@yikim2024
|
******** Gözlerimi karşımdaki duvarın sol üst köşesinde bulunana kameraya diktim. Keyfini beklediğim o yavşaklar tarafından izleniyor olduğumun bilincindeydim. Sert bir nefesi alıp verirken oturduğum sandalyede öne doğru eğilip ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. Gözlerimi kameradan çekip kolumdaki saatte baktım. 13.34 Sabah saat 06.30'da evden çıkmıştım. Yedideki uçağa binip saat 08.40'ta Ankara Akyurt'taki Esenboğa havalimanına iniş yaptığımda havalimanının kapısında Cihan itinin bahsettiği gibi 06 EH 56 plakalı bir siyah volswagen minibüs bekliyordu. Araca doğru ilerlediğimde kapısı açılmıştı. Açılan kapıdan araca bindiğimde üstüm aranmış, telefonum ve silahım alınmıştı. Ardından da gözlerim ve ellerim bağlandığında karşı koymamıştım. Araç Akyurt'tan şehrin batısına doğru hareket etmeye başladığında çocukluktan kalma olan o alışkanlıkla saniyeleri saymaya başlamıştım. Şu an bulunduğum bu sikik yere üç saatte gelmiştik. Ankara'dan çıkmadığımıza emindim. Akyurt'a üç saatlik bir mesafede bulunabilecek olan ilçeleri, aracın hızını da hesaba katarak, gözden geçirdim. Eskişehir sınırında olan Nallıhan' da olma olasılığımız yüksekti. Doğusunda Beypazarı, kuzeybatısında Göynük, kuzeyinde Mudurnu - Seben, batısında Sarıcakaya, güneyinde Eskişehir ve Mihallıçcık bulunun bu ilçenin dört bir tarafı dağ ve tepelerle çevriliydi. O dağlardan birinin eteklerinde olabilirdik çünkü yolculuğun son yarım saatinde aracın ilerlediği yol fazlasıyla bozuktu. Kısaca eğer yanılmıyorsam nerede olduğumu hemen hemen biliyordum. Fakat içinde bulunduğum yapının nasıl bir yer olduğu, korunup korunmadığı, içinde kaç kişinin bulunduğu gibi kritik bilgilere sahip değildim. Yanımda ne silahım ne de çakım hiçbiri yoktu. Kötü bir niyetleri ya da bana ters düşecek bir tavırları olduğunda verdiğim tepki dogrultusunda nasıl bir durumla karşı karşıya kalacağımı kestiremiyordum. Ben bordo bereli bir özel harekat askeriydim. Bir adım atmadan önce on adım sonrasını düşünür ona göre hareket ederdim. Hayatımın her alanında önce vatanım sonrasında da kendim için alınabilecek minimum risk için eğitilmiştim. Her an tetikte olmalıydım. Ancak şu an içinde bulunduğum durum kontrolüm dışındaydı. Zaman geçtikçe daha da kıllanıyordum. Başıma gelen bu boktan şeylerden Halit albayın haberinin olması dışında bu örgüte güvenmem için hiçbir sebep yoktu. Derin bir nefesi içime çekip dirseklerimi masaya dayarken başımı ellerimin arasına aldım. Hazan'ı özlemiştim. Kaç saat olmuştu ayrılalı? Altı yedi saat belki. Ama asırlar geçmiş gibi bir özlem yakıp kavuruyordu içimi. Gece boyunca tek bir saniye dahi uyumadan onu izlemiştim. Öpüp koklamış ama dün gece olanlardan sonra fazla ileriye gitmemiştim. Saçlarında nefeslenmiş, boynuna birkaç masum öpücük kondurup elini tutmuştum. Ara ara ateşini kontrol edip nefes alışverişlerini dinlemiştim. İyiydi. Ateşi normal, nefes alışverişleri ise düzenliydi. Ama birlikte uyduğumuz ya da onun uyuyup benim onu izlediğim diğer gecelere nazaran oldukça sakin uyuyordu son iki gecedir. Dün gece üzerimde , bu gece yanımda neredeyse hiç hareket etmeden uyumuştu. Öyle derin, bir nefes uzağımda olmasa, o kadar sessiz ve sakin uyuyordu ki bazen bu uyku halinden huzursuz oluyordum. Çok seviyordum onu. 31 yıllık hayatım boyunca kimseyi böyle sevmemiştim. Sevginin ne olduğunu bilmiyordum da denebilir. Korkuyordum. O huzursuzluğun sebebi de buydu. Çok sevdiğim için çok korkuyordum. Onsuz kalmak en büyük kabusumdu. Her geçen gün içimde büyüyüp içime sığmayan bir sevgi taşıyordum yüreğimde. Bir adım uzağımda olsa kafayı yiyecek hale geliyordum. Hayatındaki her şeyi, herkesi sikip atmış bir adamdım ben. Eline bir silah alıp canını bu vatanın topraklarına siper etmiş bir askerdim. Ölümle yoldaş olan bir adam ve şimdi ölümden korkuyordum. Hazan...ya bir gün, bir şekilde bir şey olursa ona? Ya gücüm yetmezse onu korumaya? Ya bir gün, bir gece, ansızın kendimi onsuz bir evin içinde, onun kokusunun sinmediği bir yatakta uyumaya çalışırken bulursam? Bütün gece bu düşünceler bir karabasan gibi çökmüştü üzerime. Hazan öylece hiç kımıldamadan uyurken kendi kendime o karabasanla savaşmıştım. Birazda o yüzden bugün iyi değildim. Sabah Hazan'ı uyandırıp vedalaşırken çok uykusu vardı. Ben onu sanki gece boyunca koynumda uyutmamışım gibi öpüp koklarken o sadece kollarını boynuma sarıp yanağımı öpmüştü. Sonrada kollarımda yeniden uyuya kalmıştı. Yavaşça yatağa bırakıp dudaklarını öpmüştüm. Odadan çıkıp giderken de evden ayrılırken de uçağa binerken de şimdide doyamadığımı biliyordum. İçimde doyumsuz bir yan vardı Hazan'a karşı. Doyamadıkça içimdeki huzursuzluk git gide artıyordu. Sanki ondan ayrı geçirdiğim her saniye büyük bir kayıptı. O yüzden buradan hemen siktir olup gitmek, Hazan'a kavuşmak, kokusunu solumak istiyordum. Havaalanına giderken Bahar'ı aramıştım. Hazan'ı bugün karaciğeri için hastaneye götürmesini, bu akşam dönemezsem Hazan'ın yanında kalmasını söylemiştim. Yalnız kalsın istemiyordum. Evin etrafında başka bir ev yoktu ve gece belki tek başına korkardı. İçimi birden nedensiz belki de nedenli bir sıkıntı basarken aldığım nefes bile canımı sıkmaya başlamıştı. Tavandan sarkıp başımın üstünde sallanıp duran lambanın sıcağı saçlarımı terletmişti. Uzun zamandır göreve gitmediğim için uzayan saçlarım önüme dökülüp terden dolayı alnıma yapışırken kafamın içi cayır cayır yanıyordu. Hazan'ın sesini duymak istiyordum fakat telefonumu almışlardı. Oturduğum yerden kalktım. Göt kadar odanın içinde gidebilecek fazla da bir yer yokken üzerimdeki deri ceketi çıkarıp sandalyenin arkasına astım. Ellerimle yüzümü sıvazlarken alnıma yapışan saçları geriye doğru ittim. Bulunduğum yerde birkaç volta atıp duvarın bir köşesine oturdum. Garip bir şekilde bu oda bana çocukluğumdaki o karanlık kömürlüğü hatırlatıyordu. Dışarıdan bakıldığında benzer hiçbir yanları yoktu ama uzun zamandır ilk defa bu kadar karanlık ve küçük bir yerde tek başıma kapalı kalıyordum. Belki de o yüzden...bu oda beni bu kadar bunaltmıştı. "Yine bir yere, kendi isteğim dışında kapanıp kalmıştım. Birilerinin gelip kapıyı açmasını bekliyordum. İçimde huzursuz edici bir tedirginlik vardı. Herkesi, her şeyi koruyup kollayabilirdim ama iş kendime gelince bir köşeye geçip pusuyordum. Bir hayale ihtiyaç duydum o an. Beni bu andan alıp götürecek bir hayal lazımdı. " Gözlerimi kapatıp aklıma Hazan'ın yüzünü getirdim. Kafamın içinde sesini duymaya çalıştım bir müddet. Oldu. En iyi bildiğim şeydi çünkü sesi. Yüzü, gözleri, dudakları, küçük burnu, teni, kokusu her bir zerresi ezberimdi. Ve tek hayalim. Başımı arkamdaki duvara dayadım. İyiydim. Askerdim ben. Birkaç saçma sapan anıya yenilecek kadar zayıf biri değildim. Derdim bu oda, geçmiş ya da birazdan olacaklar değildi. Hazan'ı özlemiştim. Gece kafamın içinde dönüp duran düşüncelerin üzerime bıraktığı ağırlıktan kurtulamamıştım sadece. Ondan uzak kalmak, bir süre daha ayrı kalacağımızı bilmek canımı sıkıyordu. Öbür türlü iyiydim. O an birden kulakları sağır eden tiz bir ses doldu odanın içine. Siren sesini andırıyordu. Gözlerimi açtığımda lambanın söndüğünü gördüm. Noluyordu lan? Az önce oturduğum masanın karşısındaki duvarda bir hareketlilik oldu. Duvarın içinden büyük bir ekran çıktı. Ekranda kırmızı ve beyaz harflerle "VASÖ" yazıyordu. Kaşlarım çatıldı. Cihan itinin bahsettiği sorgu böyle bir şey miydi? "Masaya geç. " Yaslandığım duvara kurulu hoparlör sisteminden yükselen sesle gözlerim cihazı buldu. Birkaç saniye olduğum yerde durdum. Sonra oturduğum duvar dibinden kalkıp masaya geçtim. Ellerimi bacaklarımın üzerine koyup arkama yaslandım. Ne olacağını merak ediyordum. " Tebrikler. Sabırlı adammışsın. Yaklaşık bir saattir seni ısısı fazlasıyla yükseltilmiş bir odada bekletmemize rağmen herhangi bir agresyon göstermedin. Cihan senden böyle bahsetmemişti. " Gözlerimi kameraya diktim. Karşılarında kimin olduğunun farkında olmadıkları belliydi. Cizre'de , sınırda, sırtımda 40 kg çantayla birlikte üzerimdeki 70 kiloluk ağırlıkla, temmuz ayı hava 45 dereceyken şerefsizlerle burun buruna çatışan bir özel harekat askeriydim ben. En boğucu sıcağa da en çetin soğuğa da kafa tutardım. Şu an sadece Hazan'a duyduğum özlem zorluyordu. Yoksa bu neydi ki lan? "Pek konuşkan biri olmadığını biliyoruz. Bu uzun vadede işimize yarar ama sorguda sessiz olman her ikimiz içinde sıkıntı olur yüzbaşı. Senden ricam bizi yorma ki bizde seni yormayalım. " Gözlerimi kameradan çekip karşımdaki ekrana