Yeni Üyelik
55.
Bölüm

55. Bölüm

@yikim2024

*******
Silah sesleri ve, bizi kurşun yağmuruna tutan, beyaz kamyonetin tekerleklerinin ıslak asfaltta çıkardığı tiz sese karışan motor sesi kulaklarımın uğuldamasına neden olurken Fırat'ın beni ittiği, iki aracın arasındaki boşlukta, ellerim yerde biriken karın soğuk ve buzlu dokusunu hissediyordu. Sağ bacağımın üzerine yere düşmüştüm. Pantolonumun kumaşından tenime ulaşan karın soğukluğu bedenimi ürpertiyordu. Saçlarım yüzüme dağılmış, esen sert rüzgarda savrulurken görüş açımda, elindeki silahı peş peşe, çoktan gözden kaybolduğunu düşündüğüm, kamyonetin ardından ateşleyen Fırat ve silah sesleri ilk duyulduğu andan itibaren, emniyet binasının önünü dolduran , tıpkı Fırat gibi, ellerindeki silahları kamyonetin gittiği yöne doğrultmuş ve az evvel birçok kez ateş açmış olsalarda , Fırat'ın aksine silahlarını indirmiş polisler vardı.

Herşey , silah seslerini duyuşumuz, Fırat'ın beni önce yere itip üzerime kapanırken silahını çıkarıp beni yerde öylece bırakarak, kendini korumak için siper almadan kamyonete doğru ateş açması ve geriye kalan olup biten herşey bir an da olmuştu. Bu halin, olanların beni korkuttuğunu söyleyemesem de şunu söylemeliyim ki afallamış ve sarsılmıştım. Üstelik yine aynı şey olmuştu. Silah seslerini duymadan önce Fırat'ın baktığı yöne dönerken karşı kaldırımda, daha bu sabah gördüğümü sandığım yerde, yine Ali'yi gördüğümü sanmıştım. Ama bu sefer ki o kadar kısacık bir andı ki belki de , diğerleri gerçekse bile, bu kesin kes bir sanrıydı.

Bedenim , belki bulunduğum zeminin soğukluğundan belki de tamamen ruhsal bir sebepten ötürü titrerken Fırat'ın öfkeyle silahı indirişini gördüm. Ağzından, dişlerini sıkarak savurduğu küfürler kulaklarıma dolarken, "Savcım iyi misiniz?" Diye soran tanıdık ve endişeli bir ses duydum. Gözlerimi ilgi odağım olan Fırat'tan çekip önüme çökmüş , saçlarımın gizlediği, yüzümü inceleyen başsavcıya çevirdim. Bir elinde siyah bir silah vardı ve sesindeki endişe gözlerine de yansımıştı.

Bense içinde bulunduğum afallamışlık halinden kendimi soyutlamaya çalışırken etrafa boş bakışlar attığımın bilincindeydim. Yutkunup gözlerimi başsavcıdan çektim. Ve o an Fırat'ın yeri döven sert adımlarıyla yanıma geldiğini gördüğümde herkesin dikkati bende toplanmıştı. Öyleki bir an VASÖ ajanı olan cinayet büro amiri Şahin Özyurt 'la bile göz göze gelmiş başsavcının hemen arkasında ayakta duran emniyet müdürünü yeni yeni fark etmiştim.

Fırat nihayet yanıma gelebildiğinde, nihayet diyordum çünkü şu an Ona ihtiyacım vardı , başsavcı çöktüğü yerden doğrulup Fırat'a yol verdi. Fırat yanıma gelip beni koltuk altlarımdan tutarak soğuk zeminden kaldırırken asker yeşili tişörtünün açıkta bıraktığı çıplak kollarına tutunmuştum. Gözlerim öfkeyle alev alev yanan kara gözlerinde, alnının tam ortasında beliren mor ve yeşil karışımı bir damarda, seğirip duran çene kaslarında gezinirken kasılıp duran bedenini hissedebiliyordum. Kokusunu duymak için kesik kesik aldığım nefesleri düzenleyip derince içimi çektiğimde aldığım nefes ciğerlerime ulaşmadan soğuk havadaki keskin barut kokusu genzimi yakmıştı.

Fırat iyi olup olmadığımı sorgulayan bakışlarını üzerimde gezdirirken alıp verdiği sert nefesler havada buhar olup dağılıyordu. Etraftaki polislerin ve onlara emirler yağdıran emniyet müdürünün sesi bir uğultu gibi kulaklarıma dolarken ellerimi Fırat'ın kollarında hareketlendirdiğimde ona doğru bir adım atmıştım ki , niyetim sevdiğim adama biraz daha yakın olmak, kalp atışlarını duymaktı. Ancak o an birşey oldu. Fırat'ın sol kolunu tutan elimin parmak uçlarında sıcak bir ıslaklık hissettim. Bu hisle birden bütün bedenimden bir elektirik akımı geçerken kendime gelmiş gözlerimi hızla Fırat'ın gözlerinden çekerken koluna bakmıştım.

Tişörtünde küçük bir yırtık, yırtığın etrafında kandan dolayı bir ıslaklık vardı ve yaradan sızan kan koluna doğru akıp parmaklarıma bulaşıyordu. Göz bebeklerim korkuyla büyürken az önce alamadığım nefesi dudaklarımı aralayarak almaya çalışırken,"Fırat..." diye güçsüz bir inilti döküldü dudaklarımın arasından. "Fırat...kolun"

O an birkaç kelimeyi daha yan yana getirip bir cümle kurmak çok zor gelmişti. Göğsümün ortasına oturan bir ağırlık nefes alış verişlerimi zorlaştırıyor, kalbim bilinmeyen bir güç tarafından sıkılıyor, midemin içi sıkıntıyla cayır cayır yanarken bedenim kasılıp duruyordu.

Alt dudağım hafifçe titrerken gözlerim dolmuştu. Fırat ise sağ koluyla beni kendine çekip sararken alnımı öpüp, "Şşş birşey yok. Tamam." Dedi. Gözlerim öylece Fırat'ın kolundaki yaradan akan kanda kilitli kalırken, "Nasıl birşey yok Fırat. Vurulmuşsun. Hastaneye gidelim." Dedim. Sesim ağlamaklı bir hâl içerisindeydi ve içimde yaşadığım hezeyanı, ruhumdaki sancılı acıyı bariz bir şekilde dışa vurmuştu.

Fırat beni iyice göğsüne çekip saçlarımı öperken, "Vurulmadım Hazan. Kurşun sıyırdı. Hastanelik birşey yok. Sen iyi misin?" Dediğinde kendini bu kadar önemsizleştirmesi canımı sıkmıştı. Benim iyi olmayacak neyim vardı ki? Onunda gördüğü gibi iyiydim. Yaralanan Oydu. Ve bu benim yüzümden olmuştu. Bu şehre geldiğim günden beri olup biten herşey benim yüzümden oluyor , zarar gören herkes benim yüzümden zarar görüyordu.

Başımı Fırat'ın göğsünden kaldırıp gözlerine bakarken, "Hastaneye gidelim. Lütfen. " diyerek direttim. Gözlerimden peş peşe birkaç damla yaş düşerken sesim titremişti. Sevdiğim adamın halihazırda çatık olan kaşları bir parçada bu halime çatılırken bir elini yüzüme çıkarıp yanaklarıma doğru yol alan yaşları sildi. "Hazan iyiyim ben ağlama, tamam." Öyle görünüyordu. Kolunda kanayan bir kurşun yarası vardı lâkin Onun yüzünde ya da gözlerinde acı çektiğine dair en küçük bir hissin emaresi bile yoktu. Ama sonuçta vurulmuştu ve onun değilse bile benim canım yanıyordu. Öyle ki hastaneye gidelim derken hüngür hüngür ağlamak istiyordum.

O sırada emniyet müdürü yanımıza gelmişti. Gözleri Fırat'ın beni gizleyen heybetli bedeninin ardından hatrı sayılır bir çabayla beni bulurken,"Savcım iyi misiniz?" Diye sordu. Kendimi Fırat'tan çekip yana doğru kayarken Vedat beyin karşısına geçtim. Elimin tersiyle gözümden süzülen yaşları hızla silip, "İyiyim. Birseyim yok. Yararlanmadım. " diyerek durumumu bildirdim. Çünkü şu an burada VASÖ ajanı olduğumu bilen herkes beni emanet olarak görüyor, es kaza bana birşey olursa, özellikle de emniyet müdürlüğünün önünde, bunun hesabını VASÖ'ye veremeyeceklerini düşünüyordu. İçlerini rahatlatmak istemiştim.

Vedat bey başını olumlu anlamda sallayıp, "Geçmiş olsun. Merak etmeyin bu saldırıyı düzenleyenleri en kısa zamanda yakalayacağız. Araç plakasını aldık. " dedi. Başımı belli belirsiz olumlu anlamda sallayıp, "Sağolun." Demekle yetindim. Şu an o şerefsizlerin yakalanıp yakalanmamalarını düşünecek halde değildim. Büyük ihtimalle sahte araç plakası kullandıklarından Vedat beyin bulduğunu sandığı ip ucu hiçbir işe yaramayacaktı.

Başsavcının, "Savcım siz evinize gidin. Emine hanımla ve bu saldırı olayıyla ben ilgilenirim. " diyen sesi kulaklarıma dolarken Ona döndüm . Fırat'ın belime sarılı kolu beni sımsıkı tutarken, "Teşekkür ederim. " dedim. İtiraz etmek istemiyordum çünkü Fırat'ı hastaneye gitmek için ikna etmeye vaktim olsun istiyordum. Bir yandan da insanlara zarar verip böyle çekip gitmek ağrıma gidiyordu. Halbuki Fırat'a zarar verende bendim. Ve belki de içimi böyle rahatlatabilirdim. Keyfimden değilde zarar verdiğim bir başka insanın yanına gittiğimi düşünsem içim gerçekten rahat eder miydi?

Başsavcı aramızdaki mesafeyi biraz daha azaltarak karşıma geçerken, "Sizin için Ankara'daki savcılığa koruma talebinde bulunacağım. Hakan Çınar'ın ölümünden sonra durmayacaklardır. Artık iyice bu itlerin inine girdiniz. Sizi kendileri için büyük bir tehdit olarak algılıyorlar. Tehlikedesiniz." Dedi.

