Yeni Üyelik
69.
Bölüm

69. Bölüm

@yikim2024

*******

Gece yavaş yavaş sabaha dönerken babamın mezarının yanında yerde oturuyordum. Buraya geleli sanırım saatler olmuştu. Soğuk hava iliklerime kadar işlese de halimden memnundum. Bu, ölülerin krallığı olan mezarlık, insanların diktatörlüğüyle yönetilen yaşama nazaran sessiz, sakin, dingin ve huzurluydu. Kendi yaşamımda arayıp bulamadığım ve asla bulamayacağıma inandığım yüzlerce dinleyici vardı burada. Ve benim içimde anlatılmaya değer ya da değmez onlarca mesele. Beni duyuyorlar mı, bilmiyordum. Ama duyduklarını farz etmek iyi geliyordu. İnsanlarla konuşurken duyduklarını biliyordum fakat anladıklarını farz etmek gibi bir sanrıya kapılmak çoğu zaman imkansızdı.

Dün Mine'nin ölüsünün başında gözyaşı dökerken Cihan abiye beni anlar umuduyla söylediklerimin tek bir kelimesinin bile onun tarafından ciddiye alınmaya değer görülmemesi, Fırat'ın her seferinde benim yerime düşünüp tepki göstermesi gibi. Dedemin beni hiç anlamaması, sürekli kendi doğrularını dayatması gibi. Annemin beni duymazdan ve görmezden gelmesi gibi. Ablamın varlığımı reddetmesi gibi. Ali'nin acılarıyla baş edemeyip her şeyi mahvetmesi gibi. Oğuz'un bunca yıl beni hiç tanımamış olması gibi. Ve babamın sevdiği kadından çocuk sahibi olmak isteyip bu isteğine kavuşması fakat o çocuğa gereken ilgiyi ve sevgiyi verip veremeyeceğini asla düşünmemesi gibi.

Yine sert bir rüzgar esti. Yanaklarıma doğru süzülen yaşlar esen rüzgarla dağılıp tenimi üşüttü. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Birkaç kuş havada süzülüp duruyordu. Mezarlıktaki uzun ağaçların dalları gökyüzüne kadar uzanırken hazan vakti dökülen yaprakları yüzünden kuru dallardan ibaret gibi görünüyorlardı. Az ötede birkaç tane Türk bayrağı vardı ve öyle sanıyorum ki şehitlere ait olan mezarların başında tüm ihtişamlarıyla salınıyorlardı.

Antep'te, dedemin zoruyla, yaz tatillerinde gittiğim kuran kurslarında öğrendiğim ve fotografik hafızamın da etkiyle hâlâ anımsadığım birkaç dua mırıldanmıştım az önce kendi kendime. Dualarım bu mezarlıktaki bütün ölü ruhlar içindi.

Dedem Antep'te bizi her yaz kuzenlerimle birlikte kuran kursuna yollardı. Ben çoğu zaman benden istenilen şeylere hayır demeyi beceremeyen biri olduğumdan kabul ederdim ama kuzenlerimin çoğu gitmemek için direnirlerdi. Dedem dindar biriydi ve eğer o yaz çiflikteyse, ki bazı yazlar Şırnak'ta görev yaptığı için gelmez, geldiği zaman da bir süre kalır giderdi, gitmek istemeyen kuzenlerimi zorla gönderirdi. Hatta bazen erkek kuzenlerime sırf kuran kursuna gitmek istemedikleri için şiddet uyguladığını bile görmüştüm.

Küçükken dedemi çok severdim fakat kuzenlerimi dövdüğü o anlarda gözümde bir canavardan pek bir farkı olmazdı. Dedem kız torunlarının başına eşarp bağlayıp bizi kuran kursuna göndermekten büyük bir zevk alırdı. Orada bize çok güzel ve kıymetli şeyler öğretileceğini söylerdi fakat çoğu zaman caminin bahçesinde oyunlar oynardık. Kuran dersleri gördüğümüz zamanlarda da erkekler ve kızlar olarak ayrılırdık. Bir şeyler öğrenip başardığımda orada olmaktan zevk aldığım anlar çok olmuştu. Ama bazen bir yerlerde hep bir eşitsizlik olduğunu hissederdim. Sonra da kendi kendime derdim ki; her zaman ortada olan pastanın en küçük dilimi sana düştüğünden, bir yerde bir eşitsizlik varsa orada adaletsizliğin hep sana yapılıyor oluşundan dolayı sana öyle geliyor Hazan. Ve günün birinde anladım ki bu eşitsizliğin adı "kadın olmak" tı.

Hiç unutmuyorum bir gün oniki yaşıma yeni girdiğim senenin yazında Antep'e gitmiştik. O sene ilk defa regl olmuştum. Oraya gittiğimiz günde regldım. Karnım çok kötü ağrıyordu. Bavullarımızı alıp çiftlikten içeriye girdiğimizde dedem her zaman olduğu gibi bizi büyük bir coşkuyla karşıladı. Ali'yi kucağına alıp öptü. Ama bana her yaz oraya gelişimizde olduğu gibi sıcak davranmamış, öylesine sarılmıştı. Başlarda buna bir anlam verememiştim. Her yaz buraya geldiğimde beni sevip öpen, kucağından indirmeyen dedem bu sene niye böyle davranıyordu, bilmeden yanlış bir şey mi yapmıştım? Sonra bir gün dayanamayıp babaannemle konuşmuştum. Bana benim artık bir kadın olduğumu, büyüdüğümü söylemişti. Dedemin beni eskisi gibi sevip kucağına alması uygun düşmezmiş, erkek kuzenlerimle eskisi gibi samimi olamazmışım ve kapansam iyi olurmuş. Babaanemden bunları ilk duyduğumda kendimi çok kötü hissetmiştim. Birdenbire üzerime yapıştırılan bu cinsel imgeler vücudumdaki değişimlerden nefret etmeme neden olmuştu. Yavaş yavaş ortaya çıkan göğüslerimi saklamak için kambur bir şekilde oturur, büyüyen kalçalarımı gizlemek için üzerime asla olmayan bol kıyafetler giyerdim. Azıcık boynumu gösteren bir tişört giysem dedem başta olmak üzere beş amcamın beşi de kötü kötü bakıp başlarını çevirir sonra da illaki bir halam ya da yengem gelir, Hazan üstüne başına bir dikkkat et kızım, derlerdi. Kız kuzenlerimin çoğu o sene kapanmıştı, çokta güzel olmuşlardı. Ben de onlara özenip kapanmıştım ama İstanbul'a gidene kadar sürmüştü. Bazı kuzenlerim kapanmak istememişlerdi ama onsekiz yaşlarına gelip dedemin iş yaptığı aşiretlerden birileriyle evlenince zorla kapatılmışlardı.

Dedemle aramız ilk o sene açılmıştı. O yaz sadece çiftlikteki Arap atı doğururken dedemle bir yakınlık kurabilmiştim. Çünkü dedem doğan attı bana hediye edecekti. Anne at erken doğurup doğumda ölünce dedemle birlikte küçük tayı yaşatmak için çok uğraşmıştık.

Gece...onu bir daha hiç göremeyeceğim.

Bu aralar zihnimin gerilerinde bir yerlerde hep o yaz dönüp duruyordu. Büyük göğüslerimden belki de o yaz daha oniki yaşımdayken üzerime yapıştırılan, kadınlık, damgası yüzünden hoşlanmıyordum. Fırat bana ne zaman cinsel bir istekle yaklaşsa belki de kendimi, hep o yaz olanlar yüzünden geri çekiyordum. Sadece aradan geçen bir yılda masum bir çocuk olmaktan çıkışım ve bir "kadın" oluşum ruhumda nasıl bir iz bıraktıysa bugün bir kadın olmam gereken yaşlarda bir çocuk gibi davranıyordum. Fırat'la aramızdaki masum sevgi, dedemle aramızda benim var olduğuna inandığım sevgi gibi bir anda yok olur diye korkuyordum.

Ondört yaşımda babamın ölümünden sonra annem tarafından evden kovuluşumun ardından okuduğum lisenin yurduna girene kadar süren iki haftalık bir sürecin üç, dört gününü hastanede geriye kalan zamanlarını da sokaklarda geçirmiştim. Aslında babamın mezarında kalmak istesem de mezarlık bekçisi Rüstem amca, evden kovulduğum ilk gün buraya gelip yağan sombahar yağmurundan dolayı havale geçirdiğimde beni hastaneye götürdüğü için yine aynı şey olmasın diye evime gitmemi söylemişti. Ben de utanıp artık bir evim olmadığını söyleyememiştim. İlk gece bir parkta kalmıştım. Sabaha kadar uyumamış, karnım aç olduğu ve yanımda para da olmadığı için öylece oturmuştum o soğuk ve ıslak bankta. O gün şanslıydım ki başıma gelme ihtimalinden korktuğum hiçbir şey olmamıştı. Ama yine de ağlayıp korkmak için bir sürü sebebim vardı. Ama bir sonraki gece alkolü bir grup tarafından taciz edildiğimde sokağın ürkütücü yüzü karanlığı delip bütün şehrin bana o ana kadar güven veren ışıklarını söndürürken karşıma dikilmişti. Az kalsın o gün, o parkta, o dört ayyaş tarafından tecavüze uğrayacaktım. Bütün bedenimin korkudan titrediğini hatırlıyorum. Ve o korkuya yenilmeyişimi. Bağırsam belki biri duyar, diye düşünürken bile dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırıp tek bir yardım çağrısında bile bulunmadığımı, onlardan bir an olsun acıma ve merhamet beklemediğimi hatırlıyorum. Ortaokulda gittiğim karate ve dövüş sporları kursunda öğrendiklerimle kendimi savunmuştum o gün. Tam gücüm tükenirken de oradan geçen bir adam imdadıma yetişmişti. O geceyi de o adamla birlikte karakolda geçirmiştim.

İlk o gün tanıştım taciz denilen şeyle. Sonra da hayatımın uzun süre nefes almak kadar olağan bir parçası haline gelmişti. Bir babam olmadığını en dehşet verici şekilde ilk idrak ettiğim gün de o gündü. Daha önce de biliyordum ama o gün ilk defa o kadar korkmuştum, ilk defa içimde birine sığınma isteği o kadar ağır basmıştı, ilk defa o gün içim sökülürlercesine ağlamıştım.

Bedenime sarılı olan kollarımı çözüp burnumu sesli bir şekilde çekerken, soğuktan kıpkırmızı olan ellerimin tersiyle yüzümdeki ıslaklığı sildim. Derin bir nefes alıp gri bulutlarla kaplı gökyüzüne baktım. Aldığım nefesi geri verirken bir çam ağacının dalında öten bir güvercin gördüm. Dudaklarımdan belli belirsiz bir tebessüm gelip geçti.

Önüme dönüp sağımda kalan mezar taşına baktım.

