Yeni Üyelik
58.
Bölüm

58. Bölüm

@yikim2024

*******
Omzumun üzerinden geriye doğru dönüp baktığım kapıdan gözlerimi alıp önüme döndüm. Babaannem küçük küçük hıçkırıklarla içini çeke çeke ağlarken kollarımdan sıyrılıp , sarsak adımlarla, gri köşe koltuğa ilerleyip oturdu. Birkaç saniye bulunduğum yerde öylece kalakalırken elimdeki çanta yavaşça parmak uçlarımdan kayıp yere düştü. Gözlerim evin içinde öylesine bir yere sabitlendiğinde ne düşündüğümü bilmiyordum. Belki de bir şey düşünmem gerekmiyordu. Dedem benim yerime her şeyi düşünmüştü zaten. Kiminle evleneceğimden tutunda namusuma dil uzatacak kadar birçok şeyi kafasında döndürüp durmuş ve kendince bir karara varmıştı.

Yutkundum. Boğazım bu yutkunuşla acırken midem bulandı. Yüzüm buruştu. Bu hisse birden nasıl kapıldığımı bilmiyordum fakat bir şeylerden tiksindiğimi duyumsadım. Bir parça da utandım sanki. Dedemin sözlerinden belki. Ya da kendimden. Bilmiyorum. Sırtımdan bir ürperti geçti. Ellerimi yumruk yapıp sıktım. Pekte uzun olmayan tırnaklarım avuç içime batarken sol gözümden bir damla yaşın, geride sıcak bir ıslaklık bırakarak, yanağımdan süzülüşünü hissettim.

Zihnimden onlarca düşünce geçiyor ve her bir düşünce beraberinde üzerine düşünülmesi gereken hisler getiriyordu. Ama ben düşünmek istemiyordum. Eğer düşünürsem, ruhumun o derinliklere inmesine izin verirsem , az önce parmak uçlarımdan kayıp düşen çanta misali bende yığılır kalırdım şu bana o an sebepsizce ıssız ve kasvetli gelen gri parkenin üzerine. Ve bir daha da kalkamayabilirdim.

Hafifçe burnumu çekip gözümden süzülen o tek damla yaşı elimin tersiyle hızlıca sildim. Gözlerimi babaaneme çevirip yanına doğru ilerledim. Önüne diz çöküp kucağında birleştirdiği yaşlı ellerini avuçlarımın içine aldım. Kırışıklıklarla dolu yüzünde parlayan yaşlar içimi burkarken yılların yorgunluğunu ilk defa bu kadar sek bir şekilde görüyordum yüzünde. Ellerinin üzerini okşayıp gözyaşlarına dokunmadan, "İyi misin babaanne?" Diye sordum usulca. Sesimde bir şey onu ürkütmek istemiyordu. Kim bilir ne çok korkmuştu küçük bir kız çocuğuyken dedemin bağrışlarından. Ne hayalleri yıkılmış ne umutları bir sis bulutunun içinde zamana karşı yok olup gitmişti. Öyle ya dedemi evlenmeden önce sevdiğini söylemişti az önce. Sevdiği adam şu anki dedem değildi besbelli. Yaşadığı hayal kırıklığını, daha o gencecik yaşında, tahmin bile edemiyordum. Belki de bazen sadece sevmeli insan , kavuşmayı beklemeden. Her kavuşma mutlu son demek değilmiş demek ki...

Babaanem ellerini tutan ellerimden bir elini çekip ellerimin üzerine koyarken sesli bir şekilde burnunu çekti. Yaşlı parmakları tenimin üzerinde gezinip sımsıkı tutarken ellerimi gözleri ellerimizdeydi. Gözünden süzülen iri bir gözyaşı tanesi dudağının üzerinde dururken, "İyiyim kuzum," dedi. Dudaklarından kaçmak üzere olan hıçkırığı son anda bastırırken sesi titremiş, kelimeleri sekteye uğramıştı.

İyi olmadığını biliyordum. Görüyordum. Yine de üstelemeden dolan gözlerimi kirpiklerimi kırpıştırarak dizginlemeye çalışırken, "Su ister misin?" Diye sordum. Babaannem herhangi bir şey söylemeyip sessiz kakırken su almak için ellerimizi ayırmaya meyil ettiğimde ellerimi tutan yaşlı eller sıkılaştı. Bir süredir yüzüme değmekten imtina eden ıslak, yeşil gözler gözlerimi buldu.

Göz bebekleri büyümüş, akına bir parça kan oturmuştu. Yorgun görünüyordu. Sorgulayıcı gözlerle baktım o gözlere. Sanki o gözlerde bana öyle bakıyordu. Biraz tereddüt, biraz endişe, biraz da sorgu dolu.

"Bir şey mi oldu babaanne?" Diye sordum. Evet, yine bir soru fakat cevabı nedir bilinmez. Belki de bilinmemeli.

Babannem elimdeki elini yüzüme dökülen perçemlerime çıkarıp okşayarak severken hafifçe yutkundu. Nedensizce ya da benim bilmediğim bir nedenden ötürü göz bebekleri titrediğinde saçlarımdaki elini çekti. Yanaklarındaki ıslaklığı o eliyle silerken ince dudaklarını aralayıp derin bir iç çekişin ardından, "Hazan," dedi. Sesi ağladığı için boğuk bir haldeydi. Hiçbir şey söylemeden devam etmesini bekledim. Eli yine elimin üzerini bulmuş sımsıkı tutuyordu.

"Gece...neredeydin kuzum?"

Kaşlarım hafifçe çatılırken bu soruyu neden sorduğunu sorguladım. Hadi dedemin düşüncesi belliydi ama babannem az önce beni dedeme karşı savunmuşken neden onunla aynı soruyu bana soruyordu. Aklında ya da içinde bir yerlerde bana karşı bir şüphe mi vardı?

"Yanlış anlama yavrum. Senin yanlış bir şey yaptığını düşündüğümden değil. Sadece çok merak ettim seni. Nerdesin , nasılsın diye. Birde..." derken duraksadı. Gözlerini gözlerimden kaçırdığında, "Bir de ne?" Dedim sakin bir sesle. Kızmıyordum ona. Kızmazdım da. O babaannemdi benim. Oğuz'dan sonra bu ailedeki en yakın insandı bana. Ne hissettiğimi ise bilmiyordum. Babaanemin ne söylemek istediğini tam olarak anlamadan da buna karar vermeyecektim.

Babaanem elimin üzerini okşamaya devam ederken sıkıntılı bir nefesi içine çekip, "Dün öğle vakti kapı çaldı, " dedi. Kaşlarım iyice çatılırken bakışlarım sorgulayıcı bir hâl almış anlamaya çalışıyordum. " Gelen kadın karşı komşun olduğunu söyledi. Adı Necla'ymış. Elinde bir tepsi börekle gelmiş. Bende içeriye davet ettim. Bir çay koydum böreğin yanına, oturduk."

Sıkıntılı bir nefesi içime çekip bu hikayenin sonunun hiç iyi bir yere bağlanmayacağını bilerek dinlemeye devam ettim.

"Bir iki hoşbeşten sonra kadın kızını anlatmaya başladı. Adı Filiz'miş. Doktormuş. Sevdiği bir oğlan varmış. Askermiş. Sözlüymüşler ama başka bir kız...oğlanın aklını çelmiş. Oğlanda kızla sözü atmış. Oğlanın annesi de bunları, önceden yedikleri içtikleri ayrı gitmezken, birden kapı dışarı etmiş. Kız çok üzülmüş. Sonra..." babannem yine duraksarken anlattıkları beni sinirlendirmeye başlamıştı. Kimdi bu kadın da benim evime gelip babaaneme yalan yanlış şeyler anlatma hakkını kendinde bulabiliyordu? Fırat'la Filiz sözlü falan değillerdi ki. Üstelik benim kimsenin aklını çeldiğim de yoktu. Fırat beni 6 yıl önceden beri seviyordu. Filiz'e karşı hiçbir duygusu olmamıştı.

Şimdi tüm bunların, Fırat'la aramızdaki sevginin bir önemi var mı ya da o sevgi hâlâ oralarda bir yerlerde mi bilemesem de Necla hanımın Fırat'la Filiz'i koyduğu yer beni rahatsız etmiş ve öfkelenmeme sebep olmuştu.

Yine de olayı sonuna kadar dinlemek istediğimden, "Sonra," dedim sorar gibi. Babaanem gerilen yüzümü inceleyip tereddüt ederek, "Sonra oğlanın aklını çelen bu kız, " derken sözünü kesip ,"Benim babaanne o kız. Açık açık anlat, ne dedi sana" dedim. Sesim, engelleyemediğim bir şekilde, sert çıkmıştı. Babaanem birkaç saniye gözlerime bakıp, "Senin onların karşı dairesine oğlanın aklını çelmek için taşındığını söyledi. Oğlanda alt katta yaşıyormuş. Her gece onlara gidip gelirken oğlanın aklı sana kaymış. Sonra da bu kadının kızına verdiği sözü unutup senin peşine düşmüş. Oğlan...her gece...senin kapına geliyormuş...sende onu...eve alıyormuşsun. Hatta bazen eve oğlanın kucağında geldiğini söyledi. Dahası da var ama...dilim varmıyor söylemeye," dediğinde kendimi biraz kötü hissetmiştim. Tamam bir kısmı yalandı ama bir kısmı da doğruydu. Babaannemin " söylemeye dilinin varmadığı " şeyleri de az çok tahmin edebiliyordum ve Fırat'la o şeylerin kıyısından döndüğümüz anlar yaşanmıştı bu evde. Kaç gece babaanemin oturduğu şu köşe koltukta Fırat'ın üzerinde uzanmış, bana dokunmasına izin vermiş onunla saniyelerce öpüşmüştüm. Pişman değildim fakat babaaneme göre yanlış olan bu şeyleri ona nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

Gözlerimi babaannemin gözlerinden çekip başımı önüme eğdim. Saçlarım yüzüme dökülürken derince içimi çektim. Yalan söylemek istemiyordum. Belki de koca bir gün boyunca başıma gelen her şeyde bu yüzden gelmişti. Önemi yoktu. Bir yalan uydurmak için harcayacak ne nefesim vardı ne de gücüm.

