya da adliyede, benim pekte kulak asmadığım, hakkımdaki söylentiler bugün itibariyle fazlaca artmıştı. Başsavcının bana "illagal" işlerimde yardımcı olduğu düşünülmüş olabilirdi. Bu da başsavcıyı sinirlendirmiş bana karşı tavır almasına neden olmuş olabilirdi. Tabi bunlar benim varsayımlarımdı. Belki de bu kadar düşünmeye gerek yoktu. Sorun gerçekten de üstlerime karşı fazla saygısız davranışımdı. Aslında normal hayatımda böyle biri değildim. Biriyle konuşurken kullandığım kelimelere ve hitap şeklime fazlaca dikkat ederdim. Ama bu işin gereksiz prosedürleri , benim bildiğim ancak başkalarının bilmediği bazı bilgiler beni sinirlendiriyordu. Her halim ve tavrımla bir savcı olmak için doğmadığım ortadaydı. Bu iş üzerimde fazla emanet duruyordu.

Arama kararının çıtısını alıp emniyet müdürlüğünden Hakan Çınar'ın önceden bildiğim evinin adresine bir ekip çağırdım. Saat 15.23'ü gösterirken odamdan çıkıp adliye bahçesindeki araca bindim. "Korumalarım " saniyesine peşime takılırken bıkkınca içimi çekip Hakan Çınar'ın evine doğru yola koyuldum.

Gözlerim anlık bir telefon tutacağındaki telefonumda gezinirken Fırat , bütün gün zihnimin gerilerinde bir yerlerde adliye bahçesinde söyledikleriyle beni rahatsız ederken, şuan düşüncelerimin tam ortasında belirivermişti. "Düşün" demişti bana. "Ve bana dürüst ol. " Ne düşünecektim peki? Ya da şimdiye kadar yeterince düşünmemiş miydim? Daha iki gün önce koyun koyuna yatarken birbirimize birbirimizi hiç bırakmayacağımıza dair söz vermişken şimdi neydi bu? Bana "yormayayım seni" demişti. Acaba o mu yorulmuştu benden? Belki de. Bilmiyorum. Ama istiyorsa gidebilirdi. Kimseyi yanımda kalmaya zorlayamazdım. Kimseye "git" de diyemezdim. Güvenmiyordu bana. "Söz konusu senken ben hiçbirşey bilmiyorum" demişti. Oysa ki ben ona benden istediği herşeyi vermeye razıydım. Kendi içimde ona yüklediğim anlamları bilmiyordu. Ben onu kalbimin bunca şeye rağmen çocuk kalabilmiş umut dolu yanıyla seviyordum. Şimdiye kadar bu şehirde olan herşey, özellikle de bugün, bana Fırat'ı bırakmam için bir sürü sebep sunuyordu ama ben direniyordum . Direndikçe gücüm tükeniyordu. Yine de vazgeçmek istemiyordum. Hayatımda iyi olan tek şeydi O. O da "git" desem gidecek miydi yani? Bir kere demiştim o zaman niye gitmemişti?