Mehmet Türkoğlu

D.T 23/06/1970 Ö.T 21/03/2013

Ruhuna El Fatiha

Ne garip babamın ölüm günü bir gün benim mezar taşıma doğum günüm olarak yazılacaktı. Bu düşüncenin ağırlığıyla bir anlık nefesim kesilirken yutkundum. Sonra da öylesine konuşmaya başladım.

"Baba," derken sesim titredi. Bu mezarlığa gelemediğim zamanlar bu kelimeyi pek sesli söylemiyor oluşumdandı belki. "Bugün buraya gelirken yine tacize uğradım, biliyor musun? Cihan abiler beni hemen bulamasın diye senden kalan arabamı Şırnak'taki havaalanına bırakmıştım. Ordan bir taksiye binip otogara gittim. Otogardan Mardin'e bilet aldım. Üç saatlik bir yolculuğun ardından Mardin'deki otogara geldim. Ne olduysa orada oldu. Bir adam...kalabalığın içinde...dokundu bana. Çok anlık bir şeydi ve ben...sesimi çıkaramadım. Kim olduğunu göremedim. " Duraksadım. Boğazım düğümlenirken küçük bir hıçkırık koptu dudaklarımdan. Bir serçe gelip babamın mezarının ayak ucuna kondu. Birkaç kez o tatlı sesiyle ötüp sağa sola baktı. Küçük gagasıyla babamın mezarının üzerindeki toprağı eşeledi. Ürküp uçup gitmesin diye nefesimi tutup onu izledim. Kanatlarındaki desenler öyle muazzam görünüyordu ki, minik karnı öyle hoş, öyle sevilesi bir kuş olmak istedim. Tek derdim karnımı doyurmak olsun. Sonra vicdansız eli sapan tutan çocuklar geldi aklıma, gökyüzünde eğlence olsun diye patlatılan havai fişekler, kediler, soğuk bir kış günü, giderek kötüleşen doğa ve daha birçok şey. Mırıldandım yavaşça;

" Hayvan olmanın da insan olmaktan pek bir farkı yok aslında. "

Serçe uçup gitti sonra. Ve ben devam ettim konuşmaya.

"Eğer kim olduğunu görebilseydim sessiz kalmazdım baba. Biliyorum kim olduğunu görmemiş olsam da sessiz kalmamalıydım ama...o an bir şey oldu, kitlenip kaldım sanki. O kadar kötü hissettim ki kendimi. Birkaç saniye kalakaldım öylece. Bazı insanlarla çarpıştım. Aklımdan geçen tek şey o an Fırat'ı aramaktı."

Az önce serçenin olduğu yerde gezinen gözlerim mezar taşını buldu yine.

"Fırat mı kim?" dedim sanki babam sormuş gibi. "O benim...kocam," derken babama ilk defa bahsediyordum ondan. Bütün vücudumu bir sıcaklık basarken yanaklarım da kızarmıştı. Babam yaşıyor olsaydı ve ben ona yine böyle, ilk defa Fırat'tan bahsediyor olsaydım nasıl hissederdim, babam nasıl bir tepki verirdi, Fırat'ı sever miydi, birbirleriyle anlaşabilirler miydi, diye düşünmeden edemedim. Ne yazık ki bu soruların cevaplarını hiçbir zaman alamayacağım.

"Evet, baba kocam. Bak bu yüzüğü o aldı bana."

Yüzüğün olduğu elimi mezar taşına doğru uzattım.

"Çok güzel değil mi? Ben çok beğendim."

Elimi kucağıma indirip titreyen çeneme hakim olmak için alt dudağımı dişleyip bir iki saniye sessiz kaldım. Başımı mezar taşına yaslayıp mermerin soğukluğu saçlarımın arasından saç diplerime işlerken kendi yarattığım sessizliği yine kendim bozdum.

"Resmî nikâhımız kıyılmadı henüz. İmam nikahıyla evlendik. İsteme de olmadı. Nasıl olsun ki? Benim...kimsem yok. Neyse. Fırat'ı aramadım ama. Duysa deliye dönerdi. Buraya geldiğimden haberi yok. Ve yine deliye dönmüştür. Biz kavga ettik. Hep ediyoruz. Çoğu benim yüzümden oluyor ama bu sefer o suçlu baba. Senin gibi, beni çok seviyor ama görmüyor, dinlemiyor, anlamıyor. Böyle dedim diye kızma baba. Sen bari kızma çünkü Fırat bana hep kızıyor. Merak etme zarar vermiyor bana. Ama çok sinirli biri. Sanıyor ki beni dünyadaki her türlü kötülükten koruyabilir, bana gelecek bütün zararlarla baş edebilir. Çok güçlü biri ama...öyle işte. Bazen onu senin yerine koyuyorum. Kalbini kırarım, darılır, gönül koyar bana diye ödüm kopuyor ama o benim kalbimi çok kırdı bugün. Askerlerine davrandığı gibi davranıyor bana. Her şeyi net ve sert bir biçimde söylemezse beni eğitemez. O bir yüzbaşı bu arada. Cihan abiye de kızdım, kırıldım."

Gözümden süzülen yaşı buz gibi olan elimin tersiyle silip ellerimi bacaklarımın arasına aldım.

"Az önce bir serçe kondu mezarına. Korkup ürkmesin diye nefesimi tuttum baba. Uçup gitmeyeceğini bilsem avucuma alıp o güzel desenli kanatlarını severdim. Ama insanlar birbirlerine öyle davranmıyor. Merhamet yok, anlamak, hissetmek yok baba. Herkes hıncını benden alıyor. Sanıyorlar ki yapma, etme, öyle hissetme, ağlama, üzülme, unut diye emirler yağdırınca her şey olup bitiyor. Keşke...Keşke öyle olsaydı. Olmuyor ama. Dün bir kız öldü benim yüzümden. Böyle gencecik, dünyalar güzeli bir kız. Kim bilir ne hayalleri vardı. Şimdi hepsi, benim yüzümden onunla birlikte yok olup gitti. Bir dünya daha çıktı yörüngeden. Annesi vardı Emine teyze. Engelli oğluyla bir başına kaldı. Buraya gelmeden önce evinin önüne gittim ama çalamadım kapısını. Perdesi aralık bir camdan gördüm, oğluna sarılmış ağlıyordu. Evde muhtemelen baş sağlığına gelmiş komşuları vardı. Emine teyzenin bir elinde kırmızı bir örme kazak. Benim yüzümden boş kaldı o kazağın içi. Benim yüzümden çöktü o kadının omuzları. Söz vermiştim baba kızını kurtaracağım diye, yapamadım. Ne onu, ne Oğuz' u, ne de o dağlarda, insan kılıklı canavarların ellerinde her gün ruhları katledilen tek bir çocuğu bile kurtaramadım. Ecrin'le eniştem öldü. Annem ben hiç var olmamışım gibi yaşamaya devam ediyor. Ablam işi düşdükçe arıyor. Dedem beni hepten gözden çıkardı. Fırat'la bir türlü olmuyor. Kendimle desen..."

Yanaklarından süzülmeye devam eden yaşlar eşliğinde gözlerimi kapattım. Bir fısıltı gibi şu üç kelime döküldü dudaklarımdan.

"Kendimden nefret ediyorum. "

Sert bir esintiyle araladım gözlerimi. Ellerimi arasına soktuğum bacaklarımı kendime doğru çekip sırtımı biraz yan dönüp babama yasladım. Başımın arkası mezar taşına denk gelirken gözlerimi açıp devam ettim.

"Sana daha önce nefret ettiğim birçok şey söyledim.
Astım hastası olmaktan nefret ediyorum.
Senin evde olmadığın tatil günlerinden nefret ediyorum.
Her masalda olan kötü kalpli cadılardan, üvey annelerden, ölüp giden babalardan nefret ediyorum.
Palyaçolardan nefret ediyorum.
Pembe saç tokalarından nefret ediyorum. "

Burnumu çekip hafifçe güldüm.

"Astım hastası olmaktan sen benimle ilgilenirken nefret etmiyordum. Senin olmadığın tatil günlerinden, senin olmadığın bu dünyadan ne kadar nefret ediyorsam o kadar nefret ediyordum. Masallardaki kötü insanlar gerçekten nefret etmeye değerdi ama gerçek hayattaki kötülerle yarışamazlar. Palyaçolardan nefret etmiyordum baba. Korkuyordum. Pembe saç tokaları...içinde fazla büyüktüm. Sana nefret ettiğimi söylediğim her şeyi burada teker teker açıklayabilirim. Ama kendime olan nefretim bunlardan biri değil. Belki içimde senden geriye kalan küçük Hazan'dan nefret ediyorum. O bütün işleri zorlaştırıyor. Sürekli sevgi istiyor, ilgi manyağı, bencil. Seni benimle oyunlar oynamaya zorlayan, senin bizi hep bir gün götürmeye söz verip bir türlü götürmediğin, o lünaparka okuldaki bütün arkadaşlarım yılbaşında gitmiş, okulda anlatıyorlar, ben de gitmek istiyorum, diye ağlayan oydu işte. Ben senden sonra da hiç lünaparka gitmedim. Sen babalığı bana gece yatmadan önce saçma sapan masallar okumak zannettin. Bir çocuk ne ister ki oyun oynamak, koşulsuzca sevilmek ve lünaparka gitmek dışında? Ben senden ne istedim baba? Hilâl yorgunum, Hilâl sus babacığım, Hilâl odana, Hilâl yeter, Hilâl kes sesini! "

Gözümden akan yaşlar az ötedeki çamlıkları bulanık görmeme neden oluyordu.

" Geçen gün ne düşündüm biliyor musun baba? Neden doğduğumu. Annem seni sevmiyordu, beni düşürmek istediğine göre bir çocuk da istemiyordu, bana bu zamana kadar en ufak bir sevgi beslememesine de bakacak olursak bir hayli isteksizdi senden bir parçası olması konusunda. Peki ben nasıl oldum baba? Aklımda bir ihtimal dönüp duruyor günlerdir. Ama ben yakıştıramıyorum sana. Anneme...evlilik içi...tecavüz etmiş olamazsın değil mi? Nolur olma. Sen bir ölüsün, beni o evde seven tek kişiydin, ben yıllardır bir tek bu mezarlığın başında gerçekten nefes aldım, bir mezar olsan bile yetiyor bana. Senden nefret edemem baba. Bu mezarı da alma elimden, nolur?"

Başımı dizlerime doğru eğip ellerimi yüzüme kapattım.

"Özür dilerim, " dedim ellerimi yüzüme kapattığım için boğuk çıkan sesimle. "Özür dilerim baba." Ellerim kulaklarıma gitti. Avuç içlerimi oraya bastırdım. Gözlerimi kapatıp öylece durdum.

