Yeni Üyelik
58.
Bölüm

57. Bölüm

@yikim2024

*******
Arabanın ısıtıcısından yayılan sıcaklık titreyen bedenime iyi gelirken sol ayağımdaki ağrı ve zonklamayı daha keskin bir şekilde hissetmeye başlamıştım. Hava yavaş yavaş aydınlanıyor, güneşin ilk ışıkları, kar yağışı devam ederken, gökyüzünü açık lacivert bir renge boyuyordu. Altımızda akıp giden , hafif buzlu , asfalt yolu gergin, kızgın, öfkeli ve bu halimin çatılmasına neden olduğu kaşlarımla izliyordum. Şırnak merkezdeki binbaşı Kenan Karadağlı'nın evine doğru ilerliyorduk. Yaklaşık on dakikadır Kim Chin'le birlikte sürdürdüğümüz bu yolculuk sessizdi. Kim Chin birkaç soru sormuştu ancak ben susmayı tercih etmiştim. Çünkü sorduğu sorular benimde Kim Chin'i beklerken kendime sorduğum lakin cevabını bulamadığım sorulardı. Ve sessizlik eğer bir cevapsa Kim Chin sorduğu soruların cevabını bilmediğimi anlamış olmalıydı. Anlamamış olsa bile sessizliğe ihtiyacım olduğunu kavrayabilmiş olmalı ki birkaç dakikalığına beni kendi kendime bırakmıştı.

Yine de kafamın içinde uğultular halinde yükselen, bana bağırıp çağıran, beni yargılayan ve en katlanılamaz kehanetleri kulağıma fısıldayan o ses yerli yerindeyken bu ana derin bir sessizliğin hakim olduğunu söylemem mümkün değildi. Hata yapmıştım. Tek istediğim sevdiğim adama karşı dürüst olmak, aramıza halihazırda var olan sırların üzerine, önemli ya da önemsiz, büyük ya da küçük yeni bir sır ve sınır koymamaktı. Şimdi ise işimi, VASÖ'deki mevkimi, Fırat'ı, Fırat'ın mesleğini ve çokta umrumda olmasa da Kenan Karadağlı'nın hayatını, tüm bunlara bağlı olarakta Oğuz'un kaderini tehlikeye atmıştım. En yapmamam gereken şeyi yapıp işimi özel hayatıma karıştırmıştım. Fırat o iti öldürürse, ki "yapmaz " diyemiyordum yapardı, ben birçok anlamda kayıplar yaşardım. Özellikle de VASÖ bunun bedelini bana çok ağır ödetirdi .

Elbette ki Fırat'ta yaptığı ya da yapacağı hata sebebiyetiyle meslekten atılabilir, hapse girebilirdi. Böyle bir durumda Oğuz için yaptığım gibi Fırat için kimsenin karşısına dikilemez, adaleti sorgulayamaz, kanunlara karşı gelemezdim. Çünkü eğer herşey böyle bir denklemde ilerlerse Fırat'ta ben de kesinkes suçlu olacağımızdan adaletin gerçek suçlular için işlemesine karşı gelmek gerçekten de vatan hainliği olurdu.

Kaldı ki Fırat , Kenan Karadağlı'yı öldürmemiş olsa bile bir ikaz, uzaklaştırma ya da disiplin cezası alacaktı. Alacağı cezayı Ona ben verecektim ve kendimi de kayırmayacaktım. VASÖ ya da kanunların bana biçeceği cezayı her ne olursa olsun kabul edecektim.

Sıkıntılı bir şekilde içimi çekerken dirseğimi cama dayayıp başımı da yumruk haline getirdiğim elime yasladım. Kim Chin anlık bir bana dönsede hiçbir şey söylemeden gözlerini yeniden yola çevirdi. Bense bugünü şöyle bir gözden geçirirken en başından beri böyle olacağını bildiğimi fark ettim. Evet, bugün ve bu olanlar bana olmayacak şeylermiş gibi gelmiyordu. Özellikle de Fırat'la böyle bir anın içine sürüklenmek hiçte uzak birşey değildi. Öfkesinin birgün bizi yakacağını biliyordum. Peki Onun şu an bundan haberi var mıydı? Hem mesleklerimizi hem de ilişkimizi nasıl bir çıkmaza sürüklediğinin bilincinde miydi? Ben böyle bir yangında kül olmak istemiyordum, O istiyor muydu? Bütün suçu tamamen Ona atmak elbette ki bencillik olurdu lakin ben bana olan sevgisine güvenerek izletmiştim Ona o videoyu. Bana "ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim ben itmem seni kendimden. Sen dokununca sakinleşirim." Deyişine güvenmiştim. Ama O benim için yine beni ezip gitmişti. Biliyordum beni vurup öldürmeye çalışan o itin komutanı olması, bir teröriste saygı gösterip, o şerefsizin emrinde olmak zoruna gitmiş, öfkelenmesine neden olmuş Fırat'ı delirmişti. Fakat verdiği bu tepki yerinde miydi, Onu anlamam , neyi neden yaptığını bilmem kendi içimde dahi olsa Onu haklı çıkarmamı sağlar mıydı, bilmiyordum. Ama bildiğim birşey vardı, belki de birçok şey ancak en önemlisi, en azından benim için en önemlisi, Fırat'a kırgın olmadığımdı. Lakin sarsıcı ve yakıcı bir kızgınlık içerisindeydim. Umarım benim kızgınlığımın sonuçları Fırat'ın öfkesinin üzerine geçmezdi. Zira iş hayatımızda olan şeylerin ister istemez özel hayatımızı da etkileyeceğini biliyordum ve bu sinirlendiğimde , gerçekten sinirlendiğimde, ağzımdan çıkacakları kontrol edemeyeceğimi bildiğimden beni ürkütüyordu.

Düşüncelerim arasında gözlerim aracın saat göstergesini bulduğunda saatin 04.27 olduğunu gördüm. Silopi Şırnak arası yaklaşık 1 saat 10 dakikaydı. Fırat benden yirmi dakika önce yola çıkmıştı ve bu da bizden önce orada olacağını gösteriyordu. Biz oraya varana kadar , tabiî albay merkezde yaşayan askerlere haber vermemiş olsaydı, Kenan Karadağlı'nın evine varıp o şerefsizi öldürmesi oldukça olasıydı. Ancak askerler Kim Chin gelmeden önce albaydan aldığım habere göre binbaşının evinin etrafını sarmış bir halde Fırat'ı bekliyordu. Aslında bu hâlde emniyete ve başsavcıya da haber vermem gerekiyordu fakat durumu iyi bir şekilde yönetebildiğim sürece ortalığı daha fazla ayağa kaldırmak istemiyordum. Belki böyle yaparak yine kendimi bir yanlışın içine itiyordum lakin Fırat'ı bu hâle getiren bendim ve bir şekilde Onun gururunu da düşünmem gerekiyordu. Onu bu hâle getirip sonra da bütün emniyeti ve adliyeyi başına toplamam gururunu , onurunu hiçe saymak olurdu. Şimdilik hiçbir şey netleşmeden VASÖ 'ye bile haber vermeyi düşünmüyordum. Üstelik daha Cihan abiye VASÖ 'nün kara listesinde olan, sağ ele geçirmek istedikleri Hakan Çınar'ın öldüğünü bile söylememiştim. Gerçi öğrenmiş olmalılardı ve büyük ihtimalle sebebini araştırıyorlardı.

Dirseğimi camdan çekip oturduğum yerde hafifçe hareketlenirken Kim Chin'e,"Biraz daha hızlı ol" dedim. Kim Chin hızını artırırken dikiz aynasından geriye bakıp kaşlarını çattı. Bu hâli dikkatimi çekerken sağımda kalan, kar yağışından dolayı üzerinde oluşan damlalardan pekte bir şeyin belli olmadığı, aynaya bakıp aracın arkasını kontrol ettim. Siyah bir Ford belirli bir takip mesafesinde hemen arkamızdaydı. İki seçenek vardı; ya takip ediliyorduk ya da arkamızdan gelen diğer beş araç gibi o araçta kendi yolundaydı. Yine de,

"Sence takip mi ediliyoruz?" Diye sordum Kim Chin'e. Kim Chin hızını biraz daha artırıp sola sinyal vererek şerit değiştirirken arkamızdaki aracın da aynısını yapmasıyla, "Bence evet." Dedi. "Seni aldığımdan beri peşimizde. Bir süredir aramıza araç girmesine izin vermeden bizi takip ediyor. Cihan abiden aldığım duyumlara göre bugün silahlı saldırıya uğramışsın onunla ilgili olmasın ?"

Hafifçe içimi çekip gözlerimi arkamızdaki araçtan alırken önüme döndüm.

"Sanmam. Boşver . Takip ediyorsa etsin. İllaki bir yerde niyetini belli eder. O zaman yapılması gerekeni yaparız. "

Kim Chin'in gözleri yine saniyelik bir beni bulurken,"Bu ne rahatlık ya?" Dedi anlam veremiyormuş gibi. Hâlbuki şu an "rahatlık " kelimesiyle uzaktan yakından alakam yoktu. Sadece Ona da söylediğim gibi boşvermiştim. Elimden birşey gelmiyorsa yapacak bir şeyim yoktu.

"Rahat değilim Kim Chin. Sadece yapacak bir şeyim yok. Senin varsa durma yap ."

Kim Chin birkaç saniye sessiz kalıp, "Yok ama en azından ciddi bir konuda boşverilmemesi gerektiğini biliyorum. Bence sende biliyorsun ama seni tanıdığım kadarıyla her zaman bildiğinin tam tersini yapıyorsun. Sanırım şu halinin sebebi de bu. " dediğinde aracın camına düşen iri kar tanelerinin sileceklerin önünde sağa sola savrularak erimelerini ve eriyen kar tanelerinden geriye kalan suyun aşağı doğru akışında gezinen gözlerimi Kim Chin'e çevirdim. Kaşlarım daha derinden çatılırken, "Ne demek istiyorsun?" Diye sordum. Tamam haklıydı. Peki beni bu kadar haklı analiz edebilecek derecede tanıyor muydu? Sanmıyordum.

Kim Chin hafifçe içini çekip kararsız bir yüz ifadesiyle yutkunurken, "Cihan abi her şeyi biliyor" dedi. Daha fazla birşey söylemek istemiyor gibiydi ancak Cihan abinin neyi ne kadar bildiğini, "her şey " derken neyden bahsettiğini bilmem gerekiyordu. Öte yandan Cihan abinin bildiği şey Fırat'la olan ilişkimse bu beni fazla şaşırtmazdı ki ne VASÖ'den ne de Cihan abiden sakladığım başka bir şey de yoktu. Lakin böyle bir durumda asıl mesele nasıl öğrendiği olurdu. Böyle bir durumda da tek bir seçenek vardı o da birinin beni Cihan abiye gammazladığıyďı. Eğer öyleyse bilmem gereken o kişinin kim olduğuydu.