Saçlarımın arasına komdurulan öpücüğü hissettiğimde gözlerimi kapattım. Dudaklarımda belli belirsiz, buruk bir tebessüm belirirken babaanem başını başıma yaslayıp, "Merak etme deden bilmiyor bu olanları. Demedim ona. O kadını da ağzının payını verip böreğiyle beraber kapı dışarı ettim. Ben razıyım senden. Mehmet'imin yadigarısın sen bana. Benim kuzum ne ettiğini bilir. Hemi Hazan'ım ?" Dediğinde benden bir açıklama bekliyordu. Eğer öyle olmasaydı bu anlattıkları "gece neredeydin" sorusunun peşine gelmezdi. Necla hanımın anlattıklarının doğru olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Dün gece Fırat'la mıydım bunu sorguluyordu.

Yüzümdeki tebessüm silinirken bir süre öylece durdum. Necla hanıma karşı içimdeki öfkenin yok olduğunu hissettim. Dün ve bu sabah olanları düşündüm. Fırat'a karşı duyduğum özlemi yok sayıp yerine kızgınlığımı ve kırgınlığımı koydum. Olanların, başıma gelenlerin babaanemin ve dedemin kendi sığ zihinlerinde düşündüklerinden ne kadar farklı olduğunu geçirdim aklımdan. Dün gece geçmişimden bir hayalet hortlayıp gelmişti ya da ben onu çağırmıştım. Başıma mermiler yağmıştı. Bir kız çocuğu benim yüzümden şerefsizlerin eline düşmüştü. Sevdiğim adamı tutuklamıştım. Oğuz'un beni hiç anlamadığını görmüştüm. Kendimce birçok savaş vermiştim ve şimdi de gece boyunca bir adamın yanında mıydım ya da en amiyane tabirle yatağında mıydım bunun cevabını vermek zorundaydım. İçimden tüm bu olanlara histerik bir kahkaha atmak gelirken yanağımın içini ısırıp kendimi durdurdum. Hayatım zaten şu sıralar koca bir histeriydi.

Başımı eğdiğim önümden kaldırıp gözlerimi aralarken babaannemde kendini geri çekmişti. Gözlerimiz yeniden buluştuğunda dilimin ucuyla alt dudağımı nemlendirip karşımdaki yaşlı kadının beklediği açıklamayı yapabilmek için zihnimde uçuşan kelimeleri toparlamaya çalıştım. Beceremedim tabii. Çünkü ona istediği ve beklediği şeyleri söyleyemeyecektim. Bu yüzden rahat bıraktım kelimeleri. İstedim ki ben hep bir kapana kısılıyorum bari onlar dilediğince uçsun.

"Babaanne, " dedim bir yerden başlamak zorunda oluşumun verdiği mağlubiyetle. Oysa ne çok isterdim bugün savaştığım onlarca cepheden birinde bari kazanabilmeyi. Ellerimi tutan yaşlı ellerden biri yanağımı bulurken babaanem, "Oyy babaannesi kurban , söyle " dedi sevecen bir sesle. İçime bir şey oturdu o an. Ona göre ben eline erkek eli değmeyen bir kız olarak masumdum ve şimdi anlatacağım gerçekler bu masumiyetimi alıp götürecekti. Oysa biz Fırat'la sadece sevmiştik birbirimizi. Aynı yatakta uyumuştuk fakat o bana istemediğim hiçbir şey yapmamıştı. Saçlarımı sevmişti babaanemin sevdiği gibi. Gözyaşlarımı silmişti. Dudaklarımı öptürmediğimde boynumda almıştı en derin nefesleri. Ben sanki Fırat beni sevip öperken şu an olduğumdan daha masumdum. Kollarımı boynuna doladığımda o koca bedeninde hep küçücüktüm. Aramızda cinsel bir çekim olduğu aşikardı fakat ben Fırat'ın çoğu zaman yavrusuydum. Küçük kızıydım. Bazen de tıpkı babamın olduğu gibi prensesiydim onun. Fırat beni bütün cinsel arzularının üstünde bir sevgiyle seviyordu.

Babaannem tüm bunları anlatsam anlar mıydı ki? Bilmiyordum.

Hafifçe içimi çekip, "Doğru," dedim birden. Babannem yüzümdeki elini çekip anlamayan gözlerle gözlerime baktığında devam ettim. " Necla hanımın söyledikleri bir yere kadar doğru. Ama bir yerden sonra yalan. Ben bu şehre Fırat'larla birlikte geldim . Fırat'ın annesi Canan hanım annemin Antep'ten eski bir arkadaşıymış. Yıllar sonra bir şekilde birbirlerine ulaşmışlar ve annem Canan hanımı bize davet etmiş. Canan hanımlarda zaten bir sebepten İstanbul'a geleceklermiş bu vesileylede bize uğramışlar. Durum biraz karışık ama ben Fırat'ın kardeşi Bahar'ı Ankaradaki üniversiteden tanıyordum zaten. Kısmen Fırat'ı da biliyordum . Hatta bundan beş yıl önce bizim aşiretten biri Fırat'ların aşiretinden bir kızı kaçırdığında beni berdel karşılığı vermeyi düşündüğünüz adamda Fırat'mış. Ben Fırat'ı ilk defa burada değil bizim evde gördüm. Sonra aynı uçakla buraya geldiğimizde kalacak yerim yok diye onlarda kaldım ama Fırat evde yoktu. Yani Canan teyze onu laf söz olur diye askeriyedeki lojmana göndermişti. Filiz'le de bir ilişkisi yoktu. Sadece Canan teyze Fırat'ı evlendirmek istiyordu , o yüzden de kendince Filiz'e umut vermiş. Oğuz'un nişanında Fırat bana beni sevdiğini söyleyince biz...sevgili olduk. Sonrasında da evet, Fırat akşamları benim yanıma geliyordu ama...Necla hanım sana her ne anlattıysa öyle bir şey olmadı. Sadece gün içinde birbirimizi görmeye fırsatımız olmadığı için birkaç saat zaman geçiriyorduk." Duraksadım. Babaanemin gözlerinde onlarca anlamlandıramadığım duygu vardı. Elleri ellerimden ayrılırken bana kızdığını düşündüm. Yüzündeki afallamış ve sarsılmış ifade canımı yakarken, "Babaanne...doğruyu söylüyorum...gerçekten, " dedim . Sesim son bir yakarış gibiydi. Ağladım ağlayacaktım sanki. Öyle ketum bir ifadeyle bakıyordu ki gözlerime içim üşümüştü.

Derince yutkundum. Bu kadar kızacağını düşünmemiştim. Aslında tam olarak kızmış mıydı onu bile anlayamıyordum ancak daha buraya ilk geldikleri gün babaanemle sevdiğim adamı konuşmuştuk ve o bana Fırat'ı dedemle tanıştırmamı söylemişti. O zaman bir sevgilim olmasına karşı gibi durmuyordu. Az önce dedeme karşı beni savunmuştu. Şimdi niye böyle bakıyordu yüzüme, bilmiyordum. Birden onun gözünde de ahlaksız mı olmuştum? Dedemin koyduğu yere mi koyuyordu beni? Buradan da bir darbe yer miydim, emin değildim.

Babaanem gözlerini yüzümden çekip önüne dönerken yüzü düşünceli bir hâl almış, gözleri bulutlanmıştı. Karamsar bir benzetmede bulunmak istemiyordum lakin yüzünde gördüğüm bir çeşit kederdi sanki. Noluyordu?

Ellerimi babaanemin elimden çektiği ellerinin üzerine yeniden koydum. Gözlerim, bana bakmayan gözlerinde gezinirken, "Noluyor babaanne?" Dedim. "Niye böyle yapıyorsun? Sen değil miydin, dedeni sevdiğin adamla tanıştır, seni Antep'e götürmesine engel olsun , diyen? Sen değil miydin birini seviyorum diye mutlu olan? Neden şimdi böyle yapıyorsun? Nolmuş yani evime aldıysam? Hemen ahlaksız mı oldum? Hadi dedem neyse ama bari sen yapma."

Ellerimin arasındaki eller sertçe çekilirken afalladım. Babaanemin yeşil gözlerinde öfke parıltıları kendini göstetirken, "O dediklerim "sevdiğim adam" dediğin herifiin asker olduğunu, can düşmanımız Korkmaz aşiretinin torunu olduğunu bilmeden önce geçerliydi, " dediğinde kaşlarım derince çatılmıştı. Anlamaya çalışıyordum. "Can düşmanımız" ne demekti? Madem can düşmanıydılar yıllar önce beni neden berdel karşılığı Korkmaz aşiretine gelin vermeye kalkışmışlardı? Bizim aşiretin onlardan kaçırdığı kız ne olacaktı ya da ne olmuştu? Fırat'ın dedeme duyduğu öfkenin sebebi bu muydu? Veyahutta dedemin sarsılmaz inadı, beni ısrarla Fırat'tan ayırıp Antep'teki aşiretle evlendirmek istemesi bundan sebep miydi? Oğuz bana Fırat'la birlikte olduktan sonra hastane odasında ilişkimizi desteklemediğini söylerken dedemin de bu ilişkiyi desteklemeyeceğini söylemişti. Neden olduğunu sormamıştım fakat şimdi şimdi bir şeyler bildiğini anlayabiliyordum. Belki de Fırat'ın Oğuz'un bana anlatmasından korktuğu tek şey Dilek mevzusu değildi. Öte yandan biraz düşününce Fırat 6 yıldır beni sevdiğini söylüyordu. Hadi o zamanlar yaşım küçük diye bana ulaşmaya çalışmamıştı, peki ya sonra? Berdel sebebiyle fotoğrafımı ona verdiklerinde saatlerce resmime baktığını söylemişti. Araba da bana ,"Eğer sen beni o zaman isteseydin ben dünden razıydım sana," demişti. Ve berdel olayının üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen bana ulaşmaya çalışmamış bunu denememişti bile. Ama bilmiyordum. Fırat çok sert , çok asi , çok güçlü bir adamdı. Söz konusu ben olduğumda kıskançlığı da sevgisi de ürkütücü derecede takıntılı bir hâl alıyordu. Bunca yıl söylediği gibi beni sevmişse, dedesinin ona bulduğu bütün kızları reddetmişse, otuz yaşında bu kadar yakışıklı ve güçlü bir adamken benden sebep kimseyle birlikte olup evlenmemişse bana duyduğu sevgi beş yıl, bugünlerin geleceği belli değilken, nasıl bekleyebilmişti? Fırat'ın yerinde ben olsaydım korkardım. Bir başkasını sever mi, gönlüne biri düşer mi , ona geç kalır mıyım diye kafayı yerdim. Şu an bana gösterdiği sevgi, bana bakışları, tenime dokunuşları, beni öpüşleri , benimle evlenmekte acele edişi ve beni severken öylece, neyi beklediğini bilmediğim, beş yıllık bekleyişi birbirine fazlasıyla tezat olan iki şeydi.

