Sabahın erken saatlerinde uyanmış kendimi Şırnak sokaklarına atmıştım. Eve çokta uzak olmayan bir parka gelmiş salıncaklardan birine oturmuştum. Sonbahar olduğu için ağaçlardan dökülen yapraklar ayaklarımın altında hışırdıyordu. Uyku bu şehre geleli iki gün olmasına rağmen bana düşmandı bu aralar. Başımı oturduğum salıncağı tutan paslanmış zincire dayayıp yeni yeni aydınlanan gökyüzünü izliyordum. Bugün kasvetli bir hava olacağa benziyordu.
Derin bir nefes alıp soğuk havayı içime çektim. Aklımda Ecrin vardı. Enişteme bu olayı nasıl söylerdim? Ablamla konuşsam beni dinlemezdi. Ablamla konuşmam ve ablamın yaptıklarını biliyor olduğumu öğrenmesi Ecrin'e zarar vermesine sebep olabilirdi. Annemle konuşsam bana inanmaz ya da beş yaşındaki bir çocuğun dedikleriyle hareket ettiğim için beni aşağılardı. Sırf bana inat olsun diye ablamı savunabilirdi bile.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Oflayarak üzerimdeki deri cekete daha da sarılıp başımdaki gri bereyi kulaklarıma doğru çekiştirdim. Bereden açıkta kalan saçlarım rüzgarda uçuşurken bana doğru gelen bir köpek dikkatimi çekti. Sapsarı tüyleri, sarkık kulakları ve simsiyah kocaman gözleriyle çok tatlıydı. Alerjik astımım olduğu için evde hayvan besleyemiyordum. Çocukluğumdan beri içimde bir ukte olarak kalmıştı.
Gelip tam karşıma oturan köpeğin başını okşayarak ona gülümsedim. Onu sevmem hoşuna gitmiş olacak ki bana biraz daha sokulup başını dizlerimin üzerine koydu. Başını okşamaya devam ederken aç olup olmadığını düşündüm.
- Aç mısın? Diye sordum köpeğe. Hayvanların insanları anlayıp anlamamazlıktan geldiğini düşünürdüm hep. Yüzüme bakıp başını dizlerime geri koydu. Belli ki açtı. Ama bu saatte onu doyuracak herhangi bir yer bulamazdım. Her yer kapalıydı. O sırada evde de yiyecek hiçbir şey olmadığı aklıma geldi. Evde misafirlerim vardı. Ve ben sabahın köründe kalkıp buraya gelmiştim. Özgürlüğüne düşkün biriydim. Annem nerede , nasıl olduğumu hiç merak etmediği için bir yere giderken birilerine sorma ya da haber verme alışkanlığım yoktu. Kafama eserse çeker giderdim ve hayatımda buna karşı çıkan biri , babam öldükten sonra , hiç olmamıştı.
Bazı arkadaşlarımın tabiriyle sorumsuz biriydim bu konularda.
Köpeğin başını okşayarak bileğimdeki saate baktım. Saat altı buçuktu.
Daha uyanmamışlardı belki de .
Bir süre daha oturmaya karar vermiştim. Bu küçük park bana az da olsa huzur vermişti. Dizlerime başını koymuş olan bu köpek bana kendimi özel hissettirmiş ve ben bu hissi sevmiştim. Savunmasız bir canlının size güvenmesi çok güzel bir hissti.
- Keşke seni evime alabilseydim, dedim kısık bir sesle.
Onu evime alamayacağımı biliyordum. Ama bundan sonra her sabah ve akşam bu parka gelip onu beslemek için kendi kendime söz verdim.
Bir süre sonra saat yedi olurken yerimden kalkmak için kıpırdandım. Köpek hareketlenmemle başını dizlerimden kaldırdı. Salıncaktan kalkıp başını okşarken
- Yine geleceğim. Ve gelirken sana çok güzel yiyeceklerde getireceğim, dedim.
Apartmana yaklaştığımda apartmanın önünde bir kargaşa vardı. Kaşlarımı çatıp apartmana doğru ilerlediğimde üzerinde " Türkoğlu mobilyacılık" yazan nakliye aracıyla olduğum yerde duraksadım. Bu dedemin sahibi olduğu mobilyacılık şirketiydi ve ben şirketin bir ayağının Şırnak'ta olduğunu bilmiyordum. Nakliye aracından eşyaları apartmana taşıyan insanları izlerken ne yapacağımı bilmiyordum. Derin bir nefes alıp apartmana doğru ilerledim. Yanımdan fazlasıyla büyük bir buzdolabıyla geçen insanlara yol verirken onlar merdivenlerden çıkmaya başladı. Bende asansöre binip beşinci kata bastım. O koskoca buzdolabıyla beşinci kata çıkmak zorunda olmalarına canım sıkıldı bir an. Ayşe teyze ve Zeynep'te sabahın köründe bu şekilde uyanmaktan rahatsız olmuşlardı kesin. O an kendim dahil kimseyi mutlu edemiyor olmak içimi burktu.
