@yikim2024
|
******* Az ötede dalgalanan bayrakta gözlerimi gezdirirken avucumdaki toprağı Dilan'ın mezarına geri bıraktım. Buraya gelmek bir süredir aklımdaydı lakin bir türlü fırsat bulamamıştım. Böylesine berbat bir günde gelmek ise yeri miydi bilmiyordum. Üstelik bebeğine ördüğü yarım kalan örgüsü de yanımda yoktu. Kendi içimde de olsa Dilan'a söz vermiştim o örgüyü mezarına getirip toprağına gömecektim. Hiç değilse yıllarca bekleyip kavuşamadığı bebeğinden bir parça yanında olsun diye. Ama sabah evden çıkarken buraya gelmek aklımda yoktu. Sonrasında da o eve dönmek içimden gelmemişti. Derin bir iç çekişin ardından kollarımı bedenime sardım. Alıp verdiğim nefes havada buhar olup dağılırken dudaklarımdan yine birkaç kuru öksürük döküldü lakin bu sefer pek fazla şiddetlenmeden duruldu. Çöktüğüm yerde ağır ağır ileri geri öylesine sallanırken gri gökyüzü içimi ürpertiyordu. Emine teyzenin yanından ayrıldıktan sonra Cihan abinin söylediği gibi CD'yi Kim Chin'e teslim etmiştim. Oradan da Hüseyin denilen adamla görüşmek için adamın günlerdir pineklediği kahvehaneye uğramak üzere yola çıkmıştım. Kahvehaneye ulaştığımda Emir'i adamı dışarı çıkarması için içeriye göndermiştim. Ancak Emir kahvehaneden çıktığında adamın içeride olmadığını söylemişti. Kahvehanedekilere sorduğumuzda ise Hüseyin'in dün akşamdan beri orada olmadığını öğrenmiştik. Arka pencerelerden birinden çıkıp gitmişti. Emir'e adamı bulmasını söylemiştim. Sınırdaki hareketliliği göz önünde bulundurursak sınırı geçmesi mümkün görünmüyordu. Yani hâlâ buralarda bir yerlerde olabilirdi. Öte yandan Hüseyin'in ortadan kaybolduğu saatler Mine'nin kaçırıldığı saatlerle hemen hemen aynıydı. İçimden bir ses Mine'nin kaçırılmasıyla Hüseyin'in bir bağlantısı olduğunu söylüyordu. Bir baba kendi öz kızına böyle bir kötülüğü yapabilir mi sorusunu bile hiç aklıma getirmemiştim o an. Bu şehre ilk geldiğim günlerde Cafer Kadıoğlu denilen itin İnci'yi o şerefsizlere sattığını öğrendiğimden beridir eğer yeniden böyle bir durumla karşılaşırsam bu soruyu sormanın da sorgulamanın da yersiz olacağını biliyordum. Ve bunu bilmek gri gökyüzünden daha fazla içimi ürpertiyordu. Emir Hüseyin'i aramaya koyulurken bende adliyeye dönmüştüm. Elime Hakan Çınar'ın evinde yapılan aramadan hiçbir şey çıkmadığına dair bir rapor ulaşmıştı. Telefon ise TKÖ denilen örgütün ağına bağlı olduğundan örgüt tarafından hacklenmiş ve içindeki bütün telefon numaraları da dahil her şey silinmişti. Odasından çıkan belgeler bendeydi. Hepsini detaylıca inceleyip başsavcıyla paylaşmıştım fakat dava elimden alınmıştı. Üstler ne ceza alacağıma karar verene kadar hiçbir davayla ilgilenmememi emretmişti. Kenan Karadağlı' da hâlâ hastanedeydi. Aldığım bilgilere göre baygınmış ve doktorlar ifade verecek durumda olmadığını polislere bildirmiş. Kısaca elimde tutunabileceğim, kafamı dağıtıp kendim için değilse bile başkaları için yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Bende bir süre adliyedeki odamda öylece oturmuş, Cihan abiyi arayıp neden davaları elimden aldıklarına dair sorular sormayı düşünmüş sonrasında da kimseye tek kelime etmemeyi daha doğru bulup sessizliğe gömülüp buraya gelmiştim. Bir müddet mezarlığın içinde dolaşırken Dilan'ın mezarını bulmak zor olmuştu ancak başka bir işim olmadığından kaybettiğim zaman pekte umrumda olmamıştı. Ve burada böylece otururken saatler geçmişti. Litrelerce gözyaşı dökmüştüm belki. Bedenim neyse de yüreğim üşürken zihnim beni on yıl öncesine götürmüştü. Annemin beni evden kovduğu ve benim yine böyle bir mezarlığı mesken edindiğim o güne gitmiştim. O gün bardaktan boşalırcasına bir yağmur yağıyordu. Gök gürültüleri her seferinde ürkmeme neden oluyordu. Gidebileceğim hiçbir yer ve sığınabileceğim hiç kimsem yoktu. On yıl sonra bugün...birkaç ay sonra onbir yıl olacak...hiçbir şeyin değişmemesi garip değil mi? Yine bir mezarlıktayım. Sırtımı yasladığım babam değil fakat yine benim yüzümden ölen birinin yanındayım. Gidebilecek bir yerim ise hiç olmamıştı ki sığınacak birini aramak en büyük yanılgımdı. Titrek bir nefesi içime çekip bedenime doladığım kollarımı çözdüm. Çantamdan babamın resmini çıkardım. Kucağında ben vardım. Titreyen ve soğuktan kıpkırmızı olan ellerimle tuttuğum fotografta, yeniden usul usul dolan, gözlerimi gezdirdim. Kar taneleri düşüyordu fotoğrafın üzerine. Halbuki bu resim çekildiğinde mevsim yazdı. Ben küçüktüm ve babam hayattaydı. Ali yanımdaydı. Bilmiyordum. Şu sıralar hep geçmişe dönüp duruyordum. Sanki bugün bir çıkmaz sokaktaydım da tek kurtuluş yolum geçmişte bir yerlerde saklıydı. Babamın VASÖ'nün kurucularından biri olduğunu öğrenmiştim bugün. Cihan abi bunca yıl bunu benden saklamıştı. Neden sakladığını anlamıyordum. Bilsem ne olurdu ki bilmesem ne? Zannımca benden sakladığı tek şeyde bu değildi. O CD , içinde her ne varsa görmemi istemediği, bir süredir aklımı kurcalıyordu. Dün gelen notta ," bir şeylere ve birilerine daha fazla geç kalmak istemiyorsan bir önceki CD'yi izle," yazıyordu. CD'nin Aslı Kodan' la bir ilgisi olduğunu düşünüyordum fakat Cihan abinin CD'yi izlememe izin vermemesi bu düşüncemin yanlış olduğunu gösteriyordu. Eğer CD Aslı'yla ilgili olsaydı Cihan abi neden izlememe izin vermesindi ki? Öte yandan CD'de ne olduğunu nasıl bilebildiğini de anlamıyordum. Sonuçta TKÖ'den ya da Ali'den gelmiş bir CD'ydi o. Ve işte bu daha garipti. Baran'ın cesedinin yanında bulduğum CD'nin içinde ne olduğundan, tahmin ettiğim gibi dün geceki zarf Ali'den gelmişse, Ali'nin nasıl haberi olabilirdi? Baran'ı o mu öldürmüştü? Oysa Hakan Çınar'ın öldürdüğünden emindim. Belki de sadece yanındaydı. Peki Cihan abi? O bu denklemin neresindeydi? Ne Baran'ın yanındaki zarfın ne de dün gece gelen zarfın ve notun üzerindeki yazılar Ali'nin el yazısına benzemiyordu. O zaman "A.T. " kimdi? Babaannemin bahsettiği bizim aşiretle Korkmaz aşireti arasında yaşanan olay neydi? Fırat benden ne saklıyordu? Babaannem 5 yıldır onlarla kanlı bıçaklıyız demişti ve beni tamda beş yıl önce berdel karşılığı Korkmaz aşiretine gelin vermeye kalkışmışlardı. Yine sorun ben miydim yoksa bu tarihler bir tesadüf müydü? Saadetin abi emniyetin önünde bana ,"Türkoğlu aşiretine ne zaman güven olmuş ki şimdi olsun, " demişti. Ortada kırılan bir güven mi vardı? Fırat'a ondan ayrılmak istediğimi nasıl söyleyecektim? "Bırak " desem bizi bırakır mıydı? Dudaklarımı aralayıp hafifçe içimi çektim. "Kafam çok karışık baba. Kime güvenip inanmam gerektiğini bilmiyorum. Kimin yanında durup kimi karşıma almam gerektiğini bilmiyorum. Sende böyle şeyler yaşadın mı? Bütün tanıdık yüzler birden yedi kat elim oldu sanki. Bununla nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Aslında ben bu hikaye başladığından beridir hiçbir şey bilmiyorum baba." Fısıltılı bir sesle dudaklarımdan dökülen bu kelimelerle sesimin titrediğini fark ettim. Çenem titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu. O an dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Buruk bir tebessümdü bu. Babam bana birçok masal anlatmıştı. Onunla geçirebildiğim nadir anlara eşlik eden o masallar arasında en çok dikkatimi çeken Kibritçi Kız olmuştu. Soğuk bir kış günü para kazanmak için sokakta kibritlerini satan küçük bir kızın ısınmak için yaktığı bir kibritin alevinde babaannesinin hayalini görmesi ve bir hayal uğruna bütün kibritlerini yakıp sonunda da donarak ölmesi beni çok üzmüştü. Diğer masalların aksine Kibritçi Kız mutsuz bir sonla bitiyordu. O masalda ne bir kral vardı ne de bir kraliçe; ne bir prens vardı ne de bir prenses; ne gökten düşen üç elma vardı ne de onlar ermişti muradına biz çıkmıştık kerevetine. Daha gerçekçi gelmişti bana. Daha hayatın içinden. Öyle ya ölüm vardı. Birbirlerini ölü bir beden olup bir köşeye yığılıp kalmadan görmeyen insanlar, açlıktan, soğuktan, kimsesizlikten, sevgisizlikten ölen çocuklar, her birimizin elinde yıllardır yanan kibritler vardı. Bir hayal uğruna yakıp durduğumuz, sönmesin diye cabaladığımız birer kocaman kibrit. Bazılarımızın kibriti çoktan sönmüştü belki. Benim kibritimde hâlâ cılızda olsa bir ateş var. Ama bilmiyorum. Mutlu sonlara inanmıyordum. Ölümün olduğu bu dünyada mutluluğa inanmayanlara karamsar diyorlardı. Oysa ki mutluluğa inanalar bana daha karamsar geliyordu. Çaresizlik daha güzel bir kelimeyle açıklanamazdı. "Mutluluğa inanmak..." O yüzden yıllardır nefret etmiştim babamın anlattığı bütün masallardan. Kibritçi Kız hariç. Bugün burada donarak ölsem eminim o mutlu sonla biten masallardaki prenseslerden biri olmazdım. 