Kafam allak bullak olurken neyin doğru neyin yanlış olduğunu idrak etmekte zorlanıyordum. Zihnimden geçen düşünceler beni birçok şeyden şüphe etmeye iterken bunu istemiyordum. Şu hayatta emin olduğum tek şeydi Fırat'ın bana olan sevgisi. Bugüne rağmen bile böyleydi. Bu eminliğide kaybetmek istemiyordum.

Gözlerim usul usul dolarken babaannemin kucağında duran ellerimi çektim. Bir süredir üzerinde durduğum dizlerim acırken halının üzerine oturdum. Omuzlarım çöktü. Sırtımı arkamda kalan ahşap orta sehpaya yasladım. Ellerimle oynarken yorgun bir nefesi dışarıya verdim.

"Neden can düşmanısınız Korkmaz aşiretiyle? "Diye sordum. Sanırım öylesine bir soruydu. Neden bilinmez bir boş vermişlik çöreklenmişti üzerime. "Gelsin hayat bildiği gibi " değilde "geçsin hayat üzerimden " der gibi. Hoş geçiyordu zaten ama bazı şeyleri tam olarak ezip öldüremediğinden hâlâ birkaç umut kırıntısı kalıyordu ellerimde. Sonra ben o kırıntıları kaybetmemek için sıktıkça sıkıyordum avuçlarımı. Ve ardından böyle bir şey oluyordu, ellerim kan revan içinde kalırken yorgun düşüyordum. Biri gelip sımsıkı kapattığım avuçlarımı açıp çalıyordu ellerimden umurlarımı. Hep böyle olacaksa eğer ben avuçlarımda ezilip paramparça olsun istiyordum ki bir daha hiçbir umuda uzanmasın ellerim.

Başımı iyice önüme eğmiştim. Saçlarımın yüzüme dağılmasının verdiği rahatlıkla bir damla yaşın kehribar rengi harelerimden kopup uzun kıvrımlı kirpiklerimin arasından firar edişine izin verdim. Parmaklarımın kenarındaki etlerle kanatırcasına oynarken, ki bu kanlı bir oyundu, kan varsa o bir oyun olur muydu bilmeden öylece duruyordum. Beklediğim bir cevap değildi fakat istediğim bir şeyler duymaktı. Bu bir kedinin miyavlaması belki bir köpeğin havlaması belki de , bu soğuk kış gününde duyulur mu bilinmez, bir serçenin cıvıldaması bile olabilirdi. Sadece kafamın içindeki ses dışında bir ses duymak istiyordum. Kulağıma dolan sevimsiz kalp atışlarım dışında daha sevimli bir yaşam deneyimlemek istiyordum. Tüm bu sesleri hayal edebilecek kadar bir yeteneğim yoktu. Ne de olsa ben hayatının önemli bir noktasından sonra hayal kurmayı bırakmış, ötekinin yanında yine bir öteki olan , büyümeyi becerememiş, güçsüz ama herkese güçlüymüş gibi poz kesen , herkesin unuttuğu önemsiz bir eşya gibi köşede duran ama göz önünde olabilecek bir yere konduğunda yine herkesin üzerinde, bana sormaya bile tenezzül etmeden, hak iddia edebildiği bir kızdım.

Bir keresinde zihnimden şöyle bir cümlenin geçtiğini hatırlıyorum: yaşam denilen şey başlangıcı olan bir şeydir. Peki , o zaman ben neden yüzyıllardır bu dünyada yaşıyormuş ve ömrümün ne başlangıcı ne de bir sonu yokmuş gibi hissediyordum? Bu cümle aklımdan, Oğuz'un nişanına giderken Fırat'ın aracında arka koltukta oturmuş başım cama yaslı bir vaziyette yolu izlerken geçmişti. Ben gerçekten de bu hikaye nerede başladı bilmiyorum. Annemin karnındayken mi , babamın dizlerindeyken mi , ellerimdeki pembe tokalarım annemin attığı tokatla yerlere saçılırken mi, babam öldüğünde mi, annem beni evden kovduğunda mı, tek başıma günlerimi geçirdiğim hastane odasında bir umut birilerinin gelmesini beklerken mi, para kazanmak için köpeğini gezdirdiğim yaşlı pedofili adam tarafından taciz edilip korktuğumda o evden kaçarken sığınacak kimseyi bulamadığımda mı, Ali ortadan kaybolduğunda mı , ölmek için atladığım o soğuk boğazın sularında yaşamak için çırpınırken mi, Cihan abi beni kurtardığında mı ya da Fırat'ı ilk kez gördüğüm o sokak arasında mı belki de o bana beni ilk sevdiğini söylediğinde, ilk kez öpüştüğümüzde, ilk kez birlikte uyuduğumuzda...bu hikaye...bu kabus ...her neyse nerede başladı? Bilmiyorum. Bu yaşam belki de bu ölüm; bu hülya ya da bu sanrı; bu temaşa veyahutta bu dram nerede başladı, bilmiyordum. Ama son bulsun istiyordum.

Nitekim sonunu bile bilmiyordum bu yolun. Her şeyi kaybediyormuş gibi hissediyordum. Sanki "o" sandığım herkes bir başkası çıkıyordu. Bütün hayatım bir kurmaca, koca bir yalan; ruhum , bu şehre gelene kadar bir uyuyan güzel, belki saçlarım henüz sevdiği tarafından kesilmemiş bir Rapunzel, bedenim yıllar yılı bir kül kedisi, masallar hep mutlu sonla biter...peki ya gerçekler? Bir şeyler ölüyordu içimde. Bana bu zehirli elmayı hangi cadı yedirdi? Aynaya yanlış soruyu mu sordum ya da cüceleri kim katletti? Cam tabutun içinde yatan kim, ben çirkin bir ördek miyim? Kuğular nerede?

"Bu masalları bana neden anlattın ki baba? Gerçek hayat böyle değil..."

Duraklarımın arasından bir hıçkırık kopmak üzereyken alt dudağımı dişledim. Babaanemin sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefes kulaklarıma doldu. Ardından da sesi.

"Dedene sorarsın o anlatır sana. Bende işin iç yüzünü tam olarak bilmiyorum. Ama 5 yıldır aşiret kanlı bıçaklı onlarla."

Sustu. Bende başka bir soru sormadım. Başımı salladım öylesine. Sonra da yaslandığım orta sehpadan destek alıp oturduğum yerden doğruldum. Birkaç adım ötedeki yere düşürdüğüm çantamı alıp odama doğru ilerlemeye başladım.

"Hazan."

Babaannemin bana seslenişiyle adımlarım gayriihtiyari bir şekilde dururken ona dönmedim.

"Efendim babaanne?"

Sesim gözümden süzülen yaşların aksine sakindi.

Ardımdan gelen ayak seslerini duydum. Yanıma geliyordu. Boştaki elimin tersiyle hızla gözümdeki yaşları silip usulca burnumu çektim. Elimde hissettiğim elle soluma dönerken babaannemle göz göze geldim. Üzgündüm ancak o gözlere bakmak bu sefer pek içimden gelmiyordu.

Gözlerindeki bulutlar dağılmış yerini silik gölgelere bırakmıştı. Yüzündeki keder silinmişti fakat hâlâ bir parça ketumdu. Sol elimi tutan yaşlı eller sıcacıktı. Adımı söyleyişi bir parça sevecen.

Sonra bakışlarına bir parça tereddüt karıştı. Yüzü endişeli bir hâl aldı. Ellerimi tutan elleri kararsızdı. Dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerini birkaç kez gözlerimden kaçırdı. Ve,

"O oğlanla...halvet olmadın demi kızım?" Diye soruverdi. Sesi az biraz mahcuptu. Bana böyle bir soruyu soruyor olmaktan dolayı utanıyordu besbelli. Utanırdı tabii. Bu ailede utanması olmayan bir bendim. O yüzdendir ki herkes namus bekçiliğimi yapmaya soyunuyordu.

Sakin olmaya çalışıp gözlerimi babaanemin gözlerinden çektim. Bakışlarımı öylesine evin içinde gezdirirken,"Olmadım, " dedim. Böyle bir soruyu bir komedi filminde görsem oturur gülerdim. Kendi verdiğim cevaba da öyle. Fakat şu an alıp verdiğim nefes bile titrerken yüreğimde ağlamamak için direniyordum.

Babaannem birkaç saniye sessiz kalıp, "Doğruyu söylüyorsun hemi kuzum?" Dedi. Kaç kişiye yalan borcum vardı benim? Neden hiç kimse söylediklerime inanmıyordu?

