Yeni Üyelik
70.
Bölüm

70. Bölüm

@yikim2024

*********

Deniz kıyısında bir restoranta gelmiştik. Mekânın sahibi Fırat'ın eski bir asker arkadaşıydı. Üsteğmenmiş fakat yıllar önce bir operasyon sırasında yanında patlayan mayınla sol bacağını kaybedince eşiyle birlikte buraya gelip bu mekanı açmışlar. Her gün saat 08.30' da açtıkları mekanı bizim yüzümüzden bugün 07.23'te açmışlardı. Fırat'ı görünce yüzlerinde oluşan gülümsemeden, bizi sanki evlerine gelmişiz gibi karşılaşmalarından anlaşılacağı üzere bu durumdan pek şikayetçi gibi görünmeseler de ben kendimi biraz kötü hissetmiştim. Tahir abinin eşi Şule üçüncü çocuklarına hamileydi ve karnı neredeyse burnundaydı. Tahir abi ise koltuk değnekleriyle oldukça dinç ve sağlam bir şekilde ayakta duruyor olsa da, Fırat'la aralarında süregelen askerlik anılarından ötürü, içinde hâlâ geçmişe karşı bir özlem duyduğunu anlamak zor değildi.

Başarıyla döndükleri operasyonları konuşurken Tahir abinin gözlerinde yanan ışığı görmek bana, canını sırtındaki heybene atıp vatanını, bayrağını ve milletini korumak için bir insanın içinde cesaretten fazlası olması gerektiğini düşündürmüştü. Belki bir parça delilik lazımdı. Biraz gözü karalık, çelik gibi bir sinir, güç, ölüme meftunluk ya da bu vatana müptelâ olmak lazımdı.

Bir süre bizimle oturup restoranta doluşan müşterilerle yanımızdan ayrılmışlardı. Bana karşı çok içten davrandıkları için onlara karşı birden duyduğum yakınlık bir yana buraya ilk geldiğimizde bizi Fırat'la el ele görünce çok şaşırmışlardı. Neden bu kadar şaşırdıklarını anlamamıştım. Şule abla sürekli nasıl tanıştığımızı, ne zaman evleneceğimizi, çocuk düşünüp düşünmediğimizi sorup durmuştu. Ben pek konuşmamayı seçmiştim çünkü Fırat'la karışık olan aramız içten içe canımı sıkıyordu. Buraya gelirken yolda onunla konuşmaya çalışmıştım ama beni yine susturmuştu.

Yol boyunca ve burada oturduğumuz süre zarfınca moralim yerinde olmadığından Şule abla birkaç kez tartışıp tartışmadığımızı da sordu. Ben sessiz kalmayı tercih etmiştim. Fırat da bir şey söylememişti. Ama bence aramızın bozuk olduğunu anlamışlardı ki Şule abla bize evlilik hakkında öğütler vermiş, kendi hayatlarından da bazı anılar anlatmıştı. Onu dinlemek çok keyifliydi ve Tahir abiyle birbirlerine duydukları sevgi gözlerinden bile okunurken içim ısınmıştı. Biz de birbirimizi çok seviyorduk ama bir yerde illaki bir şeyler ters gidiyordu.

Onlar masadan kalkınca, bir süredir bana panik atak geçirten sağ tarafımdaki denizle aramda bariyer olan camdan uzaklaşmak için ayağa kalktım. Fırat'ın gözleri beni bulurken çatılan kaşlarıyla, "noldu?" diye sordu. Saçlarımı geriye atıp ellerimin tersini stresten dolayı sıcacık olan ve muhtemelen kızaran yanaklarıma bastırdım. Oturduğumuz koltuk tek ve uzun bir koltuktu. Zannımca yere sabitlenmiş olmalıydı ki hiçbir şekilde kımıldamıyordu. O yüzden Fırat oturduğu yerden kalkmadan buradan çıkamazdım. Bu sebeple cevap vermeme gibi bir şansım yoktu.

"Ben o tarafa geçsem olur mu?" dedim alıp verdiğim derin nefeslerle sesim titrerken. Fırat bu halimle ayağa fırladı desem yeriydi ama bu koca cüssesiyle biraz zordu ve telaşla ayağa kalktı demek daha doğru olurdu.

Fırat yüzümdeki ellerimi çekip yüzümü avuçlarının arasına aldı.

"Hazan iyi misin?" diye sorarken gözlerimin içine bakıyordu. Başımı olumsuz anlamda sallarken derin bir nefes daha alıp, "ben oraya geçeyim, nolur?" dedim. Fırat elimi tutup," gel, gel geç," dediğinde onun oturduğu tarafa geçerken sendelemiştim. Fırat belimi tutup beni oturturken kalktığım yere oturdu.

Bulunduğumuz yer restorantın genelini düşünürsek küçük bir yerdi ve yapay sarmaşıklarla süslenmiş delikli bir ahşap paravanla restorantın diğer kısmından ayrılıyordu. Burada iki masa vardı. Birinde biz oturuyorduk ama öbür masa boştu. Arkamızda yanan bir şömine bulunuyordu. Şöminenin iki yanında ahşap tonlarında kitaplıklar mevcuttu. Bu alan özel müşteriler için ayrılmıştı ama dekorasyon olarak mekânın genelinden bir farkı yoktu. Ahşap tonlar, yapay sarmaşıklar ve sarı led ışıklarla süslü deniz kenarında bir restorantı.

Kısaca burada tamamen dikkat kesilmediği sürece kimse bizi göremezdi. O yüzdendir ki Fırat bana olabildiği kadar yakın durup neyim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Astımın mı tuttu?"

Zor nefes alıyordum ama spreye ihtiyaç duyacak kadar değildi. Başımı sağa sola sallayıp üzerimdeki beyaz boğazlı kazağın yakasını çekiştirdim. Fırat yüzüme dökülen saçlarımı bir eliyle kulağımın arkasına sıkıştırırken diğer kolunu koltuğun arkasına atmış, koca bedeniyle üzerime eğilmişti. Vücudundan yayılan sıcaklığı hissedebiliyordum. Bu halimden dolayı ne kadar gerilip telaşlandığını da öyle.

" Çok mu sıcak? Dışarıya çıkartayım mı seni?"

"İstemiyorum, hayır. "

"Tuvalete götüreyim, elini yüzünü yıka?"

"Hayır. "

"Bir şey alerji mi yaptı?"

" Hayır. "

Sert bir nefesi alıp verirken, "Hazan ne o zaman?" dedi sabrı tükenmek üzereymiş gibi.

Nasıl denizden korktum, diyebilirdim ki? Ya da neden diyemezdim? Kocam değil miydi? Zaten intihar ettiğimi biliyordu. Denizden korktuğumu bilse ne olacaktı?

Beyaz masa örtüsünün üzerindeki kahvaltılıklardan gözlerimi çekip ona döndüm. Alıp verdiğim nefesler düzene girerken Fırat yüzümü inceliyordu. Benden bir cevap beklediği belliydi. Kaşları çatık, sert yüz hatları gerginken neredeyse dudak dudağaydık. Benim için endişelendiğinden fark etmeden bu kadar yakınıma girmişti.

Bir anlığına Fırat'ın siyah tişörtünün sardığı geniş omzunun üzerinden üstünde martılar uçan, tonlarca ağırlıktaki gemilerin yüzdüğü, karşı kıyısında şehrin beton binalarının ve gökdelenlerinin göründüğü soluk mavi denize baktım. Bir ressama göre muazzam, bir şaire göre şiirsel, bir filozofa göre üzerinde düşünmeye değer olan bu manzara bana göre güzel fakat ürkütücüydü. Çünkü ben nasıl ki bugün, bu masadan, bu denize bakıyordum, bir zamanlar da bu denizin dibinden, şu an kül rengindeki fakat o gün cıvıl cıvıl bir yaz gününe ait olan, gökyüzüne bakmıştım. Bir görünüp bir kaybolan, sular dalgalandıkça bulanıklaşan, ölmek için atladığım su da beni yaşamak için çırpındıran, boğazıma dolup ciğerlerime bıçak saplanıyormuşcasına bir acı veren maviliği sarı ışıklarıyla delip geçen güneşin evi olan o gökyüzü benden denize olan sevgimin yerini almıştı.

Denizi sevmiyor değildim. Yine ne zaman bir deniz görsem birkaç metre uzağında durur izlerim. Bir bank bulursam, bugün olduğu gibi, yamacına çökerim. Ama artık bir gökyüzü olamaz deniz. Ben de babamın denizi ve yüzmeyi çok sevdiğim için bir zamanlar bana dediği gibi bir deniz kızı olamam artık.

Gözlerine bakmadan, "denizden korktum," dedim birden. Şimdiye kadar kimseye söylememiştim bunu. Cihan abi bile bilmezdi. Eğer bilseydi bu durumu VASÖ'ye bildirirlerdi ve korkumu yenmem için beni, korkum geçene kadar belirli aralıklarla boyuma kadar gelen su dolu bir odanın içinde bekletirlerdi. Su korkusu olan birçok ajana yaptıkları buydu. Hatta biri o su dolu odada kalp krizi geçirmişti. Neyse ki bu eğitime tabii tutulan ajanların üzerinde her zaman vücut fonksiyonlarını kontrol eden, su geçirmez bir sistem olurdu. Hazırda sağlık ekipleri beklerdi ve herhangi ters bir durumda müdahale asla gecikmezdi. O kız o gün kurtuldu ama bir daha VASÖ'nün kapısından bile geçmedi. VASÖ'nün cesaretten anladığı buydu; ölümüne korkusuz olacaksın.

Gözlerimi dalgalı denizden alıp Fırat'ın gözlerine baktım. Yüzünde söylediğim şeyi anlamaya çalışan ya da anladığı şeyi idrak etmekte güçlük çeken, afallamış bir ifade vardı. Buna karşın kaşları az önceye nazaran hafifçe çatıktı.

"Denizden korktun," diyerek tekrarladı beni. Başımla onu onaylandığımda her ne düşündüyse gözleri sert bir ifadeye büründü.

"Bunu şimdi mi söylüyorsun?" derken sesini yükseltmemek için kendini sıkıyordu. "Lan bir saattir oturuyoruz burada. Niye demiyorsun, Fırat yer değiştirelim, diye? "

Gözlerinin içine bakmakta zorlanırken, " sen buraya oturmamı söyledin diye ben..." dediğimde Fırat iyice sinirlenmişti. Ama bu sinirinin bir kısmı kendineydi ki bunu sözlerinden anlayabiliyordum.

" Ne bileyim Hazan ben? Sen sahilde öyle arabadan inip denize doğru gidince ben sevdiğini sandım. Burada da buraya oturmak istersin diye düşündüm. Ne bileyim korktuğunu? Niye söylemiyorsun? Sanki her dediğimi yapıyormuş, her söylediğime tamam diyormuş gibi."

Dudaklarımı büzüp başımı önüme eğerken, "herkesin içinde söyleyemezdim, " dedim. Aslında ben de oraya otururken bu kadar korkup rahatsız olacağımı düşünmemiştim ama burada oturmak bankta oturmaya benzemiyordu. Sanki denizin üzerinde oturuyordum ve denizle aramdaki cam her an kırılıp yok olacakmış gibi hissetmiştim. Öyle ki bakmamak için elimden geleni yapsam da denizin peşimden gelen bir canavar gibi orada olduğunu bilmek masadaki konuşmaları çoğu zaman duymamama neden olmuştu. Bu yüzden bana sorulan çoğu soruyu tekrarlamalarını istemiştim insanlardan.

" Neyi söyleyemezdin Hazan? Sana bir şeyleri açıklasaydın mı diyorum? Fırat burada oturmak istemiyorum, deseydin ne diyecektim lan ben sana? "

Gözleri belirli bir sakinlikte tutabildiği sesine tezat olarak ateş saçarken üzerime her anlamda fazla gelişiyle kendimi geri çektim. Oturduğumuz siyah deri kaplama koltuğun gidebildiğim en uç noktasına kayarken, " ya üstüme gelmesene. Söyleyemedim işte, " dedim bir parça mızmız ve kızgın bir sesle.

Fırat bir kolunu belime sarıp beni sertçe kendine doğru çektiğinde beklemediğim bu hareket karşısında dudaklarımdan, "ya!" diye küçük bir çığlık döküldü. Burun burunaydık. Çelik gibi sert ve güçlü kolu, koluna nazaran fazlasıyla incecik olan belimi sımsıkı sararken ondan uzaklaşmam mümkün değildi. Kara gözleri uzun ve kıvrımlı kirpiklerinin arasında hafifçe kısılırken içimde kalp ritmlerimi arşa çıkartacak kadar yakıcı bir his uyandırıyordu. Yutkunmamak için kendimi tutup yüzümü masaya çevirdim. Sıcak nefesi yanağıma vurup oradan boynuma doğru yol alırken vücudumu bir ateş basmıştı.

Yüzünü yüzümden biraz uzaklaştırıp konuştu.

" Saçma sapan konuşmaya gelince ağzına ne gelirse söylüyorsun da bunu mu söyleyemedin?"

Benden biraz olsun uzaklaştığı için rahatlarken aynı zamanda sinirlenmiştim. Çatılan kaşlarımla ona dönüp, " ne zaman saçma sapan konuşmuşum ben?" dedim. Aslında, sanırım ya da galiba neyden bahsettiğini biliyordum ama yine de bu sinirlenmeme engel değildi.

Birkaç saniye gözlerime sert ve kızgın bir ifadeyle bakıp masaya döndü. Ve sorduğum sorudan çok farklı bir şey söyledi.

"Niye yemedin tabağındakileri?"
Sorunun sonunda gözleri gözlerimi bulmuştu. Bu tavrı sinirlenmeme neden olsa da,"doydum ben," diyerek önüme döndüm. Kollarımı göğsümün altında birleştirip arkama yaslandım. Pek bir şey yememiştim aslında. Fırat yemek boyunca tabağıma sürekli bir şeyler koyup, ağzını açıp tek kelime etmese de, elimi tutup ona bakmamı sağlarken yüzüme tabağıma doğru düzgün dokunmadığım için ters ters baksa da denizden korkuşum başta olmak üzere birçok şey, karnım aç da olsa bir şeyler yememe engel olmuştu.

