@yikim2024
|
&&& Arkamızdan gelen, köy okullarına götürdüğümüz yardımları taşıyan, kırmızı tır taşıdığı yük yüzünden ve yolun bozuk olmasından ötürü yavaşça bizi takip ederken ara ara iyice görünmez oluyordu. Birkaç metre ileriyi bile zar zor görürken nerede olduğumuzu, gideceğimiz köye ne kadar kaldığını bilmiyordum. Geldiğimiz yol boyunca birçok mavi tabela görmüştüm. Bazılarının üzerinde kırmızı bir çizgi vardı. Yıkık dökük, eskiden nasıl bir yapı olduğunu anlamının güç olduğu beton kalıntıları yer yer göze çarpıyordu. Üzerleri karla kaplı olsada bazı yıkıntıların kerpiçten ve taştan yapılma evler olduğunu anlayabiliyordum. Fırat'ın söylediğine göre sınıra sadece 20 - 30 km uzaklıktaydık ve bu yıkık dökük harabe yapılar artık bir yaşamın olmadığı köylerdi. Bombaların ve füzelerin, içindeki insanları, kadınları, çocukları hiç umursamadan yine insanlar tarafından üzerlerine yağdırıldığı evler, ahırlar, camiler, okullar, sağlık ocakları ve niceleri. Köylerini, vatanlarını, evlerini ve toprağın altında olan sevdiklerini bırakıp gitmek zorunda kalan insanların son ayak izleriyle doluydu belki üzerinden geçip gittiğimiz bu yol. Evinin önünde ip atlarken, top oynarken ya da bir önceki günler gibi yine sıradan bir güne başladığını düşünerek can veren insanların ve çocukların kanlarıyla susuzluğunu gidermişti belki de bu toprak. Onların korkularından ve umutsuzluklarından, içinde bulundukları dehşetten zevk alanların mermilerinin kovanlarıyla doluydu her yer. Savaş bir sonuca bağlandığında kazanan olmazdı. Geriye sadece ürkütücü bir sessizlik, yıkık dökük bir dünya, geniz yakan kokular kalırdı. Öfke dinmezdi. Savaşın tek getirisi yeni ve daha çok can alan savaşlar olurdu. Bitmek tükenmek bilmeyen hırslar ama çoktan bitip tükenen insanlıklar. Kimsenin kimseye acımadığı, geçen zamanın, gelişen ve değişen insan ırkının, medeniyetlerin, açılıp kapanan çağların, devrimlerin, hayalleri kurulan ütopyaların ama bir türlü ütopyalara ulaşmamıza izin vermeyen distopyaların yaşandığı, her geçen gün "kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz " sorusunun sorulduğu ancak yine de mürekkep yalayan toplumların insan kanına susadığı dünyamızda neden hâlâ kan emici vampirler, insan etiyle beslenen yamyamlar yokmuş gibi tüm bunları birer korkunç fantazya olarak görüyoruz, bilmiyorum. Mesele ne? Tüm bu köyler, insanlar, hayvanlar yok edildi, peki yerlerinde çiçekler mi açtı? Daha güzel bir dünya mı var artık? Bir şeyler çözüme mi kavuştu? Öldürülenler değersizdi de geriye kalanlar daha mı değerli oldu? Kim amacına ulaştı ya da amaç neydi? Sorulacak bir ton soru vardı aslında. Alınacak tonlarca cevap. Ama sonuç hiç değişmeyecekti. Hiçbir şey olmadı. Ne çiçekler açtı, ne bir şeyler daha güzel bir hâl aldı, ne ölüler dirilerden çaldı, ne kalanlar her gün gidenlerin yasını tuttu, ne de adalet yerini buldu. Tüm bu kargaşanın içinde acı olan adaletin hiçbir zaman tam anlamıyla yerini bulmayacak olmasıdır. Boşa çabalıyoruzdur belki. Ya da bir sahilde kıyıya vuran denizyıldızlarını gün batımına kadar teker teker suya atıp bir tanesi için bile fark yaratabiliyorsak mutlu olmalıyızdır. İçime çöken hüzünle oturduğum koltuğa iyice gömüldüm. Başımı buğulu ve soğuk cama yaslarken yanımda oturan Kim Chin'in alıp verdiği sıkıntılı nefes kulaklarıma doldu. Başımı camdan ayırmadan ona döndüm. Elindeki tableten geçtiğimiz güzergâhtaki yolların etrafını görüntüleyen dronu izliyordu. Gözlerimi camdan dışarıya çevirip gökyüzüne baktım. Dron yolun sol tarafında kalan sarp kayalıkların üzerinde uçuyordu. Yeniden Kim Chin'e dönüp, "noldu?" diye sordum. Anlık bir bana dönüp elindeki tablete odaklanırken karşımızdaki koltukta oturan Anıl, Emir ve Harun'da gözlerini bize çevirdi. Fırat şoförün yanındaki koltuktan geriye dönerken çatık kaşlarıyla sorgulayıcı bakışlar atıyordu. Kim Chin, "kayalıkların yukarısında birileri var," dedi. "Silahlılar mı?" Fırat'ın sorduğu bu soruyla Kim Chin elindeki tablette görüntüyü büyütüp, "o kadarını göremiyorum. Dronu daha fazla alçaltırsam fark edilir," dediğinde Fırat ağzının içinden bir küfür savurup, " kaç kişiler?" diye sordu. "Üç." "Ne kadar uzaklıktalar?" "Tahmini olarak 100 - 150 metre civarı. Aşağı doğru geliyorlar. " "Yani bize doğru," dedi Harun. Nedensizce tedirgin olurken oturduğum koltukta dikleştim. Emir ve Anıl ellerindeki MPT-55 silahlarının, Fırat'ın elindeki MPT-76'yı ateş etmeye hazır bir hâle getirmesiyle aynı anda, emniyet kilitlerini indirdiklerinde bu tedirginliğim daha da arttı. Bir çatışmaya girecek olma ihtimalimiz yutkunmama neden olurken elimi belimdeki VASÖ yapımı silahıma attım. O an Fırat'la göz göze geldik. Gözleri belimdeki silaha giden elimi bulurken gözlerimin içine bakıp, "sakin," dedi. "Sınır karışık. Buraya kadar gelebilme ihtimalleri düşük. Bizim aslanlar onlara göz actırmıyordur. Köy koruyucuları olabilir. Ovaköy'e girmemize bir kilometre kaldı. Köy muhtarını arayıp soracağım. Tetikte olun ama sakin, tamam?" Herkesle konuşuyor gibiydi ama daha çok beni sakinleştirmeye çalıştığını biliyordum. Meslek hayatım boyunca hiç çatışmaya girmemiş olduğumdan, birçok kez silah kullanmış olsamda, biraz tedirgin olmamın normal olduğunu düşündüm. Fırat'ın varlığı ve sözleri de beni rahatlatırken elimi belimdeki silahtan çektim. Emir ve Anıl, "emredersiniz komutanım, " derken Fırat şoföre durmasını söyledi. Şöför hızını yavaşlatırken direksiyonun üzerindeki telsizi alıp arkadaki tırla ve önümüzdeki kepçeyle iletişime geçip durmalarını söyledi. Harun, "niye durduk şimdi?" diye sordu. Fırat elindeki telefondan köy muhtarını ararken, "düşük bir ihtimal ama eğer şerefsizlerle burun burunaysak yolu tuzaklamış olabilirler," dedi. Telefonu kulağına götürüp araçtan inerken Anıl ve Emir'de sürgülü kapıyı açıp peşinden inmişti. Ben de derin bir nefes alıp araçtan indim. Kim Chin de gelirken esen rüzgarla yüzüme vuran kar taneleri gözlerimi kısmama neden olmuştu. Ayağımdaki siyah botların altında ezilen karlar gözlerimi alırken soğuk havayla ürpermiştim. Minibüsün önüne kadar ilerleyip kepçenin yanına doğru askeri üniforması ve elindeki silahıyla ilerleyen Fırat'ı izledim. Anıl ve Emir de onu takip ediyorken Fırat'ın gözleri yerdeydi. Gözlerimi ondan alıp egzoz kokusunun karıştığı havayı solurken başımı solumda kalan yüksek kayalıklara çevirdim. Ürkütücü görünüyorlardı. Yolun aşağısı uzun kavak ağaçlarıyla vahşi hayvanların yaşaması için uygun bir ormandı. Önüme dönüp gözlerimi yeniden Fırat'a diktim. Uzun boyu ve koca bedeniyle kepçenin yanında dururken içten içe daha fazla ilerlemesini istemiyordum. Anıl ve Emir, Fırat'ın işaretiyle yere diz çöküp silahlarını biri kayalıklara doğru, diğeri de yolun aşağısındaki ormanlık alana çevirip siper alırken kocamın yanına gitmek istesem de olduğum yerden hareket etmedim. Aramızdaki mesafeden dolayı telefonda ne konuştuğunu, esen sert rüzgarın da etkisiyle, duyamıyordum. Kim Chin, "iyice yaklaştılar," dedi. Ne