"Neyi biliyor?" Diye sordum sakin ve ciddi bir sesle.

Kim Chin yine konuşmakta tereddüt yaşarken, "Eniştemle olan ilişkinizi." Dediğinde bir süre duraksasamda, "Anlat" dedim. "Nasıl biliyor, kim söyledi, sen Cihan abinin bunu bildiğini nereden biliyorsun ve tüm bunların benim her zaman bildiğim şeyin tam tersini yapmamla ne alakası var? Ve lütfen şu hızını daha fazla artır Kim Chin. "

Kim Chin hızını fazlasıyla artırırken, "Seni kardeşimin yerine koyduğumu biliyorsun. Umarım benden şüphelenmiyorsundur savcı? Ben sana , hatta kimseye, böyle bir şey yapmam. Ama sana asla yapmam." Dedi. Sesinde belli belirsiz bir hayal kırıklığı hissettiğimde, "Senden şüpheleniyor olsaydım kimin söylediğini sormak yerine sen mi söyledin diye sorardım. Şimdi bana ne biliyorsan anlat." Dedim. Kim Chin'e karşı içimde bir sevecenlik vardı ve ben kendimi Fırat'tan sonra en çok Onun yanında güvende hissediyordum. Tabii eskiden daha doğrusu birkaç saat öncesine kadar ikinci sırada Oğuz vardı ancak o artık bana güvenmiyordu.

Kim Chin Ona güvenmem hoşuna gitmiş gibi gülümserken, "Kimin söylediğini bilmiyorum. Bana Bora söyledi. Cihan abinin sana güvendiği için şimdilik bir şey söylemediğini ve eniştemin çok iyi bir asker oluşunun da Cihan abinin sana bu ilişki konusunda tolerans tanımasında büyük rolü olduğunu söyledi. Sanırım senin aracılığınla yüzbaşıyı VASÖ'ye almak istiyorlar. Ya da istiyorlardı. "

Anlamayan gözlerle Kim Chin'e bakarken,"Anlamadım?" Dedim. Cihan abinin bir şeyleri bildiğini hissediyordum ancak Fırat'ı VASÖ'ye almak isteyeceklerini, yıllarca ajanlara özel hayatlarını zindan ederlerken, boşanmalarına neden olup geride anne babası ayrılmış çocuklar bırakırken bana sırf menfaatleri için ses çıkarmamaları , beni , Fırat'la birbirimize duyduğumuz sevgiyi kullanarak Fırat'ı VASÖ'ye alabilmek için aracı olarak kullanmayı düşünebilmeleri anlayacağım ya da kabul edebileceğim birşey değildi. O yüzden bunu anlayamazdım.

Kim Chin, "Şu an ne olduğunu, yüzbaşının nerede olduğunu biliyorlar. Bizim nereye gittiğimizi de öyle. Bence senin emrinde olan ajanlardan biri VASÖ'ye senin özel hayatınla ilgili bilgi sızdırıyor. Kim olduğunu sorma bilmiyorum ama Anıl ve Emir değil. Ve sanırım şu an gittiğimiz yerde birkaç ajanla karşılaşmamız oldukça mümkün. Belki de daha fazlasıyla. " dedi ve ekledi;

"Buraya gelmeden önce Cihan abi beni aradı. Senin yanlış bir şey yapmana engel olmamı söyledi. En kısa zamanda da beni İstanbul'a çağırdı. Neden olduğunu söylemedi ama bence burada olanlar hakkında bilgi almak istiyor. "

Damarlarımda akan kanın öfkeden yakıcı bir hâl aldığını hissederken , "Neden tüm bunları sana söylüyorlar? Bu olanlar benimle ilgili , bu benim hayatım. Kendimle ilgili sorumluluk alması gereken tek kişi de benim. Benim yanlış bir şey yapıp yapmamam senin tekelinde olan bir şey değil. İstersem yanlışın da doğrunun da içinden geçerim. Neden yapamayacaklarını bile bile beni kontrol altına almaya çalışıyorlar?" Dediğimde sesim yüksek değildi ancak fazlasıyla sertti.

Kim Chin bir anlık bana dönerken, "Sakin ol" dedi. "Belki de tam da bu yüzdendir. Senin kendini kontrol etmek gibi bir derdin yok. Neyin ne olduğunu biliyorsun, kuralları biliyorsun, VASÖ'nün nasıl bir örgüt olduğunu biliyorsun, ajanların senin olduğun konumda olmak için nasıl bir hırs içinde olduğunu biliyorsun ama buna rağmen hiçbir şeyi saklamak ya da bir şeyler için önlem almak gibi bir derdin yok. Her şeyi biliyorsun ama tam tersini yapıyorsun. Kaç ajanın sevdiğinden, eşinden ayrıldığını biliyorsun. Buradaki ajanlar arasında da var öyleleri. Sana tanınan bu toleransı ya da senin onlara nazaran kendi kafana göre takılmanı , bu yaşına rağmen onların yıllar sonra sahip olacakları imkanlara sahip olmanı kabullenememiş olanlar illaki olacaktı. "

Bunlar Kim Chin'in sözleri değildi. Bir kısmı Cihan abinin, bir kısmı Bora'nın büyük bir kısmı da VASÖ'deki diğer ajanların benim arkamdan konuşurken kullandıkları cümlelerdi. Ve hiçbiri umrumda değildi. Bu hayatta hiçbir yere ve hiç kimseye herşeyimle ait olamamıştım. Kimse beni olduğum, olmak istediğim gibi kabul etmemişti. Kendi kendime kalabildiğim çocukluğumu, annemin beni unuttuğu İstanbul'daki odamı, babamın eve gelmesini beklediğim gece yarılarını çok özlemiştim. Ve eğer bir şeyler canımı yakıp beni hüzünlendirebilecekse o da sadece o günlere geri dönemeyecek oluşum olurdu. Ben bugün bu anda vazgeçmiştim tüm insanlardan. Sevdiklerimden vazgeçmek bile o kadar elzem gelmiyordu. Ne vardı yani ? Diyor ya şarkıda da;

"Bende yoluma giderim , ezdirmem kendimi " diye. Giderdim işte. Yoluma da giderdim gerekiyorsa bu dünyadan da.

Kim Chin'in yüzündeki gözlerimi önüme çevirip sebebini bilmediğim bir hayal kırıklığı çökerken içime, "İstanbul'a senin gitmene gerek yok. Ben giderim. " dedim düz bir sesle. "Sonuçta herşey benim hatam." Son sözlerimi kendi kendime söyler gibi fısıldamıştım.

Kim Chin'in bana döndüğünü hissetsemde yüzümü cama çevirdim. O ise,"Sorun değil. Senin için yaptığım herhangi bir şeyden rahatsızlık duymam." Dedi. Bunu bilemezdim. Bugün böyle söylüyor olabilirdi ancak fikirler ve duygular iyi ya da kötü yönde değişebilirdi. Ki benim hayatımı baz aldığımızda bu değişimin kötü yönde olması oldukça olasıydı.

Yine de Kim Chin'in az önce söylediklerine, Fırat'ın binbaşıyı öldürmeye gidişine gereken tepkiyi veremediğimin bilinciyle içten içe, bu sakinliğim , tepkisizliğim ve hissiziiğimle boğuşurken sadece,"Ben gitmek istiyorum. Babamı özledim. " dedim düz bir sesle. Aslında babamı özlediğimi bilmesine gerek yoktu ancak eğer araya böyle duygusal birşey sokmazsam ısrar edeceğini hissetmiştim ve bunu istemiyordum. Tek istediğim bir günlüğüne de olsa buradan uzaklaşabilmekti.

Kim Chin, "Peki , nasıl istersen" derken beni anlamıştı ve ne hissettiğimi biliyor gibiydi.

                                *******

Saat beş olurken Şırnak merkeze varmak üzereydik. Kumçatı D400 otoyolunda fazla yoğun olmayan trafiğin içinde Kim Chin hız sınırını fazlasıyla aşmıştı. Albaydan gelen bilgiye göre Fırat binbaşının evine henüz varmamıştı ancak an meselesi olabilirdi. Askerler hâlâ evin etrafında nöbetteydi.

Az ileride "Şırnak Merkez " yazan mavi tabelayı gördüğümde Kumçatı'dan çıkmak üzereydik. Binbaşının Gündoğdu mahallesi Güneşli sokakta bulunan evine on dakika sonra varacağımızı düşünürsek Fırat şu an o eve varmış olmalıydı. Albayla konuşalı da yaklaşık on dakika olmuştu zaten.

Kim Chin trafiğin biraz daha seyreldiği yolda hızını biraz daha artırırken aracın tekerlerinin hafif hafif kaydığını hissedebiliyordum. Kar yağışı ince ve sulu bir hâl alıyordu şehrin bu kısmında ve Silopi 'deki soğukla kıyaslandığında burası daha sıcak sayılabilirdi.

Üzerimdeki gerginliği yok saymaya çalışırken etrafı izlemek iyi geliyordu. Lakin telefonuma albaydan Fırat'ın binbaşının evine ulaştığına dair bir mesaj gelene kadar. O an öyle bir gerilim hissettim ki eğer daha hızlı olacağını bilsem arabadan inip koşarak yola devam edebilirdim. Ancak sadece Kim Chin'e daha hızlı olmasını söyleyebildim. O ise hız sınırını sonuna kadar aştığında bizi takip eden siyah Ford fazlasıyla arkamızda kalmış, birkaç araçta aramıza girmişti.

Bir süre sonra Gündoğdu mahallesini bulmuş Güneşli sokağa girmiştik. Numarası 4 olan iki katlı, sarı boyalı , bahçeli müstakil evi bulmak ya da fark etmek önündeki sivil olsalarda asker olduklarını tahmin edebildiğim kalabalık sayesinde hiçte zor olmamıştı. Kim Chin sokak arasında olduğumuz için kaldırım kenarındaki araçlardan dolayı hızını iyice düşürürken milim milim ilerliyordu. Bu üzerimdeki gerilimi ve sabırsızlığı son raddeye kadar artırırken patlayan bir silahın sesi sabahın erken saatlerinin vermiş olduğu sükuneti üzerinde taşıyan bu sakin sokakta yankılandığında arabanın durmasını beklemeden silahımı alıp indim. Yüzümde tahmin ettiğim şeyden dolayı bir dehşet ve telaş vardı.

Kapıyı hızla kapatıp yokuş yukarı eve doğru koşmaya başladığımda burkulan ayağımın acısı umrumda bile değildi. Esen sert rüzgar saçlarımı geriye doğru savuruyor, sulu kar taneleri yüzüme çarpıyor, ayaklarım buzlu yolda kayıyordu. Bütün bir gün boyunca ısınmayan bedenim, beni çok zorlamasa da sorunlu bir şekilde alıp verdiğim nefesler, hafif hafif acımaya başlayan boğazım ve normalden yüksek olduğunu hissettiğim ateşim hasta olacağımın sinyallerini veriyorken bugün bitebildiğinde benimde bitmek üzere olacağımı gösteriyordu.