"Annemin seni aldattığını öğrendim dedemden. Ali'nin babası sen değilmişsin. Ama sen onu da ablamı da kendi çocuğun gibi sevdin. Sen çok iyi bir adamdın. Öyle bir şey yapmış olamazsın. "

Ellerimi kulaklarımdan çekip kollarımı bacaklarıma sardım. Çenemi dizlerime dayayıp yerdeki toprak zemini inceledim. Birkaç karınca gördüm. Burada kar yoktu. Şırnak'a nazaran daha ılık bir hava vardı ama kış mevsiminde olduğumuzu unutturmayacak kadar da soğuktu.

"Uzun zamandır günlük tutmuyorum baba. Eskisi kadar kahve içmiyorum artık. İstanbul'da yapıp kaldığım odanın duvarına astığım gemili yapbozdan beri hiç puzzle almadım. En son Tutunamayanlar'ı baştan sona okuyup bir daha da hiç kitap okumadım. Hayli zamandır oturup bir filmi baştan sona izlemedim. Bir kütüphaneye gidip öylece saatlerce hiçbir şey yapmadan sessizce oturmadım. Bir yere yetişme kaygısı olmadan iki adım atıp da yürüyüşe çıkmadım. Savcı olduğumdan beri kuaföre gidip saçlarımın arasına mavili pembeli boyalar attırmadım. Cihan abi, sen savcısın kızım, ağır ol biraz, dedi. Hak verdim ona. Ben bir savcıyım değil mi? Senin gibi."

Yerden bir dal parçası alıp toprağa adımı yazmaya başladım. Karıncaları öldürmemek için gösterdiğim çabayı keşke insanlar da insanlar için gösterebilseydi.

"Tek başıma dışarıda yemek de yemedim Şırnak'a gittiğimden beri. İş çıkışı markete ya da mağazaya uğrayıp hiçbir şey almasam da gezmedim öylesine. Sinemaya da gitmedim. Buradaki arkadaşlarımla da hiç konuşmadım baba. Hani annem benden nefret ettiği için, eğer kaldığım odanın sınırları dışındaysa, eşyalarımı çöpe atardı ya öyle yapıyorum kendime sanki. Kendimi sevmediğim için sevdiğim ne varsa farkına varmadan hayatımdan çıkarıyorum. Sence kendime karşı bu kadar acımasız olabilir miyim? Yüzümde bir anlığına bir tebessüm oluşsa, mutlu olsam, olabildiğimce, hemen o tebessümün hesabını yapıyorum. Sanki beni mutlu eden her şeyden uzaklaşmalıymışım gibi geliyor. Sürekli Fırat'ın beni neden sevdiğini sorgulayıp duruyorum. En ufak bir yanlışımda herkes bir anda benden nefret edecekmiş gibi geliyor ama bir yandan da sürekli yanlış şeyler yapıp duruyorum. Aklım mütemadiyen hep geçmişe takılı. Kendimi ne o geçmişte, ne bugün de, ne de gelecekte bir yere ait hissetmiyorum. Nerede olsam yerim tam olarak orası değil sanki. Her yerde eğrelti duruyorum. Sürekli bir yere yetişmem gerekiyormuş, bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi huzursuz edici bir his var içimde. Ait olmadığım bir yerde duruyormuşum gibi. Bir kitapta okumuştum. Diyordu ki; herkesin yerini bulup oturduğu kalabalık bir sofrada, ayakta kalmış gibi hissediyordum. Daha güzel anlatamam belki sana hissettiğim bu şeyi. Anlıyorsun değil mi baba? "

Elimdeki dal parçasını iki ucundan tutup kırarken başımı geriye attım.

"Nolur anla baba. Ben bile kendimi anlamaktan vazgeçmişken sen bari anla. "

Önüme dönüp elimdeki dal parçalarını daha küçük parçalara ayırırken adımı yazdığım fakat doğru düzgün görünmeyen yeri ayağımla sildim. Kırdığım dal parçalarını yere atıp ellerimdeki tozları birbirine vurarak silkeledim. Avuç içlerimi pantolonuma silip kollarımı üşüyen bedenime sardım.

" Mesleğimden bir aylık bir uzaklaştırma aldım. Herkesin yanlış dediğini doğru kabul edip yaptığım için böyle oldu. Haklılar belki ama benim doğrularımla yanlışlarım hiçbir zaman onlarla aynı olmadı ki. Sahi baba doğru ne? Mesela sokakta iş bulamadığı için çoğu geceyi aç ve soğuktan titreyerek geçiren bir adamla, bir insanı katledip cezaevinde sıcacık çorbasını içen adam arasındaki doğruluk denklemi ne baba? Adil mi sence bu? Bence değil. İçimizde onlarca vatan haini varken Oğuz'un hapiste olması da adil değil. Dünyada etrafına ve insanlığa onlarca zarar verip hâlâ yaşayan çocuklar varken Mine'nin ölmesi de adil değil. Bir insan torpille bir işe girebiliyorken başka bir insanın diplomasıyla o işe giremiyor olması da adil değil. Bir insan sağlıklıyken, gezip tozabiliyorken, kimseye muhtaç değilken bir çocuğun dünyaya engelli bir şekilde gelmesi, acı çeke çeke birkaç yıl yaşayıp sonra da ölmesi, herkes görmezden gelindiği için bir diğerine kızarken, o herkesin yine diğerlerini görmezden gelmesi de adil değil. Tavuğun kanatları varken uçamaması, kör olanın gözü görene çarpması, bir insanın güzel, diğer insanın çirkin olması da adil değil. Herkes yaşarken ölmek de adil değil. Baba dünyada adalet diye bir şey yok. Niye kimseyi buna inandıramıyorum? Adaleti sağlamakla, adaletin var olması arasındaki farkı niye kimse anlamıyor? Beni yerdeki şu karıncayı öldürmekten mahrum eden şey içimdeki merhamet. Peki o karınca şu an biliyor mu yaşamının, hiç farkında olmadığı bir başka varlığın merhametine bağlı olduğunu? Hayır. Peki bu adil mi sence? Savaşlar adil mi? Batıda insanlar paraya para demezken doğuda her gün açlıktan, yoksulluktan, savaştan ölen insanlar olması adil mi? Bir ülkenin insanlarının yaşamının başka bir ülkenin insanlarının elinde olması adil mi? Yerdeki karıncadan tut koca evrene kadar adalet diye bir şey yok. Hiç olmadı. Olmayacak da. Benim ruhumu sıkan bu baba. Kimse yapıp ettiğinden, kırdığı kalpten, yok ettiği umutlardan, döktürdüğü gözyaşlarından, yaktığı candan pişman değil. Ne dedem, ne annem, ne ablam, ne Ali. Bir Fırat, beni üzüyorsun, dediğimde darmadağın oldu. Ben zaten ağzımı açsam pişman oluyorum. Cihan abi bir robot gibi davranıyor. Kessen kanı akmaz, tek bir damla yaş dökmez, asla sarsılmaz gibi. "

Bir süre sustum. Sessizliği dinledim. Tabii İstanbul buna pek izin vermedi. Egzoz kokuları mezarlığın temiz havasına karışırken arabaların motor sesleri doldu kulaklarıma. Sonra zihnimden geçenlerle konuşmaya devam ettim.

"Bu gece yılbaşı. Cihan abinin eşiyle kızının ölüm yıldönümü bugün. "

Sıkıntılı bir nefesi alıp verirken soğuk havaya dağılan nefesimin buhar oluşunu izledim.

" Buraya gelirken aklımda yoktu. Nasıl unuturum? Gitmeden bir orkide alır Leyla ablayla Gamze'nin mezarına götürürüm. Leyla abla çok severdi orkideyi. Cihan abinin bugün kessen kanı akar belki."

Gözlerimi kapatıp başımı arkamdaki mezar taşına yavaşça vurdum. Yine sert bir rüzgar esip bütün bedenimi ürpertirken saçlarım geriye doğru savruldu. Bu soğuk havadan derin bir nefes çektim içime. Geceden beri ağladığımdan gözlerimin içi acıyordu. Dün sabah Fırat'la yaptığımız kahvaltıdan sonra ağzıma tek lokma bir şey koymayışım arada kendini mide bulantısı ve baş ağrısı olarak belli ediyordu.

Bugünü nasıl geçireceğimi bilmiyordum. Akşama kadar burada otursam, sahile gitsem, bir kafeye gidip bir bardak çayla saatleri tüketsem, bir sahafa uğrayıp bir sürü kitap alsam, insanların arasına karışıp ayaklarım ağrıyana kadar yürüsem ya da...

Omzumun üzerinden dönüp babamın mezarına baktım.

"Lünaparka mı gitsem baba?"

Bilemedim. İnsanlar lünaparklara eğlenmek için giderlerdi. Peki benim buna hakkım var mıydı? Mine'nin ölümünün ertesi günü bir dönme dolapta kaygısızca eğlenebilir miydim? Hayır.

"Hayır baba. Eğlenemem. Bir günlüğüne de olsa çocuk olamam. Ben hep başkalarının acısını hissetmeli, yasını tutmalı, herkesi düşünmeliyim. Ama kendimi düşünemem baba. "


Niye bu kadar yorgun ve ruhsuz hissediyordum? Bu hisler neden gelip de kalbimin tam ortasında yer ediniyordu? Neden bir türlü kendime gelemiyordum? İçimdeki bu her şeyden ve herkesten kaçıp kurtulma isteği miydi beni buraya getiren? VASÖ tarafından üzerime zimmetli olan küpeleri evin yanındaki boş araziye atışım, VASÖ'ye bildirmeden şehir değiştirişim, üstelikte bunu ceza altındayken yapışım yeni bir ceza almam için yeterli bir sebepti. Başımı sürekli derde sokmaktan zevk alıyor oluşum bir yana bu sefer tüm bu olanlara Fırat'ın vereceği tepkiyi kestiremiyordum. Evden bavulumu alıp çıkışım, telefonumu kapatışım ve Şırnak'tan İstanbul'a gelişim sanırım bizim için yeni bir kavga sebebiydi.