Asansörün açılan kapısından çıkınca evin kapısının açık olduğunu ve Rıza amcayla Ayşe teyzenin konuştuğunu gördüm.
Rıza amca Antep'ten uzak bir akrabamızdı. Ama dedemin onlarla yakın bir ilişkisi vardı.
Onlara doğru yaklaşıp,
- Rıza amca? Dedim .
Bakışları bana dönünce coşkulu bir sesle " braziyê min" diyerek yanıma gelip sarıldı. Bende hafifçe ona sarılıp ayrıldım.
- Neler oluyor burada ? Diye sorarken bir yandan da Ayşe teyzenin yüzünü inceliyordum. Başına alelacele geçirdiği belli olan baş örtüsüyle beklediğim kadar rahatsız bir yüz ifadesine sahip olmadığını fark ettim. Ona mahçup bir şekilde bakan gözlerime içten bir gülüş yolladığında içim bir nebze de olsa rahatlarken soruma cevap veren Rıza amcaya döndüm.
- Mahsun Ağa aradı. "Hazan'ım Şırnak'a göreve gelmiştir. Rıza hemen gidip evini düz" demiştir. Bende kargalar bokunu yemeden gelmişim. Şimdide bacıma seni soruyordum ama iyi insansın belli lafın üstüne gelmişsin.
- Ne gerek vardı Rıza amca? Ben yavaş yavaş hallediyordum.
- Valla yeğenim onu Mahsun Ağa'yla konuşasan. Ben emir kuluyam.
Başımı salladım sadece. Altı yıldır Antep'e gitmiyordum ve eğer dedemi arayıp " dede ben bu eşyaları istemiyorum" dersem aramız daha da açılırdı. O yüzden eşyaları kabul edip parasını ödemeyi teklif edecektim. Ama biriktirdiğim para da suyunu çekmeye başlamıştı. Umarım annem beni bir süre daha işi düşüp aramazdı.
Buzdolabını getiren adamlar içeriye girdiğinde bende peşlerinden içeriye girdim. Mutfağa giren adamlar çamaşır ve bulaşık makinesini yerine yerleştirmiş tezgahın üzerine de içinde tabak çanak olduğunu düşündüğüm koliler koymuşlardı. Salonun ortasında bir koltuk takımı vardı. Ben koltuk takımına öylece bakarken Rıza amca adamlarına daha hızlı olmalarını söyledi. Gardırop, tek kişilik yatak, dört kişilik yemek masası, perdeler , halılar, orta sehpalar, nevresim takımları ve bir eve ne lazımsa herşey evin salonundaki kargaşada yerlerini alırken Rıza amca benimle vedalaşıp gitti.
Onların gidişiyle Ayşe teyzeye dönüp
- Ayşe teyze kusura bakma. Geleceklerinden haberim yoktu. Biraz hava almak için dışarıya çıkmıştım. Seni evde yalnız bırakmamam gerekiyordu. Özür dilerim, dedim.
Mahcuptum ona ve Zeynep'e karşı.
- Olur mu kızım öyle şey? Burası senin evin. Hem yeni taşınıyorsun belli. Olur böyle şeyler. Asıl biz sana ayak bağı olduk.
- Saçmalama Ayşe teyze. Ben sizin burada olmanızdan memnunum.
- Sağolasın kızım.
Gülümsedim. O da gülümserken odadan Zeynep'in sesi duyuldu. Onu da alıp salona getirdiğimde dağınıklıktan nasibini almamış olan gri köşe koltuğa oturduk. Ve ben içinden çıkamadığım mahcuplukla konuştum.
- Evde yiyecek hiçbir şey yok. O yüzden sizi dışarıya kahvaltıya götürsem ayıp olur mu?
Zeynep ve Ayşe teyze bu soruma gülümserken başlarını olumsuz anlamda salladılar. Üzerimi değiştirip bol paça kot pantolon ve beyaz kazağımı giyerek saçlarımı açık bıraktım. O sırada Ayşe teyze ve Zeynep'in kiyafetlerini almadığımızı fark ettim. Onlar için alış veriş yapacaktım.
Deri ceketimi de üzerime geçirip hep beraber apartmandan çıktık. Güzel bir kahvaltının ardından onları Ayşe teyzenin itirazlarını duymazdan gelerek, bir mağazaya götürüp kıyafetler aldım. Zeynep'in tekerlekli sandalyesini sürerken Zeynep'in etrafa bakarken ki mutluluğunu fark etmiştim.
Acaba Zeynep ne kadardır bu haldeydi? Doğuştan mıydı? Bir tedavisi var mıydı? Kaç yıldır veyahut aydır o mahallede o insanlarla beraber yaşıyordu? Düşündüğüm gibi tacize yada tecavüze mi uğramıştı?