8 yaşındaydım bu masalı dinlediğimde. O yaşta hangi kız çocuğu inanmaz ki bir prenses olduğuna? Ben hep biliyordum bir prenses olmadığımı. Babam iyi bir yalancıydı. Ama beni kandıramamıştı. Çünkü bütün prenseslerin annesi dünyanın en iyi kadınıydı ve hepsi de ölmüştü. Babaları başka bir kadınla evlenmiş üvey anneleri onlara hep eziyet etmişti. Bazı kızlar prenses doğardı bense bir kibritçi kız olarak doğmuştum. Ve belki de Fırat benim prensim değil elimde tuttuğum, cılız bir ateşi olan, son kibritimdi. Sönmesin diye avuçlarımı siper etmiştim ateşine. Peki ya sönerse? Onu söndüren öylesine esen apansız bir rüzgar değil de ben olursam? Bütün prenseslerin bir adı var. Rapunzel, Sindirella, Pamuk prenses...Bense bir garip Kibritçi Kız. Belki beni de ölünce görürlerdi. Bilmiyorum. Bu masallar çok kafamı karıştırıyordu benim. Usulca içimi çektim. Burada daha fazla durmanın bana iyi gelmediğinin bir süredir farkındaydım. Hoş bana bu aralar hiçbir şey iyi gelmiyordu. Eve gitmeyi düşündüm. Hiç içimden gelmiyordu. Adliyeye gitsem yapacak bir şeyim yoktu ve yapacak bir işim olmadığında o kasvetli bina hep içimi sıkıyordu. Ayşe teyzelere gitmeyi düşündüm o an. Fakat bu düşünceden vazgeçmem çok kısa sürdü. Şu sıralar kimseye yakın olmasam daha iyiydi. Daha dün Mine benim yüzümden kaçırılmışken Ayşe teyze ve Zeynep'i tehlikeye atmak pek akıl kârı olmazdı. Babamın resmine son kez bakıp fotoğrafı çantama geri koyarken eve gitmeye karar verdim. Kısa bir duş alır ardından da küçük bir bavul hazırlayıp bir otele giderdim. Her şeyi abartıp yokuşa sürmek istemiyordum fakat dedeme karşı sabrım git gide tükeniyordu. Her defasında üzerime yöneltmekten bıkmadığı nefret ve kızgınlık dolu bakışları canımı yakıyordu. Babaannem de beni bugün fazlasıyla yormuştu. Kimseye değil tek kelime etmek dudaklarımı kımıldatacak halim yoktu. Dedemler Antep'e dönene kadar eve uğramasam benim için daha iyi olurdu. Çöktüğüm yerden doğrulmaya çalıştığımda ayaklarımın uyuştuğunu ve bedenimin soğuktan kaskatı kesildiğini hissetmiştim. Bu hâl dudaklarımdan küçük bir iniltinin dökülmesine neden olurken arkamdaki mezar taşına tutunup yeniden ayağa kalkmayı denediğimde bu sefer olmuştu. Son kez Dilan'ın adının yazılı olduğu mermerde gözlerimi gezdirirken,"Yine geleceğim," dedim fısıltılı bir sesle. Sokak lambaları birer birer yanmaya başlamıştı. Uyuşuk bedenimle küçük küçük adımlarla mezarların arasından geçerek yola çıkmıştım. Beyaz botlarım, ellerim, üzerimdeki kıyafetler derken her yerim çamura bulanmış ve ıslanmıştı. O sırada yoldan geçen bir taksiyi durdurup bindim. Apartmanın adresini verirken gözlerim dikiz aynasından aracın arkasını izliyordu. Nedensizce takip edildiğim hissine kapılmıştım. Umursamadım. Başıma daha ne gelebilirdi ki? ******** Beni baştan aşağı süzdüğünde ,"Kuzum bu ne hâl?" Diye sormuştu. Bir şey söylemeyip ayağımdaki botları çıkararak içeriye girdim. Evin içinde gözlerimi gezdirdiğimde dedem ortalarda görünmüyordu. "Dedem yok mu?" Diye sordum. Babaannem kapıyı kapatıp yanıma gelirken ,"Yok yavrum ama gelirler şimdi,"dediğinde kaşlarım, kurduğu cümledeki bir kelimeye takıldığımdan, çatılmıştı. Gözlerimi babaannemin gözlerine dikip, "Gelirler" derken," dedim sorar gibi. Babaannem ise aramızdaki mesafeyi kapatıp ellerimi tutarken tedirgin ve endişeli gözlerini yüzümde gezdirip,"Hazan," dedi. "Sana bir şey söyleyeceğim ama hemen celallenme kuzum, emi?" Başımı hafifçe önüme eğip dudaklarımı aralarken aldığım nefesi bıkkınca dışarıya verdim. "Yine ne oldu babaanne?" Diye sorarken de pek meraklı değildim aslında. Babaannem gözleri gerginlikten olsa gerek hafiften dolarken en az benim kadar bu olanlardan belki de olacaklardan yorulmuş gibiydi. "Hani sana Antep'ten görücü gelecekti ya yarın..." duraksadı. Devam etmesine gerekte yoktu çünkü anlamıştım . "Bugün mü geliyorlar? " derken alayla gülmekten kendimi alamadım "Amma da meraklılarmış desene ?" Babaannem tuttuğu ellerime daha sıkı sarılırken, "Kuzum kurban olayım bir şey diyeyim deme , hemi? Bak Antep'in neredeyse yarısı bu adamların. Deden çok büyük işler yapıyor bunlarla. Araları bozulursa deden çok sinirlenir," dediğinde bir an kendimi çıldıracakmış gibi hissetsemde son anda toparlamıştım. Derin bir nefes alıp ellerimi babaannemin ellerinden çekip başımı belli belirsiz olumlu anlamda salladım. "Merak etme babaanne. Bir şey demem. Ben odamdayım. Dedem gelirse hazırlandığımı söylersin, olur mu?" Babaannem birkaç saniye gözlerime şaşkınlıkla bakarken hafifçe gülümseyip onu arkamda bırakarak odama girdim. Kapıyı kilitleyip ışığı yakmadan odanın içindeki banyoya doğru ilerledim. Üstümü başımı çıkarıp sıcak suyun altına girdiğimde ise suya karışan gözyaşlarım ve ağzıma kapattığım avuçlarımın içinde boğuk bir hâl alan hıçkırıklarımla birazdan olacaklar için çok geç kaldığımı biliyordum. Niye susmuştum ki şimdiye kadar? Tamam ben babamın kızıydım. O da yıllar yılı sessiz kalmıştı başına gelen her şeye ama eline ne geçmişti ki? Az önce o mezarlıkta " belki beni de ölünce görürlerdi " demiştim kendi kendime ancak babamı kimse öldüğünde bile görmemişti. Mesele ölmek ya da yaşamak değildi. İnsanlar görmek istemeyince görmüyorlardı işte. Söz gümüşse sükût altın değilmiş demek ki? Niye korkuyorum ki bu kadar? Neyi kaybetmekten korkuyordum? Kaybedecek neyim vardı ki? Hadi ben korkuyordum da onlar umursuyorlar mıydı beni? Azıcık umurlarında olsam bugün böyle olur muydu ki? Olmazdı belki. Artık bunları düşünmenin bir önemi yoktu. Daha fazla susmayacaktım. ******* Dedem daha çok Memduh denilen bir adamla konuşuyordu. Bu adamın aşiretin ağası olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ara ara dedemin sohbete dahil etmeye çalıştığı Yakup'ta beni vermeyi düşündükleri kişi olmalıydı. Tarağımı makyaj masasının üzerine koyup kuruttuğum , artık kalçalarımı geçmek üzere olan, uzun dalgalı saçlarımı omuzlarımdan geriye attım. Hafifçe içimi çekip oturduğum yerden kalkarken birazdan olacaklara biraz gösteriş katmak istiyordum. Dolabıma doğru ilerledim. Kapağını açıp gözüme ilk çarpan ince askılı, derin bir yırtmacı olan , uzun, kırmızı saten elbisemi aldım. Üzerimdeki havluyu sıyırıp elbiseyi giydiğimde beyaz tenimde çok güzel durmuştu. Büyük ve dolgun göğüslerim biraz fazla taşmıştı. Bu da bana seksi bir hava katarken yırtmaçtan açıkta kalan bacağımı hiç saymıyordum bile. Makyaj masasının çekmecesinden kırmızı rujumu alıp dudaklarıma sürdüm. Uzun kıvrımlı kirpiklerimi de rimelle daha hacimli bir hâle getirirken aklımda Fırat vardı. Eğer şimdi beni böyle görseydi çok kötü şeyler olabilirdi. Özellikle de bu hâlde birazdan içeriye gireceğimi bilseydi katil olma olasılığı çok fazla olurdu. Neyse ki burada olanlar burada kalacaktı ve ben birazdan bu evden çıkıp gidecektim. Yatağa oturup dolaptan çıkardığım siyah, burnu açık, bilekten bağlamalı topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Tüm bunları yaparken birçok şey düşünüyordum. Dedemin bunca yıl anneme ettiği hakaretler, açık giyindiği için ağza alınmayacak ettiği küfürler, beni anneme benzemekle suçlamaları, ahlaksız biri olduğuma dair yaptığı imalar, zorla evlendirdiği kuzenlerim ve daha birçok şey. Bugün böyle olsun istemezdim. Aslında şu hâle pekte mecalim olduğu da söylenemezdi. Ateşim çok yüksekti. Ellerim ayaklarım buz kesiyordu. Ara ara öksürük krizine giriyordum. Ama madem dedem beni savunmasız bir anımda yakalamak istemişti ona istediğini vermek torunu olarak benim görevim sayılmaz mıydı? Birazdan bu odadan çıktığımda dedemin pek fazla şaşıracağını sanmıyordum. Öyle ya gece vakti evinde olmayan bir kızın nerede olduğu belliyse o kızın böyle giyinen biri olduğu da bellidir. Öyle değil mi? Yataktan kalkıp aynanın karşısına geçtim. Çok güzel görünüyordum. Büyük göğüslerim, ince belim , belime nazaran geniş ve dolgun kalçalarımla elbise üzerimde çok hoş duruyordu. Gözlerim doldu o an. Şimdi içeride Fırat ve ailesi olabilirdi. Beni dedemden isteyebilirlerdi. Nasıl heyecanlı olurdum kim bilir? Ellerim ayaklarıma dolaşırdı kesin. Fırat bir takım elbisenin içinde bana tezat olarak kendinden oldukça emin ve sakin dururdu. Belki tuzlu bir kahve yapardım oma. Gerçi kıyamazdım ama Bahar kesin zorla koydururdu. Titreyen ellerimle tepsiyi taşımakta güçlük çekeceğimi bile hayal edebiliyordum. Hele Fırat'ı her gördüğümde vücudumun her bir zerresinde yaşamaya değil de beni öldürmeye atan kalbimle bayılır kalırdım herhalde. Her şey çok farklı olabilirdi. Tüm bu düşündüklerim bir hayalden fazlasını hak ediyordu belki de. Oysa ben şimdi ve ne yazık ki kendimi bu koca dünyada yapayalnız bırakmaya yeminliydim. Önce dedemle bütün bağlarımı koparacaktım ardından da ilk karşılaştığımız yerde Fırat'tan ayrılacaktım. Kader demek istemiyordum tüm bu olanlara. O kelime bence daha güzel anları hak ediyordu. Fırat'la tanışmamıza kader diyebilirdim mesela. Milyarlarca insanın bulunduğu bu koca dünyada kalplerimizin birbirimize atmayı seçmesine kader diyebilirdim. İntikam için geldiğim bu şehirde