çevirdim. Odanın ısısının düştüğünü hissedebiliyordum. Üzerimde bir çeşit psikolojik gerilim oluşturmaya çalışmışlardı besbelli. Normal bir insanda işe yarayabilirdi ancak dediğim gibi ben bir özel harekat askeriydim. Bir şey söylemedim. Şimdilik konuşmaya değer bir durum yoktu. Bu sorgu dedikleri şeyin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bana ne sorabilirlerdi ki? "Peki. Umarım soru sordukça açılırsın. Şimdi kapı açılacak ve içeriye bir robot girecek. Sana su getirecek. Sonra sorguya geçeceğiz. Sorduğumuz sorulara dürüstçe cevap vermeni istiyorum. Aksini denersen canın yanar." Beni tehdit edişi sinirlenmeme neden oldu. Korktuğumu mu sanıyordu? Ya da ona beni korkutabileceğini düşündüren neydi? Kimdi lan bu sikik herif?! Kameraya baktım. "Böyle sikik sikik tehditlerle korkutabileceğiniz biri olmadığımı söylemedi mi o Cihan denilen it size? " " Söyledi. Bir karın olduğunu da söyledi. Çok aşıkmışsın. Bilmem anlatabildim mi?" Öfkeyle soludum. Hazan tehlikede miydi? Ulan...lan!!! Dişlerimi birbirine geçirdim. Yumruklarımı sıktım. Sakin olmaya çalıştım. Herhangi bir ters tepki verdiğimde Hazan'a bir şey olma olasılığını düşündüm. Elim kolum bağlıydı burada. Kimseye haber de veremezdim. Sakin olmalıydım. "Ona dokunamazsınız! Eğer dokunursanız gebertirim hepinizi! Duydun mu lan beni?!" Odanın kapısı açıldı. İçeriye insan boyunda bir robot girdi. Elindeki su şişesini masaya bıraktı. "Afiyet olsun efendim." Odadan çıktığında kapı arkasından otomatik olarak kapanıp kilitlendi. Nasıl bir yerdi lan burası böyle? "Duydum yüzbaşı. Sesin gayet net geliyor. Karının güvenliği senin elinde. Sorduğum sorulara doğru ve net cevaplar verdiğin sürece kimseye hiçbir şey olmaz. Artık başlayalım istersen." Bir şey söylemedim. Ama o Cihan denilen pice soracaktım bunun hesabını. Hazan'ı tehlikeye atmanın bedelini ödeyecekti. Birde utanmadan "kardeşim " diyordu amınakoduğum! Nasıl işti lan bu?! Vatan, millet, bayrak için savaştığını iddia eden bir örgüt nasıl bir cumhuriyet savcısının hayatıyla bir Türk subayını tehdit edebilirdi?! Belki de zaafımı kullanıp beni kolayca konuşturmaya çalışıyorlardı. Yine de bundan emin olamazdım. Tedbiri elden bırakmamalıydım. "Bu sessizliği start olarak alıyorum. " Karşımdaki ekran değişti. Üzerimde üniformayla bir fotoğrafım belirdi. Fotoğrafın yanında bilgilerimin olduğu bir belge mevcuttu. "Yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz. 24/12/1993 Şanlıurfa Harran doğumlu. 31 yaşında. Annesi Canan Korkmaz; babası Feyyaz Cemşit; kardeşleri Dicle Korkmaz ve Bahar Soydan. 2015 yılında Ankara - Çankaya Bando Astsubay Meslek Yüksekokulunu dereceyle bitirdi. 2022'de üsteğmenlikten yüzbaşı rütbesine yükseldi. Evet. Bilgilerin bu kadarı yeterli. Şimdi bu bilgilerde farklı bir şey var yüzbaşı. Senden onu bulup söylemeni istiyorum." Biliyordum. Bununla üzerime geleceklerini biliyordum. Oturduğum yerde öne doğru eğilip ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. Sol bacağım yeniden sinirden titremeye başlarken sertçe soludum. Hazan'ı düşündüm. Benim bir evim, bir yuvam , bir karım vardı. Bu siktiğim yerden çıkıp bugün ya da en geç yarın eve dönmeliydim. O yüzden şimdilik itaat ettim. "Feyyaz Cemşit. Babam olacak itin soyadı farklı. " "Neden? " Bu sorulara cevap vermek istemiyordum. O şerefsiz hakkında konuşmak öfkelenmeme neden oluyordu. Onu hatırlamak, ona dair iyi ya da kötü tek bir anıyı dahi anımsamak midemi bulandırıyordu. Adını duymak, dillendirmek, karşımdaki koca ekranda babam olarak adının yazılı olduğunu görmek bile kafamın içinde bir şeylerin intihar etme sebebiydi. Nefret belki de dünya üzerinde hiçbir insanın kalbinde bu kadar sek ve sarsıcı bir şekilde var olmamıştı. Önümde duran suyu aldım. Bir kaçıştı bu belki. Biraz zaman kazanmak istemiştim. Şişenin kapağını açıp birkaç yudum içtim. Sakindim. Öfkeliydim de. Birbirine tezat oluşturan iki duygu durumunu aynı anda hissediyor olmam garipti belki. Ama ben eğer içimde öfke duyduğum bir şeyler barındırmıyorsam garip hissederdim. Bu hâl benim normalimdi. Kapağını kapatıp şişeyi masaya koydum. Çok çabuk parlayan bir adam gibi görünsemde en iyi bildiğim şey, gerektiğinde, öfkemi kontrol edip mantıklı bir şekilde hareket etmekti. Hazan için. Ona bir an önce kavuşmak için. " Babası evlatlıktan reddettiği için. " "Neden reddetti?" Bunu söylemek biraz zordu. Hazan'la bir yerde aynı kaderi paylaşıyorduk. Ama ben aşmıştım bunu. İnsan yaş aldıkça belki daha iyi anlıyordu bir şeyleri. Ya da normal bir insanın hayatında görebileceği ölüm sayısından fazlasını görünce bazı şeyler çokta sert gelmiyordu. " O...teröristi." "Devam et. Feyyaz Cemşit hakkında bilgi ver bize. Neden terörist oldu, örgütün neresindeydi, neden hiç terör kaydı yok? Her şeyi anlat." Kaşlarım çatıldı. O pice karşı bu kadar ilgili olmaları tuhaftı. Nereden başlayacağımı bilemedim. Geçmişe dönmem gerekiyordu. Geçmiş sancılıydı. Yüzleşmek zaman almıştı ama başarmıştım. Sorun böyle sikik bir yerde, güvenmediğim, geçmişimin ilgilendirmediği birilerine o geçmişi anlatmaktı. Daha Hazan'a bile hiçbir şey anlatmamıştım. Gözlerimi kameraya çevirdim. "Neden soruyorsunuz bunları?" " Birine güvenmek için onu tanımak gerekir yüzbaşı. " " Peki ben niye size güvenip geçmişimi anlatayım" " Bir Türk subayı olarak terörist babanı korumak istiyorsan bunu anlayabiliriz. İstersen susma hakkını kullanabilirsin. Istediğin kadar susabilirsin. Bizim vaktimiz bol. Tabii burda önemli olan senin vaktin. " Yumruklarımı sıktım. O it benim babam falan değildi. Onu korumak gibi bir derdim de yoktu. Karşımda olsa acımadan, tek bir saniye dahi tereddüt etmeden kafasına sıkardım o şerefsizin. Sabrımı sınıyorlardı. Damarıma basıp beni öfkelendirmek istiyorlardı. Sakin olmalıydım. Hazan için. Benim ondan fuzulî yere ayrı kalabilecek vaktim yoktu. " 1984 - 1999 yılları arası. Pkk'lı şerefsizlerin büyük bir ayaklanma başlattığı yıllardı. O it güç ve para için o piclerin arasına katıldı. Güçsüz, çelimsiz, hastalıklı bir adamdı. Bir baltaya sap olamamış, gücü anca karısına ve çocuklarına yeten aşağılık herifin tekiydi. Harran'ın Suvacık köyünde sınıra yakın bir yerde yaşıyorduk. " Karşımdaki ekran değişti yine. Çocukluğumun geçtiği belki de öldüğü o evin resmi belirdi gözümün önünde. İki katlı kerpiçten yapılmış bir evdi. Evin önündeki sedirde babam olacak o piçi gördüm sanki bir an. Annem üst kattaki camlardan birinde görünüp kayboldu. Ablam elma ağacının altında kanaviçe işliyordu. El işine dair bildiğim tek şeydi bu. Elma ağacının karşısındaki tahtadan yapılmış kömürlüğü buldu gözlerim. Bir an içindeyim sandım. Derin bir nefes aldım sonra. Kaç yıl olmuştu bu evin yanından yöresinden geçmeyeli? Sustuğumu fark edip devam ettim. Gözlerim elma ağacının dibinde takılı kalmıştı. " Eski, ucuz benelli m2 marka bir av tüfeği vardı. Onu alıp alıp evden siktir olur giderdi. Bir kaç saat sonra da ağzı yüzü dağılmış bir şekilde geri gelirdi. Örgütün bir yerinde değildi yani. Öyle şerefsiz olmayı şeref sanan ibnenin tekiydi. Terör kaydı yok çünkü o orospusu çocukları onu hiçbir zaman aralarına almadı. Hiçbir boka yaramayan biri olduğunun farkındalardı herhalde. " "Peki neden hapiste? Cinayetten olduğunu biliyoruz. Kimi öldürdü ve neden?" Sertçe yutkundum. Masanın üzerindeki ellerimi masanın altına indirip yumruklarımı sıktım parmaklarımı kırmak istercesine. Gözümün önünde kesik kesik beliren görüntüler, ablamın çığlıkları, annemin feryatları, Bahar'ın o mavi demir kapının önünde hiçbir şeyden anlamayan haliyle ağlayışları doldu kulaklarıma. Sonra tek el bir silah sesi. Ardından koca bir kan gölü. İçinde boğulmak isteyeceğim cinsten. Zifiri karanlık derler ya öyle zifiri bir kan kırmızısı. O gün ölmesi gereken bendim. Bugün her gün ölüyordum ama o cesedi sırtlanmak boynumun borcuydu. Gözlerim doldu. Bir kez daha yutkundum sertçe. Başımı önüme eğip gözlerimi kapatıp açtım. İçime çektiğim nefes ciğerlerimi yakarken kendime duyduğum öfkenin yanında, bir insanın kendine duymaması gereken fakat bende bir insanın kendine duyması gereken sevginin yerini almış ağır bir nefret belirdi. Sırtımda bir ağrı hissettim. Sanki bir el omuzlarıma abanıp beni aşağı çekiyordu. Aşamadığım tek şeydi o gün. "Yüzbaşı!" Gözlerim kamerayı buldu. Sanırım bir süreliğine zaman mefhumunu kaybetmiştim. "Bu kadarı sizi ilgilendirmiyor. Bunun beni tanımanızla bir ilgisi yok. Madem bu kadar güvenmiyorsunuz bu iş burada bitebilir. Sonuçta bunu ben istemedim. " "Evet, sen istemedin ama kabul ettin. Hapse