Herkes uyuduktan sonra kendimi yine Şırnak sokaklarına atmıştım. Elimde et ve köpek mamasıyla parka doğru ilerliyordum. Etraftan köpeklerin havlama sesleri geliyor sokak lambalarının sarı ışığı yerdeki su birikintilerinin üzerinde parlıyordu. Kulağımda sakin bir müzik ve başımdaki gri kapşonlumun şapkasıyla kendimi bütün dünyadan soyutlanmış gibi hissediyordum. Ne var ki bütün dünyadan soyutlanmış olsam da zihnimdeki sorunlar yakamı bırakmıyordu. Yolun sonunu göremiyordum. Şimdilik günü yaşamaya çalışsam da hayat tamamıyla bir bütündü. Ve böyle paramparça yaşamak beni nereye kadar götürür bilemiyordum.
Bir yanda Ecrin diğer yanda Zeynep.
Çocuklukları elinden alınmış iki masum varlık.
Sonra Salih eniştem, Ayşe teyze.
Hayatları zaten zor olan iki insan.
Evlatlarıyla sınanan iki insan.
Bu cendereden en az hasarla çıkmaları için elimden geleni yapacaktım.
İlk olarak ablamın eniştemi aldattığından emin olmam gerekiyordu. Ecrin'e güveniyordum ve yalan söyleyecek ya da gördüğünü anlayamayacak bir çocuk değildi ama yine de emin olmalıydım. Söz konusu bir yuvaydı. Şimdilik nasıl emin olacağımı bilmiyordum. Aradaki mesafeler elimi kolumu bağlıyordu.
Zeynep...
İçine kapanık bir çocuktu. Sesini bile çok nadir duymuştum. Bana açılması kolay olmayacaktı. Bende işe o adamı araştırmakla başlayacaktım. Tekin birine benzemiyordu ve tahminimce başka suçlar işlemiş ve işliyor da olabilirdi.
Düşüncelerim arasında parka geldiğimi fark ettim. Kulağımdan kulaklığı çıkarıp cebime koydum. Sabahki köpeği bulmak için etrafa göz gezdirdim. Park gece yarısının da etkisiyle biraz ürkütücü görünüyordu. Hafif bir rüzgar olması sebebiyle ağaç dalları sallanıyor ve yerde garip şekiller oluşturuyordu. Sabah oturduğum salıncak bir ileri bir geri yavaş yavaş hareket ediyordu. Sokak lambasının ışığı tam da olduğum yere vuruyordu.
O sırada bacaklarıma değen birşey hissettim. Başımı yere eğdiğimde ise sabahki köpeğin bana sürtünüp elimdeki çuvalı kokladığını gördüm. Boşta ki elimle başını okşayıp gülümsedim ve yemeğini yiyebileceği uygun bir yer aradım. Parkın köşesinde duran çam ağacı gözüme ilişirken oraya doğru ilerlemeye başladım. Köpekte beni takip ediyordu. Elimdeki çuvalın ağzını açıp kenarlarını katlayarak ağacın dibine koydum. Eti köpek mamasının içine karıştırmıştım. Köpek büyük bir açlıkla yemeğini yerken bende bir metre ilerimdeki kaydırağa oturdum ve geriye doğru yaslanıp gökyüzünü izlemeye başladım. Bir tane bile yıldız yoktu. Olsa ne olurdu ki diye düşünmeden edemedim.
Birden küçüklüğümde Antep'teki çiftliğimizin bahçesinde dedemle beraber oturduğumuz bir geceyi anımsadım. Eskiden yaz tatillerinde ailecek Antep'e giderdik. Dedem bilge biriydi ve o yaz akşamlarında bize hikâyeler anlatırdı. O gecelerden birindeydik. Herkes uykuya çekilince dedemle bahçede ikimiz kalmıştık. Başımı gökyüzüne çevirmiş yıldızları izliyordum. O gece hayatımda hiç görmediğim kadar yıldız vardı gökyüzünde. Dedem ise usul usul saçlarımı okşuyordu. O an bir yıldız kaydı. Heyecanla dedeme dönüp işaret parmağımı gökyüzüne uzattıp " Dede bak yıldız kaydı. Dilek tutalım mı?" Diye sormuştum. Dedem ise benim heyecanıma tezat bir sakinlikle gülümseyip " Dilek tutma. O yıldızı yaratan, sana onu görmeyi nasip eden ve o yıldızı kaydıran Allah'a dua et. Ne istiyorsan Allah'tan iste." Demişti.
O an çocuk aklımla hayatımdaki bütün dertleri unutup çiftlikteki hamile atın biz İstanbul'a dönmeden doğurmasını istemiştim. Bu at çok güzel bir Arap atıydı ve dedem doğan tayı bana hediye edeceğini söylemişti.
Dedemin annesi Arap asıllıymış ve bu hamile atın soyunu dedeme dayısı hediye etmiş. Dedem de bu şekilde bu at çiftliğini kurmuş. Her torununa da bir tay miras bırakmayı kendi içinde kararlaştırmış.
O gece at doğurdu ve doğumda anne at öldü. Dedem anne atın ölümüne çok üzülmüştü. İstanbul'a gitmemize son üç hafta kala dünyaya gelen bu küçük dişi tay için dedemle beraber elimizden geleni yapmıştık. Sonunda küçük tay iki haftaya toparlandı ve ben adını "Gece" koydum. Çünkü simsiyah bir Arap tayıydı.
Sonraki yıllar da ise yaz tatillerini iple çeker olmuştum. Antep'e gittiğimiz sonraki yaz tatillerinde Ali,ben ve Gece çok iyi arkadaş olmuştuk. Çiftliğe bir kilometre uzaklıktaki dere kıyısına gider ve ben onlara şarkı söyler gitar çalardım. Altı yıl öncesine kadar hiç aksatmadan her yaz tatilinde üçümüz o dere kenarında buluştuk. Son yaz tatilinde ise gelecek yaz yine burada buluşacağız diye birbirimize söz vermiştik. O sene Ali ve benim için üniversite hayatı başlıyordu. Annem Ali'nin okumasını istememişti hiç. Ama ben Ali'yi okumaya teşvik etmiş annemi ise bu uğurda karşıma almıştım. Ali Hakkari de bilgisayar mühendisliği bölümünü kazanmış ben ise Ankara'da hukuk fakültesini kazanmıştım. Antep'ten ayrıldıktan sonra Ali Hakkari'ye ben Ankara'ya gitmiştik. Başta herşey güzeldi. Birbirimize üniversitelerimizi anlatıyor yaz tatilinde yapacaklarımızdan bahsediyorduk. Ama bir süre sonra Ali'den haber alamamaya başladım. Ve bir daha Ali'yi hiç göremedim. Sesini duyamadım. Ne o yaz ne de sonraki yaz tatillerinde Antep'e Ali olmadan gidemedim.