hayatımın aşkını bulmama da öyle. Şimdi fark ettim de hayatımda kader diyebileceğim Fırat dışında tek bir güzel şey bile yoktu. Güzel olan şeyler kaderse geriye kalan her şey benim için koca bir kasvetti. Derince bir nefesi alıp verirken odamın kapısına doğru adımladım. Usulca burnumu çekip anahtarı yuvasında çevirirken kapının metal kolunu kavradım. İçimde midemi cayır cayır yakan sıkıntılı bir heyecan vardı. Bir parçada huzursuzluk. Tereddüt ediyordum. Yapacağım bu şey dedemin Antep'teki bütün itibarını bitirirdi. Onu çok zor bir duruma sokabilirdi. Bencilce davranmak istemiyordum. Acaba yapmasa mıydım? Fazla mı olurdu? O sırada odanın kapısı tıklatıldı. Babaannemin, "Yavrum hazır mısın? " Diye soran sesi kapının ardından boğuk bir şekilde duyuldu. Bilmiyordum. Hazır mıydım? "Misafirler seni bekliyor?" Gözlerimi kapattım. İçeriden başka bir kadının sesi duyuldu. "Bekliyoruz tabii. Hemde uzunca bir süredir. Antep'te çok güzel diyorlardı Hazan kızımız için. Çıksın da bizde görelim şu güzelliğini." Kapattığım gözlerimi açıp kapının kolunu bırakarak birkaç adım geriledim. Ellerimi bacaklarımın iki yanına bastırıp başımı hafifçe önüme eğdim. Ne düşündüğümü bilmiyordum. Bu odadan çıkmasam ne olacaktı ki? Bu odadan çıkmamak görücüleri kabul ettiğim anlamına gelmez miydi? Ya da çıkıp öylece bir köşede sus pus oturmak Fırat'a ihanet etmek sayılmaz mıydı? Kapı babaannem tarafından bir kez daha çalındığında, "Kızım, iyi misin?" Diyen sesi kulaklarıma doldu. Değildim galiba. Napıyordum ben? Bu ben değildim ki. Peki kimdim ben? Hazan mı, Hilal mi , Asena mı, Fırat'ın yavrusu mu? Ben kimdim? Kapıdan birkaç adım daha gerileyerek uzaklaşırken avuç içlerimin terlediğini hissediyordum. İçerden başka bir kadının sesi duyuldu yine. "Kızımız da pek nazlı çıktı. " Sonra birkaç küçük gülüşme sesi çalındı kulaklarıma. Halbuki ben sadece Fırat'a naz yapardım. "Öyledir benim fıstığım. " Dedemin sesiydi bu. Başımı hızla eğdiğim yerden kaldırdım. Gözlerim kapıyı bulurken delip ardını görmek ister gibiydi. "Fıstığım" mı? "Benim fıstığım?" Dalga mı geçiyordu? Kimi kandırıyordu? Bu söylediklerine kimi inandırmaktı niyeti? Torununu çok seven bir dedeye bürünmüştü belli ki birden. Keşke gerçekten öyle olsaydı. Kapı yeniden çaldı. Bu sefer bir tık daha sert ve güçlü bir el tarafından çalınmıştı. "Torunum, geliyor musun?" Dedemin sesi. İçindeki tehditkar tınıyı bir ben sezmiştim sanırım. Yutkundum. Ellerimi saten elbisemin üzerinden bacaklarıma sürterken bedenim ısınıyor ve terliyordum. Dudaklarımı aralayıp derin derin birkaç nefes aldım. Kapı yine çaldı. "Hazan!" Ses daha sert ve tehditkâr bir hâl almıştı. Sonra babaannemin sesini duydum. Biraz kısık ve fısıltılıydı. Kimse duymasın istiyordu belli ki. "Kendine bir şey yapmış olmasın?" "Saçmalama, " dedi dedem babaannemi tersleyerek. "Yapamaz öyle birşey. " Oysa ki bir kere yapmıştım. Bilmiyorlardı. Bana ahlaksız biri olduğumu ima ederken kendimi nelerden kimlerden koruduğumu da bilmiyorlardı. Ben bugünlere nasıl gelmiştim, sahip olduğum her şeyi ve sevdiğim adamı bırakıp hiç tanımadığım biriyle evlenip Antep'e gelmemi isterken de hiçbir şey bilmiyorlardı. O içerideki kadın bana nazlı biri olduğumu söylerken beni ne kadar tanıyordu ki? Güzel biriymişim. Antep'te öyle diyorlarmış. Güzeldim evet. Fırat'ın yanında hissettiğim kadar güzeldim. Şimdi bu kapının ardında alabildiğine çirkin hissediyordum oysa ki. "Torun kapıyı şimdi açmazsan içeriye geliyorum. " "Geliyorum. " Bu ses bana aitti. Birden söyleyivermiştim. Anlık bir afallsamda sesim o kadar net ve kendinden emindi ki şimdi bu odadan çıkmaktan başka çarem yoktu. Derin bir nefes aldım yine. Ne kadar alırsam alayım içimdeki sıkıntı, ruhundaki keder, gözlerimdeki buğu bir türlü dağılmıyordu . Makyaj masamın üzerindeki astım spreyinden birkaç kez sıktım ağzıma. Daha iyi değildim fakat denemiştim işte. Önüme dökülen saçlarımı geriye attıp yerdeki beyaz tüylü halının üzerinde topuklu ayakkabılarımla yürüdüm. Kapının kolunu tutup bu sefer duraksamadan açtım. Karşımda babaannem vardı ama dedem yoktu. Beni baştan aşağı süzen yeşil gözler şaşkınlıkla büyürken babaannemin yüzünü bir korku kaplamıştı. " Hazan..." dediğinde sesi güçsüzdü. Kefen giysem bu kadar şaşırmazdı belki. Bir gün onu da giyerdik inşallah. Şöyle al bayrağa sarılı bir tabut yakışmaz mıydı? Gri parkenin üzerinde hoş bir ses çıkartan ayakkabılarımla babaannemin yanından geçip içeriye doğru adımladım. Herkesin gözü birer birer bana dönerken salonda ona yakın belki de daha fazla insan vardı. Çoğu erkekti. Birkaçı kadın. Dörtte çocuk. Beni görünce hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Özellikle de dedem. Bu kadar insanın içinde olmasak belindeki silahı çıkarır vururdu beni. Öyle öfkeli öyle nefret doluydu gözleri. Umursamadım diyemeyeceğim. Çünkü ben hiç cesur biri olmadım. Sadece iyi rol yapardım. Çok insan kandırdım belki de böyle. Hepsinden özür dilerim. Beni güçlü sandıkları için kusura bakmasınlar. Hayat bu. Herkesin ikiden fazla yüzü var. Fazlası zarar ama azı kâr değil. Adımlarımı durdurmadım. Ta ki tam karşılarına gelene kadar. Köşe koltuğun L kısmında iki kadın oturuyordu. Geriye kalan kısmında ise üç adam. Biri lacivert bir takım elbise giymiş tahmini yirmili yaşlarının sonlarında, ela gözlü, kumral biriydi. Kirli sakalları vardı. Yakup bu olmalıydı. İyi birine benziyordu. Fakat beni süzüşünden anladığım kadarıyla biraz çapkındı. Yüzüne iğrenir gibi bakmak istemediğimden bakışlarımı yanındaki adama çevirdim. Babası olmalıydı çünkü çok benziyorlardı. O da bir parça şaşkındı. Diğer adam ise bol bir siyah şalvar giymişti. Göğsüne kadar uzanan sakallarıyla kırklı yaşlarının sonunda gibiydi. Elinde iri boncukları olan kahverengi bir tesbih, başında da beyaz bir namaz fesi vardı. Hacıydı belli ki ya da bir ımam. Beni görünce başını çevirip, "Tövbe estağfirullah, fesuphanallah, " demişti. Pencerenin önündeki iki koltukta ise dedem ve dedemin yaşlarında bir adam daha vardı. Bu da Memduh bey olmalıydı. Televizyonun önündeki sandalyelerde ise iki tane genç çocuk ve bir tane de benim yaşlarımda bir kız vardı. Kız beni beğeniyle izlerken küçük çocuklarda etrafa anlamsız bakışlar atıyordu. Kadınların hepsi tesettürlü ve çok güzellerdi. Ama sanırım bu muhafazakâr aileye ben pek öyle görünmüyordum. Amacımda buydu zaten. Onlar tarafından beğenilmek istemiyordum. Bugün buraya Fırat'ın ailesi gelmiş olsaydı farklı olurdu. Fırat nasıl isterse öyle giyinirdim. Ve bunu hiç gocunmadan , rahatsız olmadan yapardım. Ama dedim ya bu ancak benim için talihsiz ve imkansız bir hayaldi. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeyip dedemin ateş saçan gözlerinin karşısında sıktığı yumruklarını görürken önümde birleştirdim. Dudaklarıma hafif bir tebessüm kondurup, "Hoşgeldiniz. Kusura bakmayın geciktim. Hazırlanıyordum. " dedim. Herkes şaşkınlık içinde birbirine bakıyordu. Dedem Antep'te muhafazakâr ve dinine bağlı bir adam olarak bilinirdi. Öyleydi de. Allah var namazında niyazında iyi biriydi. Ya da bizim oralarda bir lâf vardı " el iyisi " diye. Ele iyiydi de bize pek değildi besbelli. E haliyle bu insanlarda şaşırmışlardı böyle bir adamın benim gibi bir torunu olmasına. Öyle ya kavun ağaçta yetişmezdi. Dedem oturduğu koltukta öne doğru gelip elindeki sarı tesbihi sıkarken, "Ne yaptığını sanıyorsun sen?!" Dedi sert ve öfkeli sesiyle. "Hiç, " dedim yüzümdeki tebessümü silmeden. "Görücülerime hoş geldin diyorum dede. Bir sorun mu var?" Bu ben değildim. Bu kimdi? Dedem sakin olmak için kendini zorlarken, "Bu kılık neyin nesidir torun?!" Dediğinde sesi sinirden titriyordu. "Ne varki kılığımda? En kapalı elbisemi giymiştim oysa ki , olmamış mı?" Ben ne yapıyordum? O an kolumda bir el hissettim. Babaannemdi. " Kuzum ne ettin sen?" Derken sesi benim duyabileceğim kadar çıkmıştı. Yüzümdeki gülümsemeyi genişletip yanımda duran boş sandalyeye oturdum. Elbisemin derin yırtmacı açılıp bacağım ortaya serilirken rahatsız olmuştum fakat kapatmak gibi bir hamlede bulunmadan Yakup denilen adamın bakışlarını yok saymaya çalışarak, "Ne ettim ki babaanne?" Dedim masum bir sesle. " Sonuçta ben annemin kızıyım. Dün gece hiç eve gelmediğim için dedemin gözünde nasıl bir kız olduğumda belli. Bir terör savcısı da değilim sonuçta. Elin herifleriyle sürten bir kız olduğumda kısaca bana oros...." "Kes sesini!!!!" Dedem öfkeyle ayağa fırlayıp gürlerken burnundan soluyordu. O an dudaklarımdaki tebessüm silindi. Gözlerimi dedemin gözlerine diktim. Herkes bizi izliyordu. Bu sefer umursamadım diyebilirim. "Asıl sen kes sesini Mahsun ağa! Sence de şu son birkaç gündür hiçbir halt bilmeyen birine göre çok fazla konuşmadın mı?" Babaannem elini omzuma koyup, "Kuzum sus, " dedi. Omzumu geri çekip babaannemin elinden kurtarırken