girmemen karşılığında kabul ettin yüzbaşı. Bu bir anlaşma. Eğer bozacaksak her şey eski haline dönmeli. Mesela Şırnak'a ayak bastığın an tutuklanmalısın. Ayrıca belki bilmiyorsun ama karının şu an üzerine üçüncü bir soruşturma açılıp meslekten ihraç edilmemesinin sebebi de biziz. Cihan'ın ricası üzerine ve seni ajanımız olarak gördüğümüz için bir kıyak geçelim demiştik. Ama eğer anlaşmayı bozacaksan bizde büyüyü bozarız ve her şey birden mahvolur. Karar senin." Gözlerim kameraya kitlenip kalırken bir süre öylece durdum. Elim kolum bağlıydı. Hazan'ı riske atamazdım. Onunla evlenmişken hapse girip onsuz da kalamazdım. Zordu. Ondan uzak kalmak, başka bir şehirde ve istediğim zaman ona ulaşamayacağımı bilirken, o kadar zordu ki ara ara, göreve gittiğimde nasıl dayanacağımı düşünürken şu an hiçbir şeyi riske atamazdım. Hazan'dan ayrı kalmak bana hapis içinde hapis hayatı yaşatırdı. O an çocukken kendime verdiğim sözü hatırladım. Nezarethaneye girdiğimde de bunu anımsamıştım. Öyle birden ansızın gelip dönüp durmuştu kafamda. "Ben babam gibi olmayacağım." Hapse girmeyecektim. Bir gün karım olursa ona ne el kaldıracaktım ne de sesimi yükselticektim. Vatanıma ihanet etmeyecektim. Bir gün, öyle bir isteğim yoktu ama olurda Allah nasip eder de bir çocuğum olursa ona bu dünyanın en değerli şeyi gibi hissettirecektim. Babam olacak o it gibi olmamak birçok şey olmamak demekti. Ve bazen Hazan'a sesimi yükseltirken sanki o herife dönüşüyormuş gibi hissediyordum. O kadar iğrenç bir duyguydu ki. Hazan bana öyle sevgiyle bakmasa, bana "sevgilim, Fırat'ım " demese kendimi kendi gözümde asla aklayamazdım. Önüme dönüp derin bir nefes aldım. "Ablam. Ablamı öldürdü," dedim. Sesim düzdü. Öylesine bir şey söylüyordum sanki ama kelimeler ağzımdan çıkarken boğazımdan aşağı kızgın yağ dökülmüş gibi canım yanmıştı. Ne bu hisle ne de o günle asla yüzleşemeyecektim. O ceset sırtımdan asla inmeyecekti. Sadece Hazan'a sarıldığım an belki. O minik elleriyle bana dokunurken her şey geçiyor, geçermiş gibiydi. "Neden ve nasıl öldürdü?" Yeniden derin bir nefes çektim içime. Masadaki su şişesini alıp kafama dikerken içindeki suyu sonuna kadar içtim. Plâstik şişeyi elimde sıkıp buruşturuken yutkundum. Her duyguyla baş edebilirdim ama bu duyguyla edemiyordum anasını satayım. " Benim yüzümden öldürdü. " Tek bir cümle. Başı sonu belli ve oldukça net. Benim için dahasını anlatmaya gerek yoktu. "Nasıl?" Elimdeki şişeyi masanın üzerine bıraktım. Gözlerimi elma ağacının dibine sabitledim yine. Artık direnmiyordum. Bende yıllar sonra bir şeylerle yüzleşirdim belki. Olmadı bir an önce karıma kavuşurdum. " Bir gün yine örgüte katılacağım diye evden çıkıp gitmişti. O, evden gidince annem Bahar'la ablamı alıp komşuya gitti. Bende 10 yaşındaydım daha. Köyde arkadaşlarla top oynuyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Geri döndü. Beni oyundan alıp eve götürdü. O şerefsizlerle bir anlaşma yapmış. Örgüte alınmak için beni atmış ortaya. Dağa çıkıp kendi ülkemin askerine kurşun sıkmak için ikna etmeye çalıştı beni. Biz kürdüz, dedi. Bu vatan bizim değil, dedi. Bizi burada istemiyorlar, dedi. Kendi dilimizi konuşmamıza bile izin vermiyorlar, dedi. Eğer dağa çıkarsam kahraman olacakmışım. İstemedim. Kabul etmedim. Direndim. Ben direndikçe gözü döndü. Vurdu. Tekmeledi. Yere düştüm. Ağzımdan kan geldi. Korktum. Ölmekten korktum. Bayılmış gibi yaptım. Belki öldüğümü sanar da vurmayı bırakır diye alabildiğim en yavaş nefesleri aldım. Öldüğümü sandı. Aklı biraz git gelliydi zaten. Köyün delisi gibi bir şeydi. Alıp kömürlüğe attı beni. Kapıyı kilitledi. Tahtaların arasında bir delik bulup onu izledim. Kapının önündeki sedire oturmuştu. Korkmuş gibiydi. Beni öldürdüğünü düşünüyordu. Şerefsizlere beni almaları için haber vermişti ama onlar geldiğinde elinde onlara verecek bir çocuk yoktu. " Duraksadım. Bir elini enseme atıp sertçe avuşturdum. Kafamın içindeki sesleri susturmak istiyordum. Hazan'ı duymak istiyordum. Kulaklarımı sağır eden bu çığlıkları değil. " Annemler geldi sonra. Eve girdiler. Birkaç saniye sonra annem ve ablam dışarı çıktı. Beni sordular. Önce bilmiyorum falan dedi. Annem kapının önündeki kanı görmüştü. İnanmadı. Israrla nerede olduğumu sordu. O it sinirlendi. "Öldürdüm" dedi. Annem yakasına yapıştı. Yalan söylediğini düşünüyordu. Ama o, öğle bir soğuk kanlılıkla beni öldürdüğünü söylüyordu ki ablam çoktan inanmıştı. Kapının önüne çöküp ağladığını görmüştüm o küçük delikten. O sırada beyaz bir kamyon geldi evin önüne. İçinden bir yığın it sürüsü indi. Babam olacak o ibnenin paçaları tutuştu. Köydeki herkes evine kaçtı. Kimse korkudan burnunu bile dışarıya çıkartamıyordu. Annem ablamı alıp içeriye geçti. " Örgütün ele başı Mahmut Feyyaz'a doğru ilerledi. Karşısındaki otuzlu yaşlarının sonlarında olan çelimsiz adamı baştan aşağı süzdü. Buraya eğlencesine gelmişlerdi. Bu delinin sümüklü oğluna ihtiyaçları yoktu. Feyyaz korkuyla karşısındaki adama baktı. Fırat'ı öldürmüştü ve elinde bu adamlara verebileceği bir erkek çocuk yoktu. Mahmut, "nerede senin şu oğlan? Getir de görelim Feyzo," dedi. Feyyaz karşısında el pençe divan durduğu adama korkudan bakamazken,"Be - benim oğlan ölmüştür başkan, " dedi. Mahmut birçoğu eksik olan dişlerini gösterek gülerken arkasındaki adamları da onunla birlikte yüksek sesle kahkahalar atıyordu. "Ölmüştür? He Feyzo? " Feyyaz karşısındaki adamların onu yıllardır ciddiye almamasından duyduğu öfke ve alaya alınmanın verdiği alçalmışlıkla bu işin içinden çıkmak için bir şeyler düşünüyordu. Yine de onları doğru söylediğine inandırmak için, "Vallaha ölmüştür başkan. Hemi de kendi ellerimle öldürmüşüm ha. İnanmıyorsanız ölüsünü göstereyim," dedi. Mahmut ellerini arkasında bağlayıp Feyyaz'a küçümseyici ve alaycı gözlerle bakarken, "gerek yoktur," dedi. " Bu örgüte katılmak için son şansındı. Kaybettin Feyzo. " Arkasındaki adamlarına döndü. "Kaybetti değil lan," derken adamları, "kaybetti başkan," diyerek gülüştüler. İçlerinden biri ,"deli Feyzo," dediğinde büyük bir kahkaha kopmuştu. Feyyaz bu duruma sinurlenirken aklına 16 yaşındaki kızı Dicle geldi. Dicle güzel kızdı. Simsiyah beline kadar uzun saçları, ela gözleri ve esmer teniyle bu yaşında çokça talibi vardı. Ortaokuldan sonra okuyamamıştı. Okumak içinde hep bir ukte olarak kalsa da şu sıralar başka bir mutluluğu, kalbini deli gibi attıran bir heyecanı vardı. Haydar. Ortaokuldan beridir tanışıyorlardı. Dicle okuyamasada Haydar lisedeydi. Aynı köyde yaşıyorlardı. Dicle Haydar' ı görmek için fırsat buldukça kanaviçe örneği almak bahanesiyle Haydar'ların evine giderdi. Haydar'da seviyordu Dicle'yi. Fırat'la top oynamak bahanesiyle Dicle'yi görebilmek için evin etrafında dolanır dururdu. Bir gün birbirlerine aşklarını itiraf etmişlerdi. Haydar Üniversite kazanıp İstanbul'a giderken Dicle'yi de götürecekti yanında. Kaçmaktan başka çareleri olmadığını, ailelerinin evlenmelerine müsade etmeyeceğini ikisi de biliyordu. Öyle ya Haydar'ın babası Efruz bey Feyyaz'dan nefret ederdi. Bu örgütü köyün başına musallat edenin Feyyaz olduğunu bütün köy bilirdi. Koskoca Korkmaz aşiretinin ağası Ömer beyin nasıl böyle kansız bir oğlu olabilir bütün Urfa akıl sır erdiremezdi. Özellikle de Harran bu olayla çalkalanıyordu. Ömer ağanın örgüte maddi destek sağladığı, yüzyıllardır atalarının ekmeğini yediği topraklara nasıl ihanet edebildiği köy kahvehanelerinde dedikodu konusu olmuştu. Ömer ağa ise saygınlığını ve onurunu korumak için oğlu Feyyaz'ı evlatlıktan reddetmişti. Onlarla bütün bağını koparmış, "bir daha ne karın ne sen ne de çocukların kapıma gelmeyin, " demişti. Feyyaz'ı soy adını değiştirmek için zorlamıştı. Feyyaz aklına gelen bu fikirle,"Oğlum ölmüştür ama kızım Dicle vardır. Onu vereyim, " dedi. Mahmut bir süre düşündü. Dicle az önce içeriye giren kız olmalıydı. Güzel kızdı ama çocuktu daha. Mahmut'un da o yaşlarda bir kızı vardı. Kızının kanını ellerinde taşıyordu. Yıllardır ne kadar yıkarsa yıkasın o kan ellerinden hiç çıkmıyordu sanki. Göğsünde bir ağırlık vardı. Vicdan azabı gibi. Ama yok. Onun içindeki duygu merhamet ya da acıma değildi. Bu yolu kendi isteğiyle seçmişti. Kızını kendi isteğiyle öldürmüştü. Yine de, "Getir görelim, " dedi. Feyyaz,"Emrin olur başkan, " diyerek içeriye girdi. Canan hanım öldüğünü sandığı oğluna ağlarken bir yandan da kızlarını arkasına almış evin bir köşesinde öylece duruyordu. Elinden hiçbir şey gelmemesinin verdiği çaresizlikle burkulan yüreği lime lime parçalanıyordu. Evin ikinci katında olmasına