Dolan gözlerim çenemin titremesine neden olurken yutkundum. Sanırım kimsenin beni bir ömür sevmeye niyeti yoktu. Herkes ya hayatımdan çıkıp gitmeyi planlıyordu ya da bana düşman kesilip canımı yakmayı. Belki de yanlış yapıyordum. Hayata bağlanmak için birilerine bağlanmaya çalışıyordum. Birçok insan gibi birşeylerin anlamlarını ya birilerinde arıyor ya da birilerine yüklüyordum. O birileri de böyle sarsılıyor güvenimi kırıyordu. Hâlbuki ben boyumu geçen fırtınalara direnmeyi göze almış bir ağaçtım. Fırtınanın en şiddetli yerinde toprağın köklerimi bırakması ne kadar adildi? Bilmiyorum. Sanırım çok düşünüyorum. Fırat o sözleri sinirle söylemişti. Yanımda olmadığı zamanlar onu yok saydığım, arayıp sormadığım, dedemin bana attığı o tokatı ona söylemediğim için kızgındı. Haklıydı da. Kendince belki ama haklıydı. O tokatı yediğimde kendi içimde yaşadıklarımı, açılan eski defterleri, Ali'yi bilmiyordu. Beni herkesten herşeyden koruyabileceğini sanıyordu. Ve onu engelleyen tek şey benim onu hayatımın bazı yerlerinden uzak tutuşumdu. Lakin bazen olmazdı . Bazen korunmak değilde yara almak gerekirdi. Dün akşam olanlar benim yaşamam gereken şeylerdi . O tokatı yemem gerekiyordu ki dedem onun için defalarca kez doldurup boşaltığım bardağı son kez yeniden doldurup taşırsın. Öyle ya hep büyüklük bende kalmıştı. Büyüklük bende kaldıkça da ben yapayalnız kalmıştım. Herkes kendini haklı görmüş ben haksız sayılmıştım. Yine de "kimseye eyvallahım yok " diyemem. Sadece bu saatten sonra herkese bir "eyvallah " çekip kendi köşeme çekilecektim.

Hakan Çınar'ın evinin bulunduğu apartmanın önüne geldiğimde polis ekibi de sokağa giriş yapmıştı. Abdullah abiler araçları arkama park ederken arabadan silahımı ve arama kararını alıp indim. Tahminime göre Hakan Çınar tek yaşıyordu ancak belli de olmazdı.

Kar yağışının kesildiği hafif rüzgarlı soğuk havada buzlanmış asfalt yolda polis aracının apartmanın önüne gelip park etmesini izlerken apartmana doğru yürümeye başladım. Üç polis araçtan inip bana doğru gelirken kısaca tanışıp açık pembe tonlarındaki dört katlı apartmanın bahçesine giriş yaptık. Siyah demir kapının önünde durduğumuzda ikinci kattaki dördüncü dairenin zilinin üzerinde Hakan Çınar'ın adı yazılıydı. Zile peş peşe iki kez basıp beklemeye başladığımda kapı açılmamıştı. Belli ki daire boştu.

Kapının açılması için üzerinde Leyla Gümüşçü yazan başka bir dairenin ziline bastığımda birinci kattaki balkonlardan birinde sarı saçlı, soluk yüzlü bir kadın belirdi . Sorgulayıcı bir ifadeyle çatılan kaşlarıyla koyu kahverengi gözleri bende ve ardımdaki üç poliste gezinirken esen rüzgarla lila rengi örme yeleğine sıkıca sarılıp, "Kimsiniz?" Diye sordu. Düzgün bir aksanı vardı ve nedense buralı olmadığını düşünmüştüm.

Cebimden savcı kimliğimi çıkarıp gösterirken , "Savcıyım. Apartmandaki bir daireyi aramamız gerekiyor. Rica etsem kapıyı açar mısınız?" Dediğimde kadının neyi sorguladığını düşünüyordum. Arkamdaki adamların polis üniforması giymesi ona ne düşündürüyordu da kim olduğumuzu sorguluyordu?

Kadın bir süre yüzümüzü inceleyip, "Bekleyin açayım. " diyerek içeriye girdi. Bir süre sonra da demir kapının açılma sesi duyulurken kapıyı itip apartmana girdim. Peşimden gelen polislerle birlikte beyaz mermerden yapılma basamakları koyu renk ahşaptan korkulukları bulunan merdivenlere yönelip ikinci katın yolunu tuttuk.

İkinci katta vardığımızda Hakan Çınar'ın yaşadığı dördüncü dairenin önünde durmuştuk. Ne olur ne olmaz diye kapıyı bir kez daha çalmıştım ancak yine bir ses soluk çıkmamıştı. Ardımdaki polislere dönüp, "Hakan Çınar'ın eşyaları arasındaki anahtarı aldınız dimi?" Diye sordum. Polislerden biri ,"Aldık savcım. Burada." Diyerek cebinden bir anahtarlık çıkardığında anahtarı alıp kapının deliğine soktum. Ama anahtar deliğe girse de dönmüyordu. Birkaç kez daha zorladığımda polislerden kumral ve yapılı olanı, "İsterseniz birde ben deniyeyim savcım?" Dedi.