gözlerimi bir an olsun dedemin ateş saçan gözlerinden ayırmıyordum. Öfkeyle alıp verdiği soluklar göğsünü bir körük gibi indirip kaldırırken, "Torun!!!" Diye gürledi yine. Sesi eski bir asker olduğundan ürkütücüydü, kabul etmeliyim. Uyarıyordu beni. Ve yine biliyordum ki burada bu insanlar olmasa uyarmak yerine beni dövmeyi dövmese bile bir tokat atmayı tercih ederdi. Oturduğum yerden kalktım. "Bunca zaman sustum babaanne," dedim. Babaanne diyordum fakat gözlerim hâlâ dedemdeydi. "Elime ne geçti? Ben sustukça sizin sesiniz haddinden fazla çıkmaya başladı. Bırakın bugün ben konuşayım." Duraksadım. Bulunduğum yerde hareketlenip bedenimi yan bir şekilde dedeme döndüm. Saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp sol omzumun arkasındaki kurşun yarasını ortaya çıkardım. "Bak bunu görüyor musun?" Dedim dedemin gözlerinin tâ içine bakarak. Dedemin gözleri omzumdaki yaraya kayarken kapının zil sesi duyuldu. Herkes birbirine bakarken kadınlardan biri, "Yasin'dir. Arabadaydı," demişti tereddütlü bir sesle. "Ben bakayım kapıya. Gelmesin. Bizde gideriz şimdi. " dediğinde kapı hem zilden hem de yumruklanarak çalıyordu. "Olur mu öyle? Daha yeni geldiniz. Lütfen Yasin'i içeriye alın ve devam edelim, " dedim. Kadın bana şaşkın ve garip bir ifadeyle bakarken yerinden kalkıp kapıya doğru ilerledi. O sırada dedem yeri döven adımlarıyla üzerime doğru gelirken karşımda durup, "Haddini bil torun!!! Atan durur senin karşında!!! Ele güne kepaze ettin bizi!!! Yerini bil artık!!!" Demişti . Sesi tehditkârdı. "Ben yerimi biliyorum zaten. Derdim size göstermek. Gördün mü bu yarayı?" Dedim. Dış kapının kapanma sesi kulaklarıma dolarken. " Gördün değil mi? Bu yarayı senin sandığın gibi elin herifleriyle sürterken almadım ben. Kurşun yarası bu. Gerçi sende bilirsin. Çok aldın bu yaralardan dimi dede?" Gözlerim dolarken alt dudağımı ısırdım. Bedenimi yeniden tam olarak dedeme döndüğümde derin bir nefes aldım. "İki tane de karnımda var. Elbisem müsait değil. Gösteremiyorum. Biri karaciğerime saplanmıştı. Oğuz'un nişanında vuruldum. Karaciğerimin yarısını aldılar biliyor musun?" Dedemin öfke dolu gözleri sek bir şaşkınlığa bürünürken babaannemin, "Ah kuzum!" Diyen küçük feryadı kulaklarıma dolmuştu. Az önce kapıyı açmak için kalkan kadın yerine geri otururken ona dönüp, "Yasin bey geldiler mi?" Dedim alaycı bir sesle. Konuyu değiştirmesem ağlayacaktım çünkü. Kadın, "Yok , Yasin değilmiş," derken burnuma dolan koku , sırtımdan geçen ürperti ve dedemin gözlerinde yeniden alevlenen öfkeyle derince yutkundum. Fırat... Kapının çalınışından anlamalıydım. Derince yutkundum. Gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tutarken birkaç adım arkamda olduğunu hissedebiliyordum. Ve bu içimde kaçıp bir yerlere saklanma isteği uyandırıyordu. Beni böyle görmemeliydi. Bu kıyafetle bu hâlde görmemeliydi. Dedem önümden geçip Fırat'a doğru ilerlerken,"Ne işin var lan senin burada?!!!" Diyerek gürlemişti. Yüksek sesi içinde bulunduğum duygu durumundan dolayı beni ürkütürken bütün cesaretimi toplayıp arkama döndüm. Aramızda dedem vardı fakat yine de Fırat'ın uzun boyu sayesinde ya da şu an için yüzünden demeliyim göz göze gelebilmiştik. Saadettin abide yanındaydı. İkisi de oldukça öfkeliydi. Fırat'ın alev alev yanan kara gözleri beni baştan aşağı süzerken yüz hatları mümkünü varmışcasına daha da gerilmişti. Bacaklarımda, göğüslerimde ve dudaklarımda gezinen gözleri değdiği yeri ateşe veriyordu sanki. Bedenim karıncalanıyordu. Dedem iki eliyle Fırat'ın askeri üniformasının yakasına yapışmıştı. Fırat ise öylece kilitlenmiş beni izlerken dedemin az önceki sorusuna, "Hazan'ı almaya geldim, " diyerek cevap vermişti. O kaba sesi o kadar sakin ve düzdü ki içim üşümüştü. Sabah olanlar, onu tutuklayışım, o bakmaya doyamadığım kara gözlerine son bir kez bakmayışım, ona ardımı dönüp gidişim...her şey o ana ait her an zihnime dolarken gözlerinde öfke dışında hiçbir duygu görememek beni korkutmuştu. Bu andan, üzerimdeki bu elbiseden, orta sehpanın üstünde duran çiçek ve çikolata paketinden, buradaki insanlardan ne anladığını bilmiyordum. Umarım yanlış bir şeyler anlamıyordu. Hoş anlasa bile benim için ne önemi vardı ki? Ayrılacaktım ben ondan. Sonsuza dek belki... "Kimsin lan sen?!!! Kim olarak torunumu alacaksın bu evden?!!!" Dedem tuttuğu yakalarından Fırat'ı sarsmaya çalışırken Fırat hâlâ aynı ifadeyle bana bakıyordu. Tutulup kalmıştı sanki. "Bırak lan kardeşimi!!" Diyen Saadettin abi dedemin ellerini Fırat'ın yakasından tutup itmişti. Ardından Fırat'a dönüp, "Yürü gidiyoruz!" Dediğinde çok öfkeliydi. Buraya gelmek istemediği belliydi. Fırat'ın yeniden benim peşime düşmesine izin vermeyeceğini söylemişti emniyetin önünde. Belli ki durduramamıştı Fırat'ı. Sevinmeli miydim? Fırat bana geldiğine göre sabah olanlar için kızgın değildi. Bilmiyordum. Fırat bulunduğu yerde hareketlenip bana doğru gelirken o koca bedeni ve uzun boyuyla yeri göğü inletiyordu sanki. Kendimi bir adım gerilemekten alamazken Memduh beyin dedeme doğru ilerlediğini gördüm. Yanımdan geçmişti. Fırat aramızdaki mesafeyi kapatıp yanıma gelirken karşımda durdu. Derince çattığı kaşlarının çevrelediği ateş saçan kara gözleriyle gözlerime baktığında derince yutkundum. Bir başka bakıyordu gözleri. Garip bir hava vardı halinde. Bir şeyler değişmiş gibiydi. Belki bizde , biz diye bir şey kalmamıştı belki de Fırat'tan bir parça kopup gitmişti, bilmiyordum. İçim üşüdü. Nedensizce bir adım daha gerileyip bu tuhaf bakışların etkisinden kurtulmak isterken Fırat kolumu tuttu. O an bir ikimiz vardık bu salonda. Gözlerim geriye kalan herkese kör kulaklarım sağırdı. Nefesimi tutuyordum. Fırat hiçbir şey söylemeden beni tuttuğu kolumdan kapıya doğru yönlendirdiğinde adımlarım ona uyum sağlasa da bunu istemiyordum. Daha kapanmamış bir hesabım vardı benim. İçimde kalmış yıllardır dile dökülmeyi bekleyen şeyler vardı. Tüm cesaretimi toplayıp dedemin karşısına dikilmişken şimdi böylece çıkıp gidemezdim bu evden. Bu yüzden adımlarımı durdurdum. Fırat 'ta benimle birlikte dururken gözleri beni buldu. Bakışları neden bu kadar donuktu? "Gitmek istemiyorum," dedim içime kaçmış gibi çıkan sesimle. Fırat'ın gözleri dudaklarımda gezinirken dişlerini sıkarak çene kaslarını oynatmıştı. Boynunda ve alnındaki damarlar belirginleşirken gözlerini kapatıp sert bir nefesi alıp verdiğinde nefesi bile öfkeden titriyordu. O sırada dedem yanımıza gelip aniden Fırat'ın yüzüne bir yumruk salladığında neye uğradığımı şaşırmıştım. Fırat'ın başı sağına doğru düşerken dudaklarımın arasından , "hih!!" Diye korku dolu bir nida dökülmüştü. Fırat hızla başını dedeme çevirirken beni tuttuğu kolumdan çekip arkasına aldı. Dedemin yakasını sertçe tuttuğunu gördüğümde, "Fırat," dedim fakat devamını getirememiştim. O ise dedemi tuttuğu yakasından kendine doğru çekip burun buruna gelmelerini sağlarken dedemin gözlerinin içine baktı bir müddet. Koca bedeni öyle bir kasılıyordu ki bedeninden yayılan sıcaklık yüreğimi titretiyordu. Çok sinirliydi. Onu ilk defa böyle görüyordum. Hem bu kadar sinirli, hem bu kadar sakin, hem de bu kadar ketum oluşu beni ürkütüyordu. O an birden Memduh bey yanımıza gelmişti. Geriye kalan diğerleri de ayaklanırken Memduh bey Fırat'ın dedemin yakasını tutan kolunu tutup,"Bırak adamı! Korkmaz aşireti ne zamandan beri büyüklerine saygı göstermeyi unutmuştur! Bu halinden Ömer Ağanın haberi vardır?!" Dediğinde Fırat dedemin gözlerine kitlenen gözlerini Memduh beye çevirdi. "Peki Duran aşireti ne zamandan beri Korķmaz aşiretinin gelini olacak kıza göz dikecek kadar cesur oldu Memduh Ağa?!! Antep'te sabahları ciğer yerine yürek yemeye başladınız da bizim mi haberimiz olmadı?" Dişlerinin arasından tıslar gibi söylediği bu sözler Memduh beyi öfkelendirirken dedem, "Benim ne sana ne de Korkmaz aşiretinin tek bir dölüne dahi verecek torunum yoktur! Sizin gibi namussuzlara bir kırık iğnemi bile vermem ben!!" Derken sesi gırtlaktan ve hırıltılı geliyordu. Fırat'ın yakasını tutan elli boynuna baskı yaptığı için böyleydi. Fırat öfkeyle solurken kolumu tutan elini yumruk yapıp dedemin yüzüne indirmek üzereyken elini tuttum. "Fırat yapma!" Dedim can havliyle. Kalp hastalığı vardı dedemin. Fırat ona vurursa bir şey olabilirdi. Fırat'ın gözleri beni bulurken birkaç saniye öylece izledi beni. Ardından da yumruk yaptığı elini yavaşça aşağı indirirken dedeme dönüp tuttuğu yakasını sertçe bıraktı. Dedem birkaç adım sendeleyerek gerilerken Fırat beni tamamen arkasına alıp, "Namus kelimesini senin gibiler almasın ağzına!" Dedi. Sesindeki nefret beni dehşete düşürüyordu. " Sen önce soy ismini taşımayı bil Mahsun Ağa! Dua et torununu köpek gibi seviyorum! Dua et onun saçının bir teli için dünyayı yakarım! Dua et bu kız senin torunun !! Yoksa yedi