Yıllarca kalbimdeki boşluğun sebebini kimseden istediğim sevgiyi alamıyor oluşuma bağlamıştım. Ama bugün görüyorum ki mesele tamamıyla bu değil. Eğer öyle olsaydı Fırat'ın bana duyduğu koşulsuz ve sınırsız sevgi içimdeki yaraları çoktan sarmış, kalbimdeki o boşluğu doldurmuş olurdu. Ben sevmeyi bilmeyen biriydim. Aslında bilmem gerekirdi. Ali'yi, annemi, babamı, ablamı, bir zamanlar dedemi, arkadaşlarımı, komşumuz Fatma teyzeyi sevmiştim. Fakat zannımca Fırat'ı sevmek başkaydı. Ona olan sevgimi göstermek için yapmam gereken şeyler herhangi bir insanı severken yapmam gereken şeylerden oldukça farklıydı. 1.5 ay olmuştu daha birlikte olalı. Sonra birçok şey yaşanmıştı. Bir kere ayrılmış, birkaç kez de benim yüzümden ayrılmanın eşiğine gelmiştik. Oturup sakin sakin konuşabilmek ne değerli bir şeydi ki biz Fırat'la bunu hiç başaramıyorduk. Ya benim sessizliğimde boğuluyorduk ya da Fırat'ın öfkesiyle yanıyorduk. Bazen onunla geçirdiğim bazı anlarda içim umutla doluyordu. O anlarda sanıyordum ki bundan sonra her şey çok güzel olacak. Ama olmuyordu. Sorun neydi bizdeki? Ben miydim? Yoksa Fırat' daki gizem mi? Son zamanlarda o kadar çok aklıma takılıyordu ki benden ne sakladığı, ne zaman ona bu konu hakkında sorular sorsam vermediği cevaplar o kadar sıkıyordu ki içimi kendimi ondan geri çekme ihtiyacı duyuyordum. İkimizde bir şeyleri zora sokuyorduk ama günün sonunda hep ben suçlu oluyordum. Göstermeyi bilmediğim sevgim beni bu ilişkide hep daha az seven taraf yapıyordu. Bir gün düzelir miydik, ben bu geçmişe takılma halinden, en ufak bir şeye kırılıp dökülmekten, herkesin susturup bastırmaya çalıştığı şımarık kız olmaktan çıkabilir miydim?

Beni güçlü kılan mesleğimdi. Ben Hazan, Hilal ya da Asena'yken hiçbir halta yaramazdım. Beni ben yapan Cumhuriyet savcısı Hazan Hilâl Türkoğlu olmaktı. Adliyenin kapısından girdiğim, o cübbeyi giydiğim an kimse karşımda duramazdı. Hazan Fırat'a aitti ve kırık dökük, sevilip avutulmayı bekleyen bir kız çocuğuydu. Hilâl, babamla birlikte bu toprağın altına yıllar önce gömülmüştü ve esasen onun kim olduğunu ben bile bilmiyordum. Belki de benim umut dolu yanımdı o. Asena...o bana değil VASÖ'ye aitti. VASÖ'nün dişi kurt köpeği. VASÖ saldır derse saldırır, otur derse oturur, havla derse havlar, sus derse susar, ama ben hiçbir zaman tam anlamıyla bir Asena olmamıştım. Benim kendi doğrularım vardı. VASÖ'ye girerken derdim vatan, millet ya da ajan olmak değildi. Ben VASÖ'ye Ali'yi bulmak için girmiştim ve tüm üstler dahil Cihan abi de bunu biliyordu. Derdim Asena olmak, en iyi ajan seçilmek, rütbe yükseltmek değildi ki hâlâ öyle değil. Benim bu vatana olan sevdam Cumhuriyet savcısı Hazan Hilâl Türkoğlu'na ait. Ne VASÖ ne de Asena umrumda bile değildi. Ve ben hiçbir zaman düşüncelerimi kimseden saklamamıştım. Yine de VASÖ'ye ve davasına önem ve değer verdiğimi inkar edemem. Verdikleri görevleri yaparken duyduğum hazzı yok sayamam. Adelet yerini bulacaksa, suçlular cezasını çekecekse VASÖ olsa da olmasa da bu benim görevimdir. Ama bugün öyle hissediyordum ki VASÖ bir sebepten beni oyun dışı bırakmaya çalışıyordu. Fırat'ın binbaşı Kenan Karadağlı'ya saldırmasının ardından elimdeki bütün yetkim alınmıştı. Cihan abi bir süreliğine dese de bir ay benim için "bir süre" den fazla şey ifade ediyordu. Bu durumda Asena'nın ona verilen cezaya boyun eğmesi, emirlere itaat etmesi beklenirdi. Hazan yıkılırdı ki yıkılmıştı da. Ama Cumhuriyet savcısı Hazan Hilâl Türkoğlu bunu kabul etmezdi ve etmeyecektim de. O küpeleri kulağımdan çıkarıp atışım, VASÖ'ye haber verme zahmetinde bulunmadan şehir değiştirişim kendimce bir baş kaldırıydı. VASÖ olmasa da ben bir savcıydım. Mesleğimi geri alıp gücümü toplamam gerekiyordu. Beni yedekte tutamazlardı, oyundan çıkarılacaksam sahayı tamamen terk ederdim. Ve bu iş böyle devam edecekse yolları ayırmak en doğrusuydu.

"Vazgeçmeyeceğim baba. Her bir uzvum kopana kadar, yeni güne uyanmaya gücüm kalmayana kadar yola devam edeceğim. Hukuk diplomamı alıp üzerimde mezuniyet cübbemle buraya geldiğim günü hatırlıyor musun? O gün bir söz vermiştim sana. Senin gibi asla yenilemeyeceğim, demiştim. Daima senin yolundan gideceğim. Babamın kızı olacağım, demiştim. Sözümü tutacağım. Şu sıralar çok şaştım yolumdan ama düzelteceğim her şeyi. Söz veriyorum. "

İçim yine bir umutla dolmuştu o an. Sanki yeni bir hayata başlıyordum. Yeni bir sayfa açılıyordu ruhumda. Kalemi yeniden kendi ellerime almıştım ve yazmam gerekenleri bana söyleyen kimse yoktu. Bu sayfayı ben dolduracaktım. Biliyordum, bu hayat bana hiçbir zaman, daha iyimser olmak gerekirse en azından uzunca bir süre gülen yüzünü göstermeyecekti. O zaman gözyaşlarımda boğulmak yerine yüzmeyi öğrenmeliydim. Karanlığı tamamen aydınlığa çevremiyorsam en azından bir mum yakmalıydım. Yoksa boğulup yok olan sadece ben olmayacaktım.

Kendime verdiğim bu telkinlerin de bir öncekiler gibi boşa gitmemesini umdum. Ve bugünü kendime hediye etmeye karar verdim. Önce bir kahvaltı yapar, sonra birkaç mağaza gezer Bahar'a, Canan teyzeye, Ayşe teyze ve Zeynep'e, Elif'e hediye alırdım. Bir sahafa uğrar bir sürü kitap alırdım. Lünaparka giderdim. Eğlenmesem bile bir farklılık olurdu işte. Sonuçta somurtkan insanlar lünaparklara giremez, diye bir kural yoktu.

"Hazan!"

Mezarlığın girişinin olduğu taraftan gelen tanıdık sesle o tarafa döndüm. Fırat koca gövdesi ve uzun boyuyla mezarların arasından bana doğru gelirken yalnız değildi. Cihan abi, Bora, Gaye ve Kim Chin'de onu takip ediyordu.

Fırat'ı görünce biraz tedirgin olmuştum. Bana seslenişindeki sertlik ve gergin yüz hatlarına eşlik eden kara gözlerindeki anlamlandıramadığım ifade bir anlığına bocalamama neden olmuştu. Sanki en güzel yerinde yalnızlığım kalabalıklar arasında kaybolmuştu. Onu bulmanın artık bir yolu yoktu çünkü Fırat varsa ben yalnız kalamazdım.

Babamın mezarına tutunup ayağa kalktığımda Cihan abinin de bana karşı Fırat'tan daha ılımlı olmadığını gördüm bal köpüğü rengindeki gözlerinde. Üzerinde yine o jilet gibi ütülü takım elbiselerinden biri, ayağında sivri burunlu parlak ayakkabıları vardı. Gaye omuzlarına kadar uzanan kumral saçları ve elanın maviye çalan bir tonuna sahip olan gözleriyle baştan sona simsiyah giyinmişti. Resmî bir havası vardı fakat göz göze geldiğimizde dudağının kenarında küçük bir tebessüm bir anlığına belirip kayboldu. Bora ise spor tarzıyla umursamaz bir hava içerisindeydi ama istediği an dünyanın en ciddi insanı olabilirdi. Kim Chin ise burada olması gereken son kişiydi dünden sonra ancak yine de gelmişti. Çekik gözleri, ortadan ayırdığı, alnına dökülen kakülleri arasından pek görünmüyordu. Açıkçası o an buraya neden geldiği dışında onunla ya da hisleriyle ilgili hiçbir şeyi merak etmiyordum.

Fırat aramızdaki mesafeleri kapattığında vücudundan yayılan sıcaklık beni ondan iterken gerilememek için kendimi zor tuttum. Ondan korktuğum söylenemezdi ama çekiniyordum. Kendimi az önce, az da olsa toparlamaya başlamışken burada herkesin içinde bana sesini yükseltmesi o an her şeyi mahvedebilirdi. Fakat Fırat kolumu tutup beni kendine çektiğinde bedenime sarılan güçlü kollar aramızda gerçekleşecek kavganın bir süreliğine de olsa ertelendiğini gösteriyordu.

Burnuma dolan kokusu kalp atışlarımı hızlandırırken sıcaklığı iyi gelmişti. Çok özlemiştim onu ama bir süre daha görmesem idâre edebilirdim. Şimdi lünaparka gidemezdim o varken. Babamdan istediğim gibi beni lünaparka görürmesini istesem fazla çocuksu olduğumu düşünür müydü ki?

İki yanımda öylece duran ellerimi beline sardım ama ellerim deri ceketinin altına girmişti. Üşüyen ellerim bu sıcaklığı severken başımı zar zor yetişebildiğim göğsüne koyup gözlerimi kapattım. Saçlarımda gezinen dudakları, kolları arasında kaybolan bedenimi sımsıkı sararken beni içine sokmak isteyen hali, kokumu derin nefesler alarak içine çekişi bir yana kızgın olduğunun farkındaydım. Ve umarım o da bu kısa süreli ayrılığın tek suçlusunun ben olmadığımın farkındadır. Çünkü değilse bu sefer altan almaya hiç niyetim yoktu. Bütün sınırlarım Cihan abi başta olmak üzere, VASÖ, Kim Chin ve Fırat tarafından çiğnenmişken gözümü çoktan kararmıştım.

"Bak baba Fırat geldi."

Fırat saçlarıma peş peşe öpücükler kondurup kendini geri çekti. Başımı göğsünden kaldırıp göz göze gelmemizi sağladım. Kara gözlerinde birçok duygu birbirine girmişti fakat o an benim dikkatimi çeken tek şey hafiften dolmuş olan göz pınarlarıydı. Kaşları acı çekmekle kızmak arası bir yerde çatılmıştı. Kendini sıktığı için ortaya çıkan boynundaki damarlar aynı zamanda içinde bastırdığı öfkenin de bir parçasıydı.

Dolmuş olsa da sert bakan gözleri bir parça derin ve sakin bir ifadeye bürünmüştü. Özlem, kızgınlık, kırgınlık, etkisinden yeni yeni kurtulduğu bir korku hakimdi üzerinde. Ben yoksam Fırat yoktu. Öyle söylemişti bir keresinde ve buraya gelip beni görene kadar azar azar yok olmuştu. Ve öyle sanıyorum bu defa tamamlanana kadar ve birbirimizi tamamiyle affedene dek çok kavga edecektik.

