@yikim2024
|
******* Şu an ise oteldeki odamıza girmiştik. Fırat avucunda sımsıkı tuttuğu sağ elimi bırakmadan kapıyı kapattı. Oldukça yorgun olduğumdan elimi elinden çekip yatağa doğru ilerledim. Yatağa oturduğumda gözlerimi kapatıp sargılı elimi kucağıma koydum. Sızlıyordu. Yaranın içinde atan damarlarımı hissedebiliyordum. O an sadece üzerimdeki kanlı pantolondan kurtulup Fırat'a sarılıp uyumak istiyordum. İçten içe bu yaranın nasıl olduğunu sormamasını dilerken bacaklarımın iki yanına koyulan ellerle çöken yatağı hissettim. Gözlerimi araladığımda Fırat önüme diz çökmüştü. Yüz yüzeydik. Yüzünde sıkıntılı bir hâl vardı. Kaşları her zamanki gibi çatıktı. Ama gözleri acı çekiyordu. Muhtemelen canımın yandığını düşündüğü için bu haldeydi. Elimi öyle kanlar içinde gördüğü ilk andan beri o acılı ifade gözlerinden hiç silinmemişti. Hatta elime dikiş atılırken gözlerinin dolduğunu bile görmüştüm, fakat o an göz göze geldiğimizde yüzünü elleriyle sıvazlayarak bana arkasını dönmüştü. Öne doğru eğilip alnımı alnına dayadım. "İyiyim," derken hastaneye giderken, hastaneye vardığımızda, hastaneden dönerken ve şimdi bile iyi olduğuma bir türlü ikna edemediğim kocamı sakinleştirmeye çalışıyordum. Yataktaki elleri yüzümü bulup avuçlarının arasına aldı. Tenimi usul usul severken," ben değilim, " dedi. Sesi bile canımın yanmasından ne denli bir acı duyduğunu ortaya sererken bu şehre geldiğim için çoktan pişman olmuştum. Yaren'i gördüğüm ya da ondan öğrendiğim şeyler için değil ama Fırat'ı bu kadar üzüp yormaya hakkım yoktu. Fırat dönene kadar bekleseydim o evde ne kaybederdim ki? Ayrılamayacağımızı bile bile neyin intikamını almak istemiş, neyin ayaklanmasını çıkarmıştım? Biz birbirimize mecburduk. Yaren meselesine gelecek olursak, belki de o içimde ölmek üzere olan Zümrüd-ü Anka kuşunu yeniden küllerinden doğurmak için çıkmıştı bugün karşıma. Aslı'yı kurtarmak ve VASÖ'nün içinde bulunduğu ya da beni içine attığı durumu öğrenmek zorundaydım. Ne yapacağıma, nerede duracağıma karar vermeliydim. Ama neye karar verirsem vereyim, nerede durursam durayım savaş kaçınılmaz bir sondu. Ve benim bu kaçınılmaz son için güç toplamam gerekiyordu. Biraz dinlenip sakin kafayla düşünmeliydim. Sağ elimi Fırat'ın yanağına koyup pürüzlü tenini başparmağımla okşarken, " Fırat..." dedim ancak çöktüğü yerden hızla ayağa kalkışıyla susmak zorunda kaldım. Elleri başını bulurken, akşam üzeri olduğu için yavaş yavaş gökyüzünü terk eden güneşin turuncu ışıklarıyla güzel bir manzaraya ev sahipliği yapan, pemcereye doğru birkaç adım ilerledi. Sonra yeniden yanıma gelip karşımda durdu. İyi değildi. Hem uykusuz hem yorgundu. Normal bir insan olsa bu kadar uykusuz kalmaya psikozun eşiğine gelirdi fakat Fırat bir asker olduğundan uykusuzluğa alışıktı. Ancak yine de ona yaşattığım sıkıntıları, kalbine ve ruhuna verdiğim acıları, Fırat çok güçlü, dayanır, diyerek hafife almamalıydım. Fırat oldukça öfkeli bir adamdı. Ona ters düşen tek bir cümlemle patlamaya hazır bir bombaydı. Ve ben ona tamamen ters bir insandım. Buna rağmen beni sevmişti ve yanımda olmak için hatrı sayılır bir çaba sarf ediyordu. Bana koruyup kollaması gereken çok narin bir çiçekmişim gibi davranması bir yana ben zarar gördükçe kafasının içinde kendi kendini yiyip bitiren öfkesi de beni ürkütüyordu. Gözlerinde canımın yanmasına karşı duyduğu acıya karışan öfkenin bana düşündürdükleri bunlardı. Fırat, önümde başındaki ellerini yüzüne indirip, sadece gözleri görülecek şekilde, kapatmışken sağa sola birkaç volta attı. Durup sakinleşmesi için bir şeyler yapmak istedim. Sarılmalıydım ona. Sevip öpmeliydim belki. O zaman biraz olsun durulup sakinleştirdi. Yerimden kalkmak için meyil ettiğimde Fırat karşımda durup ellerini yüzünden indirdi. Gözleri yüzümde gezinirken, "arkamı döndüğüm an başına bir şey geliyor." dedi. " Kafayı yiyeceğim artık. Noluyor Hazan? Bu sefer kim, ne için zarar vermeye kalkıştı sana?" Gözlerinde kopan fırtınalara nazaran sesi oldukça sakindi. Bu sefer, derken vurulma olayından bahsettiğini sanmıyordum ama başımıza yağan kurşunlardan ve bana çarpan arabadan bahsediyor olabilirdi. Fakat Yaren'nin derdi zarar vermek değildi. Sol elime açtığı bu yaranın muhakkak mantıklı bir açıklaması vardı. Verdiği not kağıdının içinde bir çeşit bilgisayar kodu olduğunu düşündüğüm onlarca 1 ve 0' dan oluşan sayı öbekleri dışında hiçbir şey yazmıyordu. Eğer neler olduğunu öğrenmek istiyorsam bu kodlar benim için bir ip ucu olmalıydı. Ama her şeyden önce bu durumdan Fırat'a bahsedip bahsetmeyeceğime karar vermeliydim. Oturduğum yerden kalkıp sarıldım ona. Fırat da bir kolunu belime sarıp beni kendine çekerken sol elimin bileğini, canımı yakmamaya özen göstererek tutup," şşş eline dikkat et," dedi. "Tamam," derken yüzümü zar zor yetişebildiğim göğsüne gömdüm. Fırat tutuğu koluma doğru eğilip sargıdan açıkta kalan parmaklarımı teker teker öptü. Ardından elimi göğsüne koyarken dudakları alnımı buldu. "Neden polise gitmek istemedin, " diye sorarken sesi kızgındı. "Tanıdığın biri mi Hazan? " Sessiz kaldım. Polise gitmek hiçbir işe yaramazdı. Yaren VASÖ'nün infaz bölümündendi. Çok iyi saklanır ve kamufle olurdu. Polisler olaya karışıp otoparktaki güvenlik kameralarına baktıklarında sadece siyah çarşaf giymiş, 1.80 boylarında bir kadın göreceklerdi. Belki birkaç yerde daha kameraya yakalandığını öğrenip bu görüntülerden yola çıkarak bir robot resim çizeceklerdi. Eğer şanslılarsa birkaç görgü tanığı bulurlardı. Peki ya sonra? Adını sanını bulamadıkları kara çarşaflı bir kadın efsanesi olarak kalacaktı her şey. Çünkü VASÖ'nün infaz bölümündeki ajanlar Türkiye Cumhuriyeti nüfus kayıtlarından silinirlerdi. Bir kimlikleri olmazdı. Yüzleri görünecek şekilde hiçbir yerde gezemezlerdi. İnfaz için farklı ülke ve şehirlere gönderilirlerdi. İnfaz edecekleri kişiyi aylarca belki de yıllarca izleyip gözetlerler, çaya kaç şeker attığına dair her şeyi öğrenirler ve sonra da tek bir kan damlası bile yere düşmeden infazı gerçekleştirirlerdi. Daha net bir şekilde söylemek gerekirse Yaren ve Yaren gibiler VASÖ'nün seri katilleriydi. Onlara katil dememi bir bakıma engelleyen tek şeyse öldürdükleri kişilerin suçlu insanlar olmalarıydı. En azından ben öyle umuyordum. "Hazan!" Sessizliğim Fırat'ı kızdırmaya başlamıştı. Ona daha çok sokulup tek kolumla sarılabildiğim kadar sarıldım. "Her şeyi anlatacağım Fırat ama önce üstümü değiştirmeme yardım eder misin?" diye sordum. Hem bana dokunurken biraz sakinleşirdi. Hem de ben biraz kafamı toplardım. Fırat birkaç saniye bir şey söylemeyip bir kolu belimi sarıp, diğer eliyle de göğsüne koyduğu elimin bileğini okşarken içini çekti. Sonra da beni kucağına alıp yatağa