cihanı dar ederdim sana! İnsan içine çıkmaya yüzün olmazdı! Değil Duran aşiretiyle iş yapmak kabındaki itin yüzüne bile bakamazdın! Şimdi kes o sesini!! Otur oturduğun yerde!! Sabrımı zorlama benim!!" "Fırat!!" Saadettin abi uyarıcı bir sesle adını söylerken Fırat'ın kolunu tutmuştu. Fırat ise ona dönüp, "Sen karışma Sado! Seninle de hesaplaşacağız!" Dedi. Saadettin abinin gözleri beni bulurken Fırat'ın kolunu bırakıp gerilemişti. Dedem ise öfkeyle Fırat'a bakarken bariz bir şekilde gerilmişti. O sırada Memduh bey ,"Ne demek istiyorsun Fırat?" Derken Fırat'ı tanıdığını anlamıştım. Fırat ona dönüp, "Ne duyduysan onu diyorum. İş yaptığın adamları iyi araştır. Bundan sonra da her kızım var diyene o yavşak torununu alıp koşma. Şimdi o gözlerini söküp eline vermeden al o ibneyi çık git buradan!" Dediğinde Memduh bey, "Ayıp oluyor oğlum, " dedi uyarıcı bir sesle fakat bir yandan da Fırat'ı sevdiği belliydi. "Senin yaptığın ne Memduh Ağa?! Sevdiğim kıza görücü gelmişsin! Bu ayıp değildir?!" Fırat'ın sinirlenince sesi hafiften doğu şivesine kayıyordu ve bu şu anda bile içimi kıpır kıpır etmeye yetiyordu. "Destur evlat. Lafını bil. Oğlum gibi sever sayarım seni bilirsin. Bu kızın senin yavuklun olduğunu bileydim gelirdim hiç buraya? Ki kızda hiç benim sevdiğim vardır dememiştir. Sözlüm diyorsun amma parmakları da boştur. Kaldı ki Türkoğlu aşiretiyle aranızdaki husumeti de biliriz. Bu kızın senin sözlün olduğuna bir yerde duymuş olsam bile ihtimal vermezdim. Ömer Ağaya nasıl diyeceksin bunu? Yeminle taş üstünde taş baş üstünde baş bırakmaz ne Urfa' da ne Antep'te ne de Şırnak'ta bilesin. Kaldı ki bu kızı Ömer ağa gelini olarak istemez. Baş edemezsin oğul sen bu kızla. Şunun giyimine kuşamına bakasın bir hele. Elalemin ağzına sakız mı olmaktır niyetin?" "Hay ağzın bal yesin amca!" Diyen Saadettin abinin sesi kulaklarıma dolarken gözlerim dolmuştu. Fırat'ın ailesinden Saadettin abi ve Canan teyzeyle Bahar dışında kimsenin benden haberi yoktu belli ki ve olsa bile beni istemeyeceklerdi. Fırat sert bir sesle,"Sado!!" Diye gürlerken Memduh bey, "Yanlış anlama beni oğul." Dedi. Yüzünü Fırat'ın koca cüssesinden dolayı göremiyor sadece sesini duyabiliyordum. " Senin gönül işine karışacak değilim. Ama bilirsin senin anan dayımın kızıdır benim. Sende benim bir oğlum sayılırsın. Elimizde büyüdün. Asker adamsın. Yakma başını. " Gözümden istemsizce bir damla yaş süzülürken alt dudağımı dişledim hafifçe. Sadece bir elbiseyle insanların üzerinde bıraktığım izlenim garipti. Neyse. Umarım Fırat Memduh beyi dinler ve benden ayrılırdı. Eninde sonunda olacak olan oydu zaten. Ayrılık... Gözlerimi kapatıp başımı önüme eğdim. Bu aralar bunu çok sık yapar olmuştum. Halbuki buraya ilk geldiğimde kimseye karşı başımı eğmem diyordum. Kendi kendime yetebiliyordum. Benim bir erkeğe ihtiyacım yoktu. Bir gün evlenirsemde sevdiğim için evlenecektim. Başımda bir erkek olsun diye değil. Olmak istediğim insanla olduğum insan arasındaki fark canımı acıtıyordu. Niye şu an Fırat'ın arkasında duruyordum ki? Neden sus pus olmuştum yine? Az önce Fırat yokken ne de güzel çıkıyordu sesim? Şimdi niye böyleydi? Bir kabahat mi işlemiştim? Erkek kadının sözünü dinleyince hanım köylü oluyordu peki , şimdi ben nerenin köylüsü olmuştum? Tamam az önceki Hazan ben değildim ama bu Hazan'da büsbütün yabancıydı bana. Oysa ki birkaç aydır ben böyle biriydim: sessiz, sakin, Fırat'ın söylediği çoğu şeye günün sonunda hep "tamam" diyen bazen araya tripli bir " peki " sıkıştıran bir kızdım. Kimin başı yanıyordu, kim kiminle baş edemiyordu? Bu adam beni ne kadar tanıyordu? Hadi Fırat'ın annesinin kuzeniydi peki benim neyimdi de benimle ilgili bir konuda karar verme ya da fikir beyan etme yetisini kendinde bulabiliyordu? Halbuki bende buradaydım? Nasıl yokmuşum, söylediği şeylerden etkilenmiyormuşum gibi rahatça konuşabiliyordu? Beni ona karşı savunacak birine mi ihtiyacım vardı benim? Niye susuyordum, neden? Ben böyle biri değildim ki. Hafifçe içimi çekerken kapattığım gözlerimi aralayıp Fırat'ın arkasında çıktım. Zihnimdeki sorularla boğuşurken sadece bir iki saniye geçmişti. Fırat'ın önüne geçtiğimde Memduh beyle arasındaydım. Adamın gözlerine hafifçe çatılan kaşlarımla bakarken ,"Pardon!" Dedim sinirli olduğum için hafif sert çıkan sesimle. " Siz kim oluyorsunuz da benim hakkımda böyle konuşabiliyorsunuz? Ne kadar tanıyorsunuz beni? Üzerimdeki bu kıyafete istinaden mi benim hakkımda böyle konuşma cüretini kendinizde bulabiliyorsunuz?"
" Unutmadım. Hepsini bile isteye , bilinçli bir şekilde söyledim. Ama dedemle aramda ne geçtiğini bilmiyorsunuz. Beni sadece bu anla yargılayamazsınız. Benim hakkımda ben burada yokmuşum gibi konuşamazsınız. Bu adil değil. " Memduh beyin gözleri yeniden Fırat'ı bulurken Fırat sessizdi. Adam yeniden bana döndüğünde ,"Kusura kalmayasın. Bizde pek kadın kısmıyla konuşmak uygun düşmez," demişti. "Kadın kısmı " derken? Bu konuşmanızın uygun düşmediği kısım tam olarak kadının hangi kısmı oluyor acaba?" Adam hafifçe gülümserken, "Dilde papuç gibi," dedi. Bende sinirle hafifçe güldüm. "Terörle mücadele savcısıyım ben. O kadar da olsun," dedim. Memduh bey şaşırırken gözleri Fırat'ı bulmuştu. Fırat ise, "Öyledir. Asidir biraz." Demişti. " O yüzden başa çıkamadığım yerde başımı eğmesini bilirim. Yanacaksa başımız böyle yansın dayı. " Sözleri içimi cayır cayır yakarken kalbim çok hızlı atıyordu. O böyle konuşurken nasıl ayrılacaktım ki ben ondan? "Neden şaşırıyorsunuz ki? Az önce de söylemiştim terör savcısı olduğumu. Tabii kurduğum cümlenin içinde dikkatenizi çeken bu değildi, değil mi?" Memduh bey yüzüme bakıp, "Kurduğun cümlede dikkat çekecek pek fazla yer vardı. Öyle ya da böyle yine bir yerde benim gelinim sayılırsın. O cümlenin hesabı elbet sorulur. " dediğinde az kalsın kendime onunla bununla düşüp kalkan bir kadın imasında hatta imadan daha fazlasında bulunmak üzere olduğum o cümleye atıfta bulunuyordu . Fırat, "Memduh Ağa doğru konuş," dedi sert bir sesle." Bak, dayımsın kırmayayım kalbini." Araya girip, "O söylediklerimde bir gerçeklik payı yoktu," dedim. Ayrılacağım adamın dayısına neden açıklama yapıyordum bilmiyordum ama hakkımda yanlış düşünsünler istemiyordum. "Dedemle benim aramda olan bir meseleyle ilgili bir şeydi. " Memduh bey başını sallayıp, "Seni bilmem. Ben Fırat'ı tanırım. O da kimi kendine gelin ettiğini bilir. Yine de az önce dediklerimin arkasındayım. Öyle ya da böyle baş edilmesi zor bir kıza benziyorsun. Dik başlı biraz da dillisin belli. Ben diyeceğimi demişim. Gerisini Ömer Ağayla konuşursunuz, " dedi. Son sözlerini söylerken gözleri Fırat'ı bulmuştu . "Bu iş zor " der gibiydi bakışları. Önemi yoktu. Ayrılacaktık. Fırat bir şey söylemezken Memduh bey bir süredir ayakta olan ailesine dönüp, " Gidiyoruz," dedi. Fırat önüme geçip beni yeniden arkasına alırken Memduh beyin elini öpmüştü. Memduh bey, "Sağolasın oğul. Allah kolaylık versin, " derken gözleri yine beni bulmuştu . Fırat, "Eyvallah dayı, " derken adam elini bana uzatıp, "Gel bakalım gelin hanım. Bu el bu gece öyle ya da böyle öpülecek," demişti. Garip bir adamdı. Beni sevip sevmediğini anlamak zordu. Ne önemi vardı ki? Fırat'ın arkasından çıkıp adamın uzattığı elini öpüp alnıma koydum. Gülümsedi. "Allah Ömer Ağanın elini de öpmeyi nasip etsin inşallah, " derken sesi bir parça imalıydı. Sessiz kalıp geri çekildim. Fırat beni yeniden arkasına alırken Memduh bey dedeme dönüp, "Bizim iş bitti Mahsun ağa. Haberin olsun, " dedi. Dedemi Fırat yüzünden göremiyordum ancak sinirli olduğunu tahmin etmek zor değildi. Evdeki herkes birer birer Memduh ağanın peşinden giderken Saadettin abi Fırat'ın yanına gelip,"Biz neyi bekliyoruz?" Diye sordu. Fırat bir şey söylemezken bir ses ,"Kusura bakma Fırat abi. Bilmiyorduk. Bilseydik..." derken Fırat,"Siktir git lan," demişti. Yakup'a ait olduğunu anladığım ses,"Tamam abi," dediğinde bir süre sonra herkes gitmiş ev boşalırken Fırat, ben, Saadettin abi, dedem ve babaannem kalmıştık. O sırada Fırat bana dönüp, "Gidiyoruz. İtiraz istemiyorum, " dedi sert bir sesle. Sanırım az önce ben gitmek istemiyorum dedim diye hâlâ burada duruyordu. O an beni yere itip ayağımı burkmama neden olan, sabah öfkesi gözünü kör ettiği için beni onu tutuklamak zorunda bırakan adamla bu adamın aynı kişi olup olmadığını sorguladım. Aynı kişiydi. Karşımdaki benim Fırat'ımdı. Ama sabah öyle olmuştu şimdi de böyle oluyordu. Gözlerim Fırat'ın gözlerinde gezinirken ne diyeceğimi düşünüyordum. Dedemle konuşmamız gereken şeyler vardı. En azından benim söylemek istediklerim hâlâ dilimin ucundaydı. Öte yandan Fırat'tan ayrılmayı düşünüyorken onunla gidemezdim. Yutkundum. Gözlerimi gözlerinden çektiğimde Fırat elimi tutup, " Yürü, " dedi kaba, sert ve emredici sesiyle. Beni çekiştirirken