rağmen konuşulanları duymuş 16 yıldır aynı yastığa istemeye istemeye baş koyduğu kocasının şerefsizliği karşısında omuzları çökmüştü. Dicle'de duymuştu babasının sözlerini. İçi korkuyla ürperirken babasının merdivenleri çıkan ayak seslerini duyuyordu. Her adım sesinde içindeki korku daha da büyürken gözlerinden süzülen yaşlarla annesine sokuldu. "Anne," dedi güçsüz sesiyle. Sona yaklaştığını hissediyordu. Annesinden yardım istercesine çıkmıştı sesi ama biliyordu ki annesinin gücü babasına yetmezdi. Hiç yetmemişti. Yutkundu. Derin bir nefes çekti içine. Bu aldığı son nefes olabilirdi. Haydar'ı düşündü. Şimdi onu bir daha hiç göremeyecek miydi? Oysa ne hayaller kurmuşlardı beraber. Yüreğinde hissettiği soğukluğun haberdar ettiği son o hayallere ne kadar uzak ve yakışıksızdı. Beyaz bir gelinlik hayal etmişti Dicle. Üstü dantelli, etekleri tülden bir gelinlik ve uçuş uçuş. Yanında Haydar. Elleri birbirine kenetli. Hiç mutlu olmadığı ve hayal edemediği kadar büyük ve sonsuz bir mutluluk dilemişti. Derin bir umutsuzluk ve her bir zerresinde hissettiği korkuyla ona doğru gelen babasına baktı. Hiç daha önce böyle uzun bakmamıştı ona. Korkardı çünkü. Cesaret edemezdi. Ama bu sefer kaçırmadı gözlerini. Babasının görüntüsünü bulanıklaştıran yaşlarla yalvarırcasına baktı. "Baba," dedi. Titreyen sesi bir fısıltıyı andırıyordu. En son babasına ne zaman baba dediğini hatırlamaya çalıştı o an. Bir önemi var mı bilemedi ama sanki hiç dememişti. Feyyaz, Dicle'nin kolunu tutup sertçe çekerken, "kalk," dedi. Dicle başını sağa sola sallayarak ,"Baba yapma, " dedi. Canan hanım kocasının koluna yapışıp ayağa kalktı bir hışımla. "Bırak, " dedi ağladığı için çatlayan sesiyle. "Bir evlâdımı aldın birini daha vermem!" Feyyaz, Canan hanıma bir tokat atıp yere düşmesine neden olurken, "sana soracağım ne yapacağımı?! Oğlun gibi seninde leşini sererim buraya! Haddini bil kadın," dediğinde Dicle annesinin yanına gitmek için çabaladı. Ama babası kolunu öyle bir tutmuştu ki kurtulmak mümkün değildi. Feyyaz kızı sürüye sürüye merdivenlere doğru götürürken Dicle, "Anne," diyerek ağlıyordu. Son bir umut belki. Babasına gücünün yetmeyeceğini bilse de son bir umut... Bahar olanları küçük aklında anlamlandıramazken yanındaki kahverengi dolabın yanında tepine tepine "anne" diye ağlıyordu. Canan hanım dudağının kenarından akan kanla düştüğü yerden kalkıp kızının peşinden koştu. Tuttu kolundan. Kendine doğru çekti. "Bırak kızımı! Bırak!" Feyyaz öfkeyle Canan hanıma bir yumruk savurdu. Canan hanım aldığı darbeyle sersemleyip merdivenlere düşerken kızı elleri arasından kayıp gitmişti. Feyyaz Dicle'yi evden çıkarıp Mahmut'un ayaklarının dibine attı. Dicle hıçkıra hıçkıra ağlarken Feyyaz,"kızım budur başkan. Nasıl? Güzel değil, " dedi. İçinde gram vicdan taşımayan bu adam o an Mahmut gibi bir şerefsizi bile tiksindirmişti. Dicle kapaklandığı toprak zemine tırnaklarını geçirirken başını yukarıya kaldırdı. Mahmut'la göz göze geldiğinde korkusu iyice artmıştı. Bir yandan Fırat'a, bir yandan annesine , bir yandan da Haydar'a ve hayallerine yanarken içi yerde sürüne sürüne babasının ayaklarına kapanıp bacaklarına sarıldı. "Baba...babam yapma...verme beni onlara nolur?" Feyyaz sert bir tekme savururken Dicle'ye,"zırlama kız! Mahmut başkandan iyisini mi bulacaksın, " derken kızı umrunda bile değildi. Tek derdi Mahmut'a yaranmaktı. Babasının savurduğu tekmeyle burnu kanayan Dicle umudunu tamamiyle yitirmişti. O sırada kömürlükteki küçük delikten olanları izleyen Fırat ablasına olanları görünce dışarıya çıkmak istedi. Belli ki babası onu öldürdüğünü sandığı için o adamlara ablasını vermeye kalkmıştı. Buna göz yumamazdı. Yanındaki odunlara tutunup ayağa kalkmaya çalıştı. Vücudu aldığı darbelerden dolayı acı içinde ve güçsüzdü. Tekrar denedi. Olmadı. Bacakları tutmuyordu sanki. Ağlamaya başladı. Gözlerini deliğe çevirdi tekrar. Belki bağırsa, bir ses verse babası ablasını bırakır ve onu verirdi o adamlara. Dudaklarını araladı. "Ba - ba," dedi güçsüz sesiyle. Varla yok arası bir seslenişti bu ve kendisi bile zor duymuştu. Yutkundu. Boğazı acıyordu. Babası az önce onu döverken bir ara boğazını sıkmıştı. Bu acı belki de o anı hatırlatmak için kendini belli ediyordu. Yine küçük bedeninde kalan son gücünü toplayıp, "baba," dedi. Sesi daha güçlüydü ama babasının duyabileceği kadar yüksek değildi. Mahmut , Feyyaz'a baktı. Arkasındaki heriflerin kıza aç köpekler gibi baktığını gören Feyyaz'ın o memnun sırıtışını izledi. Kapının ağzına kadar zar zor gelen yüzü gözü kan içindeki kadına baktı. Kadının eteğine yapışmış ağlayan 4 - 5 yaşındaki kız çocuğunda gezdirdi gözlerini. Sonra Feyyaz'a döndü yeniden. "Kızın sende kalsın Feyyaz. Örgütün yakasından da düş. Bunca yıl sana sabır ettik ama Bahoz başkanın tepesi atarsa leşin kurda kuşa yem olur." Feyyaz , Mahmut'un bu sözlerine sinirlenmişti. Bu sefer onu aralarına alacaklarından emindi. Adamların Dicle'yi beğendikleri de ortadaydı. Bu Mahnut'un derdi neydi ki Dicle gibi güzel bir kızı istemiyordu? Belki de Mahmut örgütteki yerini ona kaptırmaktan korkuyordu. Tabii ya! O Mahmut'tan daha güçlüydü. Daha zekiydi! Bahoz başkan Feyyaz'a bir şans verse nasıl bir dava adamı olduğunu görecekti. Ve belki de onu sağ kolu yapacaktı. Mahmut bunu sezmiş olmalıydı. Bu yüzden de yoluna taş koymaya çalışıyordu. Oysa ki Bahoz başkanın körpecik genç kızlara karşı zaafı olduğunu herkes bilirdi. Mahmut kızını alıp Bahoz başkana götürse şüphesiz gözünde değeri artardı. Feyyaz'ın düşündüğü bu şeyi Mahmut nasıl düşünememişti? Belli ki Feyyaz, Mahmut'tan daha akıllıydı. Mahmut adamlara toplanmalarını söyledi. Dicle'nin umutları yeniden yeşerirken Canan hanım da rahatlar gibi olmuştu. Fırat'ın yüzünde bir tebessüm belirdi. Gergin bedeni gevşerken başını kömürlüğün tahta duvarına yasladı. Feyyaz , Mahmut'un ona dönen sırtına bakarken,"Korktun Mahmut başkan, " dedi alaycı bir sesle. Mahmut çatılan kaşlarıyla arkasındaki deliye döndü. "Neyden korkmuşum deli Feyzo," dedi. Uzun boyuna nazaran bir dal kadar ince ve hastalıklı görünen bu adamı pek ciddiye alamıyordu. Feyyaz adamın ona "deli" demesine sinirlense de güldü . "Bahoz başkanın senin yerine beni sağ kolu yapmasından korktun. O yüzden beni örgüte almak istemiyorsun değil?" Mahmut, Feyyaz'ın bu söylediklerine gülmekten kendini alamadı. "Feyzo sen harbiden deliymişsin ha. Bahoz başkan seni kapısına it diye bile bağlamaz. " Feyyaz iyice sinirlenirken, "seni bağlamıştır ama," dedi. " Beni niye bağlamasın? Ben senden daha yürekliyim." Mahnut'un bu sözlere canı sıkılmıştı. Bu deli kendini ne sanıyordu da onunla böyle konuşabiliyordu? Feyyaz, Mahmut'u sinirlendirdiğini görünce mutlu oldu. "Yürekli," dedi Mahmut sorar gibi. "Seninki yürek değil ; deli cesareti Feyzo. Dangul dungul konuşmayasın ha. Sıkarım kafana." "Ben deli değilim! Yürekliyim! İtte sensin, deli de! Duydun Maho!! " Mahmut yumruklarını sıktı. Şimdi belindeki silâhı çıkarıp sıkardı bu delinin kafasına ama sınıra çok yakınlardı. Türk askerleri her an başlarına üşüşebilirdi. Sessiz sedasız gitme taraftarıydı. Ama elbet bu hesap burada kalmazdı. Feyyaz'a sert bir bakış atıp adamlarına döndü tekrar. "Toplanın gidiyoruz. " "Korktun işte Maho! Bana kafa tutmaya yüreğin yetmedi değil?" Mahmut sinirle geri döndü. Feyyaz'ın yakasına yapıştı. Feyyaz , Mahmut'u sinirlendirmekten haz alırcasına güldü. Kâleye alındığını hissediyordu. " Benim yüreğim nelere yetti Feyzo! Senin gibi yarım aklımla girmedim ben o örgüte! Kendi kızımı öldürdüm! Tek bir saniye tereddüt etmeden! Karımı vurdum sonra! Elim bile titremeden! Sadece bir örgüte katılmak için! Sen öyle eline eski püskü bir tüfek alıp yarım aklınla örgütün kapısına dayanıp alınacağını sanıyorsun?! Sen beş para etmez herifin tekizin Feyzo!" Mahmut sertçe tuttuğu yakasından itti Feyyaz'ı. Feyyaz sendeleyip yere düşer gibi olsa da doğrulup yeniden, adamlarına dönüp gitmeye meyil eden Mahmut'a baktı. " Beni örgüte almama sebebiniz buysa bende sıkarım kızımın kafasına. " Canan hanımın yüreğine yine bir kor düştü. Fırat korkuyla titrerken Dicle yeniden gözyaşlarına boğuldu. Gözlerini evin kapısında zar zor ayakta duran annesine çevirdi. "Anne," dedi. Sesi de zayıf bedeni gibi cılızdı. Canan hanım ,"Kızım, " derken bir yandan da eteğine sarılan Bahar'ı bir koluyla sımsıkı sarıyordu. Mahmut , Feyyaz'a döndü. Deliydi işte. Kolay sanıyordu. Az önce oğlunu öldürdüğünü söylemişti ama Mahmut inanmıyordu. O tam aklıyla, her ne kadar az önce tereddüt etmediğini söylemiş olsa