"İstemiyorum " dedim net bir sesle. İstemiyordum. Korumaya ihtiyacım yoktu. Eğer olsaydı VASÖ buna kendisi karar verir ve beni koruma altına alırdı. İşler her geçen gün daha da sarpa sararken bana ayak bağı olacak kimseyi etrafımda istemiyordum. Fırat'ı da peşime takmak istediği adamlarını istemediğime dair ikna etmeyi düşünürken bunun bu saatten sonra fazlasıyla güç olacağını biliyordum. Ama bundan sonrası TKÖ kan isterken benim pusup etrafıma etten duvarlar örebileceğim bir süreç değildi. Artık benim, hayatlarına bir şekilde dahil olduğum, sevdiğim, canlarını tehlikeye attığım insanlara kalkan olmam gerekiyordu. Savaşsa savaş. Eğer bir kan akacaksa bu benim kanım olmalıydı.

Biliyordum. Az önceki saldırı Hakan Çınar öldüğü için ya da beni öldürmek, bana gözdağı vermek için değildi. Hakan Çınar'ı kendileri öldürmüştü. Beni öldürmek içinse ellerine birçok kez fırsat geçmiş ama beni yaralamaktan ileriye gitmemişlerdi. Oyun oynuyorlardı. Ben Hakan Çınar'ı yakalayarak hamlemi yapmıştım. Onlarda bu silahlı saldırıyla karşılık vermişlerdi. Peki eğer böyleyse bana çarpan aracın düşündüğüm gibi TKÖ'yle bir bağlantısı yok muydu? Direksiyonda gördüğüm gerçekten Ali miydi? Deliriyor muydum yoksa aklım büsbütün yerinde miydi? Bu şekilde daha nereye kadar dayanabilirdim? Bilmiyordum.

Başsavcının kaşları teklifini reddedişimle çatılırken Fırat'ın ve Vedat beyin gözleri de bana dönmüştü. Haluk bey,"Ne demek istemiyorum savcım? Canınıza mı susadınız? İki kere silahlı saldırıya uğradınız. İlkinde hastanelik oldunuz. Bu sefer birşey olmadı ama yüzbaşı olmasaydı olmayacağının garantisi de yoktu. Daha öncesinde aldığınız tehdit notlarını görmezden gelişinizde sorumsuzluk. Hem sizin hem de benim sorumsuzluğum. Sizin yerinizde başka bir terör savcısı olsaydı kaç koruma takmıştı şimdiye kadar peşine? Üstelik bu yaşınızda birinci dereceden terör savcısısınız. İstanbul'da başarıyla sonlandırdığınız davalar neyse , ki onların bile bir çoğunun ucu terör örgütlerine uzanıyor, burada sadece bir buçuk ay içinde yaptıklarınız TKÖ tarafından yenilir yutulur şeyler mi? O şerefsizler sizin gibi bir savcıyı daha ne kadar yaşatır? Lütfen mantıklı ve makûl kararlar verin. " dedi tek solukta.
Koruma teklifini reddetmemi mantıklı ve makûl bulmuyordu anlaşılan ve sinirlenmişti. Tepkisinin abartılı olduğunu düşündüm. Birbirimiz için mesleki ilişkimiz dışında bir önemimiz yoktu. VASÖ'den çekindiği için böyle davranıyor olabilirdi. Ancak VASÖ teröristler tarafından öldürülmem halinde başsavcıyı ya da burada VASÖ ajanı olduğumu bilen diğer insanları suçlamazdı. Aksine gücüm yettiği sürece benim bu devletin adamlarını korumam beklenirdi. Gerçi şu ana kadar VASÖ diğer ajanlara gösterdiği sert üslubu bana hiç göstermemiş , yaptığım işlerde onlardan istediğim her yardımda planlarını benim zarar görmemi engelleyecek şekilde yapmışlardı. Birçok ajanın sahip olamadığı yetkilere sahiptim. Ve bu yetkiler normal şartlarda bir ajana görevinin 10. yılında verilirdi. Ben daha VASÖ'de dördüncü yılımı bile doldurmamıştım. Sanırım hayatımla ilgili bilmediğim birçok şey vardı.

Bu anın VASÖ'deki yerimi sorgulamak için doğru bir an olmadığının bilincindeyken başsavcıya, "Savcım istemiyorum. Lütfen " dedim gözlerinin içine bakarak. Hem gerçekten istemiyordum hem de bu benim ya da başsavcının karar verebileceği birşey değildi. Buradaki kimse koruma talebini böyle kesin bir üslupla reddetmemin sebebini anlamasada başsavcının anlaması gerekiyordu.

Nitekim de anlamış olmalı ki ,"Peki , tamam" diyerek durumu kabullendi. "Ama gerekli yerlerle konuşacağım. En azından fikir alacağım. " VASÖ'yle konuşacağını söylüyordu. Gerek yoktu. Bu silahlı saldırı olayı çoktan VASÖ'nün kulağına gitmiş olmalıydı. Bilmem ya da yapmam gereken birşey olursa VASÖ beni ya da başsavcıyı bilgilendirirdi.

Yine de," Tamam savcım. " dedim. VASÖ Ona şu an benim yapamadığım açıklamayı yapardı.

Başsavcı beni başıyla onaylarken ,"Siz evinize gidin. Dediğim gibi Emine hanımla ben ilgilenirim. Şu arama kararını alabilir miyim?" Dediğinde Fırat beni yere ittiğinde karın içine düşen Mine için binbir güçlükle çıkardığım arama kararını bulmak için yerde göz gezdirdim. Fırat'ın aracının tekerinin yanında tamamen ıslanmış kağıt gözüme çarparken sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Kâğıt düştüğü yerde esen rüzgâra karşı koymaya çalışırken sevdiğim adamın kollarından sıyrılıp kâğıda doğru ilerledim.

Yere eğilip aldığım kağıdı arkamda kalan başsavcıya gösterirken,"Yenisine ihtiyacımız var gibi görünüyor." Dedim. Sesim bir parça mahçup bir hâl içerisindeydi. Başsavcı elimdeki sırılsıklam olmuş kâğıda bakarken hafifçe gülümser gibi olmuş ardından da elimdeki kağıdı yırtılmamasına özen göstererek almıştı. "Ben hallederim" dedi. Ve ,"Geçmiş olsun " diyerek emniyet binasına doğru ilerledi.

Vedat beyde ,"Tekrar geçmiş olsun sayın savcım " diyerek Fırat'a döndü. "Sana da geçmiş olsun. Kolundaki yarayı bir doktora göster. Fırat, "Eyvallah abi." Dediğinde emniyet müdürü kısaca bir baş selamı verip arakasını dönüp adımlarını binaya doğru yöneltirken binanın önündeki polislerde dağılmıştı. Fırat'la ikimiz kalınca Ona döndüm. Bana yine bir sebepten kızgın olduğunu belli eden bakışlar atarken, "Hastaneye gidelim " dedim.

Fırat kollarını belime dolayıp beni kendine çekerken,"İyiyim. Hastanelik birşey yok. " dedi. Kaşlarım sinirle çatılırken, "Ya nasıl hastanelik birşey yok Fırat?! Kanıyor!" Dedim. Yüksek çıkan sesimi ayarlayamamıştım. Lakin derdim de o değildi.

Fırat, "Şşş " dedi uyarıcı bir sesle. Umursamadım. Madem güzellikle söyleyince dinlemiyordu o zaman bende zor kullanırdım.

Gözlerimi gözlerine sabitleyip, "Eğer hastaneye gitmezsek..." diyerek duraksadım. Fırat'ın kaşları iyice çatılırken, "Gitmezsek ne?" Dedi sorar gibi. "Gitmezsek seninle o eve gelmem. Kendi evime giderim. Dedemler Antep'e dönene kadar da bir daha buluşmam seninle." Dedim kendimden emin bir şekilde. Fırat bu sözlerimle sert yüz hatları daha da sert bir hale bürünürken sinirlenmişti. Ama beni buna zorlayan Oydu. Ne vardı sanki normal insanlar gibi yaralanınca hastaneye gitse? Niye böyle yokuşa sürüyordu ki? Zaten içinde bulunduğum suçluluk duygusu yeterince canımı yakıp kendimi berbat hissetmeme neden oluyordu. Görmüyor muydu ne kadar üzüldüğümü?

Fırat sert bir nefesi alıp verirken, "Hazan " dedi sesi yine uyarıcı bir tınıya sahipti. "Ne?" Dedim teklemeden. "Yaralanan ben olsaydım şimdiye kadar on kere girmiştik hastaneye. Niye sen yaralanınca gitmiyoruz? Senin canın benimkinden daha mı değersiz ya da sen zarar görünce ben senin benim için üzülüp endişelendiğinden daha mı az üzülüp endişeleniyorum? Tamam canın yanmıyor olabilir, belki bu yaradan daha kötülerini gördün. Ama en azından benim için hastaneye gitmeyi kabul edemez misin?" Gözlerim cümlelerimin sonlarına doğru dolmuş, yanaklarıma doğru yaşlar süzülürken dudaklarımdan küçük bir hıçkırık kopmuştu. Fırat bu halimle afallarken başımı tutup zar zor yetişebildiğim göğsüne koydu. Saçlarımı öperken, "Şşş tamam" dedi. "Ağlama yavrum. Gideriz hastaneye. Ağlama." Sesi yalvarır gibiydi. Beni üzdüğü için pişman olduğunu belli ediyordu ancak keşke ben bu hale gelmeden kabul etseydi hastaneye gitmeyi. Çünkü hissettiğim duygu yoğunluğu beni bir süre daha böyle ağlatabilirdi ve ben kendimi toparlanmakta güçlük çekerdim.

Dudaklarımdan birkaç hıçkırık daha dökülürken omuzlarım sarsılmıştı. Fırat beni sımsıkı sararken yüzümü iyice göğsüne gömdüm. "Gidelim hadi" dedim ağladığım için tarazlı ve boğuk çıkan sesimle. Fırat elleriyle sırtımı aşağı yukarı sıvazlarken, "Sado'yu çağırmam lazım yavrum. Aracın tekeri patladı. Camlardan biride kırılmış. " dedi. Bu sözleriyle başımı göğsünden kaldırıp sağımda kalan araca döndüm. Patlayan tekeri diğer tarafta olduğu için göremesem de ön taraftaki yolcu koltuğunun yanında bulunan cam neredeyse artık yoktu. Bu kendimi daha kötü hissetmeme neden olurken Fırat yüzüme doğru eğilmiş Ona dönük olan ıslak yanağımı öpüyordu. "Kurban olurum sana " dediğinde bu cümle daha önceki söyleyişlerine nazaran hoşuma gitmemişti. Gerçi daha önce söylediği zamanlarda da tam anlamıyla hoşuma gittiğini söyleyemezdim ama bu sefer bütünüyle rahatsız olmuştum bu cümleden. Ölmesinde kurbanda olmasındı bana. Ben böyle sınırsızca sevilmek istemiyordum. Canını bile yok sayacak kadar sevmesi gereken tek şey vatanıydı. Benim gibi herşeyiyle aldığı nefesle dahi zarar ziyan olan bir kız değil.