zorla birkaç adım atmak zorunda kalmıştım ki dedemin, "Eğer o kapıdan o herifle birlikte çıkıp gidersen seni reddederim. Bir daha Antep'e ayak basamazsın. O kapıdan çıkıp gittiğin an artık ne bir deden ne de bir ailen olmaz torun! Bu da sana son sözümdür!" Diyen sesi kulaklarıma doldu. O an olduğum yerde kalakalırken Fırat'ta durmuştu. Dedem arkamdaydı. Yüz yüze değildik ve sözleriyle sarsıldığım için anlık bir afallayan yüzümü görmemesi iyiydi. Fırat bana dönerken başımı yere eğdim. Dolan gözlerimdeki yaşları kirpiklerimi kırpıştırarak geri göndermeye çalışırken dudaklarımı birbirine bastırıp titrek bir nefesi içime çektim. Ardından da yavaşça dedeme döndüm. Babaanem köşe koltuğun bir köşesine çökmüş yaşlı gözleriyle bizi izliyordu. Dedemse alabildiğine öfke ve nefret doluydu. Başımı dikleştirip gözlerimi dedemin gözlerine sabitledim. "Var mıydı ki?" Dediğimde sesim hafiften titriyordu. Fırat tuttuğu elimi daha sıkı kavrarken bana doğru yaklaşmıştı ve bu hareketiyle sırtım koca gövdesine yaslanmıştı. Kendimi daha bir güvende hissederken başımı dikleştirdim. "Şimdiye kadar benim bir ailem oldu mu ki bu kapıdan çıktıktan sonra olmasın?" Duraksadım. Dedem öylece öfkesinden hiçbir şey eksilmezken gözlerime bakıyordu. "Ben Antep'e 6 yıldır hiç ayak basmadım zaten. Bu saatten sonra basmasam ne kaybederim? Keşke hiç gelmeseydiniz buraya. En azından içimde sana karşı duyduğum bir saygı, onca yaptığın şeye rağmen, bir sevgi vardı. Onu kaybetmemiş olurdum. En azından her aklıma sen geldiğinde beni küçükken dizlerinde oynatan dedemi hatırlıyordum. Artık seni düşündüğümde beni ahlaksızlıkla suçlayan biri gelecek aklıma. Senin için bir önemi var mı tüm bunların bilmiyorum. Ama konuşmak istiyorum artık. Susmak değil. Ben sustukça siz beni ayaklarınızın altına alıp ezmeyi kendinize hak gördünüz. Ben sustukça siz kendinizi haklı sandınız. " Duraksadım yine. Gözümden birkaç damla yaş süzülürken sesim titriyordu. Fırat ise bana iyice yaklaşmıştı. "Arkandayım " der gibiydi sanki. Cesaret vermek istiyordu. Ama benim onun vereceği cesarete ihtiyacım yoktu. O da belki birkaç saat sonra belki de birkaç dakika dedem gibi el olacaktı bana. Dudaklarımı aralayıp derin bir nefes çektim içime. " En baştan başlayalım," dedim kaldığım yerden devam ederken. "Babam annemle evlendiğinde neden istemediniz annemi? Çocuklu ve dul bir kadın olduğu için. Ablamı hep dışladınız. Annemin bir kere bile Antep'e gelmesine izin vermediniz. Babama her seferinde annemden boşanmadığı için baskı yapıp durdunuz. Babam öldüğünde ne annemin ne benim ne de kardeşlerimin yanında olmadınız. Bir tek siz acı çekiyordunuz çünkü. Bir tek sizin oğlunuz ölmüştü. Ben babamı doğum günümde kaybettim biliyor musunuz? Daha hangi gün doğduğumu bile bilmiyorsunuz. 14 yaşıma girecektim. Pencerenin önünde doğum günü pastamı beklerken televizyondan babamın ölümünü son dakika haberi olarak geçtiler. Babamın ölümünden annem hep beni suçladı. Evden kovdu beni. Lise hayatım boyunca hep yurtta kaldım. Boş derslerden tutunda hafta sonlarına kadar evlere temizliğe gittim, onun bunun köpeğini gezdirdim, gezdirdiğim köpek kadar şerefi olmayan insanlar tarafından taciz edildim. Ellerim deterjandan, soğuk sudan yara bere olmuştu...Ailem? O zaman neredeydi? Hanginiz vardınız yanımda? " Dudaklarımdan bir hıçkırık koparken Fırat boştaki kolunu belime sarmıştı. Babaannem duyduklarıyla sarsılırken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dedemin ilk defa gözleri dolmuştu sanki. Belki de yanılıyordum. Burnumu çekerek gözyaşlarımı geri göndermeye çalışırken, "Sonra üniversiteye başladım. Okulla birlikte üç farklı işte çalıştım. Garsonluk yaptım, taksiye çıktım ve belki size namussuzluk gibi gelecek ama barlarda şarkı söyledim. Yine defalarca kez hem sözlü hem fiziksel tacize uğradım...Ve yine bir gün Ali kayboldu. Tüm bunlar olup yaşanırken bir kere bile aramadım seni. Ne paraya ihtiyacım var dedim ne de bir aileye. O gün aradım ama. "Bana Ali'yi bul ," dedim sana. Buldun. Bana onun bir...terör...örgütüne ka-katıldığını söyledin. Annem bundan da beni suçladı. Apar topar Ankara'dan İstanbul'a geldim. Annem Ali'den sonra iyice alkole vermişti kendini. Her gün içki içip kumar oynuyordu. Tefeciler evin kapısına dayanıyordu. Evi kaç kere ipotek ettirdik , kaç kere haciz geldi, biliyor musunuz? Hepsini tek başıma ödeyip bütün hacizleri kendim kaldırdım. Ama bir gün az kalsın o tefecilerden biri bana tecavüz ediyordu. Annem kumar borcu karşılığı beni atmış ortaya. Benim o zamanda bir ne bir ailem ne de bir dedem vardı." Fırat'ın sırtımın yaslı olduğu geniş gövdesi kasılırken öfkeyle alıp verdiği sert nefesler kulağıma doluyordu. Babaannem sarsıla sarsıla ağlarken dedem öylece gözlerime bakıyordu. Bense küçük histerik bir kahkaha atmaktan kendimi alamamıştım. "Cihan abi kurtardı beni o adamların elinden. Bugün karşıma geçip bana namus bekçiliği yapmaya kalkan herkese verecek bir cevabım var benim. Üstümdeki kıyafet yüzünden beni yargılayan herkese, yaptığım ya da yapmadığım şeyler yüzünden bana kızıp darılan herkese verecek bir cevabım var. Ben bir terör savcısıyım. Cumhurriyet Başsavcısı Mehmet Türkoğlu 'nun kızıyım. Envai çeşit ölüm gördüm. Bir arkadaşımın kollarımda can verişini izledim. Alimi de zalimi de gözünden tanıyacak kadar çok suçluyla burun buruna geldim. Hatta birini vurup öldürdüm bile. Bir ay önce yeğenim öldü benim. Eniştem öldü. Daha 24 yaşındayım ama asırlardır bu dünyada yaşamışım da üzerimden yüzlerce medeniyet geçmiş gibi hissediyorum. Neden mi ? Çünkü senin beni kaybetmekle tehdit ettiğin ailem hiç olmadığı için. Her zorluğa tek başıma göğüs gerdiğim için. Dedim ya her şeye herkese verecek bir cevabım var benim. Susuyorsam kimseyle acı yarışı yapmak istemediğimden. Elbet vardır herkesin bir derdi. Yaşadıklarım bende kalsın, kimse bana acıdığından anlayış göstermesin diye susuyorum. Bu şehre gönül eğlendirmeye, senin ya da sizin sandığınız gibi elin herifleriyle sürtmeye gelmedim ben. Vatanım, bayrağım için geldim. Dün gece başıma şarjörlerce mermi yağdı benim. Fırat beni korurken omzundan vuruldu. Allah aşkına oyun mu oynuyorum sanıyorsunuz? " Defalarca yaptığım gibi duraksadım. Her şey aynıydı. Babaannem ağlıyor, dedem beni dinliyor Saadettin abi bir köşede öylece dururken Fırat belimi sımsıkı tutuyordu. Gözlerimi kapatıp yanaklarıma doğru süzülen yaşları avuçlarımın içiyle sildim. Ellerime bulaşan siyah boyadan anladığım üzre rimelim akmıştı. Önemi yoktu. Bu saatten sonra hiçbir şeyin. Yutkundum. Burnumu çekip başımı dikleştirirken dedemin hüzünlü gözlerine baktım. "Alıştım artık, " dedim durgun bir sesle. "Babam öldüğünden beri hayatım hep böyle benim. Saçma sapan işte. Ama dediğim gibi benim hayatım böyle. İyisiyle kötüsüyle bu benim hayatım. Üzerime giydiğim bu kıyafeti ben kendi paramla, beğenerek aldım, kursağımdan geçen her lokma benim alın terim. Bu evi ben dayayıp döşedim. Senin o yolladığın eşyaların çoğunu ben başka birine verdim. Tırnaklarımla kazıyım bu günlere geldim. Tek başıma. Hiç kimse ve bir ailem olmadan. O yüzden ne siz ne de başka biri benim kendi ellerimle büyüttüğüm bu kızın, kendi ellerimle kurduğum bu hayatın üzerinde hak iddia edemez. Düzenimi bozamaz. Bana oradan oraya sürükleyebilecekleri bir eşya gibi davranamaz. Kiminle evlenip kimin yanında duracağına başkalarının karar verdiği bir varlıkmışım gibi muamele gösteremez. " Titreyen ve çatlayan sesimle kendimden o kadar emin konuşuyordum ki içimdeki küçük kız hayran olmuştu bana. Bu bizim hikâyemizdi. Kalemi başkasının eline veremezdik. "Bu kapıdan çıkıp gittiğimde ne olacağına gelirsek: bugün bu elbiseyi bunun için giydim ben zaten. Tamam , bu kadarına gerek yoktu ama biraz gösterişli olsun istedim. Senin dediğin gibi bir "aile " kaybedeceğimi düşünmemiştim aslında. Fizik kuralıdır, bilen bilir. "Bir şeyi yoktan var vardan yok edemezsin." Olmayan bir aileyi kaybetmek olası bir durum değil. Her neyse. Kalbinizi kırdıysam kusura bakmayın. " Cümlemin sonuna geldiğimde Fırat'ın kollarından sıyrılıp hızla odama girdim. Kapıyı arkamdan kilitleyip dolabın üzerinden, gözlerimden süzülen yaşlar eşliğinde bir bavul alıp içine elime geçen birkaç kiyafetimi koydum. Banyoya gidip şampuanlarımı aldım. Nemlendirici ve losyonlarımı da alırken hepsini bavula tıktım. Bir sırt çantasına telefonumu, şarz ailetimi , kulaklıklarımı ve astım spreylerimi koydum. Ardından da üzerime bir kaban geçirip bavulu ve sırt çantamı da alarak odadan çıktım. Herkesin gözü bana dönerken hiç kimseyle göz göze gelmeden evden çıktım. Peşimden Fırat ve Saadettin abi de gelirken evin anahtarlarını bile almamıştım. Asansörün önünde durduğumuzda Fırat elimdeki bavulu almaya yeltenmişti. Elimi çekip buna müsade etmezken, "İstemiyorum, " dedim. Az