da, acı çekip evlat katili olmaktan korkmuşken bu deli asla kızını vuramazdı. "O işler öyle ağızdan çıktığı gibi kolay olmaz Feyzo. Senin gibi bir deli için bile." "Öyle sanırsın Mahmut başkan? Yanılıyorsun. Ben az önce oğlumu öldürmüşüm. Kızımın kafasına da sıkarım. İstersen bana bir silah ver görelim. " Mahmut alayla güldü. Yapamazdı. Bundan o kadar emindi ki belindeki silâhı, askerlerin gelmesinden korkmayacak kadar rahat bir tavırla çıkarıp Feyyaz'a uzattı. "Hadi bakalım deli Feyzo. Göster şu olmayan yüreğini. " Canan hanım Bahar'ı içeriye itip son bir umut kocasına doğru birbirine dolaşan adımlarıyla koştu. Koluna sarıldı yine. "Yapma Feyyaz! Çok küçük o daha! Senin kızın o! Allah'ın belası bir örgüte katılacağım diye yakma kızımı! Senin hiç insafın yok mu be adam?!" Feyyaz , Mahmut 'tan aldığı silahın kabzasıyla Canan hanımın yüzüne vurdu. "Çekil be kadın! " Canan hanım kırılan dişinde akıp ağzına dolan kanla yere düştü. Feyyaz silahın emniyet kilidini açıp Dicle'ye doğrultu. Dicle korkuyla ellerini kulaklarına kapatıp çığlık çığlığa ağlarken Canan hanım yerde sürünerek kızına doğru ilerlemeye çalışıyordu. Bahar kapının önünde annesiyle ablası ağladıkça çığlık atarken Fırat yeniden ayağa kalkmak için debelenip duruyordu. Buradan hemen çıkmalıydı. Eğer çıkamazsa ablası onun yüzünden ölecekti. Canan hanım Dicle'ye ulaşıp üzerine kapandı. "Beni öldür! Kızıma dokunma!" Feyyaz öfkeyle Canan hanımın karnına bir tekme indirdi. " Çekil şuradan!" Fırat zar zor kalkabildiği yerden bir adım atarken yere düştü. Üzerine kapaklandığı odunlar dizlerindeki yaraları acıtırken, "abla," dedi hıçkırıklarının arasında. "Anne," dedi sonra. Ardından da ,"baba" kelimeri döküldü dudaklarından. Güçsüz ve yorgun sesi kömürlüğün karanlığında kimseye ulaşmadan yok olup gitmişti . Canan hanım yediği tekmeyi umursamayıp son gücüyle yine sardı kızını. "Yapma..nolur?" Dicle ise sımsıkı sarıldı annesine. Kurtuluşu olmadığını biliyordu artık. Son kez annesinin kokusunu duymak istedi sadece. Sonra bir el silah sesi duyuldu. Canan hanım koluna saplanan kurşunla acıyla feryat ederken Feyyaz'ın ikinci bir tekmesiyle bir köşeye savuruldu. Dicle, "Anne," diyerek çığlık atarken Bahar çatlayacakmış gibi ağlıyordu. Fırat ise öylece gözünden süzülen yaşlarla olanları izlerken donup kalmış gibiydi. Sonra ikinci bir silah sesi duyuldu. Ve sonra Dicle'nin cansız bedeni yerde öylece kaldı. Canan hanımın feryadı inletti bütün köyü. Bahar küçücük yaşında aklını kaçırmışcasına ağlayıp çığlıklar atarken Fırat ablasının onun yüzünden öldüğünü biliyordu. Her zaman yaralarını saran , annesinden fazla ona annelik yapan ablası onun korkaklığı yüzünden ölmüştü. O an Dicle'nin cansız bedeni koca bir yük gibi bindi Fırat'ın omuzlarına. Bir ömür sırtında taşıyacaktı o cesedi. O gün Fırat'ın ölmesi gerekiyordu. Dicle'nin değil. O gün Canan hanımın ağzından Fırat'ın adı dökülüp titremeliydi arş-ı alâyı. Mahmut ayaklarının dibine serilen cansız bedenle şaşırmıştı. Kızını öldürdüğü gün gelirken gözünün önüne adamları, " Mahmut başkan hemen gidelim. Şimdi askerler başar burayı, " diyerek Feyyaz'ın elindeki silahı alıp Mahmut'u kamyona doğru sürüklediler. Feyyaz sinirle,"Beni de alın, " diye bağırarak kamyona doğru koşarken adamlardan biri onu sertçe yere itip birkaç kez tekmeledi. " Seni buradan askerler alır bu saatten sonra. Hapisten burnunu çıkaramazsın." Adam Feyyaz'ı yerde öylece yerde bırakıp kamyona bindi. Beyaz kamyon geldiği gibi köyü terk ederken Canan hanım kızının cansız bedenini kollarının arasına aldı. Feryat ede ede ağlarken köylüler evlerinin pencerelerinden olanları öylece izledi. Feyyaz bir süre sonra düştüğü yerden kalkıp Canan hanıma doğru ilerledi. "Ağlamayı kes! Şimdi askerler basar burayı! Kızının ölüsünü ortadan kaldırmamız gerek." Canan hanım nefretle baktı kocasının yüzüne. "Gelsinler! Gelsinler...gelip görsünler çocuklarıma ne ettiğini! " "Eğer birine bir şey dersen Bahar'ı da gebertirim. Sonra seni de öldürürüm. Duydun?! Şimdi kalkacaksın buradan bana yardım edeceksin! Kızı elma ağacının altına gömeceğiz. Sonra kümesten bir horoz alıp burada keseceğiz. Askere de kanın horozdan aktığını diyeceğiz! Anladın mı beni kadın?!" Canan hanım kolundaki dehşet verici acıyla çığlık atıp ağlarken, "sen nasıl bir canisin," dedi. "Oğlumu, kızımı öldürdün...sen nasıl bir vicdansızsın?" "Bahar'ı da öldürmemi istemiyorsan kalk şuradan bana yardım et!" Başka çaresi yoktu. Canan hanım kocasının Bahar'ı da öldürebileceğinden emindi. Başını salladı çaresizce . "Bu ettiğin yanına kalmaz. Beni susturursun ama görenlerden biri elbet söyler bu yaptığını askere. Hapislerde çürürsün inşallah. Beni , evlatlarımı yaktığın gibi cayır cayır yanarsın inşallah. " Annemin sözleri kafamın içinde yankılanıyordu. O güne dair ne varsa iliklerime kadar hissettiğim her şeyi yeniden yaşıyor gibiydim. Öyle sikik öyle boktan bir haldeydim ki masanın altındaki ellerim titriyordu. Koskoca, 31 yaşında adamdım ama hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Ama bugün de o gün olduğu gibi kitlenip kalmıştım elma ağacının dibine. "Annemle babam olacak o dingilin ablamı elma ağacının dibine gömmelerini izledim. Sonra askerler gelmeden beni de kömürlükten alıp oraya gömeceklerdi. Ama kömürlüğün kapısını açtıklarında yaşadığımı gördüler. " Oysa ki sadece nefes alıyordum. Annemin yaşadığımı görünce sevinmediğini hatırlıyorum. Öylece ruhsuz ruhsuz bakmıştı yüzüme. Beni kucağına alıp artık ablamın olmadığı eve götürürken de yaralarımı sararken de hiç sevmedi. Belki o da ablamın ölümünden beni suçluyordu. Eğer öyleyse haksız diyemezdim. Ama yalan yok çok bekledim bir kere sarılsın diye. En azından saçlarımı okşayabilirdi. Bu sefer bir öncekiler gibi kızıp başımı geri çekmezdim. Sanırım o günden sonra annemle bir daha hiç sarılmadık. "Beni orada öylece bırakıp ablamı içine attıkları çukuru kapattılar. Belli olmasın diye üzerine ahırdan saman alıp döktüler. Horozu kestiler ablamın birkaç dakika önce öldüğü yerde. Sonra o sikik herif eline tüfeğini alıp göt kadar köydeki evlerin hepsini gezip ölümle tehdit etti. O günden sonra köydeki herkes korktu ondan. Ablamı öldürdüğünü gören kimse sesini çıkarmadı. Annemde dahil. Askerler geldi. Silâh seslerini sordu. Yerdeki kanı gördüler. Horozun kanı ablamın kanına karışmıştı. Askerlere bir yalan uydurdular. Ne söylediler bilmiyorum. O sırada üst kattaydım. Camdan olanları izliyordum ama sesleri kulağıma dolsa da zihnime ulaşmıyordu. Kafam yerinde değildi. " Ablamın ölümünden kendimi suçluyordum çünkü. İt gibi korkup bayılmış gibi yapmasaydım ablam ölmeyecekti. Bugün de aynıydı her şey. Suçlu bendim. Biraz da annem. Susmamalıydı. Biraz olsun sevmeliydi belki beni. Görmezden gelmişti. Tek derdi Bahar olmuştu o günden sonra. Onu öpüp koklamış ama gördüğüm kabuslardan ağlayarak uyandığım hiçbir gece yanıma gelmemişti. Kapının önünde ayak seslerini duymuştum birkaç kez ama hiç açılmamıştı o kapı. Yokmuşum gibi davranmıştı. Bende her geçen gün azar azar yok olmuştum. O elma ağacına bir daha hiç gözlerimi değdirmemiştim. Annem beni, ben elma ağacını yok saymıştım. O itte köyün eşkiyası olmuştu. Her gün evden sabahın göründe gider gecenin bir yarısı dönerdi. Yüzünü çok fazla görmemek iyiydi. Bir köşeye çekilip sadece kitap okurdum. Annem çoğu zaman beni sofraya çağırmayı bile unuturdu. Bazen sadece Bahar'a yemek yapardı. Bende kendime bir şeyler hazırlar kaldığım odada yerdim. Geceleri ablamın hayaletiyle savaşırken gündüzleri evin içinde ben kimsenin görmediği bir hayalet olurdum. Zamanla alıştım. Başka ne bok yiyecektim ki zaten. Öyle bir alıştım ki hem de kimseden sevgi, ilgi beklememeyi öğrendim. Kabuslardan ağlamadan uyanmayı öğrendim. Yemek yapmayı öğrendim. Üç dört saatlik uykuyla yaşamayı öğrendim. İstediğim an yok olup kimseye varlığımı hissetirmemeyi öğrendim. O yaşta kolaydı. Duygularım alınmış gibi yaşıyordum. Ama bugün olsa yapamazdım. Hazan sevmeyip görmezden gelse mesela beni, bakmasa yüzüme, yok saysa yaşayamazdım. Hayatında başka birini benim önüme koysa, birini benden fazla sevse kafayı yerdim. Onu hiç kimseyle paylaşmazdım. Her gün bir şekilde nefes almayı yaşamanın önüne koyup yolumuzu bulduk. O zamanlar tek dostum Haydar'dı. Onun yaşadığı acı benimkinden daha büyüktü sanki. Ablamdan sonra okulu falan siktir edip babasının işleriyle ilgilendi. Benim dışımda kimseyle iki kelam ettiği yoktu. Askere gittikten sonra da bir daha hiç dönmedi Urfa'ya. O zamanlar ne hissettiğini anlamıyordum. Annesinin bulduğu kızları reddedip duruyordu. Unutmak ona daha iyi gelecekti ama o içindeki hatıralara tutunuyordu. Ama bugün anlıyordum onu. Hazan'ın olmadığı bir hayat ihtimali her aklıma düştüğünde benim kıyametim o gün kopuyordu sanki. Onun yerine hiçbir şeyi koyamazdım. Ben Haydar'ı öyle iyi anlıyordum ki dünkü öfkesini bile haklı bulabilirdim. Ama ablamdan sonra onca yıl birbirimize dayanmışken bana karşı aldığı bu tavır ağrıma gidiyordu. İçindeki öfkenin geçmediğini geçmeyeceğini biliyordum. Hak da veriyordum. O da biraz beni anlamayı denemeliydi. Ulan biliyordu işte nasıl sikik bir hayatım olduğunu. Kendim için tek bir gün bile nefes almadığımı biliyordu. Tüm bunları bile bile bunca yıllık dostluğumuzun amınakoyarsa bir daha geri dönüşü olmazdı. "Peki Feyyaz Cemşit nasıl hapse girdi?" Gözlerimi elma ağacının dibinden çekip masaya sabitledim. Titreyen ellerimi sıkıp açarken bileğimdeki saate baktım. 