O gözlerde gördüğüm fakat bir türlü anlamlandıramadığım bir ifade daha vardı. En çokta o ifade ürkütüyordu beni. Diğer duygularını görebiliyor, sonuçlarını az çok tahmin edebiliyordum ama o ifade tamamen müphemdi.

Fırat dolu dolu olan gözlerine tezatlık oluşturan sert ifadesiyle gözlerinden bir damla yaş düşmesin diye kendini sıkarken üzerime doğru eğilip alnını alnıma dayadı. Bu hâli, o çok sevdiğim kara gözleri midemin burkulmasına, bir suçluluk duygusunun içime yerleşmesine neden olsa da sessiz kaldım. Beni o evde, öylece bir başıma bırakıp gitmeyecekti. Ben çok ağlamıştım biraz da o ağlasındı.

Yine de dolan gözlerime engel olamayıp bir elimi yanağına koydum. Teni elime nazaran sıcacaktı. Ona dokunuşumla yutkunup gözlerini kapattı ve o an bir damla yaş yanağına doğru süzüldü. Yüzündeki elimle sildiim o bir damla yaşı. Ağlama, demek istedim ama belki Cihan abilerin yanında bunu söylersem gururu kırılırdı. Sonra, özür dilerim, demek istedim ama önce o dilemeliydi. Seni çok seviyorum, desem yeri değildi.

Dudaklarımdan sadece bir fısıltı halinde adı döküldü.

"Fırat."

Belime sarılı olan kollarından birini çözüp usul usul tenini seven yüzündeki elimi avucunun içine aldı. Tuttuğu elimi dudaklarına götürüp avuç içimi öperken gözlerini araladı. Parmağımdaki yüzüğe bakıp elimin üstünü de öptüğünde bu hâli içimi acıttı. Neredeyse olup biten her şey için kendimi haksız görecek ve Fırat'ı haklı çıkartacaktım.

Elinde küçücük kalan elimi ceketinin içine sokup göğsüne koydu. Gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda yorgun görünüyordu. Kömür karası saçlarından alnına dökülen asi tutamlar esen rüzgarda hafifçe hareket ederken Fırat beni iyice kendine çekip alnımı öptü. Bir süre öylece durup bir eliyle saçlarımı severken Cihan abilerden hiç ses gelmiyordu. Mesele ben değildim, Fırat'a zaman veriyorlardı.

O an Fırat sessizliğini bozup, "inat ettin, " dedi. Kaba ve kalın sesi az biraz titriyordu ve serti. " İnat ettin kafayı yedirteceksin bana. "

"Sadece sana olsa iyi. Bize yedirtecek."

Cihan abinin sesi kulaklarıma dolduğunda sinirlenmiştim. Fırat'a da kızmıştım ama şu an önceliğim Cihan abiydi. Kendimi Fırat'ın kollarından kurtarıp karşısına geçtim. Bu halde Fırat ardımda kalmıştı.

Çatılan kaşlarımla gözlerine bakıp bir şeyler söylemek için hazırlanırken Cihan abinin üç yıl önce bugün kaybettiği ailesinin ölüm yıldönümü olduğunu hatırlayışımla sustum. Kendime hakim olamayıp kalbini kıracak bir şey söylersem kendimi affedemezdim. Ama Cihan abi bana kızgın bir ifadeyle bakarken aramızdaki mesafeyi kapatıp, "ne o kızdın mı?" diye alaycı bir tavır takınırken benim gösterdiğim nezaketi onun göstermeyeceği belliydi.

Fırat'ın varlığını arkamda hissederken aramızda bir adım ya var ya yoktu. Beni korumak için hazırda bekliyordu sanki.

Cihan abi sözlerine devam etti.

"Kızamazsın. Senin bana kızmaya hakkın yok Hazan. Öyle çocuk gibi kocana küsüp, VASÖ tarafından sana verilen, üzerine zimmetli GPS' i bir yol kenarına atıp, telefonunu kapatıp, şehir değiştire değiştire, bana ya da herhangi bir üstüne haber vermeden ortadan kaybolamazsın! Senin böyle bir lüksün yok! Böyle sorumsuzca davranıp, özel hayatında her sorun çıktığında çocuk gibi kaçıp saklanamazsın! Geceden beri akla karayı seçtim üstlere Şırnak'ta olmadığını fark ettirmemek için! Ne olsun istiyorsun Hazan?! Zaten yeterince ceza aldın, üstlerin gözünden git gide düşüyorsun! Bilerek mi yapıyorsun?! Eğer VASÖ bu yaptığını öğrenirse ne olur biliyor musun?! Alırlar seni Şırnak'tan! Ankara'dan burnunu dışarıya çıkartamazsın!! Fırat'ı falan da unut!! Duydun mu beni?!!"

Söylediği şeyler bilmediğim ve umrumda olan şeyler değildi. Buraya tüm bunları bilerek gelmiştim. Ama bana sorumsuz biri olduğumu ve çocukça davrandığımı söyleyişi ağrıma gitmişti. Fırat'tan ise ayrılamazdım. Zaten o da bırakmazdı beni.

O sırada ben Cihan abinin gözlerine öylece kilitlenmiş dururken Fırat önüme geçti.

" Orda bir dur. Ben kocasıyım bu kızın. Kime kimi unut diyorsun lan sen?"

Fırat'ın koca bedeni yüzünden ne Cihan abiyi ne de diğerlerini göremiyordum. Birkaç dakika görmesem de olurdu. Çünkü aklımı toparlamalıydım. Tamam, bugün Cihan abi için acılı bir gündü ama böyle suspus durmak, kimse kırılıp üzülmesin diye yine ve yeniden kendimi yok saymak bana hiçbir şey kazandırmayacaktı. Ne söyleyeceğimi baştan planlar, doğru kelimeleri seçip konuşursam her şey daha kolay olurdu, en azından benim için.

Fırat konuşurken sesini yükseltmemişti ama sinirli olduğunu anlamak ve bu durumu kabul etmeyeceğini görmek için buna ihtiyaç da yoktu. Fırat, asker olduğu için olsa gerek, ses tonunu ve sen tonundan çıkarılması gereken anlamı çok iyi ayarlayabiliyordu.

"Bu senin ya da benim karar verip karşı çıkabileceğimiz bir durum değil yüzbaşı. Ayrıca üslubuna dikkat et," diyen Cihan abi şu an karşımızda üstümüz olarak durduğunu sesiyle belli ediyordu.

" Seni bilmem ama Hazan söz konusu olduğunda bir şeylere karar verebilecek olan tek kişi benim. Onu benden almaya kalkarsanız VASÖ ya da kuralları sikimde bile olmaz. Nasıl? Üslubuma yeterince dikkat edebildim mi?"

Cihan abiden bir süre ses gelmedi. Diğerleri de olaya müdahale etme taraftarı değildi. Ama buradaki herkes biliyordu ki Fırat'ın VASÖ'ye gücü yetmezdi. Ortada bir sorun varsa eğer bunu çözebilecek tek kişi bendim. Bu sorunu da ancak VASÖ'den ayrılarak çözebilirdim.

"Sana güvenlik kuralları gereği Ankara'daki VASÖ'nün ana üstünü tam olarak gösteremedim yüzbaşı ama dün yolladığım VASÖ'nün kurallarının, vizyonunun ve misyonunun neler olduğunun yazılı olduğu bildirgeyi okumuş olmalısın. En azından bir kısmını. Karşında VASÖ olarak sadece ben yokum. Otuz milyon civarı ajan ve yüze yakın üst var. Değil aşiretini bu zamana kadar görev yaptığın, tanıdığın, şehit verdiğin tüm askerleri topla yine de VASÖ'nün karşısında duramazsın. Onlara efelenmek bana racon kesmeye benzemez."

Sinirle gülmemek için kendimi tutmaya çalışırken başaramadım. Fırat'ın arkasından çıkıp Cihan abiyle aralarına girdiğim de gözlerim Cihan abinin gözlerini buldu. Gülüşümü yüzümden yok edip," Aslı nerede?" diye sordum. Cihan abi bu soruma anlam veremeyen gözlerle bakarken," ne diyorsun sen ?" dedi sert sayılabilecek bir sesle.

"Bir şey demiyorum. Soru soruyorum. Ve çok basit bir soru. Aslı Kodan nerede?"

Cihan abi gözlerime susmamı söyleyen sesi gibi sert bir ifadeyle bakarken," cevabı biliyorsun, " dedi.

Başımı olumlu anlamda sallayıp, "biliyorum, " dedim. "Ama insan her zaman bilmediği şeylerin cevabını beklemez. Çok büyüksünüz ya siz, çok güçlüsünüz ya o zaman niye bu sorunun cevabı iki aydır aynı?"

"Hazan!" diyen Cihan abinin sesi yüksek ve uyarıcıydı.

"Şşş o sesine dikkat et! Sikmeyeyim belanı!"

Fırat, Cihan abinin üstüne yürürken Cihan abi de karşılık verdi.

"Fazla oluyorsun yüzbaşı!"

"Gel azalt lan o zaman!!!"

Fırat, Cihan abiyle arasındaki mesafeyi kapatırken kolumdan tutup beni arkasına aldı. O sırada Bora araya girip," abi durun. Mezarlıktayız, " derken Fırat'ın arkasından çıkıp, "yeter!" dedim. Sesimin tonunu ayarlayamamıştım. Bu sefer Fırat'ı ben arkama aldım.

Bora yanımızda dururken bütün gözler benim üzerimdeydi.

"Yeter," dedim tekrar, daha sakin bir sesle. Cihan abinin gözlerine sabitledim gözlerimi. "Kimsin sen? Sen kimsin? VASÖ kim? Bana neyi yapıp yapmayacağımı söyleme yetkisini size kim verdi? Sen bana ne hakla çocukça davrandığımı, sorumsuz biri olduğumu söylersin? Bir de ne demiştin? Ha düştüm gözünüzden öyle mi? Ah! Nasıl büyük bir kayıp benim için hayal bile edemezsin! "

"Hazan..."

"Şşş önce bir dinle. Ben sizi çok dinledim. Kusura bakma ama siz beni gözden düşürene kadar ben sizi gözden çıkarmış bulundum. Kızmadın değil mi? "

Bir iki saniye duraksayıp Cihan abinin gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Sesimdeki kızgın ve alaycı tını yerli yerindeyken konuşmayı sürdürdüğümde Cihan abi sessiz kalamayı ve beni dinlemeyi seçmişti.