bıraktı. Televizyonun altındaki konsolun üzerine koyduğum beyaz üzerine küçük çilek desenleri olan şortlu pijamamı alıp yanıma geldi. Elindekileri yatağa koyup deri ceketini çıkardı. Beyaz tişörtü, kalın ve uzun bacaklarına tam oturan siyah pantolonuyla güzel bir uyum içerisindeydi. Tişörtünün altından belli olan karın kasları içimi bir hoş ederken damarlı kolları ve büyük ellerine bakmak bile içimdeki arsız kadını ortaya çıkarıyordu. Bu kadar yakışıklı bir kocam varken o arsız kadını bir gün dışarıya çıkartabilmeyi umdum. Fırat elini uzatıp, " gel," derken elini bekletmeden tutup yataktan kalktım. Karşısında durduğumda ellerini belime yerleştirip gözlerime baktı. "Emin misin?" diye sorduğunda kaşlarım çatıldı. "Neden olmayayım ki? Sanki ilk kez değiştiriyorsun üstümü? Ayrıca tek başıma yapamam. Sana ihtiyacım var." Hafifçe gülümser gibi olurken üzerime doğru eğilip boynumu öptü. "Benim de sana ihtiyacım var, " dedi. "Her bir zerrene. " Dudakları tenimde öylece dururken başımı başına yasladım. "Hadi değiştir üstümü. Sonra da sarılıp yatalım. " Dudaklarını tenimden ayırıp yüz yüze gelmemizi sağladı. "Önce konuşacağız, " dedi baskın bir sesle. Sanki aklını karıştırmaya çalışıyormuşum da fark etmiş gibi. Dudaklarımı büzüp çenemi göğsünün altına dayarken," sarılmayacak mıyız?" dedim masum bir sesle. Fırat gözlerime bakıp, "sarılırız, o ayrı. Ama konuşacağız da," dedi. "Peki, " derken kendimi geri çektim. Belimdeki elleri pantolonumun düğmesini bulduğunda heyecanlansam da sakindim. Nefes alış verişlerimi kontrol altına alıp Fırat'ın önce düğmeyi sonra da fermuarı açmasını izledim. Pantolonu kalçalarımdan sıyırıp ayaklarımın dibine düşmesini sağladığında karşısında zümrüt yeşili, dantelli külodumla kalmış olsam da öylece durmaya devam ettim. Aramızda süregelen cinsel çekim her zamanki gibi yerli yerindeydi fakat Fırat benden her ne kadar etkilense de şu halde bana o gözle bakmamaya kararlıydı. Bu yüzden gözlerini doğru düzgün bacaklarıma ya da küloduma değdirmeden beni belimden tutup yerdeki pantolonun içinden çıkardı. Pantolunu yerden alıp yatağa koyarken üzerindeki kanı görünce gerilen sert yüz hatlarını gördüm. Yutkunup dişlerini sıkarken çilekli, paça kısmı fırfırlı şortumu eline aldı. Yatağa oturdum. Önüme çöküp ayakkabılarımı ve beyaz babet çoraplarımı çıkarıp bir kenara koydu. Şortu lastikli bel kısmından tutarak, "sok ayağını," dedi. Dediğini yapıp ayaklarımı şortan geçirdim. Fırat ayağa kalkıp şortu kalçalarıma kadar çekerken bende ayağa kalktım. Sonra o yatağa oturdu. Beni de tek dizine oturturken kazağımı eteklerinden tutup yukarıya doğru kaldırdı. Bense kalçalarımın altında Fırat'ın bacağından yayılan sıcaklıkla kocamın bana dokunmasını istiyordum. Sıkıntılı bir nefesi alıp veren Fırat gözleri sargılı elimde gezinirken, " nasıl yapacağız şimdi bunu?" dedi. Aklım başka yerlerde olduğundan neden bahsettiğini anlamamıştım. "Neyi?" diye sorarken gözlerim Fırat'ın yüzünde geziniyordu. "Elin acımadan bu kazağı üzerinden nasıl çıkaracağım Hazan?" Ona hafif bir şaşkınlıkla bakıp, " aşkım abartma, " dedim. "Acımıyor o kadar. Çek çıkar işte. " Fırat gözlerime bakıp, " şöyle şeyler söyleyip aklımı bulandırma, " dedi. Ciddiydi. Elim acıyacak diye gergin ve sıkıntılı olduğu için böyle konuştuğunu bildiğimden kırılmadım. "Öyle çek çıkar, diyince olmuyor. Ya o dallama gibi canını yakarsam? Hadi ona bağırıp çağırırsın da kendimden nasıl alırım hırsımı?" Dallama, derken hastanedeki doktordan bahsediyordu. Evet, adama fazlasıyla sesini yükseltmişti. Ben sürtüşme diyordum da doktor bey Fırat'a karşı anlayışlı davranmasaydı bu olay bir sürtüşme olarak kalmayacaktı. Bir kolumu boynuna sarıp sevdiğim adamı kendime doğru çekerken sıkıca yanağını öptüm. Alnımı şakağına dayayıp, "doktora da bağırmamalıydın," dedim. "Bilerek yapmadı. Kandan dolayı kesiğin derinliğini göremedi. " Fırat sözlerimle sertçe solurken,"görecekti, doktor değil mi bu herif?!" derken sesi yükselmişti. "Benim orada canımdan can gidiyordu lan! Dua etsin doktordu!" Damarları şişen boynunu öptüm. Yüzümü oraya gömüp kokusunu içime çekerken, "Fırat niye bu kadar sinirlisin, " diye sordum usulca. "Sanki Ankara'dan döndüğünden beri daha bir sinirlisin. Bugünü söylemiyorum bile. Bazen korkutuyorsun beni. " Sözlerimden sonra aramızda bir sessizlik oldu. Bana yanlış bir şey söylemişim gibi hissettiren bu sessizlik Fırat'ın kazağımın eteklerini bırakıp bana sımsıkı sarılmasıyla içimi sıkmayı bırakmıştı. Belliki yanlış bir şey söylememiştim. Fakat Fırat sarsılmıştı. Vücudu birkaç kez kasılırken sırtımı bir eliyle aşağı yukarı sıvazladı. Yüzünü, boynuna gömdüğüm yüzüme yaslayıp tenini tenime sürterken, "korkma," dedi beni sakinleştirmek istercesine. " Ben kıyar mıyım sana?" Ona biraz daha sokulup sığınırken, " kendim için korkmuyorum ki," dedim. "Bu öfken benden daha çok sana zarar veriyor. " Öyle ya ben Fırat'ın bu yakıcı öfkesiyle sadece bir buçuk aydır birlikte yaşıyordum ama o bu öfkeyle otuzbir yılını geçirmişti. Neler yaşayıp da bu kadar öfkeli, kontrolcü ve baskıcı bir adama dönüştüğünü bilmiyordum ama emindim ki bu öfkesi hayatı boyunca ona birçok zarar vermişti. Bahar'a ve Canan teyzeye de tabii. Fırat başını biraz geri çekip alnımı öptü. Dudakları tenimde öylece dururken," korkma," dedi yine. " Yanımda kal, elimi tut, öp beni böyle, her gün adımı duyur bana o güzel sesinden, korkma." "Ama bazen benim varlığım bile sakinleştirmiyor seni. Üstelik ben varım diye bu kadar sinirliymişsin gibi geliyor. Fırat ben yaptığım hiçbir şeyi seni üzüp kızdırmak için yapmıyorum." Başını yüzümden kaldırıp beni içine sokmak ister gibi sarıp sarmalarken boynumu öptü. "Sen olmayınca da deliriyorum ama. Hazan nefesimsin sen benim. Ben senin kokunu soluyabiliyorum diye yaşıyorum. Sana kızıyorum ama bu başka bir şey. Katlanamıyorum Hazan. Zarar görmene, canının yanmasına, bunun ihtimaline, benden uzak olmana, çekip gitmelerine, gitmek istemelerine katlanamıyorum. Her yaptığım, her söylediğim doğru demiyorum. Ben de hata yapıyorum çoğu zaman. Seni sevmeyi doğru düzgün beceremiyorum. Ama seviyorum işte. İt gibi seviyorum lan. Senin de beni sevdiğini biliyorum. Yaptığın şeyleri beni üzüp kızdırmak için yapmadığını da biliyorum. Ne kadar bulandığını, yorulduğunu, sıkıldığını da biliyorum. Bırak her şeyi, gel karım ol, bir ömür bakayım sana, mutlu edeyim seni, desem kabul etmeyeceğini biliyorum. Elimden bir şey gelmiyor, kafayı yiyorum. Elimden gelenleri de sen yapmama izin vermiyorsun. Her şey geldi mi üst üste geliyor anasını satayım. Hangi biriyle uğraşacağımı da bilmiyorum." Tenimde derin bir nefes alıp duraksadı. Dudaklarının bulunduğu yere birkaç küçük öpücük kondurdu. Ve devam