VASÖ mevzusu, Cihan abiyle aramızda geçen konuşma, Fırat'ın karakterine aykırı olan bu sakinliği, benimle konuşmaktan kaçınışı, kendimi bir yol ayrımında gibi hissedişim ve bugün Cihan abinin ailesinin ölüm yıldönümü oluşu içimi allak bullak ediyordu. Cihan abinin ailesinin öldüğü gün bende oradaydım. VASÖ'ye gireli çok olmamıştı. O gün Bora, Gaye, Cihan abi ve ailesi olarak altı kişi bir restoranta yılbaşı yemeği yiyecektik. Cihan abiyle biz önden gitmiştik. Leyla abla da evden kızı Gamze'yi alıp yemek yiyeceğimiz restoranta doğru yola çıkmıştı. Restorantın önüne geldiklerinde Bora ve Gaye'de onlarla eş zamanlı olarak oradaydılar. Biz de Cihan abiyle onların geldiğini fark edince restorandan çıkmıştık. Ne olduysa tam da o anda olmuştu. Leyla abla arabanın motorunu durdurduğu an araba büyük bir gürültüyle patlayıp alev almıştı. Etrafta koşuşan, çığlık atan, kaçmaya çalışan, yaralanan ve ölen onlarca insanın sesi hâlâ kulaklarımda. Benzinin kokusu, araçtan yükselen dumanlar, mahşer yeri derler ya öyle bir gün, öyle bir an. Yanan araca doğru gitmesin diye Cihan abiyi tutan Bora ve Gaye'nin yüzündeki dehşet ve onlar gibi Cihan abiyi tutmak yerine araca doğru koşan ben, her şey ve herkes başka bir telden aynı kıyamet senfonisinin notalarını çalıyordu.

O gün o araçta babamın olduğunu hayal etmiştim. Bu bir sanrı değil bilinçli yapılmış bir şeydi. Cihan abinin canının nasıl yandığını anlamak için buna ihtiyacım yoktu ama belki hayallerimde bile olsa babamı kurtarabilirdim. O yüzden bir an bile tereddüt etmeden, artık herkes için geç olduğunu, boşa çabaladığımı bilerek cayır cayır yanan araca doğru koşmuştum ama yarı yolda Gaye beni durdurmuştu. Her neyse. Cihan abi o gün bile ağlamadı. Ama gözlerindeki keder öyle büyüktü ki kimse ağlamadığı için duygusuz olduğunu düşünecek kadar cani olamazdı. Keşke o gün Cihan abi için bir şey yapabilseydim. Keşke bugün de ona duygusuz diyebilecek insanların cani olduklarını düşünebilseydim. Keşke yetiştirdiği çoğu yeni üniversite öğrencisi olan ajanları kendi gibi duygusuz ve hissiz biri gibi yetiştirmek yerine her insanın farklı olduğunu, yaptığı şeyin hassas ruhlar için bir eğitim değil işkence olduğunu, insanların eğitilecek birer köpekten fazlası olduğunu, farklılıkların düzen bozmak demek olmadığını aksine VASÖ de kurulan düzenin artık farklılaşması gerektiğini, onun da değişme vaktinin geldiğini ona ve bütün VASÖ'ye söyleyebilseydim. Fakat sanırım artık birçok şey için çok geç. Yine de bir orkide alıp Leyla abla ve Gamze'nin mezarına gidebilirim.

"Ne yedin de doydun Hazan?" diyen Fırat'ın sesiyle gözlerimi gözlerine diktim.

"Doğru, bir şey yiyemedim, " dedim sinirle. " İştah mı bıraktın sanki? "

Fırat sözlerimdeki ciddilik payını ölçer gibi gözlerime bakıp, " naptım lan ben sana?" dedi. Sesinde hafif bir kırgınlık sezinliyordum. Bu içimi burktu. Ama geri adım atmadan, "benimle konuşmuyorsun, " dedim.

Fırat bir süre gözlerime bakıp omzunun üzerinden, bedeni tamamen bana dönük olduğundan, arkasında kalan denize baktı. Yine susuyordu. Yine duymazdan geliyordu beni. Belki biraz daha üstüne gitsem bu restoranda bırakır giderdi. Belimdeki kolunu çekti o an. Büyük elini, kalın bacağının üzerine koydu. Siyah tişörtünden açıkta kalan kaslı ve damarlı kolları dikkatimi ister istemez çekerken ona dokunma içgüdüme engel olmak için yüzüne baktım.

"Yine mi konuşamayacaksın?" diye sordum. Masanın üzerinde duran eliyle yüzünü sıvazlayıp derin ve sıkıntılı bir iç çekti. Ardından bana dönüp, "konuşunca dinliyor musun?" dedi. "Eğer dinleseydin biz bugün burada olur muyduk? " derken çok sinirliydi ama sesi her ne kadar sert ve ürkütücü olsa da asla yükselemiyordu. "Sen beni dinleseydin ben dün akşam o amınakoduğumun evini bomboş bulur muydum? Kafayı yer miydim lan nerede bu kız, gitti mi, ayrıldık mı, yüzüğü çıkardı mı diye? Sado' yu arayıp, bütün aşireti toplayıp Şırnak'ı alt üst eder miydim? Ben kendi karımı bulmak için o Cihan denilen ibneyi aradım lan. O çekikle birlikte güvenlik kamerasında buldum seni. Mardin'e gitmişsin. Bindim arabaya Mardin'e gittim. Orada da..." diyerek duraksarken gözlerini sıkıca yumup yumruk yaptığı elini masaya vurdu. Boynundaki damarlar kendini sıktığı için ortaya çıkarken, " Fırat..." dedim ama sözümü kesip gözlerime öfkeyle bakarken, " sen beni dinleseydin ben gözümden sakındığım, üzerine titrediğim, uğruna her şeyi, herkesi, yeri geldiğinde kendimi bile karşıma aldığım kızın...amınakoduğum şerefsiz ibnenin teki tarafından...taciz edildiğini görür müydüm anasını satayım?! O iti bulup bayıltana kadar dövdüm lan ben! Sana...dokunan o elini sikip eline verdim. Sado bir yerde durdurmasa öldürüyordum. Öldürürdüm de. Ama seni bulacağım, diye durdum. Sen çekip gittin ama ben sana bir daha bizi ayrı düşürecek hiçbir şey yapmayacağım, diye verdiğim söz için durdum. "

Bir iki saniyeliğine duraksayıp öfkeyle büyüyen gözbebekleriyle gözlerime baktı. Sesi sinirden titrerken ne diyeceğimi bilemeyip önüme döndüm. Belki de sussa daha iyiydi.

" Yapma, dedim sana. İşleri sürekli yokuşa sürme Hazan, dedim. Senin için değişiyorum, ağzıma sıçsan affediyorum, kalbini kırsam paramparça oluyorum, benden bir şey iste, diye gözünün içine bakıyorum, neyim var neyim yoksa önüne seriyorum, bir kere gülsen, bir kere bana beni sevdiğini söylesen, bir sarılıp öpsen dünyalar benim oluyor ama sen beni görüp duymuyorsun Hazan. Diyorsun ya beni hiç anlamamışsın, sen beni anladın mı? Beni evde bulamayınca, arabamı kapıda göremeyince, bavulumu topladığımı, mutfaktaki saç tokamı bile alıp götürdüğümü görünce bu adam ne olur, dedin mi? "

Cevap bekler gibi sessiz kalınca bir elimin tersiyle yanaklarıma doğru süzülen yaşları silip yüzüme dökülen saçlarımın Fırat'tan tarafta olan kısmını kulağımın arkasına sıkıştırdım. Burnumu çekip suçluluk duygusu bütün vücudumu sarıp beni sıcak sıcak terletirken yutkundum. Söyleyecek bir şeyim yoktu aslında. Haklıydı. Ben de halkıydım ama ne bileyim Fırat'ı bu sefer çok üzmüştüm. Tacize uğradığımı bilmesini, kendimi savunamadığımı görmesini istemezdim. O adamı öfkesine yenilip öldurseydi bize ne olurdu? Ne olursa olsun suçlu ben olurdum. O şerefsizi dövmesi elindeki yaraları da açıklıyordu. Ama keşke kapı falan çarpsaydı, bu gerçeklerden hoşlanmamıştım.

"Önce sen gittin," derken ne söylediğimin farkında değildim. Kelimeler dudaklarımdan öylece dökülüvermişti.

Fırat'ın, "ne?" diyen sesi soru sorar gibi değildi.

Islak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimi Fırat'ın yüzüne çevirdim.

"Yalan mı? Önce sen gittin. Sen bıraktın beni. "

Fırat gözlerime inanmazcasına baktı. Öfkesi sözlerimle iyice katlanırken, "nereye gittim lan ben?" dedi. " Seni bırakıp başka bir şehire mi gittim, evden eşyalarımı mı topladım? İki saat lan sadece iki saat daha duracaktın o evde. Hava kararıyor tek başına korkar, bana o lafları sinirle söyledi, eve gideyim, alayım karımı koynuma, öper koklarım düzeliriz, diye diye bütün öfkemi yutup geri geldim ben senin o sözlerinden sonra. Sürekli üzüyormuşum seni, bağırıp çağırıyormuşum, sana insanların içinde ne hakla, kim olarak bağırırmışım, sana...köpek çekiyormuşum. Ben sinirle söyledin diye kendimi avuturken sen söylediklerinin altına imzanı atarcasına bırakıp gitmişsin lan beni. "

Yüzü acı çekiyormuş gibi buruşup kasılırken gözleri sek bir kırgınlığa büründüğünde suratındaki, öfkenin yakıcı maskesi düştü. Bana kızgın olmaktan ziyade kırgındı esasen.

Gözlerimi kaçırmak dışında bir şey yapamadım. Haklıydı işte.

Derin bir nefesi alıp verdiğini duydum. Ardından da sesi doldu kulaklarıma.

"Eğer," dedi. Yutkundu sonra ve devam etti. "Eğer o yüzüğü parmağından çıkarmış olsaydın Allah belamı versin gelmezdim peşinden. "

Kucağımda oynadığım ellerimdeki gözlerimi hızla ona çevirdim. Paniklemiş gibiydim ama bütün vücudum Fırat'ın sözleriyle kaskatı kesilmişti. Soğuk bir rüzgar esmiş, üzerime apansız bir ayaz vurmuştu. Oturduğum yerde dizlerimin bağı çözülürken o evden çıkarken de buraya gelirken de Fırat'ın peşimden geleceğinden emindim. Gelmemesi gibi bir ihtimal aklımın ucundan bile geçmemişti. Yüzüğü parmağımdan çıkarmakla çıkarmamak arasında kalırken bile eğer yüzüğü burada bırakırsam Fırat beni gözden çıkarır diye bir an olsun düşünmemiştim. Ne olursa olsun düzeliriz, demiştim kendi kendime. Ki zaten buraya ayrılalım, bitsin, diye gelmemiştim. Bunalıp daralmıştım sadece. Babamı özlemiştim, eniştemin mezarını görmeye gelmiştim. Belki de Fırat beni sandığım kadar çok sevmiyordu.

Gözlerimi gözlerinden ayırıp önüme döndüm. Kendimi alabildiğine berbat hissederken üzerimdeki, bana birkaç beden büyük gelen, beyaz kazağımın kollarıyla yüzümdeki ıslaklığı sildim. Saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp usulca burnumu çekerken gözlerimi, beyaz kazağımın eteklerini içine soktuğum buz mavisi kotumda ve beyaz botlarımda gezdirdim. Öylesine. Geceden beri uyumadığımdan başım ağrıyordu. Karnımdaki açlık hissi yerini mide bulantısına bırakırken belki de bir an önce Ankara'ya gidip üstlerle konuşmalı sonra da Şırnak'a dönmeliydim. Lünaparka gitmesem de olurdu. Şimdiye kadar gitmemiştim ve bir kaybım yoktu.

Bir müddet öylece durduk. Fırat beni izledi, ben ellerimle oynadım. Restorandaki gürültü artan müşterilerle paralel olarak çoğalırken ağlayan bir bebeğin sesi kulaklarıma doldu. Birkaç çocuk etrafta koşturuyordu. İnsanlar gülerek muhabbet sohbet ediyorlardı. Biz dışında herkes, görünen o ki, normal bir hayat sürüyordu. Ben de normal olmak istiyordum. Çocukluğumdan beri kurduğum tek hayal buydu. Diğerleri gibi olmak. Ama sanırım işleri bu defa ya da her defasında yokuşa süren bendim. Fırat'a her konuda itaat etmek istemiyordum ama karşı gelince de keyfimiz kaçıyordu. O bana kızgınken sürekli ağlamak istiyordum. Babamla aramız bozulduğunda da böyle olurdu. Ve yine Fırat gibi hep o gelirdi gönlümü almaya. Nazlı kızım benim, derdi. Sahi o kadar nazlı mıydım? Bunun adı naz mıydı yoksa bozuk bir psikolojinin belirtileri miydi?

Niye böyle oluyor baba? Kendimden çok yoruldum artık.

Gözlerimden aynı anda birer damla yaş düşerken Fırat bıkkınca bir nefesi sesli bir şekilde alıp verdi. Bir kolunu sırtımdan beri sarıp beni göğsüne çekerken, "kıyamıyorum ki anasını satayım, " dedi kendine kızar gibi. Dudaklarımdan küçük bir hıçkırık koparken diğer kolunu da sardı, koca cüssesinin yanında küçücük kalan bedenime. Yüzüm göğsüne gömülüyken birkaç kez istemeye istemeye kollarından kurtulmak için debelendim ama bırakmadı. Bıraksın da istemiyordum zaten. Hıçkırıklarımı bastırmak için alt dudağımı ısırırken başımı göğsüne iyice yerleştirip kokusunu solurken gözlerimi kapattım.

Fırat bir kere alnımı öpüp bir eliyle saçlarımı sevmek dışında hiçbir şey yapmadan öylece durdu. Ben de ellerimi göğsümde birleştirdim. Ona sarılmak istiyordum ama cesaret edemedim. Çekindim belki de.