" Ben buraya kocama küsüp çocuk gibi kaçmak için gelmedim. Öyle bile olsa sen üstümde olsan, sözde abimde olsan buna karışamazsın. Fırat'a haddini bildirene kadar önce sen haddini bil. "

Cihan abinin kaşları söylediğim şeylerle çatılırken benden böyle bir tepki beklemediği açıktı. Afallamış ve bir parça da kırılmış gibi gözükürken, " sözde abin, " diye tekrarladı beni. Sonra da fazla ileri gittiğimi söyledi çok umrumdaymış gibi.

"Sorun değil, " dedim. "Şimdiye kadar fazla geride durdum. Ve sanırım şimdi biraz oksun ileriye gitmeye hakkım olmalı. Sana, sözde abi, dememe kırıldıysan da üzgünüm ama umrumda değil. Çünkü gördüm ki ben kırılınca şımarıklık, çocukluk, sorumsuzluk oluyor. Kimse için bir değeri de olmuyor. Bir karar verdim az önce. Artık ben de umursamayacağım kimseyi. Bugün buraya gelişim de bu yüzdendi. VASÖ'nün kurallarını ve yaptığım şeylerin VASÖ'deki karışılığını bilmiyor olabilir miyim sence? O bahsettiğin 2.500 maddelik kuralları, VASÖ'nün misyonunu ve vizyonunu bildiren bildirgeyi baştan sona ben okudum. Fotografik hafızam sağolsun her bir maddeyi kelimesi kelimesine hatırlıyorum. Peki sen? Göze almak, diye bir şey duydun mu hiç? Hayatında bir kere olsun, sevdiğin biri için bir şeyleri göze aldın mı? "

Almamıştı, biliyordum. Leyla abla ve kızı Gamze o arabanın içinde öldüğünde sırf VASÖ izin vermedi diye olayla ilgilenmemişti. Hiçbir şeye karışmamış öylece, sanki ölen kendi ailesi değilmiş gibi, acı çekmiyormuş gibi işini yapmaya devam etmişti. VASÖ biz halledeceğiz, demiş o da kabullenmişti. Bir kez olsun ağladığını görmemiştim. VASÖ'ye karşı geldiğini, itaatsizlik ettiğini anımsamıyordum.

Gözlerime bakıp sessiz kaldı.

" Almadın değil mi? Sen her zaman kurallara uyan, her şeyi düzene sokan biriydin. Evinde, adliyedeki odanda, VASÖ'deki ofisinde her şey, her zaman yerli yerinde, nizami bir şekilde durur, tek bir eşyan bile o kurduğun düzeni bozmaz. Takım elbisen hep ütülü ve jilet gibidir, ayakkabıların parlak ve boyalı. VASÖ için biçilmiş kaftan bir ajansın. Onlar ne derse yaparsın, bir kez olsun üstlerden kendi yaptığın bir hata yüzünden azar işitmedin. Sana sorun çıkaran hep bendim. Bu dünyada mükemmel, diye bir şey gerçekten varsa sen benim tanıdığım en mükemmel insansın. Ama ben değilim. Senin kadar cesur değilim, güçlü değilim, itaatkar değilim, duygularını yok sayabilen biri değilim. Kısacası senin ve VASÖ'nün benden olmamı istediğiniz insan olamayacak kadar çok eksiğim var benim. Cihan Güney'in yetiştirmiş olamayacağı kadar sorunlu bir ajanım. VASÖ de benim için böyle diyorlar değil mi?"

"Haksız değiller, " diyen Cihan abi haklıydı.

Başımı sallayıp onayladım onu.

"Değiller. Ben hiçbir zaman, hiçbir yerde herkesin sevip taktir ettiği biri olmadım ki zaten. İşin aslı öyle bir gayem de olmadı. Mesele şu; sizin sorun çıkarmak, dediğiniz şeye ben göze almak, diyorum. Sizin kurallara itaat etmek erdemliktir, dediğiniz şeye ben korkaklık diyorum. Sizin çocukluk, sorumsuzluk, dediğiniz şeye ben cesaret diyorum. Sizin adalet dediginiz şeye ben ağıza bir parmak bal çalmak diyorum. Aynı resme bakıp farklı şeyler görüyoruz. Ortada sorun aramak yanlış. Asıl olan herkesin birbirine saygı duyması ama sizin kural dediğiniz şeye ben yasak diyorum. Çünkü hiçbir halta yaramıyor kurallarınız elimizi kolumuzu bağlamak dışında. Aslı şerefsizlerin elindeı esir kaç aydır, Oğuz bir haftadır suçsuz yere hapiste, Mine öldü, hadi o benim suçum, diğer çocuklar hâlâ dağlarda. Ben demiyorum ki yaptığım her şey doğruydu. Ama çabaladım. Hata yapmadım, göze aldım. Şimdi diyeceksin madem göze aldın o zaman neden aldığın cezalardan rahatsızsın?"

Sözümü kesip," tam da onu soracaktım," dedi buz gibi bir sesle.

" Hatayı orada yaptım işte. Size güvendim. Ben saha dışı kalsam da VASÖ kardeşimi de Mine'yi de kurtarır, dedim. Hâlbuki daha Aslı'yı kurtarmaktan aciz bir örgüt oluşunuz ve hâlâ gücünüzle övünüşünüz gerçekten taktire şayan. "

Cihan abi katı ve sert bir yüz ifadesiyle yüzüme bakıp dişlerini sıkarak, "Aslı meselesi seni ilgilendirmez, " dedi tükürür gibi. "Her zaman arkanı toplayacağımızdan bu kadar emin olma hakkını kim verdi sana? Hadi Oğuz tamam, ama Mine konusunu Hüseyin' i kaçırıp suçlu olduğunu bile bile kendi çıkarların için kullanmadan, o kıza ve annesine o kadar yakın olmadan önce düşünecektin. Güçlü bir örgüt olabiliriz ama bizim de bazı sınırlarımız var. Senin de iyi bilip ama bir türlü algılayamadığın sınırlar. Bence bu konuşmayı burada bitirelim. Belli ki sen iyi değilsin. "

Son sözleriyle hafifçe güldüm. Başta söyledikleri biraz ağrıma gitse de sorun yoktu. VASÖ de kalsam da gitsem de Cihan abiyi hayatımdan çıkarmak konusunda kararlıydım. Kötü biri olduğu için ya da söyledikleri için değil, bana iyi gelmiyordu. Ben de ona sürekli sorun çıkarıyordum. İkimiz için de böylesi daha iyi olacaktı.

Gülüşüm yüzümde solarken,"deli mi oldum şimdi de?" dedim. Duraksayıp dolan gözlerimden nefret ederken başımı babamın mezarına çevirip biraz güç almak için gözlerimi isminde gezdirdim. O an Fırat elimi tuttu. Bana biraz daha yaklaşıp sırtımı gövdesine yaslamamı sağlarken sessizliğini korusa da kasılıp duran bedeni öfkesini hissetmemi sağlıyordu.

Gözlerim yeniden Cihan abiyi buldu. Bana olan bakışlarında bir şeyler değişse de hâlâ ketum ve sert bir ifadesi vardı. Bir an keşke tüm bunları ardımda bırakıp gidebilsem diye düşündüm. Kalbimde artık kırılacak tek bir yer bile kalmamıştı. Sanki bütün dünya benden nefret ediyordu da ben hâlâ yüzsüz gibi yaşamaya devam ediyordum. Ömrüm boyunca ne çok istenmediğim yerde kalmıştım. Önce annemin karnı, sonra o ev, Antep'teki çiftlikte benden nefret eden kuzenlerim, yurtta kaldığım o da, VASÖ'deki ajanlar, şimdi de Cihan abinin bu tavırları. Beni bu dünyada gerçekten sevip isteyen tek kişi Fırat'tı. Keşke bütün hayatımı sadece onu düşünüp severek, onun koynunda geçirebilseydim. Küçük bir kafem olsaydı mesela. Tatlılar yapıp bütün günümü kahve kokuları arasında geçirseydim. Artık tüm bunlar için çok geç.

" İyi değilim bu doğru, " dedim sakince. "Ama aklım yerinde. Öte yandan beni neyin ilgilendirip ilgilendirmeyeceğine karar verecek kişi benim, sen değil. Aslı benim için değerli biri. Sınırlarınıza gelince meselenin onlar olmadığı çok belli. Bana daha çok bir şeyleri elinize yüzünüze bulastırmışsınız da işin içinden çıkamıyormuşsunuz gibi geldi."

"Senin gibi mi Hazan?"

Omuzlarımı yukarı aşağı hareket ettirip, "belki de," dedim. Bir şeyleri elime yüzüme bulaştırdığım doğruydu ve inkar etmenin bana bir faydası olmayacaktı. " Hüseyin meselesine gelecek olursak da ben size göre " kendi çıkarlarım için kullandığım" o adamla savcı Hakan Çınar'la binbaşı Kenan Karadağlı artı bir ton TKÖ'ye ait evrak ve harita çıkardım ortaya. TKÖ hakkında sizin bir yıl boyunca bulduğunuzdan daha fazlasını buldum iki ayda ve kimse karşıma geçip tüm bunları VASÖ'nün verdiği imkanlarla yaptığımı söyleyemez. Sadece ipin ucunu verdiniz elime, gerisini ben getirdim. Vatanıma hizmet etmek için elimi taşın altına koymaktan, kuralları çiğnemekten ve bir şeyleri göze almaktan asla gocunmadım ve bunun için sizden hiçbir karşılık beklemedim. VASÖ'den tek kuruş para almadım. Annemin borcunu ödeyip beni tefecilerin elinden kurtardığında da o yüz bini sana kuruşu kuruşuna ödedim. Sen kabul etmemiştin ama ben yine de bazı illagel yöntemlerle sen fark etmeden hesabına yatırdım o parayı. "

Cihan abi hafif şaşkın bir şekilde gözlerime bakarken bu konuşmanın nereye gittiğini merak ediyor gibiydi. Yavaş yavaş sona yaklaşıyorduk. Bu son birçok şey için geçerliydi.

"Ne gerek vardı buna? Aramızda para bir mesele miydi Hazan?"

"Olacaktı. Ben çocukluğumdan beri insanların yaptıkları iyilikleri başıma kakmalarıyla savaşıyorum. Kimse karşılık beklemeden iyilik yapmaz. O borcu sana bir şekilde ödedim, ama keşke bir yolu olsaydı da beni o tecavüzden kurtarışının da karşılığını verebilsem sana. Ama bir yolu yok. Sadece teşekkür edebilirim."

Dolan gözlerimden bir damla yaş süzülürken Cihan abi bana doğru bir adım atıp, "Hazan, " dedi. Bense onunla eş zamanlı olarak bir adım gerilediğimde Fırat da gerilemiş ve bana alan açmıştı.