etti. "Düzelelim Fırat, diyorsun ya bu bir tek benim çabamla olacak bir şey değil Hazan. Ben bir ömür bırakmam seni, ne yaparsan yap arkamı dönüp gitmem. Bakma öyle sinirlenince sikik sikik konuştuğuma. Ha senden ayrı düşmüşüm ha bir şarjör dolusu mermiyi kafama boşaltmışlar, aynı şey. Sensizlik ölümün diğer adı lan. Ama sen de çabala biraz. Öbür türlü birbirimizi tüketiriz. Ben tükenirim dert değil de sana kıyamam. " Deneyecektim. Fırat bana nasıl ki bir yuva, bir sığnak oluyordu ben de ona bir yuva olmayı deneyecektim. Daha makûl, daha olgun ve ne yaptığını bilen biri olacaktım. Sevdiğim adamı mutlu edecektim. Belli ki bizim, Fırat'ın da söylediği gibi, birbirimizden başka bir yolumuz yoktu. O yolu fırtınanın habercisi olan karanlık bulutların altında bırakmak yerine çiçeklerle donatabilirdim. Yüzümü Fırat'ın boynundan kaldırıp o çok sevdiğim kara gözlerine baktım. Dudaklarımda beliren küçük bir tebessümle kısılan kehribar rengi gözlerimi yüzünün her bir zerresinde gezdirdim. İçim bugün karmakarışıktı. Bozuk bir ampul gibi yanıp sönen umutlarım bir kez daha yanıp beni, içimdeki zifiri karanlıktan hoş bir aydınlığa kavuşturmuştu. Yeniden karanlığa gömülmesine izin vermeyeceğim bir aydınlıktı bu. Gülüşümde ve kısılan gözlerimde gezinen gözlerle Fırat'ın beni öpeceğini anlarken ondan önce birleştirdim dudaklarımızı. Anında karşılık alırken yere değmeyen ayaklarımı yukarı kaldırıp kocamın bacağının üzerine koydum. Belimdeki ellerinden biri kalçalarımın hemen altından çıplak bacaklarımı kavrarken usul usul sıkıp okşamaya başladı. Öpüşme seslerimiz ve ateşli bir ana eşlik ediyormuşcasına duyulan hızlı ve kesik kesik alıp verdiğimiz nefesler kulaklarıma dolarken yaralı elimin olduğu kolumu da Fırat'ın boynuna sarıp ona iyice sokuldum. Fırat dudaklarımı aceleci ve sert bir şekilde öperken bir anlığına geri çekilip, " eline dikkat et," dedi nefes nefese. Ardından vakit kaybetmeden tekrardan kapandı dudaklarıma. Alt dudağımı emerken çenemi, üst dudağımı öperken de burnumu da alıyordu dudaklarının arasına. Dudaklarımı bırakıp bacaklarımı okşayan eliyle yüzümü kavradı. Her bir zerremi emip yalayarak öpüp koklarken gözlerimi kapatmıştım. Sonra birden," Fırat senin olmak istiyorum, " dedim fısıltılı ve hissettiğim duygulardan ötürü boğuk çıkan sesimle. Yüzümde gezinen ıslak ve kor gibi olan dudaklar dururken nefes alış veriş seslerimiz birbirine karışıyordu. Fırat yanağımdaki dudaklarını tenimi öpe öpe boynuma indirip öylece durdu. Koca bedeninin kasıldığını hissettim. Tenimde derin bir nefes alıp, " sen zaten benimsin, " dedi. O kelimeler ağzımdan bir anda dökülmüştü ama o an arkasında durmak istedim. Hemen şimdi, burada sevişmek istemiyordum. Olacaksa evimizde, bizim yatağımızda olmalıydı ama artık tamamen kocama ait olmak istediğimi bilmesi gerekiyordu. "Neden bahsettiğimi biliyorsun Fırat," dedim. Boynumu sıkıca öpüp, " biliyorum, " dedi. "O bahsettiğin şey için ben yıllardır cayır cayır yanıyorum. Ama yapma Hazan. Tam olarak hazır olmadan oynama benimle. Dağıtma beni. " Fırat derince yutkunup gözlerimin içine bakarken," yapma," dedi dişlerini sıkarak. "İyi değilim zaten kaç gündür. Yapma, zorlama beni." Baskın ve sert sesiyle yalvarır gibiydi. Kıyamadım. Alt dudağımı ısırıp gözlerimi gözlerinden ayırırken," tamam," dedim. Ve kollarımı havaya kaldırdım. "Kazağımı çıkar o zaman." Fırat derin bir nefesi alıp verirken gözlerini kapatıp açtı. Beni belimden tutup yatağa oturturken ayağa kalktı. Kazağı önce başımdan çıkarıp sonra da dikkatlice kollarımdan sıyırdı. Gözleri zümrüt yeşili sütyenimden taşan göğüslerimde gezinirken çok zorlanıyordu. Sağ elimden destek alarak kendimi yatağın ortasına doğru çektim. Dizlerimin üzerinde doğrulup elimi kocama uzattım. "Gel aşkım, " dedim. Beni baştan aşağı süzüp alt dudağını diliyle nemlendirip ısırırken gözleri alev alev yanıyordu. Tek dizini yatağa koyup uzattığım elimi tuttu. Yatağa oturduğunda bacaklarının arasına yerleştim. Sırtımı göğsüne yaslayıp ona sırnaşırken başımı geriye atıp yüzüne baktım. Sert yüz hatları gergin, gözleri ise memelerimdeydi. "Sütyenimi çıkarsana, " dedim normal bir sesle. Niyetim onu zorlamak değildi. Kendim yapabilsem yapardım. Sırtımı göğsünden ayırdım. Elleri sütyen kopçamı bulup açtığında rahatlayan göğüslerimle birlikte bende rahatlamıştım. Sütyeni tamamen çıkarıp yatağın bir köşesine attım. Az ilerideki geceliğimin üst kısmına doğru uzandım. Alıp yerime geri yerleştiğimde Fırat sırtıma dağılan saçlarımı eliyle omzumdan önüme itip ensemi öptü. Oradan da dudaklarını tenime sürte sürte aşağılara doğru inerken kollarını belime sarıp sırtımın her yerine öpücükler kondurdu. Hem heyecanlanıp kasılıyordum, hem de gıdıklandığım için kolları arasında kıvranırken gülmekten kendimi alamıyordum. "Ya...ya Fırat dur...ya of." Kolları arasında öne arkaya kıvranıp dururken karnımın üzerinden belime sarılı olan kollarını çözüp göğüslerimi avuçladı. Büyük ellerini dolduran memelerimi sıkıp yoğururken ayaklarımı öne doğru uzatıp göğsüne yattım. Yüzünü boynuma gömüp kokumu içine çekerek öperken bir yandan da avuçlarındaki göğüslerimi izliyordu. Kalbim avucunda bir kuş gibi çırpınırken nefes alış verişlerim arasında inliyordum. Gözlerim yarı kapalı yarı açıktı. Kadınlığım sızlayıp ıslanırken tenim ateş gibi olmuştu. Belimde hissettiğim sertlik ve sırtımı yasladığım göğsünden anladığım kadarıyla Fırat da benimle aynı durumdaydı. Başparmaklarıyla göğüs uçlarımla oynarken göğüslerim iyice kabarıp dikleşmişti. Boynumdaki dudaklar tenimi emip öpmeye devam ederken Fırat, "nasıl ayrı kalırım lan ben senden?" dedi öpücükleri arasında. "Sana dokunmadan nasıl yaşarım? " Sağ göğsümü bırakıp elini göbeğime indirdi. Tenimi okşayıp severken içim gıdıklanıyordu. Kasıklarımda bir iğnenin ucu geziniyormuşcasına tuhaf bir his vardı. "Ah Fırat, " diyerek inlerken başımı geriye atıp gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Kulağımın altındaki dudakları bulunduğu yeri öperken, " yavrum," dedi. Kaba ve kalın sesi boğuktu. Sol göğsüm hâlâ avucundayken doğum lekemi seviyordu. Göbeğimdeki eli aşağılara doğru inip birden kadınlığımı, şortumun üzerinden, avucuna alıp sıkıp aşağı yukarı okşadığında yüksek sesle inlemiştim. "Ah! Fırat!" "Off! " Kasıklarımda içten içe bir yanma hissederken kadınlığım nabız gibi atıyordu. Daha sert okşasın istiyordum. Kendimi eline doğru iterken bacaklarımı istemsizce iki yana açtım. "Fırat...Fırat çok sızlıyor," derken sesim ağlamaklı bir hâl içerisindeydi. Dudakları yanağımda ve saçlarımın arasında gezinirken," bırakayım mı?" diye sordu. Bırakma, demek istedim ama hem cesaretim yoktu hem de olursa burada olsun istemiyordum. O yüzden, " bırak," dedim. Dediğim