Fırat dudaklarını bastırdığı yerde öylece birkaç saniye dururken derin bir nefes aldı. Bir koluyla belimi sarmaya devam edip elini diğer yanağıma koyup yüzümü kendine çekerken başparmağıyla da tenimi usul usul seviyordu. Dudaklarını yanağımdan çekip alnını şakağıma dayarken ,"Niye kabul etmedin koruma talebini?" Diye sordu. Göğsünde duran ellerimi boynuna sarıp Ona sokulurken, "İstemiyorum çünkü. " dedim. Fırat sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verirken, "Yavrum bu sence isteğe bağlı verilmesi gereken bir karar mı? İşine karışmayayım diye sesimi çıkarmadım ama yanlış yapıyorsun. Tamam ben zaten peşine sayısını artırarak yeni korumalar takacağım. Ama yine de savcılıktan koruma talep etmeni istiyorum. " dedi.

"Ama ben istemiyorum. Senin peşime takacağın adamları da istemiyorum. " dedim. Bu sözlerim Fırat'ı sinirlendirirken alnını şakağımdan ayırıp öfkeyle soludu. Ortası derince çatılan kaşları ve gerilip sertleşen yüz hatlarıyla gözlerimin içine ateş saçan gözleriyle bakarken, "Ne istiyorsun Hazan?!" Dedi tıslar gibi. "Ölmek mi istiyorsun?! Ya da şöyle sorayım beni öldürmek mi istiyorsun?!!"

"Fırat " dedim "yapma " der gibi. Biliyordum bana birşey olursa Fırat'ın canı çok yanardı. Hatta bir iki saat önce evde "Sana birşey olursa ben ölürüm " demişti. Ama nasıl birşeyin içinde olduğumu bilmiyordu. Herşey benim tekelimde değildi. Ona anlatamıyordum. Sadece savcı oluşum bile onu böyle tehlikeli anlarda rahatsız ediyorken VASÖ gibi bir kuruluşun her an nasıl bir göreve tabî tutulacağı belli olmayan bir ajanı olduğumu öğrendiğinde nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum.

Fırat, "Ne Fırat ne?!!" Diye gürlediğinde boynuna sarılı olan kollarımı çözüp dolan gözlerimi gözlerinden çekip başımı önüme eğdim. Birşey söylemeyecektim. Susam , sussak belki de herşey daha iyi olurdu. Konuşarak bir yere varamayacağımızı biliyordum. Çünkü bizim konuşarak bir yere varabilmemiz için kelimelere değil gerçeklere ihtiyacımız vardı. O gerçeklerinde gün yüzüne çıkma vakti henüz gelmemişti.

Fırat derin ve sert bir nefesi içini çekercesine alıp verirken esen şiddetli rüzgarla beni kendine çekip asker üniformasının pantolunun cebinden arabanın anahtarını çıkarıp aracın kilidini açtı. Benimle birlikte arabaya doğru ilerlerken, "Oku canıma " dedi sinirle söylenir gibi. "En sonunda kafayı yedirteceksin bana." Araçla aramızdaki iki üç adımlık mesafeyi kapatınca Fırat arka koltuğun kapısını açıp beni arkasına alarak aracın içine girdi. Tavandaki tuşa basıp ışığı açarken koltuğun üzerinde ellerini gezdirdi. Sanırım cam parçaları arka koltuğa sıçramış mı diye kontrol ediyordu.

Sıçramamış olacak ki geri çekilip , "Bin" dedi. Önüme eğdiğim başımı kaldırıp gözlerine bakarken, "Araçta ilk yardım çantası var mı? Hasteneye gidene kadar saralım kolunu." Dedim. Omzundan koluna doğru akan kan buğday rengindeki teninde kurumuştu. Kanamanın durup durmadığını ise anlayamıyordum.

Fırat bana hâlâ kızgın olduğunu belli eden çatık kaşlarının çevrelediği kara gözleriyle gözlerime bakıp, "Gerek yok. Bin arabaya. Üstün başın hep ıslanmış. Üşüme. " dedi düz bir sesle. Gözlerimi gözlerinde gezdirip geriye doğru adımlarken araçtan uzaklaştım. "İstemiyorum " dedim. "Gerek yok."

Madem ben onun için birşey yapmak istediğimde gerek olmuyordu o zaman bende Fırat'ın benim için birşey yapmasına izin vermeyecektim.

Fırat gözlerime sert bir şekilde bakıp, "Buraya gel" dedi elini tutmam için bana uzaırken. Birkaç adım daha gerileyip, "İstemiyorum " dedim inatla. Fırat sakin olmak ister gibi gözlerini kapatıp açarken derin bir nefes alıp üzerime doğru geldi. Aramızdaki dört beş adımlık mesafeyi kapatıp kolumu tutarken beni araca doğru çekti. Canımı yakmıyor ya da karşı koyamayacağım bir güç sergilemiyordu. Kolumu kendime doğru çekerken, "Bırak" dedim. Fırat sinirle sertçe solurken,"Hazan delirtme beni." Dedi. "Geç şu arabaya. "

Omuzumu "banane" der gibi aşağı yukarı hareket ettirip,"Binmeyeceğim." Dedim. " Madem benim senin için birşey yapmama izin vermiyorsun, madem benim seni düşünmeye hakkım yok o zaman bende senin benim için birşey yapmana izin vermeyeceğim. " Sözlerim bittiğinde dudaklarımın arasından birkaç kuru öksürük dökülürken bir elimin tersini ağzıma götürdüm. O sırada ise Fırat beni ben daha ne olduğunu anlamadan kendine çekip belimden tutarak ayaklarımı yerden keserken aracın içine bindirmişti. Herşey yine saniyeler içinde olurken Fırat'a çattığım kaşlarımla sinirle bakıp arabadan çıkmak için meyil ettim. Fırat ise arabaya binmeden üzerime doğru eğilip alnını alnıma dayarken, "Şşş sakın ineyim deme. İlk yardım çantasını alıp geliyorum. " dedi. Bu yakınlıkta o çok sevdiğim kara gözlerine bakıp belli belirsiz gülümserken, "Tamam" dedim usulca.

Fırat alnını alnımdan ayırıp aracın arkasına geçerken bagajı açıp ilk yardım çantasını alarak yanıma gelmiş arabaya binip kapıyı çekmişti. Küçük çantayı elinden alıp fermuarını açtım. İçinden batikon, pamuk, sargı bezi ve bant alıp çantayı yan tarafa koymuştum. Ancak Fırat'ın yaralı kolu diğer tarafta kaldığından işimi yapmak zor olacaktı. Yine de sevdiğim adama iyice yaklaşıp, "Kolunu bana yaklaştırsana" dedim. Fırat dediğimi yapıp arabaya zar zor sığan koca bedenini bana çevirip neredeyse karşı karşıya olmamızı sağlarken kolunu bana uzattı. Kaslı ve damarlı kolundaki kurumuş kan izlerini silmek için çantadaki kolonyayı da alıp bir parça kopardığım pamuğu ıslatım. Ardından da siyah saatinin bulunduğu yere kadar akan kanı silip temizledim. Fırat ise öylece beni izliyor gözlerini yüzümde gezdiriyordu. Bense bu bakışlar altında geriliyordum. Bedenimi bir sıcak basıyordu. Heyecanlanıyordum.

Yine de umursamamaya çalışıp kolundaki kuruyan kanları temizledikten sonra elimdeki kanlı pamuğu yan tarafa koyup yaranın üzerindeki tişörtü sıyırdım. Kurşun ete girmeden sıyırıp geçmişti. Kemiğe ya da atar damarlardan birine gelmemiş olması içimi rahatlatırken kanamanın kılcal damarlardan kaynaklı olduğu belliydi ki kanamada durmuştu zaten. Yine de doktora gitmek istiyordum. Tibbi bir müdahale daha iyi olurdu.

Hafifçe içimi çekip etrafı morarmış yaranın üzerindeki kanı temizlemek için yeni bir pamuğa batikon döküp yaradaki gözlerimi Fırat'ın gözlerine çıkardım. "Şimdi bunu yarana bastıracağım. Canın yanarsa söyle tamam mı?" Dedim. Fırat bana derin derin bakarken belli belirsiz gülümser gibi olup birkaç saniye öylece gözlerini gözlerimde gezdirirken başını olumlu anlamda salladı.

Gözlerimi yaraya çevirip batikonlu pamuğu yaranın üzerine dikkatlice bastırdım. Sanki kendi bedenimdeki bir yaraya bastırıyormuş gibi kaşlarımı çatarken Fırat ufacık bir tepki bile vermemişti. Gözlerim yeniden gözlerini bulurken,"Acıdı mı?" diye sordum. Yüzündeki ifadeye bakılırsa acımamıştı. Hatta hissetmemişti bile. Fırat çatık kaşlarının çevrelediği gözleriyle bana güzel güzel bakmaya devam ederken başını bu seferde olumsuz anlamda sallarken önüme döndüm. Yarayı Fırat'ın canı her ne kadar yanmamış olsa da üfleyerek temizlerken bir telefonun zil sesi kulaklarıma doldu. Fırat'ın telefonuydu. Ve telefon benim üzerimdeki gömlekteydi. Geri çekilip cebimde çalan telefonu çıkarıp Fırat'a uzattım. Kimin aradığına bakmamıştım. Fırat telefonu alıp açarken işime döndüm.

"Söyle Recep"

Yarayı iyice temizleyip sargı bezini alırken telefondaki kaba erkek sesi kulaklarıma doluyordu.

"Ağam şu senin ceza evindeki eleman varya Oğuz mu neydi adı?"