Bu küçük ve dünyalar güzeli kızla ilgili o kadar çok soru vardı ki aklımda. Bu soruları onları kırıp üzmeden nasıl soracağımı bilmiyordum. Hayatımda nasıl yapacağımı bilmediğim o kadar çok şey vardı ki. Yine de herşeyin yoluna gireceğine inanmak istedim.
Kıyafet alış verişini Ayşe teyzenin tüm engelleme girişimlerine rağmen bitirip Zeynep ve Ayşe teyze arabada beklerken , mutfak alışverişi yaptım. Nihayet saat öğleni geçerken apartmanın önüne arabayı park edip indik.
Zeynep'i ve Ayşe teyzeyi önden asansöre bindirip arabada ki poşetleri aldım. Dün alıp arabada unuttuğum abur cubur poşetini de alırken bagajda ki bilgisayarlar aklıma geldi. Bu akşam sistemi mutlaka kurmalıydım. Yarın ise önce adliyeye ardından da askeriyeye uğramam gerekiyordu. Asıl görevimi öğrenmek için Ankara'yla irtibata geçmeliydim.
Derin bir nefes alıp arabayı kilitledim. Elimdeki poşetlerle asansöre binip evin kapısını çaldım. Ayşe teyze kapıyı açarken içeriye girdim. Elimdeki poşetleri hole bırakırken kapı çaldı. Ayşe teyze kapıyı açtı. Gelen Bahar ve Canan teyze'ydi.
- Hoşgeldiniz, dedim. İçeriye geçerken Bahar şaşkınlıkla
- Hazan bunlar? Dedi. Yeni gelen eşyalardan bahsediyordu.
- Dedem yollamış, dedim kısaca.
Bahar
- Vay be ne dedeler var. Bizim ki de anca Şanlıurfa'da konağında otursun, derken Canan teyze Bahar'ı dürtüp
- Doğru konuş kız, dedi.
Bahar kolunu ovuştururken
- Neyse ne. Biz bu kadar eşyayı nasıl yerleştireceğiz? Diye çok mantıklı bir soru sordu.
Bir süre sonra Canan teyze Fırat'ı bende Oğuz'u aradım. Askeriye de işleri olmadığı için gelebileceklerini söylediler.
Yarım saatlik bir zaman sonra kapı çaldı. Mutfaktan çıkıp kapıyı açtım. Fırat ve Oğuz gelmişti. Burası benim evim olduğu için " hoşgeldiniz" dedim. Oğuz "hoşbulduk" derken Fırat çatık kaşlarıyla yüzüme bakmakla yetindi. Fırat'ın çatık kaşları hiç değişmiyor ama gözlerindeki anlamlar değişiyordu. Hayata karşı bir öfkesi var gibiydi. Sert biri olduğu aşikârdı ve ailesi üzerindeki otoritesi belli oluyordu. Yine de mütemadiyen öfkeli olmak bir insanı hayatta nereye kadar götürür düşünmeden edemedim.
Fırat botlarını çıkartıp içeriye geçerken Oğuz elinde ki kutuyu bana uzatıp " yeni evin hayırlı olsun dayımın kızı" dedi. Ona gülümseyip elindeki kutuyu aldım. Oğuz'la beraber salona girdik. Elimdeki kutuyu Oğuz'lar gelmeden önce mutfağa koyduğumuz yemek masasının üzerine bıraktım. Oğuz yalancı bir şaşkınlıkla salondaki eşyalara bakıp
- Aaaa! Hazan bunlar nereden çıktı? Bir günde hepsini nasıl aldın? Dedi.
Elimi Oğuz'un omzuna koyup birkaç kere hafifçe vurdum ve,
- Bu kadar kasma kendini halamın oğlu. Dedeme evin adresini senin verdiğini biliyorum.
Oğuz boğazını temizleyip konuşmaya çalışırken onu susturup
- Yorma kendini. Sen söyledin " iyi bir torun olmak çenesi düşük olmayı gerektirir" diye.
- Öyle birşey söylemedim Hazan.
- Ben bir savcıyım üsteğmenim. Eğer sadece insanların ağzından çıkanlara göre hareket edersem onları yargılayamam. Bazen söylenmeyenleri duymak gerekir , diyerek Oğuz'a göz kırptım. Bana gülerek "papucumun savcısı" derken " askeriye de görüşürüz üsteğmenim" dedim. Herşeyi yeni idrak eder gibi yüzüme bakıp
- Hass... Diyecekken elimi ağzına kapatıp gözlerimle Zeynep'i gösterdim.
O sırada Canan teyze bir komutan edasıyla
- Yeter bu kadar geyik. Herkes işinin başına, dedi.