Gözlerim yeniden gözlerini bulurken,"Doğru?" Dedim sorgulayıcı bir sesle. "Sizi tatmin ediyor mu benim doğrularım bilmiyorum ama benim için doğru bu. Yine de aksine inanmak istersen buyur. "

Sert mi konuşmuştum bilmiyordum ya da sert konuşmam gereken babaannem miydi? Dedem onca şeyi söylerken sessiz kalmıştım ve şimdi babaaneme böyle sert çıkmak haksızlıktı belki de. Benim yaşadıklarım neydi peki? Ben tüm bunları hak mı etmiştim?

Babaanem tuttuğu elimi daha sıkı kavrarken ,"İnanıyorum kuzum ben sana. Biliyorum yanlış bir şey yapmayacağını ama...hani erkek adamdır, birde askerdir. Asker adam düşkün olur böyle şeylere. Sen istememişsindir belki ama..." diyordu. Kelimeleri evirip çeviriyordu. Karşımda eğilip bükülüyordu.

"Ama ne babaanne? Bana tecavüz eden bir adamı sevdiğimi mi düşünüyorsun?" Dedim hafif alaycı bir tavırla. Öyle ya ben istememişsem bunun adı "halvet" değil tecavüz olurdu. Kendince soruyu yumuşatmaya çalışıyor, bana güvendiğini söylerken her şeyi daha beter bir noktaya getiriyordu.

Babaannem gözlerime birkaç saniye öylece bakakalırken ne söyleyeceğini bilememiş gibiydi. Usulca iç geçirip elimi babaannemin ellerinden çektim.

"Bizim Fırat'la öyle bir ilişkimiz yoktu." Derken geçmiş zamanla konuştuğumu fark ettim. Eskidendi sanki her şey. Biz bir günde eskimiştik.

"Ne oldu da onların aşiretiyle düşman oldunuz bilmiyorum ama Fırat öyle biri değil. Aramızda düşündüğünüz gibi bir şey olmadı. Şunu da söyleyeyim babaanne: dedemin ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum. Beni Fırat'tan ayırınca Antep'teki aşiretin oğluyla evlenirim diye düşünüyor belki. Ama ben Fırat'ı seviyorum. O olmazsa başkası da olmaz. Şimdi ağzımdan "namusum yerinde " mi diye laf almaya çalışıyorsun belli. Dedeme bunu da söyle, tamam mı? "

Sözlerim bittiğinde bir cevap beklemeden odama girdim. Elimdeki çantayı yatağın üzerine attım. Bir şey ya da birçok şey ağrıma gidiyordu. Hayatımdaki hiç kimseyi tanımıyordum sanki. Fırat, aynı yatakta uyuduğum, bana dokunmasına izin verdiğim, evlenmeyi düşündüğüm adam bile şu an içimde koca bir soru işaretiydi. Korkuyordum. Ya o da günün sonunda bir yabancıya dönüşürse? Ya gerçekten sevmiyorsa beni? Her şey bir yalansa?

Aklımda birden dün gece Sadettin abilerin evinde duyduğum konuşma canlandı.

"Oğlum emin misin?"

"Eminim o."

"Yengem biliyor mu?"

"Bilmiyor."

"Fırat anlat."

....

Kafamda bu konuşmayı döndürüp dururken başıma aniden bir ağrı girdi. Dudaklarımdan acı dolu bir inleme dökülürken yanımdaki makyaj masasına tutundum. Her şey gözümün önünde tepeteklak olurken yatağa oturdum. Bir süre öylece durmaya karar verdim. Yorgundum.

                                ******

Sıcak bir duşun ardından saçlarımı kuruturken temizlenmiş olmanın verdiği hisle kendimi az önceye nazaran daha iyi hissediyordum. Kenan Karadağlı denilen o pis herifin nefesini yüzümden silip atabilmek için fazla sıcak açtığım su yüzünden beyaz tenim az biraz kızarmış olsa da dediğim gibi daha iyiydim.

Saç kurutma makinasını masanın üzerine bırakıp bedenimi saran beyaz havluyu çıkarıp yatağın üzerine attım. Banyoda duş alırken fark ettiğim sol kaburgamın üzerindeki koca morluk yine gözüme takılırken sıkıntılı bir nefesi öylesine alıp verdim. Sağ ayağımdaki burkulma sebebiyle oluşan küçük yara ve ağrı da alıp verdiğim bu sıkıntılı nefesin bir parçasıydı.

Vücuduma makyaj masamın üzerindeki nemlendiricilerden ve losyonlardan sürdüm. Kendimi biraz daha iyi hissetmek istiyordum belki. Ya da azıcık daha yalnız kalabilmek. Veyahutta kimsenin gerçekten sevmeye cesaret edemediği bu kızı sevmek istiyordum. Bir süredir kendime gözlerimi kapattığımın bilincindeydim. Fırat seviyor diye kendimi kendim sevmeye gerek görmüyordum sanki. Şimdi ise uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla, henüz kendimle dost olduğumu söyleyebilecek kadar samimi değildim, yeniden karşılaşmışım gibi bir histi içimdeki. Konuşacak çok şey vardı belki ama susmak daha derine dalmak gibiydi. Kendime bir zeytin dalı uzatmak misali küçük bir hediye sunuyordum. Bir de gözlerime ulaşmayan buruk bir tebessüm. Benim benden başka kimsem yoktu. Bu gerçek her zihnimden geçtiğinde yüzüme daha sert çarpıyordu. Bir aynanın karşısında ya da bir pencerenin ardında yine ve yeniden bir ben kalıyordum. Her zaman olduğu gibi...

Vücudumu kremlemeyi bırakıp hoş orkide kokusu bedenimi sararken masanın çekmecesinden karnımdaki kurşun yarasını sarmak için büyük, beyaz bir yara bandı, sargı bezi , pamuk ve batikon çıkardım. Yarayı pamuk yardımıyla dezenfekte ederken bugün karaciğerim için hastane randevum olduğunu hatırladım. Doktorun verdiği bir haftalık süre dolmuştu ve Fırat bugün için randevu almıştı. Saat kaçta olduğunu bilmiyordum fakat öğrenirdim. Henüz erkendi zaten. Saat sekize geliyor olmalıydı.

Yarayı yara bandıyla kapatıp siyah iç çamaşırlarımı giydim. Böyle karışık bir halet-i ruhiye de olduğum günlerde siyah giyinirdim lakin her şeyin mütemadiyen berbat gittiği bugünlerde bir değişiklik yapmak istedim. Takım elbise giymek yerine , her ne kadar birazdan adliyeye gidecek olsam da, bej rengi bir dar paça pantolon, beyaz bir boğazlı kazak giydim. Üzerime de kremle bej rengi karışımı bir kaban geçirip beyaz , bağcıklı botlarımı giydim. Krem rengi küçük çantamı da alırken doğal iri dalgaları olan kahverengi saçlarımı kendi haline bıraktım. Belime silahlarımdan birini taktım.

Aynada son kez kendime baktığımda dudağımdaki yara da gözlerimi gezdirdim. Sol şakağımdaki küçük çiziği gizleyen perçemlerimi ellerimle geriye doğru tarayıp telefonumu alarak odadan çıktığımda babaannemi mutfakta kahvaltı hazırlarken buldum. Patates kızartmasının ve yumurtalı ekmeğin kokusu burnuma dolarken acıkmıştım fakat az önce gerçekleşen konuşmanın üzerine oturup onunla kahvaltı edemezdim. Ki onlarca işim vardı.

Gözlerimi bana dönen babaannemden alıp çatı katına yöneldim. Ahşap merdivenleri çıkıp odaya girdiğimde kapıyı kapattım. Ayağımdaki beyaz botlarım gri parke zeminde tok sesler çıkartırken kaloriferin önünde duran sazın siyah kılıfında gözlerimi gezdirdim. Sazın hemen yanında, yerde duran babamın kucağında olduğum fotoğrafı ve bebeklik fotoğrafımı gördüm. Dedemlerin geldiği gün bu fotoğraflara bakarken ağladığım anlar doldu zihnime.

Fark etmeden duraksadığım yerde hareketlenip fotoğraflara doğru ilerledim. Yere diz çöküp fotoğrafları aldım. Onları bir yerlere sıkıştırmak istemiyordum. Bu yüzden çantamı açıp içine koydum. Ardından sazı alıp bir kenara kaldırdım. Yerdeki astım spreyini alıp kabanımın cebine koydum. Ve sistem için yaptırdığım ahşap masanın çekmecesinden, Baran'ın cesedinin yanında bulduğum, CD'yi aldım.

O sırada az kalsın dün Sadettin abilerin evinde kapıya bırakılan evrakları unutmak üzere olduğumu fark ettim. Kenan Karadağlı hakkındaki o belgeleri Şırnak'taki emniyet müdürlüğüne ulaştırmam gerekiyordu. Ya da Savcı Tarık Güngör'e.

Odadan çıkıp merdivenleri inerek odama girdim. Siyah bir evrak çantası alıp elimdeki CD'yi ve siyah sırt çantamdan çıkardığım büyük sarı zarfın içindeki evrakları ve diğer CD'yi çantanın içine koydum.

Odadan çıktığımda evden çıkmak için kapıya yönelmiştim. Babaanem koşar adımlarla, mutfaktan çıkıp yanıma gelirken ,"Yavrum nereye? Bir kahvaltı etseydin." Demişti. Cümlesinin sonuna gelirken de aramızdaki mesafeyi kapatıp yaşlı elleriyle kolumu tutmuştu.