an kadınlığımdaki eli geri çekilmişti. Bacaklarımı birbirine bastırdım. Sol göğsümdeki el de çekilirken Fırat alnımı öpüp beni iyice kendine çekip sarıldı. Kolları arasında yan dönüp yüzümü göğsüne gömdüm. "Evimizde olsaydık durdurmazdım, " dedim. "Burada olsun istemiyorum. " Fırat derin bir nefes alıp saçlarımı koklayıp öperken, " bana nolsun istiyorsun peki?" dedi sitem eder gibi. Başımı geriye atıp gözlerine baktım. "Ben de seni istiyorum, " dedim. "Her ne oluyorsa bir tek sana olmuyor. " Burnumun ucunu öpüp, "kimi istiyorsun, bir daha söyle bakayım?" dedi. Fısıltılı çıkan erkeksi sesi kulağa çok hoş geliyordu. "Kocamı istiyorum, " dedim. Ardından da dudaklarıma kapanan dudaklara karşılık verdim. "Kocan ölür sana," dedi dudaklarımızın arasına açtığı milimlik mesafede. "Kafayı yer kocan sana." Dudaklarımı sıkıca ses çıkartarak öptü. "Off lan kurban olurum sana da, seni verene de! " Dişlerini sıkarak dolu dolu söylediği bu sözlerle bu sefer dudaklarımızı ben birleştirdim. Peş peşe ve dudaklarımı dudaklarından bir an olsun ayırmadan hızlı bir şekilde öpücüklere boğdum etli ve ıslak dudaklarını. Dudakları köfte gibiydi. Öyle etli öyle dolgun ama köfteden çok daha lezzetli ve sevilesi. Fırat beni öpmese de onu öpmeme izin verip üzerime doğru eğildi. Sonra geri çekildiğini hissettim. Onu öpüşlerime birkaç kez karşılık verip dudaklarımızı ayırırken kaşlarım çatıldı. Onu öpmek için tekrar dudaklarına uzandığımda beni bir kere daha öpüp, "yavrum dur. Şunu giydirelim üstüne, konuşalım, sen bana bir anlat orada nolduğunu, sonra istediğin kadar öperim seni, tamam?" dedi. Elinde geceliğimin üst kısmı vardı. Dudaklarımı büzüp mızmız bir sesle, " ama ben şimdi öpüşmek istiyorum, " dedim inatla. Gözlerindeki pırıltılardan onu öpmek isteyişimin hoşuna gittiğini anlarken yeniden kolları arasında dudaklarına doğru yükseldim. Kendini geri çekmek yerine öptü bu sefer beni. Hem de defalarca, peş peşe ve bana onu öpmeye fırsat bırakmadan öptü. Sonra da geri çekilip alnını alnıma dayadı. "Yavrum..." derken sözünü kesip sağ elimle dudaklarını sevdim. "Köfte dudaklım, " dediğimde yüzünde beliren şaşkınlıkla hafifçe erkeksi bir şekilde gülüp, " köfte dudaklın?" dedi kaşlarını havalandırarak. Dudaklarında gezinen parmaklarım gülüşüyle sol yanağında ortaya çıkan gamzesini bulurken ben de güldüm. "Evet, köfte dudaklım," dedim. "Dudakların çok güzel Fırat, " derken de gülüşüm küçük bir tebessüme dönüşmüştü ve dudaklarına hayran hayran baktığıma emindim. Fırat dudaklarındaki gülüş silinse de gözlerinin içi gülerken burnunu burnuma sürttü. "Sen de çok güzelsin," dedi. Kara gözleri birer yıldız gibi parlarken o yıldızlar bu karanlık gökyüzünden hiç kaymasın istedim. Çünkü benim dileğim o yıldızlar orada oldukları sürece gerçek olacaktı. "O ateş parçası kocaman gözlerin, kıvrım kıvrım upuzun kirpiklerin, minicik burnun, bal dudakların, ısırdıkça ağzımı dolduran yanakların, kalemle çizilmiş gibi kaşların, nedenini bilmediğim bir şekilde gözüme tatlı görünen küçücük çenen," derken parmakları yüzümde geziniyordu. "İpek gibi saçların, teline zarar gelse ölürüm. Minicik kulakların, " dediğinde saçlarımı seven eli sol kulağımdaki kirazlı küpemi buldu. Yüzünden sebebini anlayamadığım bir tebessüm gelip geçerken bana sımsıkı sarılıp boynumu öptü. "Küpelerini yesinler senin," dedi. Yüzümü boynuna gömüp oraya kıvrıldım. "O el kadar bile olmayan ayaklarına varana kadar her yerine aşığım." Bir iltifat edip binlercesine boğulurken dudaklarımın değdiği yeri öptüm. "Ben de sana çok ama çok aşığım," dedim. Boynumu öpüp koklayan dudaklar çıplak omzumu bulup öperken Fırat, " yeter bu kadar aklımı bulandırdığın, " dedi. Başını boynumdan kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağladı. "Üzerini giy ve konuşalım. " Bu sefer kabul ettim. Fırat elindeki geceliğimin üstünü başımdan geçirip giydirdi. İnce askılı, göbeğimi açıkta bırakan, beyaz üzerine küçük çilek desenleri olan atletin yakasındaki ipler açıktı. Fırat'a bakıp," bağlar mısın?" dedim. Fırat gözlerini göğüslerimde gezdirip içini çekerken,"bağlarız, " dedi. Kaba ve büyük elleriyle ipleri tutup bağlarken geceleğimin büzgülü yakasından göğüslerim iyice taşmaya başlamıştı. Fırat ipleri bağlamayı bitirip göğüs oluğumu ses çıkarta çıkarta sulu bir şekilde ıslak dudaklarıyla, kokumu içine çekerek defalarca kez öptü. Dudakları boynumun altını bulup başımın arkaya düşmesine neden olacak bir biçimde, tenimi öpücüklere boğdu. Belime sımsıkı sardığı kollarıyla beni göğsüne bastırıp durulurken dudaklarını alnıma dayayıp, " anlat bakalım, " dedi. "Baştan söyleyeyim yalan yok. Eğer yalan söylemeye kalkarsan kötü olur. " Söylemeyecektim. O da artık bir VASÖ ajanıydı ve her ne olursa olsun gireceğim bu savaşta yanımda olmasını, bana destek çıkmasını istiyordum. Aslı'yı VASÖ gözden çıkarmış olabilirdi ama ben çıkaramazdım. Kimsenin çıkarmasına da müsade etmezdim. Onu kurtaracaktım, her ne pahasına olursa olsun. Fırat'ın kollarından çıkmak ve karşısına oturmak istedim. "Şşş," diyerek uyarıcı bir sesle durdurdu beni. Gözlerine bakıp, " Fırat önemli bir konu. Gözlerinin içine bakmak istiyorum. Lütfen bırak, " dedim. Kaşları çatılırken bütün dikkati bendeydi. Kollarını gevşetip ondan uzaklaşmama izin verdi. Bacaklarının arasına bağlaç kurup oturdum. Gözlerimi gözlerine sabitleyip konuşmaya başladım. " Senden sonra arabadan inip yoldan geçen araçları izlemeye başlamıştım. Sonra arkamdan bir ses geldi. Asena, dedi bana. Tanıdık bir sesti. Ona döndüm. Siyah çarşaf giymiş, 1.80 boylarında bir kadındı. Beni duvarla arasına kıstırıp birden, ben daha ne olduğunu anlamada elimi tutup kesti." Fırat öfkeyle solurken ona doğru yaklaşıp elini tuttum. "Fırat sakin ol," dedim. Elimi sıkıca tutup avucuna hapsederken,"lan neyine sakin olayım?!" dedi. "Sana giderken arabada kalmanı söylemedim mi ben?! Niye iniyorsun?! " "Bunalmıştım sıcaktan." "Hata bende," dedi. "Niye bıraktım ki seni arabada?" "Belim görünüyor diye bıraktın. Ben de sıcaktan dolayı kabanımı giymek istemedim." İtiraz etmedi. Belli ki tahminim doğruydu. Gözlerini kapatıp açarken sakinleşmek ister gibi derin bir nefesi alıp verdi. "Keşke götürseydim seni yanımda, " dedi. " Gözünü değdirenin sikerdim belasını, en azından sana bir şey olmamış olurdu." Ona biraz daha yaklaşıp bacaklarımı beline sardım. Kollarımı boynuna dolarken Fırat anında bana sımsıkı sarılmıştı. Kalçalarım yataktan havalanırken kendimi kocamın bacaklarının üzerinde oturur bir hâlde kucağında buldum. " Bir faydası olmazdı. Sadece gecikirdi. Senin yanımda olmadığın, beni yalnız yakaladığı bir an yine yapardı yapacağını. " " Kim lan bu kadın?! Ne istiyor senden?" "Kardeşini