Olan ise Gece'ye oldu. Hatta o yaz dedem Gece'nin çiftlikten kaçıp kaçıp dere kıyısına gittiğini söylemişti.
Gece şimdi on iki yaşındaydı ve birbirimizi altı yıldır hiç görmemiştik. Acaba unutmuş muydu beni? Dedem atların dünyanın en sadık hayvanları olduğunu söylerdi. Belki de unutmamış ama kırılmıştı.
Özür dilerim Gece... Sözümü tutamadığım için özür dilerim. Ama bir gün geleceğim Gece. Ben geldim diyeceğim. Ali olmasa da ben geldim. Biz bize yeteriz dimi Gece? Çünkü ben Ali'den sonra kimseye yetemedim...
Bir nevi uzanmış olduğum kaydıraktan yanıma geldiğini fark ettiğim köpekle doğruldum. Ağladığımı ise o an anladım. Gözümden süzülen yaşları avucumun içiyle silip köpeğin başını okşadım.
- Yedin mi yemeğini? Diye sordum öylesine. Kocaman gözleriyle öylece yüzüme bakarken gülümsedim ve oturduğum yerden doğruldum. Çam ağacının dibindeki çuvalı aldım. Hayvancağız ne var ne yok yemişti. Çuvalı çöpe atıp köpeğe " görüşürüz" diyerek parktan çıktım.
Artık sistemi kurmam gerektiği aklıma gelirken adımlarımı hızlandırmıştım. O sırada telefonum çaldı. Arayan Bora'ydı. Telefonu açıp,
- Efendim Bora? Eğer sistemi kurup kurmadığımı soracaksan daha kurmadım ama kurmaya gidiyorum, dedim konuşmasına fırsat vermeden.
Bora ise sıkıntılı bir sesle,
- Bir dur kızım, dedi.
Hızlandırmış olduğum adımlarımı durdurdum ve kaşlarımı çatıp,
- Bir sorun mu var ? Diye sordum tedirgince .
- Halledilemeyecek birşey değil. Sistemin Doğu'daki ağında ufak çaplı bir sorun oluştu. Yani sistemi kursan bile ağa giremezsin. Sinyal yok .
- Eee ne olacak şimdi?
- Birşey olacağı yok. En geç yarın akşama hallederiz. Seni de sistemi kurmak için acele etme diye aradım.
- Sen neredesin şu an?
- Ankara'daki ofisteyiz. Mühendislerle beraber uğraşıyoruz. Neyse sistem düzelince ararım ben seni. Görüşürüz.
- Görüşürüz.
Bora'nın sesinden anladığım kadarıyla sorun söylediği kadar basit değildi. Aksi hâlde İstanbul'dan Ankara'ya gitmesi gerekmezdi. Yine de Bora'ya güvenmeyi seçtim. Amerika'nın en prestijli okulunda bilgisayar mühendisliği okumuştu. Halledilir dediğine göre hallederdi. Ayrıca Ankara'daki ofiste dünyanın en iyi bilim ve teknoloji mühendisleri vardı. Yüzüp yüzüp kuyruğuna geldikten sonra çok güvendiğimiz bu sistemden patlayamazdık.
Derin bir nefes alıp apartmana doğru ilerlemeye devam ettim.
Kısa bir yürüyüşün ardından apartmandan içeriye giriş yaptım. Asansörle eve çıktıktan sonra yavaşça evin kapısını açtım. Çatı katındaki valizimden siyah bir tayt ve beyaz sweetimi alarak üzerimi değiştirdim.
Salona inip kendimi yumuşak köşe koltuğun üzerine yüz üstü attım. Saçlarım hardal sarısı kırlentlerin üzerine dökülürken abajurdan yayılan sarı ışık ortama loş bir hava katıyordu. Peteklerden yayılan ısıyla mayışırken gözlerimi uykuya kapattım.
~~~~~~~~~~~
Yüzüme vuran güneş ışınları gözlerimi kamaştırırken burnuma gelen güzel kokular zihnimi yavaş yavaş kendine getiriyordu. Gece yatarken; üzerime almadığıma emin olduğum, yünlü battaniyeyi ayağımla ittirirken gözlerimi ovuşturuyordum. Mutfaktan yağ cızırtısı sesleri gelirken koltukta doğruldum. Önüme düşen saçlarımı elimle geri ittirip bakışlarımı mutfağa doğrultum. Ayşe teyze kahvaltı hazırlıyordu. Gülümsedim ve
- Günaydın Ayşe teyze, dedim.
Hafif bir irkilir gibi olsa da elindeki tahta kaşıkla bana dönüp gülümseyerek
- Günaydın yavrum. Uyandırdım mı? Diye sordu.
- Yok. Kendim uyandım.
Gülümsedi ve salondaki yemek masasına doğru bakıp bana döndü.
- Ne seversin bilemedim. Kendi kafama göre birşeyler hazırladım. İnşallah beğenirsin.
Başımı sağımda kalan masaya çevirdim. Üzerinde gördüğüm pişi ile gözlerim ışıldarken " beğenmek ne kelime Ayşe teyze? Şuan bayılabilirim bile" dedim. Sözlerimle gülümseyen Ayşe teyze işine geri dönerken koltuktan kalkıp lavaboya doğru ilerledim. Elimi yüzümü yıkayıp çatı katına çıktım. Valizimden siyah İspanyol paça pantolon ve beyaz tişörtümü alıp giydim. Aşağıya indiğimde Ayşe teyze ocaktaki menemeni karıştırırken Zeynep'in "anne" diye seslenişini duyduk. Ayşe teyzeye " ben bakarım" diyerek yatak odasına girdim. Zeynep'e gülümseyerek
- Günaydın, dedim. Zeynep'te bana gülümserken onu kucağıma alıp salona getirdim ve yemek masasına oturttum. Evde ekmek olmadığı aklıma gelince Ayşe teyzeye "ben ekmek almaya gidiyorum" diyerek üzerime deri ceketimi alıp evden çıktım.