Yokuşu bitirip evin bahçe duvarının üstünden Fırat'ın Ona engel olmaya çalışan Turan timinden teğmen Ahmet Yazıcı, uzman çavuş Kadir Keskin ve piyade uzman çavuş Akın Bayraktar 'la tartıştığını görmüştüm. Rahatladığımı hissederken gerilen kaslarım az biraz gevşemişti. Geç kalmamıştım.

O sırada Fırat'ın "Bırakın lan!!!!" Diye gürleyen kaba sesi sokağı inletirken Kadir Keskin Onu ,"Abi...komutanım dur Allah'ına kurban olayım dur!!" Diyerek dizginlemeye çalışıyordu. Az önce patlayan silahtan çıkan kurşunda evin camlarından birini paramparça etmişti. Bu gürültüye binbaşının ortaya çıkmamasını garip bulurken üst katta ki camlardan birinde Kenan Karadağlı'yı gördüm. Onun Fırat'ta gezinen korku dolu gözleri de beni bulmuştu. Fırat'tan korkuyordu. Gözleri birkaç saniye bende gezinirken sonunun geldiğini ikimizde biliyorduk. Ama bu son Fırat'ın değil benim elimden olacaktı.

Binbaşı pencereden çekildiğinde kaçmayı deneyeceğini biliyordum. Ancak askerler evin dört bir yanını sarmışken bu mümkün olmayacaktı. Öte yandan Kim Chin'in dediği gibi VASÖ ajanları buradaysa imkansız kelimesi belki de ilk defa bugün tam anlamıyla kullanılabilirdi.

Gözlerimi camdan çekip Fırat'a ve bahçedeki tanıdık ve tanımadık askerlere döndüm. Adımlarımı açık olan demir bahçe kapısına doğru yöneltiğimde Fırat, "Siktirtmeyin lan bana kendinizi!!!!! Elimden bir kaza çıkacak lan!!!" Diye gürlemişti. Ahmet Yazıcı, "Sikin komutanım. Ne yaparsanız yapın ama sizi bırakmayız." Demişti. Turan timinin orada olan diğer kısmı da evin önünde bedenleriyle resmen etten duvar örmüşlerdi.

Fırat sinirle,"Ulan amınakoduğum !" diye sinirle söylenirken Ahmet'i yakasından tutup kafa atmıştı. Adam yere yığılır gibi olurken askerlerden biri adamı düşmeden tutmuştu. Diğerlerinden daha yaş itibariyle büyük olan bir asker Ahmet'in yerine Fırat'ın önünde dururken, "Ağır ol Bozkurt!!! Bu işin sonunda zarar gören sen olacaksın!! İyliğini düşündüğümüzden duruyoruz önünde!!! Yoksa gebert o iti bize ne lan !!! Albay gelene kadar bir dur!!!" Dediğinde bahçeye girmiştim. Beni gören askerler esas duruş alırken Fırat'ın bana arkası dönüktü. Geniş sırtının gerginliğinden bile evden çıkarken ki öfkesinden hiçbir şey kaybetmediğini görebiliyordum. Ama ben buraya gelene kadar sanırım Fırat'a duyduğum sevgi dışında bütün duygularımı kaybetmiştim. O da bizi ayakta tutmaya yeter miydi , birazdan olacaklar eskisi gibi olmamıza olanak verir miydi , bilmiyordum. Bilmekte düşünmekte istemiyordum.

Fırat otuzlu yaşlarının ortalarında görünen o askere,"Sikerim lan senin iyliğini!!! Ne iyliğinden bahsediyorsun sen?!!! O piç benim sevdiğimi öldürüyordu lan!!! Ben o ibneye saygı gösterdim, emirlerine itaat ettim, komutanım dedim , aynı sofraya oturdum, üstüm lan o benim!!!! O piç kurusu yıllarca kandırmış bizi!!! Kaç kere hayatımızı sikiyordu haberin var mı ?!!!! Kimi koruyorsun sen Akrep? !!!!" Diye kükrediğinde bir adam nasıl bu kadar öfkeliyken bile hissettiği tüm duyguları, harfi harfine, en derinlerine kadar hissedip yine aynı şekilde hissettirebilir diye düşündüm. Sesi bu sokağı inletiyor, sokaktaki bütün evleri teker teker uyandırıyordu. Lakin benim içimi ürperten sesinin yüksekliği ya da kalın ve kaba sesindeki ürkütücülük değil o sesin içindeki duygulardı. Fırat'ın binbaşıdan hoşlanmadığı buraya geldiğim ilk günden beri belliydi. Peki bu kırgınlığı niyeydi? Asker olmak , o dağlarda sırt sırta verip çatışmak, birbirlerine can emanet etmek zannımca benim anlayamayacağım şeylerdi. Silah arkadaşı olmak başka birşey olmalıydı. Birini sevmesen bile Ona güvenmeyi ve aynı güveni karşı tarafa da verebilmeyi gerektirirdi. Evet tüm bunları hakkıyla anlamam mümkün değildi fakat vatana ihanet eden birine duyulan öfkeyi anlayabilirdim. Fırat şu an Kenan Karadağlı'yı dağda öldürdüğü ve bunu yapmaktan zevk aldığı bir şerefsiz gibi görüyordu. Haklıydı. O itin dağdaki şerefsizlerden bir farkı yoktu. Ama burası dağ değildi. Burada adalet vardı. Kafasına göre kimseyi ölďüremezdi. Çünkü herşeyden öte burada ben vardım.

Fırat'ın "akrep" dediği orta boylu ancak fazlasıyla yapılı ve korkutucu görünen esmer ancak buna tezat olarak yeşil gözlü olan adam Fırat'a beni fark edince cevap vermeyip sessizliğini korurken derince içimi çekip ellerimi sağ elimdeki silahla birlikte , kendimi güçlü hissetmek adına arkamda bağladım. Başımı dikleştirip gözlerimi Fırat'ın kalın ensesinde ve subay tıraşı olan gür, kömür karası saçlarında gezdirirken sevdiğim adam diğerlerinin bakışlarını takip edip ya da tam arkasında ancak bir metre kadar uzağında durduğumu hissetmiş olmalı ki geniş omzunun üstünden başını hafifçe bana döndürdü. Yan profilinden alnına dökülen asi saçlarını, gür, uzun ve kıvrımlı kirpiklerini, bir erkeğe göre fazlasıyla biçimli ve kusursuz burnunu , elti dudaklarının , kemikli çenesini gördüm. Ve tabii birde şu an herşeye , herkese olan öfkesinin harıl harıl yandığı kara gözlerini.

Düz ve ifadesiz bir yüz ifadesiyle gözlerimden hiçbir duygunun emaresi bile yokken başımı hafif sola yatırıp öylece baktım Ona. "Sen napıyorsun? Bize , kendine napıyorsun?" Der gibi baktım ama demedim. O ise önüne dönüp derin ve sert bir nefesi alıp verirken öfkeyle tüm bedenini birden bana dönüp üzerime doğru geldi. Karşısında şu an Onun Hazan'ı olarak durduğumu sanıyordu. Ama ben burada Cumhuriyet savcısı olarak bulunuyordum.

Yine de birşey söylemeden üzerime gelmesini aynı tepkisizlikle izledim. Tam karşımda durup ateş saçan kara gözleriyle gözlerime baskın bir şekilde bakarken, "Ne işin var senin burda?! Niye geldin?!" Dedi tıslar gibi. Gözlerine birkaç saniye bakıp, "Niye gelmeyeyim yüzbaşım? Savcılık askeriyeye bağlandı da benim mi haberim yok? Bir yerde bulunmak için sizden izin mi almalıydım?" Dedim son derece sakin bir tavırla. İstesem bu kadar sakin ve ruhsuz olamazdım herhalde.

Fırat elindeki silahı parmak boğumları bembeyaz olana kadar sıkarken gözlerini sinirle kapatıp açtı. Çene kaslarını dişlerini sıkarak oynatırken burun delikleri alıp verdiği sert nefeslerle hareket ediyor, yüzü seğiriyordu. Gözleri öylesine karanlık bir ifadeye bürünmüştü ki Fırat'ın Hazan'ı bu hâlinden korkar ve hemen pusardı. Ama ben bu günden sonra Fırat'ın Hazan'ı olmayacağımı bilerek korkmadım.

Fırat üzerime doğru bir adım daha gelip, "Hazan!!" Dedi uyarıcı bir sesle. Başımı uzun boyundan dolayı geriye atmak zorunda kalırken gözlerine meydan okuyan bir ifadeyle bakıp, "Hazan, değil. Savcım. Sayın savcım. " dedim her bir kelimenin üzerine basarak. Anlasındı . O yaptığı bu yanlışı Ona ait olan, istediğini yapıp istediği gibi sevdiği Hazan'a değil savcı Hazan'a yapıyordu. Ben bir devlet memuruyken Ona ait değildim.

Fırat bu halimle , Ona karşı sergilediğim bu tavırla öfkesinin ardından bana garip bir ifadeyle bakıyordu. Bu halimi anlamlandıramadığı gibi şaşırmıştı da sanki. Olabilirdi. Bende şaşkındım. Belki de o yüzden bu kadar sakindim.

Gözlerimi gözlerinden çekip yanından geçerek evin kapısına doğru aksamasına engel olmaya çalıştığım ayağımla ilerledim. Altı basamaklı merdivenin önünde durup kapıda duran askerlere ,"Çekilin " dediğimde hepsi bir ağızdan, "Emredersiniz savcım " derken dağıldılar. Merdivenleri çıkmak ayağımı zorlasa da Fırat'ın ayağımın burkulduğunu bilmesini istemiyordum.

Merdivenleri çıkıp beyaz kapıya doğru yürüyüp siyah paspasın üzerinde durup zile bastım. Açılmayacağını biliyordum. Direnmeden teslim olmayacağını da. Hafifçe içimi çekip çekip zilin olduğu duvara yaslanıp tiz ve rahatsız edici bir sesi olan zile peş peşe üç kez bastım. Kapının arkasından tıkırtılar gelirken sağ elimdeki silahın namlusuyla kapıya birkaç kez vurdum. Yüzümde belli belirsiz histerik bir gülümseme bana kendimi psikopat gibi hissetirirken buna engel olamadığımı fark etmek beni ürkütmüştü. Yine de sakince, "İstersen dışarıya çık binbaşı " dediğimde sesim öyle olmasını istemesemde alaycı çıkmıştı.