Canan ve Ayşe teyzenin direktifleriyle bir buçuk saat içerisinde ev bir düzene sokuldu. Benim aldığım koltuk takımı yerli yerinde duruken dedemin yolladığı bebek mavisi koltuk takımı çatı katına konuldu. Çatı katına kütüphanelerde yerleştirilirken sistemi kurmayı düşündüğüm çatı katındaki odaya tek kişilik yatak konuldu. Çatı katına çıkan merdivenin altına yeni gelen yemek masası kurulurken gri köşe koltuğun karşısına beyaz TV ünitesi ve televizyon yerleştirildi. Gardırop Ayşe teyzelerin kaldığı odaya kurulurken geriye bir tek perdeler kalmıştı. Dedemin yolladığı eşyalar beyaz ağırlıklı olduğu için benim aldığım eşyalara da uymuştu.
Oğuz beyaz tülleri asmak için merdivene çıkmış perdeyle boğuşurken bende Oğuz'un yanındaki hardal sarısı berjere oturmuş onu izliyordum. Ayşe ve Canan teyze mutfaktaki kolileri beyaz mutfak dolaplarına hem silip hem yerleştirirken Bahar'da lavaboyu yıkıyordu. Onlara yardım etmek istesem de deterjan kokusunun astımı tetiklediğini söyleyen "doktor Bahar" beni tabiri caizse kovmuştu. Fırat ise elinde matkapla duvara monte edilmesi gereken ahşap rengi kitaplıkla dünyanın en ciddi işini yaparcasına uğraşıyordu. Zeynep' te matkaptan çıkan seste okuduğu şeyi ne kadar anlıyordu bilmiyorum ama ona verdiğim "Şeker Portakalı" adlı kitabı okuyordu.
Bu kitabı sekizinci sınıfta okumuştum. Bir çocukla yaşlı bir adamın dostluğunu okumak bana şunları sordurmuştu: bir insanın bir insanı anlaması için ne olması gerekir? Aynı yaşta mı olmak gerekir yada aynı statüde olmak mı? Kan bağımı olmalı yoksa arada?
Bu kitapta tüm bu sorulara tek bir cevap vardı o da " sevgi". Bir insanın bir insanı anlayabilmesi için ne aynı yaşta olması gerekirdi ne aynı statüde olması ne de kan bağlarının olması. Bir insanı hatta bir hayvanı bir bitkiyi bile anlayabilmek için tek gereken şey "sevgi" ydi .
O zamanlar şunu düşündüm: belki de annemin beni anlayabilmesi için onu daha çok sevmem gerekiyordu. Bu düşünceyle anneler gününde anneme çok özel bir hediye yapmak için erkek kardeşim Ali'yle kafa kafaya verdik. Ali'yle aramda bir yaş ya var ya yoktu. Benden sonra dünyaya gelmek için neden bu kadar acele ettiğini hiç bir zaman anlayamadım.
Annem Ali'yi seviyordu. Belki ablamdan bile çok. Tek derdi benimleydi ama ben onu yine de sevdim.
Velhasıl kelam aklıma bir fikir geldi. Bir kar küresinin içine kucağında bebeği olan bir anne koyacaktık ve ben kar küresinde çalması için anneme bir şarkı besteleyecektim. Bir ay Ali'yle bunun için uğraşıp durduk ve ben anneme bir şarkı yazıp gitarla çalarak ses kaydına alıp babamın da yardımıyla kar küresini anneler gününe kadar yetiştirdim.
Ali ise anneme kendisi vermek için başka bir hediye almıştı.
Anneler günü gelip çatınca o sabah hayatımda hiç yaşamadığım kadar büyük bir heyecanla uyanmıştım. Güya annem çok mutlu olacaktı.
Hediyelerimizi vermek için Ali'yle akşama kadar içimiz içimize sığmazken, babamın annemin en sevdiği çilekli pastayı alıp gelmesini bekledik. Babam akşam iş dönüşü pastayla gelirken annem gayet sakindi. Her zaman ki gibiydi yani. Belki de bugün anneler günü olduğunu Ali ve ablamın annesi olduğu kadar benim de annem olduğunu unuttuğu gibi unutmuştu.
Annem içeride televizyon karşısında hayatı sorgularcasına otururken ben , Ali ve babam mutfakta anneler günü için hazırlık yapıyorduk. Ablamın da anneler gününü hatırlamadığı bariz belliydi. Çünkü o zaman ki sevgilisiyle telefon konuşmalarından kaynaklanan gülüşleri evde yankılanıyordu.