Fırından iki ekmek ve üç simit almış apartmana doğru ilerlerken üzerinde takım elbise elinde evrak çantasıyla arabasına doğru ilerleyen Selim'i gördüm. O da beni fark etmiş ve eli şoför kapısının kolundayken durmuştu. Yüzünde bana itici gelen bir gülüşle " günaydın savcım" demişti. İçimden gülümsemesine karşılık vermek gelmezken sadece " günaydın" diyerek apartmana doğru ilerliyordum ki Selim'in
- Adliyeye ne zaman geleceksiniz? Diye soran sesiyle duraksayıp ona döndüm.
Bu soruyu neden sorduğunu merak etmiştim. Sesinde herhangi bir art niyet sezmemiştim ama yine de bugün geleceğimi söylemek içimden gelmedi.
- Bir iki güne uğrarım, diyerek apartmanın kapısından içeriye girdim.
Ayşe teyze ve Zeynep'le yaptığımız güzel kahvaltının ardından ben bulaşıkları makineye dizerken Ayşe teyze de ortalığı topluyordu. Zeynep ise televizyon izlerken elimdeki son bardağı da makineye koyup kapağını kapattım. Zeynep'e aldığım abur cubur poşetinden bir paket cips alıp Zeynep'in yanına ilerleyip kucağına koydum. Zeynep kucağına koyduğum paketten başını kaldırıp bana gülümsedi. Bende ona gülümserken kapı çaldı. Kapıya doğru ilerleyip kapıyı açtığımda karşımda Fırat ve Oğuz vardı.
Oğuz
- İyi günler savcım, diyerek içeriye girerken Fırat ise her zaman ki çatık kaşlarıyla yüzüme bakıyordu.
- Hoşgeldiniz , diyerek onları içeriye buyur ettim.
Oğuz
- Hoşbulduk. Biz senin şu masayı yapmaya geldik. Sonra hemen gitmemiz lazım çünkü bugün askeriyeye yeni savcımız teşrif edecek. Onu karşılamamız gerekiyor , dedi.
- Ya öyle mi? Dedim Oğuz'un oyununu bozmadan.
Fırat ise elindeki matkap setiyle çatı katına çıkan merdivenlere yönelirken
- Zevzekliği bırak Oğuz, dedi.
Oğuz Fırat'ın tok sesinden dökülen bu kelimelerle
- Emredersiniz komutanım, diyerek Ayşe teyze ve Zeynep'e selam verip Fırat'ın peşinden ilerledi. Bir süre sonra matkap sesi apartmanda yankılanmaya başlarken içimden bunun kısa sürmesini diledim.
Yaklaşık yarım saat sonra matkap sesi kesilmiş ve Oğuz 'la Fırat aşağıya inmişti.
Oğuz böbürlenerek
- Vallaha çok güzel oldu komutanım. Ellerimize sağlık, derken bende teşekkür ettim.
Onlar giderken Oğuz'dan askeriyenin konumunu atmasını istemiştim.
Bir süre daha Ayşe teyze ve Zeynep'le oturup duş almak için banyoya girdim. Duştan sonra çatı katındaki odaya girip üzerime siyah takım elbisemi giydim. Bileğime beyaz saatimi takıp , ayağıma siyah topuklu ayakkabılarımı giyerken saçlarıma fön çektim. Dudağıma parlatıcı sürüp evrak çantamı alıp aşağıya indim.
Ayşe teyzeye
- Ben çıkıyorum. Akşam üstü evde olurum. Birşey istiyor musunuz? Diye sordum.
Ayşe teyze birşey istemediğini söylerken Zeynep
- Çok güzel olmuşsun Hazan abla, dedi. Zeynep'in ilk defa kendi isteğiyle konuşması beni şaşırtırken teşekkür edip yanağını öptüm.
Apartmandan çıkıp arabama doğru ilerlerken önce adliyeye gitmeye karar verdim. Adliyenin yerini Şırnak'a gelmeden önce araştırıp öğrenmiştim. Arabayı çalıştırıp yola koyulurken sabahki güneşin yerini sisli bir havanın aldığını fark ettim. Bir çok insanın aksine böyle ruhsuz havaları daha çok sevdiğim için bu durum beni mutsuz etmedi.
Arabanın içinde yankılanan telefonun sesiyle kulağımdaki kulaklıktan aramayı yanıtladım.
- Efendim Cihan abi?
- Nasılsın Hazan?
- İyiyim abi. Seni sormalı.
- iyiyim bende sağol. Adliyeye gittin mi?
- Gidiyorum. Yoldayım.
- Güzel. Sana yolladığım dosyaları inceleyebildin mi?
Dün kargonun getirdiği paketten bahsediyordu sanırım .
- Henüz değil , dedim ana yola çıkıp trafiğe karışırken.
Cihan abi derin bir nefes alırken
- Hazan o dosyalarda askeriyede ki ve adliyede ki insanların sicilleri var. Aslında çokta önemli değil ama kimlerle karşılaşacağını bil diye. Aslında seni aramamın asıl sebebi farklı.
Söylediği son cümleyle kaşlarım çatılırken
- Neymiş abi o sebep? Diye sordum.
Cihan abinin sesi sıkıntılı geliyordu.
- Üstlerimiz bu gece senin adliyeye girip savcı Hakan Çınar'ın odasına böcek yerleştirmeni istiyor.
- Kim peki bu adam? Neden odasına böcek yerleştirmem isteniyor.
- Adamın terörle bağlantısı olduğunu düşünüyoruz. Sana yolladığım dosyalar arasında adam hakkında şimdiye kadar edinebildiğimiz bilgiler mevcut. Ama sorun şu ki adam çok iyi gizleniyor ve elimizdeki bilgiler soruşturma açmak için bile yeterli değil.
- Tamam hallederiz.
- Hazan dikkatli ol. Gece adliyeye gizli bir şekilde girmen gerekiyor. Güvenlik kameralarına dikkat et. Kimliğin deşifre olmamalı. Biliyorsun çok büyük bir örgütle karşı karşıyasın. Kim olduğun anlaşılırsa infaz edilebilirsin.
Adliye görüş alanıma girerken Cihan abiye
- Merak etme abi , diyerek telefonu kapattım. Arabayı adliyenin önüne park edip araçtan inerken dört katlı enlemesine uzun binayı inceliyordum. Bir kaç saniye gözlerim binanın önünde dalgalanan bayrakta takılı kaldı. İçimden " herşey senin için. Sen hep ait olduğun yerde, en tepede dalgalan diye" diyerek arabayı kilitleyip binaya doğru ilerlemeye başladım. Binanın önündeki güvenlik bana doğru gelirken
- Kimsiniz? Diye sordu.