Gözlerim hızla Fırat'ın yüzünü bulurken sargı bezini Fırat'ın koluna saran ellerim durmuştu. Adamın ses tonundan nedense iyi şeyler olmadığını düşünürken bu adamın kim olduğunu da bilmiyordum ama yine de içimi kötü bir his sarmıştı. Bedenimden bir ürperti geçerken tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Fırat'ta gerilmişti.

Kulağındaki telefonu yaralı kolunun olduğu sol eline alırken sağ kolunu bana sarıp göğsüne çekti.

"Ters birşey mi var?"

Recep denilen adam,"Bulunduğu koğuşta kavgaya karışmış. Revire kaldırmışlar." Dediğinde karnıma sert bir yumruk yemiş gibi kasılmıştım. Nefesimi istemsizce tutarken başımı Fırat'ın göğsünden kaldırıp kendimi geri çektim. Dolan gözlerimin içi cayır cayır yanarken kaşlarım tam olarak nerede olduğunu bilmediğim bir acıyla çatılmıştı. Alt dudağım titrerken yanağımın içini ısırdım. Noluyordu? Oğuz'a ne olmuştu? Bugün noluyordu?

Fırat, "Durumu hakkında bir bilgin var mı?" Diye sorduğunda adamın vereceği cevaba kulak kesilmiştim.

"Nolur iyi olsun. Allah'ım nolur iyi olsun."

Adam, "Bilmiyorum ağam. Bu kadarını ögrenebildim. Sana haber vereyim dedim. " dediğinde içimi bütünüyle bir sıkıntı basmıştı. Dolan gözlerimden peş peşe yaşlar süzülürken Fırat ,"Tamam Recep . Birşey olursa haber et. Ben geleceğim zaten oraya." Dedi.

Recep, " Tamam ağam" derken Fırat telefonu kapatıp belimden tutup beni kucağına yan bir şekilde oturturken, "Birşey yok" dedi. "Korkma. Ağlama şöyle. Önemli birşey olsa hastaneye götürürlerdi yavrum. Benden iyi sen biliyorsun. Birşey yok tamam." Islak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerim Fırat'ın gözlerinde gezdirip, "İyidir dimi?" Dedim. Fırat beni kendine çekip alnımı öperken, "İyidir yavrum. Ben gideceğim zaten yanına. Merak etme. Tamam?" Dediğinde kollarımı boynuna sarıp, "Beni de götür " dedim.

Fırat, "Hazan olmaz" dedi sıkıntılı bir sesle. Boynuna sarılı olan kollarımı sıkılaştırıp, "Fırat lütfen, nolur?" Dedim dudaklarımın arasından kopan hıçkırıklar eşliğinde. Bedenim sevdiğim adamın kolları arasında sarsılırken yalvarıyordum Ona. Kardeşimi görmek istiyordum artık. İyi olduğunu bilmek, bana kızgın olmadığını duymak istiyordum.

"Hazan , Hazan'ım yapma canımın içi. Sen bir savcısın. Cezaevine, terör suçlamasıyla tutuklanan kuzenini görmeye gidemezsin. Üstelik üzerinde bir soruşturma var yavrum. Ben görüp geleceğim . Herşeyi anlatırım sana. Tamam bebeğim?" Bir yandan saçlarımı sevip sırtımı aşağı yukarı sıvazlarken konuşuyordu. Haklıydı ama ben Oğuz 'u görmek istiyordum.

"Kim olduğum umrumda değil. Ben kardeşimi görmek istiyorum. Bende geleyim seninle nolur Fırat lütfen." Hıçkırıklarım arasında kelimeleri zar zor telaffuz ederken ağladığım için sesim çatlıyor çocuksu bir hâl alıyordu. Fırat yüzünü boynuma gömüp tenimi öperken,"Olmaz yavrum. " dedi. Beni reddettiği için üzgün gibiydi ve bana "olmaz" demekten hoşlanmıyordu sanki. "Yapma şöyle. Sana karşı koymak benim için zaten zor. Sen böyle ağladıkça daha da zorlaşıyor. Yapma. Şu halde neyin olup neyin olmayacağını benden iyi sen biliyorsun. Zorlama beni."

Biliyordum. Zaten şimdiye kadar beni Oğuz'un yanına gitmekten alıkoyan da bu bildiklerimdi. Benim için çoğu zaman hiçbir önemi olmayan ancak adım gibi bildiğim yasalar, kanunlar , formaliteler ve kurallar. Ama ben bugün mahkeme salonunda reddetmiştim bütün o kanunları ve yasaları. Bir savcı olarak benim adaletsizliğe ve haksızlığa karşı elimde bir silah olarak bulunan o kanunların karşısına geçip kendimi hedef göstermiştim. Kim için yapmıştım bunu; Oğuz için. Yine yapardım. Gider görürdüm kardeşimi. Sonra da başıma ne gelecekse kabullenirdim. Ancak dediğim gibi Fırat haklıydı ve bana birşey olursa Oğuz'un oradan çıkmak için şansı yarı yarıya düşerdi. Çıkamazdı demiyorum çünkü VASÖ onu öylece bırakmazdı ama bilenler bilir acelesi olduğunda işler her zamankinden daha yavaş ilerlerdi.

Çocukça davranıyordum. Duygularım çoğu zaman mantığımdan daha üstün geliyordu. Altı gündür bilinçsizce birkaç saniye dalmak dışında doğru düzgün uyuyamamışlığın verdiği ruhsal ve bedensel bir çöküntünün içindeydim. Ufacık bir şeye bile gözlerim doluyor ağlamaya başlıyordum. Ali'yi gördüğümü sanmalarım ise bütün benliğimi tamamen alt üst etmişti. Bir yerde okumuştum; kişi iki veya üç günün üzerinde uykusuz kaldığında halüsinasyonlar görmeye, gerçek ve hayali ayırt edememeye, hiç korkmayacağı şeylerden korkup ürkmeye dahası bazı olaylara normal şartlarda vermeyeceği tepkileri vermeye başlarmış. Bu tepkiler ya fazla yüksek ya da fazla sakin olabilirmiş. Belki de benim bu dengesiz ve müphem halimin sebebi de buydu.

Fırsatını buluruz bulmaz Fırat'ın aldığı uyku ilaçlarıni içip birkaç saatliğine de olsa uyumayı aklımın bir köşesine yazarken yüzümü iyice sevdiğim adamın boynuna gömüp, "Tamam" dedim ağladığım için boğuk çıkan sesimle. "Ama çabuk git." Fırat başını boynumdan kaldırıp saçlarımı öperken, "Tamam. Sado'yu çağırayım alsın bizi. Seni onlara bırakır oradanda Cizre'ye geçerim. " dedi.

Başımı olumlu anlamda sallayıp sessiz kaldım. Nerede olduğumun benim için bir önemi yoktu. Aslında nerede olduğumun kimse için bir önemi yoktu. Öyle ya eğer olsaydı saat gece yarısı biri bulurken dedem, en azından babaannem arayıp bir nerde nasıl olduğumu sorardı. Sormamışlardı. Araba çarpmış , hastanelik olmuş, kurşun yağmuruna tutulmuştum. Ama yanımda Fırat dışında kimse yoktu. İnsanlar birbirlerini ne kadar kolay unutup silip atabiliyorlardı. Ya da bu özellikler benim aileme özgüydü. Bilmiyorum. Sadece kırılıyorum. Ben bunca olup bitene rağmen hâlâ kimseyi öyle kolay silip atamıyordum. Belki benimde böyle elzem özellikler edinmem gerekiyordu. Daha fazla kırılmamak için.

Kendimi Fırat'tan geri çekip ellerimin tersiyle gözümden akan yaşların bıraktığı ıslaklıkları sildim. Burnumu çekip önüme dökülen saçlarımı geriye doğru iterken Fırat Sado dediği adamı aradığı telefonu kulağına götürdü. Beni de kendine çekip yanağımı öperken yaralı koluyla sarıp sarmalıyordu. Ellerimi geniş omuzlarına koyup bütün dikkatimi Ona vermiştim.

Üç dört çalıştan sonra açılan telefondan uykulu olduğu belli olan oldukça kalın ve kaba bir erkek sesi homurtulu bir hâlde duyuldu.

"Ne var lan gece gece?"

Fırat samimi olduğu belli olan bu kaba adama, "Silahlı saldırıya uğradık. Aracın lastiği patladı. Bizi alman gerekiyor." Diyerek herşeyi birden söylerken Sado ,"Biz kim? Nerdesiniz? Birşeyin var mı lan? İyi misiniz? Cevap versene oğlum!" Derken Fırat bıkkınca bir nefesi alıp verdi.

"Hazan'la ben. Silopi emniyet müdürlüğünün önündeyiz. İyiyim. Çabuk ol Sado."

Telefonun diğer ucundan bir kadının ne dediğini anlamadığım naif sesi duyulurken bir bebeğin ağlama sesleride kulaklarıma dolmuştu. Sanırım Sado evliydi ve birde bebeği vardı.

"Yengem nasıl?" Diye soran kaba ses benden bahsediyordu. Fırat gözlerini yüzümde gezdirip, "İyi" dedi kısaca. Sado, "Tamam. On onbeş dakikaya oradayım " diyerek telefonu kapattığında Fırat kulağındaki telefonu indirip yan tarafa koydu. Gözleri gözlerimi bulurken elini yanağıma koyup yüzümü kendine doğru çekti. Şakağımı öpüp, "Düzelicek yavrum herşey. " dedi. "Geçecek hepsi. Üzülme tamam? Burdayım ben, yanındayım. "

Birşey söylemedim. Fırat'ın hep yanımda olduğunu, olacağını biliyordum. Bu kadar karamsar, ağlak, dengesiz bir kıza şimdiye kadar kim bu kadar katlanırdı ki? Ben bile bazen katlanamıyordum bu hallerime. Ama O her halimle seviyordu beni. Öte yandan birşeylerin geçip düzeleceğini bende biliyordum. Korkum o şeyler geçip gittiğinde ben hâlâ ayakta duracak gücü kendimde bulabilecek miydim?

Hani derler ya " elinde sonunda hep iyiler kazanır". Peki onca kayıptan sonra kazanmanın bir anlamı var mıdır? Bunu merak ediyordum. Bu hikayenin sonunda birçok şeyi kaybetmiş olacaktım peki yine de onca şeyi kaybettikten sonra hayatta kalmış olmanın benim için bir anlamı olacak mıydı?