Gözlerimden süzülen yaşlar yanaklarımda kururken ne kadar böyle durduk bilmiyordum ama uyumak üzereydim. Bilincim yavaş yavaş kapanırken etraftaki sesler git gide silikleşiyordu. Fırat'a iyice sokulup uykunun kollarına kendimi bırakmak üzereydim. O sırada Fırat bunu fark etmişti.

"Şşş Hazan uyuma," derken bedenime sarılı olan kollarıyla beni yavaşça sarstı. Söylediği şeyi zar zor anlarken gözlerimi açmadan başımı geriye atıp, "hı? " diye bir mırıltının dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. Bir eli yüzümü buldu o an. Büyük eli saçlarımı alnımdan geriye itip yanağımda, kirpiklerimde, burnumda, çenemde ve dudaklarımda gezindi. Ardından Fırat'ın yüzünü boynuma gömdüğünü hissettim. Sıcak ve etli dudakları tenimi kokumu içine çekerek öperken göğsümde duran ellerimi boynuna sardım. Gözlerim kapalıydı ama sevdiğim adamın tenime kondurduğu öpücük içimde başka şeyler uyandırıyordu. Fakat kalbim cayır cayır yansa da içim ısınmıyordu. Kendimi hâlâ kızgın, kırgın, suçlu ve yorgun hissediyorum.

Fırat başını boynumdan kaldırmadan tenime bir öpücük daha kondurup konuştu.

"Bir şeyler ye. Sonra da bir otele götürürüm seni, uyursun. "

Kollarımı boynundan çözüp gözlerimi açarken kendimi geri çektim. Uykum olduğu için biraz sersemlemiştim. Gözlerimi öylesine restorantın içinde gezdirirken hâlâ Fırat'ın kolları arasındaydım. O kadar yakınımdaydı ki alnına dökülen saçları şakağıma değiyordu.

"İstemiyorum, " dedim tarazlı ve biraz uykulu bir sesle.

Fırat sert bir nefesi alıp verdi.

" Hazan niye böyle yapıyorsun?" diye sordu bıkkınca.

Ona dönüp, " ne yapıyorum?" dedim.

"Açsın ama yemek yemiyorsun, uykun var ama otele gidelim diyince itiraz ediyorsun. Her şeyi yokuşa sürüyorsun. Fırsatını bulduğun her an canıma okuyorsun. Derdin ne Hazan senin?"

Sessiz kalıp o çok sevdiğim kara gözlerine baktım bir süre. Yorgundu. Göz altları çökmüş, gözlerinin beyazına az biraz kan oturmuştu. Bir buçuk aydır tartışmasız bir günümüz geçmiyordu. Tartışmaların çoğu benim yüzümden çıkıyordu ve sürekli aramızı düzeltmek için Fırat çabalıyordu. Bense mütemadiyen ağlayıp duruyordum. Bu hâle nasıl geldiğimi bilmiyordum. Nasıl düzelteceğimi de öyle. Fırat'a ne cevap vereceğim de koca bir muammayken gözlerimi yerdeki ahşap parkelere çevirdim.

"Üzgünüm, " dedim öylesine. "Özür dile..." derken de Fırat sözümü kesip, " sakın, " dedi uyarıcı ve baskın bir sesle. "Sakın bana özür dilerim falan deme Hazan. Sürekli özür dileyip yine aynı şeyleri yapmandan bıktım, usandım artık. Bu defa, bu işin içinden böyle sıyrılamazsın. "

Kollarını belimden çözmüştü. Haklıydı. İçimden beyaz kabanımı ve çantamı alıp buradan kaçıp gitmek gelse de oturduğum yerde, Fırat'ın bir eli masada, diğer eli oturduğumuz koltuğun arkasındayken beni aldığı kıskacın altında oturmaya devam ettim.

"Ben bugün buraya senden ayrılmak için gelmedim, " dedim. Öyle sanıyordu. Aynı şeyleri yaptığımı söylerken kastettiği şey ondan sürekli ayrılmak istemem olabilirdi. Niyetimin bu defa öyle bir şey olmadığını söylemek istedim. "Ben buraya eniştemin mezarını görmek için ve babamı özlediğimden geldim. Tamam, yine bir hata yapmış olabilirim ama aynı hatayı yapmadım. Ayrıca niye sadece ben suçluymuşum gibi konuşuyorsun ki? " derken yerdeki gözlerimi ona çevirdim. " Sen de hatalısın. Cihan abinin ağzıyla Emine teyzenin yanına gitmeme izin vermedin. Bana herkesin içinde bağırdın, arabada eve dönerken de bağırdın. Bana ne bir insan olarak ne karın olarak ne de bir savcı olarak saygı duymuyorsun. Gururumu ayrı kalbimi ayrı kırıyorsun ama ben hâlâ senden özür diliyorum çünkü seni üzmek hoşuma gitmiyor. Beni gerçekten seven bir sen varsın diye sürekli elimden geldiğince altan almaya çalışıyorum. Ama bir yerden sonra olmuyor artık. Yaptığım ya da söylediğim her şeyi sorun çıkarmak olarak algılıyorsun. Beni çok seviyorsun evet, üzerime titriyorsun evet, bir hata yaptığımda beni affediyorsun evet ama üzüyorsun da Fırat. Her seferinde suçlu olan taraf ben oluyorum. Hep en çok seven sen oluyorsun, ben seni sevmiyorum. Çünkü ben hiç fedakarlık yapmıyorum, hiç sen yanlış bir şey yaptığında seni affetmiyorum. Sürekli ağlayıp sorun çıkarıyorum. Madem ben bu sefer işin içinden böyle sıyrılamayacağım, o zaman sen de sıyrılamazsın."

Bir iki saniye gözlerime baktı. Sözlerim hoşuna gitmemişti. Canını sıktığımı ve onu kızdırdığımı bakışlarından anlayabiliyordum. Ama onun da bir şeyleri anlaması gerekiyordu artık. Eğer gerçekten bir yuva kuracaksak böyle devam edemezdik. Tamam, Fırat'ın haklı olduğu birçok yer vardı fakat ben de bütünüyle haksız değildim.

" Ben senin buraya niye geldiğini biliyorum, " dedi düz bir sesle. Ama yine de sesi her ne kadar düz ve sakin olsa da sinirli olduğunun farkındaydım. " Canımı yakmak istedin. Seni evde bırakıp gittim, diye yaptın. İnat olsun diye. Ayrılalım, diye yapmadım diyorsun ama sana imam nikâhımız kıyılırken mehir olarak verdiğim evden, bizim evimizden pılının pırtını toplayıp gidiyorsun. Sen beni terk ettin lan dün akşam. Buna kılıf uydurma. Babanla enişten mevzusu tamam, özleyebilirsin, gitmek, görmek isteyebilirsin eyvallah. Ama bana söyleyeceksin. Fırat beni İstanbul'a götür, diyeceksin. Hayır mı diyeceğim lan sanki ben sana? "

Araya girip, " niye ben sen olmadan şehir değiştiremez miyim?" diye sordum. Evden neden gittiğim konusunda biraz haklıydı ama babamla eniştemin mezarına gitmek istemem konusunda yalan söylemiyordum.

"Değiştiremezsin, " dedi kesin bir sesle. " Hele de...o olaydan sonra asla. "

Tacize uğrayışımdan bahsediyordu. Yüzü sinirle gerilirken sertçe soludu. Ürkütücü görünüyordu ama ben geri adım atma taraftarı değildim.

İnatla meydan okurcasına gözlerine bakıp, "istersem giderim. Durduramazsın, " dedim.

Dilini sinirle ağzının içinde gezdirip gözlerini kapatıp açtı. Gözlerime oldukça sert bir ifadeyle bakarken, " az önce saygıdan mı bahsediyordun sen?" dedi. " Sen bana saygı duyuyor musun lan? "

"Duyuyorum. Benden sakladığın geçmişin, bana söylediğin ama lafa gelince, ben sana hiç yalan söylemedim, demelerin ben tüm bunlara saygı duydum. Ve ben sana insanların içinde asla sesimi yükseltmem. Kaç kere gururunu kırdım, kaç kere sana ne yapıp yapmayacağını dikte ettim şimdiye kadar? "

Yutkundu. Gözlerindeki öfke yerle bir olurken bakışlarını kaçırdı. Masanın üzerinde duran elini yumruk yapıp parmaklarını kırarcasın sıktığını gördüm. Yüzüne sıkıntılı bir ifade oturmuş, gözleri buğulanmıştı. Omzunun üstünden denize baktı yine. Dişlerini sıkıyordu. Alnına dağılan saçları sanki darmadağın olan ruhunun göstergesiydi. Sarılmak istedim ona ama yapmadım. Yutkunup dilimin ucuyla alt dudağımı nemlendirip konuşmaya devam ettim.

"Ben biliyordum böyle olacağını. O gün bana beni sevdiğini söylediğinde aslında ben sana seni sevdiğimi söylemeyecektim. "

Gözleri gözlerimi buldu.

" Ama sen bana öyle sarılıp öpünce yapamadım. Birden döküldü dudaklarımdan kelimeler. Yoksa şu an ki halimiz sürpriz olmadı bana. Seni doğru düzgün tanımıyordum, gerçi şimdi de pek tanıdığım söylenemez, ama yine de biliyordum anlaşamayacağımızı. Daha ilk karşılaştığımız gün apartmanın önünde arabamı almaya gelen nakliye aracını beklerken höt söt konuşmaya başladın benimle. Sonra havaalanına giderken trafikte arkamızda korna çalan aracın şoförüyle konuşmak istediğimde, lafımı ikiletme, otur oturduğun yerde, diye sesini yükseltin. Marangozdan yaptırdığım masayı almaya giderken daha tanışalı üç gün anca olmuştu ve sen beni yalnız göndermeyip benimle geldin. Masanın parasını ödedin. Parayı geri ödememe izin vermedin. Sürekli gözün üstümdeydi. Telefonuma herhangi birinden mesaj gelse gözlerinden ateş çıkıyordu. Oğuz bana her sarılıp dokunduğunda yumuklarını sıkıyordun. Hep sert, kaba saba biriydin. Ama işin tuhaf tarafı ben aşık oldum sana. Öyle birden bire, ne olduğunu anlamadan oldu. Eğer o gün gelmeseydin, beni öyle öpüp sarılmasaydın ben hiç gelmeyecektim sana. Keşke sen de gelmeseydin. Şimdi böyle olmazdı."

Sözlerimle Fırat'ın gözleri yavaş yavaş dolarken kaşları acı çekiyormuşcasına çatılmıştı. Yanağının içini ısırırken koltuğun arkasındaki elini ensesine atıp sertçe sıvazladı. Göğsüne bir ağırlık oturmuş gibi derin bir nefes alıp verdi. Canını yakmıştım. Kalbi kırılmıştı. Söylediklerimden pişman olsam da yanlış bir şey söylememiştim. Anlaşamıyorduk işte.

Gözlerini kapatıp açarken yutkundu. Yüzüme baktı sonra.

"Beni sevdiğine pişman mı oldun?" diye sordu güçsüz ve acı çeker gibi çıkan sesiyle. Bu ses tonu karnıma yumruk yemiş gibi hissetmeme neden olmuştu. Yanaklarıma doğru süzülen yaşları silerken burnumu çektim.

"Sen olmadın mı? Bugün ya da dün akşam?"

Başını belli belirsiz sağa sola sallarken, "sorumun cevabı bu değil, " dedi. "Pişman oldun mu olmadın mı?"

Sesi sonlara doğru biraz yükselmişti. Çektiği acı onu öfkelendiriyor, belirsizlik sabrını sınıyordu. Kirpiklerinin titrediğini gördüm. Dolu dolu olan kara gözleri hem öfkeden hem de yaşlardan dolayı parlıyordu. Oldum, demek istedim ama olmadığımı biliyordum. Sadece canım yanıyordu. Ne yapacağımı nerede duracağımı, Fırat'ın Hazan'ı mı yoksa kendi büyüttüğüm, kimseye boyun eğmeyen, kendi doğruları olan, kendinden başka hiç kimseye ihtiyaç duymayan, istediği zaman istediğini yapan, kimseye hesap vermeyen Hazan mı olacaktım, bilmiyordum. Çıldırmak üzereydim. Arafta kalmıştım. Cehennemde değildim ama burası cennet de değildi. Ne söylersem söyleyeyim hep bir şeyler eksik kalacaktı. Fırat'sız olmazdı ama onunla da olmuyordu. Kalbim sökülürcesine bir ağrı saplandı göğsümün ortasına. Sabah içimde yeşeren bütün umutlar ölmüştü sanki. Fırat'a sarılmakla masadan kalkıp gitmek arasında bocaladım. Ondan başka kimsem yoktu, içim zaten koca bir enkazdı, gidersem geri de kalan sadece Fırat olmazdı, onsuz yapamazdım. Yüzüğüm çok güzeldi. Fırat'ın koca gövdesine sarılıp uyumakta öyle. Onunla sarmaş dolaş olmak, öpüşüp koklaşmak, sesini duymak, kucağında oturmak, göğsüne kıvrılmak, bazen kavga etmek bile güzeldi. Ama güçsüz olmaktan hoşlanmıyordum. Kendime bugün verdiğim sözlerden yarın caymak kendime olan güvenimi kırıyordu. Gittikçe daha dibe batıyordum.

Gözlerime biriken yaşlar Fırat'ı zar zor görmeme neden olurken dudaklarımdan bir hıçkırık koptu. Ayağa kalktım. Gitmeyi düşünüyordum ama tek dizimi koltuğa koyup kocamın boynuna sarıldım. Beni hemen kolları arasına alırken kucağına çekti. Tek dizine oturtup boynuma gömdü yüzünü. Peş peşe ıslak dudaklarıyla öptü tenimi. Hıçkırıklarım arasında güç bela konuşurken, "olmadım, " dedim. "Ben çok seviyorum seni. "

Bir koluyla belimi sımsıkı sararken saçlarımı seviyordu. Kulağımın altını öperken," şşş tamam, ağlama tamam," dedi fısıltılı bir sesle beni sakinleştirmeye çalışır gibi. Ama o da ağlıyordu. Boynuma düşen damlalardan bunu anlayabiliyordum.