Cebimden savcı kimliğimi çıkartıp gösterdim.
Güvenlik yolu gösterip
- Buyrun savcım , derken baş selamı verip merdivenleri çıkmaya başladım. Binanın ön cephesinde güvenlik kulübesi ve kameralar vardı. Yani binaya önden girmek imkansız gibi bir şeydi.
Merdivenleri bitirip sensörlü kapıdan içeriye girerken hemen karşıma çıkan danışmanlıkta otuzlu yaşlarında sarı saçlı bir kadın oturuyordu. Kadın topuklu ayakkabılarımdan çıkan sesle bu tarafa doğru dönüp yeşil gözleriyle beni incelemeye başladı. Kadına doğru yaklaşıp
- İyi günler. Yeni savcı Hazan Hilal Türkoğlu, derken yine savcı kimliğimi gösterdim.
Kadın yerinden doğrulup
- Hoşgeldiniz. Bugün geleceğinizden haberimiz yoktu , dedi.
Gülümseyip
- Önemi yok, sadece adliyeyi görmeye geldim ,dedim.
Kadında bana gülümseyip
- Size odanızı göstermemi ister misiniz? Diye sordu.
- Olur.
Kadın yerinden kalkıp bana eliyle yolu gösterdi. Beraber mermer zeminde asansöre doğru ilerlerken etrafımızdaki insanları inceliyordum. Üzerinde mavi önlük olan bir kadın yerleri siliyor, takım elbiseli evrak çantaları ellerinde olan insanlar aceleyle merdivenlerden çıkıp, asansörlerden inip asansörlere biniyordu.
Asansörlerden birine binip üçüncü kata çıkmaya başladık. Asansör üçüncü katta durduğunda kadın beni koridorun sonundaki bir odanın önünde durdurdu ve kapıyı açarak beni içeriye yönlendirdi. İçeride kahverengi büyük bir masa , masanın gerisinde siyah bir deri koltuk, koltuğun arkasındaki duvarda Atatürk'ün resminin olduğu bir tablo vardı. Oda fazlasıyla genişti. Masanın önünde karşılıklı iki koltuk koltukların arasında küçük bir sehpa vardı. Odanın ortasında ise büyük siyah deri bir koltuk ve ahşap bir orta sehpa bulunuyordu. Duvara dayalı dolaplarda sıra sıra dosyalar diziliydi. Ve masanın üzerinde " Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu" yazan bir isimlik mevcuttu.
Kadın
- Benim danışmanlığa dönmem lazım. İzninizle, diyerek yanımdan ayrıldı. İçeriye girip kahverengi tonlarındaki kapıyı kapattım. Pencereye doğru ilerlerken hayatta ait olduğum tek yerin burası olduğunu hissettim. Kapalı olan stor perdeyi açıp dışarıya baktığımda hareketli Şırnak merkezi görüyordum. Pencereden uzaklaşıp masanın arkasındaki deri koltuğa oturdum. İçimden "Allah'ım sen yüzümü kara çıkarma. Gorevimi en iyi şekilde yapmayı nasip et" diyerek dua ettim. Elim yine Fatma teyzenin verdiği cevşene gitmişti.
Karşı duvardaki saat 13. 30 'u gösterirken odada son bir kez göz gezdirip koltuktan kalkarak odadan çıktım. Koridor boyunca yürüyüp odaların yanındaki isimlikleri okumaya başladım. Zihinimden sürekli "Hakan Çınar" ismini geçirirken koridorda sadece bir tane güvenlik kamerası olduğunu fark ettim. Bu kamera koridoru boydan boya görüyordu. Sakin adımlarla ilerlediğim koridorda ellerindeki dosyalarla yanımdan geçip giden bir kaç insan dışında kimse yoktu. En sonunda üzerinde " Hakan Çınar" yazan kapıyı buldum ama hiç duraksamadan asansörü es geçip merdivenlere yöneldim. Bu arada asansörün yanındaki yangın merdivenleri gözümden kaçmamıştı.
Merdivenlerden ikinci kata indiğimde burada arşiv , yazı işleri, baro odası ve güvenlik odasının olduğunu gördüm. O sırada arkamdan tanıdık bir ses " savcım" diyerek seslendi. Bu sesin sahibi Selim'den başkası değildi. O tarafa döndüğümde Selim bana doğru geliyordu. Karşımda durup
- Hoşgeldiniz. Bugün geleceğinizi söylememiştiniz, dedi.
Düz bir ifadeyle
- Olaylar böyle gelişti, dedim.
"Öyle mi" dercesine yüzüme bakıp
- Çay kahve birşey ister misiniz? Diye sordu.
- Hayır. Şimdi gideceğim zaten, dedim ve "iyi günler" dileyerek asansöre doğru ilerleyip zemin kata indim.
Danışmanlıktaki kıza da "iyi günler" diyerek binadan çıktım.
Arabama bindiğimde askeriyeye gitmek için yola koyulmadan önce binaya bir kez daha baktım. Binanın arka cephesinde kamera olmadığına emin olmam gerekiyordu. Onu da artık bu gece iş üstündeyken halletmem gerekiyordu.
Arabayı çalıştırıp tekrar Şırnak trafiğine karıştım. Gökyüzündeki siyah bulutlar hafif hafif yağmur bırakıyordu yeryüzüne.
O sırada yine telefonum çaldı. Arayan Salih eniştemdi. Birden bir hüzün çöreklendi içime. Derin bir nefes alıp aramayı yanıtladım.
- Alo?
- Alo Hazan?
- Efendim enişte?
- Biliyor muydun?
Boğazım düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Yine de üslubumu hiç bozmadan
- Neyi enişte? Diye sordum.
- Serap'ın beni aldattığını Hazan!
Eniştemin sert çıkan sesi beni ürkütürken dürüst olmaya karar verdim.
- Biliyordum, dedim sakin bir sesle .
- Ne zamandır?
- İki gün önce öğrendim.
- Kimden?
Sustum.
- Ecrin'den dimi? Diye sordu eniştem.
Yine sustum.
- Peki bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Boynuzlanmama daha ne kadar göz yummayı düşünüyordun?! Söyle!
Eniştemin söyledikleri içimde bir deprem etkisi oluştururken ne söyleyeceğimi bilmiyordum .
- Enişte ben...tam olarak emin olmadan seninle konuşmak istemedim. Özür dilerim.
Eniştemin derin bir nefes aldığını duydum. Kim bilir neler kırılmıştı içinde. Sevginin diğer adı mıydı acı?