En sonunda herşey hazır olunca Ali odadan zorla ablamı getirmiş ve annemi çağırmıştı. Ben ise içimdeki heyecanla savaşıyordum. Elimdeki hediye paketini arkamda saklarken Ali " Anne bak Hazan ve babamla beraber senin için hazırladık bunları. Anneler günün kutlu olsun " dedi ve annem Ali'ye gülümseyerek sıkıca sarıldı. Ali anneme ucunda melek olan bir kolye almıştı . Annem kolyeyi çok beğendi ve hemen boynuna taktı. Ablam ise hiçbir şey almamıştı ama bir yalan savurup "anneciğim bende senin için bu çilekli pastayı aldım" dedi. Ben , Ali ve babam da dahil onu bozmazken annem kesilen pastadan bir dilim alıp ağzına attı. Ve ablama da sarıldı. Ben yokmuşum gibi davranıyordu ama yine de içimdeki heyecanı diri tutmaya çalışarak bir adım öne gelip hediye paketini anneme uzattım. Gözlerime babam var diye saklamaya çalışsa da asla saklayamadığı nefretle bakarken " ne bu " dedi. Gülümsemeye çalışarak " hediyen anne. Sana yaptım. Anneler günün kutlu olsun." Dedim. Tek kelime " istemiyorum" diyerek mutfaktan çıktı. Elimde hediye paketi öylece kalırken babam annemin peşinden gitti ve yatak odalarında bir süre tartıştılar. Serap ablam sinsice gülüp mutfağı terk ederken Ali' de nadir anlarda kullandığı " abla" hitabıyla üzülmemem gerektiğini söyledi. Sesi üzgün çıkıyordu. Ben ise başımı sallayıp odama gittim. Elimde hediye kutusuyla saatlerce ağladım. O an anladım ki insanın neyi anlayacağına yani neyi seveceğine dikkat etmesi gerekiyormuş. Tutup bir bitkiyi anlamak için kaktüsü seversen dikenleri batabilir, bir hayvanı anlamak için bir yılanı seversen seni zehriyle öldürebilir ve bir insanı anlamak için yanlış insanı seversen seni en savunmasız yerinden vurabilirmiş. Yani artık insanları anlamak için sevmekte yetmiyormuş.
O günden sonra bir daha hiçbir anneler gününü hatırlamadım. O kar küresi de İstanbul'dan Şırnak'a benimle beraber geldi. O günden bu güne hiç açmadım paketini. İçinde kırgınlıklarımın belki de en büyüğü vardı. O küreden yayılan on üç yaşındaki Hazan'nın heyecanlı sesini duymak bana iyi gelmeyecekti biliyordum. Pandora'nın kutusuydu o hediye paketi benim için. Belki bir gün açılırdı. Kim bilir?
"Hazan"
Adımın seslenilmesiyle daldığım yerden çıktım. Gözlerim Zeynep'in elindeki kitapta öylece dalmışım. Bana seslenen Oğuz'a dönüp "efendim" dedim. Oğuz perdeleri takmış merdivenden inip karşımdaki koltuğa oturmuştu. Kaşları çatık bir şekilde "iyi misin?" Diye sordu. Başımı salladım sadece ve diğerlerine bakmak için gözlerimi evin içinde gezdirdim. Fırat kütüphaneyi duvara monte etmiş çatı katına çıkan merdivenlerin trabzanlarını kontrol ediyordu. Mutfak yerleştirilmiş tezgâh temizleniyordu. Bahar ise daha yeni lavabodan çıkmıştı ve kendini koltuğa attı.
Bir süre sonra Fırat hariç hepimiz koltuklarda otururken Fırat elinde matkapla evdeki bütün kapı pencere kulplarını kontrol ediyordu. Dolap , kütüphane gibi şeyleri de herhangi bir tehlikeye karşı duvara monteliyordu.
Evin içindeki bitmek bilmeyen gürültüye artık hepimiz alışmıştık. Zeynep istikrarlı bir şekilde kitabı okumaya devam ediyordu.
Yine de mutluydum. Belki de mutluluk dediğim bu şey huzurdu bilmiyorum. Mutluluk yolda görsem tanımayacağım bir şeydi. Başımı balkon camına çevirdim. Güneşin bulutların ardında kalan ışınları gökyüzünü terk etmeye meyil etmişti. Karşı binadaki evlerin perdeleri çekilmiş ışıkları açılmıştı. Aklıma bu sabah parkta gördüğüm köpek geldi. Ona kasaptan et almıştım. Arabanın arkasında da her zaman bulundurduğum kuru mamadan biraz vardı. Akşam olup sokaktan el ayak çekilince parka gitmeyi kendi kendime kararlaştırdım.
Sonunda Fırat'ta elindeki matkabı bırakıp Bahar'ın yanına oturunca apartman da dahil hepimiz rahatladık. Derin bir nefes alıp gülümsedim ve
- Hepinize çok teşekkür ederim , dedim.
Canan teyze,
- Ne demek kızım? Her zaman yanındayız ,derken Bahar
- Ben bir süre yokum, dedi. Gülümsedim.
Ayşe teyze ise
- O kadar yardım ettin bize . Bu kadarını da yapayım, derken Zeynep'te bana bakıp gülümsüyordu.
Fırat ise çatık kaşlarının arasından bana bakarken varla yok arası bir gülümsedi. Bende hafif bir tebessüm edip önüme dönerken aramızdaki bu sessiz anlaşmayı sevmiştim. Belki de bu fırtına öncesi bir sesizlikti.
Canan teyze Bahar'ı dürtüp
- Kalkta eve gidip yemek hazırlayalım. Hep beraber yeriz , derken Bahar bezgin bir yüz ifadesiyle
- Bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama ben hastaneyi özledim , derken Oğuz lafa girip
- Bende dağları özledim. G3'ümü özledim, dedi içli bir sesle.