"Gerek yok babaanne. Aç değilim ben. Sana afiyet olsun," dedim normal bir sesle. Kolumu ellerinden kurtarıp kapının soğuk, metal kolunu tutarken niyetim bu evden bir an önce çıkıp gitmekti. Fakat babaanem elini kapının kolunu tutan elimin üzerine koyup beni durdururken, "Kuzum yapma böyle," dedi ağlamaklı bir sesle. "Ne ben ne de deden senin kötülüğünü ister miyiz hiç? Gel iki lokma bir şey ye üzme beni, hadi. "

Bıkkınca bir nefesi alıp verirken babaannemin sesi gibi ağlamaklı bir hâl alan yüzüne baktım. Uzun uzadıya cümleler kurmak istemiyordum. Ya da herhangi bir açıklamada bulunmak gelmiyordu içimden. Hoş anlatsam da anlamıyorlardı zaten. Kendileri dışında herkese sağırdı kulakları. Babaannem tam olarak öyle biri değildi ancak biliyordum ki o da bir yerden sonra beni anlamakta güçlük çekiyordu. Ki ben artık anlaşılmak bile istemiyordum. Herkes kendi derdinde olsun, kimse bana bulaşmasın istiyordum. Çok mu imkansızdı?

"İstemezsiniz," dedim öylesine bir sesle. "Belki ben kendi kötülüğümü istiyorumdur. Sonuçta bu günlere sizin benim iyiliğimi istemeniz sayesinde geldim. Yoksa başaramazdım öyle değil mi?"

Babaannem ,"Hazan'ım," derken sözünü kesip, "Bırak. Adliyeye gitmem lazım. İşim var." Dedim. Birkaç saniye gözlerime baksa da elini elimin üzerinden çekip bir iki adım gerilerken önümden çekildi. Bende kapıyı açıp önce evden ardından da apartmandan çıktım.

Kar yağışı durmuştu. Gökyüzü gri bulutların meskeniyken hafif bir rüzgar esiyor, üşümeme neden oluyor ve saçlarımı savuruyordu. Arabamın olmadığını idrak edişimle taksi çağırmadığım için kendime kızmıştım. Apartmanın önündeki buzlu kaldırımın üzerinde öylece dururken aldığım nefesi oflayarak dışarıya vermiştim. Dudaklarımdan kuru bir öksürük firar ederken boğazım acımış, bedenim sarsılmıştı. Az ötedeki fırından taze simit ve poğaça kokusu burnuma gelirken oraya doğru yol aldım.

Fırına girdiğimde yüzüme vuran sıcak havayla bedenim ürpermişti. Burnuma dolan simit ve poğaça kokusuna taze ekmek kokusuda karışırken buraya en son Fırat'la birlikte geldiğimi anımsadım. Tezgahta yine, Fırat sayesinde adını öğrendiğim , Musa amca vardı. Beni görünce yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi.

"Hoş gelmişsin gelin kızım," derken de hafif kısık bir tınıya sahip olan sesindeki doğu şivesi, bir önceki gelişlerimden, tanıdıktı. Nedensizce bu durum, mis gibi ekmek kokan bu fırın yaşadığım onca şeyin üzerine güzel hissettirmişti. Uzun zamandır ilk kez girdiğim bir yerde bu kadar sıcak karşılanmıştım. Her anlamda...

Benimde dudaklarımda küçük bir gülümseme peyda olurken , elindeki ekmek poşetiyle fırından çıkmak üzere olan adama yol vermek için, öylece durduğum kapı önünden hareketlenip tezgaha doğru ilerledim.

" Hoş buldum Musa amca. "

"Ne istedin kızım? Yine simit mi?"

Tezgahın önünde adımlarımı durdurduğumda yüzümdeki tebessüm yerli yerindeydi.

"Bu sefer poğaça da istiyorum. "

Musa amcanın yüzündeki tebessüm genişlerken, "Neli poğaça istersin?" Diye sordu. "Fırat'a da alacaksan o zeytinli sever."

Dudaklarımdaki gülümseme yavaş yavaş solarken ne diyeceğimi bilemedim. Başım hafifçe önüme eğildiğinde gözlerim dolmuştu. Ben...Fırat'ın neli poğaça sevdiğini bilmiyordum ki. Ben Fırat hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Kendi ellerimle tutuklatıp polislere teslim etmiştim ben onu. Beni bir daha eskisi gibi sever mi bilmiyordum. Ya da hiç sevmiş miydi?

Musa amcanın, "Noldu kızım?" Diyen sesi kulaklarıma dolarken başımı eğdiğim yerden kaldırdım. Dudaklarıma yeniden bir tebessüm kondurmaya çalışıp beceremediğimde Musa amca birkaç saniye gözlerime bakıp, " Hadi söyle istediklerini de hazırlayayım." Dedi. Bir şey sormaması beni rahatlatırken sevmeye başlamıştım bu tatlı ve babacan adamı.

Hafifçe içimi çekip, "Bir tane simit istiyorum. 4 tane de poğaça. Biri tereyağlı, biri peynirli ikisi de...zeytinli olsun," dedim. Zeytinli poğaça sevmezdim ama Fırat'ı özlemiştim ve içimden zeytinli poğaça yemek gelmişti.

Musa amca,"Hemen," derken istediklerimi bir kese ķağıdına sarmaya başlamıştı. Bir süre onu izledim. Hatta bir ara savcılığı bırakıp fırıncı mı olsam diye bile düşünmüştüm. Bütün gün mis kokulu ekmeklerin, simitlerin, poğaçaların , açmaların ve pidelerin içinde olmak ne güzel olurdu.

Musa amca elime poşeti uzatırken hayal dünyamdan sıyrılıp poşeti aldım. Çantamı açıp lila rengi cüzdanımı içinden çıkarırken, "Borcum ne kadar ?" Diye sordum. Musa amca,"Bu da benden olsun ," derken insanın içini ısıtan kahverengi gözlerine bakıp, "Olmaz Musa amca," dedim kaşlarımı çatarak . "Ödemek istiyorum. "

"Olur kızım olur," ded Musa amca. "Belli ki bizim oğlan üzmüş seni. Onun yerine ben özür diliyormuşum gibi düşün. Kötü çocuk değildir bizim Fırat. 10 yıldır tanırım ben onu. Oğlum gibi de severim. O yüzden onun sevdiği kızı da kendi kızım gibi görür , severim. Anlar hatasını gelir özür diler senden merak etme. Dilemezse de gel söyle amcana çekeyim kulaklarını. "

Sözleri beni güldürürken, "Sağol Musa amca." Dedim. "Ama yine de ödemek istiyorum."

Fırat'la olan durumumuzu açıklamak istememiştim. Kaldı ki açıklanacak bir şeyde yoktu. İkimizde birbirimizi üzmüştük fakat sonumuz normal insanlar gibi olmamıştı. Sonuçta dünya üzerinde hiçbir insan sevgilisine toplum içinde bağırdığı ve söylediği şeyi yapmadğı için nezarethaneye düşmemiştir , öyle değil mi? Kanunlarımız hiçbir zaman, hiçbir tarihte ve yerde bu kadar hassas olmadı.

Musa amca,"Para falan istemiyorum gelin hanım. İlla da ödeyeceğim dersen geri ver poğaçalarımı," Dediğinde sesi muzip bir hâl almış kaşları yalancı bir kızgınlıkla çatılmıştı. Yine istemsizce gülerken, "Peki, teşekkür ederim o zaman. İyi günler, " dedim pes ederek.

Musa amca ,"Sana da iyi günler kızım," derken saçma bir şekilde el sallayıp fırından çıktım. Soğuk hava yeniden yüzüme vuruken otobüs durağına kadar yürümeye karar vermiştim. Poşeti koluma asıp elimdeki cüzdanı çantama koyarken beyaz kulaklığımı çıkarıp telefonuma taktım. Öylesine bir şarkıya tıklayıp kulaklığımı kulağıma taktığımda Nazım Hikmet'in şiirlerinden birinin sözleri doldu kulaklarıma.

Telefonumu kabanımın cebine koyup poşetten bir poğaça alıp yerken yokuş aşağı yürümeye başladım.

"Çok yorgunum.
Beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli , mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın..."

Poşetten aldığım poğaça zeytinli çıkmıştı...

*******
Otobüsten inip adliyeye doğru ilerlerken ne zamandır otobüse binmediğimi düşünüyordum. En son otobüsler tıklım tıkış olduğumuz ve mütemadiyen taciz edildiğimiz yerlerdi. Bu şehirde de pek farklı olduğunu düşünmesem de en arkada, bir cam kenarında oturacak bir yer bulmuştum ve işin garip tarafı herkes oturuyordu. Yanımda altmışlı yaşlarında bir teyze vardı. Onunla poğaçalarımı paylaşmıştım. Gözleri hep parmaklarımda gezinirken bana torununun resmini göstermişti. Öğretmenmiş. 26 yaşındaymış. Pek efendiymiş. İstemediğimi ve sevdiğim biri olduğunu söylemiştim. O da beni rahat bırakmıştı.

Adliye bahçesine giriş yaptığımda güvenlik kulübesinin yanında duran Enver abinin,"Günaydın savcım, " diyen sesi kulaklarıma çalınmıştı. Hafifçe gülümseyip,"Sana da günaydın Enver abi ," dedim. Ardından merdivenleri çıkıp binaya girdiğimde asansöre binmiş ve başsavcıyla bu sabah olanları konuşmak için dördüncü katın tuşuna basmıştım.

Dördüncü kata ulaşana kadar hiçbir şey düşünmedim. En azından düşünmemeye çalışıyordum.

Asansörün kapısı açıldığında koridordaki hiç kimseyle nedensizce göz göze gelmemeye çalışarak fildişi rengindeki mermer zeminde hızlı adımlarla ilerledim. Üzerinde "Başsavcı Haluk Coşkun " yazan koyu kahverengi tonlarındaki kapının önünde durup çaldım. İçeriden gelen "gir" komutuyla altın sarısı kapı kolunu tutup kapıyı açarak içeriye girdim.

Haluk bey masanın üzerindeki evrakları inceleyen gözlerini bana çevirirken ,"Buyrun savcım, " dedi. Öylece durduğum kapı önünden hareketlenip masaya doğru adımlarken, "Konuşabilir miyiz?" Diye sordum. Başsavcı beni başıyla onaylayıp eliyle kahverengi deri koltuklardan birini gösterirken, "Tabi tabi, buyrun," dediğinde gösterdiği koltuğa oturmuştum. Elimdeki evrak çantasını ve içinde bir simitle bir poğacanın bulunduğu poşeti önümdeki küçük sehpanın üzerine koydum.