- Peki şimdi ne yapacaksın? Diye sordum. Eniştemden bir süre ses gelmedi.
Aldığı derin ve sıkıntılı nefeslere bir yenisini daha ekleyen eniştem
- Ne yapayım Hazan? Boşanacağım...
Telefonunda gördüğüm mesajları hiçe sayıp hâlâ Serap'la aynı yastığa baş koyamam. Ecrin'in annesine olan korku dolu bakışlarının sebebini bilip ona sevdiğim kadın demeye devam edemem.
- Haklısın, diyebildim sadece.
Eniştem ise
- Keşke haksız olsaydım..., Dedi yorgun bir sesle. " Neyse Hazan. Kusura bakma sana da sert çıktım biraz. Görüşürüz yine."
Eniştem telefonu kapatmadan
- Enişte, dedim.
- Efendim?
- Her zaman yanındayım. Yardıma ihtiyacın olursa , her zaman bir "alo" demen yeterli.
- Biliyorum. Sağol.
Telefonun kapanma sesi kulaklarıma ulaşırken asfalt yoldan çıkıp toprak yola girmiştim. Yağmur şiddetini artırmış ön camdaki yağmur damlaları yolu görmemi zorlaştırmaya başlamıştı. Arabanın sileceklerini devreye sokarken yol boyu uzanan ormanlık alan ürkütücü görünüyordu. Gün itibariyle Kasım ayına girmiş bulunurken sararmış yapraklar birer birer ağaç dallarından ayrılıp toprakla buluşuyordu.
Kasım ayı...
" Kasımda aşk başkadır" derler hep.
Bu ayın soğukluğunda sevgililer birbirine sarılıp ısındığı için belki. O zaman kasımda ayrılıklar da bir başkadır. Artık sevilmediğin ve sevmediğin bir kalbin ayazında daha çok üşüdüğün için belki. Bilmiyorum. Demiştim ya " ben aşka olan cahilliğimle mutluydum."
Yine de içimde bir boşluk oluşmuştu telefonu kapattıktan sonra. Ablam her ne kadar bana kötü davranan biri olsa da keşke böyle olmasaydı demekten kendimi alamadım. Ecrin içindi özellikle bu keşkelerim. Yine olanlar olmuş acıyı bir ömür çekmekse bir çocuğa kalmıştı. Belki de ergenlikte çocukların söylediği o cümle doğruydu; bakamayacaksan doğurma.
Ve insanlarda birbirine şunu söylemeli; bir ömür sevmeyeceksen bir günüme bile dokunma.
~~~~~~~~~~~
Toprak yolda ne kadar ilerlediğimi bilmiyorum. Zaman kavramını kaybetmiş olabilirim. Ne var ki bir süre sonra açık ve büyük bir alana kurulmuş, önünde Türk bayrağının dalgalandığı büyük yapıyı görünce, zaman kavramını kaybettiğim gibi yolu da kaybetmediğimi gördüm.
Arabamı diğer araçların olduğu yere park edip arka koltukta ki siyah kabanımı üzerime geçirdim. Elime aldığım telefon ve anahtarla arabadan inip yağmurdan dolayı çamur olan toprak yolda birkaç metrelik mesafeyi yürürüp askeriyenin bahçesine doğru ilerlemeye başladım. Güvenlik kulübesinden çıkan bir asker beni durdururken
- Kimsiniz? Diye sordu.
Cebimden savcı kimliğimi çıkartıp gösterdim.
Asker
- Kusura bakmayın savcım, derken
- Önemli değil. Kolay gelsin, diyerek askeriyenin bahçesine girdim. Yağmur yağdığı için olsa gerek etrafta kimse yoktu.
Askeriyenin kapısına doğru ilerlemeye devam ederken kapıdan on - onbeş kişi çıktı. Aralarında Fırat ve Oğuz'da vardı. Ve hepsi üniformalydı. En öndeki kırklı yaşlarının sonunda olduğunu düşündüğüm adamın omzundaki üç yıldızdan albay olduğunu anlamıştım. Solundaki binbaşı ve sağındaki de yüzbaşı Fırat'tı.
Tam karşılarında adımlarımı durdurdum. Herkes beni inceliyordu. Yüzlerinde hafif bir şaşkınlık vardı. Bu şaşkınlığın sebebi ise tahminimce bu kadar genç ve kadın oluşumdu.
Albay elini uzatıp
- Hoşgeldiniz savcım. Ben Albay Halit Karaca.
Albayın bana uzattığı eli sıktım.
- Hoşbuldum. Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu.
Albayla ayrılan elime bu seferde binbaşı elini uzatıp
- Binbaşı Kenan Karadağlı.
Başımla selam verdim. Bu adamdan pek hoşlanmamıştım.
Ve yüzbaşı elini uzattı.
- Yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz.
Diğerleri de teker teker elimi sıkıp kendini tanıttı.
- Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu
- Teğmen Yusuf Kaya
- Teğmen Ahmet Yazıcı
- Asteğmen Berk Demir
- Uzman çavuş Kadir Keskin
- Teğmen Dilek Bayram
- Piyade uzman çavuş Anıl Bayraktar
- Teğmen Helin Çakırcı
Helin Çakırcı...
Bu isim ve bu sima çok tanıdıktı. Bu kadın... uçakta yanımda oturan kadındı. Ama isim...
Gözlerime nefretle bakan bu kadını nereden tanıyordum?
O sırada Albay
- Karargah odasına geçelim savcım buyrun , diyerek yolu gösterirken hâlâ bu kadını nereden tanıdığımı hatırlamaya çalışıyordum.
Karargâh odasına geçtiğimizde uzun bir masanın etrafına oturmuştuk. Albay masanın başındaki sandalyeye, binbaşı albayın sağındaki sandalyeye, ben albayın solundaki sandalyeye ve Fırat ise benim yanımdaki sandalyeye oturmuştu. Masanın üzerinde Şırnak dağlarının haritası , küçük bir Türk bayrağı ve bazı dosyalar vardı. Albayın arka tarafında kalan büyük projeksiyon ise bu loş odada dikkat çekiyordu.
Teğmen Helin Çakırcı çaprazımdaydı ve bakışları hâlâ üzerimdeydi.
Albay ortamdaki sessizliği bozup
- Birşey içer misiniz savcım? Diye sordu.
Yağmurdan dolayı biraz ıslanmış ve üşümüştüm.
- Bir çayınızı alırım, dedim. Albay masanın üzerindeki telefonu alıp Mustafa diye biriyle konuşarak herkese çay söyledi.