Ellerimi Fırat'ın omzundan çekip kucağından kalkmaya meyil ederken niyetim batikon sürdüğüm yarayı sarmaktı. Ancak Fırat beni bırakmadığından kucağından kalkamamıştım. Gözlerimi gözlerine çevirip, "Fırat bırak. Yaranı saracağım." Dedim. Kara gözlerini yüzümde gezdirip sıkıntılı bir nefesi alıp yüzümdeki elini çekip belime sarılırken, "Sararsın yavrum. " dedi garip bir ses tonuyla. "Sen benim yaralarımı sarasında ben senin yaralarını nasıl saracağım? "

Gözlerim sevdiğim adamın gözlerinde takılı kalırken buna sebep sözleriydi. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Yaralarım sarılması güç şeyler gibi mi görünüyordu? Yüzündeki sıkıntılı ifade, o çok sevdiğim kara gözlerine çöken hüzün, sesindeki keder belki de öyle gördüğünün kanıtıydı.

Usulca burnumu çekip yutkunurken, "Çok mu yoruyorum seni?" Diye sordum. Eğer öyleyse...ayrılabilirdik. Tamam birbirimize söz vermiştik ancak verdiğimiz bütün sözleri tutmak zorunda mıydık? Fırat bana iyi geliyordu ama ben onun omuzlarına böyle bütün kasvetimle çökerken bu Ona haksızlık olmaz mıydı? Ben Fırat mutlu olsun istiyordum. Benimle olamıyorsa...başka... biriyle olsun ama mutlu olsundu. Ben bakardım başımın çaresine. O mutlu olsun yeterdi.

Fırat beni iyice kendine çekip başını boynuma gömerek sarılırken tenimi koklayıp öptüğünde derin bir nefes aldı. "Yormuyorsun" dedi. "Ne söylesem yanlış anlıyorsun. En olmadık en kastetmediğim yerinden tutuyorsun konuyu. Gözlerine baktığım an ne hissettiğini anlayabiliyorum Hazan. Sende beni anla artık. Ben seni gönlümü eylemek için sevmedim. Nasıl seviyorum seni görmüyor musun? Nasıl aşığım sana?"

Kollarımı boynuna sarıp Ona iyice sokulurken, "Ben senin mutlu olmanı istiyorum. " dedim sadece. Fırat beni mümkünü varmış gibi biraz daha kendine çekerken saçlarımı geriye doğru itip ensemi kokumu içine çekerek öptü. "Benim mutluluğum sensin. "

Hafifçe içimi çekip Fırat'ın kokusunu solurken boynunu sıkıca öptüm. "Fırat'ım" dedim uzatıp bastırarak. Yüzümde küçük bir tebessüm peyda olmuştu. İçim usul usul akıyordu sevdiğim adama. O ise, "Hı?" diye erkeksi bir mırıltı çıkardı dudaklarının arasından.

"Sevgilim" dedim bu seferde. Fırat belime sarılı olan kollarını sıkılaştırırken, "Hı?" dedi yine. Sesindeki tını keyifli bir hâl alıyordu.

"Kara gözlüm " dedim biraz utana sıkıla ama dolu dolu. Aramızdaki karamsar havayı dağıtmak Fırat'ı gerçekten mutlu etmek istiyordum. Bunu nasıl yapacağımı bilemezken elimden Ona böyle şeyler söylemekten fazlası gelmiyordu. Aklımın yarısı Oğuz'da diğer yarısı da Emine teyze ve Mine'deydi. Parçalara ayrılmış, kendi içimdeki bütünlüğümü kaybetmiştim. Yine de Fırat iyice keyifli bir hâl alan sesiyle ,"Hım?" derken gülüyordu. Ve sesindeki bu hâl , beni sardıkça sarışı, boynumu kokumu içine çekerek öpüşü içimde dağılan birçok şeyi toplamaya yetiyordu.

Başımı biraz geri çekip saçlarının arasına bir öpücük kondururken, "Bırak beni de sarayım kolunu. " dedim. Böyle içime sinmiyordu. Üstelik Cizre'deki Oğuz'un kaldığı T tipi cezaevine giderken hastaneye de uğramayacaktı. Beni yanında götürse bir şekilde ikna ederdim ama götürmüyordu.

Fırat boynuma peş peşe birkaç öpücük daha kondururken, "Tamam. " dedi. Bende kendimi geri çekip az önceki yerime otururken yere düşen sargı bezini diğer çöplerin yanına koyup yenisini aldım ve Fırat'ın kolunu sarmaya başladım.

********
Başım Fırat'ın göğsünde Onun dudakları ise benim alnımda gezinirken arabanın kırık camından içeriye giren rüzgar saçlarımı hafif hafif savuruyordu. Gözlerimi kapatmış kendimi Fırat'ın öpücüklerine bırakmıştım. O sırada Fırat'ın alnımdaki dudakları çekilirken hareketlendiğini hissettim. Gözlerimi aralayıp başımı sevdiğim adamın yüzüne doğru kaldırdığımda Fırat yüzünü yüzüme doğru eğip dudağımı ve dudağımın kenarındaki yarayı öperken, "Sado geldi yavrum. Gel" Dedi. Başımı sallayıp Ondan ayrıldığımda Fırat kapıyı açıp araçtan çıkmış bende peşinden inmiştim.

Soğuk rüzgar iyice bedenime nüfuz ederken kollarımı vücuduma sardım. Fırat ise aracın torpido gözündeki cüzdanını ve benim ilaçlarımı alıp aracı kilitlemişti. Ardından da yanıma gelip elimi tutarken emniyet binasının bahçesinden çıkıp yolu kontrol ederek karşı kaldırımdaki Mercedes marka gri bir jeepe doğru ilerledik.

Kar yağışı yaklaşık beş on dakika önce durmuştu. Asfalt yol fazlasıyla buzluydu. Esen sert rüzgar yerdeki karları sağa sola savururken uğultulu bir ses çıkartıyordu.

Jeepin yanına vardığımızda aracın öndeki yolcu koltuğundan bir adam indi. Fırat'la yaşıt olduğunu düşündüğüm esmer ve saçları oldukça kısa kesilmiş olan adam ,"Geçmiş olsun Fırat " diyerek Fırat'a elini uzatmıştı. Fırat Ona uzatılan elli sıkıp, "Eyvallah " derken şoför koltuğundan iri yarı, tahmini otuzlu yaşlarının ortalarında olan, esmer tenli, siyah gür saçlara sahip, sakallı ve iri yarı bir adam daha inmişti. Fırat'a benziyor , tam anlamıyla bir benzerlik olmasa da Fırat'ı andırıyordu.

Bu adamın "Sado" olduğunu düşünürken iyi birine benzediğini geçirdim aklımdan. Ancak bir yandan da kaba saba , sert birine benziyordu. Tıpkı Fırat gibi.

Adam aracın önünden dolaşıp yanımıza geldiğinde Fırat'ı ve beni baştan aşağı süzerken gözleri Fırat'ın sol kolundaki beyaz sargı bezine takılmış benim yüzümde de dudağımın kenarındaki yara ve sol şakağımdaki yara bandı dikkatini çekmişti. Halihazırda çatık olan kaşları iyice çatılırken, "Hani iyiydiniz oğlum? Ne lan bu haliniz? " derken gözleri arkamızda kalan en fazla iki üç metre uzağımızdaki Fırat'ın aracını buldu. Ellerini belinin iki yanına koyup elaya çalan açık kahverengi gözlerini kısarak aracı inceledi.

"Arabanın amınakoymuşlar lan" dediğinde sesindeki gırtlaktan gelen doğu şivesi konuşma üslubunu daha da kabalaştırıyordu. Adamın gözleri beni bulurken, "Kusura bakma yengem" dedi. Az önce ettiği küfür yüzünden özür diliyordu ancak Fırat sağolsun daha kötülerini duymuş olduğumdan benim için sorun yoktu.

" Önemli değil." Dedim. Adam bana elini uzatıp, "Sadettin ben. " diyerek kendini tanıttı. Elini sıkıp, "Hazan" derken sözümü kesip,"Hilal Türkoğlu " dedi. Gözleri Fırat'ı bulurken,"Fırat sağolsun adın ezberimiz oldu." Dediğinde benimde gözlerim Fırat'ı bulmuştu. Fırat ise Sado'ya sert bakışlarını gönderirken, "Kes lan" dedi.

Birbirleriyle konuşma tarzları biraz kaba ve sertti ancak belli ki böyle anlaşıyorlardı.

Sado'yla ellerimiz ayrılırken Fırat'ın verdiği bu tepkiye kaşlarını çatıp, "Doğru konuş lan abinle. " dedi. Az önce yolcu koltuğundan inen esmer kısa saçlı adam, "Başladık yine" diyerek gözlerini devirirken Fırat, "Ne abisi lan? Ne zaman abim oldun?" Dedi. Onunda kaşları da Sado gibi çatılmıştı.

Sado, "Niye lan daha birkaç hafta önce karşıma geçip "çok seviyorum abi " diye ağlayan sen değil miydin?" Diye sorarken Fırat'ın üzerine doğru birkaç adım gelmiş elini "hayırdır " der gibi havaya kaldırmıştı. Fırat sert bir nefesi alıp verirken birkaç saniye Sado'nun gözlerine bakıp, "İşim gücüm var Sado. Senin saçma sapan abilik havalarınla uğraşamam. " dedi.

Ardından da aracın arka kapısını açıp , "Bin Hazan" dediğinde elini bırakıp arabaya bindim. Elindeki ilaç poşetini ve cüzdanını kucağıma bırakıp kapıyı kapatırken Sado ve diğer adamla birşeyler konuştu. Ne konuştuklarını duyamıyordum. Bir süre sonra Fırat arabasının anahtarını kısa saçlı esmer adama verdi. Adam emniyet binasının önündeki araca doğru ilerlerken Sado şoför koltuğuna geçmiş Fırat'ta ön taraftaki yolcu koltuğuna oturmak yerine benim olduğum taraftaki kapıyı açmıştı. Bende yana doğru kayıp Ona yer açmıştım. Fırat yanıma oturup kapıyı çekerken arabanın motoru çalışmış ve yola koyulmuştuk.