kurtarmamı, " derken Fırat'la göz göze geldim. Yüzüme anlamayan gözlerle bakıyordu. "Yaren Kodan. Bu sabah mezarlıkta Cihan abiye nerede olduğunu sorduğum Aslı Kodan'ın ablası. O da bir VASÖ ajanı. " "Ne yani? VASÖ mü yaptı sana bunu?" Fırat'ın VASÖ'den hoşlanmadığını biliyordum. Cihan abiden de hoşlanmıyordu. Ve bana zarar vermeye çalışanın VASÖ olduğunu düşünürken git gide sinirleniyordu. "Fırat sakin ol. Hayır, VASÖ değil. Ortada bana zarar vermek isteyen kimse de yok aslında. " "Ne lan o zaman bu elinin hâli?! Kim bu amınakoduğumun örgütü?! Sen niye bulaştın bunlara Hazan?! " Duraksadı. Sakinleşmesini bekledim. "Ben niye daha önce tutmadım ki senin elini?! O gün Bahar'ı görmeye Anakra'ya geldiğimde ikinizi de alıp niye Şırnak'a götürmedim?! " "Kaçıracaktın yani beni? O işler o kadar kolay mı? Kendini karakolda bulurdun?" "Olmadı. İntiharın eşiğindeyken son anda ölmekten vazgeçmiş biri yıktığı düzeni nasıl yeni baştan kurabilirse ben de seninle her şeyi, içimde ölen her şeyi sil baştan kurmaya çalışıyorum. Bir yeri hep eksik kalıyor ama bir gün tamamlanacak. Lütfen Fırat. Sakin ol ve dinle beni." "Bir daha intihar kelimesini ağzına almayacaksın, duymayacağım. Bu sabah mezarlıkta da o Cihan itine seni kurtardığı için minnet duymadığını söyledin. Ne demekti o? Ölmek mi istiyorsun hâlâ? Ben varım Hazan. Hiç mi bir şey ifade etmiyorum sana? Başımı hızla sağa sola sallayıp, "hayır Fırat, " dedim telaşla. " Sen benim her şeyimsin. Olur mu öyle şey? Bakma bana öyle, nolur?" Gözlerime öyle kızgın ve kırgın bir ifadeyle bakıyordu ki bakışları içime oturuyordu. " Fırat'ım lütfen, " dedim yalvarırcasına. Ona sımsıkı sarılıp boynunu öptüm. Belime sarılı olan kollarını sıkılaştırsa da öpmedi beni. Birden bire buraya nasıl geldiğimizi anlayamazken kendimi geri çekip alnını öptüm. "Aşkım, " dedim usulca. "Sevgilim," derken yanağını buldu dudaklarım. " Kocam." Dudaklarını öptüm. " Köfte dudaklım, kara gözlüm, koca adamım benim, lütfen." Dudaklarım, dudaklarının kenarında öylece dururken Fırat'a sarılmanın kocaman bir ayıcığa sarılmak gibi hissettirdiğini düşündüm. Kucağında küçücük kalıyordum ve Fırat'ın bir ayıcıktan tek farkı koca gövdesinin taş gibi olmasıydı. Bir de tatlı değildi. Sert ve asi bir yakışıklılığı vardı. Ürkütücüydü. Sadece ağlarken ve sabah yeni uyandığında yumuk yumuk gözleriyle tatlı sayılabilirdi. Sahi, ben bu kadar korkutucu görünen ve öfkeli bir adamın nesine bu denli aşık olmuştum? Derin bir nefes alıp yüzümü tuttu. Dudaklarımı öpüp alnını şakağıma dayarken, "tamam," dedi. Sesi tam olarak affetmedim, der gibi hâlâ bir parça sertti. "Acıktın mı?" "Affettin mi?" "Soruma cevap ver." "Önce sen ver." "Hazan!" "Aşkım." Azıcık da olsa yumuşayan gözleri bu yakınlıkta gözlerimde gezinirken dudaklarımı bir kez daha öpüp, " affettim tamam," dedi. "Acıktın mı?" "Biraz ama dışarıya çıkmak istemiyorum." Alnını alnımdan ayırıp yatağın yanındaki komodinin üzerinde bulunan telefona uzanırken, " buraya söyleriz, " dedi. Boynuna sarılı olan kollarımla Fırat'ı kendime doğru çekip, " önce beni bir dinle, " dedim. " Söyleyeceklerim bitmedi ki daha." Fırat fazla güç kullanmama izin vermeden hemen bana yaklaşırken, " yapma şöyle, elini acıtacaksın," dedi. "O zaman sen de dinle beni." "Dinleyeceğim. Ama önce ne yiyeceğini söyle bana. İlaç içeceksin Hazan. " "Hayır, önce dinle sonra söylerim." "Hazan inat etme." " Ettirme." Bıkkınca bir nefesi alıp verirken, " neyin savaşını veriyorum amınakoyayım? Nasıl baş edilir ki seninle?" dedi. " Küfür etme bana." " Sana etmiyorum Hazan. Sürekli aynı döngüye sokup durma bizi. " "O zaman kime ettiğini söyle. Karşında ben varım, muhatabın kim?" İnadım tutmuştu ve Fırat bundan hoşlanmıyordu. Bıkmakla kızmak arasında bir yerde," sana ediyorum oldu mu?" dedi. Çatılan kaşlarımla, " ne?" dedim. Böyle bir şey söylemesini beklemiyordum. "Ne, ne Hazan? Olmayacak şey mi? Senin olmak istiyorum, diyordun, nasıl olacak sanıyorsun?" Gözlerim Fırat'ın gözlerine takılı kalırken ne diyeceğimi bilemedim. Öyle söylerken bana küfür etmediğini biliyordum ama...şimdi kafam karışmıştı. Utanmıştım da. Bir parça da kendimi kötü hissederken öylece kalakalışım Fırat'ın hafifçe gülümseyip beni göğsüne çekmesine neden oldu. " Gel buraya." Alnımı ve saçlarımı öpüp, " sana etmedim yavrum, " dedi. " Fazla kaşındın sadece. Öylesine söylüyorum, lafın gelişi. " " Ne yani beni susturmak için mi öyle söyledin?" "Fazla inatçısın. " Göğsünden sinirle ayrılıp, " sen de ayısın, " dedim. Yüzünde kızmakla gülmek arası bir ifade oluşurken, " ne?" dedi. "Ne, ne Fırat?" derken onu taklit ediyordum. " Sadece ayı olsan iyi. Odunsun da." "Hazan," dedi uyarıcı bir sesle ama tam da kızamıyor gibiydi. " Dahası da var," dedim. Kaşlarını havalandırıp, "öyle mi?" dedi. Başımı sallayıp, " öyle, " dedim. " yontulmamış bir kalassın. " " İleri gidiyorsun. " "Yoo, gitmiyorum. Bu laf da böyle gelmek istedi. Hatta biraz daha gelmek istiyor. Sen bir..." söyleyecek bir şey bulamayınca duraksadım. Fırat belimdeki elleriyle beni kendine çekip dudak dudağa gelmemize neden oldu. " Ben bir ne?" diye sorarken gözleri dudaklarımla gözlerim arasında geziniyordu. Yutkunup dudaklarına düşen gözlerimi tavana çıkartıp düşündüm. Ve birden," hödüksün," dedim. O an göz gözeydik. "Hödük?" dedi sorar gibi. Başımı onu onaylarcasına aşağı yukarı salladım. Kızması gerekiyordu. Niye böyle bakıyordu gözlerime? İçi gidiyormuş, çok güzel bir şeye bakıyormuş, beni öpmek istiyormuş gibi. "Hödük, " dedim geri adım atmadan. Ve Fırat birden gözlerinde çakan şimşekle dudaklarıma yapıştı. Isıra ısıra öperken dudaklarımı ondan kurtarmaya çalıştım. Başımı sağa sola sallayıp dururken beni tuttuğu belimden yatağa yatırıp altına aldı. Dudaklarımı, kurtarmak için fazla debelendiğimden olsa gerek, bırakıp boynuma gömüldü. Koklaya koklaya öperken tenimi," oh," diyordu her öpücüğün ardından. "Kurban olurum sana," derken de sanki az önce ona sevgi sözcükleri mırıldanıyormuşum gibi davranıyordu. Boynumun altını ve çenemi öptü. "Bir tanem benim. " Boynumun diğer tarafını buldu dudakları. Başımın sarsılmasına neden olacak kadar güçlü ve peş peşe, ses çıkartarak öperken karşı koymuyordum ona. Hem elim yaralıydı hem de öpsün istiyordum. O yüzden kollarımı boynuna sardım. "Canımın yarısı." Saçlarımı koklayıp öptü. "Gülüm." Gülümseyip gözlerimi kapattım. Fırat beni severken şu halde uyusam uyurdum. Ama konuşmamız gereken şeyler vardı. Fırat beni dinlememekte neden bu kadar ısrarcıydı, bilmiyordum. Belki de yine kavga edeceğimizi hissetmişti ve buna engel olmaya çalışıyordu. "Bebeğim." Dudakları yanağımda gezinirken, " Fırat konuşacaktık, " dedim. Boynuna sardığım sargılı elimin olduğu