"Fırat düzelelim artık, nolur," dedim. Küçük bir kız çocuğu gibi çıkan sesimle yalvarıyordum ona. Benim elimden bir şey gelmiyordu ama Fırat çok güçlüydü. Benden daha olgundu. Bize bir çare bulmalıydı.

Başını biraz geri çekip çene kemiğimi öptü.

"Düzeleceğiz, başka yolu yok zaten. Ben bırakmam seni, " dedi. Söz veriyor, yemin ediyordu sanki. Sesi o kadar netti ki az önce konuşulanlar hiç konuşulmamış gibiydi. Ben ona hiç, keşke sen de gelmeseydin, dememişim gibi. O bana hiç, eğer o yüzüğü parmağından çıkarmış olsaydın Allah belamı versin gelmezdim peşinden, dememişti sanki. Bunca kırgınlığın üzerine düzelir miydik sahi?

Yüzümü boynuna gömüp ona iyice sokulurken, "ama ben çok üzdüm seni," dedim. "Sen de beni üzdün. Eskisi gibi sever misin ki beni? "

Dudaklarını saçlarıma bastırırken, "saçmalama," dedi. " Durduk yere olmadı hiçbir şey. Konuşur çözeriz ama bugün değil. Dur biraz, tamam? Bugünlük bari sözümü dinle Hazan. "

Sanırım Fırat böyle olacağını bildiği için sabahtan beri ne zaman onunla konuşmak istesem susturmuştu beni. Zaten sahilde de, kavga ederiz, yapma, demişti. Ve ben onu dinlemeyip üzerine gitmiştim. Keşke sussaydım. Şu an kendimi çok kötü hissediyordum.

Burnumu çekip boynunu öptüm.

"Tamam, " dedim usulca.

"Tamam, bak şimdi bana," dediğinde kollarımı boynundan çözüp onunla yüz yüze geldim. Nemli gözleri yüzümün her bir zerresinde gezinirken büyük eliyle önce sol sonra da sağ yanağımdaki ıslaklığı sildi. Çenemin altında biriken damlaları da dudaklarıyla öperek yok ederken içim hâlâ biraz buruktu.

Tekrar göz göze geldiğimizde Fırat, "önce karnını doyuralım, " dedi. "Sonra istersen bir otele gideriz, uyursun. İstemiyorsan da gezdiririm seni biraz. Bunaldın Şırnak'ta zaten. Geceye ya da yarın sabaha bilet alır, döneriz, tamam?"

"Fırat, " dedim bir şey isteyeceğimi belli eden sesimle.

"Söyle, " dedi. Yavrum, demiyordu. Karım, canımın içi, bebeğim, fındığım, nefesim ya da bu aralar söylediği gibi gülüm demiyordu. Belli ki o da hâlâ kırgındı. Onun da içi ısınmıyordu bana.

Başımı önüme eğip alt dudağımı ısırırken gözlerime dolan yaşları kirpiklerimi kırpıştırarak geri göndermeye çalıştım. Sonra Fırat'ın kucağından kalkmak için hareketlendim. Ama bırakmadı. Gözlerim belimi daha sıkı saran kollarıyla gözlerini buldu.

"Söyle ne söyleyeceksen, " dedi. Sesi sert değildi ama içinde bulunduğumuz halden dolayı olsa gerek kızıyormuş gibi hissediyordum.

Burnumu çekip yutkunurken, "ben," dedim ama devamını getiremedim. Lünaparka gitmek istediğimi söyleyecektim fakat şu hâlde ondan bir şey istemek o kadar zordu ki kelimeler dudaklarımdan dökülmemek için direniyordu.

Fırat bıkkınca soluyup, " hani söz dinleyecektin Hazan?" dedi.

Evet, dinleyecektim ama böyle olmuyordu ki. Yine de, " lunaparka gitmek istiyorum, " diyerek tek seferde söyleyip kurtuldum.

Birkaç saniye gözlerime baktı öylece. Şaşırmış gibi görünüyordu. Kabul edip etmeyeceğini düşündüm. Koskoca otuzbir yaşında adam beni lünaparka götürmek istemezse buna gönül koymaya lüzum yoktu.

" İstemezsen gitmeyiz," dedim gözlerindeki şaşkınlık dağılsa da uzun süren sessizliği karşısında.

Dudağının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirirken bana hafiften kıstığı gözleriyle çok güzel bakıyordu. Geniş omuzlarına tutunan ellerimden birini avucuna alıp öperken, " gideriz," dedi. Şaşırma sırası bu sefer bana geçerken, "gerçekten mi?" dedim. Öylesine sorduğum bir soruydu ve bu yüzden Fırat'ın sessiz kalıp beni göğsüne çekmesine itiraz etmedim.

Fırat'ın omzuna geri koyduğu elimi göğsüne indirdiğimde tişörtünün altındaki künyesinin zincirini parmak uçlarımda hissedebiliyordum. Çelik gibi sert olan göğsü avucumda alıp verdiği nefeslerle yükselirken çıplak tenine dokunmak ve sıcaklığını hissetmek istiyordum. Şu hâlde bile ona çekiliyordum ve belki otele gitmek bile isteyebilirdim, tabii aramız böyle olmasaydı.

Hızlı kalp atışları kulaklarıma dolarken bu sesi seviyordum. Gözlerimi kapatıp daha iyi duymak istedim. Fırat'ın dizinde otururken yere değmeyen ayaklarımı ileri geri yavaşca sallıyordum. Tahir abiler sanırım kasıtlı olarak buraya müşteri almıyor ve masayı toplaması için garson yollamıyorlardı. Aramızın bozuk olduğunu anlamışlardı ve Şule abla giderken, "rahatınıza bakın, " diyerek manidar bir şekilde gülmüştü.

Derin bir nefes alıp Fırat'ın kokusunu içime çekerken belime sarılı olan kollarından birini tutup çözmeye çalıştım. Fırat buna izin verip kolunu belimden çekerken elini ellerimin arasına alarak göğsüme koydum. Dudaklarımı elinin üzerindeki yaralara bastırıp öptüğümde Fırat da alnımı öpmüştü. Beni tek koluyla iyice göğsüne çekti.

Fırat dudaklarını alnımdan ayırmadan hafifçe içini çekip, "ne yiyeceksin, söyle garsonu çağırayım, " dedi. Neden garsonu çağırıp ona söylemediğimi sorgularken itiraz etmeden başımı göğsünden kaldırdım. Bir iki saniye düşünür gibi yaparken Fırat, "patates kızartması," dedi ve devamını benim getirmemi bekledi. Patates kızartmasını çok sevdiğimi bildiği için böyle yapıyordu.

Dudaklarımı büzüp, " pişi, " dedim.

" Tamam, " dedi ve başka bir şeyler daha söylememi istercesine gözlerime baktı.

"Yumurtalı ekmek," dedim ve yine duraksadım. Fırat'ın gözleri o an dudaklarıma düşmüştü.

"Başka?" dedi sorar gibi. İlgi odağı dudaklarımken aklı dağılmıştı. Bu hâli içten içe hoşuma giderken düzeleceğimize, Fırat'ın beni hâlâ çok sevdiğine dair içim umutla doldu.

Ne yemek istediğimi düşünürken uzun zamandır yemediğim bir şey geldi aklıma.

"Bir de kuymak istiyorum, " dediğimde Fırat dudaklarıma iyice yaklaşmıştı. Söylediğim şeyle bu sefer belli belirsiz değil net bir şekilde güldü. Sessiz bir gülüştü ama görmüştüm işte. Dilinin ucuyla, gülüşü hâlâ yüzündeyken, alt dudağını nemlendirdi.

"Ne istiyorsun? Bir daha söyle bakayım," dedi. Fısıltılı sesi boğuktu. Bu yakınlıkta nefesi dudaklarımın üzerinde gezinirken bedenim ürperdi. İçim bir hoş olmuştu.

Dediğini yapıp, " kuyma..." derken dudaklarımın üzerine kapanan dudaklarla susmak zorunda kalmıştım. Bu kez sahildeki gibi öpüp çekilmek yerine, ellerimin arasında duran elini çekip boynumla yüzüm arasında bir yere koydu ve alt dudağımı emmeye başladı. Başparmağıyla tenimi usul usul severken gözlerim kapanmıştı. Kollarımı boynuna sarıp ben de onu öpmek isterken kendimi durdurdum. Nerede olduğumuzu unutmamalıydım. Biri görürse rezil olurduk. Nerede olduğumuz Fırat'ın pek umrunda değil gibiydi ama ben tedbiri elden bırakamazdım.

Gözlerimi açıp Fırat iki dudağımı birden kavrayıp özlem dolu bir şekilde öperken kendimi geri çektim. Dudaklarımız arasında açılan milimlik mesafede, "Fırat restorandayız. Ne yapıyorsun?" dedim. Kısık ve baygın bakan gözleri dudaklarımdan ayrılmazken yüzümdeki eliyle çenemi tutup dudaklarımızı yeniden birleştirdi. Peş peşe öpüp, her öptüğünde de derin bir nefes aldı. Ardından alnını alnıma dayayıp, "napıyorum?" dedi.

Yutkunup öpücüklerin etkisinden çıkmaya çalışırken kirpiklerimi kırpıştırıp tırnaklarımı Fırat'ın tişörtüne geçirdim.

Kelimeleri zar zor bir araya getirip, "kızgın değil misin bana?" diye sordum. Aslında demek istediğim ona söylediğim onca şeyden sonra beni nasıl böyle öpebildiğiydi. Ben eksik sormuştum ama o tam anlamıştı.

"Ben sana kızgınım, " dedi. "Dudaklarına değil. Senin dudakların benim göz hakkım Hazan. "

*******

Lunapark öğleden sonra açıldığı için Fırat'la birkaç mağaza gezmiştik. Bir sürü şey almıştık ama kitap almak istediğimi söyleyince Fırat bana evdeki kitapları hatırlatmıştı. Yine de çok istiyorsam almamı söylemişti. Ama ben almamıştım. Zaten aldığımız her şeyin parasını Fırat ödemişti. Bugün boyunca onun sözünü dinleyeceğime dair söz verdiğim için ne zaman bir şeylerin parasını ödemesine itiraz edecek olsam o sözü hatırlatmıştı. Tabii buna ben hatırlatmak diyordum, yoksa Fırat sert bir üslûpla uyarıyor, bana yer yer kocam olduğunu üzerine basa basa söylüyordu.

Az önce bir otele gelmiştik. Öğlene daha iki üç saat vardı. Resepsiyonda kayıt yaptırırken bizim gibi kayıt yaptırmaya gelen kadının biri Fırat'a göz süzüp durmuş, hatta ona adını sorma cüretinde bulunmuştu. Fırat kadın yokmuş gibi davranırken kadın da ben yokmuşum gibi davranıyordu. Sonunda kayıt işlemi yapılırken resepsiyondaki görevlinin, Fırat Demir Korkmaz ve Hazan Hilâl Türkoğlu. Odalar ayrı mı olacak, diye sormasıyla araya girip, kocamla ben aynı odada kalacağız, diyerek duruma müdahale ettim. Kadın bana üsten üsten bakarken bavulunu alıp ona verilen odaya gitmek için asansöre doğru ilerlemişti.

Fırat elindeki kartı kapıya okutup beni tuttuğu elimden odaya soktu. Zaten gün boyu elimi bırakmamış, herhangi bir erkek sinek bile bana temas etmesin diye sürekli beni kıskacı altında tutmuştu.

Elimdeki poşetleri yatağın üzerine sinirle attım. Diğer poşetleri arabada bırakmıştık. Bu poşetlerde de biraz uyuyabilirsem, ki şu hâlde çok zordu, şortlu bir gecelik takımı ve lunaparka giderken giyeceğim kıyafetler vardı. Otellerdeki havluları kullanmaktan hoşlanmadığım için civciv sarısı bir bornoz, bir de duş almak için kendi gül kokulu şampuanımdan almıştım. Fırat da üzerini değiştirmek için birkaç bir şey almıştı.

Kapının önünde durmuş çatık kaşlarıyla bana bakan Fırat'a döndüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"O kadın dokundu sana, " diyerek konuya girdim birden. Aslında tam bir dokunma yoktu. Yan yana durdukları için kolları birbirine değmişti ama ben yanlışlıkla bir erkekle göz göze gelsem kızan Fırat'ı baz alırsak bu küçük temasa dokunmak diyebilirdim.

Bana doğru gelirken elindeki kartı yatağın karşısındaki duvara sabitlenmiş olan televizyonun altındaki, koyu kahverengi konsolun üzerine koydu. Karşımda durup bana uzun boyuyla tepeden bakarken bir şey söylemedi. Bu sessizliği beni iyice sinirlendirirken, " adını söyledin ona, " dedim. "Fırat dedi sana."

Aslında o söylememişti. Resepsiyondaki görevli söyleyince kadın, "Fırat, güzel isim," demişti. Ama öyle şuh ve kadınsı bir sesi vardı ki insana başka şeyler düşündürüyordu. Benim çocuksu ve Fırat'ın tabiriyle, tatlı sesim asla o kadar kadınsı ve davetkâr olamazdı.

Fırat yine karşımda öylece dururken, " tabii senin için hava hoş. Hoşuna gitti galiba kadının sana olan ilgisi," dedim sinirle. Sessiz kaldı yine. Gözlerim sinirden dolarken yumruklarımı sıkıyordum.

"İstersen bırak beni burada. O kadının yanına git," dedim hırsla. Damarına basıp bir tepki vermesini sağlamaya çalışıyordum. "Oda numarası 110. Git isterse..." derken Fırat beni aniden belimden tutup kucağına aldı. Dudaklarımdan küçük çığlık koptu. Ardından da, "bırak beni!" diyerek kucağında debelenmeye başladım. Fakat o beni daha sıkı sarıp yatağa oturdu. Yüzünü boynuma gömüp kokumu içine çekerken debelenmeye devam etmeye çalıştım ama kolları arasında hareket etmek olanaksızdı. Geniş omuzlarında duran ellerimle onu itmeye çalışırken kendimi geri çekmek için hatrı sayılır bir çaba sarf ettim.