Karşımdaki sandalyede oturan binbaşı masada öne doğru eğilip
- Buraya nereden atandınız? Diye sordu.
- İstanbul.
" Öyle mi " der gibi kaşlarını kaldırdı ve iğneleyici bir ses tonuyla
- Burası İstanbul'a benzemez. Yaşınızda küçük gibi görünüyor. Yapabilecek misiniz? Dedi.
Hiç üslubumu bozmadan bir süre yüzüne baktım ve ilk günden polemiğe girmemek için sakin ama baskın bir ses tonuyla
- Kendimi övmekten hoşlanmam binbaşım. Ama bu işin okulunu da boşuna okumadım. Yapıp yapamayacağımı da hep beraber göreceğiz , dedim.
O sırada odanın kapısı çaldı.
Albay "gel" derken gözlerimi binbaşıdan alıp kapıya yönelttim. İçeriye elindeki çay tepsisiyle bir adam girdi. Bu adam Ayşe teyzenin mahallesinde gördüğüm Baran denilen adamdı. Adam albayın çayını verip binbaşına yönelirken binbaşı
- Mustafa önce savcımıza ikram etsene, diyerek bana baktı.
Yanımdaki Fırat ağzından birşeyler mırıldanırken benim " Baran" diye bildiğim ama binbaşının "Mustafa" dediği adam yüzüme bakıp anlık bir şaşırdı. Kendini hemen toplayan adam
- Emredersiniz binbaşım, diyerek tepsiden aldığı çayı benim önüme koyarken "afiyet olsun" dedi . Başımı belli belirsiz sallayıp teşekkür ettim. Adam yanımda oturan Fırat'tan başlayıp herkese çayını verip odadan çıktıktan sonra aklımda onlarca soru işareti oluşmuştu. Kimdi bu adam? İki adımı vardı yoksa yalan mı söylüyordu? Kötü biri miydi? Eğer öyleyse askeriye gibi bir yere bu adamı neden almışlardı?
Ve daha onlarca soru.
Albayın
- Savcım nereden başlayacağız? Sorusuyla kendime geldim.
Oturduğum sandalyede ileriye doğru eğilip ellerimi masanın üzerinde birleştirdim.
- Benden önce ne kadar ilerleme kaydettiniz?
Yine binbaşı söze girdi. Bende o sırada elimdeki telefondan Bora'nın tasarladığı ortamdaki vericileri algılayan uygulamayı açıyordum.
Binbaşı ise
- Sizden önce pek bir ilerleme kaydedemedik savcım. Sizden önceki savcı terörle bağlantısı olan biri çıktı. Gerçi sizinde terörle bağlantınız olup olmadığını bilemeyiz. Öyle değil mi? Diye bir soru sordu.
Uygulamayı devreye sokmuştum. Ortamda bir verici varsa birkaç dakika içerisinde uygulamaya düşerdi.
Binbaşının sözleri ve yüz ifadesi beni sinirlendirmişti. Albay binbaşına dönüp
- Binbaşım sözlerinize dikkat edin, diye bir uyarıda bulundu.
Ben ise albaya hitaben ama gözlerim binbaşının üzerindeyken
- Binbaşı haklı albayım. Bunu bilemezsiniz. Ama bende sizin terörle bağlantınız olup olmadığını bilemem. Yani sizin benden yana şüphe etme payınız varsa benimde sizden yana şüphe etme payım var. Ama ben inanıyorum ki bu masada oturan hiç kimse vatanına bayrağına ihanet edecek kadar aşağılık değil, dedim .
Binbaşının gözlerinde bir öfke parıltısı yanıp sönerken elimdeki telefonun titremsiyle gözlerimi binbaşıdan alıp ekrana çevirdim.
Karargah odasında böcek vardı.
Gözlerimi telefondan çekip karargâh odasının içinde gezdirdim ve sakince masanın üzerindeki kağıtlardan birini ve bir kalem alıp kağıda "odada verici var" yazdım. Herkesin gözü üzerimdeyken kağıda yazdığım şeyi okuyan Fırat çatık kaşlarıyla yüzüme bakıyordu. Kağıdı kaldırıp Albay ve binbaşına sonrada diğer herkese gösterdim. Herkesin kaşları çatılmıştı ve " ne yapacağız" der gibi birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı.
Elimdeki kağıda " sakin ve sessizce odayı arayacağız " yazdım ve yine albaydan başlayıp herkese gösterdim.
Binbaşı alayla gülüp
- Saçmalamayın. Burası askeriye. Böyle birşeye kim cesaret edebilir? Dedi. Ama gerilmiş gibiydi.
Binbaşının sözlerine rağmen Albay
- Turan timi odayı ara ! diyerek gür sesiyle emir verdi.
Herkes ayağa kalkıp hep bir ağızdan
- Emredersiniz komutanım! Derken
Fırat ve timi karargâh odasını aramaya başladı. Bende oturduğum sandalyeyi geriye doğru itip masanın altına eğildim. Film ve dizilerde böcek yerleştirmek için akla ilk gelen yer burasıydı. Diğerleri de odadaki dolapları , projeksiyon cihazını ve odadaki diğer yerleri arıyordu.
Masanın altında göz gezdirip elimle yokladım. Ama burada yoktu. Masanın altından çıkıp diğerlerine baktım. Herkes başını olumsuz anlamda salladı.
Binbaşı
- Ben söylemiştim, derken gözlerim masanın üzerinde bulunan tank şeklindeki kalemliğe takıldı. Kalemliği kaldırıp içindekileri döktüm. İçinde yoktu. Kalemliği ters çevirip altına baktığımda küçük vericiyi bulmuştum. Vericiyi yerinden söküp binbaşıdan başlayıp odadaki herkese gösterdim. Askerlerden biri " kadına malûm oldu" derken binbaşı derince yutkunmuştu. Albay , Fırat ve diğerleri elimdeki küçük vericiye öfkeyle bakarken vericiyi etkisiz hale getirip masanın üzerine koydum. Albaya dönüp
- Buradan başlayacağız , dedim ve sandalyeye geri oturdum. Diğer herkeste sandalyelerine otururken Fırat söze girdi.
- Askeriyede ki diğer odalarda da olabilir mi?
Masanın üzerinden elime aldığım kalemle oynarken
- Sanmıyorum, dedim.
O sırada Oğuz
- Ama ya varsa savcım? Bunu bilemeyiz, dedi.