kolumu öptü. "Konuşuruz, önce karnını doyuralım. " "Fırat şimdi, " dedim. Gözlerime baktı. Tuttuğu belimden beni yataktan kaldırıp az önceki halimize gelmemizi sağlarken yine yatakta kucak kucağa oturuyorduk. " konuş," dedi. " Dinliyorum. " " Ben Yaren'in benden istediği şeyi yapacağım. " "Ne demek bu?" Ne demek olduğunu anlamıştı. Teyit etmek istiyordu. "Fırat kızma. Dinle önce. Bak Yaren ve Aslı benim kardeşlerim. Bunun VASÖ'yle bir ilgisi yok. Aslı benim için birçok şey demek. Ne onu ne de Yaren'i yüz üstü bırakamam. Silah arkadaşların senin için neyse onlarda benim için o. " Bir süre gözlerime sert bir ifadeyle bakıp, " bu kadın VASÖ'nün ajanı değil mi? Niye onlar dururken sen? " dedi. Bağırıp çağırmak yerine bu sefer beni anlayıp dinlemeye çalışıyordu. "Yaren'in söylediğine göre VASÖ Aslı'yı gözden çıkarmış. " Dilini ağzının içinde gezdirip, " yani her ne yapacaksan VASÖ'nün haberi ya da desteği olmadan yapacaksın?" dedi. Bu bir soru değildi. Rahatsız olduğu ve kabul etmeyeceği bir şeyi dillendiriyordu. "Fırat..." "Neden gözden çıkarmışlar kadını? Durduk yere değildir herhalde. " "Hain olduğunu mu ima ediyorsun?" Aslı öyle biri değildi. Ölse vatanına ihanet etmezdi. VASÖ'nün en kıdemlilerindendi. Bütün ailesi vatanına hizmet etmek ve bayrağını korumak için yaşardı. Asker, büyükelçi, müsteşar, bakan ve nice devlet insanı vardı Kodan ailesinde. Ama Fırat'ın sorduğu bu soru benim de aklımı karıştırmıştı. VASÖ neden vazgeçmişti Aslı'dan? " Değilse neden gözden çıkartıldı?" Gözlerimi sağ tarafımda kalan pencereye çevirdim. Güneşin geriye kalan son ışıkları da yavaş yavaş terk ediyordu gökyüzünü. Koca koca gri bulutlar da yağmuru haber verirken Leyla ablanın mezarına bir orkide alıp gitmeyi unutmak üzere olduğumu fark ettim. TKÖ'nün VASÖ 'den haberdar olması neredeyse olanaksızdı. Fakat haberleri vardı. Aslı söylemiş olabilir miydi? O şerefsizlerin durup durup bana saldırması, benim hakkımda bildikleri şeyler Ali'yle ilgili miydi yoksa Aslı benim hakkımda onlara bilgi mi sızdırmıştı? VASÖ'nün ya da Cihan abinin beni sürekli olayların dışına itme çabası Aslı'nın bir ihtimal verdiği bilgilerden ötürü tehlikede oluşum muydu? TKÖ VASÖ'yü bilebilirdi fakat benim bir VASÖ ajanı olduğumu bilmesi için birileri tarafından deşifre edilmiş olmam gerekliydi. Daha önce hiç böyle bir olasılık dahi aklıma gelmemişti. Aslı'ya her konuda o kadar çok güveniyordum ki böyle bir şeyi zihnim çoktan kendi içinde düşünmeyi reddetmişti. O benim dövüş eğitmenimdi. Bir gün ansızın Suriye sınırına örgüt kampına sızmaya gideceğini söylediğinde çok üzülmüştüm. Cihan abiyi seviyordu. O bir şey söylemese de ben anlamıştım. Cihan abinin kalbinin artık kilitli kalacak bir kapısı bile olmadığını ve VASÖ içindeki yasakları bildiğinden içine gömdüğü bu aşkı da alıp gitmişti. Sonradan öğrendim ki Cihan abi Aslı'nın ona olan duygularını fark edip Suriye sınırına gitmesi için görevlendirilecek bir kadın ajan arayan üstlere onun adını vermişti. Cihan abinin örgüt içi düzen bozulmasın, kurallar ajanların zihinlerinde ve kalplerinde dahi çiğnenmesin diye yaptığı bu şey ve Aslı'yı her ne için o şerefsizlerin insafına terk ettilerse bu kabul edilecek bir şey değildi. Elimdeki bilgiler sınırlı olduğundan net bir kanıya varamıyordum. Yaren'le tekrardan iletişime geçmek zorundaydım. Penceredeki gözlerimi Fırat'a çevirdim. Öylece beni izliyordu. "Bilmiyorum, " dedim. "Ama umrumda da değil. Aslı'yı kurtaracağım. En azından deneyeceğim. Suçluysa VASÖ verir cezasını. Değilse de ben kardeşimi kurtarmış olurum." "Hazan...yavrum neyi kurtarıyorsun sen? Örümcek ağından sinek mi kurtarıyorsun? Kadının nerede olduğunu bile bilmiyoruz. TKÖ'nün açılımı ne? Sen söyledin gelip karargaha. Terör Koalisyon Örgütü. Yedi büyük düşmanı var bu ülkenin. Teker teker saydırma hepsini bana. Bu yedi örgüt tek bir çatı altında birleşmiş bizi, vatanımızı, bayrağımızı yok etmeye çalışıyor. Eyvallah, amaçlarına hiçbir zaman ulaşamayacaklar ama kolay değil Hazan. Savaşmak da kazanmak da kolay değil. Kadın iki aydır ellerinde, dedin. Belli ki çok şey bilen biri. Ve bir kadın. Yavrum..." yutkunup yüzümü ellerinin arasına aldı. Yanaklarımı severken, "yaşatmazlar, " dedi. " Bedeni sağ kalsa...anlıyorsun ne demek istediğimi." Anlıyordum. Mesele sadece Aslı değildi. O şerefsizlerin elinde daha küçücük, gencecik kız çocukları vardı. Biliyordum ya da bilmiyordum ama umarım geriye kurtarılacak bir ruhları ve bedenleri kalmıştır. Onlar için savaşmaya geldiğim bu şehirde, kendi savaşımda yenilmiştim. Ayağa kalkmalıydım. Ben bir savcıydım. İnci'ye söz vermiştim, Mine'nin intikamını almalıydım. "Ne yani? Ruhu olmayınca bedeninin bir önemi yok mu? " "Hazan..." Gözlerimden birkaç damla yaş dökülürken yüzümü ellerinden kurtarıp, "hayır," dedim. "Bu sefer hayır. Ya karşımda olursun ya da yanımda. Ama ben duracağım yeri çoktan seçtim. Savaşacağım. Aslı için, dün benim yüzümden ölen Mine için, İnci için, kaçırılan tüm kız çocukları için savaşacağım. Ha örümcek ağından sinek kurtarmışım ha bir örümcek kadar bile gözümü korkutmayan yedi büyük örgütle savaşmışım bana fark etmez. Çok sıkıldım artık. Sürekli kayıp verip durmaktan, herkesin bana ne yapacağımı ya da ne yapmayacağımı dikte edip durmasından çok sıkıldım. " Bir kolunu belime sarıp yüzümdeki birkaç damlalık ıslaklığı silerken, " yavrum," dedi ama yine sözünü kestim. Yanımda olduğunu söyleyene kadar damarına basacaktım. Gözlerinin içine bakıp, " ya ben olsaydım Aslı'nın yerinde," dediğimde bakışları sertleşmiş, vücudu gerilmişti. Araya girmesine fırsat vermeden devam ettim. " Benim de mi bedenimin bir önemi kalmayacaktı?" "Hazan!!" " Beni de mi kurtarılmaya değer bulmayacaktın?" "Sus!!" " Ölüme terk edilmeme göz mü yumacaktın?" " Hazan kes şunu!!! Bahsettiğim şey o değildi!! Sadece o değildi!! O şerefsizlerin neler yapabileceğini bilmiyorsun! Ne olduğu belli olmayan, üye olduğu örgüt tarafından bile gözden çıkarılmış bir kadın için kendini tehlikeye atmana müsade etmem!! Ne karşındayım Hazan, ne de yanında! Arkandayım! Seni herkesten ama en çok da kendinden korunak için arkandayım! Başka da kimse umrumda değil!" Gözlerine hayal kırıklığıyla bakarken, " bencilsin," dedim. "Söz konusu sensen evet, öyleyim." "Bir kere de yanımda ol," dedim dolan gözlerim ve kırıklarla dolu sesimle. "Bir kere de ne yaparsan yap yanındayım, de. Ya her yaptığıma karşı çıkmak zorunda mısın? Benim işim bu. Neden beni her şeyden korumaya çalışırken en çok zararı senin verdiğini fark etmiyorsun? Bir şeyleri asla ama asla sen bana ve işime saygı duymadığın sürece düzeltemeyeceğiz Fırat. Ve şunu bil sakın beni işimle senin aranda bir seçim yapmaya zorlama. Kaybeden sen