olur ne olmaz diye bu sefer belimdeki silahı çıkarıp emniyet kilidini açtım. Az ötede Fırat yere çöküp, askeri eldivenlerinin sardığı, elleriyle karın altında zar zor belli olan toprağı yoklarken kalbim göğüs kafesimde korkuyla debeleniyordu. Öylece durmak istemiyordum. Yanına gitmeliydim. Bir şey olacaksa ikimize birden olmalıydı. İleriye doğru bir iki adım attığımda Kim Chin kolumu tuttu. "Nereye?" Gözlerim onu bulurken, "Fırat'ın yanına, " dedim. "Dur durduğun yerde. Koskoca yüzbaşı, naptığını biliyordur." "Ben de naptığımı biliyorum. " Bıkkınca bir nefesi alıp verdi. "Sanmıyorum savcı. Sen naptığını bilmediğin için buradayız. Bence başımızı daha fazla belaya sokmadan dur." Kaşlarım çatıldı. Kim Chin sabahtan beri bana bir garip davranıyordu ama ondan böyle bir şey duymayı beklemiyordum. Gözlerim bana duygusuzca bakan gözlerinde gezinirken bu halden şikayetçi gibiydi. Benimle birlikte ceza almış olmaktan, burada tehlikeli bir halin içinde kalmaktan, yanımda olduğu için sinirliydi. Haklı olabilirdi. Ama ben sanırım aramızdaki ilişkiye fazla anlam yüklemiştim. Çünkü yeri gelirse ben de Kim Chin için elimden gelen her şeyi yapar, çiğneyebileceğim bütün kuralları gözümü kırpmadan çiğnerdim. Ama aramızda bir fark vardı. Ben onun için yaptığım hiçbir şeyden pişman olmazdım. Kim Chin olmuştu. Elini kolumdan çekip arkamızdaki minibüse yaslanırken gözlerini elindeki tablete çevirdi. Birkaç saniye daha ona baksamda içimdeki tuhaf hisle Fırat'a doğru ilerledim. Elimdeki silahın kabzasını sıkıca tutarken Anıl'la Emir'in arasından geçip kepçenin bir iki adım gerisinde Kim Chin'nin, "savcı!!!!" diye haykıran sesiyle adımlarımı durdurdum. Omzumun üzerinden geriye dönmeme fırsat kalmadan birden birkaç metre ilerimde yere saplanan kurşunların havaya fışkırttığı toprağı gördüğümde hızla yere çöktüm. "Hazan!!!!!!!!" Fırat'ın sesi kulaklarıma dolarken sırtımı kepçeye yaslamıştım. Üç metre ilerimde Anıl ve Emir vardı. Fırat kepçenin ön tarafında kalmıştı. Üstümüze açılan ateşe karşılık veriyorlardı. Bir anlığına afallamıştım. Ateşin nereden açıldığını anlamaya çalışıyordum. Anıl yolun sol tarafında kalan kayalıklara doğru ateş ederken Emir ormanlık alana kurşun yağdırıyordu. Kim Chin minibüsün yolcu kısmındaki kapıyı açıp siper alırken iki taraflı bir ateş hattının ortasında kalmıştık. Tipi halinde yağan kar görüş alanımı kısıtlarken sadece yere saplanan kurşunların havaya savurduğu karla karışık toprağı görebiliyordum. "Hazan!!!!!" Fırat adımı haykırıp dururken elimdeki silahı ormanlık alana çevirdim. Çöktüğüm yerde ayağa kalkmadan adımlarken kepçeyi kayalıklarla arama alıp silahı kendimi korumak için peş peşe ateşledim. "Hazan!!!!!!" Sevdiğim adamın kaba ve güçlü sesi kurşun sesleri arasında net bir şekilde duyulurken, "burdayım, iyiyim," diyebildim. Fırat'ı görmüyordum ama aramızda çok bir mesafe yoktu. "Kal olduğun yerde!!!! Yanına geleceğim!!!" derken sinirliydi. "Kim Chin kaç kişiler?!!!! Neredeler?!!!" diye soran Anıl'la sağıma döndüm. "Görmüyorum!!!! Dronu indirdiler!!!!! En son üç kişiydiler!!!" "Bunlar pek üç kişiye benzemiyor!!!!" diyen Emir Fırat'ın olduğu tarafa dönerken, " komutanım napacağız?!!!" dediğinde tır şoförü ve kepçeyi kullanan VASÖ ajanları da üstümüze açılan ateşe karşılık veriyorlardı. "Olduğunuz yerde kalın!!!! Kimse ikinci bir emre kadar olduğu yerden hareket etmeyecek!!!! Hazan sende!!!!!!!" "Emredersiniz komutanım!!!" "Fırat iyi misin?!!" Vücudum titriyordu. Korkuyordum ve Fırat'ı görmek istiyordum. Yanına gitmeyi denemeyi düşündüm ama ateş iki taraflı açıldığı için bu imkansız görünüyordu. " İyiyim, kal olduğun yerde!!!" Sessiz kaldım. Gözlerimi karşımdaki ormanlık alana sabitleyip kısarken birilerini görmeye çalışıyordum. Kavak ağaçlarının arasında bazı karartılar fark ettim. Yutkunup onlara odaklanırken acı dolu çığlıklar ve kayalıklardan kopup yere düşen taşların seslerini duyuyordum. Algılarım açılırken elimi tetikten çektim. Yanımda ikinci bir şarjör daha vardı fakat yine de kurşunları idareli kullanmalıydım. Kulağıma dolan çığlıklardan anladığım üzere bizimkiler birilerini indirmişti. Derin bir nefes alıp sol dizimi soğuk ve karlı zemine dayadım. Elimdeki silahı göğüs hizamda kaldırıp ağaçların dibinde gördüğüm karartılardan birine kilitlenip bir süre bekledim. Bütün vücudum titresede ellerimi sabit tutabiliyordum. Kendimi hazır hissettiğimde tetiği çektim. Karartı birden yok olurken bir çığlık daha duyulmuştu. "Hazan indir o silahı!!!! Kendini hedef göstereceksin!!! Delirtme beni!!!!!" Fırat'ın sesi dikkatimi dağıtırken kepçenin ön tarafına doğru döndüm. O sırada üzerime yağmur misali yağan cam parçalarıyla kulağımı çınlatan merminin sesi nefesimi tutmama neden olmuştu. Gözlerimi kepçenin başımın üzerinde patlayan camına çevirirken yutkundum. "HAZAN!!!!!" Silahın namlusunu yere indirip düzensizleşen nefeslerimi kontrol altına almaya çalıştım. "Sana oraya gitme demiştim savcı!!!! "Asena çok ortadasın!!! " "Komutanım git gide çoğalıyorlar!!!" "Allah kahretsin!!!! Hazan!!!!" "VASÖ'ye sinyal yolladım!! Destek gönderirler şimdi!!" Herkesin sesi kulaklarıma bir uğultu gibi gelirken silahı yeniden ormanlık alana doğrulttum. Yine gördüğüm ilk karaltıya kilitlenirken tetiği peş peşe iki kez çektim. Kurşunlardan biri boşa gitsede ikincisi hedefi bulmuştu. "Hazan dur!!!!!" Helin'in abisi Ferdi Çakırcı'dan sonra ilk kez birini öldürmek için silah kullanıyordum ve bu...çok...tuhaf hissettiriyordu. O gün o adamı vurmak zorundaydım ama bugün ben birilerini vurmasamda Fırat ve diğerleri vardı. Bunu yapmak, elimdeki bu silahı ateşlemek zorunda değildim. Öylece durup Fırat'ın bir fırsatını bulduğu an yanıma gelmesini bekleyebilirdim ama içimde ne için olduğunu bilmediğim korku ve öfke beni elimdeki silahı ateşlemeye itiyordu. Belki Fırat'ı korumaya çalışıyordum kendimce. Ya da bir çeşit savunma iç güdüsüydü şu an yaşadığım. Belki de yol boyunca gördüğüm harabelerde yıllar önce yaşayan insanların, çocukların ve hayvanların intikamını almak istiyordum. Ama buna elini kana bulamak denemezdi. Böyle şeref yoksunu insanları öldürmek beni katil yapmazdı. Fırat'ı da. Kim Chin'i, Anıl'ı, Emir'i ve hatta bir doktor olmasına rağmen Harun'u da. Silâhı gördüğüm karartılara doğrultup ateşlemeye devam ederken Fırat sürekli bana durmamı söylüyordu. Onu duymazdan gelmeye çalışırken aramızda yarım metre bile bulunmayan kepçenin lastiği üzerine saplanan kurşunla patladı. "Koru beni!!!" Fırat'ın sesini tekrar duyduğumda yanındaki kepçenin şoförüyle konuştuğunu şu hâlde bile anlayabilmiştim. Gözlerim kepçenin patlayan ön tekerinde gezinirken Fırat birden yanıma gelip, ben daha onu yeni yeni fark ederken, bir kolunu sıkıca belime sardı. Ayaklarımı yerden keserken bir iki saniye içinde kendimi, üzerimize yağan mermiler eşliğinde, kepçenin ön tarafında, kürek kısmında Fırat'ın bacakları arasında buldum. Sırtım geniş ve sert gövdesine yaslıyken sıcaklığı güven veriyordu. Belime