önce içeride Ali'nin terörist olduğunu ağzımdan kaçırdığımın yeni yeni farkına varıyordum. Ve bu beni daha da Fırat'tan uzaklaşmaya itiyordu. Utanıyordum. Yerin dibine girmek istiyordum. Şu an bu ana sığmayacak o kadar çok şey hissediyordum ki ne tüm bu hislerle boğuşmaya gücüm vardı ne de hepsini, birine bile gönül koymaya fırsat vermeden, anlatmaya takatim kalmıştı. O sırada gelen asansörün içine girdim. Onlarda benimle birlikte asansöre binerken çantamdan telefonumu çıkardım. Taksi durağını arayıp bir araç çağıracaktım. Rehberde taksi durağının numarasını ararken telefon birden elimden çekildi. Bakışlarımı Fırat'ın yüzüne çıkardığımda, "Napıyorsun?" Dedim sinirlendiğimi belli eden sesimle . Fırat çattığı kaşlarıyla gözlerime bakarken üzerime doğru gelip, "Asıl sen napıyorsun?" Dedi sert bir sesle. "Taksi çağıracaktım." "Taksi? Ben buradayken? Üzerinde bu elbise varken ve sen bu kadar güzelken taksi çağıracaktın?" Sesi o kadar sert ve baskındı ki kelimeler ağzından dökülürken paramparça oluyordu sanki. Birkaç saniye gözlerine bakıp, "Ver telefonumu," derken telefonu elinden almak için bir hamlede bulundum. Fırat ise telefonun olduğu elini havaya kaldırıp beni aniden belimden tutup kendine çekerken Saadettin abi arkası bize dönük duruyordu. "Napacaksın taksiyi?" Fırat'ın sorusuyla kendimi ondan kurtarmaya çalışırken, "Otele gideceğim, " dedim sinirle. Fırat gözlerime bakıp söylediklerimi tartar gibi gözlerini kısarken, "Sen beni delirtmeye mi çalışıyorsun Hazan?!" Dedi tıslar gibi. "Gerek var mı? Sen zaten delisin," dediğimde Saadettin abi, "Haklı, " dedi bize dönmeden. Fırat gözlerini kapatıp öfkeyle solurken başını geriye atarak,"Sado!!" Diye gürlemişti. Saadettin abi bir şey söylemezken Fırat yeniden bana döndü. Gözleri dudaklarımda ve, kabanımın yakası kapalı olmadığı için açıkta olan, göğüslerimde gezinirken elindeki telefonumu askerî üniformasının pantolonunun cebine koydu. Ve yeniden göz göze gelmemizi sağlarken diğer kolunu da belime sarıp, "Senin dilin biraz fazla uzamış. Evimize gidince soracağım bunların hesabını, " dediğinde gözleri çok farklı bakıyordu. Kendimi ondan kurtarmaya çalışırken, "Ben seninle hiçbir yere gelmiyorum, " dedim üzerine basa basa. Fırat gözlerime sert bir ifadeyle bakarken, "Bensiz de bir yere gidemezsin, " dedi dişlerini sıkarak. Kollarının arasında bavulun kolunu bırakıp çırpınırken sırt çantam yere düşmüştü. "Bırak beni! Ya bırak!" Fırat belimdeki kollarını iyice sıkılaştırıp hareketlerimi kısıtlarken ayağımı kaldırıp diz altına bir tekme atmıştım. Bu tekme Fırat'ın kasılmasına neden olsa da canını pek fazla yakmamıştı lakin çok öfkelenmişti. Burnundan solurken, "Hazan bak canımı sıkıyorsun!" Dediğinde teklemeden, "Sende benim," demiştim . O sırada asansörün kapısı açılırken Fırat beni aniden kucağına almıştı. Asansörden çıkarken de Saadettin abiye,"Bavulla çantayı al Sado," demişti. Saadettin abi,"Alırız paşam, sen rahatını bozma," derken söyleniyordu. Bense apartmandan çıkarken Fırat'ın kucağında çırpınıp duruyordum. "İstemiyorum seninle gelmek! Ya bıraksana! İndir beni! Fırat hemen!" Fırat belimden ve bacaklarımın altından geçirdiği kollarıyla beni daha sıkı kavrarken,"Bağırma! " dedi uyarıcı bir sesle. Omzlarındaki ellerimle ona tutunurken o çok sevdiğim kara gözlerine bakıp, "Bağırtma o zaman ," dedim sinirle. "İstemiyorum işte seni." Fırat Saadettin abinin aracının önüne geldiğimizde adımlarını durdururken öylece gözlerime bakıp, "Sado kapıyı aç, " dedi. Gözleri gözlerimde gezinirken yüzüme doğru yaklaşıp dudaklarını kulağımın altına yerleştirirken, "Ben çok istiyorum ama seni, " dedi fısıltılı bir sesle. Hoş bir tınısı olan erkeksi sesi kalp ritimlerimi hızlandırmıştı. Bir şey diyememiştim. Fırat kilidi açılan arabanın arka kapısını açıp beni kucağından indirmeden araca binmişti. Kapıyı çektiğinde ise bana sımsıkı sarılıp yüzünü boynuma gömerken bir iki saniye öylece durmuş tenimde derin derin nefesler alıp vermişti. Bense gözlerimi kapatmıştım bu ana. Kollarımı da içimdeki özlemle istemsizce sevdiğim adamın boynuna sararken her zerremFırat'a çekiliyordu sanki. Fırat boynuma iyice sokulurken Saadettin abi de arabaya binip motoru çalıştırmıştı. Aracın hareket etmesiyle gözlerimi araladım. Arka camdan dışarıya bakarken akan rimelimden dolayı gözlerim az biraz yanıyordu. Gökyüzü kararmış, kar yağışı hâlâ devam ederken saat sanırım sekiz falandı. " Isıtıcıyı aç Sado." Ellerimi göğsüne koyup onu kendimden iterken,"Bırak beni, "dedim. Sesim az önceye nazaran daha sakindi. Fırat'ın gözleri gözlerimi bulurken ,"Sus," dedi sadece . Ardından beni göğsüne çekip gözlerini yola sabitlerken bir eli belimi tutuyor diğer eli de saçlarımı seviyordu. Bir iki saniye öylece dursam da,"Fırat bırak beni," dedim yine. " Otele gitmek istiyorum." Koca bedeni kasılırken sıkıntılı ve sert bir nefesi içine çekip, "Ateşin var , sus. Sana sesimi yükseltmek istemiyorum, zorlama beni, " dedi. Başımı göğsünden kaldırıp gözlerine baktım inatla. "Yükseltmek istiyorsan yükselt sesini," dedim. "Ama beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlamayı da mecbur bırakmayı da bırak artık. " Fırat'ın yoldaki gözleri beni bulurken ,"İstemediğin şey ne Hazan?" Dedi sert bir sesle. " Ben miyim?" Hayır. " Evet, sensin. Olmuyor işte bizden. Niye zorluyoruz ki?" Gözlerime baktı. Sinirlenmişti. Gerçi buraya geldiğinden beridir sinirliydi. Belimdeki kolu beni daha sıkı sararken kendine çekti iyice. "Bir şeyi zorladığım yok. Ben sadece seviyorum seni. Her ne olursa olsun, her ne yaşarsak yaşayalım, senden gelen , gelecek olan her şeye baştan razı olarak seviyorum seni. Şimdi , kurban olurum o güzel sesine, ama nolur evimize gidene kadar sus. Sonra kavga etmek mi istiyorsun, ederiz, bana vurmak mı istiyorsun, vurursun, tartışmak mı istiyorsun, tartışırız ama şimdi lütfen sus." Sesi sonlara doğru yalvarır gibi çıkmıştı. Yüzünü inceledim. Göz altları çökmüş, kömür karası saçları dağılmış, birkaç asi tutam alnına dökülmüşken yorgun görünüyordu. Besbelli nezarethaneden çıkar çıkmaz bana gelmişti ve dünden beri üzerinde olan üniformasını çıkarmaya fırsat bulamamıştı. En son ne zaman bir şeyler yiyip uyuduğunu düşündüm o an. Sonra kıyamadım ona ve gözlerimi camdan dışarıda yağan iri kar tanelerine çevirip eve gidene kadar sessizliğe gönüldüm. ******* Fırat'ın evinin önünde durduğumuzda araç bahçeye girmişti. Fırat kapıyı açıp beni kucağından indirmeden eve doğru ilerleyip kapıyı açtığında beni evin içine bırakmıştı. Tekrar arabaya gidip bavulumla çantamı alırken dün kurşun yağmuruna tutulan Fırat'ın aracını benim arabamın yanında görmüştüm. Fırat yanıma gelip bavulla çantayı içeriye bıraktığında Saadettin abi arabadan inmişti. Fırat'ta ona dönerken aralarında bir gerilim hissetmiştim. Saadettin abi karşımızda dururken gözleri bendeydi. Bakışları anlık bir Fırat'ı bulsa da bana hitaben,"Sabah emniyetin önünde sana söylediklerim için kusura bakma," dediğinde şaşırmıştım. Benden özür mü diliyordu? "Kolunu tutup sana dokunmamalıydım. Canını yaktıysam da kusura bakma. " Birkaç saniye gözlerine baktım. Zorla özür diliyor gibi görünmüyordu. Samimi olduğunu hissetmiştim. Bu yüzden, "Önemli değil. Bende özür dilerim. Kendinizce haklıydınız, " diyerek özrünü kabul ettim. Fırat aramıza girip Saadettin abinin üzerine doğru birkaç adım atarken,"Dua et abimsin. Yoksa bu mevzu senin ağzın yüzün dağılmadan kapanmazdı." Dediğinde emniyetin önünde Saadettin abiyle aramızda yaşananları bildiğini anladım. Nereden bildiğini merak ediyordum fakat şu an bunu sormanın yeri değildi. Saadettin abi, "Eyvallah, " diyerek arkasını dönüp aracına doğru ilerlediğinde Fırat askeri siyah botlarını çıkarıp içeriye girdi. Kapıyı kapatıp bana dönerken beni baştan aşağı süzüp elimi tuttu. Karanlık evin içinde ışıkları yakmadan beyaz köşe koltuğa doğru ilerledik. Koltuğa oturduğumda Fırat ayaklı abajuru yakıp önüme diz çökmüştü. Bu hâli beni şaşırtsada sesizce onu izledim. Gözlerime baktı. Özlem, acı, öfke, kızgınlık ve daha birçok şey vardı gözlerinde. Gözlerimi kaçırdım. O ise burktuğum ayağımı eline almıştı. Topuklu ayakkabımı ayağımdan çıkarıp bir kenara bırakırken tuttuğu çıplak ayağımı dudaklarına götürüp öptü. Gözlerim şaşkınlıkla aralanırken ayağımı elinden çekmeye çalışarak, "Fırat dur , napıyorsun?" Dedim. Gerek yoktu buna. Üzgün ve pişman olduğunu biliyordum zaten. Fırat bana bile isteye, bilinçli bir şekilde öyle davranmazdı. Elbisemin yırtmacı iyice açılırken Fırat ayağımı bırakmamış birkaç kez daha öpüp koklamıştı. Ardından da çöktüğü yere oturup kollarını bacaklarıma sararken başını dizlerime koydu. Dudakları çıplak bacağımı bulurken tenimi kokluyordu. Sıcak nefesi değdiği yeri uyuştururken içim bir hoş olmuştu. Hiçbir şey söylemeden bir