olursun. " Kucağından kalkmak için hareketlendiğimde bırakmadı. " Biliyorum," dedi. "Zaten mesele ne olursa olsun ben kendimi hep seni kaybeden taraf olarak buluyorum. Kaldı ki mesele şu an senin işin değil. Bu iş ne bir savcı olarak ne de bir ajan olarak senin işin değil. Orta da ne bir emir var, ne bir komuta. Kimsenin kimseden haberi yok. Kadının biri geldi, elini kesti, sana kardeşimi kurtar, dedi, sende geçmiş karşıma bana, yanımda ol, diyorsun. Neye karşı, kime karşı yanında olayım Hazan? Tutayım elinden ateşe mi atayım seni göz göre göre? Dört gün sonra sınıra gidiyorum, ne zaman döneriz belli değil, aklım sen de mi kalsın? Bir dur, nolur? İtin köpeğin olayım bir gün olsun bari söz dinle, bir dur." "Durmayacağım, " dedim. Sesimdeki inat ve kararlılık yerli yerindeydi. "Sıkıysa durdur. Ben işimin ne olduğunu sen de dahil kimseden öğrenecek değilim. Neyi kendime iş edinmek istiyorsam benim işim odur. Karşımda olmayı seçtin. Bu saatten sonra aramızda olup bitecek hiçbir şeyden beni sorumlu tutamazsın. " Kendimi yeniden kollarından kurtarmaya çalıştım. Elimdeki yara yüzden çok fazla hareket edemiyordum ve Fırat sözleriyle üstümde baskın gelemedikçe kollarını sıkılaştırıp beni kucağında tutuyordu. "Hazan," dedi uyarıcı ve baskın sesiyle tıslar gibi. "Bırak, " dedim. "Sakinleş," dedi. " Ne dediğini bilmiyorsun, saçma sapan konuşuyorsun yine. Sakinleş, delirtme beni." Gözlerinin içine baktım. Öyle ketum, öyle sertti ki, sınırlarımı asla yıkamazsın, der gibiydi. Kırmızı çizgileri görünmez lazer ışınlarıyla çiziliydi sanki. Yanlışlıkla değdiğim an canım yanıyordu. Beni böyle koruyamaz, en fazla kendinden uzaklaştırırdı. Yaralı elimi havaya kaldırıp, " bırak yoksa vururum, " dedim. Onun canını yakamazdım ama benim canımın yanma ihtimali onu korkutmaya yeterdi. Elime bakıp, " saçmalama, " dedi. " Bıraksam nereye gideceksin? " Nereye gideceğimi bilmiyordum. Bu üstümdekilerle odadan dışarıya çıkamazdım. Çıksam bile Fırat anında beni kucağına alıp odaya geri sokardı. En iyisi kendimi banyoya kapatmaktı. "Bırakıyor musun?" dedim. " Hazan..." "Eğer bırakmazsan patlatırım dikişleri." Sert ve sıkıntılı bir nefesi alıp verirken kollarını belimden çözdü. Hemen ondan uzaklaşıp yataktan kalktığım gibi banyoya girip kapıyı kilitledim. Klozet kapağının üzerine oturup öylece durdum. Bu yaptığımın bir sonu yoktu. Burada ne kadar durabilirdim ki? ******* Yaklaşık bir saattir banyodaydım. Çıplak ayaklarım soğuk fanyasa basarken üşüyordum. Elimdeki yara iyice sızlayıp zonklamaya başlamıştı ve canım yanıyordu. "Hazan...yavrum...canımın içi çık artık şuradan. " Dakikalardır bana yer yer bağırıp çağırarak, yer yer de böyle yalvararak seslenip duran Fırat sesinden anladığım kadarıyla tükenmek üzereydi. Ben de inadımın dibini sıyırmak üzereydim. Üşümek neyse de elim çok acıyordu. Ne olurdu sanki, tamam yanındayım, sen nasıl istersen öyle olsun, dese? Niye böyle yapıyordu? O sırada odanın kapısı çaldı. Konuşmalardan anladığım kadarıyla oda servisi, Fırat'ın az önce söylediği, yemekleri getirmişti. O an karnımın acıktığını fark etmiştim. Gözlerim dolarken yaralı elimi tutup göğsüme bastırdım. Parmaklarım uyuşuyordu. "Hazan yemek söyledim sana. Gel karnını doyuralım, ilaçlarını iç, yavrum hadi." Sessiz kaldım. Bir saattir tek bir kelime dahi etmemiştim zaten. "Bebeğim bak soğuktur orası. Üşürsün. Yaran iltihaplanır, Hazan...bir yerine bir şey olur. Çık şuradan, gözümün önünde ol. İstersen yine konuşma. " İstemiyordum. İstediğim tek şey Fırat'ın yanımda olduğunu söylemesiydi. Bu kadar çok şey söyleyeceğine yanımda olduğunu söylese çıkardım zaten buradan. "Hazan son kez söylüyorum, çık şuradan! Kapıyı kırdırtma bana!" Yapamazdı. Tuvalet küçüktü ve kapıyı kırarsa üzerime düşerdi. Sessizliğimi korudum. Kapıya inen sert bir darbeyle oturduğum yerde irkildiğimde bir an gerçekten kapıyı kıracağını sanmıştım fakat muhtemelen sadece yumruk atmıştı. Elinin acıyıp acımadığını düşündüm. Benim ki acıyordu. Birkaç dakikalık bir sessizlik oldu. Odanın içinden gelen ayak sesleriyle Fırat'ın kapıdan uzaklaştığını anladım. Pes mi etmişti? Ben burada mı kalmıştım şimdi? Yeniden kapıya doğru yaklaşan ayak sesleriyle oturduğum yerden kalktım. Sabrını fazla zorluyordum. Zaten üşümüştüm ve elim acıyordu. Fırat'ın burnu sürtsün diye kendime işkence ediyordum. İstemiyorsa olmasındı yanımda. Ben kendi başımın çaresine kendim bakardım. Belli ki Fırat benimle sürekli kavgalı olmak istiyordu. Çünkü bu sefer bağırıp çağırarak beni durduramayacaktı. O bana engel olmaya çalıştıkça ben daha fazla inat edecektim. Biri pes edecekse bu ben olmayacaktım. Elim anahtarı bulurken Fırat'ın sesini duydum. "Tamam," dedi. Kaşlarım neye, tamam, dediğini anlamadığım için çatılırken kapıya biraz daha yaklaştım. "Tamam, yanında olacağım. Ne yaparsan yap yanında olacağım, tamam? Çık artık şuradan." Yüzümde küçük bir tebessüm belirdi. Alnımı kapıya dayayıp, " gerçekten mi?" dedim. " Gerçekten. Sesine kurban olurum senin. Çık şuradan, yanıma gel." Emin olmalıydım. " Söz mü? " "Söz, söz yavrum. " " Asker sözü mü?" "Bordo sözü. Daha sağlam bir söz bulamazsın. " Anahtarı çevirip kapıyı açtım. Açtığım an Fırat'la göz göze gelmiştik. Ayaklarım, belime dolanan kollarla birden yerden kesilirken kendimi Fırat'ın kucağında buldum. Kollarımı boynuna sarıp bacaklarımı beline dolarken yanağımı öptü. "Of!" dedi yüzünü boynuma gömüp kokumu içine çekerken. "Niye bu kadar inatçısın sen?" Bir şey söylemedim. O da bir cevap bekleniyordu zaten. Yatağa oturup yüz yüze gelmemizi sağladı. Ellerini kollarımda ve ayaklarımda gezdirdi. Büyük elinin içinde kaybolan ayaklarıma ellerinin sıcaklığı çok iyi gelmişti. Çatılan kaşlarıyla gözlerime bakıp, " buz kesmişsin, " dedi azarlar bir tonda çıkan sesiyle. Göğsüne kıvrılıp ona sığınırken, " elim de çok acıyor," dedim usulca. Alnımı öpüp yataktan kalktı. Beni yatağa bırakıp yorganı bacaklarıma örttü. Konsolun üzerine bıraktığı eczane poşetini alıp yanıma geldi. Önce yemeğimi yedirip sonra da elimdeki sargıyı, yaraya pansuman yapıp, değiştirdi. İlaçlarımı içirip beni koynuna aldığında çok geçmeden uyumuştum. ********* Nallıhan'daki VASÖ'nün ana üstüne yaklaştığımızda ajanlar tarafından üste 1 km kala durdurulduk. Burası VASÖ'ye ait bir bölgeydi ve kimse burayı bilmezdi. Ezkaza kimsenin bu bölgeye yolu düşmesin diye alınabilecek bütün önlemler alınmıştı. 