sarılı olan güçlü kolu beni onunla bir bütün haline getirirken Fırat elindeki silahı kayalıklara doğrultup ateş etti. Kurşun sesleri arasında seçilebilen bir çığlığın ardından kayalıkların tepesinden aşağı düşen bir beden gördüm. Adamın yüzü sadece iki üç metre uzağımızdaydı ve düşerken kayalıklara çarptığı için paramparça olmuştu. Vücudundan akan kan beyaz karın üzerine dökülürken bir elimi Fırat'ın, askeri üniformasının sardığı, dizine koydum. Saçlarımda hissettiğim sıcak dudaklarla yutkundum. "Fırat..." dedim öylesine. Adını söylemek iyi hissettiriyordu. "İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?" Sesi sert ve öfkeliydi. Bu öfkenin bir kısmının bana olduğunu bilsemde geriye kalan kısmının aklına gelenin başına gelmesinden dolayı olduğunu tahmin etmek zor değildi. Dün askeriyenin bahçesinde üstümüzle, akşam telefonda Cihan abiyle konuşup anlatmaya çalıştığı şey buydu. Göğsü alıp verdiği sert nefeslerle bir körük gibi inip kalkarken çok sinirliydi. "İyiyim, bir şey olmadı," dedim. Elindeki silahı bu seferde yolun aşağısına doğrultup ormanlık alana ateş açarken beni daha sıkı sarıp, "niye dur dediğimde durmuyorsun?!" dedi öfkeli bir sesle. "Ya o kurşunlardan biri..." derken nefesini tutup duraksadı. "Öldürmeye mi çalışıyorsun sen beni?!! Niye geliyorsun peşimden, niye durmuyorsun arabada?!! " Bir yandan bana kızıp bir yandan ormanlık alana doğru ateş ederken kurşunlardan biri kepçeye çarpıp metalik bir ses çıkardı. "Özür dilerim. " "Hangi biri için Hazan?!! Kafayı yiyeceğim amınakoyayım!!!" Beni mümkünü varmış gibi iyice kendine doğru çekerken koca gövdesinde neredeyse dışarıdan görünmez bir haldeydim. "Sadece sana yakın olmak istedim. Korktum sana bir şey olur diye. Ne olacaksa ikimize olsun istedim. " Sesim titriyordu. Arabada kalsaydım Fırat'tan uzakta şu an korktuğumdan daha çok korkacağımı biliyordum. Ona bir şey olsun istemiyordum. Ne bugün ne de bugünden sonraki herhangi bir gün. Kocamdı o benim. Dün gece beni öpüp koklarken, göğüslerimi emerken, bana dokunurken, severken bir hafta sonra ayrı kalacağımızı bilmek ruhumu daraltmıştı. Yapamazdım. Fırat olmadan olmazdı. "Böyle daha mı iyi oldu?!! Senin saçının teline zarar gelmesi demek benim ölmem demek zaten!! Arabada kalacaktın Hazan!!! Ben bir yolunu bulur gelirdim yanına!! Napacağım ben şimdi seninle böyle?!! Kısıldık kaldık anasını satayım burada!!" "Ben kendimi korurum," dedim kızmakla kırılmak arası bir sesle. Böyle ona ayak bağı oluyormuşum gibi konuşmasına gerek yoktu. Hafifçe güldü. Ama sinirli bir gülüştü bu. "İyi," dedi sert bir sesle. "O zaman ben salayım seni şuraya doğru. " Başımı geriye doğru atıp Fırat'ın yüzüne, çatılan kaşlarımla baktım. O ise gözlerini yolun aşağısına dikmiş, tipinin içinde sadece birer kıvılcım gibi görünen kurşunları sıkan şerefsizlere karşılık veriyordu. Subay tıraşı olan saçlarından birkaç asi tutam alnına dökülmüştü. Kaşları sinirden ve bu anın verdiği gergin atmosferden dolayı derince çatılmıştı. Dişlerini sıktığı için oynayan çene kasları yakışıklı yüzünü daha sert ve ürkütücü bir hâle bürürken, böyle bir anda bile kalp atışlarımı hızlandıracak kadar, çekiciydi. Kurşuni bir siyahlığa sahip olan gözleri en az bir kartalın ki kadar keskin bakıyordu. Etli ve dolgun pembemsi dudakları, bir erkeğe göre oldukça düzgün olan burnu, esmere çalan buğday teni, burnuma dolan kokusu, üzerindeki askeri üniformanın tüm bu erkeksi güzelliğine kattığı hava içimde ılık ılık bir şeylerin akmasına neden olsada içinde bulunduğumuz anın dehşetinden tamamen sıyrılmadan, "dalga geçme benimle," dedim. "Az önce dört kişiyi indirdim orada. En az senin kadar iyi silah kullanabiliyorum. İstersen salabilirsin beni şuralara doğru." Gözleri birkaç saniyeliğine beni buldu. Dudaklarımla gözlerim arasında gezinen bakışları, kolları arasında küçücük kalan, bedenimin ısınmasına neden olurken bir an olsun tetikten çekmediği parmağıyla ormanlık alana geri döndü. Belimdeki kolu daha sıkı bir hâl alırken bir şey söylemedi. Gözlerimi ondan çekip kayalıklara baktım. Kepçenin şoförü elindeki VASÖ yapımı silahla, Fırat'la içinde oturduğumuz, kürek kısmının yanına siper almış kayalıklara doğru ateş ediyordu. Elimdeki silahı kayalıklara doğrultup ben de ateş etmek için hazırlandım. Fakat Fırat'ın, "indir o silahı, " diyen uyarıcı sesiyle durmak zorunda kalmıştım. "Neden?" diye sordum sinirle. "Destek olmaya çalışıyorum. Ayrıca her bakımdan üstünüm senin. Senin bana değil benim sana napacağını söylemem gerekiyor. " " Hazan yorma. Dur diyorsam duracaksın." Kızdırıyordu bu halleri beni. Şu hâlde onunla bir tartışmaya girmek istemiyordum ama bana sürekli koruyup kollaması gereken bir çocukmuşum gibi davranmasından hoşlanmıyordum. Sürekli beni kontrol altına almaya, üzerimde bir hakimiyet kurmaya çalışıyordu. Belki de buna bir parçada sürekli ağlayıp zırlayarak, Fırat'ın karşısında boyun eğerek ben sebep oluyordum ama Fırat hep böyle biriydi. Çok seviyordum onu. Kavga etmiyorsak kocamla öpüşüp koklaşmak, fazla ileriye gitmediğimiz sürece, hoşuma gidiyordu. Beni sevip öpmeleri çok güzel hissettiriyordu. Ama bu mesleki konularda bir türlü anlaşamıyorduk. Fırat'ın VASÖ'ye alınması bir bakıma iyi olmuştu ancak işimle ilgili her şeye karışıyor olması ve benim sevdiğim adamla tartışmamak için, birçok şeye sessiz kaldığım gibi, buna da sessiz kalışım her şeyi içinden çıkılmaz bir hâle getiriyordu. Dün akşam Fırat'ın da söylediği gibi ondan başka kimsem yoktu. Babannem bana dedemin ağzıyla gelip söylediği o sözlerden, attığı o tokattan sonra benim için bitmişti. Beni o aşirette seven, anlayan, Oğuz'dan sonra, bir o vardı fakat artık olmamayı seçmişti. Dedem de dün Fırat eve gelmeden önce arayıp, eğer gün içinde eve dönmezsem bir daha Antep'e ayak basamayacağımı, olurda bir gün Fırat'la evlenirsem ve düğünümüz olursa Türkoğlu aşiretinden kimsenin yanımda olmayacağını söylemişti. Tabii kıydığımız imam nikahını bilmiyordu. Söylediğimde ise telefonu yüzüme kapatmıştı. Oğuz meselesi de oldukça karışıktı. Onun için elimden hiçbir şey gelmiyordu ve araya giren zaman her şeyi daha kötü bir hâle sokuyordu. Annemi ve ablamı hiç saymıyordum bile. Belki de sorun da buydu. Fırat dışında kimsem olmadığı için onu da kaybetmek istemediğimden susuyordum. Sesim çok çıktığında herkes benden rahatsız olup arkasını dönüyordu. Babam bazen onunla oyun oynayıp parka gitmek istediğimde çok ısrarcı davranırsam bana kızar, susmam için sesini yükseltirdi. Sonra ben üzülüp bir köşeye çekildiğimde kıyamaz gelir özür dilerdi ama içimde çoktan bir şeyler paramparça olmuş olurdu. Annem zaten bana dair her şeyden nefret ederdi. Ablam görmezden gelir, Ali içine gömüldüğü kitapları ve bilgisayar oyunlarıyla öylesine meşgul olurdu ki ne zaman onunla vakit geçirmek istesem, sonra, derdi. Sadece babam öldükten sonra mutfakta yemek yaparken ve bir de Antep'te bilgisayar oyunları olmadığında görürdü beni. İşin aslı ben hep yalnızdım. Çocuk