"Yok, uzak dur," dedim bir elimi havaya kaldırarak. Sonra elim, Cihan abinin olduğu yerde hareketsiz kalışıyla aşağı indi. " Bana dokunan tek iyiliğin oydu. Bir de beni ölümden kurtarışın var ama onun için sana teşekkür etmeyeceğim. Minnet de duymayacağım. Zaten hiçbir şey tesadüf değildi. Beni babamın öldüğü günden beri takip ettiğini söylemiştin. Bu da demek oluyor ki annemin beni evden kovuşundan sonra başıma gelen her şeyden haberin var. Hem senin hem de VASÖ'nün. Niye yaşadığım onca şeye sessiz kalıp tam bıçak kemiğe dayandığı an beni kurtardığınızı anlayabiliyorum. Bir tür fiziksel ve psikolojik eğitimdi her şey. Sürünmeli ama ölmemeliydim, öyle değil mi? "

Derin bir nefes alıp verirken bir anlığına sessizleşip o günleri düşündüm.

"Hazan sonra konuşalım. Yeri değil şimdi."

Başımı belli belirsiz olumsuzca sallarken, "yeri, " dedim. " Çünkü şimdi yeri olmazsa bir daha hiç olmayacak. "

"Ne demek bu?" diye soran Cihan abi gerilmişti. Sorusunu es geçip konuşmayı sürdürdüm.

" Babam öldüğünde ondört yaşındaydım ben. Daha yeni girmiştim, onüç bile sayılırdım. Çocuktum daha. O ondört yıl boyunca ne yaşadığımı bilmiyordunuz, babam öldükten sonra o evin içinde ne yaşadığımdan haberiniz yoktu. Benim bir eğitime tabi tutulacak bir psikolojim bile yoktu o aralar. Lisede dört yıl boyunca, bir devlet hastanesinde beni her seferinde doğru düzgün dinlemeden elime bir antidepresan tutuşturan bir psikiyatrla görüşüp durdum. Üniversite de para kazanmak için iş iş gezmekten nefes almaya bile vaktim yoktu. Sonra Ali'nin terörist olduğunu öğrendim. İstanbul'a döndüm. Yine iş iş gezip durdum ama bu sefer annem de vardı. Beni sürekli Ali'nin terörist oluşundan, babamın ölümünden, hayatını mahvedişimden dolayı suçlayan bir annem. Her gün para isteyen, alkol içen, bana bağırıp çağırıp, ölmem için dualar eden bir annem. Sonra intihar ettiğim o gün sen çıktın karşıma. Bana VASÖ' den bahsettin ve ben de sırf Ali'den intikam alıp onunla yüzleşmek için bana sunduğun teklifi kabul ettim. Beni pskolojik eğitimlere soktunuz. Bir yandan psikolojik destek falan. Yine antidepresanlar aldım. Okula git, işe git, psikolojik ve fiziksel eğitim al, antidepresan kullan, annenle savaş. Günün sonunda bana yaptığınız tek şey antidepresanlarla beynimi uyuşturup psikolojik eğitimle duygularımı bastırmak oldu. Önce darmadağın olmasına göz yumduğunuz psikolojimin sonra oturup bir güzel içinden geçtiniz. Bir VASÖ ajanı olduğu için duygudan ve anlayıştan yoksun bir psikolog, onunla ortak çalışan kendi aklından bile şüphe edilesi bir psikiyatris ve şimdi de karşıma geçmiş bana dalga geçer gibi, sen iyi değilsin, diyorsun. Değilim. Sen de iyi değilsin, Kim Chin de iyi değil, Gaye, Bora, Aslı ve diğer bütün ajanlar, o sözde psikologlar da dahil. Çünkü verdiğiniz eğitimlerin amacı duyguları öldürüp hisleri yok etmek. Her şey mantığa uygun ve duygusallıktan uzak olmalı. O kadar hissiz olmalısın ki sırf VASÖ istedi diye kendi ailenin intikamını başka ajanların ellerine bırakabilesin. O kadar duygusuz olmalısın ki VASÖ istedi diye sevdiğin kadından ya da adamdan vazgeçebilesin. O kadar duygusuz olmalısın ki acı çekmek yok, sevmek yok, yıkılmak yok, düşmek yok, yorulmak yok. Oysa ne işe yarar duyguları ve hisleri olmayan bir insan? Sen ne işe yararsın abi? "

Bir müddet göz göze durduk öylece. Sonra ben yine devam ettim çünkü bir an önce lünaparka gitmek istiyordum.

" Aslında belki de ben VASÖ'nün ajanlar üzerinde oluşturduğu duygusal yıkımlar hakkında iyi bir örnek olmayabilirim. Bugünkü halim için tamamen seni ya da VASÖ'yü suçlamam doğru da olmaz. Ben ne bir savcı olmak için ne de bir VASÖ ajanı olmak için doğru kişi değildim. Savcı oldum çünkü beni babama bağlayacak bir şeye ihtiyacım vardı. VASÖ'ye girdim çünkü beni hayata bağlayacak bir amaca ihtiyacım vardı. Sizin VASÖ'de yaptığınız duyguları yok sayıp görmezden gelme politikasını ben zaten çocukluğumdan beridir kendime uyguluyordum. O ruhsuz ruh doktorlarının yaklaşımı da işime geliyordu hatta. Ama Şırnak'a gidip o eğitimler kesilince, antidepresanları da henüz bir yıl önce bırakmıştım, işler kafamın içinde sarpa sarmaya başladı. Ve benim bugün tüm bunlardan kurtulmak için ne antidepresanlara ne de o doktorlara ihtiyacım var. Benim ihtiyacım olan dört şey var sadece. Mesleğim, Oğuz'un hapisten çıkması, birilerinin beni görüp duyması ve Fırat. Gördüğünüz gibi VASÖ bu dört şey içinde yok. Buradan Ankara'ya bir uçak bileti alıp ana üste uğrayacağım ve VASÖ hayatımdan çıkacak. Sen de. "

Allak bullak olan kafamın içinde bazen konudan saparak bazen de tam olarak doğru kelimeleri bulamayarak kurduğum bu cümleler umarım hislerimi yeterince anlatabilmemi sağlamıştır, diye düşünürken Cihan abi sinirlendiğini belli eden histerik bir gülüşle üzerime doğru geldi. Kolumu sertçe tuttuğunda bir anlığına karşımdaki kişinin Cihan abi olduğundan şüphe duydum. Kolumu tutan eli canımı yaksa da gözlerimi gözlerinden ayırmadan öylece durdum.

"Böyle bir şeyi yapamazsın, " derken sesi oldukça baskındı. "Ankara'ya falan gidemezsin! Fırat'la birlikte Şırnak'a dönüyorsun! Hemen! Bugün!"

Ağzımı açıp bir şeyler söylemek için hazırlanırken Fırat Cihan abiyle aramıza girip kolumdaki elini tutup sökercesine itti. Ardından tek bir kelime bile etmeden beni elimden tutup mezarlığın çıkışının olduğu yöne doğru götürürken Bora önümüze geçip, "Hazan bir kez daha düşün. Çok fevri davranıyorsun, " dedi. Gaye de onu benzer sözler söyleyerek onaylarken Kim Chin sessizdi.

Onlara düşünülecek bir şeyin olmadığını ve kararımı çoktan verdiğimi söyledim. VASÖ devletin üstünde bir güç değildi. Sadece devletten daha güçlü bir maşaydı. Ezbere bildiğim hukuk kurallarıyla hemen hemen aynı yasalara sahipti. Elinizde bir güç varsa ve bu gücü doğru yönetemiyorsanız gücünüzün hiçbir anlamı olmazdı. VASÖ'nün gücünün artık benim için bir anlamı yoktu. VASÖ. Vatan ve Adalet Savunma Örgütü. Ortada savunulacak bir adalet yoktu.

Fırat'la birlikte mezarlıktan çıktığımızda kaldırımda durduk. Kaldırımın önünde duran siyah bir jip vardı ve Fırat cebinden çıkardığı anahtarla aracın kilidini açıp beni şoför koltuğunun yanındaki yolcu koltuğuna oturttu. Yerden ne zaman aldığını bilmediğim ve tamamen aklımdan çıkmış olan sırt çantamı kucağıma koydu. Kapıyı kapatıp direksiyona geçtiğinde ise başını arkaya atıp kahverengi deri koltuğun başlığına yasladı. O an direksiyonu tutan ellerinin üzerindeki yaraları gördüm.

Kaşlarım çatılırken öne doğru atılıp ellerinden birini avuçlarımın arasına alıp telaşlı bir sesle, "Fırat ellerine ne oldu?" diye sordum. Bir şey söylemeden elini sertçe ellerimden çekerek sorduğum soruyla sinirlenmiş bir şekilde motoru çalıştırıp yola koyuldu.

Gözlerim gergin ve sert yüz hatlarında, ateş saçan gözlerinde, sinirle birbine bastırdığı dudaklarında, dişlerini sıkarak oynattığı çene kaslarında ve alnının ortasında nabız gibi atan yeşilimsi damarda gezinirken alıp verdiği sert nefeslerle yükselip alçalan göğsüne kaydı. Üzerinde hâlâ dün evden çıkıp giderken giydiği kıyafetleri vardı. Ķalın ve adaleli bacaklarını saran siyah eşofman altı, siyah tişörtü ve siyah deri ceketiyle uyum içinde olan esmere çalan buğday teni ve kömür karası saçlarıyla çok yakışıklıydı. O an içimden kucağına oturup dudaklarını öpmek gelirken alt dudağımı ısırdım. Şu an odak noktam ellerinin üzerindeki yaralardı ya da olmalıydı.

"Ellerine ne olduğunu söylemeyecek misin?" diye sordum usulca.

Fırat aracı mezarlığın olduğu caddeden çıkartıp trafiğe karışırken bir süre sonra kırmızı ışıkta durduk. Konuşmamakta ısrar ederken bir kolunu cama yaslayıp başını da eline dayadı. Beni duymazdan geldiği gibi görmezden de geliyordu. Çatılan kaşlarıyla iyice kararan gözlerine, gri bulutların arasından kendine yol bulup arabanın içine düşen güneş ışınları vuruyordu. Uzun ve kıvrıml kirpiklerinin gölgesi gözlerinin altına düşerken sinirlenmeye başlamıştım.

"Böyle yapacaksan indir beni bir yerde."

Kırmızıdan sarıya dönen ışıkla kolunu camdan çekip, bazı araçlar yeşili beklemeden yavaş yavaş hareket etmeye başlarken öfkesi git gide artıyordu fakat aksi gibi konuşmuyordu. Işık yeşile döndüğünde ise bir süre otoyolda ilerleyip ilk karışımıza çıkan kavşaktan döndü. Arabayı o kadar hızlı ve sinirli bir şekilde kullanıyordu ki midem ara ara ağzıma geliyordu. Kemerimi takmadığım için oturduğum koltukta sağa sola savrulup dururken en sonunda sahil şeridine girip yoldan çıktıktan sonra arabayı durdurdu.