Asteğmen Berk Demir
- Eğer varsa bulmamız çok zor olmaz mı? Koskoca askeriye, dedi.
Fırat tekrar söze girerken bana dönmüştü.
- Odada böcek olduğunu nasıl anladınız savcım?
Masanın üzerindeki telefonumu alıp vericiyi bulan uygulamayı Fırat'a gösterdim.
Fırat ekrana bakıp tekrar yüzüme bakarken açıklamaya başladım.
- Bilgisayar mühendisi bir arkadaşımın tasarladığı bir uygulama. Basitçe alıcı gibi çalışıyor. Vericiden yayılan elektromanyetik dalgaları algılayabiliyor.
Fırat anladığını belli eder bir şekilde başını sallarken şu soruyu sordu;
- Peki neden askeriyenin diğer bölgelerinde verici olmadığını düşünüyorsunuz?
- Karargâh odasına bu kadar askerin içinde verici yerleştirebilen biri fazlasıyla zeki olmalı Yüzbaşım. Eğer askeriyenin başka yerlerine de verici yerleştirmişse birşeyden hiç şüphemiz kalmaz.
Fırat beni
- Vericiyi yerleştiren kişinin askeriyeden biri olduğuna hiç şüphemiz kalmaz , diyerek tamamladı.
- Aynen öyle. Diğer bölgelerde verici varsa bu vericiyi yerleştiren kişinin askeriye de rahatça dolaşabilen biri olduğunu gösterir. Ayrıca karargâh odası önemli şeylerin konuşulduğu, operasyon planlarının yapıldığı yer. Sadece burada verici olması fazlasıyla işlerine yarar. Ama yine de içiniz rahat edecekse askeriyeyi baştan aşağı arayabilirsiniz. Uygulamayı size gönderebilirim.
Fırat telefonunu bana uzattı. Uygulamayı istediği belliydi. Buradan Fırat'ın garantici biri olduğunu çıkarabilirdim sanırım. Bana uzattığı telefonu alıp bluetooth yardımıyla uygulamayı Fırat'a yolladım.
O sırada Albay
- O zaman şimdilik sadece karargâh odasına girip çıkanları sorgulayacağız , dedi.
Fırat ise
- Komutanım ben vericiyi yerleştirenin askeriyeden biri olduğunu düşünmüyorum. Bence eski savcının işi , dedi.
Binbaşı da
- Yüzbaşıya katılıyorum, diyerek Fırat'ı destekledi.
Söze girerek
- O kadar emin olmayın Yüzbaşım. Bu vericiler enerjilerini pilden sağlar. Eğer pilleri biterse işe yaramazlar. O yüzden ya pilleri değiştirilmeli ya da yeni bir verici yerleştirilmelidir. Her iki seçenek içinde vericiyle sürekli ilgilenen biri olması gerekir. Bahsettiğiniz savcı söylediğinize göre iki aydır ceza evinde. Ama bu verici aktifti. Yani suçlu askeriye de olabilir, dedim.
Binbaşının beti benzi atmış gibiydi.
O sırada teğmen Helin Çakırcı söze girip
- Yani bizi mi suçluyorsunuz savcım? Dedi nefret dolu gözleri ve ima yüklü sesiyle.
Masadaki bakışlarımı ona yöneltim.
- Ben böyle birşey söylemedim.
- Ama ima ettiniz.
Fırat
- Sözlerine dikkat et teğmen , diyerek sert ve otoriter sesiyle Helin'i uyardı.
Fırat'a hitaben
- Sorun yok Yüzbaşım, dedim ve Helin'e dönerek " daha çok zaman beraber olacağız teğmenim ama benim hakkım da şunu bilmenizi isterim ki; ben birşey söylemek istiyorsam direk söylerim. Her zaman net olmaktan yanayımdır." Diyerek bu tartışmaya son noktayı koydum.
Albay Helin'e ters ters bakıp bana döndü ve
- Peki savcım ne yapalım? Diye sordu.
Albaya yöneltiğim bakışlarımla konuşmaya başladım.
- Bence askeriyenin huzurunu bozmayın. Herkes her an diken üstünde olursa kargaşa çıkar. Burada konuşulanlar burada kalsın. Yüzbaşının telefonuna yüklediğim uygulamayla askeriyede ki diğer askerlere belli etmeden askeriyeyi tarayın. Güvenlik kameralarını inceleyin. Askeriyede ki diğer çalışanları ve askerleri gözlemleyin. Zaten vericiyi buraya yerleştiren kişinin vericinin bulunduğundan mutlaka haberi olacaktır. Ve kendini bir şekilde ele verecektir.
Albay başını sallayıp
- Öyle yapalım, diyerek ayağa kalktı. Albayla beraber önce binbaşı sonrada Fırat ve diğerleri de ayağa kalkarken kalkmakla oturmak arasında kalsamda bende ayaklandım. Albay gür ve otoriter sesiyle konuşmaya başlarken irkilmiştim.
- Turan timi!
Fırat ve diğerleri gür sesleriyle
- Emredin komutanım! Diye bağırırken içimden bir ses bu gür seslere alışmam gerektiğini söylüyordu. Üzerlerindeki üniformanın içerisinde gururla duran bu insanlar bu vatanın sarsılmaz koruyucularıydı.
Albay sözlerine devam etti.
- Bugün bu odada olanların bu odada kalması sizin sorumluluğunuzda! Eğer burada olanları başka birinden duyarsam neler olacağını biliyorsunuz!
Yine hep beraber;
- Emredersiniz komutanım!
- Askeriyenin huzurundan siz sorumlusunuz!
- Emredersiniz komutanım!
- Askeriyenin güvenliğinden siz sorumlusunuz!
- Emredersiniz komutanım!
- Bu vericiyi buraya yerleştiren vatan hainini bulmaktan siz sorumlusunuz!
- Emredersiniz komutanım!
- Şimdi hepiniz dağılabilirsiniz!
Hepsi asker selamı verip odadan çıkarken karargâh odasında albay ve ben kalmıştık. Albay kalktığı sandalyeye geri otururken bana da
- Buyrun savcım, dedi.
Kalktığım sandalyeye oturup albayı dinlemeye başladım.
Albay
- Kim olduğunuzu biliyorum savcım, derken şaşırmıştım ama yüzümde mimik oynatmadan
- Anlamadım? Dedim.
- Savcı Cihan Güney söyledi. Kim olduğunuzu biliyorum. Ve Şırnak'ın etrafı şerefsizlerle doluyken burada sizin gibi bir savcının olması beni mutlu ediyor. Bana güvenebilirsiniz. Sırınız sırrımdır.