Binbaşıdan birkaç saniye ses gelmezken bu saniyelerin sonunda,"Bu bir davet mi?" Dedi. Sesini alaycı bir ifadeye bürümeye çalışıyordu. Korktuğunu ve evden bu kapı dışında hiçbir çıkış yolunun olmadığını bildiği için yaşadığı çaresizliği sesinin derinlerinde hissedebiliyordum. Gerçi kurtulmak için bir seçeneği daha vardı; kendini öldürmek. Belki Hakan Çınar gibi zehir içerek, belki de kafasına sıkarak . Orası kendi bileceği işti .

"Bilmem. Öyle olsun mu isterdin? "

Kenan Karadağlı'dan bir süre yine ses gelmedi. Ayak seslerinden önce kapıdan uzaklaştığını sonra da yaklaştığını anladım.

"Seni vurmak benim fikrim değildi. Aldığım emri uyguladım. " derken sesi yeniden duyulduğunda Fırat'ın "Ulan it!!! Ulan amınakoduğum!!!!" Diye gürleyerek buraya doğru geldiğini gördüğümde Turan timi Fırat'ı son anda merdivenlere ulaşmadan tutmuştu. Kapıdan ayrılıp merdivenin başına doğru ilerledim. Fırat Onu tutanlara esip gürlerken, "Kendine gel yüzbaşı!" Dedim sesimi yükselterek uyarıcı bir sesle. "Alacağın cezayı ikiye katlamak istemezsin herhalde."

Fırat'ın gözleri gözlerimde takılı kalırken Ona ve sevgimize ihanet ediyormuşum, aramıza asla aşılmayacak duvarlar koyuyormuşum gibi hissetmiştim. Belki de böyle olması daha iyiydi. Belli ki birbirimize zarar verme olasılığımız fazlasıyla yüksekti ve en başından beri birbirimiz için uygun olmadığımız ortadayken böyle çok sevmek büyük bir hataydı. Bilmiyordum. Bundan sonra düzeltemezdik herhalde.

Fırat sözlerimle durulurken binbaşının, "Yüzbaşıyı buradan gönder. O zaman hiçbir zorluk çıkarmadan teslim olur ne biliyorsam anlatırım. " diyen sesi kapının ardından boğuk bir şekilde kulaklarıma doldu. Omzumun üzerinden Fırat'ın gözlerinden gözlerimi kaçırma ihtiyacıyla kapıya dönerken Fırat, "Hiçbir yere gitmiyorum lan!!!"diye bağırdı." Senin o pis nefesini kesmeden buradan gidersem namerdim !!!!!"

Gözlerim yeniden Fırat'ı bulurken birkaç saniye düşündüm. Fırat'ın buradan gitmesi bencede en mantıklı karar olabilirdi. Dudaklarımı aralayıp Fırat'a gitmesini söyleyecekken Fırat, "Sakın!" Dedi dişlerini sıkıp bastırarak. "Sakın bana "git " deme! "

"Git" demeyeceğim. Emredeceğim. Git yüzbaşı. "

Sözlerim Fırat'ın öfkesini yanan ateşe dökülen benzin gibi iyice harlarken, "Yüzbaşını sikerim lan senin!!!! Hiçbir bir yere gitmiyorum. İstersen sür beni bu şehirden o itin kafasına sıkmadan burdan gidersem sana bugüne kadar kurduğum bütün cümlelere ihanet etmiş olurum! Ben ne sevdiğim kadına verdiğim sözlere ihanet ederim ne de vatanıma, bayrağıma ihanet edene eyvallah çekerim! Sıkıyorsa gönder!!" Deyişi içimde depremler yaratırken karşı kaldırımda durup burayı izleyen siyah giyimli sekiz on kişiden oluşan aralarında Yağız'ın da bulunduğu VASÖ ajanlarında gözlerimi gezdirdim. Orda öylece durup dikkat çektiklerinin farkında değiller miydi? Cihan abi bunları buraya gönderirken "ulu orta yerde durunda öküzün trene baktığı gibi bakın" mı demişti.

Yağız onlara baktığımı fark edince arkasındaki araca yaslanıp kollarını göğsünde birleştirip hafifçe gülümserken baş selamı verdi. Gözlerine sert bir şekilde bakıp Fırat'a döndüm.

"Doğru düzgün konuş savcınla. Senden önce ben bu vatana ihanet edene bayrağımıza göz dikene eyvallah çekmem. Senin görevin dağda yüzbaşı. Burası benim mıntıkam. Şimdi sana neyin sıkıp neyin sıkmadığını göstermemi istemiyorsan bas geri!"

Fırat'ın kara gözleri bu sözlerimle anlamlandıramadığım bir şekilde parlamıştı. Anlamlandıramadığım bir şekilde diyordum çünkü bu parıltı öfkeye ya da kızgınlığa ait değildi. Tüm otoritemi ortaya koyuyordum, Fırat'a en nefret ettiği şeyi yapıp dikleniyordum, yer yer sesimi yükseltiyor üstelikte bunu timinin ve silah arkadaşlarının önünde yapıyordum. Bu insanlar arasında sadece Turan timi ve Oğuz'un nişanına gelen askerler bizi biliyordu ve ben onların önünde Fırat'ı neredeyse rütbemle eziyordum. Onu buradan kovuyordum ama O bana böyle...hayran hayran , güzel güzel bakıyordu uzun bir süre dinmeyeceğini bildiğim o büyük öfkesinin zifiri bir karanlığa bürüdüğü kara gözleriyle. Oysa aramıza kalın duvarlar ördüğümü sanıyordum. Gerçi ben bu an için hâlâ kızgındım Ona. Kenan Karadağlı'yı daha kanunlara uygun, daha disiplinli ve olması gereken şekilde tutuklamak istiyordum. O CD'nin ve belgelerin gerçekliğinden emin olup başsavcıyla birlikte hareket etmek istiyordum. Olayın bu kadar büyümesini, her şeyin böylesine paldır küldür bir hâl almasını istemiyordum. Onlarca askerin önünde, komutanı olduğu timin karşısında sevdiğim adama böyle davranmak , Ona rütbemle kafa tutmak ve bunu içimden gelerek , kızgınlıkla yapmak istemiyordum. Ne var ki bu hayatta hiçbir şey istediğim gibi olmuyordu.

Fırat bir iki saniye öylece gözlerime tutulup kalırken belli belirsiz gülümser gibi olduğunda bu gülümseme saniselikti. Bir an gerçek olup olmadığından ben bile şüpheye düşmüştüm.

"Kusura bakmayın sayın savcım. Size itaat etmeyeceğim." Fırat bu sözleri büyük bir kararlılıkla söyledikten sonra uzun boyu ve koca cüssesinden beklenmeyecek ancak bordo bereli bir asker olduğu içinde garipsenmeyecek kadar çevik ve hızlı bir hareketle Onu tutan askerlerden saniyeler içinde kurtulup merdivenleri uzun ve adaleli bacaklarıyla iki adımda arşınlarken refleksle O kapıya ulaşamadan kapıyla arasına girdim. Fırat'la aynı anda kapıya ulaştığımızda ben Onunla kapı arasında kalmıştım.

Bedenlerimiz birbirine değerken geniş göğsündeki gözlerimi Fırat'ın gözlerine çıkardım.

"Emirlerime itaatsizliğin bedelini ödeyeceksin. Çekil yüzbaşı ." Dediğimde sesim sinirli çıkmıştı. İnsanların içindeki şu halimiz utanmama neden oluyordu. Niye dinlemiyordu sözümü? Onun için, sevdiğim adama daha fazla zarar vermemek için uğraşıyordum. Neden işi yokuşa sürüyordu?

Fırat ateş saçan gözlerini yüzümde gezdirip, "Ödetirsin, öderiz. Asıl sen çekil yavrum." Dedi sadece ikimizin duyabileceği bir sesle.

Birkaç saniye gözlerine baktım. Şu hâlde bile bana "yavrum" diyebiliyor muydu? Ona bunca insanın içinde böyle davranışıma kızmıyor muydu?

"Çekilemem. Çekilirsem yapacağın yanlışa göz yummuş olurum. Bu da sadece senin değil benim de suçum olur. "

Fırat bıkkınca derin bir nefes alıp verirken, "Olmaz. Her şeyi ben üstlenirim. Videoyu sen göstermedin ben gördüm. Buraya geleceğimi bilmiyordun , öğrenir öğrenmez bana engel olmak için peşime düştün. Ama olamadın ve ben o iti öldürdüm. Merak etme bu bahçedeki kimseden laf çıkmaz. Şimdi çekil. Çekil yoksa kendimi kontrol edemeyeceğim. " dedi. Söyledikleri kaşlarımın çatılmasına neden olurken Ona inanamayan gözlerle baktım. Gerçekten bütün derdimin kendim olduğunu mu sanıyordu?

Bir iki saniye şaşkınlıktan kırgınlığa evrilen bakışlarımla gözlerine baktım. İçimden birşey söylemek gelmezken gözlerimi gözlerinden çekip, "Turan timi komutanınızı alın!" Dedim emredici bir sesle. Fırat bu sözlerimle, "Hay sikeyim böyle işi" derken iki yanında duran ellerini belime yerleştirip beni önünde almak için bir harekette bulunduğunda kapının koluna tutunup bedenimi olabildiğince kitledim.

Fırat beni tuttuğu belimden çekmeye çalışırken, "Hazan bırak şu kapıyı! Canın yanacak şimdi." Dedi. O sırada Turan timi gelip Fırat'ı benden ayırmaya çalışırken sözlerine cevaben birşey söylemedim. Zira canımın yanıp yanmamasını pek fazla önemsediğini sanmıyordum. Öyle olsa beni evin önünde yere itip gitmez, Onu nasıl sevdiğimi bildiği hâlde bana sadece kendimi düşünüyormuşum gibi cümleler kurmazdı. Asıl o sadece kendini düşünüyordu. Kendi hırsını ve kendi öfkesini. Ben umrunda bile değildim.

Fırat belimi bırakıp Onu, "Komutanım bir durun Allah aşkına " diyerek geriye doğru çeken Akın'a az önce Ahmet' e attığı gibi kafa atarken diğerleri de Fırat'ı durdurmaya çalışıyordu. O sırada arkamdaki kapı açılırken güçlü bir el tarafından içeriye çekildim ve kapı yeniden kapandığında evin içindeydim. Kenan Karadağlı'nın sıcak nefesini saç diplerimde hissettiğimde belime sarılı kolu kaburgalarımı acıtıyordu. Sol şakağıma değen silahın soğuk namlusuna gözlerimi yukarıya kaldırıp baktım. Her şeyin aniden gelişmesiyle korkuyla kasılan bedenim olayı tam olarak idrak edişimle az biraz gevşerken tuttuğum nefesimi serbest bıraktım .

Kenan Karadağlı hafif bir kahkaha atarken, "Bir an buradan hiç çıkamayacağımı düşünmüştüm. Ama bak nasip işte. " derken Fırat'ın, "Hazan!!!" Diyerek gürleyen sesi kapının dışından duyuldu. "Ulan piç...Ulan ecdadını siktiğim, şerefsiz!!!!! Lan Ona birşey yaparsan...eğer onun saçının teline bir zarar gelirse ölmekten beter ederim lan seni!!!! Duydun mu beni?!!!!!