"Dokunma bana! Ya bırak!"

"Hazan dur," dedi ilk kez konuşurken.

"Tamam," dedim. "Ben dururum. Sen ayak üstü başka kadınlarla..."

Sözlerim Fırat'ın, "o cümlenin devamını sakın getirme," diyen uyarıcı ve baskın sesiyle yarıda kesildi. Biraz ileri gittiğimi kabul edebilirdim. Fırat kadına bir kez olsun dönüp bakmamıştı ama ben içimi burkan, kendimi rahatsız ve huzursuz hissetmeme neden olan bu kıskançlık hissinden kurtulamıyordum. Aramız bozuktu. Fırat'a bugün ilk defa o kadar kırıcı konuşmuştum. Yaptığım şeyin ağırlığını her geçen dakika daha sarsıcı bir şekilde idrak ederken sevdiğim adamı kaybetme korkusu, o kadının şuh sesiyle birlikte, kalbimin tam ortasına bir kor misali düşmüştü. Fırat beni bırakmazdı ama...ya bırakırsa diye düşünmekten kendimi alamadıkça içimi daha acı verici bir korku sarıyordu. Fırat'ın ihtiyaçlarının hiçbirini karşılayamıyordum. Ne cinsel ne de duygusal olarak. Ya bir gün, tek seferliğine de olsa, başka birine gitmek isterse? Şu sıralar bana dokunmamak için direnirken çok zorlandığının farkındaydım. Restoranda bile kucağına oturduğumda sertliğini hissetmiştim. Şu anda kucağındaydım ve Fırat yine sertleşmişti. Beni kendine doğru çekip bastırdıkça kasıldığını hissedebiliyordum. Düzensiz nefesleri boynuma vururken tenimi öpmüyor sadece kokumu soluyordu. Sıcak nefesinin değdiği yerler uyuşup karıncalanırken heyecanlanıyordum. Kalbim sıkışırken yutkundum.

"Yalan mı?" Dediğimde neden her seferinde Fırat'la konuşurken düşündüğüm şeylere tamamen zıt şeyler söylediğimi merak ediyordum.

Boynumda derin bir nefes alıp geri çekilirken yüz yüze gelmemizi sağladı. Burnu burnuma değerken aslında burun buruna geldik de diyebilirdim. Çatık kaşlarıyla gözlerime baktı.

"Doğru mu?" diye sorduğunda sesi sertti.

Gözlerine bakmıyorken konuşmak daha kolaydı. Böyle ne diyeceğimi bilemiyordum. Yine de kendimi konuşmak için zorlayıp, " o kadın..." dedim ama Fırat, " ne o kadın?!" diyerek sesini yükseltiğinde susmak zorunda kaldım. " Ne o kadın ne de başka bir kadın sikimde bile değil benim!"

"Olamaz zaten!" derken sinirlenmiştim.

Başını beni onaylarcasına sallayıp, "olamaz," dedi daha sakin bir sesle. " Biliyorsun. Bir kez olsun dönüp bakmadığımı da biliyorsun. Niye böyle yapıyorsun Hazan? Bana karşı bu aralar niye bu kadar asisin sen? Noluyor sana?"

Dudaklarımı birbirine bastırıp alnımı Fırat'ın yüzüne dayadım. Omuzlarına tutunan ellerimi boynuna sardım.

" Şırnak'a dönünce konuşalım, " dedim. Şimdi anlatması çok uzun sürerdi.

Bir eliyle saçlarımı severken, "tamam," dedi. Başka da bir şey söylemezken aramızdaki yürek burkan soğukluk hâlâ yerli yerindeydi. Birbirimizden kopabilsek bu ilişki bugün biterdi. Bu halimiz gözlerimi doldururken kalbime çöken ağırlık nefes alış verişlerimi zorlaştırıyordu. Kendimi oldukça yorgun hissederken bir duş alıp uyumanın iyi geleceğini düşündüm. En azından denemekten zarar gelmezdi.

Kollarımı çözüp kucağından kalkmak için hareketlendim. Ama belime sarılı kollar sıkılaşırken Fırat gitmeme izin vermedi. Gözleri yüzümde gezinirken, "nereye?" dedi, öylesine belki.

"Duş alacağım," dedim.

Gözleri, dolu dolu olan ama bir damla yaş dökmeyen gözlerimde gezinirken kollarını belimden çözdü. Gitmeme müsade ettiğini düşünsem de elleri üzerimdeki kabanı buldu. Yakalarından tutup omuzlarımdan sıyırdığı kabanı üzerimden çıkarıp yatağın üstüne koydu. Ardından büyük ve sıcak elleri belimi buldu. Beyaz kazağımın eteklerini buz mavisi kotumun içinden çıkarıp ellerini içine soktu. Beyaz atletimin üzerinden belimi okşarken gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Dudakları boynumu buldu. Tenimi koklaya koklaya öperken gözlerimi kapattım.

Nefeslerim hızlanıp düzensizleşirken vücudumu bir ateş basmıştı. Belimi okşamayı bırakıp sımsıkı sarılırken oturduğu yerden kalktı. Gözlerimi açmadım. Bir kolu belimden ayrılırken poşetlerin hışırtısını duydum. Sonrada beni poşetlerle birlikte banyoya bıraktı.

********

Sabahtan beri bulutların arasından ara ara yüzünü gösteren güneş tam anlamıyla açmıştı. Lunaparktaydık. Az önce atlı karıncadan inmiştim. Ne kadar ısrar etsem de gelmeyen Fırat beni izlemekle yetinmişti. Mutlu olmam gerekirken biraz bugün yüzünden, biraz da bu anın içinde olmam gereken yaşın bu yaş olmadığını bilişimden, zihnimin bana oynadığı oyunlar yüzünden, Fırat'ın olduğu yerde babamı görüşümden dolayı mutlu değildim. Öyle bir beklentim de yoktu buraya gelirken ama koca koca oyuncakların arasında, neşeli, cıvıl cıvıl çocuk gülüşleri kulaklarıma dolarken, etrafta rengarenk balonlar, pamuk şekerler, kağıt helvalar ve elma şekerleri satılırken burada mutlu olmak zorundaymış gibi hissediyordu insan.

Bense bir kar küresinin içindeki atlı karıncada bir başına oturan hüzünlü bir kızdan öteye gidemiyordum. Sadece atlı karıncaya binmiştim ama hevesimi almıştım. Burası birkaç saatliğine de olsa bana katlanmaması gereken, oldukça güzel bir yerdi. İçimdeki Hazan bir duvarın dibine çöküp dizlerine kapanmış ve etraftaki güzelliklere bakamayacak kadar kızgındı hâlâ o güne.

"Okuldaki bütün arkadaşlarım gitti baba. Ben de gitmek istiyorum. Lütfen. "

"Hilal odana. Sonra babacığım, tamam mı?"

"Hayır! Sonra değil şimdi. Bugün pazar baba. Başka tatil günün yok ki. Bugün olmazsa bir hafta daha bekleyeceğim ve sen yine götürmeyeceksin. Çünkü sen kötü bir babasın!!"

Ve sonra sağ yanağıma inen tokadın sesi çınladı kulaklarımda. Yine yerlere saçıldı pembe tokalarım. O günden sonra babamı affetsem de bir daha lunaparkın adını ağzıma almadım. O da bana, sonra, diyerek verdiği sözü hiç bir zaman tutmadı.

Koca koca oyuncakların arasında Fırat'la el ele yürürken gözlerim ayağımdaki siyah beyaz spor ayakkabılarımdaydı. Beyaza çalan soluk mavi, bol paça, yüksek bel kot pantolonum, göbeğimi, Fırat'ın fark etmeyeceği kadar, açıkta bırakan siyah boğazlı kazağım ve siyah, uzun fakat havaya uygun bir şekilde ince olan kabanım ve aynı renk küçük kol çantamla kendimi çok beğenmiştim. Fakat şu an buraya gelirken kıpır kıpır olan içimden eser yoktu.

Artık kalçalarıma kadar uzanan iri dalgalara sahip, kahverenginin hoş bir tonunda olan saçlarım önüme dökülürken burnuma dolan tatlı gül kokusuyla hafifçe içimi çektim. Arkamızdan vuran güneşle yere düşen gölgelerimizde gezdirdim gözlerimi. Biri uzun diğeri oldukça kısa olan gölgeler iki sevgiliden daha çok bir baba kızı andırıyordu. Buraya gelmem gereken yaşlarda gelebilmiş olsaydım nasıl vakit geçireceğimi düşünmeden edemedim. O an yanımdan sarı saçları güneşte ışıldayan, pembe elbiseli, elinde kalp şeklinde kırmızı bir balon ve pamuk şeker olan küçük bir kız babasıyla geçti. Arkalarından da annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın çantasında çalan telefonunu ararken kolunu bana çarptı. Göz göze geldiğimizde üzgün bir yüz ifadesiyle kaşlarını çatıp, "ayh pardon. Çok özür dilerim, " dedi. Gülümseyip sorun olmadığını söylediğimde farklı yönlere doğru ilerlemeye devam ettik.

Fırat beni tuttuğu elimden iyice kendine çekerken, "iyi misin?" diye sordu. Sesi kadının bana çarpmasından hoşnutsuz olduğunu belli ediyordu. Ona dönmeden, "iyiyim," dedim. Kadının çarptığı kolumu sabah Cihan abi biraz sıkmıştı ve hassas olan beyaz tenim morarmıştı. Fırat otelde şortlu pijamamı giydiğimde o morluğu görmüş ve deliye dönmüştü. Mezarlıkta canım yansa da herhangi bir tepki vermediğim için kolumu ne kadar sert sıktığını fark etmemişti ve bu yüzden kendine kızarken ben de bu öfkesinden nasibimi almıştım. Beni otelde bırakıp bir hışımla çıkıp gitmiş, eczaneden morluk için krem alıp gelmişti. Cihan abiye küfrede küfrede kremi koluma sürerken onu zar zor sakinleştirebilmiştim. Alt tarafı küçük bir morluktu işte. Sonra da birbimize sarılıp biraz uyumuştuk. Yani en azından ben Fırat'ın çıplak teninden kokusunu solurken uyuyabilmiştim. Ama Fırat pek, belki de hiç uyumamıştı.

Bir ara Sadettin abiyle konuştuğunu duymuştum. Beni taciz eden adamın Fırat'tan yediği dayak sonucu Mardin'de bir hastanede olduğunu ve yeni yeni kendine geldiğini öğrenmiştim. Sadettin abi, adamın Fırat'tan şikayetçi olmayacağını, Korkmaz aşiretinin adını duyunca korktuğunu ve eğer şikayetçi olursa taciz ettiği kadının bir savcı olduğunu ve bu işten kurtulamayacağını adama söylediğini söyledi. Ardından da Fırat'la benim hakkımda konuşurken sinirle, "lan bırak şu kızı anasının yanına, dön geri," dediğini duydum. Sadettin abinin dediğine göre Fırat'a bir huzur vermemiştim. Fırat ise bir şey söylemeyip telefonu kapatmıştı. Sonra da yanımdan kalkıp banyoya gidip duş almıştı. Bense içimden ne kadar çok ağlamak gelse de Fırat'ın yastığına sarılıp uyumaya kaldığım yerden devam edebilmek için elimden geleni yapmış ve sonunda da başarılı olmuştum. Bir süredir hayatımdaki tek başarımda buydu.

Nasıl, kimseye benim yüzümden zarar gelmesin, insanları üzmeyeyim, kimsenin gözüne batmayayım, kimseye yük olmayayım, varlığım, nefes alıp verdiğim bile belli olmasın diye çabalarken insanların benden bu kadar nefret edip uzaklaşmasına neden olabildiğimi anlayamıyordum. Sadettin abi beni ne kadar tanıyordu ki? Cihan abi bunca yıl tanımıştı da ne olmuştu? Ya da Oğuz, dedem ve babaannem çocukluğumdan beri yanımdalardı ve bugün hiçbiri yoktu. Ben kötü bir çocuk muydum? Kötü bir kuzen, kötü bir torun, kötü bir sevgili, kötü bir kardeş, kötü bir evlat, kötü bir savcı, kötü bir ajan, kötü bir insan mıydım? Bir çocuğa doğum günü hediyesi olarak alınmış ve sonra da çocuğun gönlü geçince ormanlık bir alana bırakılmaya karar verilmiş küçük bir köpek yavrusu gibi, bırak şu kızı anasının yanına, demek ne demekti? Peki ya Fırat'ın sessizliği ve benim hiçbir şey duymamış gibi davranmaya çalışmam olması gereken şeyler miydi? Belki.

Derin bir nefes alıp Fırat'ın elini bıraktım. Çantamın sapını iki elimle tutup önden yürürken az ötede gördüğüm boş banka doğru ilerledim. Fırat elimi yeniden tutmak için hiçbir harekette bulunmadı. Birkaç adım arkamdan gelirken esen hafif rüzgarla saçlarım geriye doğru savruldu. Kulaklarımdaki kirazlı küpelerim sallanırken boynuma vurdu. Onları çok beğenerek almıştım bir takı mağazasından. Ama şimdi almasam da olurdu. Fırat'a bana aldığı her şeyin parasını geri ödemeliydim.

Oturduğum bankın karşısındaki dönme dolapta eğlenen insanları ve çocukları izlerken yüzüme vuran güneşin sıcak dokunuşlarını hissetmek güzeldi. Üç dört ay önce bu his bana, güzel olmaktan daha fazlasını düşündürebilirdi. Büyük ihtimalle çocukluğuma gömülü kalan bu lünaparkı hiç hatırlamaz, buraya yolum düşmezdi. Ama elime bir kitap alır, buradaki evin yakınlarındaki çocuk parkına gider, boş bir salıncak bulabilirsem oturur kitabımı okurdum. Cihan abi bir yerde haklıydı belki. Şırnak'a gitmekte hata etmiştim. Daha zamanı vardı ya da hiç gerek yoktu bir intikamın peşine düşüp, zamanla düzelir, dediğim her şeyi berbat etmeye. Fırat'ı sevdiğim için pişman değildim ama o beni sevmemeliydi. Ben öyle kendi kendime, ses etmeden, bir köşede durur içten içe severdim onu ve fazlasında gözüm olmazdı. Diğer insanlarla aramda olabilecek sevgi bağı aşktan oldukça uzak ve farklı olsa da bunca yıl kendimce kimseye bir zararım dokunmamıştı. Ama mesafeler azaldıkça her şey berbat olmuştu. Oğuz, dedem, babaannem, halam ve ölüp giden onlarca insan. Hangi birini unutup mutlu ve güçlü olabilirdim ki? Bir savcıydım evet, alışıktım böyle şeylere, kan kokusu, çiçek kokusundan daha tanıdık gelirdi, çoğu insana felaket senaryosu gibi gelecek şeyler benim hayatımın normali ve gerçeğiydi ama benim de bir yerde kırılgan bir kalbim, hastalıklı bir ruhum, ağır yaralı bir çocukluğum vardı. Küçük dağları da ben yaratmamıştım.