Gözlerim Haluk beyin gözlerini bulurken dilimin ucuyla alt dudağımı nemlendirip, "Lafı evirip çevirmek istemiyorum bu yüzden her şeyi doğrudan anlatacağım. Bu sabah ki Kenan Karadağlı olayını az çok biliyorsunuzdur..." derken başsavcı oturduğu yerde öne doğru eğilip ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlerken sözümü kesip, "Az çok değil olayın tamamını biliyorum. Cihan bey arayıp her şeyi anlattı. Ve size verilecek olan cezanın karar mercii ben değilim. Cihan bey size VASÖ'nün bir ceza keseceğini benim ise sadece Fırat yüzbaşının tutuklanma olayının sizinle ilgili olan kısmının üzerini örtmemi söyledi. Yani yüzbaşıyla olan ilişkinizin üzerini örtmem bu davaya yansıtmamam söylendi. Bende öyle yapacağım. Ama sanırım başsavcınız olarak, her ne kadar siz sıradan bir savcı olmasanız da, size birkaç ikazda bulunabilirim. "

Duraksadı. Ciddiyetle çatılmış olan kaşları gerilmeme sebep olurken,"Buyrun lütfen, " dedim. Başsavcı belli belirsiz başını sallayıp, "Kanunları bildiğinizi varsayıyorum, " dedi.

"Her savcı gibi evet," dedim.

"O zaman bir savcıyla bir askerin duygusal bir birliktelik yaşamasının kanunen suç sayıldığını da biliyorsunuz. "

Bu zamana kadar Fırat'la birlikteyken bunu hiç aklıma getirmemiştim fakat yabancısı olduğum bir bilgi değildi.

"Biliyorum."

"Bu sabah olanlar umarım size bu kanunun neden konulduğu hakkında az çok bir fikir vermiştir sayın savcım. "

Bir şey söylemedim.

Haluk bey ise devam etti.

"Bakın ben bir kanun adamıyım. 20 yıldır bu mesleği yapıyorum. 10 yıldır bu adliyede başsavcıyım ve yine on yıldır VASÖ için çalışyorum. Neredeyse VASÖ kurulduğundan beri. Sizin babanızın da VASÖ'nün kurucularından biri olduğunu ve bu örgüte her şeyini vermişken bu günleri görecek kadar ömrünün vefa etmediğini biliyorum. Nasıl şehit olduğunu da öyle. O yüzden size karşı başka bir saygım var benim. Ve sizin bu vatana bu bayrağa ne kadar bağlı olduğunuzu da biliyorum. Ne de olsa babanızın kızısınız. Bunları size söylemeye hakkım da yok belki . Ama yine de söyleyeceğim kendinize çeki düzen verin. Başarısız bir savcı olduğunuzu söylemek haksızlık olur. Siz geldiğinizden beri içimizdeki vatan hainleri birer birer ortaya çıkıyor . Önce Hakan Çınar şimdi de Kenan Karadağlı . Biraz disiplinli biri olsanız belki de bundan kat ve kat daha iyi bir savcı olacaksınız. Beni yanlış anlamayın size yüzbaşıdan ayrılın demiyorum. Ki bunu konuşacak , yorumlayacak ya da ne yapıp yapmayacağınıza karar verecek kişi ben değilim . Sadece sizin yaptığınız her hatanın üstünü örtme görevi bana veriliyor ve bu ülkenin yöneticisi VASÖ değil. Ben başkalarına da hesap vermek zorunda olan bir devlet memuruyum. Sizin gibi VASÖ 'nün kıdemli bir üyesi değilim. Korkak olduğumu düşünebilirsimiz evet, öyleyim. Mesleğimi kaybetmekten korkuyorum. "

Duraksadı yine. Bense öylece duruyordum.

"Beni anlıyorsunuz, değil mi?"

Bir süredir, yani konuşmanın bir yerinden sonra Haluk beyin sesi kulaklarıma bir uğultu gibi gelmeye başlamıştı ve ben onu tam olarak anladığımı söyleyemezdim.

"Benim babam VASÖ'nün kurucularından biri miydi? Ben bunu bunca zamandır neden bilmiyordum? Onca şey...VASÖ'ye alınışım, diğer ajanlara belli bir seviyeye geldikten sonra verilen yetkilerin bana bir anda verilişi, başka ajanlar yapsa üstlerin asla müsemma göstermeyeceği şeylere ben yaptığımda sessiz kalışları, bir askerle olmama göz yumuşları her şey bir yerde babama mı bağlanıyordu? 4 yıldır VASÖ'ye girdiğimden beri diğer ajanların gözünde okuldaki öğretmen çocuğu gibiydim. Çoğu beni sevmezdi. Eğitmenlerim, Aslı Kodan, Cihan abi, Bora ve Gaye dışında hepsi bana düşmandı sanki. Bu yüzden miydi? Herkesin bildiği bir gerçeği bi ben mi bilmiyordum?"

Zihnimden geçen tüm bu sorular beni olduğum yere çivilemişti sanki. Dilim lâl olmuş gözlerim öylece masanın bir köşesinde takılı kalmıştı. Odadaki bütün nesneler silinmişti. Bir ben vardım birde masanın köşesi.

"Savcım!"
"Savcım duyuyor musunuz beni?"

Omuzumda bir el hissettim. Sonra o el tarafından hafifçe sarsıldım.

"Hazan hanım!" Dedi aynı ses belki de aynı el. Gözlerimin içi yanıyordu. Nefes alış verişlerim durmuştu.

"Savcım iyi misiniz?" Yine aynı ses.

Bilmem...

Kendime gelmeye çalışarak kabanımın cebindeki astım spreyini elime aldım. Dudaklarıma götürüp ağzıma sıkarken derin bir nefes çektim ciğerlerime. Ardından her şey normal bir hâl alırken önüme diz çökmüş olan Haluk beye baktım.

"Anlıyorum, " dedim birden. "Özür dilerim. Bir daha olmaz."

Ve oturduğum yerden kalkıp sehpanın üzerine bıraktıklarımı alarak başsavcının bana seslenişlerini duymazdan gelirken odadan çıktım. Merdivenleri hızlıca inip üçüncü kattaki odama ulaştım. Kapıyı ardımdan kapatıp sarsak adımlarla masama doğru ilerleyip oturdum.

Bir müddet bu durumun beni neden bu kadar çok sarstığını anlamaya çalıştım. Kandırılmıştım. Kendi başarımla hak etmediğim bir konuma konulmuştum. Belki de bir başkasının hak ettiği bir yerdeydim. Tüm bunlar, güvendiğim insanlar tarafından kandırılışım yeterli bir neden değil miydi? Cihan abi pek tabii biliyordu bu durumu. O zaman bana neden söylememişti? Her şey planlı mıydı? İntihar ettiğim o gün , sabahın altısında, boğazın kıyısında, hiç kimse yokken Cihan abinin orada oluşu bir tesadüf müydü? Ali'yi anlattığımda birden, o kadar gizli olan bir örgütü, benim gibi sıradan bir üniversite öğrencisine, hiç düşünmeden anlatışı mantıklı mıydı?

Gözlerimi derin bir nefesi alıp verirken sımsıkı kapattım. Cihan abiyi arayıp soracaktım. Bana bir açıklama borçluydu. Belki de vermesi gereken bir hesap vardı.

Kirpiklerimi yavaşça aralayıp elimdeki çantayı ve poşeti masamın üzerine bıraktım. Omzuma asılı olan çantamı da elime alırken içinden telefonumu çıkardım. Ekran kilidini kaydırıp rehberden Cihan abinin numarasını buldum. Tam üzerine tıklayıp arayacakken cesaret edemedim. Sonra neden cesaret edemediğimi sorguladım. Oysa kimse bana yalan söyleyip beni kandırırken babamdan ötürü beni hak etmediğim yerlere koyup diger ajanların hakkını yerken çekinmiyordu. Ben neye neden cesaret edemiyordum?


Numaranın üzerine tıklayıp telefonu kulağıma görürdüm. Telefondan Cihan abinin başka biriyle konuştuğunu söyleyen bir ses yükselirken aramayı sonlandırmak için telefonu kulağımdan çekmek üzereydim ki telefon birden açıldı.

Cihan abinin ,"Abim?" Diyen hafif endişe barındıran sesi kulaklarıma doldu. "Abim" mi? Sabah böyle konuşmuyordu. Birkaç saatte ne değişmişti?

Bir iki saniye içinde bulunduğum küçük çaplı bir şaşkınlıkla sessiz kaldığımda Cihan abi, "Abim iyi misin?" Diye sordu. "Az önce başsavcıyla konuşuyordum. Odasında astımın tutmuş. Bir şey mi oldu?"

"Evet, oldu." Dedim düz bir sesle. Onun sesine nazaran benim sesim fazlasıyla soğuktu ona karşı. "Bugün değil belki çok uzun zaman önce oldu. Ama ben bugün öğrendim. "

Cihan abi sözlerimle birkaç saniye duraksayıp, "Anlamıyorum Hazan. Ne demek istiyorsun?" Dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı belli belirsiz, o görmese de, aşağı yukarı sallarken,"Daha açık konuşmalıyım." Dedim. "Babamın...VASÖ'nün kurucularından biri olduğunu biliyor muydun?"

Yine can sıkıcı bir sessizlik oldu. Telefonun diğer ucundan sıkıntılı bir nefes yükseldi. Belli ki sorduğum sorunun cevabı "evet" ti.

"Biliyordun," dedim hayal kırıklığı dolu ve fısıltıya çalan sesimle.

"Sen nereden öğrendin?" Kızgındı. Bana değil bunu bana söyleyene kızgındı. Bende kızgındım. Bunu bana söyleyene değil benden bunu saklayana kızgındım.

"Ne önemi var ki? Bana onca yıl yalan söylemişsin abi."