Fildişi rengindeki deri koltuklardan yayılan deri kokusu midemi bulandırırken Sado 'nun,"Seni bize götürüyorum yenge " diyen sesi kulaklarıma dolmuştu. Benden neredeyse on yaş büyük bir adamın bana "yenge" demesi garip gelirken ne diyeceğimi bilemediğimden, "Teşekkür ederim " diyebildim. Sadettin abi, Ona bundan sonra "abi demeyi düşünüyordum, "Rica ederiz yengem" derken Fırat'la konuşma tarzı olarak benzediklerini fark ettim. Karakter olarak benzemiyorlardı. Saddetin abi daha çoşkulu, konuşkan ve az önce Fırat'la yaşadıkları küçük sürtüşmeden anladığım kadarıyla ağzından bir şeyler kaçırmaya müsait biriydi. Fırat ise fazla ketum, sakin ve sessizdi. Gerekmedikçe konuşmayan biriydi. Benim yanımda bu karakter özelliklerini rafa kaldırıyordu. Ancak Sadettin abiyle gözle görülür bir ortak özellikleri vardı ki o da ikisininde fevri ve sinirli oluşuydu.

Fırat 'ın gözlerinin üzerimde gezindiğini fark ederken Ona döndüm. Bana beni gözleriyle severcesine bakarken birden bir kolunu belime sarıp beni kendine çekip alnımı öptüğünde gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Hızla kendimi geri çekmeye çalışıp dikiz aynasından Sadettin abinin bize bakıp bakmadığını kontrol ettim. Bakmıyordu ama Fırat'ın bu yaptığı beni utandırmıştı.

Yanaklarım gerginlik ve utançtan sıcacık olurken kızardığıma emindim. Lakin ben bu haldeyken Fırat durumu umursamamış Ondan uzaklaşmama izin vermezken beni iyice kendine çekmişti. Ellerimden birini eline alıp dizine koyarken bel oyuğumu okşuyordu. Başım geniş bağrını bulduğundan burnuma , midemi bulandıran deri koltuk kokusu yerine, sevdiğim adamın kokusu dolmuştu. Böyle daha iyiydi ancak Sadettin abinin bizi böyle görmesini istemiyordum. Öte yandan Fırat'ta tehlikeli ya da önemli bir durum olmadığı sürece insan içinde bana bu kadar yaklaşıp, öpüp, dokunmazdı. Belli ki Sadettin abiyle aralarındaki bağ fazla kuvvetliydi ve Onun yanında istediği gibi davranabilecek kadar güveniyordu Ona.

Fırat alnımdaki dudaklarını burnumun ucuna bastırıp öperken dizine koyduğu elimin parmaklarıyla oynuyor, okşayıp seviyordu. Kendimi geri çekmeyi bırakıp bende koca adamıma sokuldum. Fırat dudaklarını burnumdan çekip başını başıma yaslarken öylece durdu. Elindeki elimin bileğindeki saatime baktım. Saat 01.38'i gösterirken hafifçe içimi çekip, "Fırat " dedim usulca.

"Yavrum" dediğinde gözlerim yine Sadettin abiyi bulmuş ancak bütün dikkatinin yolda olduğunu görünce rahatlamıştım. "Oğuz'un yanına gideceksin değil mi? Saat geç oldu ama" dedim. Bu saatte gitse bile Onu cezaevine alırlar mıydı ya da harhangi bir yetkiliden Oğuz'u ziyaret saatleri dışında görebilmek için imzalı izin belgesi olmadan Oğuz'la görüşebilir miydi, bilmiyordum ancak gitsin istiyordum. Ben gidemiyordum ama O gitsin istiyordum.

Fırat, "Gideceğim " dedim ya yavrum " dedi beni rahatlatmak ister gibi bir sesle. "Seni Zehra'nın yanına bırakıp gideceğim. Tamam?"

Zehra'nın kim olduğunu düşünürken Sadettin abilere gittiğime göre eşi olmalı diye geçirdim aklımdan. Telefonda duyduğum kadın sesinin ait olduğu kişi olmalıydı.

"Tamam ama bu saatte seni oraya alırlar mı ki? Yetkili birinden ziyaret saati dışında Oğuz 'u görmek için izin belgende yok." Dedim. Normal şartlarda almazlardı ancak söz konusu Fırat olunca açık bir kapı olabileceğini düşünüyordum. Fırat'ın elinin kolunun nereye kadar uzandığını bilmiyordum ya da nelere güç yetirip yetiremeyeceğini.

Fırat başını başımdan kaldırıp saçlarımın tepesini kokumu içine çekerek öperken, "Hallederiz " dedi. Halleriz diyorsa hallederdi. Güveniyordum Ona. Bu yüzden sessiz kalıp birşey söylemeden yolu izlemeye devam ettim.

*******

Yaklaşık beş on dakika sonra sadece bahçeli müstakil evlerin olduğu bir sokakta durduk. Buradaki evler Fırat'ın evine çok benziyordu. Mimarî yapıları neredeyse aynıydı. Fırat belime sarılı olan kolunu çözüp kapıyı açarken araçtan indi. Bende ilaç poşetimi ve Fırat'ın cüzdanını alıp inerken Sadettin abi de araçtan inip önünde durduğumuz iki katlı evin demir bahçe kapısını şifreyi girerek açtı.

Fırat elimdeki cüzdanını alırken elimi tutup Sadettin abinin, "Buyur yengem " dediği kapıdan beni bahçeye soktu. Evin önünde yine bir çardak vardı ve ek olarakta küçük bir çocuk parkı göze çarpıyordu.

Kahverengi çelik kapının sensörü bizi algıladığında ışık yanarken kapı açılmıştı. Açılan kapıdan tahmini otuzlu yaşlarının başında, omuzlarına kadar dökülen siyah kıvırcık saçlarıyla esmer bir kadın belirdi. Zehra bu olmalıydı. Tatlı birine benziyordu.

İki basamaklı merdiveni çıktığımızda kadın misafirperver bir gülümsemeyle kapıyı ardına kadar açıp geriye çekilirken, "Hoşgeldiniz buyrun." Dedi. Bir eliyle de içeriye gösteriyordu. Sadettin abi,"Biz girmiyoruz Zehra'm. Yengemi bırakıp gideceğiz. " dediğinde Zehra, "Kötü bir şey mi var? "Diye sorarken Fırat'a bakıp, "Yengem koluna noldu?" Dedi telaş ve endişe karışımı bir sesle.

Fırat, "İyiyim. Önemli birşey yok. " dedi. Sadettin abi, "Ufak bir işimiz var. Yengem sana emanet " derken bana dönüp, "Gir yengem içeri " dediğinde Fırat'a döndüm. Fırat, "Geç yavrum " dedi. Başımı sallayıp üzerimdeki Fırat'ın üniformasının gömleğini çıkarıp Ona uzattım. Fırat gömleği alırken, "Uyumak istersen ilacını içip uyu tamam mı? Ben gelince alırım seni." Dedi.

Daha yeni tanıştığım insanların evinde uyuyabilir miydim bilmiyordum ama yine de ,"Tamam " dedim. Fırat, "Gir hadi " dedi.

Botlarımı çıkarıp koyu kahverengi tonlarındaki zemine basıp içeriye girdiğimde tekrar Fırat'a döndüm. Onun gözleri zaten benim üzerimdeyken gözlerine bakıp, "Eğer Oğuz' u görebilirsen ve iyiyse Ona onu çok sevdiğimi, Onu her ne olursa olsun oradan kurtaracağımı söyle olur mu?" Dedim. Sesim hafiften titremiş gözlerim dolmuş ama hızla toparlamıştım.

Fırat birkaç saniye gözlerime bakıp, "Emrin olur " dedi. Hafifçe gülümseyip birkaç adım geriledim. Fırat ve Sadettin abide bizi gerilerinde bırakıp bahçenin demir kapısına doğru ilerlemeye başladı.

O sırada, "İçeriye geç. Üşümüşsündür " diyen Zehra'yla gözlerim Onu buldu. Başımı sallayıp beyaz ağırlıklı mobilyaların gri ve siyah renkteki eşyalarla uyumunun göze çarptığı salona doğru ilerledim. O an yere düştüğüm için karla ıslanan üstüm gözüme çarparken arkamdan gelen kadına dönüp, "Şey " dedim. Bana sevecen bir şekilde bakıp, "Ney?" Dedi gülümserken.

Bende hafifçe gülümseyip, "Üzerim biraz kirlide ben bir sandalyeye otursam olur mu?" Diye sordum çekinerek. Koltukları beyaz olduğu için çabuk kirlenirdi. İnsanlara zahmet vermek istemiyordum. Ki zaten yeterince vermiştim. Saat neredeyse gece yarısı ikiyi bulmuştu. Bu saatte çoluklu çocuklu insanlar benim yüzümden ayaktaydı. Birde evlerini kirletmek istemezdim.

Zehra, "Saçmalama canım. Olur mu öyle şey? Ne olacak geç otur. " dedi. İtiraz etmek isterken birkaç saniye gözlerine bakıp alt dudağımı dişlediğimde Zehra hafifçe içini çekip, "Fırat senin için "fazla iyi biri" demişti" dedi. "Haklıymış. Senin gösterdiğin şu nezaketin yarısını kocam ve çocuklarım göstermiş olsaydı günde en az beş kez ev silip süpürmezdim. Neyse madem rahat edemeyeceksin o zaman istersen bir duş al. Bende sana temiz bir pijama takımı çıkarayım. Zaten bu saatten sonra gelselerde burada kalırsınız. Birde misafir odasını hazırlasam iyi olur. "

Bu sefer itiraz etmedim. Çünkü kendimi gerçekten pis hissediyordum. "Teşekkür ederim " dedim sadece. Zehra birkaç saniye beni süzüp, "Çok güzel kızsın he" diyerek gülerken koluma girmişti. Beni üst kata çıkan merdivenlere doğru yönlendirirken, "Fırat'ın niye birden sana böyle çarpıldığını anlamak zor değil. Ama sen Onu nasıl sevdin?" Diye sorduğunda koyu kahverengi tonlarındaki merdivenleri çıkarken kaşlarım çatılmıştı. "Nasıl, anlamadım?" Dedim. Niye benim Fırat'ı sevmem Ona garip gelmişti ki?