olamamış bir çocuk; çocuk kalan bir kadındım. Bilmiyordum. Bu aralar içim çok karışıktı. Kalbimin ortasında bir boşluk vardı ve ben orayı bir tek Fırat'la doldurabiliyordum. Ama o da bazen o kadar yabancı geliyordu ki yanındaki yerimi şaşırıyordum. Karımsın, diyordu bana ama ben onu neredeyse hiç tanımıyordum. Dün gece bana hep yanımda olacağını söylerken gözlerindeki korku koca bir kehanet gibiydi. Sanki asırlardır süre gelen meşum bir hikâyenin, çağlar boyunca bir türlü yazılamayan sonunu görmüştü. Bizim sonumuzu belki. Benim gözlerimde ama onun gözlerindeki karanlıktan yansıyan bir hayaletti bu. Fırat'ın dizine tutunan elimi çekip silahı iki elimle kavrarken yeniden kayalıkları hedef aldım. Görüş açımda kimse yoktu ve silah sesleri de azalamaya başlamıştı ancak yine de bir iki el ateş ettiğimde kayalıkların tepesinden biri aşağıya yuvarlandı. Daha doğrusu atılmıştı. Bu sefer birkaç metre ilerimize düşen bir kadın bedeniydi. Yüz üstü düşen cansız beden genç birine benziyordu. Fark ettiğim bir diğer şeyle nefes alışverişlerim durdu. Elimdeki silah ayaklarımın dibine düşüp metalik bir ses çıkartırken silah sesleri, iyice duyulmaz oldu. Sadece bizimkilerin sıktığı son kurşunlar, acıklı bir şarkının son notaları gibi kulaklarıma dolarken Emir, "komutanım çekiliyorlar," dedi. Bütün vücudumdan bir ürperti geçerken gözlerime dolan yaşlar etrafı bulanık görmeme neden oluyordu. Kalbimin üzerine biri elleriyle baskı yapıyordu sanki ve kalp atışlarım git gide yavaşlarken ben boğuluyordum. "Hazan. " Fırat'ın kulağımın biraz üstünde olan dudakları tenime sürtünürken sıcak nefesi saç diplerime vuruyordu. "Herkes iyi mi? Yaralanan var mı?" "İyiyiz." "Hazan! Duyuyor musun beni?" "Hazan nefes al," dedi endişeli bir sesle. "Sen vurmadın kızı, bir şey yok. Nefes al." Kepçenin şoförü yerde yatan kıza doğru ilerlerken zar zor yutkunup derin ve sesli bir nefesi içime çektim. Aynı anda dudaklarımdan bir hıçkırık koparken, "Fırat..." dedim. Ardından gözlerimi ona çevirdiğimde tır şoförü de dahil herkesin yanımıza geldiğini gördüm. Kim Chin endişeli gözlerle yüzüme bakarken yüzümdeki el yanağıma doğru süzülen birkaç damla yaşı siliyordu. "Ne?" Yerde yatan bedene döndüm. Gözlerim üzerindeki okul üniformasında gezinirken kollarının arasından çıkmadan önce, "Mi...Mine," diyebildim. Fırat bacaklarının arasından kalkmama izin verirken sarsak adımlarla yerdeki cansız bedene doğru ilerledim. Gözümün önünde yürüdüğüm birkaç metrelik yol tepetaklak olurken zihnimde İnci'nin ormanda bulduğum cesedi belirdi. Sonra adliyede uyuduğum bir akşam gördüğüm o kabus. İnci'nin kulaklarımda yankılanan sesi. "Diğerlerini kurtar. Lütfen diğerlerini kurtar." Emine teyzenin gözyaşları, feryatları, ona Mine'yi bulacağımıza dair verdiğim söz her şey gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyordu. Fakat ölen ben değildim. Kan ve barut kokusunun birbirine karıştığı soğuk havadan içime titrek bir nefes alırken Mine'nin yanına dizlerimin üzerine çöktüm. Kepçenin şoförü Mine'yi sırt üstü çevirmişti. Yara bere içindeki yüzünü inceleyip nabzını kontrol ettim. Teni buz gibiydi ve ölmüştü. Ben vurmamıştım ama benim yüzümden ölmüştü. Üstündeki üniforma, tıpkı İnci'nin kıyafetleri gibi, paramparçaydı. Beyaz teni yavaş yavaş, bir parça bu dondurucu havadan, bir parça da ruhunun çoktan bedenini terk edip gidişinden, morarmaya başlamıştı. Vücudunun çeşitli yerlerinde çürükler vardı. Kollarında, yine İnci'de olduğu gibi, kalın bir ip ya da zincirle bağlandığı için oluşan derin kesikler bulunuyordu. Başından tek el ateş edilerek vurulmuştu. Titreyen elim çamura ve kana bulanan saçlarına gitti. Okşayamadım ama. Onu kurtarmam gerekiyordu, ölüsüne merhamet göstermem değil. Gün batmadan onu kıyıdan alıp denize atmam gerekiyordu, böyle başında ağlamam değil. Elimi saçlarından geri çekip yumruk yaparken dizime koydum. Sonu mutsuz biten bir kitabı daha rafa kaldırıyormuşcasına bir boşluk oluştu içimde. Derin bir suçluluk duygusu ve mezara girecek olan bir kız çocuğu daha. Benim yüzümden... O sırada gözüme bir şey takıldı. Mine'nin üzerindeki okul hırkasının kapalı olan fermuarından açıkta kalan yaka kısmından görünen, sarı bir zarf. Mine'nin yanına geldiğimden beri birkaç adım arkamda duran Fırat yanıma çökerken fermuarı biraz aşağı çekip zarfı aldım. Boştaki elimle yüzümdeki yaşları sildim. Zarfı üzerimdeki gözler eşiliğinde açtığımda içinden bir not ve bir önceki zarflar gibi bir CD çıktı. Notun yazılı olduğu kâğıdı alıp okudum. " Hediyelerin arasını biraz açtık, kusura bakma Asena. Baran'ın cesedinin yanındaki CD'yi duyduğumuza göre izleyememişsin. O yüzden yeni bir CD gönderdik. Umarım bunu izleyebilirsin, sonuçta CD'yi sana ulaştırmak için birini daha öldürme zahmetine girdik. Bu arada yerde yatan cesetlerden biri de Hüseyin Kırca. Acaba hangisi? " "Fatih Aydın" Fırat'ın elimdeki notu çekip almasıyla gözlerim onu buldu. Gözleri öfkeyle parlarken çene kasları seğiriyordu. Ne olduğunu anlamayan gözlerle ona bakarken bana döndü. Birkaç saniye yüzümü inceleyip, "kim bu Fatih Aydın? Tanıyor musun?" diye sordu. Sesi de yüzü de bir tuhaftı. "Ha...hayır," diyebildim çünkü tanımıyordum. Fırat bir süre daha gözlerime bakıp belli belirsiz başını sallarken ortada daha büyük bir sorun vardı. Çöktüğüm yerden kalkıp arkamda duran Kim Chin' e dönmeden önce Emir'e, "Hüseyin'i bulun ," dedim. Emir beni başıyla onaylayıp Anıl'la birlikte yerde yatan cesetlere doğru ilerledi. Gözlerimi Kim Chin'in gözlerine sabitledim. "O CD'yi Cihan abiye ulaştırman için sana vermiştim," dedim. Kim Chin hiçbir tepki vermeden sakin bir şekilde, "evet, ben de öyle yaptım," dedi. "CD'yi izleyemediğimi nereden biliyorlar sence?" diye sorduğumda sesimde hiçbir ima yoktu. Kim Chin'den şüphelenmiyordum. Sadece soruyordum. O gün benden CD'yi aldıktan sonra VASÖ'den herhangi biriyle konuşmuş olabilir miydi? Mesela Yağız? Ona hiç güvenmiyordum. Kim Chin alayla güldü. "Bilmem, sana sormalı savcı. Teröristlerin içinde kardeşi olan sensin." Şaşkınlıkla çatılan kaşlarım, hayal kırıklığıyla dolan gözlerim ve afallamış bir ifadeyle Kim Chin' e baktım öylece. Niye benimle böyle konuşuyordu ki? Dünden bugüne ne değişmişti? Bana umursamazca bakan gözlerinden hiçbir şey anlayamazken olduğum yerde sendeledim. "Ne?" diyebildim sadece. Sesim zar zor çıkmıştı. "Ulan gebertirim lan seni!!!!" Fırat, Kim Chin'in yüzüne bir yumruk geçirirken Harun, tır şoförü ve kepçeyi kullanan adam araya girdi. Fırat'a güç yetirmekte oldukça zorlanıyorlardı. Kim Chin ise Fırat'a hiçbir şekilde karşılık vermezken kendimi toparlayıp sevdiğim adamın kolunu tuttum. "Fırat, " dedim durması için. " Fırat dur!!!" diyen Harun tam olarak ikisinin arasındaydı. "Çekil lan şuradan!!!! Sikerim lan senin belanı!!!!" "Yalan mı?!!" Fırat öfkeden deliye dönmüş gibi Harun' u sertçe aradan iterken, "gel lan buraya!!! Gel gösteriyim sana yalanı doğruyu!!!!" diye tabiri caizse kükremişti. Hüseyin'in