Fırat kapıyı var gücüyle yumruklarken binbaşı, "Oooooffff. Sence de çok fazla bağırmıyor mu savcım? Silahı senin alnına dayadık ama O böğürüyor. Neyse. Şimdi seninle bir anlaşma yapacağız. Seni bırakacağım. Ama sende beni bu evden çıkaracaksın. Anlaştık mı?" Dediğinde Fırat'ın kapıyı yumruklayarak küfürler edip bana seslenmeleri evin içinde yankılanıyordu.

"Diyelim ki anlaşmadık, ne olur?" Diye sordum gayet sakin bir sesle.

Binbaşı elindeki silahı kapının dürbününe dayayıp emniyet kilidini indirirken, "Önce yüzbaşıyı öldürürüm sonra da seni. Belki sadece Onu öldürür seni yaşatırım bu daha acı verici olur. Bu anı bir ömür keşkelerle anmanı istemem. O yüzden anlaşsak iyi olur." Derken sesi tehditkardı. Birden bütün bedenimden bir elektirik akımı geçerken midem yumruk yemiş gibi kasıldığında telaşla, "Ta-tamam. Çıkartacağım seni burdan. Çek o silahı. " dedim. Sesim titriyordu. Az önceki sakinliğimden eser kalmamıştı.

Binbaşı, "Güzel " dedi memnun bir sesle. "Elindeki silahı yere bırak ." Gözlerim sağ elimde tuttuğum silahı bulurken tereddüt ettim. Belki denesem elinden kurtulurdum ancak bu şerefsizle bir arbedenin içine girecek kadar güçlü hissetmediğimi fark ettiğimde silahı yere attım. Silah kahverengi parke zeminde metalik bir ses çıkartırken binbaşı dürbündeki silahı yeniden şakağıma dayadı. Namluyu etime hafifçe bastırıp, "Kapıyı aç " dedi. Dediğini yapıp kapının kolunu kavrayıp yavaşça aşağı indirdiğimde silahı alnımdan çekip kapıya doğrulttu.

Kapıyı sonuna kadar açtığımda elindeki silahı iki eliyle tutarak kapıya doğrultan Fırat'la göz göze geldim. Az önceki öfkesine hatrı sayılır bir korku karışmıştı. Gözleri bedenimi baştan sona tararken binbaşı, "Önümüzden çekil yüzbaşı. Yoksa sevdiğin kadının beynini dağıtırım." Dedi. Namlu tekrar alnımı bulduğunda sakindim. Korkum Fırat'a birşey olmasıydı . Ya da benim yüzümden buradaki herhangi bir askere. O sırada evin bahçe kapısında albay görünürken Fırat, "Eğer Onu bırakmazsan ben senin beynini dağıtırım. " dedi. Yüz hatları çok gergindi ve baskın sesi için içimi ürpertmişti.

Binbaşı, "Oooo Albayımızda gelmiş. " dediğinde sesi alaycıydı. Bahçedeki bütün askerler gibi albayda elindeki silahı binbaşıya doğrultarak buraya doğru gelirken iğrenir gibi bir ifadeyle bakmak dışında Kenan Karadağlı'ya bir cevap verme zahmetinde bulunmadı.

Kenan Karadağlı'nın albayın bu tavrıyla yüzünü göremesem de,"Şunlara önümüzden çekilmelerini söyle savcı!" Diyen sert sesinden bozulduğunu anlamıştım. Niye bozuluyordu ki? Saygı duyulmayı hâlâ hak ettiğini mi düşünüyordu?

Karşı kaldırımdaki VASÖ ajanları da hareketlenirken Kim Chin'in bahçeye girdiğini gördüm. Binbaşı susmama sinirlenip silahın namlusunu sertçe şakağıma bastırırken, "Dediğimi yap!! Yüzbaşıyı öldürmemi mi istiyorsun?!"diyerek sesini yükselttiğinde canım yansa da bunu yüzüme yansıtmadan, "Çekilin. İndirin silahları. " dedim . Fırat hemen birkaç adım uzağımızda ve tam karşımızda dururken, "Saçmalama Hazan!!" Dedi sert sesiyle.

Gözlerimi Onda, diğer askerlerde, Albayda, ajanlarda ve albayın iki üç adım gerisinde duran Kim Chin'de gezdirirken binbaşıyı öylece bırakmayacağımı biliyordum. Lakin önceliğim sevdiğim adama ve askerlere bir zarar gelmemesiydi. Bu yüzden,"Savcınız olarak emrediyorum,; çekilin!" Derken sesim oldukça güçlü ve otoriterdi. Askerlerin bir kısmı geri çekilirken Turan timi ve albay geri çekilmemişti. Fırat elindeki silahı binbaşıya doğrultmuş öylece dururken Turan timinin yüzleri komutanlarından aldıkları yaralarla dolu olsa da Fırat çekilmediği sürece çekilecek gibi durmuyorlardı. Onlar çekilmeyince de diğer askerlerde yeniden silahlarını binbaşıya doğrultu.

Kenan Karadağlı sinirle emniyet kilidi açık olan silahı alnımdan çekip havaya bir el ateş ettikten sonra namluyu bu seferde boynuma, tam atar damarımın üzerine bastırırken, "İkinci kurşun savcıyı öldürür!! Bunu istemiyorsan çekil bozkurt!" Dedi tıslar gibi. Fırat'ın gözlerinde bariz bir korku kendini açıkça gösterirken birkaç saniye öylece kalakaldı. Gözleri gözlerimde gezindi. Sonunda da birkaç adım gerileyerek önümüzden çekilirken rahatladığımı hissettim.

Fırat'la birlikte bahçedeki askerlerde çekilirken Kim Chin'le göz göze geldik. Bir eli belindeki silahtaydı ve ne yapacağını soran gözlerle bana bakıyordu. O an Yağız'ın da Kim Chin'in hemen arkasında olduğunu gördüm. O da birşey olduğu an müdahale etmek için tetkikteydi. Kendilerini çok fazla belli etmeleri beni rahatsız etse de kendimi kurtarmak için yapacağım en ufak hamlede devamını getireceklerini ya da binbaşının öylece çekip gitmesine müsade etmeyeceklerini bilmek iyi hissettiriyordu.

Fırat geri çekilse de silahı indirmemişti. Kenan Karadağlı ,"Silahını da indir yüzbaşı. Yoksa yazık olur bu güzelliğe. " derken niyetinin Fırat'ı kızdırıp kışkırtmak olduğunu anlamak zor değildi. Fırat'ın şu hâlde o silahı ateşleyemeyeceğini biliyordu ve üzerine gidiyordu. Fırat öfkeyle sertçe solurken, "Ulan it herif illaki elime düşeceksin lan!!!! O zaman Ona dokunan o ellerini, Ona bakan o gözlerini sikip eline vereceğim senin!!!" Diyerek gürlediğinde gözlerinden ateş çıkıyor, alnında ve boynunda beliren damarlar kaskatı kesilen çene kasları Onu her zaman göründüğünden daha korkutucu gösteriyordu.

Binbaşının gerildiğini hissettim. Ancak bu hâline tezat hafif bir kahkaha atıp burnunu yanağıma değdirdiğinde bedenimden bir ürperti geçti. Midem bulanırken bana bu şekilde dokunması gözlerimin içinin cayır cayır yanmasına neden olurken yüzümü refleksle geri çektim. O ise ,"Çok güzel kokuyor. Onu kendimi kurtardıktan sonra bırakmayı düşünüyördum ama yanımda götürmek daha iyi bir fikir gibi geldi. Sevgilini bana verir misin yüzbaşı?" Dediğinde kusmak üzereydim. Kendimi berbat hissetmeye başladığımda bedenim sinirle kasılırken Fırat , "LAN!!!!!!" Diye gürleyerek binbaşını üzerine doğru yeri döven adımlarıyla gelirken birden bir silah sesi duyuldu. Nereden geldiğini bilmediğim bu ses ve sıkılan kurşun Fırat'ı saniyelik bir durdururken binbaşının beni tutan kolları gevşemiş acıyla inlerken yere düşmüştü. Elindeki silah yere düşerken binbaşıyı kimin vurduğunu anlayabilmek için bahçedeki herkeste ve ajanlarda gözlerimi gezdirdim. Hiçbiri değildi. Aksine onlarda silahı ateşleyenin kim olduğunu anlamak için birbirlerine bakıyordu.

O sırada mahalleyi polis araçlarının siren sesi sararken Fırat'ın bacağından vurulduğu için yerde acıyla kıvranan binbaşının üzerine atılmakta olduğunu gördüğümde hızla araya girdim. Ellerimi göğsüne koyup, "Fırat dur" dedim hafiften yalvarır gibi çıkan sesimle. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum ve bugün olanlar benliğime ağır gelirken artık daha fazla gücüm kalmamıştı. Evime gitmek ve babaanneme sarılmak istiyordum. Tabii dedem buna müsade ederse.

Fırat sinirle alev alev yanan gözlerini gözlerime çevirirken, "Ne dur lan ne dur?!!!!! Gözümün önünde dokundu lan sana !!!!! Geberteceğim Onu !!! Çekil!!!" Diyerek kükrerken polis ekipleri bahçeye girmişti. Mahalleden biri haber vermiş olmalıydı. İyi olmuştu çünkü daha fazla kimseyle uğraşacak gücüm yoktu. Bu yüzden Fırat beni sertçe kenara ittiğinde dengemi zar zor kurup binbaşıyı öldüresiye dövmesine hiçbir tepki vermedim. Turan timi Fırat'ı durdurmaya çalışırken buna gelen polislerde, "Noluyor burada?! Dağılın lan?!!!" Diyerek dahil olmuştu. Binbaşının acı dolu inlemeleri ve feryatları bahçede duyulurken bunlara Fırat'ın ağza alınmayacak küfürleri de eşlik ediyordu.

Fırat'ı bundan sonra kurtaramayacağımın bilinciyle durduğum yerde bir süre Onu izledim. Bana ,"Ben , beni senden ayrı düşürecek hiçbir şey yapmam. Sana zarar verecek, seni zor duruma düşürecek hiçbir harekette bulunmam" deyişi zihnimde yankılandı. Çok değil daha dün akşam emniyetin önünde söylemişti bana bunları. Böyle büyük ve altını dolduramayacağı cümleler kurmasını Ondan ben istememiştim. Madem sözünün arkasında duramayacaktı niye ağzını açmıştı ki? Neden Ona güvenmemi sağlayacak cümleler kurup beni yarı yolda bırakmıştı? Şimdi bana kurduğu cümlelerin arkasında durmamışken benden Ona verdiğim sözlerin arkasında durmamı bekleyebilir miydi? Bilmiyordum. Bundan sonra bize ne olur bilmiyordum...