"Yani Sadettin' de Fırat gibi. Biraz höt söttür bu Korkmaz aşiretinin erkekleri. Fazla kaba saba ne bileyim sert kıskanç falan oluyorlar. Şimdi böyle söyleyip iki tane çocuk yapmış olmam sana garip gelebilir. Açıkcası bazen düşününce bana da garip geliyor. Ben Urfa'ya ilk gittiğimde çiçeği burnunda bir ingilizce öğretmeniydim. Birgün liseden çıkıp kaldığım lojmana giderken dedim bir kebap yiyeyim. Sonra kendimi birden "Korkmaz kebap salonunda " buluverdim. Yağlarını akıta akıta kebabımı yerken Sadettin'i gördüm. Ama baya gördüm yani. Böyle heybetli, iri kıyım fazlasıyla göz dolduran yakışıklı bir adamdı. Sonra böyle bir iki derken konuşmaya başladık. Sevgili olduk falan. Okul çıkışı çalıştığım lisenin önüne gelirdi. Ayh sen kalk birgün bana evlenme teklifi et. İşin tuhafı bende kalkıp kabul ettim. Sonra adam bir değişti. " Onu giyemezsin bunu giyemezsin, onunla konuşamazsın bununla buluşamazsın " derken bir baktım işi gücü bırakmış hastanede avaz avaz bu hödüğün oğlunu doğuruyorum. Gerçi böyle anlatınca benimde hevesim varmış koca parası yemeye. Ayh neyse kısaca pek çıtı pıtı, kırılgan birine benziyorsun. Fırat üzmüyor değil mi seni? Daha geçenlerde ayrılır gibi olmuşsunuz. Fırat baya dağılmıştı. Gece gece kapıya dayanıp Sadettin'i alıp gitmişti. Kafayı çekecekler diye korkmuştum. Ama Fırat bayadır ağzına içki falan sürmüyormuş. Sadettin sigarada içmiyor artık dedi. Baya uğraşmıştık bıraksın diye. Asker adam sonuçta. Senin için bırakmış galiba. Nasıl başardın?"

Zehra konuşurken üst kata çıkmış, misafir odasına gelmiş , banyo etmem için elime tutuşturduğu havlularla odanın içindeki banyonun önünde dikilirken çıkardığı pembe çiçekli nevresim takımını iki kişilik geniş yatağa geçirişini izlemeye başlamıştım.

Konuşmasına bir son verdiğinde neyi nereye bağladığını anlamamıştım ama Fırat'ın alkol tüketen biri olması beni şaşırtmıştı. Bahsettiği ayrılığımızda annemin borç olayıyla ilgiliydi.

Zehra'yı cevapsız bırakmamak için, "Astım hastasıyım ben " dedim. "Alkol sigara gibi maddelerin kokusu astım atağı geçirmeme neden oluyor. Belki o yüzden bırakmıştır. Fırat'ın alkol kullandığını sen söyleyene kadar bilmiyordum bile."

Zehra elinde şişirdiği yastığı yatağa koyarken, "Yanlış birşey mi söyledim?" Diye sordu tereddütle. Sanırım alkol olayını ağzından kaçırdığını düşünüyordu. Ama benim için sorun yoktu. Onunda dediği gibi Fırat artık içki içmiyordu. Eğer içiyor olsaydı belki sorun ederdim ama içmediği için sorun edilecek birşey yoktu.

"Hayır " dedim. "Yanlış birşey söylemedin. " Zehra emin olamamış gibi gözlerime bakarken gülümseyip, "En iyisi ben sana temiz pijama takımı getireyim. Sende duşunu al. Benim çenem baya düştü. Bu arada banyodan çıkınca kahve içmek ister misin ya da ıhlamur belki de salep falan?" Dediğinde birşey istemediğimi söyleyip gri kapılı banyoya girip suyu ayarlarken sıcak bir duşun bedenimde hüküm süren yorgunluğa iyi gelmesini umdum.

*******
Banyodan çıktığımda vücuduma sardığım havluya iyice sarılmıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde çok fazla üşüyordum ve bedenim titriyordu. Yatağın üzerindeki pijama takımına doğru ilerledim. Başım dönüp yer ayağımın altından kayıyormuş gibi hissederken yatağa tutunup oturduğumda omuzlarımdan kollarıma değen uzun ıslak saçlarım ürpermeme neden oluyordu. Bütün gücümü toplayıp ince askılı üzerinde küçük kırmızı çiçeklerin ve yeşil dallarının bulunduğu beyaz pijama takımını üzerime geçirip zar zor makyaj masasının üzerindeki tarakla saçlarımı tarayıp kurutmuştum. Havluyu banyoya bırakıp titreyen bedenimle yatağa geri oturduğumda komidinin üzerindeki küçük, siyah çalar saatin 02.23'ü gösterdiğini gördüm.

Fırat ne yapmıştı acaba? Oğuz 'u görebilmiş miydi? Oğuz iyi miydi? Niye ve kimle kavga etmişti? Zihnimde onlarca cevaplanmayı bekleyen soru varken telefonumu aradım. Banyoda çıkardığım pantolonumun cebinde olduğu aklıma gelirken ilaçlarımı da orada bıraktığımı hatırladım. Yataktan zar zor kalkıp banyoya girdiğimde aniden mide öz suyumun ağzıma gelmesiyle hızla klozetin kapağını açıp yere çökerken kusmaya başlamıştım.

Midem şiddetle kasılıp dururken gözlerimden peş peşe yaşlar süzülmeye başlamıştı. Öğürmelerim hıçkırıklarıma karışırken, "Hazan" diyen Zehra'nın endişeli ve şaşkın sesi kulaklarıma dolmuş ancak ben kusmaktan ona dönüp bakamamıştım. Ellerimle klozetin soğuk beyaz taşını sıkarken Zehra yanıma gelmiş bir eliyle önüme dökülen saçlarımı geriye çekip tutarken diğer elini de alnıma koyup yanıma çökmüştü.

Bir süre daha midemde hiçbir şey kalmayana kadar öğürüp kustuğumda derin derin nefesler alarak durulmuştum. Zehra sifona basıp çöktüğü yerden doğrulurken kolumu tutup, "Gel" dedi. "Elini yüzünü yıkayalım."

Çöktüğüm yerden Zehra'nın desteğiyle doğruldum. Bedenimdeki titreme devam ederken Zehra suyu açıp lavaboda yüzünü yıkamaya başlamıştı. Onu durdurup yüzümü kendim yıkayıp ağzımı çalkaladım. Havluyla elimi yüzümü kurullayıp hasır kirli sepetinin üzerine katlayarak koyduğum pantolunumun cebinden telefonumu ve ilaç poşetimi alıp belimden tutarak destek veren Zehra'yla odaya geçip yatağa oturdum.

Zehra yanıma oturup, "İyi misin? " Diye sorduğunda başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. Ağzımda garip bir tat vardı ve midem hafiften ağrıyordu. Zehra ,"Niye kustun sen şimdi? Az önce iyiydin. " dedi sorgulayıcı bir sesle. Yutkunup kendime gelmek için gözlerimi kapatıp açarken, "Kullandığım ilaçlar yüzünden. Birden ani bir şekilde mide bulantısı ve baş dönmesi yaşıyorum " diyerek durumu açıkladım. Zehra elinin tersini önce alnıma sonrada enseme koyarken,"Titriyorsun ve ateşinde var. Çok yüksek değil belki 36.5 ya da 37. " dedi. Ve hafifçe içini çekip, "İnsan iki çocuktan sonra termometre gibi oluyor " derken de kendi kendine konuşuyor gibiydi. Tuhaf bir kadındı.

Elini ensemden çekip, "Sana bir nane limon kaynatayım. İyi gelir. Sende uzan şöyle " dediğinde yatağı göstererek oturduğu yerden ayaklanmıştı. "Zahmet etme. İyiyim ben" diyerek itiraz ederken evin içinde kapının zil sesi duyulmuştu. Zehra'nın bendeki gözleri gayriihtiyari bir şekilde odanın kapısını bulduğunda, "Ayh kim bu saatte? Ela'yı uyandıracak. Allah'ım uyanırsa geride uyutamam." Diye söylenerek telaşla odadan çıkıp merdivenlere yönelmişti. Fırat'lar olamazdı. Daha gideli yarım saat anca olmuştu.

Nedensizce tedirgin olurken yataktan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Odadan çıkıp koyu kahverengi tonlarındaki merdivenlerin başına gelip trabzanlarına tutunarak, dönen başımla alt kata indim. Zehra açık kapıdan dışarıya bakarken elinde büyük sarı bir zarf tutuyordu. Yanına vardığımda, "Kimmiş?" Diye sordum. Zehra kapıdan geri çekilip bana dönerken, "Bilmiyorum. Kapıyı açtığımda kimse yoktu. Yerde bu zarfı buldum. Sana galiba. Üzerinde "savcıya. A.T" yazıyor. " diyerek durumu açıklamış ve elindeki zarfı bana uzatmıştı. Tedirgin gibiydi. Terör savcısı olduğumu biliyorsa bu tedirginliğini anlamak zor değildi. Evde iki tane çocuğu vardı. Yine de bunu bana belli etmemeye çalışıyordu. Buraya gelmekle hata etmiştim. Fırat'ın fikriydi ancak kabul eden bendim. Kendi evime gitmem daha emniyetli olurdu.

Yine de bunu düşünmek için artık çok geç olduğunu bildiğimden zarfı elinden aldım. Üzerinde siyah bir kalemle yazan yazıyı incelerken bu el yazısını bir yerlerden anımsadığımı fark ettim. Belki de içten içe kime ait olduğunu biliyor ama bunu kendime dahi söyleyecek cesareti bulamıyordum. Bir yerlere tutunma ihtiyacı hissederken kapının yanındaki siyah pufa doğru ilerleyip oturdum.

Zehra elinde tutmaya devam ettiği kapıyı örtüp önüme çökerken, "'Te-teröristler mi?" Diye sordu. Titreyen sesinden korktuğunu anlamak zor değildi. Kağıdın üzerinde "Savcıya " yazan yerin altında büyük harflerle "A.T." yazıyordu. Eğer zarf TKÖ'den geliyor olsaydı TKÖ yazardı. Fakat bu küçük detay bu zarfın TKÖ tarafından gönderilmediğini kanıtlamazdı.

Hafifçe içimi çekerken Zehra'yı daha fazla korkutmamak adına, "Sanmıyorum " dedim. Zarfın kimden geldiğini ise çoktan anlamıştım. Ancak dediğim gibi TKÖ'den gelmediğini söyleyemezdim.