Albaya gülümsedim. Albay ise konuşmaya devam etti.
- Bir gün önce Beytüşşebap çarşısında yaşanan canlı bomba olayında orada olmanız büyük şanstı. Yoksa yüzlerce insan ölecekti.
Albay masaya sabitlediği gözlerini bana çevirip babacan bir şekilde elini omzuma koydu. Bu adamı sevmiştim. Bana babamı hatırlatıyordu.
Albay sevecen bir şekilde gülümseyip tekrar konuştu.
- Asena... Ben senin babanı tanırdım. Gaziantep' te çok iyi bir dostumdu lisedeyken. Ölüm haberini televizyondan almıştım. Mesleğine çok aşık bir Cumhuriyet başsavcısıydı. Mekanı cennet olsun.
Albayın bu sözleri beni derinden sarsarken gözlerim dolmuştu. Bugün burada yaşanan bu tesadüfü babamın çıktığım bu yolda yanımda olduğuna yormaya karar verdim.
- Amin , dedim Albayın duasına.
O ise
- Yani demem o ki ; askeriye de belli bir sınır olsa da aramızda bu saatten sonra sen benim bir evladımsın. Sen söyle biz yapalım Asena , dedi.
Ona gülümsedim tekrar ve
- Sağolun Albayım, dedim.
Gülümseyip
- Vatan sağolsun, dedi.
- Vatan sağolsun, diyerek onu tekrarladım.
Ve gitmek için ayağa kalkarken
- Ben artık gideyim Albayım, dedim.
- Otursaydın biraz daha savcım. Çayını da içemedin yenisini ikram ederdik.
- Başka zaman inşallah, diyerek çıkartığım kabanımı geri giyerken binbaşıyla ilgili şüphelerimi albaya söylemeli miyim diye düşündüm. En azından uyarmalıydım belki.
Albayın gözlerinin içine bakıp
- Albayım, dedim.
Birşey söyleyeceğimi anlamış olmalı ki kaşları hafif çatıldı.
- Söyle savcım.
- Emin değilim ama şu binbaşı Kenan Karadağlı... Dikkat edin.
Albay birşeyler biliyormuş gibi hafif gülümsedi ve
- Yüzbaşı da aynı şeyleri söyleyip duruyor. Tamam dikkat ederiz , dedi.
Başımı salladım. Fırat'ın binbaşıdan hoşlanmadığını zaten anlamıştım.
Albayla beraber karargâh odasından çıkarken askeriyenin çıkışına doğru yürüyorduk. Yağmur dinmişti. Askeriyenin önünde Turan timi sıra sıra dizilmiş karşılarında da Fırat vardı. Askeri üniformanın onu daha heybetli, sert ve yıkılmaz gösterdiğini kabul etmek gerekiyordu.
Albay ve ben askeriyenin kapısından çıkınca Fırat bu tarafa dönmüş beni baştan aşağı inceleyip askerlerinin başına geçmişti. Ve hepsi asker selamı verirken albaya verdiklerini düşünmüştüm. Albay ise
- Asker selamını size veriyorlar savcım, demişti.
Şaşırıp
- Ne yapayım? Diye sormuştum.
Albay babacan bir şekilde gülümseyip
- Rahat de, demişti.
Karşılarına geçip
- Rahat! Dedim sert bir sesle.
Yine hep beraber
- Sağol! Diye bağırdıklarında hafif irkilmiştim. Oğuz ve birkaç kişi daha gülmemek için kendini tutmaya çalışırken ciddi bir şekilde
- Sakın gülmeyin. Ama ben gittikten sonra gülebilirsiniz, dedim ve çıkışa doğru yürümeye başladım.
Arkamdan gelen gülme seslerini duyuyarken bende gülümsedim. Ama Fırat'ın
- Turan timi! Diyen uyarıcı sesiyle gülme sesleri kesildi.
Nöbetçi kulübesinde ki askere başımla selam verip arabama doğru ilerleyip cebimdeki anahtarı çıkardım. Arabaya bindiğimde saatin akşam üzeri dört olduğunu gördüm. Motoru çalıştırıp arabayı geldiğim yola geri çevirirken askeriyenin bahçe kapısında beni izleyen Fırat'la göz göze geldim. Ellerini arkasında bağlamış , bacaklarını omuz genişliğinde açmış, heybetli vücuduyla öylece duruyordu. Hiç düzelmeyen çatık kaşlarıyla bana bakarken başıyla selam verdi. Ona aynı şekilde karşılık verip geldiğim yola geri dönüp gazı kökledim.
Toprak yolda öylece ilerlerken bugününde bitmek üzere olduğunun bilincindeydim. Bugün yine çok şey olmuştu. Ama ben hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Zihnim çok yorgundu. Ruhum çok yorgundu. Kalbim çok yorgundu. Dinlenebileceğim, ben çok yorgunum diyebileceğim hiç kimsem yoktu. Babamı özlemiştim. İnsan bir mezarlığı özler mi hiç? Ben özlemiştim. Burada sorumluluklarım olmasaydı mesafeleri umursamaz giderdim. Babama giderdim, Ecrin'e giderdim.
Yüreğimin ortasına oturan yumruyu, gözlerime dolan yaşları daha fazla yok sayamazken arabayı kenara çekip başımı direksiyona dayayarak sarsıla sarsıla ağladım. Belki bugün olanlara belki de bundan sonra olacaklara. Bilmiyorum.
Bir süre sonra nefesim kesilince başımı direksiyondan kaldırıp torpido gözünden astım ilacımı aldım. Ağzıma dayayıp birkaç kere sıktım. Nefeslerim düzene girerken ilacı aldığım yere geri koyup camı açtım. Derin bir nefes alıp yola koyulurken elim radyoya gitti. Yıllar önce babamın parmaklarının değdiği radyoya.
Radyoda babamın en sevdiği şarkının anonsu yapılırken burukça gülümsedim.
Neşet Ertaş Usta'dan " yalan dünya"
Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?
Ben de gülemedim; yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın?Ömrümü boş yere çalan dünyada
Ah, yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Sen ağladın, canım, ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boşuna kandım
Rengi gözümde solan dünyada
Ah, yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Bilirim sevdiğim, kusurun yoktu
Sana karşı benim gayet de çokdu
Felek bulut oldu, üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada
Felek bulut oldu, üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada
Ah, yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım, eyvah, muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah, yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Ah, yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
💧💧💧💧💧💧