cesedini bulmaya giden Anıl ve Emir geri dönüp Kim Chin'e ikinci bir yumruk daha savuran Fırat'ı tutarken onlardan birkaç adım uzaklaştım. "Komutanım durun!" "Amına korum lan senin!!! " "Fırat dur!!" Noluyordu? Mine niye ölmüştü, üzerimize neden kurşunlar yağmıştı, Kim Chin neden bana böyle davranıyordu? Bu şerefsizler bugün, bu saatte buradan geçeceğimizi nereden biliyordu? İçime bir sıkıntı çökerken birkaç adım gerimde duran Mine'nin cansız bedenine baktım. Emine teyzeye bunu nasıl söyleyecektim? "Bırak lan!!! " Fırat'ın sesiyle ona doğru ilerleyip bulduğum ilk boşluktan Kim Chin'le arasına girdim. Ellerimi göğsüne koyup başımı geriye atarak gözlerine bakmaya çalışırken, "Fırat dur, yapma," dedim. Ateş saçan gözleri yüzümü buldu. Alıp verdiği sert nefesler soğuk havaya karışıp buhar olurken, "lütfen," diye ekledim. Dilini, ne zaman sinirlenip sakinleşmeye çalışsa yaptığı gibi, ağzının içinde gezdirip gözlerini kapatırken başını salladı. Kollarını tutan ellerden kendini kurtarıp gözlerini açarken birkaç adım gerileyip Kim Chin' e baktı. Kim Chin gözlerini kaçırıp, dudağının kenarından ve patlayan kaşından akan kanları silerek minibüse doğru ilerlerken cebimdeki telefonumun zil sesiyle gözlerimi ondan çekip, telefonu cebimden çıkardım. Mine'nin yanına gidip, fark etmeden elimden düşen zarfı yerden alıp, karlı soğuk zemine çökerken Cihan abinin aramasını yanıtladım. "Hazan," diyen sesi endişeliydi. Üzerimdeki kabanı tek kolumdan çıkarıp telefonu diğer elime alırken, "efendim abi?" dedim. "İyi misiniz? Destek gelmek üzere. Yüzbaşı da karargaha haber vermiş zaten. Çıktılar yola." Üstümden çıkardığım kabanı Mine'nin üzerine örtüm. Gözümden süzülen yaşları silerken Fırat'ın hangi ara karargâhı aradığını düşünüyordum. "İyiyiz abi. Desteğe ihtiyaç kalmadı. Geri çekildiler. " Usulca burnumu çekip kendimi yere tamamen bıraktığımda uğultulu bir rüzgar esmişti. Üzerimdeki beyaz gömleğim soğuğu, bacaklarımı saran, askılı, siyah kumaş pantolonum da karın ıslaklığını olduğu gibi tenime geçirirken umursamadım. Ama Fırat yanıma çöküp üniformasının gömleğini çıkarıp omuzlarıma örterken asker yeşili tişörtüyle kaldığında beni umursamıştı. Çöktüğü yerden kalkmadan adımlayarak arkama geçtiğinde beni esen sert rüzgardan korumaya çalışıyordu. Belimi tutup beni doğrulturken, "oturma yere," dedi sert ve emredici sesiyle. Bedeninden yayılan sıcaklığı hissederken belimi tutan elleriyle ayaklarımın üzerine çöktüm. "Ağlıyor musun sen? Noldu?" Yutkundum. "Mine'nin cesedini önümüze attılar. Senin izlememe izin vermediğin CD'nin yeni bir kopyasını verdiler elime. Benim yüzümden biri daha öldü. Sırf o CD'yi bana tekrardan ulaştırmak için kaçırıp öldürmüşler Mine'yi. Ne diyeceğim ben şimdi Emine teyzeye? " Dudaklarımdan firar eden hıçkırıkla gözlerimden yaşlar boşanırken Fırat bana biraz daha yaklaşıp sırtımı göğsüne yasladı. Telefonun diğer ucundan Cihan abinin sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefesi duydum. "CD'yi Kim Chin' e veriyorsun. Ağlamayı kesiyorsun ve yüzbaşıyla birlikte evine dönüyorsun. Emine denilen kadının yanına gitmiyorsun. Yarın tekrar köylere gitmek için yola çıkacaksınız. Duydun mu beni?" Duyuyordum ama anlamıyordum. Cihan abinin ve VASÖ'nün beni son zamanlarda her şeyin dışına itme çabasını kafamda bir yere oturtamıyordum. Tamam, hatalar yapmıştım, yapıyordum ama beni bu şehirdeki bütün ajanların üstüyken mesleğimden uzaklaştırmaları, benimle ilgili olan şeyleri bile benden saklamaları ne kadar doğruydu? Bu CD'ler bana gönderiliyordu ve ben içinde ne olduğunu bir türlü öğrenemiyordum. Noluyordu? Benden neyi saklıyorlardı böyle köşe bucak? "Duymadım." "Hazan bu bir emirdir. Karşı gelemezsin. " Başımı gökyüzüne kaldırdım. Gözlerimin içine düşen kar taneleri gözyaşlarıma karışırken, "neyin emri bu?" dedim. " Bu emrin benim vatanıma milletime bir yararı var mı yoksa bana öldün çık mı diyorsunuz? Eğer öyleyse çıkarım abi." Cihan abiden bir süre ses gelmedi. Ne dediğimi anlamaya çalışıyordu ya da anlamıştı da hazmetmek için uğraş veriyordu. Gayet net konuşmuştum. Beni VASÖ'ye bağlayan pek bir şey yoktu. Mesleğimi icra etmeme izin vermeyeceklerse, beni bir şeylerin dışında tutup, değer verdiğim insanlar ölürken, suçsuz yere içerde olan kardeşim öylece dururken hiçbir şey yapmayacaklarsa, ben yapınca da ceza verip elimi kolumu bağlayacaklarsa silahımı, kimliğimi, üzerime zimmetli olan her şeyi bırakır kendi yoluma bakardım. Ali'den alacağım intikamda bekleyebilirdi. Ya da tamamen vazgeçedebilirdim. Artık beni hayata bağlayan tek şey o intikam değildi. "Ne demek bu?" "Ne anladıysan o. " "Yok, yok ben bir şey anlamadım. Bir anlatsana sen bana." Sinirlenmişti. Sorun değildi, ben de sinirliydim. Durumlar eşitlenmişti. Boştaki elimde tuttuğum zarfı sıkıp gözlerimi kapatıp açtım. "Benden bir şeyler saklıyorsunuz. O CD 'de her ne varsa benimle ilgili bir şey ve sen görmeme izin vermiyorsun. İnsanlar ölüyor...benim yüzümden. Hiçbir şey yapmama müsade etmediğiniz gibi siz de bir şey yapmıyorsunuz. Oğuz bir haftadır içeride. Kurtarsanız şimdiye kadar onlarca kez kurtarmıştınız ama öylece duruyorsunuz. Legal ya da illagel ben azından bir şeyler için çabaladım. Sizinse tek yaptığınız beni cezalandırıp engellemek. Bir yere kadar tamam. Adalet için çabalarken duyduğum gururu sınırdaki çocukara kitap defter dağıtırken de duyarım, mesele bu değil." Cihan abi sertçe solurken araya girdi. "Mesele ne Hazan?! Yine tuttu isyan damarın! Ne mesele?!!" "Mesele benim savcılık diplomasını VASÖ'den almamış olmam. Birçok ajan bunu söyleyemez ama ben söyleyebilirim. Ben VASÖ olmasada savcıyım. Ve eğer bir şeyleri benim için kolaylaştırmak yerine zorlaştıracaksanız yolları ayıralım. " Cihan abi sinirle güldü. "Sen inanıyor musun bu söylediğine? Normal bir savcı olsaydın şimdiye kadar çoktan boylardın kodesi. Sen Türk ceza hukuku maddelerinin neredeyse yarısına karşısın. Sana kalsa adalet sistemi baştan kurulmalı. Her zaman Oğuz'un mahkemesindeki hakim kadar anlayışlı mı olacak sanıyorsun yargıçlar? Sana o diplomayı VASÖ vermedi ama o diploma hâlâ elindeyse bu VASÖ'nün sayesinde. Sen normal bir savcı olamazsın." Tehdit ediyordu beni. Bir yere kadar haklıydı. Ama benim canım yanıyordu. Her seferinde daha savaşmadan yenilmek ağrıma gidiyordu. Kaç kişi ölmüştü ben bu şehre geleli ve kaç kez adalet tam anlamıyla yerini bulmuştu? Biri sayamayacağım kadar çok, diğeri bir elin parmaklarını bile geçmiyordu. " Sorun değil. VASÖ'den ayırılır yine girmem gerekirse girerim hapise. En azından denedim olmadı, derim. Elimden bu geliyordu, derim ama böyle bir şeyler yapabilecek imkanım varken sürekli benim yüzümden birilerinin ölmesini, Oğuz'un bir haftadır cezaevinde suçsuz yere yatmasını kaldıramıyorum. Elim kolum bağlı durmayı, beni ilgilendiren şeylerin benden saklamasını hazmedemiyorum. Babam yüzünden sürekli bana torpil geçilmesini, ajanların yüzüme gülüp arkamdan konuşmasını istemiyorum. Bana şımarık