Zehra tedirgin gözlerini yüzümde gezdirmeye devam ederken, "Emin misin?" Dedi.

"Bilmiyorum" dedim. "Ama öyleyse bile senin korkman gereken bir durum yok. Dertleri benimle. Sakin ol. Size zarar veremezler."

Zehra birşey söylemedi. Lakin bu sözlerimin Onu rahatlatmadığıda apaçık ortadaydı. Bu kendimi daha da kötü hissetmeme neden olurken kendi evime gitmeyi düşündüm. İstenmediğinizi ya da yerinizin bulunduğunuz yer olmadığını anladığınızda hissettiğiniz o kırıcı ve iç burkucu his sarmıştı içimi.

Gözlerimi Zehra'dan çekip elimde tuttuğum zarfa çevirdim. Zarfı açıp içine baktığımda birkaç evrak , fotoğraf, yine bir CD ve küçük bir not olduğunu gördüm. İçindekileri çıkartıp zarfı kucağıma bırakırken fotoğrafları inceledim.

Kenan Karadağlı

Fotoğraflarda o vardı. Bazılarında yüzü görünüyor bazılarında ise başına taktığı şapka yüzünün görünmesini engelliyordu. Bir inşaatın ya da binanın çatı katında çekildiğini düşündüğüm fotoğraflarda akşam saatleri olduğu belliydi. Kenan Karadağlı'nın elinde bir av tüfeği vardı. Fotoğrafların benim vurulduğum geceye ait olduğunu anladığımda zarfı gönderenin TKÖ olma olasılığı yarı yarıya düşmüştü ancak emin olamazdım.

Fotografları kucağıma bırakıp evrakları incelemeye başladım. Evraklar arasında Kenan Karadağlı'ya ait bir avcılık belgesi, av tüfeklerinin ruhsatnamesi ve Kenan Karadağlı'nın sahte bir binbaşı olduğunu gösteren birkaç evrak vardı. Adamın adı bile sahteydi ve belgeler eğitim durumunun lise mezunu bile olmadığını gösteriyordu.

Kaşlarım çatılırken içten içe eğer bu belgeler ve fotoğraflar gerçekse Kenan Karadağlı'yı adliyeye gidip yazacağım tek bir tutuklama kararıyla en geç yarın hapse atırabileceğimin bilincindeydim. Ama bu delilleri bana gönderen kişiye güvenmek benim için çok zordu.

Elimdeki belgeleri de kucağıma bırakıp sarı parşömen bir not kağıdına aynı tanıdık el yazısıyla yazılmış olan notu okudum. Notta şöyle yazıyordu;

" Sanırım bunlar binbaşıyı tutuklaman için yeterli olur. Belgelerin ve ruhsatların hepsi gerçek. Bana inanmıyorsan, ki olası bir durum, inceletebilirsin. Sana yıllardır birikmiş olan ve ödemekte geç kaldığım borcumu böyle ödediğimi düşün. Birgün yüz yüze geldiğimizde konuşuruz. Bu şehre benim için geldiğini biliyorum. Beni bulmaya kalkışma. İkimizde hazır olduğumuzda ben seni bulacağım. Merak etme çok bekletmeyeceğim.

A.T.
Not: Bir şeylere ve birilerine daha fazla geç kalmak istemiyorsan bir önceki CD'yi izle!!

Notu baştan sona tekrar tekrar defalarca kez okudum. Gözlerimin içi cayır cayır yanıyordu. Hislerimde haklıydım. Bundan sonrası hiç olmayacağı kadar zor olacaktı.


Zehra," İyi misin?" Diye sorarken "Bilgisayar var mı?" Dedim. Diğer CD'yi sorumsuzca davranıp izlememiştim. Bu CD 'yi hemen izlemek istiyordum.


" Var . Bekle getireyim. " diyerek ayaklanan Zehra'nın ardından gözlerimi sıkıca kapattım.


"İkimizde hazır olduğumuzda ben seni bulacağım "


Ben gerçekten seninle karşılaşmayı istiyor muyum peki ? Ben buna nasıl hazır olurum ki? Korkuyorum. Çok korkuyorum...


Zehra'nın ayağındaki pembe terliklerin merdivenlerde çıkardığı ses kulaklarıma dolarken gözlerimi açtım. Oturduğum yerden doğrulup salondaki siyah orta sehpaya doğru ilerlemeye başladığımda Zehra'da beni takip ediyordu. Yere oturup Zehra'nın önüme bıraktığı bilgisayarı açıp CD'yi taktım. CD'nin içindeki görüntülerin olduğu dosya ekrana yansırken dosyayı açıp, Zehra yanıma oturmuş ekrana bakarken videodan Zehra'yı korkutacak ya da tedirgin edecek birşeyin çıkmaması için dua edip, videoyu oynattım.


Ekranda vurulduğum gecenin kamera görüntüleri vardı. Bu görüntüler beni vuranın kim olduğunun belli olmadığı açıdan çekilmiş görüntülerdi. Muhtemelen polisin elindeki görüntünün aynısıydı. Sonra video başka bir kameranın açısına geçiyordu. Oğuz'un nişanının yapıldığı düğün salonunun karşısındaki bir binanın önünü gören bir kameraydı bu. Kenan Karadağlı'nın aracı hemen Fırat'ın aracının arkasından düğün salonunun bulunduğu caddedinin karşısına park ediyordu. Aracın plakası oldukça net bir şekilde görünüyordu. Kamera açısı yeniden değişirken daha geniş birperspektife geçiş yaptı. Bu kamera hem düğün salonunun önünü hemde düğün salonunun karşısındaki binanın girişini görüyordu.


Görüntülerde ben; Fırat, Canan teyze , Bahar ve kızı Elif yanımdan uzaklaşırken Gaye'yle konuşmak için yeniden arabaya biniyordum. O sırada Kenan Karadağlı'da aracından inip elinde bir av tüfeğinin rahatlıkla sığabileceği bir çantayla ışıkları kapalı olan, tahminime göre kullanılamayan binaya doğru ilerliyordu. Elindeki şapkayı başına geçirene kadar da yüzü bariz bir şekilde seçiliyordu.


Ekranın sol üstündeki saat göstergesi ilerlerken görüntü hızlandı. Benim içeriye girişim, sonra Fırat'la bir ara dışarı çıkışımız ve binanın arkasına geçişimiz herşey saniyeler içerisinde ekranda görünüp kaybolurken video yeniden normal bir hıza döndü. Oğuz , ben ve Muazzez teyze düğün salonundan çıkıp kaldırıma doğru ilerliyorduk. Bir süre sonra Rıza amcanın aracı önümüzde duruyordu. Oğuz ve ben Muazzez teyze ve Rıza amcayla vedalaştıktan sonra birkaç saniye konuşuyoruz. Ardından benim telefonum çalıyor ve ben telefonu açarken Oğuz düğün salonuna doğru ilerlemeye başlıyordu.


O sırada karşı binadan geldiği belli olan tüfeğin kırmızı lazer ışığı önce kalbimde sonrada karın boşluğumda belirirken yere yığılıyordum.


Zehra'nın dudaklarından vurulup yere yığıldığım an,"Hih" diye korku ve şaşkınlık dolu küçük bir nida döküldü. Kamera kayıtları oynamaya devam ederken benim Feyzullah'ın aracına bindirilip hastaneye gitmek için düğün salonunun önünden ayrılışımızdan sonra Kenan Karadağlı'nın binadan çıkıp aracına binerek oradan uzaklaştığı bariz bir şekilde görülüyordu.


Kamera görüntüleri sona erdiğinde ekranda beyaz ses dalgaları belirdi ve Kenan Karadağlı'nın, "Evet başkan binayı kontrol ettim boş. Bir aksilik çıkmazsa savcıyı bu akşam indireceğim." Diyen sesi duyuldu. Ardından bir başka ses kaydı açılırken bu seferde binbaşının, "Dediğiniz gibi savcıyı yaraladım. Merak etmeyin ölmez ama yaşamak istiyorsa biraz fazla çaba sarfetmesi gerekecek. " deyişi kulaklarıma doldu. Son sözlerini hissedilebilir bir alayla söylemişti.


Video tamamen son bulduğunda CD'yi bilgisayardan çıkarıp diğer belge ve fotoğraflarla birlikte zarfa geri koydum. Yarın ilk iş Şahin Özyurt'un e-mail adresime gönderdiği, vücudumdan çıkan, mermilerin balistik sonuçlarıyla elimdeki ruhsatlarda adı geçen av tüfeklerinin markalarını karşılaştıracaktım. Ardından bu görüntü ve belgelerle başsavcıya gidecek Kenan Karadağlı için bir tutuklama kararı çıkaracaktım. Oğuz'u bu işten nasıl kurtaracağım ise hâlâ meçhuldü. Ama buraya kadar gelmiş olmak büyük bir gelişmeydi. Her ne kadar bu şekilde olması garip ve fazla gelse de en azından günü elde koca bir sıfırla bitirmemiştim.


Zehra,"Ne şimdi bunlar?" Diye sordu birden. Elimde tuttuğum zarfta gezinen gözlerimi Ona çevirip açık kahverengi tonlarındaki gözlerine baktım. "Bir suçluyu yakalamak için gereken deliller. " dedim kısaca.


"Seni vuran adamı mı yakalayacaksın yani? Yani bir teröristi?"


Başımı olumlu anlamda sallayıp, "İşim bu benim." Dedim. "Biraz tehlikeli ama bunlar benim normalim."


Zehra,"Biraz mı?" Diye sordu hayrete düşmüş bir ifadeyle. " Bu çok korkunç bir iş. "


Bu tepkisine hafifçe gülümseyip, "Fırat'ın ki kadar değil " dedim. Zehra derin bir nefesi alıp verirken bir kolunu omzuma sarıp beni kendine çekti. Başını başıma yaslayıp, "Ah kuzum sende benim gibi bir ingilizce öğretmeni olup Fırat'ı kebap yerken bulabilirdin. İnsan böyle acaba hangimiz daha önce öleceğiz diye bekleyerek nasıl yaşar ki?" Dedi. Sözleri beni bir parça gülümsetip bir parça da hüzünlendirirken içimden bir ses benim Fırat'tan önce öleceğimi söylüyordu. Belki güzel bir ömrü Fırat'la geçirdikten sonra ölecektim belki de daha sevdiğim adama doyamadan. Bilmiyordum.


💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦


Loading...
0%