- Ne kadardır operasyona çıkmıyorsunuz? Diye sordum.
Fırat
- Bir iki ay oluyor. Senden önceki savcıyı görevden aldılar, dedi.
Sebebini biliyordum aslında ama
- Neden? Diye sordum.
Fırat oturduğu koltukta heybetli bedenini öne doğru eğdi ve kollarını dizlerine koyarak ellerini birbirine kenetledi. Kaşları daha da çatılmıştı ve bu işi çok ciddiye aldığı belliydi.
- Terörle bağlantısı varmış, diyen Fırat'ı Oğuz tamamladı,
- Belliydi zaten. Bizi yolladığı yerlerde ya terörist yoktu ya da az kalsın pusuya düşüyorduk. Hele son gittiğimiz operasyonda...derken sözünü kestim ve
- Yarın askeriyeye uğrayacağım. Askerlerle tanışmak için. Orada daha detaylı konuşuruz, dedim.
Ayşe teyze ve Zeynep'in dönen muhabbetten rahatsız olduğunu anlamıştım. Canan teyze ve Bahar'da onlardan farklı değildi. Oğuz ve Fırat beni onaylarken kapı çaldı. Ev sahibesi ben olduğum için yerimden kalkıp kapıyı açtım. Gelen kıyafetlerinden anladığım kadarıyla bir kargocuydu.
- Buyrun , dedim zihnimde neden geldiğini sorgularken.
- Hazan Hilal Türkoğlu siz misiniz?
- Evet benim.
- Bir kargonuz var şuraya bir imza atabilir misiniz?
- Kimden? Diye sordum adamın uzattığı kalemi alıp elindeki kağıdı imzalarken.
- Cihan Güney , diyen kargocu elime paketi verip " iyi akşamlar" dileyerek gitti. Kapıyı kapatıp içeriye geçtim.
Bahar
- Kim gelmiş? Diye sorarken herkesin gözü üzerimdeydi.
- Kargo , dedim sadece ve paketi mutfaktaki masanın üzerine bıraktım.
Cihan abi gönderdiğine göre içinde askeriye ve adliyedeki insanların sicil dosyaları vardı.
Canan teyze Bahar'ı en sonunda kaldırıp eve götürürken aklıma marangoza verdiğim masa siparişi geldi. Oğuz yerli yerinde otururken Fırat ayaklanmış Bahar'larla beraber gidiyordu. Bende ayaklanıp Ayşe teyzelere döndüm.
- Ayşe teyze benim bir yere uğramam gerekiyor. Birazdan dönerim.
Ayşe teyze
- Tamam yavrum , derken Oğuz'a dönüp
- Sen burada mısın? Diye sordum .
- Buradayım da istersen gideyim.
Zeynep'e baktım. Oğuz' dan rahatsız olup olmadığını merak ediyordum. Değil gibiydi.
Oğuz'a dönüp
- Kal , dedim.
Oğuz
- Sen nereye? Diye sordu.
- Bir işim var. Gelirim bir saate.
- Tamam. Dikkat et.
Başımı sallayıp üzerime deri ceketimi giyip aprtmandan çıktım. O sırada fırından çıkan Fırat apartmana doğru geliyordu. İstifimi bozmadan arabama doğru ilerlerken, cebimden anahtarı çıkarıp arabanın kapılarını açtım. Fırat'ın bakışları beni bulmuştu. Şoför koltuğuna binmek için arabanın kapısını açarken Fırat'ın
- Nereye? Diyen tok ve sakin sesini duydum. Gozlerim onu bulduğunda bana bunu hangi vasıfla sorduğunu merak etsem de sakince
- Bir işim var. Bir saate gelirim, dedim.
Ama bu açıklamam onu tatmin etmemiş olacak ki
- Soruma cevap ver . Nereye? Dedi. Sesi sertleşmişti.
Kontrol manyağı biri olduğunu düşündüm o an. Tanıdığı herkesin hayatına böyle burnunu sokuyor muydu acaba?
Derin bir nefes verip saçlarımı yüzümden geriye ittim.
- Marangoza gidiyorum. Bir masa siparişi vermiştim. Oldu mu Yüzbaşım?
Dudağında hafif bir gülümseme anlık belirip yok olurken bakışları da yumuşamış gibiydi. Çatık kaşları hiç düzelmezken
- Bekle burada , dedi.
Şaşkın bir şekilde yüzüne bakıp
- Benimle gelmeyeceksiniz değil mi? Diye sordum.