çocuk muamelesi yapılmasından çok sıkıldım. Sürekli beni dizginlemeye, susturmaya çalışmandan yoruldum. Yeter! Tamam mı yeter!" Sesim git gide yükselirken Fırat kollarını belime sarıp saçlarımı öptü. Yanımızda kimse yoktu ve diğerlerinin bizi görmesini arkamızda duran kepçe engelliyordu. "Şşş," diyen Fırat'ın sesiyle burnumu çektim. "Senin sinirlerin bozulmuş Hazan. CD'yi Kim Chin' e verip eve gidip uyu biraz. Müsait bir zamanda yine konuşuruz. Sakın üstleri arayıp VASÖ'den ayrılacağım falan deme. Çözülecek her şey, tamam mı? Telefonu yüzbaşıya ver şimdi. " Gözlerimi bu sefer açmamak üzere kapattım. Dudaklarımdan belli belirsiz, cansız bir tebessüm gelip geçti. Yine susturmaya çalışıyorlardı beni. Görmezden geliniyordum. Kimse ne düşünüp nasıl hissettiğimi tam olarak anlamıyor, beni ciddiye almıyordu. Sinirlerim bozulmuştu, evet. Ama bu uyuyunca geçecek bir şey değildi. Günlerdir evde, Fırat'ın koynunda uyuyordum zaten, ancak hiçbir şey düzelmiyordu, geçmiyordu. Aksine her şey daha kötüye gidiyordu. Tek bir kelime etmeden telefonu kulağımdan çekip Fırat'a verdim. Belliki benimle konuşamayıp onunla konuşabileceği şeyler vardı. Bana söyleyemezdi çünkü ben şu sıralar oyun dışı kalmıştım. Elimdeki zarfla birlikte doğrulup Fırat'ın kolları arasından çıktım. Onu geri de bırakıp minibüse doğru ilerledim. Kim Chin aracın önündeydi. Yanına ulaştığımda yüzüne öylesine bir bakış atıp zarfı ona uzattım. Zarfı elimden alırken o da benimle konuşma taraftarı değildi. Önemi yoktu. Şu sıralar Fırat dışında herkes yüz çeviriyordu bana zaten. Mine'nin yanına gitmek istesemde Fırat'ı telefonda konuşurken rahatsız etmemek için minibüse bindim. Koltuklar arabanın içine dolan karla ıslanmıştı. Sorun etmeden omuzlarımdaki Fırat'ın gömleğine sarılıp başımı cama yasladım. Boğazımda bir yumru hissettim o an. Kalbimdeki mezarlığa yeni bir çukur daha açılırken git gide tükeniyordum sanki. ******* "Fırat, " dedim uykulu bir sesle. Dudakları alnımı bulurken, "Hı?" dedi uykumun dağılmasını istemiyormuşcasına fısıltılıydı sesi. Bir şey söylemeden gözlerimi geri kapattım. Uyandığımda yatak odasındaydım. Üzerimde beyaz yarım atletim ve kısa penye şortum vardı. Çıplak bacaklarımı yatağın serin tarafına atmak için hareketlendiğimde yatakta yalnız olmadığımı gördüm. Fırat sırtını yatak başlığına dayamış, üstü çıplak, altında siyah bir eşofman altı varken yanımda oturuyordu. Çatık kaşları ve alnına dökülen ıslak saçlarıyla nane aromalı şampuanının kokusu burnuma dolarken bütün dikkati elindeki telefondaydı. Ellerimi hareket ettirip, pencereden vuran ışıkla gözlerime mükemmel bir manzara sunan, karın kaslarına dokunmak isterken bir elimle Fırat'ın elini tuttuğumu fark ettim. Yüzümde bir tebessüm oluşurken kocamın elini daha sıkı tuttum. Sonra birden zihnime dolan görüntülerle yüzümdeki tebessüm silindi. Alıp verdiğim nefesler kederli bir hâl alırken gözlerim buğulandı. O an gökyüzünün kararmaya başladığını, günün akşama evrildiğini, bir süredir bu yatakta uyuduğumu anladım. Midem hüzünle kasılırken bakışlarım belli belirsiz bir noktaya sabitlendi. Mine ölmüştü ve ben bunu birkaç saniyeliğine de olsa unutmuştum. Karargahtan bizi almaya gelen askerler Mine ve Hüseyin'in naaşını da almıştı. Kepçe için bir çekici gelmiş, köy okullarındaki çocuklara umut götürmek için çıktığımız yoldan, en azından ben, derin bir umutsuzlukla dönmüştüm. Askeriyenin önünde durduğumuzda Fırat, albayla durumu konuşmuştu. Mine'nin davası Tarık Güngör'de olduğu için bundan sonrası ondaydı. Ben ise Fırat'ın arabasına yine Fırat tarafından bindirilmiştim. Her ne kadar Emine teyzenin yanına gitmek istesemde Fırat Cihan abinin ağzıyla buna izin vermemişti. Yolda aramızda geçen küçük çaplı bit tartışmanın ardından ikimizde sessizliğe gömülmüştük ve ben bir yerden sonra ağlarken uyuya kalmıştım. Aramızda geçen tartışma tüm detaylarıyla, yeni uyandığım için, bulanık olan zihnimde netlik kazanırken elimi Fırat'ın elinden çektim. Yan dönmüş bir şekilde yattığım yerden sırt üstü dönerken boynuma yapışan saçlarımı ittim. Evin içi çok sıcaktı ve ben hafifçe terlemiştim. Fırat'ın bana dönen gözlerini yok sayarak ayağıma giydirilen pembe, üzerinde pandalar olan uzun çoraplarımı, ayaklarımı kendime çekerek çıkardım. Çorapları yatağın içinde bir yere atarken Fırat'a sırtımı döndüm. Gözlerim öylece odanın içinde gezinirken nedensizce sırtım ağrıyordu. Kaşlarım içinde bulunduğum bu müphem hâle gayriihtiyari bir şekilde çatılırken yatağın diğer tarafından bir ses geldi. Sanırım Fırat elindeki telefonu komodinin üzerine koymuştu. Sırtıma yayılan sıcaklıkla bana yaklaştığını hissettim. Gözlerimi kapatıp yüzümü iyice yastığa gömdüm. Konuşmak istemiyordum. Ya da Mine'nin o hali hâlâ gözümün önündeyken, içimdeki suçluluk duygusu göğsümü sıkıştırırken Fırat tarafından öpülüp koklanmak, sevilmek istemiyordum. O da Cihan abi gibiydi. Anlamıyordu, dinlemiyordu beni. Azıcık sesim çıksa hemen susturmaya, boyun eğdirmeye çalışıyordu. Arabada bana nasıl bağırmıştı, "sus Hazan! Bir dur artık!" diye. Niye, çok mu konuşmuştum şimdiye kadar? Başlarına çoraplar mı örmüştüm, birinin kalbini mi kırmıştım, işlerine çomak mı sokmuştum? Hayır. Tüm bunları ben yaşamıştım ama herkes benden bıkıp yorulmuştu. Önüne gelen hıncını benden çıkarıyordu. Fırat son zamanlarda hep gergindi zaten. Hele de bugün o olaydan sonra yanına üç metreden fazla yaklaşınca vücudundan yayılan elektriği hissedebiliyordunuz. Cihan abiyle konuştuğundan beridir de barut gibiydi. Aslında Fırat hep barut gibiydi. Öfkesinden korkuyordum. Yol boyunca Anıl'la Emir yeniden Kim Chin' e dalmasın diye sürekli tetikte beklemişlerdi. Bense her şeye rağmen Kim Chin' e kıyamayıp yüzündeki yaralardan akan kanları silmesi için ıslak mendil vermiştim. Fırat bu yüzden bana kızmıştı. Ama ben Kim Chin'in bu tavırlarının altında başka bir şey olduğunu düşünüyordum. O benimle öyle konuşacak biri değildi. Ya da ben olayın sıcaklığıyla belki de ona karşı yanlış bir üslupta konuşmuştum. Yolda bunu sormak için Kim Chin'le konuşmaya çalıştığımda Fırat delirmişti. Öyleki aracı yolda durdurup Kim Chin'i minibüsten indirmek zorunda kalmışlardı. Emir, Kim Chin'i askeri araca bindirirken bir daha yol boyunca tek kelime etmemiştim. Saçlarımda hissettiğim sıcak dudaklarla yastığa biraz daha gömüldüm. Belime sarılan çelik gibi, güçlü koluyla Fırat beni kendine çekerken ondan uzaklaşmaya çalıştım. "Dokunma bana." Dudaklarını saçlarımdan çekip yüzünü boynuma gömdü. Kokumu solurken nemli saçları tenime değiyordu. "İyi misin?" Sakin ve durgun çıkan kaba sesindeki erkeksi tını yutkunmama neden olmuştu. Dün gece üzerinde sütyenim yokken boynunu emip adem elmasını ısırdığımda çıkardığı erkeksi iniltileri hatırlamıştım o an. Tenime değen çıplak teni de aklımı allak bullak ederken midem kasılmış, göğüs uçlarım bedenimden geçen ürpertiyle kabarırken kadınlığım sızlamıştı. Böyle hissettiğim için kendimden nefret ediyordum. Mine benim