Usulca içimi çekip evin içine girdim. Az önce yere atmak zorunda kaldığım silahı elime alıp evden çıktım. Silahı havaya kaldırıp emniyet kilidini indirerek peş peşe üç el uyarı ateşi açtığımda Fırat'ı durdurmaya çalışan Turan timi ve polisler bana dönüp geri çekildiler. Üniformalı polisler kim olduğumu sorguluyordu. Şırnak emniyetinden geldikleri için beni tanımamaları normaldi.

Fırat'ın ateş saçan gözleri beni bulurken Ona doğru ilerleyip silahı yere indirdim. Karşısına geçip yerde yüzü gözü kan içinde yarı baygın yatan binbaşının baş ucuna geçip durdum. Gözlerim Fırat'ın gözlerine sabitliyken," Yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz emire itaatsizlikten, askeri topluluk önünde savcına saygısızılık ve mukavemetten, bir terör suçlusu olsa dahi bir insanın canına kast etmekten tutuklusun." Dedim. Sesim gayet net ve sertti.

Fırat öfkesinden hiçbir şey kaybetmemişken birkaç saniye gözlerime bakakaldığında gözlerimi gözlerinden çekip polislere, "Tutuklayın" Dedim emredici bir sesle. Polisler kurduğum cümleden savcı olduğumu anlamış olmalılar ki dediğimi yapıp Fırat'ı tutuklamak için hareketlenirken Turan timi şaşkınlık içinde bana bakıyordu. Albay öylece dururken bahçedeki diğer askerlerin gözleri de benim üstümdeydi. Ne sanıyorlardı, kendi kardeşimi bile tutuklayabilmişken Fırat'a bunu yapamaz mıydım ya da yapmamalı mıydım? Onu durdurmak ve işlerin bu raddeye gelmemesi için elimden geleni yapmıştım. "Dur" dediğim zaman dursaydı sadece bir ikaz, basit bir disiplin cezası ya da birkaç günlük uzaklaştırma kararı veyahutta en kötü rütbesinin düşürülmesiyle bu işi halledebilirdik. Ancak şimdi en az 3 ay ilâ 1 yıl arası hapis cezasına çarptırılacaktı. Bu durum siciline işleyecek, bizi uzun süreli belki de sonsuza dek sürecek bir ayrılığa mahkum edecekti. Bu en başta benim hatamdı. Elbette bende cezamı çekecektim lakin şu an burada en yetkili kişi ben olduğumdan durumu çözmesi gereken kişide yine bendim.

Polisler Fırat'ı elleri önünde kelepçelerken Fırat Onlara karşı koymuyordu. Gözleri gözlerimdeydi fakat ben Ona bakmadığımdan göz göze değildik. Çok kırgındım Ona. Arabada buraya gelirken sadece kızgındım ama beni Oğuz'dan sonra Onu da tutuklamak zorunda bıraktığı için, bana kelimelere dökemediğim şu hâli yaşattığı için çok kırgındım. Kalbim tam orta yerinden kırılmış kanıyordu. Beni bunca şeyle tek başıma bırakmış, hep yanında olmak isterken karşısında durmaya mecbur kılmıştı. Onu affedemeyeceğimi hissettim o an. Belki O da beni affedemezdi. Neyi düşünüyor , neyin muhakemesini yapıyordum ki ? Yine her şeyi mahvetmiştim işte.

Gözlerimi yerde inleyerek , yüzü gözü kan içinde yarı baygın yatan binbaşıya çevirip sol bacağındaki kurşun yarasına baktım. Fazlasıyla kanıyordu. Öyleki fildişi rengindeki mermer zemin kana bulanmıştı. Polislere dönüp, "Ambulans çağırın " dedim. Polislerden biri ,"Emredersiniz savcım " derken elindeki telsizden olay yerine ambulans gönderilmesi için anons geçti.

Derin bir nefes alıp kar yağışının bir süre önce dinmiş olduğu gri gökyüzünden esen soğuk rüzgârla ürperirken eve doğru ilerledim. Fırat hâlâ öylece gözlerini üzerimde gezdiriyordu . Bakmadım Ona. Ya kızgın ya da kırgındı bana. Bende Ondan farklı değilken göz göze gelmek ikimizi de daha fazla yaralardı. Evin içine girmeden önce polislere olay yeri incelemeyi aramalarını söyledim. Eve girdiğimde ise hemen telefonumu çıkarıp Tarık Güngör'ü aradım. Sonuçta askeriyedeki soruşturmanın başında O vardı ve askerlerden O sorumluydu. Öte yandan bende bu işte suçluyken Fırat'ı yargılayan, suçlayan ve soruşturan olamazdım. Ki bu aramızdaki ilişkiden dolayı adil de olmazdı.

"Evet. Yine birşeylerden kaçıp kurtulmak için bahane arıyordum. "

Üç dört çalışta açılan telefonda Tarık Güngör'ün uykulu sesi duyulurken saatin henüz sabahın altısına geldiğini yeni yeni idrak etmiştim. Yine de telefon açıldığından önce bu saatte rahatsızlık verdiğim için özür dileyip sonrasında da kısaca durumu anlattım. Tarık Güngör buraya geleceğini söylerken adresi istedi. Telefonu kapatıp adresi yollarken evden dışarıya çıktım. Polis memurları Fırat'la birlikte hâlâ kapının önünde beklerken ,"Yüzbaşıyı emniyete götürebilirsiniz " dedim.

Polisler ,"Emredersiniz savcım " derken Fırat'ın, "Hazan" diyen sesi kulaklarıma doldu. Gözlerine bakmak istesemde içimden gelmediğini fark edince kendimi zorlamadım. Sesindeki tınının, bana neler anlatıp neler hissettirmek istediğinin de üzerine düşmedim. Bir önemi var mıydı ki zaten? Biz diye bir şey kalmaması için elinden geleni yapmıştı. Tek başıma Ona gücüm yetmemişti. Bizi koruyamamıştım. Benimde suçum vardı, biliyordum. Şu halden asla kendimi kayırmıyordum ama böyle olacağını bilemezdim. Fırat'ın bizi, o büyük sevgisini , bana kurduğu cümleleri bir anlık öfkeyle hiçe sayacağını bilemezdim.

Fırat bir kez daha adımı söylerken Ona bakmadan, "Buradaki tek suçlu sen değilsin. Merak etme bende cezam neyse çekeceğim. " dedim. "Kendimi kayırmıyorum. Bütün suçu senin üzerine de atmıyorum . Konuşacak başka bir şey de yok. " Polislere Fırat'ı götürmelerini tekrar söylerken Fırat, "Hazan!" Dedi bir kez daha. Sesi bana kızgın ya da kırgın olmaktan ziyade yalvarır gibiydi. Yüzüne bakmamı istiyordu. Bu kadar duygusuz ve soğuk olmamı kabullenemiyordu.

Hiçbir şey söylemedim. Yüzüne de bakmadım. Sadece polislere, "İki kişi burada kalıp olay yeri inceleme ve Cumhuriyet savcısı Tarık Güngör gelene kadar evin içindeki delilleri korusun. " diyerek emir verdim ve merdivenleri daha fazla kuyruğu dik tutmaya gücüm olmadığı için aksayan ayağımla yavaş ve temkinli adımlarla indim. Kim Chin'in yanına doğru ilerlerken askerlerin arasından geçiyordum ve üzerimdeki bakışlardan çok rahatsızdım. Az önce de dediğim gibi eve gitmek istiyordum. Tüm gözlerden uzak olmak , sadece kendi kendime kalmak, zihnimi toparlamak istiyordum. Bugün bana çok fazla gelmişti.

Kim Chin'in yanına vardığımda Yağız'la göz göze geldim. Gözleri anlık bir ayağımı bulup yeniden yüzüme çıkarken başıyla selam verdi. Birkaç saniye gözlerinin içine baktım. Nedense Fırat'la olan ilişkimi Cihan abiye söyleyenin o olduğuna dair bir his vardı içimde. Yağız'ı ilk gördüğüm günden beri Ondan garip bir elektirk alıyordum ve bundan hoşlandığım söylenemezdi.

Gözlerimi gözlerinden çekip yanından geçerek Kim Chin'le birlikte bahçeden çıktım. Ardından bir telaşla koşarak çıktığım yokuşu omuzlarım çökmüş, içim darmaduman bir vaziyette teleşsızca inmeye başladım. Birden gözlerim dolarken yanaklarıma doğru yol alan birkaç damla yaşa mani olmadım. Ne yaparsam yapayım bana düşen yine ve yeniden acıdan başka bir şey olmuyordu. Hangi dala tutunsam elimde kalıyor ve ben her defasında bir uçurumdan aşağı düşüp yere çakılıyordum. Sanırım kimse kimseyi gerçekten sevmiyordu. Herkes kendinde olan bir şeyi daha öne koyuyordu. Fırat'ın öfkesini benim önüme koyması gibi. Kabul. Ben de Onu hakkıyla sevememiştim. Fırat'ı hep bir belirsizlik içimde bırakmıştım. Ama O bundan benim kadar acı duymamıştı. Çünkü O benden güçlüydü. Yanında olmamı istediği sürece beni yanında tutabilirdi. Her ne olursa olsun Onun yanında kalmayı kendi kendime kalmaya tercih edeceğimi biliyordu. Onu nasıl sevdiğimi biliyordu. Bu hikâyede boyun eğen taraf hep bendim ve ne olursa olsun Fırat beni yanında tutabileceğini biliyordu. Ama ben Fırat'a bir sınırı olmayan öfkesi yüzünden hiçbir zaman tam anlamıyla güvenemiyordum. Öfkelenip bir şeye kızdığı an ilk ezip geçeceği şey ben oluyordum. Ya da biz oluyorduk. Bu ilişkide eşit değildik. Ne mesleki olarak ne de insan olarak. Bu yüzden belki de en hayırlısı ayrı kalmamızdı. Bilmiyordum. Bu sefer çok kırılmıştım.

Kim Chin'in arabasının yanına vardığımızda arabaya bindim. Kim Chin şoför koltuğuna geçip motoru çalıştırırken bana dönüp, "İyi misin?" Diye sordu. Başımı önüme eğmiş saçlarım yüzüme dökülürken öylece duruyordum. Sesli bir şekilde burnumu çektiğimde Kim Chin sıkıntılı bir nefesi alıp vererek önümdeki torpido gözüne doğru eğilip bir peçete paketi çıkardı. İçinden bir tane alıp bana uzattığında aldım. Ve ağladığım için tarazlı çıkan sesimle, "Eve götür beni" dedim. Bir banyo yapar, üstümü değiştirir belki biraz uyur sonra da öğlene doğru adliyeye gider başsavcıya durumu anlatırdım. Özellikle de duş almayı çok istiyordum çünkü o pis herifin nefesi saç diplerimde, boynumda ve yüzümde geziniyormuş gibi hissediyordum. Bu kendimi berbat hissetmeme neden oluyordu.