Yanıma oturan Fırat beni izliyordu. İkimiz de durgun ve sessizdik. Bu cıvıl cıvıl renklerin içinde siyah beyaz bir filmden tek sahnelik bir kareydik. Etrafımızda zaman hızla akıp gidiyordu fakat burada saniyelerin elinde birer baston vardı. Bizden onlarca yıl önce doğmuş saniyeler. Belleri bükülmüş, adımları yavaş ve aksak. Geçmek bilmiyorlar. Ama biz yine de eskiyor ve yaşlanıyoruz. Çünkü hepimizin kafasının içinde birer zaman makinası var. Bugün de yaşayamazsa insan geçmişte yaşar. Ya da geleceğe döner yüzünü. Şöyle olsaydı, böyle olsaydı, o gemi hep bu limanda kalsaydı...Ama ne önemi var ki? İnsanoğlu zaman makinası gibi bir mucizeyi gerçekleştirmeyi düşlerken bile geçmişe gitmeyi hayal eder çoğu zaman. Gelecek ürkütücü ve belirsizdir. Geçmiş tanıdık ve bize ait. En kötüsü bugündür. Kimse memnun değildir bulunduğu yerden. O yüzden ya geçmişi yâd ederiz ya da geleceği düşleriz. Ama insanların çoğu yine de bugünü de olduğu gibi kabul edip yaşama eylemini gerçekleştirebiliyor. Onları hayatta tutan umutları var. Benim yok. Bu sebeple sürekli bocalıyorum galiba. Onca zenginliğin içinde, onu delicesine seven bir adamın yanı başındaki varlığı bile ruhunu tatmin etmeye yetmeyince hayatına Ouse nehrinde son veren Virginia Woolf gibi ben de hiçbir zaman, neye sahip olursam olayım kendimi bu dünyaya ait hissetmeyeceğim. Ve insanlar bir gün öldüğümde arkamdan, o zaten zayıf ve güçsüz bir ruha sahipti diyecekler. En azından her şeye rağmen benim de bir ruhum olduğunu kabullendikleri için onlara minnet duyacağım.

Derin bir nefes alıp gökyüzüne bakarken büyük bulutlar gördüm. Hiçbir şeye benzemiyorlardı. Ne bir kuşa, ne bir insana, ne bir arabaya, ne bir dinozora ne de bir canavara. Gözlerimi kapatıp açtım. O sırada Fırat bir kolunu bankın arkasına atıp bana iyice yaklaştı. Öyleki dizlerimiz birbirine değiyordu. Dizimden başlayıp bütün bedenime yayılan sıcaklık içimdeki ölü duygulara alabildiğine tezattı. Yüzümde hayli zamandır gezinen kara gözleri sanki gerçekten tenime dokunuyordu. Keşke kalbime de dokunabilsen Fırat...

"Hazan."

Sesi bir şeylerden rahatsız olmuş gibi sorgulayıcı bir hâl içerisindeydi. Sanırım benden rahatsız olmuştu. Bu halimi anlamaya çalışıyordu.

Gökyüzündeki gözlerim, kapkara ama benim için gökyüzünün diğer bir karşılığı olan gözleri buldu. Fırat'ın gözleri gecemdi benim. Ve ben geceleri, gündüzleri sevmediğim kadar çok severdim. Bir gün Fırat bana onu neden sevdiğimi sorsa verecek cevabım yoktu ama o kara gözleri onu sevmem için bir nedendi. Dalsam boğulurum, demiştim o kara gözlere. Daldım ve boğuldum. Bir uçurumun kenarındayım, atlarsam geri dönüşü olmaz, demiştim atladım ve paramparça oldum. Sorun değil. Aşk böyle bir şeydi galiba ve ben intiharları severdim, yaşamayı sevmediğim kadar.

"Hı?" diye bir mırıltının dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.

Sıkıntılı bir hâl içinde olan gözleri gözlerimde gezindi. Esen rüzgarla yüzüme dağılan saçlarımı, bankın arkasına attığı eliyle, benden önce o geriye doğru çekti.

"Noldu?" diye sordu bu halime kıyamıyormuş gibi. Derdimi anlamaya çalışıyordu. Sahi nasıl görünüyordum ki?

"Bir şey yok," dedim öylesine bir sesle. Sonra önüme döndüm. Fırat derin bir nefesi sıkıntılı bir şekilde alıp verdi.

"Hazan yapma şöyle, " dedi. "Bak sen istedin diye sikseler kapısından girmeyeceğim bir yere geldim. Mutlu ol, iyi ol diye uğraşıyorum sabahtan beri. Ama sen ya kavga çıkarmaya çalışıyorsun ya da suspus olup duruyorsun böyle. "

Duraksadı bir anlığına. Ne zaman böyle yapsa sessizliğin ardından söylediği sözler kalbimi kırıyordu.

"Sabrımı zorluyorsun, " dediğinde bu sefer yanılmış olabileceğimi düşündüm. Ama yine de kırılmak istesem buna da kırılırdım. Fakat ona bile gücüm yoktu.

Yerdeki gözlerimi ona çevirdim.

"Neden?" dedim önce. Sonra devam ettim. "Neden ben direkt olarak, ayrılalım, diyince kızıp beni sürekli bununla korkutuyorsun? Bu son olsun Hazan, geri dönüşü olmaz Hazan, bu yüzüğü çıkarırsan, çıkarmış olsaydın şöyle olur, böyle olur, sabrımı zorluyorsun, yorma, yapma. Neden? Niye gitmiyorsun bu kadar zor bir insansam? Katlanamıyorsan bana, yoruyorsam, bıkıyorsan benden niye duruyorsun ki yanımda? Seviyorum, deme Fırat? Söylediklerine bakılırsa benim gibi birinin sevilmeye değer hiçbir yanı yok. Üzülürüm, diye gidemiyorsan..."
Devamını getiremedim. Üzülmem, diyemezdim ama ölmezdim de. En azından bir süreliğine hayatta kalmanın bir yolunu bulur, bir gün bulamayıncaya kadar kendi kendime yaşar giderdim. Ama Fırat benden sürekli şikayet edince canım çok acıyordu.

Fırat sinirle gerilen sert yüz hatlarıyla oturduğu yerden ayağa kalkıp elimi tuttu. Beni oturduğum yerden çekerek kaldırırken çıkışa doğru yürürdü. Çarpışan arabaların, korku tünelinin, kamikaze ve kondolun yanından geçip lunaparkın alçak, sürgülü demir kapısından çıktık. Fırat'ın yeri döven adımları o kadar büyüktü ki yetişmekte güçlük çekiyordum. Peşinden sürükleniyordum, desem yeriydi. Yine de sessiz kalıp adımlarımı hızlandırdım.

Kaldırım boyunca ilerleyip lunaparkın yanındaki açık otoparka girdik. Birkaç insan dışında kalabalık sayılmazdı. Araçların arasından geçip otoparkı çevreleyen duvara bakan aracın yanında durduk. Fırat arabanın kilidini açıp beni bindirdi. Sonra da şoför koltuğuna geçip bana döndü. Bense hızlanan nefeslerimi düzene sokmaya çalışırken ona bakmadım. Yine bağırıp çağıracaktı işte.

Aniden belimden ve bacaklarımın altından sarılan kollarla kendimi Fırat'ın kucağında yan oturur bir vaziyette buldum. Daha ne olduğunu doğru düzgün algılayamazken dudaklarıma kapanan dudaklarla öylece kalakaldım. Şokla büyüyen gözlerimle ellerim Fırat'ı itmek için göğsünü buldu. Ama bedenime mengene gibi sarılı olan kollar ondan bir milim uzaklaşmama bile fırsat vermiyordu. Fırat beni bir şeylerin hırsını almak ister gibi sertçe öperken bu öpücüğe tutkulu ve ürkütücü de diyebilirdim.

Dudaklarım, dudakları arasında ezilirken zonkluyordu. Kollarından kurtulmaya çalıştıkça daha sert öpüyordu. Sadece ara ara nefes almama ve dudaklarımın acısıyla inlememe izin verecek kadar dudaklarımızı ayırıyor, sonra da başımın geriye düşmesine neden olacak kadar hoyrat bir şekilde öpmeye devam ediyordu. Dudaklarımın şiştiğini hissedebiliyordum ama çırpınmayı bırakmıştım. Göğsündeki ellerimle deri ceketinin yakalarına tutundum. Gözlerimden süzülen yaşlar bu canımı yakan öpücüklere verdiğim tek tepkiydi. Sevgiden yoksun bir şekilde öpmüyordu ama bir şeylerin sinirini atıyordu sanki. Beni daha önce hiç böyle öpmemişti.

Yine nefes almam için dudaklarımızı ayırdığı bir ara hıçkırdım. Bu hıçkırık gözlerini açıp dudaklarını yanağıma bastırmasına neden oldu. Sızlayan ve yanan dudaklarıma avuç içimi bastırdım.

O an Fırat, "seviyorum," dedi bastıra bastıra. Öyle bir bastırmıştı ki kaba ve kalın sesi titremişti. "Çok seviyorum. Üzülürsün, diye değil ölürüm diye gidemiyorum. Seni korkutmak değil o sözlerin amacı. Seni yanımda nasıl tutacağımı bilmiyorum. Mahvoldum lan ben dün. Öldüm. Bomboştu evin içi. Sen yoktun, eşyaların yoktu, sıcaklığın yoktu lan, kokun yoktu. Bir çorabın kalmıştı yatağın içinde. Çıldıracaktım Hazan. Nefesim, diyorum ben sana. Boşuna mı diyorum? Senin kokun olmadan, sana böyle sarılmadan, sıcaklığını, o küçücük varlığını hissetmeden yaşayabilir miyim lan ben? Saymaya kalksam saç diplerinden parmak uçlarına kadar seni sevecek milyonlarca sebep bulurum. Eyvallah, çok zorsun. Çoğu zaman zıvanadan çıkarıyorsun beni, kızıyorum, bağırıyorum ama it gibi de seviyorum. Yüzüğü çıkarsaydın gelmezdim, dedim ama gelirdim. Hem de köpek gibi gelirdim. Ne zaman bu son olsun, dedim de son oldu? Yine affettim lan. Ne zaman geri dönüşü olmaz, dedim de ayrıldık? Benim katlanamadığım, yorulduğum, bıktığım tek şey beni sürekli yokluğunla sınaman. Sessizliğin, benimle kavga etmek dışında doğru düzgün konuşmaman. Senin sorunun bu Hazan. Şu inadın. Her şeyi içine atıp sonra da kimse beni görmüyor, duymuyor, anlamıyor diye durup durup patlamaların. Patladığın zaman da ağzından çıkan laflara dikkat etmemen. Hadi başkaları neyse ama benimle bari aç o güzel ağzını konuş. "

Sesindeki acı, sitem, yalvarırcasına konuşması ve öfkesine karışan kırgınlığı içime işliyordu. Haklıydı belki ama şimdiye kadar konuştuğum kimse dinlememişti ki beni. Bütün sessizlikler koca bir gürültünün ardından çökerdi tüm kentlere. Liman bugün böyle yapayalnız ve ıssızsa birkaç mevsim önce ne gemiler ayrılmıştır rıhtımdan.

Bu söylediklerini sonra düşünmeye karar verdim. Ona Sadettin abiyle konuşmalarını duyduğumu ve niye Sadettin abinin sözleri karışsında sustuğunu soracaktım.

Kendimi ondan geri çekip başını boynumda kaldırmasını sağladım. Elimi dudaklarımdan ayırıp gözlerine baktım. Alnını alnıma dayadı. Bir eli yanaklarımdaki ıslaklığı silerken lafı dolandırmadan, " Sadettin abiyle konuşmalarınızı duyum," dedim. Kaşları çatıldı ama telâşlanmadı ya da bir gerginlik yoktu gözlerinde. "Bırak şu kızı anasının yanına, dedi sana. Sen de hiçbir şey söylemedin. Niye sustun? Köpek yavrusu muyum ben sesi fazla çıkınca sokağa atıyorsunuz?"

Sesim kırgın ve küçük bir kız çocuğu gibi çıkarken yeniden dolan gözlerimle ağlamaklı bir hâl alıp titremişti.

Sözlerim Fırat'ı hafifçe erkeksi bir şekilde güldürürken yüzünde bana kıyamıyormuş, içi gidiyormuş gibi bir ifade vardı. Dudaklarımı sıkıca öpüp yüzümdeki eliyle saçlarımı severken, "benim yavrumsun sen," dedi dişlerini sıkarak. Ceketinin yakasına tutunan elimi alıp kalbine koydu. "Senin yerin burası lan. Sado, bırak, dese ne olur? Sen defalarca bırak demişken bırakmamışım da. Ayrıca sesine kurban olurum senin."

Dudaklarımı büzüp, "ama ona öyle demedin. Sustun, " dedim.