Gözlerim yüzünde gezinirken, "Niye? Benden daha mı güçlüsün?" Dediğimde yüzüne ters bir ifadeyle bakıyordum. Polis bozguna uğramış bir ifadeyle yüzüme bakarken, "Yok...yok savcım olur mu öyle şey? Ben erkek gücü diye..." Diyerek lafı çevirmeye çalışsa da daha da beter bir hâl aldığını fark ettiğinde başını önüne eğip susmuştu.

Kapının açılmamasının ise güçle bir ilgisi yoktu. Çünkü kapının ardında başka bir anahtar vardı ve bu da evde birinin olduğunun ya da az önce olduğunun göstergesiydi. Tek bir yol vardı o da kilidi patlatacaktık. Belimdeki silahı çıkarıp kapının kilidine doğrulturken yanımda duran kumral polise hitaben, "Bana bak "erkek gücü " bazı kapılar cinsiyet ayrımı yaptığı için değil içeriden kilitlendiği için açılmazlar. " dediğimde diğer iki polis gülerken, "Geri çekilin " dedim.

Kendimde kapıdan birkaç adım uzaklaşırken silahın emniyet kilidini indirip tetiği çekerken kilide iki el ateş etmiştim. Silahın sesi apartman boşluğunda gürültülü bir şekilde yankılanırken arkamızdan bir kadın çığlığı duyulmuştu. Refleksle o tarafa döndüğümde az önce bize kapıyı açan sarı saçlı kadını görmüştüm. Meraklı birine benziyordu. Kaşları korkuyla çatılmış elleri kulaklarındaydı. Hem bu kadar suratsız hem de bu kadar meraklı olması tuhaf bir şekilde beni rahatsız ederken ,"Kusura bakmayın. Yanımızda susturucu yoktu." Dedim ama belki polislerde olma ihtimali aklıma gelirken onlara dönüp, "Var mıydı?" Diye sorduğumda sarı saçları ve yeşil gözlerinden karadenizli olduğunu düşündüğüm polis gülüşünü bastırmaya çalışıyormuş gibi bir yüz ifadesiyle, "Yoktu sayın savcım. " dediğinde, "İyi bari. Yalan söylermiş olmayalım da ." Dedim. "Hanimefendi pek meraklı gözüküyor. Yanlış bilgi vermeyelim. "

Kadın sözlerimle sinirlenirken ellerini kulaklarından çekip, "Ben bu apartmanın yöneticisiyim." Dedi. Tiz sesi kulak tırmalayıcı bir haldeyken, "İyi . O zaman bir ifadenizi alırız ." Dedim ve kumral polise dönüp ,"Erkek gücü " burası sende" diyerek karşı apartmandan ve apartman boşluğundan buraya bakan insanlarda kısaca bir göz gezdirip kumral polis,"Emredersiniz savcım. " derken diğerleriyle birlikte açılan kapıdan eve girdim.

Polisler evin içine doğru dağılırken, "Bilgisayar, defter , kâğıt, dosya ne varsa toplayın. " dedim. İki polis beni onaylayarak hemen girişin karşısındaki, koyu renk mobilyalarla döşenmiş mutfak ve salon olduğunu açık olan kapılarından görebildiğim kadarıyla anlayabildiğim, odaları aramaya başlarken kapının arkasına baktım. Tahmin ettiğim gibi başka bir anahtar vardı .

Önüme dönüp siyah beyaz desenleri olan hol boyunca uzanan halıda gözlerimi gezdirirken koridorun sonunda kapısı açık olan yatak odasındaki perdelerden birinin uçuştuğunu fark ettim. Holdeki halıda ise fark edilmesi güç, büyüklüğünden bir erkeğe ait olduğu belli olan , ayak izleri vardı. Hızlı ancak temkinli adımlarla, elimdeki silahın kabzasını sıkıca kavrarken yatak odasına doğru ilerledim.