Kim Chin, "Tamam. Ama ağlama. Sen yanlış birşey yapmadın. Yüzbaşı çok zorladı. " dedi . Niyeti beni teselli etmekti.

"Biliyorum. Ama yaptığım şeyin doğru olması kendimi iyi hissetmemi sağlamıyor. "

Kim Chin birşey söylememeyi seçip yola koyulurken başımı cama yaslayıp gözlerimi kapattım. O an aklıma başka bir soru düştü; binbaşıyı vuran kimdi? Polisler, ajanlar ya da askerlerden biri değildi. Ancak baktığımda caddede başka birini de görmemiştim. Acaba bana o zarfı gönderenle binbaşıyı vuran aynı kişi olabilir miydi? Eğer öyleyse o kişi neden bana bu kadar yardım ediyordu? TKÖ'yle aynı tarafta olan biri neden hayatımı kurtarıp Oğuz'u kurtarabilmem için bana yardım ederken aynı tarafta olduğu kişiyi ortaya atıyordu?

Başımı camdan kaldırıp Kim Chin'e dönerken, "Binbaşıyı kimin vurduğunu gördün mü?" Diye sordum. Kim Chin bana dönmeden ,"Görmedim." Dedi. "Ama vuran kişi keskin nişancı falan olmalı. Çok iyi atıştı. "

Birşey söylemeden önüme döndüm. Zihnim birden bugün olanları bir puzzle parçası gibi birleştirmeye başladı. Sabah adliyenin önünde Ali'yi gördüğümü sanmıştım. Sonra emniyetin önünde iki kez daha Onu görür gibi olmuştum. Ardından Sadettin abilerin evinde kapıya bir zarf bırakılmıştı ve üzerinde "A.T." yazıyordu.

"A.T."
"Ali Türkoğlu "
Olabilir miydi?


Zarfı gönderen kişinin Baran Bekirhan'ın cesedini bulduğum tavan arasına bana bırakılan CD'den de haberi vardı. Ne yazıyordu notta;


"Bir şeylere ve birilerine daha fazla geç kalmak istemiyorsan bir önceki CD' yi izle !!"


Peki ben kime geç kalıyordum? Aklıma tek bir isim geliyordu o da " Aslı Kodan" dı. Birkaç hafta önce Onun TKÖ'nün eline düştüğüne dair Cihan abiden kesin bir haber almıştım. VASÖ şu an bir şekilde Ona ulaşmak için uğraşıyordu ancak sınırdaki hareketlilik yüzünden ve hava koşullarından dolayı sınırı geçmek mümkün olmuyordu. O CD Aslı'yla ilgili olabilir miydi? Belki de öyleydi.


Eve gider gitmez o CD'yi çatı katından alıp izlemeyi aklımın bir köşesine yazdım. Uyuyabilmeyi nasıl düşünebilmiştim ki benim onlarca işim vardı. En azından alacağım ceza belirlenene kadar işimin başında olmalıydım.


Cebimden telefonumu çıkarıp Cihan abiyi aradım. Telefon ikinci çalışta açılırken Cihan abinin, "Efendim?" Diyen sesi kulaklarıma doldu. Sesi bana karşı fazla resmi ve hiç olmadığı kadar uzaktı. İyi de derdi neydi? Fırat'ı sevmem ve aramızda bir ilişki olması hiçbir sorun yokken kimseyi rahatsız etmiyor hatta işlerine geliyordu. Öyleki Fırat'ı aramızdaki ilişkiyi kullanarak VASÖ'ye almayı bile düşünebiliyorlardı. Ancak işler Onların istemediği bir hâl aldığında bana karşı tavır alınıyordu. Ah şu insanların çıkar ilişkeri sanırım hiçbir zaman tam olarak kavrayabileceğim birşey olmayacaktı.


Hafifçe içimi çekip, "Olanlardan haberiniz vardır herhalde. " dedim. Aramıza Onun yaptığı gibi bir mesafe koymuş sizli bizli olmuştum.


Cihan abi birkaç saniye sessiz kalıp, "Var." Dedi aynı soğuklukla. "Sadece benim olsa iyi. Üstlerde öğrenmiş. Şu an nerede olduğumu bilmek ister misin?"


Başımı koltuğa yaslayıp, "Lütfen " dedim. Cihan abi mermer bir zeminde her zaman gıcır gıcır olan o pahallı, uzun burunlu, siyah ayakkabılarından biriyle yürüyor olmalı ki ayak sesleri yankılı bir şekilde kulağıma doluyordu. Üzerinde kesin gri , mat kumaştan bir takım elbisesi vardı. Bal köpüğü gözlerini ne zaman gergin olsa yaptığı gibi kısmış olmalıydı ve bu saatte ayaktaysa sağ elinde içinde filitre kahve olan siyah bir kahve bardağı tutuyor olmalıydı.


Cihan abi,"Ankara'dayım. " dediğinde işlerin sandığımdan daha fazla ciddiye bindiğini anlamıştım. " Gecenin bir yarısı VASÖ'nün özel uçağıyla İstanbul havalimanından alındım. Şimdi de VASÖ 'nün genel üst merkezinde sadece üstlerin girebildiği en üst katta yanımda iki güvenlikle birlikte ilerliyorum. Birde bu hâlde Kim Chin'i arayıp sana göz kulak olmasını söyleyip bir kere daha başarısız olma diye sana yardımcı olsunlar diye ajanları organize ediyorum. Allah aşkına Hazan noldu sana böyle? Şırnak ne yaptı sana da bu kadar sorumsuz biri olmaya başladın?"


"Fırat'tan mı bahsediyorsunuz? Birini sevmem işinize geldiğinde sorumsuzluk olmuyor ama işinize gelmediğinde sorumsuzluk mu oluyor?"


Aslında Cihan abiyi bunları konuşmak için aramamıştım. Niyetim Aslı'yı sormaktı. Ama madem bana karşı bu şekilde bir tavır takınmayı seçmişti altan almanın lüzumu yoktu.


Cihan abi yanındaki güvenliklerden birkaç dakikalığına izin isterken bir süre birşey söylemedi. Sadece boş olduğunu tahmin ettiğim koridorda yankılanan adım seslerini duyabiliyordum. Nihayet adım sesleri kesilip Cihan abinin sesi duyuldu.


"Fırat'ı VASÖ'ye alma fikrinden bahsediyorsan seninle ilgili birşey değil. Sen o şehre gitmeden önce de üstlerin böyle bir fikri vardı. Tabii tüm bunlar sen adamın dengesini, Onun dengesiyle birlikte kendi dengeni de bozmadan önceydi. O Kim Chin'in de ağzında bakla ıslanmıyor. Hemen yetiştirdi dimi sana her şeyi?"


"O benim emrimde olan bir ajan. Benden birşey saklaması söz konusu bile olamaz. Elbette ki söyleyecek. Arkamdan iş çevireceksen bundan sonra doğru kişileri seç. Fırat konusuna da gelecek olursak uzak durun ondan. Mesleği zaten yeterince zor. Onu böyle birşeyin içine çekemezsiniz. "


" Arkandan iş çevirdiğim falan yok Hazan. Görünen o ki unutmuşsun , hatırlatayım. Ben senin üstünüm. Senden bana sadece saygı duymanı bekliyorum. Sabahta söylediğin gibi ne senin bana bir mecburiyetin var ne de benim sana bir mecburiyetim. Herşeye rağmen yanında olmaya çalışıyorum. Seni koruyup kollamaya çalışıyorum. Seni o sudan çıkardığım günden beri sana abilik yapmaya çalışıyorum. Yanında olmaya düşersen tutmaya çalışıyorum. Bunları benim eğittiğim bir ajan olduğun için ya da üstün olduğum için yapmıyorum. Seni sevdiğim sana değer verdiğim için yapıyorum. Benim sana bir mecburiyetim yok ama sana verdiğim bir değer var. Ancak bu değer, aramızdaki bu samimiyet sana beni her seferinde zora sokma, beni mesleki olarak zarara uğratma, üstlerin ve ajanların gözünde saygınlığımı zedeleme hakkı veriyorsa o zaman bende aramızdaki ilişkiyi oturup bir gözden geçirmek durumunda kalırım. " Duraksadı. Derin bir nefes alıp ,"Fırat konusunda da üstlerin seni dinleyeceğini sanmıyorum. Az önce ajanlardan aldığım bilgilere göre Fırat'ı tutuklatmışsın ve bundan üstlerinde haberi var. Her ne kadar dengen şaşmış olsa da gerektiğinde mantıklı kararlar verebiliyor olman güzel ancak yüzbaşı hapse girmeyecek. Çünkü üstler Onunla hapse girmek ve bu durumun siciline işlemesini istemiyorsa VASÖ ajanı olmayı kabul etmesi üzerine bir anlaşma yapmayı planlıyor. Engel olabiliyorsan ol . Kapatıyorum işim var." Diyerek sözlerine son verdiğinde telefon yüzüme kapanmıştı.


Ve ben öylece kalakalmıştım. Fırat VASÖ ajanı mı olacaktı? Eğer öyle birşey olursa VASÖ Fırat gibi fazlasıyla donanımlı bir askeri sınır ötesindeki bütün operasyonlarda kullanırdı. Tamam bordo bereli olduğu için zaten sınır ötesindeki operasyonlarda yer alacaktı ancak eğer VASÖ ajanı olursa her tehlikeyi en az ikiyle çarpması gerekecekti. Fırat'ın ve ailesinin böyle bir tehlikenin içine atılmasına göz yumamazdım. Birşey yapmam Fırat'la konuşmam gerekiyordu. Gerçi konuşsam ne diyecektim ki? VASÖ ''den bahsettiğim an benimde bir ajan olduğumu söylemem gerekirdi. Böyle bir durumu , böylesine absürt bir hâl içinde nasıl anlatabilirdim? Ne diyecektim? "Fırat ben seni tutuklattım ama bir örgüt var. Adı VASÖ. Seni içeriye girmekten kurtaracaklar ama senden onlara katılmanı isteyecekler. Sakın kabul etme. Bir yıl hapiste yat. Sicilinin içine edelim" mi? O an o tutuklama kararını vermek zorunda olduğum için vermiştim. Fırat'ın hapse girmesi ya da Onu uzun bir süre görememek istediğim birşey değildi. Dediğim gibi o kararı vermek zorunda olduğum için vermiştim ve birazda olayın Fırat açısından nefsi müdafa olarak görülebilecek, tetikleyici unsur sayılabilecek birçok yönü oluşuna güvenmiştim. En fazla üç ay yatardı. Ama bu üç ayı Fırat'tan almak istemiyordum. Bu yüzden yaptığım bu kısa beyin fırtınası sonucu hiçbir şeye engel olmamaya karar verdim. Fırat ne yapacağını, kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçebilecek bir adamdı. VASÖ Ona birçok açıdan zarar verebileceği gibi faydalarda sağlardı. Özellikle de VASÖ ajanı olan askerler keza bordo bereliler üç basamaklı sayılara çıkan paralar alıyordu . Fırat'ın paraya ihtiyacı yoktu ama VASÖ isterse Fırat'ı ikna edecek birşey illaki bulurdu.