yüzümden ölmüştü, Emine teyze kim bilir ne haldeydi, ben onun yanında olmak yerine burada böyle saatlerce uyumuştum ve kocamın koynunda, dokunuşlarından etkilenip ıslanıyordum. Kapalı olan gözlerimi açıp sinirle ona döndüm. Ama o kadar yakınımdaydı ki altında uzanıyormuşum gibi olmuştu. Fırat gözlerini yüzümde gezdirirken yutkundum. Boynundan sarkan künyesi, beyaz yarım atletimden taşan göğüslerime değerken aramızdaki bu yersiz çekim canımı sıkıyordu. Dün geceden sonra böyle olmuştu, ya da olmuştum. Sabahtan beri her bir zerrem Fırat'a dokunup sokulmak için can atıyordu. Gözlerim birden dolmaya başladığında ellerimi sert göğsüne koyup onu üzerimden itmeye çalıştım. "Kalk üstümden." Bir milim bile kımıldamazken onun karşısında kendimi hem ruhen hem de fiziken güçsüz hissediyordum. "Hazan..." diyen sesi sorgulayıcı ve huzursuzdu. Kaşları derince çatılmıştı. Sert yüz hatları gergin, kömür karası gözleri her an öfkeyle alev alev yanmaya hazırdı. Sabrını zorladığım an bana bağırıp çağırmaktan asla çekinmeyecekti. "Ne?!" Sesim yükselirken gözlerinde bir kıvılcım yanıp söndü. Elleri iki yanımdayken onunla yatak arasında kıskaç altındaydım. Yüzü sadece iki üç santim uzağımdaydı. Sıcak ve temiz nefesi yüzümden boynuma vururken bugün böyle olmasaydı bu an dün gece ki gibi yakıcı olabilirdi. Ama şu an aramızda Mine'nin ölüsü vardı. Belki Emine teyzenin ah'ları. Halamın ettiği beddualar, benim bir araya gelmeyen yakam, Fırat'ın Cihan abiyle bir olup benden sakladıkları, Kim Chin'in sözleri, benim onu her an bir özrüyle affetmeye hazır oluşum, parmağımda yüzüğünü taşıdığım kocamın bitip tükenmeyen öfkesi ve birçok şey daha vardı aramızda. Hep bir kasvet, sürekli gri tonlara bürünen bir gökyüzü, derin ve umutsuz bir sükûnet, çıkmaz sokaklar, ters yüz olan insanlar vardı etrafımda. Herkes öyle bir yabancılaşıyordu ki bazen kendimi, şu anda olduğu gibi, yapayalnız hissediyordum. Dün akşam Canan teyze hastanede bana öyle sesini yükseltip kızgın gözlerle baktığında da kendimi yalnız hissetmiştim böyle. Sanki karışmamam gereken şeylere karışmıştım, onların aile meselelerine burnumu sokmuştum da Canan teyze bana hadimi bildirmişti. Yerimi hatırlamıştım. İstanbul'dan gelip Fırat'ın ve ailesinin hayatına çökmüştüm. Fırat için hep bir sorun oluyordum ama dün akşam Bahar'ın bebeği aldırma kararını bilip sakladığım için Harun ve Canan teyzeye de sorun çıkarmıştım. Haklılardı. Ya dün akşam Bahar'ı buraya çağırmasaydım, ya o kelime oyunda çıkmasaydı, ya işler Bahar'ın sakin kalamadığı o raddeye gelmeseydi ne olacaktı? Bugün o bebek ölmüş olacaktı. Ben de buna, Fırat'ın söylediği gibi, göz yummuş olacaktım. Ama ya Bahar? Mesele sadece Harun'la aralarındaki sorun değildi. Fırat yokken uzun uzadıya konuşmuştuk. Bahar daha Elif'e doğru düzgün annelik yapamıyorken ikinci bir çocuk istemiyordu. Mesleğiyle ilgili hayalleri vardı. Yine de eğer Bahar'a tümüyle hak verirsem beni istemediği için düşürmeye çalışan anneme de hak vermem gerekecekti, o yüzden Bahar konuşurken çoğu yerde sessiz kalmıştım. Ama belki annem de haklıydı. Kimse istemediği bir şeye ya da birine, bir ömür mahkum olmamalıydı. Annem bana hep, sen benim esaretimsin, derdi. Ben Ali'den sonrasından bahsettiğini sanırdım ama Bahar'la konuştuğumuz o günden beri düşünüyordum da ben annemin rahmine düştüğüm ilk andan beri onun esaretiydim. Başka bir adamı seviyorken istemeden evlendiği bir adamdan olan ilk çocuğuydum. Ah! Hep unutuyorum. Ali'de sevdiği adamdandı. Ben sevmediği bir adamdan olan tek çocuğuydum. Kafamın içindeki düşünceler beni bu andan soyutlarken Fırat'ın yanağımı öpen dudaklarıyla kendime geldim. Niye beni öptüğünü sorgularken etrafı bulanık gördüğümü fark ettiğimde ağladığımı anladım. Boynumu bulan dudakları değdiği yeri karıncalandırırken hıçkırdım. Nefes verir gibi ama biraz sesli bir hıçkırıktı bu. Yüzümü pencereye doğru çevirdim. Kar yağmıyordu. Rüzgâr durmuştu ama sadece bahçedeki uzun çam ağaçlarının sivri yapraklarının üzerindeki karı görmek, çatıdan sarkan, camdan mızrakları anımsatan buz sarkıklarını izlemek, gri gökyüzündeki yoğun bulutların ardından mavi gökyüzünü görmeye çalışırken bunun imkansız olduğunu bilmek bile içimi üşütüyordu. Mine'nin bu soğuk kış günlerinden birinde; Ecrin gibi, eniştem gibi, İnci gibi, Hacer teyze gibi, Ömer Korhan'ın yaşlı anne babası gibi, Dilan ve bebeği gibi toprağın altına konulacağını bilmekte üşütüyordu içimi. Emine teyzenin bir başına hasta oğluyla kalışı, tutunacak bütün dallarının birer birer kesilişi ruhumda birçok şeyi paramparça ediyordu. Nerede yanlış yapmıştım? Neyi farklı yapsaydım bugün böyle olamazdı? Fırat boynuma son bir öpücük daha kondurup yüzüme baktı. Bense gözlerim hâlâ camdan dışarıda gezinirken ona dönmedim. Bir eli saçlarımı sevmeye başladığında dudakları bu seferde gözümün kenarını bulmuştu ama kirpiklerimi de öpmüştü. " Ağlama," dedi emreder gibi düz bir sesle. Benimle böyle bir ses tonuyla konuşması içimi üşütürken derdinin ne olduğunu düşündüm. Hadi benim ona kızgın olmak için bir sürü sebebim vardı ama onun derdi neydi? Ne derse yapıyordum sonuçta. Yutkunup burnumu çekerken göğsündeki ellerimle onu kendimden itmek için biraz daha baskı uyguladım. Bir işe yaramayacağını biliyordum ama en azından onu bu kadar yakınımda istemediğimi anlamalıydı. "Görmek istemiyorsan git yanımdan. Ben ağlamak istiyorum, " dedim ağlamaklı çıkan tarazlı bir sesle. Sertçe soludu. Sinirlenmişti. Alnını şakağımdan ayırıp yüzü yüzümden birkaç santim uzaklaşırken, "derdin ne senin?" dedi. " sana seni görmek istemiyorum mu dedim? Ağlamana dayanamadığımı biliyorsun. " "Bilmiyorum." "Hazan!" Camdaki gözlerimi ona çevirdim. "Ne?!" "Damarıma basıyorsun!" Alnında ve boynunda beliren damarlara bakılacak olursa gerçekten de öyle yapıyordum. Peki onun bana yaptıkları ne olacaktı? Hadi dün olanlar ve dünden öncekiler neyse ama bugün Cihan abiyle bir olup beni susturup durdurmaya çalışmaları, bana insanların içinde sesini yükseltmesi, Emine teyzenin yanına gitmeme izin vermeyişi ne olacaktı? Benim basılacak bir damarım, kırılacak bir kalbim yok muydu? Bağırıp çağırıyor ama sonra gelip seviyor diye hemen yumuşayan kalbim miydi ona beni böyle üzme hakkını veren? Ondan başka kimsem yok diye mi bu kadar üzerime geliyordu? Öyle ya bir gün evlenip kavga etsek ve ben çıkıp gitmek istesem bu evden benim, annemin evine gidiyorum, diyebileceğim bir evim yoktu. Bir baba ocağım, dönebileceğim bir memleketim yoktu. Uzun bir süredir kendi kendime yetmeyi de unutmuştum. O kadar uzun zamandır susuyordum ki Bahar'a bile içimi dökememiştim o gün. Konuşacak kimsem de yoktu. Fırat ise bana dair her sorunu beni daha fazla sahiplenerek çözmeye çalışıyordu. Geçmişime bile öfke duyarken elinden gelse kaderimi en başından yazacak, her saniyesine de kendi adını kazıyacaktı. Nolacaktı peki böyle? Gözlerimden peş peşe yaşlar süzüldü. " Sen de beni sürekli üzüyorsun, " dedim güçsüz ve fısıltılı çıkan