süre öylece durduğunda bende ne diyeceğimi bilmediğimden sessizdim. Saçlarını sevmek istiyordum fakat birazdan ondan ayrılmak istediğimi söyleyeceğimden buna yeltenemiyordum bile. Bedenimi bir sıcaklık basarken üzerimdeki kabanı çıkarıp koltuğun üzerine koydum. Kollarımı bedenime sarıp öylece dururken az önce evde olanları düşündüm. Ne hissettiğimi anlamaya çalıştım. Boşluk...Her şey koca bir boşlukta savrulup duruyordu. Kötü hissetmiyordum ya da hatta yapmışım gibi. Ama o boşluk o kadar doluydu ki bu saatten sonra yapayalnız olduğumu biliyordum. Bir memleketim olmadığını biliyordum. Dedem yine beni anlamamayı seçerse babaannemi bana bir daha göstermeyeceğini biliyordum. Artık bir halam olmadığını ve Oğuz hapisten çıktığı an dedemin ona benimle bir daha görüşmemesini, yıllar önce söylediği gibi, söyleyeceğini biliyordum. Oğuz'un dedem istemese bile benimle görüşmek isteyip istemeyeceği de ayrı bir meseleydi tabii. Her şeyi kaybetmiş, birkaçını da kendi ellerimle bırakmıştım bugün. Hayatım az önce dedeme de söylediğim gibi saçma sapandı. Düzenimi bozamazsınız demiştim fakat benim bir düzenim var mıydı? Elimde bir bavulla şimdi buradaydım. Birazdan bir otelde olurdum belki. Oysa ki hiç sevmezdim otelleri. Adını duymak bile içimi sıkardı. Yıllar yılı hep bir evim, bir düzenim olsun istemiştim. Geceleri elime bir kitap alıp dumanı üstünde tüten kahvemle okumak, bir film açıp izlemek, arkadaşlarımı evime çağırmak ne bileyim küçük ama güzel birkaç âna saatler harcamak istemiştim. Dilediğimce şarkı söyleyip dans etmek mesela. Defalarca söylediğim gibi benim hiç büyük ve uzun vadede hayallerim olmamıştı. Küçük şeylere ulaşmak bile benim için bu kadar zorken daha büyüklerini kurmaya korkmuştum. Şimdi ise ne istediğimi ben bile bilmiyordum. İşim dışında asla zoru görünce hırslanmaz umutsuzluğa kapılırdım ve bu yüzden bugün her şeyi, herkesi bırakıp bir otel odasına kendimi kapatmaya bile razıydım. Her seferinde birileri tarafından yerimden yurdumdan edilmekten yorulmuştum. Kime ne zararım dokunmuştu da başıma bunlar geliyordu? Bilmiyordum. Ne bir hikâyeydi bu yaşadığım ne de bir masal. Her gün gözlerimi başka bir kabusa açıyordum sanki. Uyanmak istiyordum artık. Öyle ki dedemin karşısına geçip içimi dökmek bile rahatlatmamıştı beni. Bir şeylere karşı nefret duyuyordum. Kendimden ya da bir şeylerden hıncımı alamıyordum. Boğuluyordum, içim sıkılıyordu. Dudaklarımı aralayıp derin bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerlerime ulaşmazken bedenime sardığım kollarımı çözüp oturduğum yerden hızla ayaklandım. Fırat bu hareketimle başını dizlerimden kaldırmak zorunda kalırken kollarını da bacaklarından çözmüştü. "Hazan," dedi sorgulayıcı bir sesle. Yüzüne bakmadan yere eğilip ayakkabımın tekini aldım. Koltuğun kolçağına oturup hızla ayağıma geçirirken dış kapıya doğru ilerledim. Nefes almak istiyordum. Kafamın içi cayır cayır yanıyordu sanki. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Fırat peşimden gelip kolumu tuttuğunda adımlarım sekteye uğramış ve durmak zorunda kalmıştım. Önüme geçip çattığı kaşlarıyla gözlerime bakarken, "Nereye?" Dedi sert bir sesle. "Dışarıya çıkmak istiyorum, " dedim. Fırat'ın gözleri yüzümü incelerken orada her ne gördüyse kaşları daha derinden çatılmıştı. "Olmaz bu soğukta. Geç içeri," dedi. Nefes nefese kalmış gibi birkaç derin nefes daha çekerken içime bir elimi göğsüme koyup tırnaklarımı yırtarcasına etime geçirdim. " Fırat...Fırat lütfen...nefes alamıyorum. " Gözlerim dolarken sesim ağlamaklı bir hâl içerisinde titriyordu. Fırat'ın gözleri bariz bir endişeye bürünürken, "Astım spreyin nerede senin?" Dedi. Başımı hızla sağa sola olumsuz anlamda sallayıp, "Öyle bir şey değil. Dışarıya çıkmak istiyorum...nolur?" Dediğimde çok sabırsızdım. Biraz daha burada kalsam ölecektim sanki. Fırat halime bakıp sıkıntılı bir şekilde içini çekerken, "Ateşin var, olmaz. Hava çok soğuk. Gel elini yüzünü yıkayalım. Ya da hastaneye götüreyim seni. " dedi. İstediğini yaptıramayan bir çocuğun sinir krizi gibi gözlerimden peş peşe düşen yaşlarla dudaklarımdan bir hıçkırık koparken, "Ya bırak!!!" Diyerek bağırdım. Sesim küçük bir kız çocuğu gibi çıkarken çatlamıştı. "İstemiyorum...hastaneye gitmekte istemiyorum...yüzümü yıkamakta istemiyorum...dışarıya çıkmak istiyorum sadece...bunu anlamak bu kadar mı zor?!" Göğsümdeki elim boynumu bulurken tenimi çiziyordum. Bir sinir krizinin, şiddetli bir cinnetin eşiğindeydim sanki. Fırat telaşla, "Tamam," dedi. "Tamam yavrum. Gel kabanını alıp çıkalım. " "Onu da istemiyorum!" Derken boynumdaki elim ensemi bulmuştu. Fırat, "Tamam," dedi ensemi bulan elimi tutarken. "Çizme şu tenini, tamam. " Sesi kendime zarar vermeme ve bu halime dayanamıyormuş gibiydi Ardından da dış kapıya doğru ilerleyip kapıyı açarken dışarıya çıkardı beni. Kar tanelerini dans ettirircesine savuran rüzgar yüzüme vurup elbisemin açıkta bıraktığı tenimde gezinirken boğulmaktan son anda kurtulan birinin soluklarını andıran derin nefesler aldım. Eşikten dışarıya adımladığımda Fırat belimi bırakıp ayakkabılarını giydi. Bense evin önündeki tek basamağı inip kar tanelerinin altında bahçenin tam ortasına gelip durdum. Başımı geriye atıp gökyüzünden yüzüme dökülen iri kar tanelerini izledim. Saçlarım rüzgarda savruldu. Üşüdüm de biraz ama o kadar iyi gelmişti ki. Yanaklarıma doğru süzülen yaşlar esen rüzgârla soğuk birer sus damlasına dönüşüyordu. Kollarımı bedenime sarıp öylece durdum. O an Fırat yanıma gelip belime sarılmıştı. Beni soğuktan korumak ister gibi bedenine yaslarken saçlarımın arasına kokumu içine çekerek bir öpücük kondurdu. Kendimi geri çektim. Belime sarılı kollarının üzerine ellerimi koyup, "Dokunma bana," dedim usulca. Rica ediyordum. Alanımı kısıtlıyordu sanki ve ben kolları arasında sıkışıp kalıyordum. "Lütfen." Uzaklardan , yine bu sabah ki gibi, bir köpeğin havlaması dolarken kulaklarıma bilmiyordum. Bu gece konuşmasak ve ben çıkıp gitsem şu demir sürgülü kapıdan, olmaz mıydı? Burada kalmak istemiyordum. Bu evde içim sıkılıyordu. Fırat'ın yerdeki karların üzerindeki ayak seslerini duydum. Önüme düşen gölgesinin yerini koca bedeni alırken karşımda durdu. Başım önüme eğik gözlerim yerdeki karlardaydı. Derin bir nefesi bıkkınca alıp verişi çalındı kulaklarıma. Benden mi bıkmıştı? Ne tesadüf bende bıkmıştım kendimden. Gözümden süzülen yaşların yerini yenileri alırken Fırat aramızdaki mesafeyi koruyup yaklaşmadı bana. Bir müddet ben yeri izledim o beni derken öylece durduk. Neden sonra Fırat o kaba sesiyle bu sessizliği bozup, " Noldu sana?" Diye sordu. Sesi sert değildi ama ne bileyim kızgındı galiba bana ondan uzak durduğum için. Bedenime sarılı kollarımı sıkılaştırıp usulca burnumu çekerken başımı yavaşça olumsuz anlamda salladım. "Bir şey olmadı. " Sesim ağladığım için tarazlı ve mahsun bir haldeydi. Fırat üzerime doğru bir adım gelip dururken, "Bize ne oldu peki? " dedi. "Niye uzak duruyorsun benden? Niye doğru düzgün bakmıyorsun yüzüme? Niye dokunmama izin vermiyorsun sana?!" Sesinin tonu git gide yükselirken, "Allah kahretsin Hazan delirtmek istiyorsun sen beni?!!!" Diye kükremişti. Bahçe inlemişti sesinden sanki. Ben bir iki adım gerilerken irkilmiştim. Duygu durumum çok çabuk değişiyordu. Az önce içimdeki küçük Hazan'ın gurur duyduğu bir kızdım şimdi ise Fırat'ın karşısında geriliyordum. Acaba deliriyor muydum? Dudaklarımdan bir hıçkırık firar ederken sesli bir şekilde burnumu çekmiştim. "Yoruldum, " dedim çatlayan sesimle. Fırat aramıza açtığım mesafeyi kapatırken, "Neyden , neyden yoruldun?" Diye sorduğunda sesi beni anlamaya çalışır gibiydi. "Her şeyden. " "Hazan..." "Ben ayrılmak istiyorum. " Birden çıkmıştı ağzımdan. Yaydan zamansız fırlayan bir ok gibi nereye saplandığını kestirememiştim. Ama iyi olmuştu. Ben iyi değildim çünkü. Delirmemiştim ama ruh sağlığım yerinde değildi. Her seferinde içimdeki bu cenderede başa sarıp duruyordum. Sağlıklı değildim ki sağlıklı bir ilişki kurabilmem mümkün olsundu. Fırat'ı da yoruyordum. Söylemiyordu ama bunalıyordu benden, hissediyordum. Benim ruhum babamın anlattığı masallarda sıkışıp kalmıştı. Ben ne geçmişle, ne babamla, ne Ali'yle, ne de kendimle olan hesabımı kapatamamıştım. En son böyle hissettiğimde intihar etmeye kalkışmıştım. Gece boyunca gözüme bir damla uyku girmemiş, odamın içinde Ali'yle, babamla, geçmişle ve kendimle savaşırken yine böyle hissetmiştim. Boğulacakmış gibi. Duvarlar üstüme geliyormuşta içim sıkılıyormuş gibi. Sonra İstanbul boğazına gidip hiç hesapta yokken suya atmıştım kendimi. Bugün öyle yapmazdım ama. Sonuçta yaşamak en büyük intihar değil midir? Ve Hemingway'in de dediği gibi : iki insan birbirini sevmişse buna mutlu bir son yoktur. Peki... 💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦 |
0% |