Telefonu kulağımdan yavaşça çekip dizimin üstüne koyduğumda Kim Chin, "Ne oldu?" Diye sordu. Derince yutkunup, "Fırat'ı VASÖ'ye alacaklar." Dedim. Sesim durgundu. Kim Chin anlık bir bana dönüp, "Alacaklar " derken ? Kesin mi?" Dedi. Kesin gibi duruyordu. Fırat'ın hapiste yatmayı VASÖ ajanı olmaya tercih edeceğini sanmıyordum.

"Kesin gibi görünüyor. " dediğimde Kim Chin, "Ne var ki bunda? Niye kötü yola düşecekmiş gibi davranıyorsun? " dedi. Hafifçe gülümseyip yine sessiz kalmayı tercih ettim. Sonuçta bu Fırat'ın hayatı ve Onun kararıydı.

*******
Saat 07.08'i gösterirken Kim Chin beni apartmanın önüne bırakıp gitmişti. Sokak yeni yeni hareketleniyordu ve Silopi ' de kar yağışı Şırnak'ta olduğu gibi dinmemişti. Burası Şırnak'tan daha soğuktu. Apartmanın siyah demir kapısının önünde durup çantamdan soğuktan dolayı titreyen elimle anahtarı büyük uğraşlar sonucu bulup çıkardım. Kapıyı açıp asansöre binerken anahtarı çantama geri attığımda ilaçlarımın çantamda olmadığını fark etmiştim. Kaşlarım çatılırken zihnimi şöyle bir yokladığımda ilaç poşetini Sadettin abilerde unuttuğumu hatırladım.

Adliyeye gitmeden önce gider alırdım. Acaba Sadettin abinin Fırat'ı tutuklattığımdan haberi var mıydı?

Asansörün hareket etmediğini fark edince beşinci katın tuşuna basmayı unuttuğumu fark edip bastım. Bedenim artık tam anlamıyla tir tir titriyordu. Alnım ve yanaklarım alev alev yanarken sırtım çok üşüyor ellerim buz kesiyordu. Nefes alıp verirken ara ara zorlanıyordum ve boğazımın acısı yutkunurken canımı yakıyordu. Eve çıkınca dedemden fırsat bulabilirsem sıcak birşeyler içsem iyi olabilirdi . Olmadı adliyede Medine teyzeden bir ıhlamur isterdim. Ordaki işlerimi halledince de Emine teyzenin yanına gitmeyi düşünüyordum. Onu bu karmaşada unutmuş olmanın suçluluğuyla ezildim bir an. Acaba oğlunu kime bırakmıştı?

Asansörün kapısı açılırken çıktım. Çantamdan evin anahtarını çıkarıp cayır cayır yanan gözlerimin görüntüleri birbirine karıştırılmasıyla hafifçe sendelerken kendimi toparlayıp kapıya ulaştım. Dedemle babannemin uyanıp uyanmadığını bilmediğimden zile basmayıp kapıyı elimdeki anahtarla açtım. Botlarımı çıkarıp içeriye girdiğimde dedemin, "Sonunda evin yolunu bulabildin." Diyen sert sesiyle irkilmiştim. Gözlerim salondaki gri tekli koltukta oturan dedemi bulduğunda elimdeki kapıyı arkamdan kapattım. Babannem de köşe koltukta oturuyordu ve dedem ne kadar öfkeli görünüyorsa O da o kadar yorgun görünüyordu.

"Neden zihnimden bugün bu kadar "öfkeli " kelimesi geçmişti? Neden etrafımdaki herkes bu kadar öfkeliydi ve bu öfkenin çoğu zaman hedefi bendim?"

Dedem oturduğu yerden kalkıp bana doğru gelirken bende salona doğru ilerledim. Bir yerde karşı karşıya geldiğimizde dedem, "Neredeydin bu saate kadar?!" Diye sordu sert ve yüksek çıkan sesiyle. "O askerle birlikte miydin?!" Babaannem oturduğu yerden kalkıp bize doğru gelirken,"Ağam yapma" dedi yalvaran bir sesle. Dedem gözlerini benden çekip omzunun üstünden babanneme dönüp, "Sen karışma Melek ! " dedi. Ardından bana döndüğünde yanlış mı yorumladım bilmiyorum ama bakışlarında bir nefret gördüm. Benden nefret mi ediyordu?

"Bu saate kadar evinin yolunu bulamamış, daha birkaç haftadır tanıdığı elin adamlarıyla sürten torununa örfümüzü adetimizi hatırlamak gerek. Çok başı boş bıraktık seni çok! O anan gibi oldun sonunda. " dediğinde bakışlarındaki nefret sesine de yansımıştı ve ben hiçbir şeyi yanlış anlamadığımı fark etmiştim. Kendi öz dedem, beni küçükken dizlerinde oynatan, daha bu şehre ilk geldiğim gün benimle telefonda "Fıstığım, Hazan'ım " diye konuşan dedem benden nefret ediyordu. Ya da kendi kafasında yarattığı Hazan'dan, annemden bağımsız düşünemediği benden nefret ediyordu. Bilmiyorum.

Sözleri sadece beni üzmekle kalmamış tüm bu bitmeyen koca günün üzerine sinirlenmeme neden olmuştu ancak sessiz kaldım. Ne diyebilirdim ki? Belki de ağzımı açsam onlarca şey söyleyebilirdim fakat dedem konuşmak için gireceğim zahmete değer miydi? Dili en sonunda namusuma kadar uzanmıştı. Peki ben ne yapıyordum bu insanlara? Bilmiyorum.

Öylece dedemin gözlerine bakarken babaannem, "Ağzından çıkanı kulağın duysun Mahsun! Oğlunun emanetine ne din sen ?! Vardır elbet bir sebebi." Dedi aramıza girerek. Beni arkasına almış korumaya çalışıyordu.

Dedem aynı sertlik ve nefretle gözlerime bakmaya devam ederken, "Ne açıklamasından bahsediyorsun sen?! Gece vakti evinde olmayan kızın nerede olduğu bellidir! Oğlum kızının bu halini görse bir kez daha ölürdü. " dedi tükürür gibi.

"Madem bu kadar merak ediyordun arasaydın ya dede."

Başka zaman olsa asla susmayacağım bu sözler kalbimi pek fazla kırmazken susmaya devam ettim. Aslında odama gitmek istiyordum ancak dedemin ne kadar ileriye gidebileceğini merak ettim o an.

Babaannem ,"Benim torunum kendini, ne ettiğini bilir. Yanlış birşey yapmaz benim kuzum. Oğlum yaşasaydı gurur duyardı kızıyla. Ama babasının emanetine böyle ağza alınmayacak şeyler söylediğini görse kahrolurdu. " derken cümlesinin sonlarına doğru dudaklarından bir hıçkırık koptu. Üzüldüm bu hâline. Beni korumaya çalışıyordu. Severek evlendiği adama karşı sesinde bir hayal kırıklığı vardı. İçim ezildi.

"Yorma kendini be babaanem. Kıyamam sana."

"Kim bilirmiş kendini?! Bu mu?! Ulan rezil ettiler beni adliyenin önünde?! Ata dediğin kadına kıza el kaldırmazmış?! Peh! Bu zamana kadar hanginize haksız yere el kaldırdım?! Kadın kısmı sopasız laftan anlar mı?! "

"Deneseydin belki anlardık dede."

Babaannem bulunduğu yerde hafif tökezlerken kolunu tuttum. "Babaanne?" Dedim endişeyle. Babannem gözlerime yaşlı gözleriyle bakarken, "İyiyim yavrum " dedi. Gözlerimi solgun yüzünde gezdirip, "Gel otur şöyle " dedim koltuğa doğru Onu yönlendirirken. Babannem ,"Gerek yok , iyiyim " dedi. Ardından gözlerini dedemin gözlerine çevirirken, "16 yaşında kaçırdın beni. Bende seni seviyordum ama o yaşta evlenmeyi hangi kız...kız çocuğu ister? Okuyacaktım ben. Ailenle gelip istedin diye el mecbur evlendim seninle. Gerdek gecesi sırf korktum diye nasıl dövdün beni. Ben yine de sevdim seni. Bunca yıl. Dile kolay elli sene. Çocuklarıma, torunlarıma öve öve anlattım seni hep. Asker yolu beklerken , asker eşi olurken hep güzel hikayeler anlatım onlara . Hiçbirine beni kaç kere aldattığını, dövdüğünü anlatmadım. O yüzden Mahsun ağa benim çocuklarım, torunlarım sen onlara el kaldırıp onları döverken ses etmedilerse bunun kerameti senin sopanda değil benim onların gözünde seni koyduğum lakin senin hiç hak etmediğin mevkidedir. Kadın kısmının anlamadığı şeyler de vardır elbet. Mesela benim gibi bazı kadınlar bazı heriflerin kaç yaşına gelirse gelsin adam olmayacağını anlamiler. Hatasız kul olmaz. Bu da benim hatam olsun." Dediğinde şaşkındım. Buna sadece şaşkınlık demek doğru olmazdı ancak hissettiğim duygu karmaşasını nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Babaanemin tuttuğum kolunun titrediğini fark ettiğimde belini tuttum. Bunca senenin yükü nasılda birden binmişti omuzlarına? Nasıl akıyordu gözyaşları o pamuk yanaklarından? Ne güzel kadındı benim babaanem. Adı gibiydi. Çocukluğumda nasıl özenirdim dedemle birbirlerine duydukları sevgiye. Fırat'ı sevdiğimi ilk fark ettiğim zamanlarda onlarınki gibi bir aşk yaşayacağımı düşündüğümü hatırlıyorum. Ne gülünç. Bugün benim sevdam sona yaklaştı sonsuz olduğunu düşündüğüm bir sevgi koca bir yalan çıktı. Çocukken bize anlatılan hikayelerin çoğuda böyle sanırım. Hepsi tepeleme yalan.

Dedem babaanemin bu sözleriyle her ne kadar gizlemeye çalışsa da sarsılmıştı. Bir şekilde üste çıkması gerekiyordu ve O da bunu yine benim üzerime oynayarak yaptı.

"Yarın akşam sana Antep'ten görücü gelecek. Hazırlıklı ol. İnşallah bir kusurun yoktur da bizi ele güne rezil etmezsin. O Fırat'a da söyle benim Ona verecek torunum yoktur. Elinden geleni ardına koymasın. "

Sözleri bittiğinde evden çıkıp gitmişti. Babaanem hıçkırıklara boğulurken bense öylece kalakalmıştım.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%