15. 26 Bu sorgu denilen şey başlayalı az bir zaman geçmişti. Ama ben birkaç gündür buradaydım sanki. Öyle bir yorgunluk ve Hazan'a karşı öyle derin bir özlem sarmıştı içimi. Yüreğim sıkışıyordu. Hiç değilse sesini duymak istiyordum. Sırtımda hissettiğim ağrı git gide artarken oturduğum sandalyede arkama yaslandım. " Ben ihbar ettim." O günün üzerinden 4 yıl geçmişti. Ablamın mezarının elma ağacının dibinde olduğunu bilmek, onu öldüren itin dışarıda rahat rahat gezebilmesini, köylünün sırf korktukları için o şerefsize saygı göstermelerini kaldıramıyordum. Annem zorunda olmadıkça evden dışarı bile çıkmıyordu. Hiç pencereden dışarıya baktığını bile görmemiştim. O sene liseye başlayacaktım ve bir şeyler artık değişmek zorundaydı. "Nasıl ihbar ettin?" "Bir gün okul çıkışı Ömer ağanın konağına gittim. Ömer ağa saygın bir adamdı. Tek başıma karakola gitsem "deli Feyyaz'ın oğlu "olduğum için kimsenin sikinde olmayacağımı biliyordum. Ona anlattım 4 yıl önce olanları. Sonra birlikte karakola gittik. Jandarmalara anlattım. Aynı gün polis, jandarma, asker, adli tıp herkes evin önüne doluştu. Elma ağacının altını kazıp ablamı çıkardılar. Köylüler de nasıl oldu bilmem şahitlik etti. O şerefsizin defteri de o gün dürüldü." Ömer ağa bizi yanına almıştı sonra. Konakta büyük bir oda ayırmıştı bana. Benim için pek bir şey ifade etmiyordu bu. Sadece annemle oynadığımız köşe kapmaca daha kolay bir hâl almıştı koca konakta. Ömer ağanın "aslan " torunu olmuştum. Ablamın bir mezarı olmuştu. Bir cenaze töreni. Bir tabutu ve bir kefeni. "Peki Türkoğlu aşiretiyle aranızdaki husumetin sebebi ne? Beş yıl önce aranızda bir berdel mevzusu dönmüş. Sonra bir şey olmuş ve berdel bozulmuş. Türkoğlu aşiretinin sizden kaçırdığı kızı da geri almışsınız. Ne oldu da böyle oldu? " Kameraya baktım. Bir şeyler biliyorlardı. Beni, Hazan'ı, Korkmaz ve Türkoğlu aşiretini araştırmışlardı belli ki. Dertlerinin ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum. Niye bu olanlarla bu kadar ilgiliydiler ki? " Neden soruyorsunuz? Sikik bir berdel mevzusu sizi neden ilgilendiriyor?" "Yüzbaşı sorguda olan sensin. Soruları soran da biziz. Cevap ver! Türkoğlu aşiretiyle derdiniz ne?! Derin ve sert bir nefesi alıp verdim. Onca şeyi anlatmışken bunuda anlatabilirdim ki başka bir seçeneğim de yok gibi duruyordu. "Ne zaman bitecek bu?" Hazan'la konuşmak, nasıl olduğunu, ne yaptığını bilmek istiyordum. Biraz daha burada böyle kalırsam kafayı yiyecektim. "Sona yaklaştık. Zorlama ve hemen bitsin. " Dirseklerimi masaya dayayıp başımı ellerimin arasına aldım. Saçlarımı karıştırdım. "Cihan iti orada mı?" "Burdayım yüzbaşı. " Kameraya diktim gözlerimi. "Burada konuşulanların Hazan'ın kulağına gitmeyeceğinden emin olabilir miyim?" "Elbette olabilirsin. Hazan'ın VASÖ'yle bir bağlantısı yok. Burada konuşulanları bilmesi olanaksız ve doğru olmaz yüzbaşı. " "Buradan çıkıp yüz yüze geldiğimiz an ağzını burnunu dağıtacağım senin. Biliyorsun dimi?" "Biliyorum. Sorun yok. " "Tamam, yeter! Soruma cevap ver yüzbaşı!" Önüme döndüm. "O gün beni almak için kapıya gelen örgütün ele başı Mahmut denilen ibne Türkoğlu aşiretinin ağası Yusuf Türkoğlu'nun oğluymuş. " "Yani karının dedesi olan Mahsun ağanın kardeşi? Öyle mi?" "Öyle. Ama Hazan'ın bu olanlarla bir ilgisi yok. Onun hiçbir şey bildiği de yok zaten." "Biliyoruz. Peki onca yıl sonra bu olay nasıl patladı?" "Ablamın davasında adı geçenlerden biriydi o it. O zamanlar yakalanamamıştı. Sonra dava düştü. Zaman aşımı, delil yetersizliği sikik sikik bir sürü bahane ürettiler. 5 yıl önce Mahmut itiyle ilgili bir olay daha meydana geldi. Antep'te görünmüş. Birini öldürmüş yine. Yeni bir dava açıldı. O sırada ablamın davası da yeniden gündeme geldi. Mahsun ağanın kardeşini sakladığı dedikoduları çalındı birkaç kez kulağıma. Ablamın davasının ilk açıldığı zamanlarda da varmış böyle söylentiler. Mahsun Türkoğlu o zamanlar yarbaydı. Birçok soruşturma geçirdi. Mahmut itiyle anneleri ayrıymış. Görüşmüyorlarmış. Yeterli delil bulunamadı yine. Mahsun Türkoğlu üstleri tarafından da korunuyordu. Bir süre daha meslekte kaldı. Üzerine açılan soruşturmalar kapandı ya da kapatıldı. Ama on yıl önce yine bir şeyler yaşanmış. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama her ne olduysa oğlu Mehmet Türkoğlu'nun öldüğü tarihe denk geliyor hemen hemen. Sonrasında da Mahsun Türkoğlu meslekten ihraç ediliyor. Yine delil yetersizliği cart curt diyip içeri almıyorlar. Herkes emekli albay diye biliyor ama meslekten atıldığı sır gibi saklanıyor. " " Sence Mahsun Türkoğlu gerçekten terörist kardeşini sakladı mı? " "Bilmiyorum. Benim ablamı babam olacak o şerefsiz öldürdü. O itin cezasını çekmesi benim için yeterli. Mahsun ağayı sevmem. Adam yerine koymam. Ne yaptığı umrumda değil. Sadece öyle bir şerefsizle aynı kanı taşıdığı için bile benim gözümde it kadar değeri bile olamaz. " "Olaylara böyle bakmamalısın yüzbaşı. Sonuçta karının kardeşi de bir terörist ve sen karından "Öyle bir şerefsizle aynı kanı taşıdığı için " nefret etmiyorsun. " Öfkeden sinirlerim çekilirken oturduğum yerden ayağa kalktım. Altımdaki sandalye devrilirken gözlerimi kameraya sabitledim. "Hazan'ı öyle bir yere koyamazsınız!!! Onun hakkında o amcık ağzınızı açıp öyle sikik sikik konuşamazsınız!! Bedelini ödetirim!! Duydunuz mu lan beni?!!!" "Sakin ol yüzbaşı. Sadece küçük bir imaydı. Ayrıca ağzını topla. " "O imayı alır senin bir yerine sokarım! Anladın?! Bir daha Hazan hakkında tek bir kelime dahi etmeyeceksin!! " "Peki. Tamam. Nasıl istersen. Yerine otur şimdi. " Bir süre daha kameraya öfkeden içi cayır cayır yanan gözlerimle baksam da yere düşen sandalyeyi kaldırıp oturdum. Sol bacağım yine bilinçsizce titrerken şakaklarıma bir ağrı saplandı. Sinirle çatılan kaşlarım ağrının etkisiyle daha derinden çatılırken yutkundum. Geçerdi herhalde birazdan. " Fatih Aydın kim?" Herhangi bir tepki vermeden sakin ve düz bir sesle,"ablamın davasına bakan savcı, " dedim. Birçok şeyden haberdar olduklarını, beni iyice araştırdıklarını anlamıştım ama neyi ne kadar bildiklerini bilmiyordum. Eğer bu Fatih Aydın denilen dingille ilgili pek fazla bir şey bilmiyorlarsa fazlasını anlatmak istemiyordum. O itle kapatılması gereken bir hesabım vardı ve kimse buna karışmamalıydı. " Terörle bağlantısı olan bir savcı olduğunu biliyoruz yüzbaşı. Yakalanamadığını da öyle. Ve senin onun peşinde olduğunu da biliyoruz. Adamın Hazan'ın peşinde olduğundan haberimiz var. Olayın seninle ilgili olan kısmını da biliyoruz. O yüzden bu konuyu fazla üstlemeyeceğim ama şunu bil o adamın Hazan'la olan derdi sadece Feyyaz Cemşit'le ilgili değil. Seninde bilmediğin şeyler var. " Ne diyordu lan bu it? Hazan'la ilgili benim bilmediğim ne olabilirdi ki? Karımdı lan o benim? "Ne diyorsun lan sen? Neyi bilmiyor muşum ben?" " 3 yıl önce Hazan'ı almak için İstanbul'a gelmiştin yüzbaşı. O gece Hazan'ın yaşadığı apartmanın önünde bir adam gördün. Fatih Aydın. O adamın Hazan'ın annesinin eski kocası olduğunu biliyor muydun?" "Bilmiyordum. " "Hazan o gece evde değildi. Annesinin o adamla görüştüğünden haberi bile yok. Dahası kardeşi Ali, Mehmet beyden değil o Fatih Aydın denilen adamdan. Hazan bunu da bilmiyor. Fatih Aydın bu hikayedeki kilit nokta yüzbaşı. Seni örgüte almak istememizin sebebi de bu adam. Bu adamı bulmamız lazım. Çünkü ablanın ölümü, Mahmut'un onca zaman yakalanamadıktan sonra öldürülmesi, Hazan'ın annesi, Feyyaz Cemşit'le Fatih Aydın arasındaki bağlantı ve seninle benim için en önemli olan şey yüzbaşı: Hazan'ın babası Mehmet bey davasına baktığı adamın düşmanları tarafından