" Uyuyorsun sanıyordum. Cevap vermeye kalksam sesim yükselirdi. Uyanma diye sustum. Kaldı ki benim için ortada cevap verilecek bir şey yoktu. "

Gözlerine bakıp, " bir huzur vermemişim sana, " dedim. "Haklı, vermedim. "

Bıkkınca içini çekip başparmağıyla az önce öpüp sızlattığı dudaklarımı severken, "huzur arasaydım asker olmazdım, " dedi. "Gözümü kapatıp sevmedim ben seni. Asi, inatçı, nazlı bir kız olduğunu biliyordum zaten. Canıma okuyup ağzıma sıçacağını, seninle baş edemeyeceğimi biliyordum. Yaralarının olduğunu, onları sararken yeni yaraların açılacağını da ön gördüm. Her şeyi göze aldım ben sana gelirken. Sararım bütün yaralarını, dedim. İstediği kadar nazlansın, çekerim, dedim. Baş edemezsem boyun eğerim, dedim. Ama sana boyun eğmeye gelmiyor Hazan. Kırıp elime veriyorsun. Sadece asi ya da inatçı olsan neyse ama ikisi birleşince Şırnak'ta bıraktığım kızı İstanbul'da buluyorum. Gülüm, diyorum ya sana dikenlerin var Hazan. Seni sevip koklamak isteyene de, sana zarar vermeye yeltenene de o dikenlerle karşılık veriyorsun. Ama bazen aksi gibi o kadar saf oluyorsun ki anlayamıyorum seni. O çekik sana o siktiğimin sözlerini söyleyince benim ağrıma gitti lan! O sikik ağzını açıp resmen sana şerefsizlerle iş birliği içinde olduğunu ima etti! Benim yanımda elin herifiyle ilgilenmen bir yana sana öyle bir imada bulunan birine merhamet etmek ne demek Hazan?! Tamam, bağırdım sana insanların içinde, eşeklik ettim, eyvallah. Biraz uyuyup kendine gelseydin özür dileyecektim zaten. Ama nasıl sana saygı duymadığımı düşünür, söylersin? Ben orada senin kendine duymadığın saygıyı sana duyduğum için öfkelendim. Kocansam benim karıma; askerinsem de benim savcıma kimse öyle bir imada bulunamaz. "

"Ama bana orada hiç de savcınmışım, sen benim askerimmişsin gibi davranmadın, " derken zihnimin gerilerinde diğer söylediklerini düşünüyordum. Haklı olduğu yerler vardı. Kendime bir de onun gözünden bakmalıydım belki.

" Bir asker olarak çatışma ya da tehlike anında kendi canımdan önce üstlerimin ve askerlerimin canını düşünmekle görevliyim. Bir savcı olarak senin görevin çatışmaya girmek değil. Yanılmıyorsam doğrudan birebir bir tehdit altında kalmadığın sürece terörist olsun ya da olmasın kimseye ateş etme yetkin yok Hazan. O silah formalite icabı elinde senin. Şu VASÖ zımbırtısı olmasa, sadece savcı olarak dün vurup öldürdüğün beş para etmez herifler yüzünden üstüne soruşturma açılırdı. Tamam, dün çok panikledim sana bir şey olacak diye. Aramızdaki savcı- asker ilişkisine uyamadım ama seni o an " sayın savcım " diyerek durduramayacağımın farkındaydım. Niyetleri bizi gerçekten pusuya düşürmek olsa bulunduğun yerde...tek bir el bombası Hazan, iyi bir yere yerleştirilmiş bir keskin nişancı, bir roket, hedefini bulan bir mermi...anlıyorsun ne demek istediğimi. Silâh kullanmak, duran bir hedefe mermi sıkmak başka bir şey, niyeti seni öldürmek olan ve bunun için hiçbir fırsatı kaçırmayacak onlarca kansızla çatışmaya girmek başka bir şey. Biz buraya yıllarca eğitim alıp, neredeyse işkenceye varan eğitimler alıp geliyoruz. Ama yine de kaç tane ilk çatışmada, mermilerin dakikalarca belki de saatlerce kesilmediği, bir taşın oyuğuna, bir kayanın dibine, bir an olsun burnumuzu çıkarmaya fırsatımız olmadan sıkışıp kaldığımız, üzerimize peş peşe bombalar yağarken, sağa sola et parçaları saçılırken şok geçirip transa giren, mermilerin üzerine koşan, kendini bilinçsizce uçurumdan atan askerlerim oldu benim. Üç şehit verdim böyle. O an olayın ne kadar büyüyeceğini kestiremedim. Bu itler birken bir an da bin olur. İster istemez sana odaklandım sadece. Kendi profosyonelliğimi sorguladım bir an ama benim için önemli olan tek şey sendin. Karım, savcım ayrımı yapacak durumda değildim. Özür dilerim sana öyle herkesin içinde sesimi yüksektliğim için. Tamam?"

Haklıydı. Bir savcı olarak silah kullanma yetkim neredeyse yoktu. Doğrudan birebir tehdit altında kalmalı ve mümkünse silahı kullanmazsam öleceğimden emin olmalıydım. Zaten silahı da öyle devlet, al kendini koru, diye vermiyordu. Kendim bir savcı olarak satın almak durumundaydım. Güvenliğimi sağlamak için caydırıcı unsur olarak yanımda taşıyordum fakat yine devlet tarafından bir silah kullanım eğitimi verilmiyordu.

Fırat'ın benden özür dilemesi içimde bir yeri okşarken şehit verdiği askerler de üzülmeme neden olmuştu. Biz de benzer eğitimler alıyorduk ama aldığımız eğitimler yaptığımız görevlere ve mesleklere göre değişiyordu. Mesela ben bir terör savcısı olarak diğer savcılardan daha sert psikolojik eğitimler alıyordum. Sıcaklığı - 10° olan bir odada ince bir kıyafetle saatlerce oturmak, mermi ve patlama seslerine karışan suni sesler dinlemek ya da VASÖ de oluşturulan sahte çatışma alanlarında bulunmak, ayağından tavana bağlı olduğun ipi çözme sürene bağlı olarak baş aşağı asılı durmak gibi. Bir de dövüş ve vücut kondüsyonu eğitimleri vardı. Dağa tırmanmak, beş metre yükseklikte kalın bir halatın üzerinde yürümek, kendinden daha güçlü, zayıf ya da seninle aynı boy ve kütle indekslerine sahip kişilerle farklı dövüş sitillerinde mücadele etmek gibi. Ama ölmeyeceğini bildiğinde acı katlanılır bir hâl alıyordu. Üstelik astımım olduğu için fazla soğuk, sıcak ya da tozlu alanlarda uzun süre bulunamadığımdan çoğu eğitimi de alamamıştım. Bu eğitimler de gidip teröristlerle çatışayım diye değil bir gün olur da onlar tarafından kaçırılırsam hava şartlarına ve psikolojik baskılara dayanabileyim diye veriliyordu. Bir VASÖ ajanı düşman tarafından yakalanırsa önceliği her zaman VASÖ'yü canı pahasına gizli tutmaktı. Eğitimlerin amacı da çoğunlukla buydu. Ne kadar dayanaklı olursak çenemizi o kadar sıkı tutardık.

"Arabada da bağırdın bana," dedim. Özrünü sonra kabul ederdim. " Emine teyzenin yanına gitmek istedim, izin vermedin. "

Gözleri gözlerimde oylanırken bir şeye sinirlenmiş gibi bakışları değişti.

"Cihan abinin ağzıyla, demiştin dimi?" Dediğinde neye kızdığını anlamıştım. Alt dudağımı ısırıp gözlerimi kaçırdım.

"İyi değildin, " diyerek sert sesiyle konuşmaya devam etti. " O halde, o kadının yanına gitmek iyi gelmeyecekti sana. Kızının öldüğünü öğrenince kadının ne tepki vereceğini bilemezdin Hazan. Belki o an sana saldıracaktı. Benim kendi aklım yok mu o Cihan denilen ibnenin lafıyla hareket edeyim? Sadece onunla o an aynı fikirdeydim. Senin zarar görme ihtimalin olan hiçbir durumu göze alamam, kabullenenmem. "

"Saldırsaydı, " dedim üzgün bir sesle. " Kızı benim yüzümden öldü. Bir bedel ödemeliydim. "

"İşte bu yüzden gitmene izin vermedim. Kendini suçladığın için o kadın sana saldırdığında kendini savunmayacaktın. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak zarar görecektin. "

Duraksayıp beni mümkünü varmış gibi daha sıkı sararken alnımı öptü.

"Çok hassassın Hazan," dedi bundan hoşnutsuzmuş gibi.

Ona sokulup kollarımı boynuna sardım. Biliyordum. Ama ne yapabilirdim ki? Ben de böyle biriydim işte.

Dudaklarımı yanağına bastırıp, " ben de senden özür dilerim, " dedim. " Dün seninle öyle konuşmamalıydım. Bugün restoranda sana söylediğim o şeyler gerçek düşüncelerimdi. Sen bana gelmeseydin ben sana hiç gelmezdim. Ama, keşke sen de gelmeseydin, derken onu kendimi düşünerek söylemedim. Seni üzdüğüm için ve bunu sürekli yaptığım için öyle söyledim. Bazen gerçekten hiç mutlu olamayacakmışız gibi geliyor. Başlamadan bitseydi ikimiz için de daha iyi olurdu gibi. "

"Şşş tamam, yeter bu kadar. Sen yine saçmalamaya başladın," diyen Fırat kendini benden geri çekti. Göz göze geldiğimizde," evimize dönünce konuşuruz," dedi.

"Tamam, " dedim başımı göğsüne koyarken.

Alnımı öptü.

"Geri dönelim istersen parka. "

"İstemiyorum."

"Hazan..."

"Gerçekten istemiyorum. Bana göre bir yer değil. Sevmedim."

Arabanın ön camından yüzüme vuran güneşle gözlerim kamaşırken sıcaklamıştım. Üzerimdeki kabanı çıkarma ihtiyacı hissederken Fırat'tan ayrıldım. Gözleri yüzümde ve üzerimde geziniyordu. Kabanımı yakalarından tutup omuzlarımdan indirirken altımda kalan kısmını çıkarmak için Fırat'ın omuzlarından destek alıp kucağında yükseldim. Çenem saçlarına değiyorken boynumun altını öpüp kokumu içine çekerek kabanı benden önce alıp yan koltuğa koydu.

Kendimi kucağına geri bıraktığımda sertliği tam olarak kalçalarımın altındaydı. Belimdeki elini kazağımdan açıkta kalan çıplak tenimde gezdirirken göz göze ve dudak dudağaydık. Diğer eli pantolonumun üzerinden bacaklarımı okşarken alıp verdiğimiz nefesler birbirine karışıyordu.

"Ne bu?"

Gözlerimi kaçırıp, "ne, ne?" dedim.

Belimde gezinen elini kazağımın içine sokup sırtımı okşarken, "bu ne Hazan?" dedi. "Dışarıda böyle şeyler giyilmeyecek, demedim mi ben sana? "

" Görünmüyordu ki. Sen bile yeni fark ettin. "

Tenimi okşaya okşaya parmakları zümrüt yeşili sütyenimin kopçasında gezinirken alnını alnıma dayadı. Nefesleri düzensizleşirken ben de ondan pek farklı değildim.

"Bir daha görmeyeceğim, " derken sesi boğuk ve emrediciydi.

Omuzlarında duran ellerimi yüzüyle boynu arasında bir yere koyup başparmaklarımla pürüzlü tenini severken, gözlerimin önündeki, etli ve pembemsi dudaklarına küçük bir öpücük kondurdum.

"Tamam, kocam," dedim fısıltılı ve kadınsı bir tını vermeye çalıştığım sesimle.

Aramızda olmayan mesafeleri kapatmak istercesine bana sımsıkı sarılıp büyük ve dolgun göğüslerimin aramızda ezilmesine neden olurken dudaklarımı peş peşe ses çıkartarak, ıslak bir şekilde öpüp, " senin kocam diyen ağzını yerim lan! " dedi erkeksi bir edayla. "Kaşına gözüne kurban olurum senin! Ölürüm kızım sana."

Sabahtan beri duymak istediğim sevgi sözcükleri sevdiğim adamın dudaklarından birer birer dökülürken hafifçe kıkırdadım. Gülerken başımı geriye attığım için Fırat çenemi ısırıp boynumu öptü. Sonra da kazağımın üzerinden yüzünü göğüslerime gömerken sıcak nefesini tenimde hissetmek içimi ürpertmişti. Bir süre başı göğsümde öylece durdu. Saçlarını sevip alnını öptüm. Bana iyice sokulup kokumu içine çekti. Kazağımın üzerinden göğüslerimi öptü.

Sırtımın her yerinde gezinen sert bir deriye sahip olan kaba ve sıcak elleri tenimden çekildi. Başını göğsümden kaldırmadan yan koltuğa uzanıp kabanımı aldı. Üzerime örttüğünde ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Bir eli kabanı tutup belimi sımsıkı sararken diğer eli kazağımın eteklerini bulup göbeğimin üzerinden yukarıya doğru sıyırdı. Göğüslerime kadar kazağı çekerken niyetini anlamıştım. Karşı koymadım. Arabanın ön camı hariç bütün camları film kaplıydı. Aracın önünde de otoparkın duvarı vardı. Kısaca üzerimi örtmese bile kimse beni ya da memelerimi göremezdi. Yine de kıskanç kocam tedbiri elden bırakmıyordu.

Nefeslerim fazlasıyla sıkılaşmıştı. Fırat önce göbeğimi okşayıp severken gözlerime baktı. Burnumu öpüp dudaklarını yanaklarıma sürterken, " biraz sevip bırakacağım, tamam?" dedi fısıltılı ve boğuk çıkan kaba ve kalın sesiyle. "Çok özledim."

Sessiz kalıp alnını öptüm. Midemin içi heyecandan kavrulurken içimi saran ateşle biraz cesaretim olsa, bırakma, derdim. Senin olmak istiyorum Fırat, bırakma. Ama diyemedim tabii. Diyebilsem bile burada olmazdı. Kadınlığımın sızlayıp ıslandığını hissederken yutkundum.

Fırat yanağımı öpüp göğsümün altına kadar sıyırdığı kazağı biraz daha yukarıya çekip önce sütyenimi, sonra da zümrüt yeşiliyle çok güzel bir uyum içinde olan, sütyenden taşan süt beyazı göğüslerimi ortaya çıkardı. Alıp verdiğim nefeslerle yükselip alçalan göğüslerim kocamın yutkunmasına neden oldu. Kalbim çok hızlı atarken Fırat'ın kara gözleri değdiği her yeri ateşe veriyordu.