"Yalan değil. Sadece sakladım. "

"Ne farkı var? Beni babam yüzünden VASÖ'ye aldınız. Babam yüzünden diğer ajanlara vermediğiniz yetkileri verdiniz. Beni hak etmediğim bir yere koydunuz. Sonra tüm bu sorumlulukları kaldıramadığımda , bu sabah olduğu gibi, beni suçladınız. En başından beri bir şeyler yanlıştı. Ben hiçbir zaman VASÖ'ye ait değildim. "

Cihan abi sıkıntılı bir şekilde aldığı nefeslere bir yenisini daha eklerken,"Saçmalama," dedi. "Tamam seni Mehmet abi öldüğünden beri takip ediyordum. Üstlerde en başından beri seni VASÖ'ye almayı düşünüyordu. Örgüte alınman planlıydı. Sana verilen yetkiler konusunda da haklısın. Çünkü sen VASÖ'nün şehit olan bir üstünün kızısın. Ve VASÖ'de şehitler her zaman yaşayanlardan daha değerlidir. Yanıldığın nokta seni hak etmediğin bir yere koyduğumuzu söylemen. Sen başarılı bir savcısın. Haliyle de başarılı bir ajan. Şu sıralar her şeyi birbirine karıştırdığın doğru ama bu geriye kalan dört yılını silmez. VASÖ sakat kolu bedeninde taşıyacak bir örgüt değil Hazan. Sırf Mehmet abinin kızısın diye sana kimse torpil geçmez. Hiç bir işe yaramasan onca zorlu eğitimden nasıl geçecektin? VASÖ hiçbir şey başaramayan birini neden içinde barındırsın? Kendini bir gör artık. Bırak saçmalamayı. "

Bilmiyordum. Haklıydı belki. Doğruyu söylüyor da olabilirdi. Sonuçta o Cihan abiydi ve bu konuyu saymazsak bana hiç yalan söylememişti. Ama ben neden hâlâ kendimi kırgın hissediyordum? Gözlerim neden hiç durmadan doluyordu? Bilmiyorum.

"Hazan. Sen benim kardeşimsin. Mehmet abinin emanetisin bana. O yüzden ne olursa olsun ben arkandayım senin. Bir kere çekip aldım seni ölümün kollarından gerekirse bir kere daha çeker alırım. Şu sıralar iyi değilsin belli. Bazen korkutuyorsun beni. Nasıl bir hâlde olduğunu anlamıyorum. Ya da ne düşündüğünü. Bu aralar tanıyamıyorum da seni. Niye böylesin bilmiyorum da. Belki yüzbaşı yüzünden. Aşk iyi gelmedi belki sana. Sevme demiyorum sana. Hoş desemde dinlemezsin. Ama bak bu adamla olmuyor. O bir asker sen bir savcısın. Bugün böyle oldu yarın daha kötüsü de olabilir. Bu ilişki iyi gelmeyecek sana. Öyle bir adamla yapamazsın zaten sen. Tamam iyi bir asker. VASÖ üyemiz olsun diye elinden geleni yapıyor ama herif delinin teki be abim. Höt söt bir adam belli. Sen zaten yaralısın. Küçüksün abiciğim daha. Kırılgansın her ne kadar güçlü olsanda. Bu adam üzer seni. "

Bu şehre geldiğimden beri bir şeylerin ters gittiği doğruydu. Yer yer bende kendimi tanıyamıyor, ne düşündüğümü anlayamıyor ve olan biten birçok şeye bir anlam veremiyordum. Korkuyordum da. Ama mesele sadece Fırat değildi. Ben bu şehre geleli ne kayıplar vermiştim, ne çiçekler açtırıp ne çiçekler soldurmuştum, ne hatalar yapıp ne doğruların altında ezilmiştim, neler hissetmiş ne gözyaşları eskimiştim Cihan abinin haberi yoktu. Ona göre her şey Fırat yüzündendi. Bir yanlış yapıyordum ve o yanlıştan dönmeliydim.

Dudaklarımda buruk bir tebessüm belirirken, "Yani?" Dedim. Cihan abi içini çekip, "İstanbul'a, yanıma alayım seni. " dedi. "Hem eğitimini tamamlarsın, hem şu intikam meselesinden uzaklaşırsın hemde bu kadar sorumluluk olmaz üzerinde. Kabul et her şey iki ay öncesi gibi olsun. Yakma kendini."

İmkansızdı. Her şey iki ay öncesi gibi olamazdı ki artık. Ali...yavaş yavaş ortaya çıkıp kendini hissettiriyordu. İntikam meselesi bir mesele değildi. Bu saatten sonra ben Fırat'sız yapamazdım ki. Birlikte olmasak bile aynı şehirde olmalıydık. Ben bu şehre esirdim artık . Üstelik bu şehirde Ayşe teyze ve Zeynep vardı. Emine hanım vardı. Mine vardı. Toprağın altında da olsalar Dilan ve bebeği vardı. Ömer beyin anne babası. Hacer teyze ve İnci. Onları öylece bırakamazdım ki. Bu hikâye nerede başladı bilmiyordum ama bu şehirde bitmeliydi.

"İstemiyorum, " dedim. "Bu şehirde oluşumu da eğitimden sayabiliriz abi. Hayatta kalırsam eğitimim tamamlanmış sayılır. Olmaz mı?"

"Olmaz. Hayatta kalmak zorundasın zaten. Bu bir oyun değil Hazan. Az önce ne dedim sana, bir kere aldım bir kere daha çekip alırım seni , sadece işlerin hiç gitmemesi gerektiği kadar ters gittiğini anlayayım , hissedeyim kendini bir anda İstanbul 'da bulursun. Şu an sana bir seçim hakkı sunuyorum işler ters giderse başka bir seçeneğin olmaz."

  "Peki abi."

Cihan abi yine bir müddet sessiz kalıp derin bir iç çekişin ardından, "Sen merak edersin şimdi, " dedi. "VASÖ'nün birkaç adamı ve ajan kayıt bürosundan bir üst şu an Silopi emniyet müdürlüğünde yüzbaşıyla görüşüyor . Kabul edecek gibi. Bir aksilik çıkmazsa bu akşam çıkar nezarethaneden. Merak etme kabul eder. İçeride kalıp cezasını çekebilecek kadar sabırlı birine benzemiyor. Gözleri ateş saçıyor sanki herifin. Lakabı gibi tam bir bozkurt. Ürkütücü ve tedirgin edici bir havası var. Bir yırtıcı gibi insanı korkutuyor. Sen nasıl seviyorsun bu adamı? Ya da daha önemlisi sana karşı ters bir hareketi oldu mu? Bak eğer olduysa..." derken sözünü kesip, "Olmadı abi," dedim. " O dışarıya göründüğü gibi davranmıyor bana. "

"Umarım öyledir. Kuzuyu kurda emanet ettirtme bana. Sana karşı tek bir yanlışını görürsem alırım façasını aşağı. "

Oturduğum koltukta arkaya doğru yaslanırken hafifçe gülümsedim. Fırat'ın akşam nezarethaneden çıkabileceğini öğrenmemin yanı sıra birilerinin beni her şeye ve bana rağmen sevmesinin bir süre tadına varmak istedim. Ama sonra aklıma Baran'ın cesedinin yanında bulduğum CD gelirken bu CD'den Cihan abiye bahsetmem gerektiğini hatırladım. Bilmeliydi.

"Abi," dedim ciddi bir sesle fakat bir parçada tedirgindim. Bu CD'yi TKÖ denilen örgütten geldiğini bile bile bunca zaman izlemeyişim bir hataydı. Cihan abiye durumu bildirmeyişim de bu hatayı ikiye katılıyordu. Kızacaktı belki ama yine de söylemeliydim.

Cihan abi, "Söyle abiciğim, " dediğinde bu seferde oturduğum yerde öne doğru eğildim. Telefonu hoparlöre alıp masanın üzerine koyarken evrak çantasını açtım.

" Bundan 4 gün önce Baran Bekirhan'ın cesedini evinin çatı katında bulduğumu biliyorsun," dedim.

Cihan abi ,"Biliyorum, " derken sesi ciddi ve sorgulayıcı bir hâl almıştı.

Çantadan çıkardığım CD'yi masaüstü bilgisayarın kasasına takarken,"O gün o cesedin yanında bir CD buldum ben. CD'nin içinde bulunduğu zarfta ,"Savcıya," yazıyordu ve zarfın içinden çıkan notta da CD'yi yalnız izlemem söyleniyordu. O yüzden CD'yi polislerden ve savcılıktan gizledim. Sonrasında araya bir şeyler girdi , CD'yi izleme fırsatı bulamadım bir türlü. Dün akşam elime Kenan Karadağlı hakkında ulaşan evrakların arasında da bir not vardı ve bu notta da eğer bir şeylere daha geç kalmak istemiyorsam bir önceki CD'yi izlemem söyleniyordu."

Cihan abiye bunları anlatırken bilgisayara yansıyan dosyayı açmak üzere elim mausen üzerindeydi.

"Bende şimdi o CD'yi evden alıp adliyeye geldim. Bilgisayara taktım CD'yi . İstersen seni görüntülü arayayım birlikte izleyelim abi."

Birlikte izlesek iyi olurdu çünkü eğer bu CD'nin içinden Aslı'yla ilgili görüntüler çıkarsa tek başıma kaldıramayabilirdim. Hem Cihan abi böyle bir durumda ne yapılacağını bilirdi.

Fakat Cihan abinin, "Sakın açma o CD'yi," diyen sesi beni durdurmuş ve afallatmıştı. Kaşlarım çatılırken itiraz etmek için, "Ama abi..." desem de Cihan abi sözümü kesip, "Beni dinle Hazan. Sakın açma o CD'yi. İçindeki görüntüleri izlemeyeceksin duydun mu beni," dediğinde şaşırmıştım.

"İyi ama neden?" Diye sorduğumda ise bu şaşkınlığım sesime de yansımıştı.