" Sence" der gibi öylece yüzüme bakıp apartmana doğru ilerlemeye başladı. Beklemekle beklememek arası gidip geliyordum. Oğuz bile bu kadar sorgulamıyordu ne yaptığımı. Çünkü kendimi koruyabileceğimi biliyordu. Fırat ise sanırım beni bir emanet olarak görüyordu ya da Şırnak'ı bilmediğim için başıma birşey gelme ihtimalini düşünüyordu. Belki de Bahar'ın başına gelen olay yüzünden kadınları koruma iç güdüsü vardı. İstanbul'da bile arabayı almaya gelecek olan insanları benimle beraber beklemişti. O an Bahar'a tecavüz etmeye çalışan insanlara ve onlar gibilere büyük bir nefretle doldum. Ve yine Zeynep geldi aklıma. O küçük kızla konuşmalıydım.
O sırada Fırat gelip "hadi" dedi ve arabanın kapısını açıp yan koltuğa oturdu. Derin bir nefes alıp bende şoför koltuğuna oturdum. Arabayı çalıştırırken, karşı kaldırıma park eden araçtan Filiz indi ve bu tarafa bakıp yan koltuğumdaki Fırat'ı gördü. Gözlerindeki kıskançlık ve kırgınlığı görmek canımı sıkarken direksiyonu çevirip yola koyuldum.
~~~~~~~
Kısa bir yolculuğun ardından marangozhanenin önünde arabayı park edip indim. Fırat'ın bana araba kullanırken "sağa sinyal ver, kemerini tak , hızını düşür" gibi komutları dışında sessiz bir yolculuk olmuştu. Sinirlenmiştim ama sakinliğimi korumayı başarmıştım. Sonuçta o kadar psikolojik eğitimi duygularımı bastırmak için almıştım.
Yolculuğun şimdilik sonlanmasıyla derin bir nefes verip arabadan indim. Fırat'ta arabadan inerken gözleri benim üzerimdeydi. Ona hiç dönmeden marangozhanenin kapısına bakarken kapandığını gördüm. Bileğimdeki saate baktığımda saat yedi buçuğu gösteriyordu. Fırat'a dönüp
- Kapanmış. Eğer beni oyalamasaydınız belki de kapanmadan yetiştirdim , dedim. Sesimi ayarlamaya çalışıyordum.
Zaten bende olan bakışları hafif sertleşirken elini deri ceketinin cebine atıp telefonunu çıkartı ve erkeksi sesiyle
- Açtırırız, dedi.
Ve "Muhsin abi " dediği biriyle konuştu. Sonra da bana dönüp
- On dakikaya açacaklar dükkanı, dedi.
Başımı salladım sadece ve başka birşey söyleme gereği duymadan arabanın kaputuna yaslanarak etrafı izlemeye başladım. Marangozhane sıradan bir cadde arasındaydı. Etrafta henüz kapanmamış marketler ve mağazalar vardı. Caddede tek tük insanlar varken yoldan geçen birkaç kişi Fırat'a selam veriyordu. Fırat'ın Şırnak'ta bir otoritesinin olduğu belliydi. İnsanlar Fırat'la konuşurken belirli bir çizgide konuşuyordu. Fırat ketum ve sert biriydi. Bir çok kadının yakışıklı diyebileceği bir yüze sahip olsa da fazlasıyla heybetli duran vücuduna eşlik eden sert yüz hatları insanların ona samimi yaklaşmasını engelliyor gibiydi. Korumacı ve kontrolcü biri olduğunu da anlamak zor değildi. Çözülmesi kolay mı yoksa zor biri miydi bilmiyordum ama onu çözmek gibi bir derdim de yoktu. Mesleğinde nasıl biri olduğunu anlasam bana yeterdi çünkü kimliğimi gizli tutmaya çalışırken bana ayak bağı olmasını istemezdim.
Bir süre sonra Fırat yanıma gelip durdu. Yere eğdiğim başımı kaldırıp yüzüne bakarken
- Muhsin abi geliyor. Sen içeriye girme. Ben hallederim, dedi.
Kaşlarımı çatıp yaslandığım kaputtan doğruldum ve
- Neden ? Diye sordum.
- İçeride odunlardan çıkan talaş astımını tetikler şimdi. Sen dur burada, ben hallederim, dedi tok sesiyle.
Bu sözleri içimde bir yere dokunurken "Muhsin abi" yanımıza gelmişti. Fırat'a elini uzatıp
- Ooo Fırat sen buraları bilir miydin ya? Dedi. Fırat'a bendeki bakışlarını adama çevirip ona uzatılan eli sıktı.
- İyi akşamlar Muhsin abi. Rahatsız ettim bu saatte.
- Ne rahatsızlığı Fırat? İşimiz bu. Bu akşam biraz erken kapattık zaten.
- Bir sıkıntı mı var?
- Her zaman ki şeyler işte. Hacer hanımın kızını şerefsizler dağa kaçırdı ya . Hacer hanım bugün yine adliyeye gitmiş. Kovmuşlar yine kapıdan. Kadın baygınlık geçirmiş. Bizde şimdi.
Adamın söyledikleriyle kaşlarım çatılırken Fırat bir küfür savurdu. Konuya dahil olup
- Her zaman ki şeyler derken neyi kastettiniz? Diye sordum.