Kazağımı boynumun altına toplayıp sütyenden taşan göğüslerimi okşamaya başladı. İniltili nefeslerimle başımı Fırat'ın omzuna bıraktım. Gözleri yüzümü bulup dudaklarımı öperken, " niye bu kadar güzelsin lan sen?" dedi. Dudaklarıma sürtünen kor gibi dudakları gözlerimi kapatmama neden olurken konuşacak halde değildim.

Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp göğüslerimdeki elini göbeğime indirdiğini hissettim. Üzerime doğru eğilişi ve dudaklarını göğüslerimin arasına bastırıp koklayarak tenimi öpüşü aynı saniyeler içinde gerçekleşti. Birkaç kez sakin sakin öpüp kokladı memelerimi. Sıcak nefesleri tenimi yalayıp geçerken şu an evimizde ve yatağımızda olmak, Fırat'ın koca gövdesinin altında kaybolmak için her şeyimi verebilirdim. Onun olmak istiyordum artık. Keşke yatakta da zihnimdeki kadar cesur olabilseydim.

Göğüs oluğumda gezinen diliyle tenimi yalarken kollarımı boynuna sarıp kocamı iyice kendime çektim. Kolları arasında kıvranıp ona sokulurken göbeğimi okşayan eli sol göğsümü bulup, sütyenimin üzerinden, sıkıp yoğurmaya başladı. Bir yandan da aceleci ve sert sayılabilecek bir şekilde ıslak ıslak öpüp emiyordu. Tenim öpücükleriyle sırılsıklam olmuştu.

"Ah."

Dudaklarımdan dökülen iniltiyle yüzümü Fırat'ın saçlarının arasına gömdüm. Bacaklarımı kendime doğru çekip sevdiğim adamın kucağında cenin pozisyonu alırken küçücük kalmıştım. Sızlayıp duran kadınlığım bu anı benim için daha katlanılamaz bir hâle getiriyordu. Fırat göğsümdeki elini kalçalarıma indirdi. Beni kendine çekip bastırırken kasılıp duruyordu. Sertliği altımda hareketlenirken kalçalarımdaki el kasıklarımı buldu. Pantolonumun düğmesinde ve fermuarında gezinen parmaklar kasılıp gerilmeme neden olurken ne yapacağımı bilemedim. Panikliyordum yine. Bir yanım dokunsun istiyor, diğer yanım korkudan titriyordu.

Ve Fırat korkudan titreyen yanımı hissedip elini oradan çekip belime sardı. Göğüslerimi öpmeyi bırakıp birkaç defa derin nefesler aldıktan sonra başını kaldırdı. Kollarımı gevşetip buna izin verdim. Gözlerimi açmadan boynunun altına kıvrıldım. O ise ıslak dudaklarıyla alnımı öpüp kazağımı aşağı çekti. Beni kabanımla iyice sarıp sarmaladı. Sırtıma sardığı eliyle saçlarımı severken dudaklarını alnımdan ayırmadan bir süre öylece durdu. Sıkıntılı bir nefesi alıp verdiğinde ona daha çok sokuldum.

"Niye?" dedi birden tuhaf bir sesle. Kızgın gibi değildi ama insanın içine oturan bir ağırlık vardı sesinde. "Niye aramadın beni? "

Bedenî kasılırken neden bahsettiğini anlamak zor değildi. Fakat verecek bir cevap bulmak hayli zordu.

Boynuna sarılı olan kollarımı çözüp ellerimi göğsüne koydum.

"Ben..." dedim söyleceğim şeyi Fırat'ı kızdırmadan nasıl söyleyeceğimi düşünürken. "Düşündüm aslında ama kızgındım sana. Hem kendi başımın çaresine kendim bakabilirdim. İlk defa yaşadığım bir şey değildi. Ayrıca sen her zaman yanımda olamazsın ki. "

Sertçe soluduğunu duydum. Bana daha sıkı sarılırken, " katil edeceksin beni bir gün, " dedi. " Kafayı yedirteceksin! Zaten benden önce yaşadıklarını düşündükçe deliye dönüyorum, bir de hayatında ben varken, senin kocanken...nasıl hazmedeceğim lan ben bunu?! "

Sinirden dişlerini sıkarken sesi titriyordu. Beni içine sokmak ister gibi sarıp sarmalarken, "aklımı sikim!!" dedi öfkeyle. " Seni evde bırakıp giden aklımı sikim!!"

Çok sinirliydi ve bu hâli beni korkutuyordu. Sarılışı canımı yakarken ne yapacağımı bilemedim.

"Fırat..." derken de konuşmuş olmak için konuşmuştum. Ve belki sesimi duyarsa biraz olsun sakinleşir diye düşünmüştüm.

Saçlarımı öperken, " bu saatten sonra benden habersiz, bensiz hiçbir yere gitmeyeceksin, " dedi. Emrediyordu. "Şırnak sınır bundan sonra sana! "

"Fırat, " dedim itiraz etmek için. Ama, "yok Fırat, " diyerek sözümü kesti. "Ben de bir daha ne dersen de ardımda bırakıp gitmeyeceğim seni. Tamam? "

Sessiz kalmayı seçtim. Hem bana hem de kendine çok öfkeliydi şu an. İtiraz etme girişimlerime devam etsem kavga ederdik. İstemiyordum. Bugün için yeterince kavga etmiştik zaten.

Yüzümü göğsüne gömüp öylece durdum. Fırat da saçlarımdaki dudaklarını önce yanağıma oradan da boynuma bastırıp koklayarak öptü. Çok seviyordu beni. Bu sevgiyi kaybetmek istemiyordum. Ama ben üzerimdeki baskınlığını biraz olsun azaltsın, kendi başımın çaresine bakabileceğim konusunda bana güvensin isterken Fırat iyice beni gölgesine alıyordu. O böyle yaptıkça ben de kendimi güçsüz ve korunmaya muhtaç biri gibi hissediyordum. Ondan ayrılmak ya da onunla tartışıp durmak istemiyordum. Nasıl çıkacaktım bu işin içinden?

Güneşin camdan vuran ışıkları, üzerimdeki kaban, Fırat'ın beni sımsıkı sarışı sıcaktan bayılmak üzere gelmeme neden olurken susuzluktan boğazım kurumuştu. Kendimi geri çekmeye çalıştım fakat kımıldayamamıştım bile. Fırat beni göğsüne öyle bir bastırıyordu ki kirpiklerimi hareket ettirirken bile zorlanıyordum.

"Fırat," derken sesim oldukça boğuktu. Sanki biri eliyle ağzımı kapatmıştı.

Fırat yüzünü boynumdan biraz geri çekip kulağımın altını öperken, "canımın içi," dedi fısıltılı sesiyle. Uyumak üzere olduğunu bile düşünebilirdim. Dün akşamdan beri, benim yüzümden, gözüne bir damla uyku girmediğini göz önünde bulundurursak bu şaşılacak bir şey değildi. Eğer böyle uyuyabilirse sessizce durmayı düşündüm, ama bu sıcağa daha fazla dayanamayacaktım. Fazlasıyla da susamıştım. Bir yerden bir su alıp otele dönebilirdik. Fırat da o zaman uyurdu. Hatta göğsümde uyuturdum kocamı.

"Çok sıcak, " dedim.

Kulağımın altında derin bir nefes alıp kendini geri çekti. Kollarını gevşetip üzerimdeki kabanı alıp yan koltuğa koydu. Kazağımı aşağı doğru çekiştirip üstümü düzeltirken yüzümü göğsünden kaldırdım. Kolları belime tekrardan sarılırken gözlerim Fırat'ın yüzünde geziniyordu. Çok yakışıklı ve yorgundu. O an gözleri onu izleyen gözlerimi bulurken bir iki saniye göz göze durduk. Sonra Fırat dudaklarımı öpüp, " noldu?" dedi dudaklarımızı ayırmadan.

Göğsündeki ellerimden birini yanağına koyup teninin severken," susadım, " dedim. Dudaklarımın üzerindeki dudakları gerildi. Gülümsüyordu. Neden güldüğünü anlayamazken Fırat gözlerini kapatıp dudaklarımı derin bir nefes alıp koklayarak öptü.

"Tamam, sen bekle beni burada. Alıp geleyim, " dedi. Dudaklarımız hâlâ ayrılmamıştı ve kaba sesi fısıltılı bir hâl içerisindeydi.

"Ben de geleceğim," dedim. Niye birden böyle bir şey söylediğimi bilmiyordum ama Fırat'tan ayrı kalma fikrinden hoşlanmamıştım.

Yanağını okşayan elimi koca elinin içine alıp avuç içimi öpüp bana döndü.

"Yavrum, bak market şurada. Gidip alayım iki dakika. Sonra istersen parka götürürüm, istersen yine alışverişe gideririz. Ya da karnın acıktıysa yemek yemeye götürürüm seni. Tamam? Dur burada. "

Yorgundu ama hâlâ beni düşünüyordu. Kaşlarımı çatıp dudaklarımı büzerken, " hiçbirini istemiyorum, " dedim. "Otele gidelim. Ama bu sefer sen benim göğsümde uyu. "

Dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme gelip geçti. Kara gözleri yorgunluktan dolayı bir parça canlılığını kaybetse de bana bakarken ışıl ışıl oluyordu. Ben de o an ona hafifçe tebessüm ettim. Yüzüne doğru yaklaşıp yanağını kokusunu içime çekerek öptüm. Ve o an bir şey fark ettim. Fırat benden ufacık bir ilgi gördüğünde bile mutlu oluyordu. Sabah da söylemişti zaten.

"Bir kere gülsen, bir kere bana beni sevdiğini söylesen, bir sarılıp öpsen dünyalar benim oluyor. "

Hep kendimi görüp Fırat'ın da sevgiye ihtiyacı olduğunu görmezden gelmiştim. Tamam, kaba sapa, otuzbir yaşında koca adamdı ama onun da bir ruhu vardı. İnsanın sevgiye olan ihtiyacının yaşı olmazdı ki.

Beni yine içine sokmak ister gibi sarıp sarmalarken, " bir yere gitmek, bir şeyler yapmak istiyorsan söyle Hazan. İçinde kalmasın. Yine istediğin zaman geliriz, getiririm seni buraya ama biraz zaman alır, " dedi.

Neden İstanbul heveslisiymişim gibi konuşuyordu ki? Ben Şırnak'ı buradan daha çok seviyordum. Bu şehrin neredeyse her yerini biliyordum zaten. Ama Şırnak'ı daha hiç gezip görme şansım olmamıştı.

"İstemiyorum, dedim ya sevgilim, " dedim Fırat'ın beni sımsıkı sarması yüzünden hapsolduğum boynunun altından çıkmaya çalışırken. Ama o an dudaklarıma kapanan dudaklarla durmak zorunda kalmıştım. Birkaç kez dudaklarımı yemek istercesine emip geri çekilirken alnını alnıma dayadı.

"Sevgilin kurban olur sana."

"Ben de sevgilime kurban olurum ama susadım," dedim sonlara doğru mızmız bir hâl alan sesimle.

Gözlerini kapatıp yutkunurken alnını alnımdan ayırdı. Belimi tutup beni yan koltuğa bırakırken, " bekle burada, alıp geleceğim suyunu," dedi. Kapıyı açıp arabadan indiğinde bir şey söylemedim. Şurada, dediği market karşıdaydı. Beni kazağım belimi açıkta bıraktığı için yanında götürmemişti. Ben de o kadar çok sıcaktan bunalmıştım ki kabanımı giymek gibi bir teklifte bulunamamıştım.

Aradan geçen birkaç dakika sonra arabanın içinde de bunalırken kapıyı açıp dışarıya çıktım. Otoparkın duvarından aşağı doğru bakıp otoyoldan vızır vızır geçen arabaları izledim bir süre. Hatta üç tane kırmızı araba bile saymıştım. Dördüncü kırmızı arabayı beklerken arkamdan bir ses geldi.

"Asena."

Gırtlaktan ve boğuk gelen bu ses tüylerimi ürpertirken irkilmeme neden olmuştu. Omzumun üzerinden hafifçe sesin sahibine doğru döndüm.

"Dön," dedi bana hiç de yabancı gelmeyen kadın sesi. Yutkunup tozlu duvardan ellerimi çektim. Yavaşça ve temkinli bir şekilde ardıma döndüğümde karşımda simsiyah bir çarşaf giymiş, yüzü peçeli biri vardı. Sadece insanın içini buz kestiren, simsiyah sürmeli gözleri görünüyordu. Fakat onun kim olduğunu anlamam için gözlerini görmem bile yeterliydi.

Dudaklarımı aralayıp adını söylemek isterken üzerime doğru geldi. Beni duvarla arasına kıstırıp, " sessiz ol," dedi. "Bilirsin adım zehirlidir."

"Sen?" dedim afallamış bir sesle.

"Ben," dedi ve birden sol elimi tek eliyle kavrayıp, ona karşı koymama bile izin vermeden, diğer elindeki neşter olduğunu düşündüğüm kesici bir aletle avucumun içine derin bir kesik attı. Sıcak kan avucuma dolarken elimi sıkıp kulağıma doğru aynı gırtlaktan gelen boğuk ve tuhaf bir sesle konuştu.

" Aslı'yı kurtarmak zorundasın. Kardeşliğimizi unutamazsın. Eğer unutursan sonun olurum. Cihan'a güvenme. Hatta şu an VASÖ'ye bile. Aslı'yı gözden çıkardılar. Tek umut sensin. Tek umudum sensin. Kardeşimi kurtar. "

Avucumdaki neşteri çekip boştaki elime küçük bir kağıt tutuşturup gözlerime son kez baktı. Yanımdan koşarak uzaklaşırken sol elimde sızlayan yaradan akan kan damlaları yere düşüyordu. Ya acıdan ya da onu uzun bir aradan sonra ilk defa gördüğüm için dolan gözlerimle yaslandığım duvarın dibine çöktüm.

Yaren KODAN
VASÖ'nün 23.456.788 numaralı ajanı
Görevi: İnfaz
Kod Adı: Thanatos ( ölümün ta kendisi)

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%