Zannımca biz geldiğimizde de evde biri vardı ve bizim geldiğimizi fark edince anahtarı kapının arkasına takıp yatak odasına kaçmıştı. Yatak odasındaki camdan ya da varsa balkondan atlayarak kaçmış olabilirdi. Çünkü oturma odasının aksine buradaki camlar apartmanın arka cephesine bakıyordu .

Evin gerikalanı gibi siyah, gri ve beyaz renklerle döşenmiş olan yatak odasına girdiğimde perdesi savrulan yerin cam değil balkon olduğunu görmüştüm. Kapısı açık olan balkona doğru silahın namlusunu hafif kaldırarak ilerlerken hafif aralık olan pimapen kapıyı elimle geriye doğru ittirip arkasındaki duvara çarpmasına neden olmuştum. Küçük ve içinde tek bir eşya dahi bulunmayan balkon bomboştu. İçine girip balkonun yerle olan yüksekliğine bakarken balkonun hemen bitişiğinde bir ağaç olduğunu gördüm. Belki de evdeki her kimse bu ağacı kullanarak evden kaçmıştı.

Hafifçe içimi çekip elimdeki silahı belime takarken kuş bakışı etrafta göz gezdirdiğimde yolun aşağısına doğru koşarak uzaklaşan birini görmüştüm. Kaşlarım çatılırken birden düşünmeden balkonun üzerine çıkıp ne olduğunu anlayamadığım ağacın apartmanın duvarına değen kalın dalına basıp bir elimle ağaca diğer elimle balkona tutunurken boştaki ayağımı da bir alt dala koydum. Ayaklarımın sağlam yerlere bastığından emin olduğumda hızla yarım deri eldivenlerimin sardığı ellerimle ağaca tutunarak gövdesi hafif buzlanmış olan ağaçtan kaymamaya dikkat ederek aşağı inmeye başladım.

O sırada aşağıdan kulağıma Abdullah abinin, "Yengem ne yapıyorsun ağaç tepelerinde?! Düşeceksin in aşağıya!" Diyen endişeli, telaşlı ve gür sesini duyduğumda ağacın sonuna yaklaşırken, "Aşağıya iniyorum zaten!" Diyerek tutunduğum ağaç dallarını bırakıp yere atladım. Siyah botlarım karlı ve çamurlu zeminle buluşurken hiç vakit kaybetmeden hızla apartman duvarına doğru koşmaya başlamıştım.

Aramızdaki mesafeyle adamı yakalamam , özellikle de onu arka sokaklarda bekleyen bir araç varsa, zordu ama imkansız değildi.

Saniyeler içerisinde ulaştığım apartman duvarına üstündeki demirlere tutunarak kendimi yukarıya çekerken bir ayağımı duvardaki bir oyuğa koyup destek aldım. Diğer ayağımıda demirlerin üzerimden diğer tarafa atarken demirlere dikkat ederek iki metrelik apartman duvarından aşağıya atlamıştım. Bu sefer bir önceki gibi düşüp ayağımı çatlatmadığım için kendimi tebrik ederken yolun aşağısına doğru arkamda kalan Abdullah abiyi ve bana seslenmelerini es geçerek hızla koştum.

Adam aramızda on onbeş veyahutta daha fazla bir mesafede görüş açımdayken diyaframdan aldığım nefeslerle kendimi kontrol ederek koşmaya devam ediyordum. Yine de ne olur ne olmaz diyerek hızımı kesmeden cebimdeki astım spreyini ve belimdeki silahı elime aldığımda adam görüş açımdan çıkmak üzereydi. Durmayacağını bilsem de ,"Dur!!!" Diyerek bağırdım. Elimdeki silahı doğrultup herhangi bir eve ya da arabaya isabet etmemesine dikkat ederek havaya bir el uyarı ateşi açtım.

Ardından da adamın önünü kesmek için yan sokağa sapmak üzereyken aniden önüme çıkan bir araç ve aracın şoför koltuğunda gördüğüm ya da , bütün gün gördüğümü sandığım gibi, Ali'yle vücudumda tiz bir acı hissederken birden herşey karanlığa gömülmüştü.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%