Adam öylece yüzüme bakarken cebimden savcı kimliğimi çıkardım ve
- Savcıyım, dedim.
Adamın gözleri hayretle açılırken sorumu yineledim .
Adam,
- Adliyedeki görevlilerin bazıları işlerini yapmıyorlar. Şırnak'ta teröristler tarafından kaçırılma vakaları çok oluyor. Açılan soruşturmaların çoğu sona ulaşmıyor. Evladı kaçırılan aileler adliye kapılarını aşındırıyor ama Hacer hanım gibi kovuluyor hepsi , diyerek sustu.
- Anladım, dedim düşünceli bir halde.
Adam
- Siz yenisiniz herhalde? Derken başımı salladım. "O zaman siz bir şeyler yapın. Kaç ailenin ocağına ateş düştü böyle" dedi.
Kendimden emin bir şekilde
- Yapacağım. Siz merak etmeyin, dedim.
Zaten buraya bunun için gönderilmiştim. Görevini yerine getirmeyen ya da herhangi bir şekilde terörle bağlantısı olan insanları mesleklerinden men edip hapise atırmaktı görevim. Onlar hakkında delil toplayıp soruşturma açmak ve tüm bunları yaparken de kimliğimin deşifre olmasını engellemek benim yegâne amacımdı.
Benim sözlerimden sonra Muhsin bey ve Fırat içeriye girmiş Muhsin bey yaptığı masayı Fırat'la beraber arabanın bagajına yüklemişti.
Fırat arabanın bagajını kapatırken bende Muhsin beye
- Borcum ne kadar ? Diye sordum.
Muhsin bey
- Biz onu Fırat'la hallettik, diyerek dükkanın kepengini kapatırken sinirle Fırat'a dönüp
- Bana sormadan böyle bir şeyi nasıl yaparsınız?! Diye sordum.
Fırat yanıma gelip
- Önce o sesini bir kıs, dedi.
- Kısmazsam n'olur? Ne kadar tuttuğunu söyleyin geri ödeyeceğim!
Biz tartışırken Muhsin bey çekip gitmişti.
Fırat sinirli bir şekilde dibime kadar girmiş ve
- Geri ödeme falan istemiyorum! Ev hediyesi olarak kabul et! Demişti.
- Bende ev hediyesi falan istemiyorum. Borç olarak kabul ediyorum ve ödemek istiyorum. Ayrıca benim sipariş verdiğim masayı bana hediye ediyor olmanız fazlasıyla saçma! Ne kadar tuttuğunu söyleyin ödeyeceğim!
- Bak kızım bana caz yapma! Borç falan yok . Bitti. Bin şimdi şu arabaya adamı hasta etme, diyen sesi bağırmıyor olsa bile fazlasıyla sert ve ürkütücüydü. Asla itiraz kabul etmiyordu. Bu konuyu Bahar'la konuşmaya karar verip sinirle arabaya binip kapıyı çarpmak üzereyken kendimi durdurdum. Babamdan geriye kalan bu araba öfkemi çıkaramayacağım kadar değerliydi benim için. Fırat'ta gelip arabaya binince sakin olmaya çalışarak yola koyuldum. Aramızdaki tek diyalog olan " kemerini tak" cümlesinden sonra hiç konuşmadık.
Apartmana vardığımızda Fırat benden önce inip bagajı açarak birbirine monte edilmesi gereken masanın parçalarının çoğunu tek seferde aldı. Bende geriye kalan parçaları alıp bagajın kapısını kapattım ve arabayı kilitledim. Asansöre binerken Fırat
- Ver onları da bana , dedi kucağımdaki masanın parçalarını kastederek.
- Gerek yok , dedim düz bir sesle.
Derin bir nefes alsa da birşey söylemedi.
Asansör durduğunda önden inip kapıyı çaldım. Ayşe teyze kapıyı açarken içeriye girip kucağımızdaki parçaları çatı katındaki odaya koyduk. Fırat yarın gelip parçaları birleştireceğini söyledi. Bu akşam sistemi kurmak zorundaydım ama bu saatte matkap sesiyle apartmanı da rahatsız etmek istemiyordum. En iyisi herkes uyuduktan sonra sistemi dedemin yolladığı tek kişilik yatağın üzerinde kurmaktı. Sistemi kurduktan sonra da bilgisayarları bazanın altına saklardım.
~~~~~~
Ayşe teyze , Zeynep , ben ve Fırat aşağı inerken Zeynep benim kucağımdaydı. Evde olmayan Oğuz'da Canan teyzelerin yanında çıkmıştı. Hep beraber akşam yemeği yerken Fırat'la aramızda geçen saçma sapan para meselesi canımı sıkıyordu. Yine de konuyu Bahar'a Fırat'ın olmadığı bir zaman diliminde açmaya karar verdim.
💧💧💧💧💧
Breziyê min Kürtçe "yeğen" demektir.
Şeker Portakalı " Jose Mauro de Vasconcelos ' un kitabıdır.