Sahile gelmiştik. Uzun zaman sonra ilk defa deniz görüşüm bir yana içimde az önce olanlardan sonra iyi sayılabilecek hiçbir şey yoktu. Yine de martılar uçuşurken dalgalı denizin üzerinde küçücük de olsa bir umudum olduğunu biliyordum. Beni bu zamanlara getiren biraz da o umut değil miydi zaten?

Fırat'ı umursamadan araban indim. Denize doğru ilerleyip bir bankın yanında adımlarımı durdurdum. Daha fazla ileriye gidemeyeceğimi biliyordum. İntihar ettiğim günden sonra denize ne zaman bundan fazla yaklaşsam dizlerim titrer, nefesim kesilirdi. Dalgaların sesi ve martıların ötüşleri kulaklarıma dolarken banka oturdum. Bank kuruydu. Belli ki buralara yakın bir zamanda kar ya da yağmur düşmemişti. Az ötede sabah koşusu yapan bir iki kişi gördüm. Simit, poğaça ve açma satan bir abi vardı. Denizde usul usul ilerleyen bir gemi. Buralar yine bildiğim gibiydi. Ama ben eskisi gibi değildim.

O sırada Fırat gelmişti. Karşımda durduğunda o kadar uzundu ki gözlerine bakabilmek için verdiğim çaba, biraz da açlıktan olsa gerek, başımı döndürmüştü. Bana kızgın gözlerle bakarken," Sana arabadan in, dedim mi? " dedi sert bir sesle.

Bir şey söylemeden gözlerine baktım.

"Arabaya geç, " dediğindeyse emredici sesi hoşuma gitmemişti.

Kaşlarımı çatıp dudaklarımı büzerken, "istemiyorum, " dedim inatla. Bir elimi de Fırat'ın koluna koyup önümden itmeye çalışırken, "çekil önümden. Manzaramı kapatıyorsun, " diye de eklemiştim.

Tabii ki milim kıpırdamadan öylece olduğu yerde durup gözlerini yüzümde gezdirdi. Elleri erkeksi bir şekilde belinin iki yanını bulurken, "Bir kere de bir şeye itiraz etmeden tamam desen olmuyor dimi?" dediğinde benden şikayetçi gibiydi. Aslında her bakımdan olmasını beklediğimden daha az sinirliydi. Ya da öyle görünüyordu.

Bu sorusuna karşılık söyleyecek çok şeyim vardı. Mesela ona o kadar çok, tamam, demiştim ki yine bu ilişkideki uyumsuz taraf oluşum niyeydi? Ne yaparsam yapayım Fırat'ın beni gördüğünden ya da görmek istediğinden fazlası olamıyordum. Beni seviyordu, yanında istiyordu ki sevip istemese neden bugün buraya kadar gelsindi, ama bir şeyler bir türlü olmuyordu. Ya da ben yine tek bir soru cümlesinden onlarca şey çıkarıyordum. Sonuçta insanlar her zaman söyledikleri şeyin önünü arkasını düşünerek, sebep sonuç ilişkisi kurarak veyahutta bir felsefeci, bir edebiyatçı gibi tek bir cümleye yüzlerce anlam sığdırmaya çalışarak konuşmazlardı. Bazen sadece söylenileni duymak gerekirdi. Ben de öyle yapmalıydım.

Kollarımı göğsümde kavuşturup geriye doğru yaslanırken gözlerinin içine bakıp, "olmuyor, " dedim.

Fırat gözleriyle yüzümün her bir zerresini talan ederken dilini damağında gezdirip, "çok şımardın sen," dedi. "Ben çok şımarttım seni. "

Bu doğru değildi. Ama nedense ağzımı açıp itiraz edememiştim. Çünkü çok seviyordu beni. Ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim affediyor, rahat edeyim dile elinden geleni yapıyordu. Üşürüm, hasta olurum, canım yanar, bir yerime bir şey olur, diye üzerime titriyordu. Fırat'a dışarıdan bakan biri kaba saba bir adam ve ataerkilliğin vücut bulmuş hali olduğunu, attığı her adımdan etrafa testosteron salgılandığını düşünürdü. Açıkçası tüm bunlar yanlış da değildi. Ama beni severken, beraber yemek yaparken, etrafı toplarken, asla tam bir sevişmeye dönüşmeyen ön sevişmelerimizde o kadar göründüğünün dışında biri oluyordu ki içim eriyordu ona. Belki de beni şımarttığı doğruydu ama ben buraya şımardığım için gelmemiştim ki. Niye kimse ne kadar bunaldığımı, nefes alamadığımı görmüyordu?

"Ben de hiç kendimi anlatamamışım sana," dedim kırgın ve kızgın bir sesle.

Fırat'ın halihazırda çatık olan kaşları daha derinde çatılırken,"ciddi misin sen?" dedi.

"Gayet," derken aslında söylediğim şeyden pek emin değildim. Açıkçası Fırat beni şimdiye kadar gerçekten anlayan tek kişiydi. Çok fazla konuşmuyorduk ama bakışları çoğu zaman içime işliyordu.

Sert bir nefesi alıp verirken ellerini belinden çekip yüzünü sıvazladı. Olduğu yerde yan dönüp ellerini yeniden beline indirirken gözlerini etrafta gezdirip yutkundu. Sonra tekrardan gözlerime baktığında, "kalk şurdan, arabaya bin. Dünden beri hiçbir şey yemedin. Kahvaltıya götüreyim seni," dedi.

Yine beni düşünüyordu ve o böyle yaptıkça ben kendimi kötü hissediyordum. Gözlerimi yüzünden çekip bileğimdeki saate baktım. Saat 06.44'ü gösteriyordu. Sabaha karşı üçten beri bu şehirdeyim. Mardin'de zar zor bulduğum uçak bileti gece yarısına olmasaydı ve uçak yarım saatlik bir rötar yapmasaydı daha erken gelebilirdim ama böyle olmuştu.

Fırat'a dönüp, " bu saatte açık bir yer yoktur ki," dedim.

Elimi tutup, "açtırırız, kalk," dedi.

Nasıl yani? Burada da mı tanıdıkları vardı?

Elimi elinden çekip, " istemiyorum, " dedim. Acıkmıştım ama önce konuşmak istiyordum.

Fırat bıkkınca bir nefesi alıp verirken elimi tutmak için eğildiği üzerimden doğrulup, " ne istiyorsun peki Hazan?" diye sordu. Gözlerime kızgın bir ifadeyle bakıyordu. Oturduğum yerden kalkıp bankın üzerine çıktım. Bu halde bile sadece boynunun altına kadar geliyordum. Ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi yüzüme bakarken, "önce sana sarılmak istiyorum, " dedim.

Gözlerindeki sert ifade biraz olsun yumuşarken bana doğru yaklaşıp ona sarılabilmem için uygun bir mesafede dururken,"canıma okuyacaksın yine, yolunu mu yapıyorsun?" dediğinde kaşlarım çatıldı. Ona sarılmak için bir girişimde bulunmadan, " niye böyle bir şey yapayım ki?" dedim. " Sen beni severken kızmak için yol mu yapıyorsun?"

"Ben seni sadece seviyorum, " dedi. Gözlerinden onlarca duygu geçerken içten içe bir sebepten canı yanıyor gibiydi. Bunu görmek, hissetmek ya da yanılıyorsam düşünmek bile kalbimin teklemesine neden olurken devam etti.

"Çok seviyorum Hazan. Dua et çok seviyorum. Yoksa zorsun. Çok zorsun. "

Ne demek istediğini anladığımda bir iki saniye gözlerine bakakaldım. Sonra neden afalladığımı düşündüm. Sonuçta bizi bir arada tutan şey birbirimize duyduğumuz sevgiydi. Ya da bazen sadece Fırat'ın bana olan sevgisi tutuyordu bizi bir arada, çünkü ben hep gitmek isteyen taraftım.

Bir şey söyleyip üste çıkmak istedim. Tek suçlu ben değildim.

"Sen zor değil misin sanki?" dedim.

Başını aşağı yukarı sallayıp, " zorum," dedi. " Senin dışında herkese."

"Benim yani tek suçlu? Dünkü tartışmamızın sorumlusu benim, senin hiçbir suçun yok, öyle mi?"

Gözlerini gözlerimden çekip başını önüne eğerken derin bir nefesi alıp verdi. Yeniden gözlerime baktığında ise tartışmak istemiyordu sanki. Ama ben istiyordum.

"Hazan in şuradan aşağı. Sonra konuşuruz. "

Ayağımı banka vurup, " ben şimdi konuşmak istiyorum, " dedim sinirle.

Bu tavrımla gözlerini kapatıp açarken, " inat etme Hazan," dedi uyarıcı bir sesle. " Bak çok sinirliyim. Kavga ederiz, yapma. "

Geri adım atmak yerine üstüne gitmeye karar verdim. Kavga edeceksek de ederdik. Kaybedecek neyimiz vardı ki?

"Ben de çok sinirliyim! Sinirli olmak sadece sana özgü bir şey mi?"

Gözlerini etrafta her geçen dakika birer ikişer artan insanlarda gezdirip dişlerini sıkarak, " bağırma ulu orta, derken sesi sert ve emrediciydi.

"Bağırtma o zaman sen de!"

O an Fırat beni aniden tek koluyla belimden kavrayarak yere indirip bankın üzerindeki çantamı aldı. Elimi sımsıkı tutup yürümeden önce kulağıma doğru, "sakın, bak sakın diyorum, direnmeye kalkma. Alır sırtıma öyle sokarım seni o arabaya. Uslu uslu yürü, " derken dudakları yanağıma sürtünüyordu. Kokusu burnuma dolup ona karşı duyduğum özlemden dolayı genzimi yakarken kendimi geri çektim. Yüzlerimiz arasında açılan mesafede Fırat gözlerime bakarken gözleri dudaklarımı buldu. Beni öpmek istiyor gibi görünüyordu. Ben de beni öpsün istiyordum.

Gözlerini dudaklarımdan ayırıp etrafa bakınırken elimi bırakıp kolunu belime sardı. Ve sonra ben daha ne olduğunu anlamadan dudaklarıma kapandığında gözlerim şokla açılırken öylece kalakaldım. Etli ve sıcak dudakları üşüyen ve ıslak olan dudaklarımın üzerinde hareketsizce dururken Fırat'ın gözleri kapanmıştı. Aldığı derin nefesi duyduğumda ben de gözlerimi kapattım. Birkaç saniye öylece durup beni öpmedi. Dudaklarımız ayrıldığında ise ben gözlerimi açmak yerine göğsüne sokuldum. Beni bir koluyla sımsıkı sarıp önce yanağımı öptü, onra da alnımı.

Gözlerim kapalı, yüzüm kocamın göğsüne gömülü bir şekilde kokusunu solurken Fırat, dudaklarını alnımdan ayırmadan, içini çekip, " napacağım lan ben seninle böyle?" dedi. Fısıltılı sesi kendi kendine konuşur gibiydi.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%