"İzlemeyeceksin, dediysem izlemeyeceksin Asena. Hemen bugün o CD'yi Kim Chin'e veriyorsun o da İstanbul'a gelirken bana getiriyor, tamam mı?" Sesi çok kesin ve netti. Üstüm olarak bana emir veriyordu. Bunu fark ettiğimde elimi mausetan çekip CD'yi bilgisayarın kasasından çıkardım.

"Tamam abi," dedim. "Ama İstanbul'a ben gelmeyi planlıyordum. Bunu Kim Chin'e de söylemiştim. Benimle ilgili konuları benimle konuşmanız gerekmez mi?"

"Gerekmez. Otur oturduğun yerde ve sadece alacağın cezayı bekle Hazan. Bunca zaman laftan anlayacağın olsaydı anlardın zaten. "

Neden bu kadar sert konuşmaya başlamıştı birden? O CD'de ne olduğunu biliyor muydu? İçinde benim görmemem gereken ne vardı? Bugün her şey neden koca bir bilinmezliğin içine doğru sürükleniyordu?

"Peki, " dedim sadece ve ardından telefon kapandı. Bir süre elimde tuttuğum CD'ye baktım. Sonra yanlış bir karara varmamak için evrak çantasına geri koydum. Ve zihnimdeki düşünceleri yok sayabilmek için elimde hangi davaların bulunduğuna baktım. Hakan Çınar ve Baran Bekirhan dosyaları vardı. Hakan Çınar için otopsi talebinde bulunmam gerekiyordu. Baran Bekirhan dosyası içinde yapılan otopsinin sonuçları elime ulaşmadan şimdilik bir şey yapamazdım.

O an evrak çantasındaki Kenan Karadağlı 'ya ait evrakları başsavcıya vermediğimi fark ettim. Masanın üzerindeki adliyeye ait olan telefonu alıp odama bir hukuk sekreteri çağırdım. Gelen sekretere evrakları ve CD'yi verirken notu zarftan çoktan almıştım.

Hukuk sekreteri evrakları alıp başsavcıya götürmek üzere odamdan çıkarken bende kendime bir ıhlamur söyleyip Hakan Çınar için başsavcılığa otopsi talebinde bulunan bir dilekçe yazmaya başladım. Burada işim bittiğinde önce Emine hanımın yanına Silopi emniyet müdürlüğüne uğrayacaktım. Sonrasında da Hüseyin denilen şerefsizle görüşmeyi planlıyordum. Acaba gerçekten Mine'nin kaçırıldığından haberi yok muydu? Ya da bu işte bir parmağı var mıydı öğrenemem gerekiyordu. Bu işin sonunda onunda defterini dürecektim.

*******
Taksiden inip emniyet müdürlüğünün önündeki buzlu merdivenleri çıkarken kar yağışı yeniden başlamıştı. Saat ona geliyordu ve ben işlerim dolayısıyla artık hastaneye gitmeyi düşünmüyordum. İlaçlarımı Sadettin abilerin evinde unutmuş olduğumdan dolayı içememiş olmama rağmen kendimi iyi hissediyordum. Son zamanlarda iştahım da yerine gelmişti sanki.

Kapının önünde bekleyen polislere selam verip içeriye girdiğimde gözlerim dün gece Emine hanımın oturduğu mavi sandalyeyi buldu. Hâlâ orada oturduğunu gördüğümde, koridordaki siyah giyinimli adamların arasından sıyrılarak, yanına doğru ilerledim. Bugün burası garip bir şekilde her zamankinden daha kalabalıktı.

Emine hanımın yanına vardığımda beni fark etmesi için, bir yandan da onu ürkütmemeye çalışarak, elimi omzuna koydum.

" Emine teyze," dedim , etraftaki gürültüyü bastırıp sesimi duyurmaktı niyetim. Emine hanımın ağlamaktan kanlanan nemli gözleri önce omuzundaki elimi sonra da yüzümü bulduğunda usulca yanına iliştim . Önümüzden geçip giden insanların ve kapı ağzından buraya kadar uzanan siyah giyinimli adamlardan oluşan kalabalığın kaba seslerinden ötürü onu duyabilmek için iyice yaklaştım ona.

"İyi misin? Mine'den haber var mı?"

Emine teyze çökmüş omuzları ve bitap düşmüş bedeniyle kederli bir iç çekişin ardından, "Yok kızım, " dedi. Sesi o kadar güçsüz ve yorgundu ki zar zor duyabilmiş olsam da çektiği acıyı içimde hissetmiştim.

Omzundaki elimi , dün gece ona verdiğim kabanın üzerinden sırtına indirip destek olmak istercesine aşağı yukarı sıvazlarken, "Merak etme en kısa zamanda bulacaklardır Mine'yi . Bende elimden geleni yapacağım," dedim. Emine hanım başını öylesine belli belirsiz sallarken, "Sağolasın kızım, " dedi.

Sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Keşke elimden daha fazlası gelebilseydi.

"Bir şeyler yedin mi Emine teyze?" Diye sordum.

Başını olumsuz anlamda sallayıp, "Yemedim. Kızım o şerefsizlerin elindeyken nasıl bir şey yer içerim?" Dediğinde gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Benimde gözlerim dollarken, "İşte tamda bu yüzden yemelisin," dedim. Acı çeken insanları teselli etme konusunda başarısızdım ve yanlış bir şey söylememek için kelimelerimi özenle seçmeye çalışıyordum. "Senin Mine için güçlü olman gerekiyor . Kendine dikkat etmelisin Emine teyze. Sana bir şeyler alıp geleyim , olur mu?"

Bir şey söylemedi. Bende bu sessizliği olumlu bir cevap olarak kabul edip yanından kalktım. Tost almak istemiyordum. Ona daha iyi gelecek bir şeyler alsam daha iyi olurdu. Mesela bir çorba. Bu yüzden emniyetin biraz ilerisindeki lokantaya gitmek üzere çıkışa yöneldim. O sırada Sadettin abiyle göz göze gelmek adımlarımı yavaşlatmıştı. Onu burada gördüğüme ise şaşırdım diyemezdim. Fırat buradayken başka nerede olacaktı ki?

Yanıma doğru geldiğini fark ettiğimde yavaşlayan adımlarımı hızlandırıp ona doğru ilerlemeye başladım. Karşı karşıya geldiğimizde Sadettin abi sertçe kolumu tutmuş beni çıkışa doğru yönlendirmişti. Siyah kalın kaşları öfkeyle çatılmıştı ve bu hâli beni şaşırtmıyordu. Fırat'ı benim tutukladığımı biliyorsa durup bana teşekkür edecek değildi ya.

Kolumu tutan el canımı yakarken emniyetten çıkmış merdivenlerin başında durmuştuk. Kapıdaki polisler bize bakarken kolumu Sadettin abinin elinden kurtarmaya çalıştım.

"Bırakın. Polisler bize bakıyor. "

"Nolur bırakmazsam Fırat gibi beni de mi alırsın içeriye?" Diyen sesi yüksek değildi fakat fazlasıyla sertti. Kolumu tutan eli de iyice sıkılaşırken gözlerimi kapatıp açtım. Kimsenin bana böyle davranmasına izin veremezdim. Her ne kadar bana duyduğu öfke kendi açısından haklı bir öfke olsa da.

Gözlerine bakıp, "İsterseniz bırakmayın kolumu ve ne olacağını görelim," dedim. Sadettin abi birkaç saniye sert bir nefesi alıp vererek duraksadıktan sonra kolumu bıraktı. Bir iki adım gerileyip aramıza mesafe koydum.

"Şimdi söyleyecek bir şeyiniz varsa buyurun," dedim.

"Söyleyecek bir şey mi? Lan kardeşimi tutuklamışsın! Daha dün akşam el ele çıkıp gitmediniz mi siz benim evimden?! Nasıl yapabilirsin böyle bir şeyi?!"

"Öyle olmak durumundaydı. Mesleki olarak ters düştük ve o benim emrime itaat etmedi."

"Sende çareyi tutuklatmakta buldun öyle mi?"

"Ben bir savcıyım. Ve zor durumda kaldığımda ihtiyacım olan şey bir çare değil kanunlar olur. Ben kanunlar ne derse onu uygularım. Fırat işlerin bu raddeye geleceğini bilerek emirlerime itaat etmemeyi seçti. Bu yüzden kusura bakmayın ama beni günah keçisi olarak ilan edip benimle böyle konuşamazsınız. Size bu hakkı vermem."

Sadettin abi yüzü öfkeyle gerilirken,",Fırat'a en başından beri söyledim seninle birlikte olmamasını," dedi. " Sen bir askersin oğlum bu kız sana iki beden büyük gelir, dedim dinlemedi. Aldı şimdi boyunun ölçüsünü. Bir kurtarayım onu buradan bir daha izin vermeyeceğim senin peşine düşmesine. Türkoğlu aşiretine ne zaman güven olmuş ki şimdi olsun."

Sözleri bittiğinde yüzüme nefretle bakıp emniyet müdürlüğüne girdi. Bense bir süre öylece kalakaldım olduğum yerde. Gözlerim usul usul dolarken alt dudağımı dişleyip , Sadettin abinin tuttuğu, sızlayan kolumu sıvazlayarak merdivenleri indim. Emniyetin bahçesinden çıkıp kaldırımdan yürüyerek lokantaya doğru ilerlerken gözlerimden süzülen yaşlar görüş açımı bulanıklaştırıyordu. Dudaklarımdan firar etmek üzereyken durdurduğum hıçkırıklarım göğüs kafesimi zorluyordu. Kendimi alabildiğine berbat ve suçlu hissediyordum. Bende böyle olsun istememiştim ki. Kimse bilmiyordu Fırat'ı ne kadar çok sevdiğimi. Bilmesindi de. Çünkü artık sevmeyecektim. Ayrılacaktım ondan. Bizden olmuyordu belli ki bende zorlamayacaktım.

Elveda Fırat...

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%