sesimle. O an Fırat'ın gözlerinde bir şeyler yıkılırken yutkunmaya çalışmasıyla adem elması birkaç kez aşağı yukarı hareket etti. Kaşları daha derinden çatılıp yüzü bir anlığına acı çekiyormuş gibi kasılırken kesik bir nefesi içine çekip ciğerlerine ulaşmadan dışarıya verdi. Afalladığını yüzünde beliren her bir çizginin saniyelik bir görünüp kayboluşundan, gözlerindeki siyahlığın cansız bir hâl alışından bile anlamak mümkündü. Bu hâli beni söylediğim sözlerden pişman olmak üzere getirirken ellerimi göğsünden çektim. Ona kıyamıyordum ve belki kollarım bilinçsizce boynuna dolanır dudaklarım tenini bulurdu. Bana bağırıp çağırıp sesimi kestiğinde geriye kalan sessizlikte bize ne olduğunu görmesi gerekiyordu. Bu sefer durum bir öncekiler gibi değildi çünkü. Dilinin ucunu alt dudağının üzerinde gezdirip gözlerini kapattı. Bir iki saniye öylece durup yeniden gözlerime baktığında kara gözleri koca bir boşluktu sanki. "Üzüyorum, " dedi, kelimeyi bir de kendi sesinden duyup iyice anlamak ister gibi. Kaşlarını havalandırıp, "sürekli, " derken bu sözcüğün zaman üzerindeki etkisini ölçmeye çalışıyordu zihni. Sürekli...birçok kez olduğu gibi, devam eden bir olgu... "Evet," dedim, çünkü Fırat bir şey söyleyecek durumda değildi. Gözleri öylece gözlerimin içine içine bakıyordu. Yanlış duymuş olmak istiyordu belki. " Niye şaşırdın ki? Bana sürekli bağırıyorsun, sözünden dışarı çıkmayayım diye emirler yağdırıyorsun, benden bir şeyler saklıyorsun, beni Emine teyzenin yanına göndermiyorsun diye mutlu mu olmalıydım? İnsanların içinde bana ne hakla, kim olarak bağırabilirsin? Ya da ben bundan, ah kocam ya bana ne güzel köpek çekiyor, diye mutlu mu olma..." "HAZAN!!!!!" Fırat'ın bir elini sertçe yatağa vurup bağırmasıyla irkilirken ellerimi göğsümde birleştirdim. Gözlerim reflekse kapanmıştı. Nefesimi tutmuştum. Bedenim baştan aşağı titrerken kalbim çok hızlı atıyordu. Bir süre öylece durdum. Fırat'tan da bir ses gelmemişti. Sadece alıp verdiği sert solukları duyabiliyordum. Vücudundan yayılan sıcaklık yakıcı öfkesinin ateşinin bir yansımasıydı. Yutkunup kirpiklerimi yavaşça araladığımda gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. Göz kapaklarını öyle bir sıkıyordu ki açtığında gözleri kamaşıp ağrıyacaktı. Boynundaki damarlar patlayacak gibiydi. Burun delikleri alıp verdiği sert nefeslerle hafifçe açılıp kapanırken koca vücudunun öfkeden titrediğini gördüm. Sakin olmaya çalışıyordu. Bende. Ama ben korkumu bastırmaya çalışıyordum, o öfkesini. Benim öfkem Fırat'ın öfkesiyle asla yarışamazdı. Göğsümdeki ellerimi Fırat'ın yüzüne koydum. Ellerim titriyordu. Fırat ona dokunuşumla kasıldı. Ters bir tepki vereceğinden korktuğum için gerilmiştim. Başparmaklarımla pürüzlü ve sert tenini sevdim. Sıktığı dişlerini sıkmayı bırakıp yutkundu. Gözlerini aniden açtığında sinirden kirpiklerinin titrediğini gördüm. Alev alev yanan kara gözleri birer kor olup göğsümün tam ortasına düşerken ellerimi yüzünden çektim. Ona ürkek gözlerle bakarken," Fı...Fırat, " dedim. Sonra ne diyeceğimi bilemeyip sustum. Onu sakinleştirmeye mi çalışmalıydım yoksa ona bugüne dair içimde ne var ne yoksa söylemeli miydim? Fırat hızlı ve sert bir tavırla üzerimden kalkıp camın önündeki, dün akşam tekme attığı, koltuğun üzerinden siyah tişörtünü alıp üzerine geçirdi. Ardından dolaba yönelip kapağını sertçe iterek açarken içinden deri ceketini aldı. Komodinin üzerindeki telefonunu da alıp odadan, yüzüme bir kez olsun bakmadan çıkıp gitti. Bir müddet sonra dış kapının çarpılma sesini duydum. Sonra da arabasının motor sesi bahçede yankılanırken evden tamamen gittiğini anladım. Dudaklarımdan bir hıçkırık koptu. Ellerimi yüzüme kapatıp sarsıla sarsıla ağlarken sesim çığlık çığlığa, sınır krizi geçiriyormuş gibi odanın duvarlarına çarpıp yeniden kulaklarıma doluyordu. Midemden göğsüme doğru boğucu bir his kabarıp nefesimi keserken yatakta debelenip durmayı bırakıp zar zor alıp verdiğim derin nefeslerle ayağa kalktım. Sarsak adımlarla ayakta güç bela dururken ellerim saçlarıma gitti. Çıldıracakmış gibi hissediyordum. Başım dönüyordu. Gitmişti. Söylediğim bir kelimeye kızıp beni daha fazla dinlemeye tenezzül bile etmeden gitmişti. Ben ne yapacaktım peki? Beni susturmaya çalışıp beceremeyince de kapıyı çarpıp giden kocamı mı bekleyecektim? Hayır...hayır...hayır! Gözlerimden akan yaşları sertçe silip yatağın etrafından dolaştım. Komodinin çekmecesinden astım spreylerimden birini alırken arabamın anahtarını gördüm. Spreyi ağzıma sıkarken anahtarı aldım. Yatağa çöküp nefeslerimin düzene girmesini bekledim. Gidecektim. Belki önce bir otele sonra da bilet bulabilirsem bir günlüğüne de olsa İstanbul' a. Oradan en son ayrılırken bir daha o şehre gitmeye cesaretim olup olmayacağını sormuştum kendime. Buraya ilk geleceğim gün de bu şehrin bana iyi geleceğini düşünmüştüm ancak bugün bu şehir bana iyi gelmiyordu. Babamın yanına gitmeliydim. Eniştemin mezarını görmeliydim. Ecrin'i sevmeli, Berrak'la dertleşmeliydim. Sol elimdeki yüzüğe gitti gözlerim. Çıkarmakla çıkarmamak arasında gidip geldim. Vazgeçtim sonra. Eninde sonunda, ne kadar uzağa gidersem gideyim Fırat'a geri döneceğimi biliyordum. Şu an kızgın ve kırgındım ona ama tüm bunlar geçecek, ona yine derin bir özlemle geri gelecektim. Bu yüzüğü parmağımdan çıkarıp gidersem bu evden her şey mahvolurdu. Fırat beni bir şekilde affederdi ama gururu kırılırdı. Yapmamalıydım. Derin bir nefes alıp oturduğum yerden kalktım. Üzerimi değiştirip dolabın yanındaki bavulumu aldım. Odada ve banyoda bulunan bütün eşyalarımı topladım. Mutfaktaki masanın üzerinde duran saç tokamı da alırken bir yeri terk ederken her defasında içime çöken o buruklukla bavulumu alıp evden çıktım. Arabanın kapılarını açıp bavulu ve sırt çantamı arka koltuğa koydum. Bahçenin sürgülü demir kapısını açan uzaktan kumandadan bende olmadığı için kapının yanına gidip 2103 olan şifreyi girdim. Şifrenin doğum tarihim olması dudaklarımdan belli belirsiz bir tebessümün gelip geçmesine neden oldu. Kapı açılırken arabaya bindim. Motoru çalıştırıp bahçeden çıktım. En azından sadece bana ait tek bir gün istiyordum. Kimsenin beni görmezden ve duymazdan gelmediği, kendimle baş başa bir 24 saat. Bu yüzden direksiyonu bırakıp kulaklarımdaki, içinde GPS sistemi olan, küpeleri çıkarıp, açık camdan, yolun kenarına attım. VASÖ'nün nerede olduğumu bilmesi demek Fırat'ın beni eliyle koymuş gibi bulması demekti. Cebimdeki telefonu kapatıp içindeki hattı çıkardım. Telefonu yan koltuğa atarken kimse beni aramasın sormasın istiyordum. Direksiyonu tekrar tuttuğumda gözlerim yine parmağımdaki yüzüğü buldu. Kar tanesi şeklinde bir pırlantası olan yüzüğüm beyaz tenimde çok güzel duruyordu. Hayatımdaki her şeyin tıpkı bu yüzük gibi yerli yerinde ve olduğu yerde güzel durmasını çok isterdim. Ama bir türlü olmuyordu. Mutluluk bu kadar uzak bir ihtimal miydi gerçekten? Belki de öyleydi.... 💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦 |
0% |