öldürülmedi. Onun ölümünün de arkasında bu Fatih Aydın denilen şerefsiz var. Ve Feyyaz Cemşit iki gün önce TKÖ tarafından hapishaneden kaçırıldı. Devlet şimdilik bu bilgiyi gizli tutuyor. Bize yardım etmelisin yüzbaşı. Hazan için. " Nasıl bir şeydi lan bu? Bu nasıl bir kader, nasıl bir cendereydi? O itin hapisten kaçırıldığından nasıl haberim olmazdı? Ömer ağa kesin biliyordu ama. Bana nasıl söylemez?! Hazan. Benim yavrum babasına çok düşkündü. Annesinden her ne kadar onlarca darbe yemiş olsa da onu hâlâ seviyordu. Annesinin eski kocasının, babasının ölümünde parmağı olduğunu öğrenirse bunu kaldıramazdı. Hele de annesinin o herifle babasının ölümünden sonra görüştüğünü, babasını o herifle aldatıp kardeşi olacak o pice hamile kaldığını duyarsa onu nasıl toparlardım, bilmiyordum. Hazan dağılırsa bende dağılırdım. Zaten şu an da pek iyi değildi. Dedesinin nasıl bir şerefsiz olduğunu bile bilmiyordu. Az önce Mahsun ağanın kardeşi olacak o Mahmut itine yardım edip etmediğini bilmediğimi söylemiştim ama biliyordum. Etmişti. Hazan olmasa derisini yüzerdim onun ama karım için duruyordum. Dedemi ve aşireti de durduruyordum. Ama dedem Hazan'ı öğrendiğinde yer yerinden oynayacaktı. Tek korkum Hazan'ı üzmeden bu işin içinden nasıl çıkacağımdı. Hazan'ı öğrenmemesi gereken şeylerden nasıl uzak tutacaktım? Dedem Hazan'a karşı büyük tepkiler verecekti. Hazan bu tepkiler karşısında yanımda durmak yerine "ailen beni istemiyor" diye yine benden ayrılmaya kalkarsa bu sefer harbi kafayı yerdim. Of ulan of! Nasıl bir şeydi bu anasını satayım?! "Yardım edecek misin?" Kameraya baktım. "Edeceğim lan tabi. O bahsettiğin adam karımın babası benim. Bu mesele benim meselem. " "Tamam. Sorgu bitti. Şimdi yanına geleceğiz. Resmi bir VASÖ ajanı olman için gereken evrakları imzalayacaksın." "Sonra gidebilir miyim artık?" "Hayır yüzbaşı. Bu gece buradasın. " "Neden?" " Biz öyle istiyoruz çünkü. " Sert bir nefesi alıp verdim. O sırada karşımdaki ekran kapandı. Tepemdeki siktiğimin lambası yeniden yanarken kapı açıldı. İçeriye beş kişi girdi. İçlerinde sadece Cihan itini tanıyordum. Öfkeyle baktım yüzüne. Yanıma gelip durdu. Kendimi ağzını yüzünü dağıtmamak için zor tuttum. Burası yeri değildi. Adamlardan biri elindeki mavi dosyayı bir kalemle birlikte önüme koydu. Dosyayı açıp imzalamam gereken yeri gösterdi. Kâğıtta yazan şeylerde kısaca göz gezdirdim. Bir çeşit gizlilik politakası gibi bir şeydi. Gözüme ters bir şey çarpmamıştı. İmzaladım. Dosyayı aldılar ve Cihan iti hariç herkes odadan çıkıp gitti. "Kalk." Ters ters yüzüne baktım. "Ne düşündüğünü biliyorum ama burada deneme. Seni çok seveceğin bir yere götüreceğim. Gel." Oturduğum yerden kalkıp sandalyenin arkasına astığım ceketi aldım. Gözlerimi gözlerine dikip," hesaplaşacağız," dedim. " Bugün. " Gülüp başını salladı. Arkasını dönüp odadan çıkarken peşinden ilerledim. Beyazlığı göz kamaştıran uzun ve büyük bir koridorda ilerledik. Etrafta kimse yoktu. Bir asansörün önüne geldik. Cihan iti cebinden çıkardığı kartı asansörün yanında bulunan duvardaki bir sisteme okuttu. Asansörün kapısı açılırken içine bindik. - 4'de bastı. Asansör hareket ederken Cihan ibnesi telefonumu uzattı. "Hazan aradı iki kez. " Telefonu elinden sertçe alıp mesajlara girdim. Sesini duymak istiyordum ama şu an rahat konuşamazdım. Hazan'ın numarasını bulup, "Müsait değilim yavrum. Arayacağım sonra," yazıp yolladım. Telefonu cebime koyduğumda asansörün kapısı açıldı. Duvarları koyu griye boyanmış bir koridora çıktık. Burada bir önceki koridora nazaran uğultulu bir gürültü vardı. Koridor boştu ancak sesler kapıları kapalı olan odalardan geliyordu. "Burası ajanların dövüş eğitimi aldığı yer. Spor salonu da diyebiliriz. " Bir şey söylemedim. Bu herifin alıp verdiği nefes bile sinirime dokunuyordu. Koridorun sonundaki odaya girdik. Karanlık bir odaydı. Ortada bir boks ringi vardı. Cihan iti bana döndü. "Seni ringe davet ediyorum," dedi. Alayla dudaklarım kıvrıldı. Üzerine doğru yürüyüp, "hayatının hatasını yapıyorsun, " dedim. Güldü. "Hata yapmayı severim." "Bunu sevmeyeceksin." Üzerindeki takım elbisenin ceketini çıkarırken,"görelim," dedi. Başımı salladım. Benim için hava hoştu. Odanın içinde bir yere doğru yürürken," Önce bir üstümüzü değiştirelim, " dedi. Eliyle bir odayı gösterip, "Sen oraya geç. Bedenine uygun temiz kıyafetler bulabilirsin, " derken gösterdiği odaya girdim. Bir sürü dolap vardı. Birini açtım. Elime ilk gelen siyah şort ve atleti alıp giydim. Odadan çıktığımda Cihan iti elindeki boks eldivenleriyle ringde duruyordu. Kalın iplerin arasından ringe çıktım. Yerdeki eldivenleri işaret edip ,"Giy ve başlayalım, " dedi. Eldivenleri alıp elime geçirdim. Sol ayağımı öne atıp sağ ayağımı destek almak için geriye koyarken ellerimi göğüs hizasında kaldırıp gardımı aldım. Başımı sallayıp, "gel , " dedim. Güldü yine yavşak yavşak. Gardını alıp, "ilk hamleyi ben yaparsam oyun çabuk biter. Sen gel," dedi. Bir tepki vermeden gözlerimi gözlerine diktim. Sonra aniden yüzüne bir yumruk geçirdim. Başı sola doğru savrulurken dudağı patladı. Çabuk toparladı. Yumruk atmak yerine bacaklarıma doğru alçak tekme savurdu. Tekmesini tekmeyle savuşturduğumda sendeldi. Toparlanmasını bekledim. Yeniden gardını aldığında başına yüksek tekme savurdum. Eğilip bacağımın altından geçtiğinde beklemeden çenesine yumruk attım. Düşecek gibi olurken ringin kenarlarındaki kalın iplere tutundu. Üzerine yürüdüm. Sırtını iplere yaslamıştı. Yüzüne peş peşe iki yumruk savurduğumda kaşı patlamış, burnundan ise kan boşalmıştı. Kendini toparlamaya çalışırken boşluğuma gelen bir anda karnıma dizini geçirdi. Acıyla öne doğru eğilip birkaç adım geriledim. Fırsattan istifade yüzüme bir yumruk attı. Kaşımın yarıldığını hissettim. Kendimi toparlayıp çenesinin altına vurdum. Dengesini kaybedip yere düştü. Üzerine abanıp ard arda yumruklarımı geçirdim. Yüzü gözü kan içinde kalırken elini birkaç kez yere vurdu. Her ne kadar öfkemi tam olarak atamamış olsam da geri çekildim. Doğrulmaya çalışırken öksürdü. " Senden...dayak yemeyeli uzun zaman oldu." Doğru düzgün nefes alamıyorken bile hâlâ gülüyordu. Nasıl bir herifti lan bu? Yerden kalkmasına yardımcı olmam için elini uzattı. Yüzüne öfke ve nefretle baksam da uzattığı elini tutup kaldırdım. Sendeleyip bedenime yaslanırken birkaç kez omzuma vurdu. Ardından aniden geri çekilip yüzüme bir yumruk savurduğunda dudağım patlamıştı. Başım sağa doğru düşse de hızla toparlayıp yumruğumu sertçe karnına geçirdim. Öksürerek öne doğru eğilip birkaç adım gerileyip sendelerken, "offf," diyerek inledi. Bir yandan da gülüyordu. Her ne kadar sinirlerimi bozsa da doğrulmasını bekledim. Doğruldu. Yüzüme doğru bir yumruk savurdu tekrar. Yumruğunun altından geçip dirseğimi sırtına vurdum. Dizlerinin üstüne yere düştü. "Kalk lan!" " Hazan'ı...senden uzak tutuşumun intikamını alıyorsun, dimi yüzbaşı?" Öksürdü. Yerden destek alıp kalkarken ,"Ben doğru olanı yaptım, " dedi. Doğru? Doğru neydi ki lan?! Bu amınakoyduğumuna dünyasında doğru diye bir şey yoktu. Hele de beni Hazan'dan ayrı koyan her doğruyu sikerdim. Yüzüne bir tekme savurdum. Hazırlıksız yakalanıp kalktığı yere geri düştü. " Senin yaptığın doğrunun amınakoyarım lan ben!!" Üzerine doğru yürüyüp ensesini tuttum. "Kalk lan ayağa!!! Kalk!!" Doğruldu. Karşı karşıya geldik. Gardını almasını bekledim. Olduğu yerde birkaç kez sarsılıp gardını aldı. Aramızdaki bir iki adımlık mesafede yeniden bacaklarıma doğru bir alçak tekme savurdu. Birkaç adım gerileyerek tekmesinin boşluğa gelmesine neden oldum. Dengesini kaybeder gibi olurken çenesine bir yumruk attım. İplere tutundu. "Hazan...o zamanlar iyi değildi yüzbaşı. Senin gibi bir adamı kaldıramazdı. Gerçi...şu anda kaldırabilecek durumda değil ama bu saatten sonra ona lafımı geçiremem. " Toparlanmasını beklerken,"ne diyorsun lan sen?!" Dedim sinirle. Ne demek Hazan iyi değildi? İpleri bırakıp karşıma geçti. Yüzüme bir yumruk savurdu aniden. Çeneme aldığım darbeyle sendeledim. Hızla toparlayıp karnına tekme attım. Kollarını karnına sararken," bir gün senin adamlar Hazan'ın kaldığı apartmanın önünde beklerken uyuya kaldılar," dedi nefes nefese. "Saat sabah altı sularıydı. Hazan evden çıkıp İstanbul boğazından suya attı kendini. Ben kurtardım. Hastaneye götürdüm. O gün resmen tanıştık. Psikiyatrislerle görüştüm onun için. Antidepresanla ayakta duruyordu. Eğer o gün sana Hazan'ın peşini bırakmanı söylemeseydim onu daha çok dibe çekerdin. Aranızda bir şey olmasına engel olmasaydım o Fatih Aydın denilen herif Hazan'ın peşine daha erken düşerdi. Hazan'ın o zaman kendini koruyacak gücü yoktu yüzbaşı. Onu ben ayağa kaldırdım. Senin onu uzaktan izlerken göremeyeceğin şeyleri gördüm gözlerinde ve bir abi olarak kardeşimi korumak zorundaydım. " İntihar? Hazan...benim Hazan'ım intihar mı etmişti? Bu duyduğum şeyler beynimi sikip atarken afalladım. Olduğum yerde kalakaldım. Yüzüme yediğim yumruk bile kendime gelmemi sağlamazken onlarca ihtimal dönüp durdu kafamın içinde. Bu sikik herif olmasaydı Hazan... Yutkundum sertçe. Başımı düştüğü sol omzumdan kaldırıp Cihan itine baktım. "Hazan," dedim. "Neden...neden lan?!!" "Ali yüzünden. Kaldıramadı bir şeyleri. Bakma öyle sen hariç herkese kafa tutuşuna. Güçsüzdür o. Ama istediği zaman öyle bir rol keser ki "Ben güçlüyüm " diye tanıyamazsın. Şimdi bir şeylerle baş etmeyi daha iyi beceriyor ama o zamanlar birlikte olsaydınız Hazan'ın yaralarını sarmak yerine kanatırdın. Ben Hazan için doğru olanı yaptım yüzbaşı. " İçim eziliyordu. Hazan'ın çektiği herhangi bir acı beni kendi acılarımdan daha fazla yerle bir ediyordu. Geçmiş ve gelecek olan bütün acılarını silebileceğimi bilsem canımı verirdim onun için. Cihan iti öyle kafasına göre konuşuyordu üsten üsten ama hiçbir sik bildiği yoktu. Ne demekti lan sevdiğim, saçının teli düşse kafayı yediğim, küçücük diye dokunup sevmeye kıyamadığım kızın yaralarını kanatmak?! Kendimi paramparça etsem bile ona dokunur muydum ben hiç? Hazan şimdi de güçsüzdü. Hem güçsüz hem de öyle bir güçlüydü ki bu ibneye sadece bu noktada katılabilirdim. Ama Hazan güçlüymüş gibi rol yapmıyordu. Güçlüydü benim kızım. Yorgundu sadece. Bana kafa tutamadığı konusunda da yanılıyordu. Herkesten çok bana kafa tutuyordu çünkü Hazan. Ağzıma sıçıyordu. Canıma okuyordu. Hem kucağımda oturup hem de aramıza öyle bir mesafe koyuyordu ki bana kafayı yedirtiyordu. O Ali itini de andım olsun ki bulacaktım. Hazan'a ve vatanıma yaptığı her şeyin bedelini canıyla ödeyecekti. "O gün bahsettiğin tehlike Fatih Aydın denilen it miydi? Hazan'ı tehlikeye atıyorsun derken ondan mı bahsediyordun?" "Evet. O adam ya da adamları senin peşindelerdi yüzbaşı. Babana senin gün içinde yaptıkların hakkında bilgi veriyorlardı. Sen Hazan'ın peşinde gezindikçe adamlar Hazan'a da sardılar. Birkaç kez kaçırma girişiminde bulundular seni ayaklarına getirmek için. Hazan fark etmeden müdahale ettim. Önceleri bu adamların Hazan'ın peşinde ne aradığını anlayamıyordum ama o gün hastanede "tanıştığımızda" adını söylediğin an durumu anladım. Babanın eli kolu senin sandığından daha uzun yüzbaşı. Sana zarar vermek için Hazan'ı öldürmek istiyordu. Bunun içinde Fatih Aydın'ı kullanıyordu. Sonra Hazan'ı koruyan birilerinin olduğunu ve senin artık Hazan'ın peşini bıraktığını anlayınca geri çekildirler. Uzun zaman sonra Fatih Aydın Hazan'ın peşine tekrar düştü. Ama bu sefer neden baban değil. Başka bir derdi var. Onu öğrenmemiz gerekiyor." Ringin iplerine tutunup yere oturdum. Dirseklerimi dizlerime dayayıp başımı ellerimin arasına aldım. O piç ablamı almıştı benden. Şimdide Hazan'ı almak istiyordu. Hazan'dan uzak kaldığım onca zaman hem canımı yakıyor hem de Cihan itinin anlattığı yerden bakınca böyle olmalıymış gibi geliyordu. O zamanlar Hazan'ı koruyamayabilirdim. Normal bir asker değildim ki lan ben. Çoğu zaman bir göreve çıkmak en az 2 - 3 ay dağda kalmak, operasyonu karargah merkezinden yöneten komutan dışında kimseyle görüşmemek demekti. İnsan onca zaman dağda kalınca normal hayatından kopup uzaklaşıyordu. Hazan'ı o zamanlar yanıma almış olsaydım tehlikenin ortasına bırakıp gitmiş olacaktım. Küçücük kızı asker yolu beklemeye mahkum bırakacaktım. Hele de iki yıl önce sol göğsümden yediğim kurşun sonrası bir hafta komada kaldığımda Hazan yanımda olsaydı ne hâle gelirdi , kestiremiyordum. Bugün de değişen ya da farklı olan bir şey yoktu. Hazan hâlâ küçüktü. Yanımda olduğu her an yine tehlikedeydi. Ben yine operasyona gidecek, kurşunlar yiyecektim. Belki Hazan terör savcısı olduğu için tüm bunlardan daha az etkilenecekti. Amınakoyayım o da belkiydi işte. Cihan iti yanıma oturdu. " Birazda asker olduğun için uzak tutmak istedim seni Hazan'dan. Babasının şehit oluşundan sonra senin gibi bir adamı sevmesini istemiyordum. Tabii kardeşi terörist olduğu için seni severse her gün yaşayacağı vicdan azabını da düşündüm. Ama bazı şeylere engel olmak mümkün olmuyor işte bazen. Su akıp yolunu buluyor belki ya da öyle bir şey. " Başımı arkaya atıp iplere yasladım. "Yine "bırak Hazan'ın peşini" falan mı diyeceksin?" "Hayır. Sen bıraksan Hazan bırakmaz zaten." Güldüm. Ben bundan o kadar emin değildim. Hazan söz konusu olduğunda asla kesin konuşamıyordum. Beni seviyordu. Benim onu sevdiğim kadar belki ama benim onu sevdiğim gibi sevmiyordu. Az önce o kadar şey geçmişti aklımdan ama bir an olsun Hazan'dan ayrılmayı düşünmemiştim. Onu korumak için şu an yaptığım şeylerin gerekirse on katını yapardım ama ondan ayrılmak bir seçenek bile olamazdı. Fakat Hazan benim yerimde olmuş olsaydı aklına gelen ilk seçenek benden ayrılmak olurdu. Cihan iti bana döndü. "Neden güldün?" "Sanane lan. Sen sikik sikik sırıtırken ben sana neden güldüğünü sordum mu? " "Küfür etmeden konuşabiliyor musun?" Yüzüne baktım ters ters. "Belli ki konuşamıyorsun. Ama biraz dikkat et. Özellikle de buraya bir sonraki gelişlerinde. Üstler her zaman bu kadar anlayışlı olmaz. Öyle "amcık ağız" gibi kelimeleri Şırnak 'ta bırak. " "Hazan hakkında doğru düzgün konuşacaklardı o zaman. " "Sadece seni öfkelendirmek istediler." "İyi. Bende o ibnelere istediklerini verdim işte. Ayrıca Hazan'a "kardeşim kardeşim " diyip dururken nasıl onun adını o heriflere verip beni tehdit etmelerine izin verebildin? Ya sakin olmayı denemeseydim, öfkemi kontrol etmeseydim?! Hazan'a bir şey yapsalardı?!" "Yapamazlardı. Hadi ama yüzbaşı. Sen zeki bir adamsın. Hazan'a olan zaafını kullanıp seni konuşturmaya çalıştıklarını anlamamış olamazsın. Ayrıca Hazan'ın adını onlara ben vermedim. Urfa'da çocukluğunun geçtiği köy evinin resmini bulan örgüt Hazan'ı bulamaz mı sanıyorsun?" Bu ihtimali düşünmüştüm. Ama o an bu örgüte güvenemezdim. Şimdi de pek güvendiğim söylenemezdi. "Senin söylediğini söylediler. Sende oradaydın. İtiraz edebilirdin. " "Burası VASÖ yüzbaşı. Biz üstlere karşı gelemeyiz. Burada işler askeriye gibi yürümez. Kimsenin dostu yoktur burada. Herkes herkesi korur ama bu bir kural olduğu için böyledir. Yani mecburiyet. Üstlerin söylediği bir şeyin aksini söylediğim an kaybeden ben olurum. Şu an burada bile izleniyoruz. Ve seninde bu saatten sonra bütün ajanlar gibi attığın her adım, aldığın her nefes izlenecek. Senden sorumlu ajan ben olacağım. Şırnak'taki diğer ajanlardan olduğu gibi. Tabii bir de benim altımda olan bir başka ajan tarafından daha kontrol edileceksin. " Kısaca başıma bela aldım da denebilirdi. "Kim?" "Asena, diye biri." "Kadın mı?" "Çok güzel bir kadın. Eminim gördüğün an aşık olacaksın. " O an zihnimde Hakan Çınar denilen şerefsizin Oğuz'un mahkemesinin olduğu gün Hazan'a "Asena" deyişi canlandı. Kaşlarım çatıldı. "Hazan mı," diye sordum birden. Güldü. Başını salladı. "Bozkurt'un Asena'sı' da diyebiliriz artık. " Şaşkındım belki de değildim. Bir şeyler olduğunu hissedebiliyordum ama bu...fazlaydı. Hazan kendini nasıl bir şeyin içine sokmuştu böyle? Ya da Cihan iti sokmuştu onu bu işin içine. "Daha önce de sordum sana bunu! O zaman niye söylemedin lan amınakoduğum?!" "Söyleseydim Hazan'ı kullanarak seni konuşturamazdık. " Hazan'ın tüm bu olanlardan haberi vardı yani. Soracaktım bunun hesabını. Hem Hazan'a hem de bu Cihan denilen ibneye. Hazan'a nereye kadar kıyabilirdim bilmiyordum ama Cihan iti bana o kadar "Hazan'ı tehlikeye atıyordun " nutuğu çektikten sonra Hazan'ı böyle bir örgütün içine sokmanın hesabını verecekti. Öfkeyle yüzüne baktım. O sırada bir telefonun zil sesi duyuldu. Cihan iti oturduğu yerden kalkıp ipleri kaldırarak ringden indi. Taburelerin üzerine koyduğu telefonu alıp ekrana baktı. Yüzündeki sikik sırıtışla bana doğru gelirken, "iyi insan lafının üstüne, " dedi. Ringe çıkmadan telefonu uzattı. "Seni merak etmiştir. Al konuş. Ben gidiyorum." Telefonu aldım. Cihan ibnesi soyunma odalarına doğru giderken ekranda yazılı isme baktım bir süre. "Asena." Telefonu açıp kulağıma koydum. "Alo Cihan abi," derken güzel sesi kulaklarımdan beynime ulaştığı an derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. "Cihan abin değil kocan." 💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦 |
0% |