3 km önce gördüğümüz " Devlete Ait Özel Mülktür. Girilmesi Yasaktır " gibi tabelalarla da alınan önlemler desteklenmişti. Ağaç tepelerine yerleştirilen kameralar da 7/24 ajanlar tarafından izlenirdi. İstanbul'a nazaran oldukça soğuk ve sert geçen bir kışa ev sahipliği yapan Ankara'nın karlı yolunda, yolumuzun üzerinde ellerinde silahlarla duran, siyah VASÖ üniforması giymiş, ajanlarla Fırat aracı durdurdu. Bana dönüp, " ne bu şimdi?" diye sorduğunda belimdeki silahı komtrol edip," bir şey değil. VASÖ'ye ait bir plaka olmadığı için durdurdular. Sorun yok," dedim. Ajanlar araca doğru yaklaştıklarında arabadan indim. Benimle birlikte Fırat da inmişti. Aracın önünde durduğumuzda ajanları komuta eden güvenlik üstü karşımızda durdu. "Asena." dedi. Malesef, dememek için kendimi tuttum. " Kapucubaşı," dediğimde karşımdaki adam güldü. " Osmanlı dönemini geçeli çok oldu Asena. Neyse. Buraya girişin Cihan Güney tarafından yasaklandı. Zorluk çıkarmadan geri dön lütfen. " Kaşlarım çatılırken bunu beklemiyordum. Ama şaşırdığım da söylenemezdi. Dün ara ara Cihan abinin neden beni VASÖ'den ayrılmamam için ikna etmeye çalışmadığını düşünmüştüm. Sadece dün mezarlıkta bunu yapamayacağımı söylemişti. Fakat yapabileceğimin farkında olmalı ki VASÖ'nün kapı nöbetçilerine beni bölgelerine sokmamalarını emretmişti. Bu yaptığı beni tanımadığını gösterirdi. Girmek istiyorsam girerdim. " Üzgünüm, " dedim. " Ama galiba zorluk çıkartacağım. "
"Bizi zor kullanmak zorunda bırakma. Geri dön Asena." Adamın gözlerinin içine bakıp, " beni VASÖ'ye sokmadığınızdan üstlerin haberi var mı? " diye sordum. VASÖ'ye ait olan bölgeye girdiğimizden beri yoldaki kameraların hiçbiri çalışmıyordu. Su geçirmez ve hiçbir doğa olayında bozulmayacak kadar sağlam olan bu kameraları bir tek VASÖ ajanı olan birileri bozabilirdi. Güvenlik odasındaki ajanların şu an ne izlediğini merak ediyordum. Daha önceden çekilen görüntüleri izliyorlardı belki. İyi eğitilmiş bir ajan olan, ki muhakkak Cihan abinin emrindeki ajanlardan biriydi, karşımdaki adam hiç istifini bozmadan, " elbette var," dedi. "Yoksa onlardan habersiz nasıl böyle bir şey yaparız? Senin dışındaki bütün ajanlar VASÖ'nün koyduğu kurallara yüzde yüz uyar." Hafifçe gülüp ona doğru bir adım attım. "Adınız ne sizin?" "Osman Akyürek." Küçük bir kahkaha atıp, " osmanlı dönemi, " dedim. "Tesadüftü." "Sanmıyorum. " Eminim ki onu daha önce görmüş ve adını duymuştum. Bir yerlerden çağrışım yapmış olmalıydı. "Her neyse kapucubaşı. Eğer başınız yansın istemiyorsanız önümden çekilin. " "Asıl önünüzden çekilirsek başımız yanar. İkaz ediyorum, geri dönün. " " Emrediyorum geri çekilin!" Osman Akyürek arkasındaki ajanlara dönüp yeniden gözlerime baktı. " Cihan Güney' i aramak zorunda kalacağım. Beni buna mecbur etmeyin." "Görmeyeli ispikçiliğe de başlamışsınız. Ama bence önce bir plan yaparken nasıl patlamayız diye beyninizi yorsaydınız şu an belki de galip gelen taraf siz olurdunuz. " "Anlamadım?" "Eminim. Anlamanız süpriz olurdu zaten." Derdim onları aşağılamak değildi. Fakat Cihan abinin bu yaptığı beni öfkelendiriyordu. Beni kontrol altında tutmak için bütün yetkilerini kullanıp, VASÖ'nün güvenlik kurallarını dahi ihlâl etmekten geri durmayışı benim açımdan kabul edilemezdi. Onu yaptığı bu kural ihlâli yüzünden VASÖ'ye kammazlayacak değildim ama karşımda böyle durmaya devam ederlerse ben de bazı sınırları ihlâl etmekten kaçınmazdım. Kapucubaşı sözlerimle sinirlense de belli etmemeye çalışıp ajanlardan birinin getirdiği telsizi eline aldı. Telsizi aktif hâle getiren tuşa başparmağını koyup gözlerini yüzüme sabitledi. Şu an eminim ki Cihan abi İstanbul adliyesindeki odasında bu telsizin diğer ucunda bekliyordu. Bir yandan da güvenlik kameralarındaki görüntüleri kontrol ediyor olmalıydı. Buradan bir an önce çıkıp gitmeliydim ki güvenlik odasındaki ajanlar durumu fark etmesin ve Cihan abinin, belki de hayatında ilk defa yaptığı, bu kural ihlâli fazla uzun sürmesindi. "Son kez uyarıyorum. Geri dönün." Başımı hafifçe yana yatırıp cebimdeki VASÖ yapımı telefonu çıkardım. Yolda gördüğüm aktif olmayan kameraları videoya almıştım. Videoyu açıp Osman Akyürek' e gösterdim. "Bence siz bu görüntü VASÖ'ye ulaşmadan önümden çekilin. Ve üstünüz Cihan beyi arayıp diyin ki; sırrı benimle güvende." Yüzünde tek bir mimik oynamasa da gözlerindeki bozguna uğramayı anbean görmüştüm. Her bu yoldan geçtiğimde nedensizce o kameralara bakmak gibi bir huyum vardı. Diğer türlü kameraları devredışı bıraktıklarını fark etmeyeceğimi düşünmüşlerdi ki haklılardı. Eğer kameralara bakmayı bu seferliğine de olsa ihmal etseydim şu an buradan gerisin geri dönüyor olurduk. Telefonu gözlerinin önünden çekip videoyu kapattım. "Kameraların kodları yenileniyor. O yüzden devredışılar. Bu videoyla hiçbir şey yapamazsın." Kaşlarımı, öyle mi, der gibi havalanırdım. "Güzel yalan. Geliştir bunu." Arkamı dönüp araca doğru ilerledim. Açık olan kapıdan arabaya binip koltuğa yerleşirken kapıyı çektim. Fırat da şoför koltuğuna geçip kapısını kapatırken ajanlar yola koydukları uzun bir demirden oluşan ayaklı barikatı kapucubaşının komutuyla kaldırdı. Fırat halihazırda çalışır vaziyette olan aracı sürmeye başladığında karlı yolda ilerlemeye kaldığımız yerden devam ettik. Elimdeki telefondan yeniden videoyu açıp sildim. Fırat ara ara yoldaki gözlerini bana çevirirken VASÖ'nün Çin seddini aratmayan devasa surları, ardına gizlendiği karlı tepelerin arasından, görünmeye başlamıştı. Surların en tepesinde salınan Türk ve Eski Osmanlı bayrağı göze çarpıyordu. Atatürk'ün ayakta olan bir heykeli de sislerin çöktüğü surun üstünde tüm ihtişamıyla duruyordu. Bu yapının her bir taşının vatan sevgisi koktuğunu biliyordum. Fakat her şeyin içinde bir iyi bir de kötü vardır. Hangisi olduğumuz çoğu zaman içinde bulunduğumuz duruma göre değişir. Hiçbir savaş, savaşanları asla masum bırakmaz. Fırat'ın üzerimde gezinen gözlerinin ağırlığını kaldıramazken ona döndüm. "Ne?" dedim bana bakarken hafifçe kısılıp içi gülen kara gözlerine bakarak. Gözlerini yola çevirip direksiyondaki ellerinden birini bana doğru uzatıp saçlarımı severken, "artist," dedi. Dudaklarımı büzüp, " niye öyle dedin ki şimdi?" dedim. Saçlarımdaki eli yanağımı bulurken parmaklarının tersiyle tenimi okşadı. "Sen kendinin farkındasın, " dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Araç ikiye ayrılan yolda sağımızda kalan dağın eteğinden sağa dönerken içinde bulunduğumuz arabanın arazi aracı olduğunu biliyordum. Kaba bir arabaydı. Ama bu karlı ve bozuk yol için birebirdi. " Ne demek bu?" Yanağımda gezinen eli yaralı elimi buldu. Bileğimi tutup elimi dudaklarına götürürken sargının üzerini öptü. Gece boyunca uyurken elime zarar veririm diye doğru düzgün uyumamıştı. Sürekli beni kontrol edip durmuştu. Ve şu an gözleri bir parça yorgunluğunu belli ediyordu. "Nerede dün beni yola getirmek için kendini tuvalete kapatan kız, nerede bugün yoluna çıkanlara diş gösteren...Asena? Kime nasıl davranman gerektiğini, kimin üzerinde hangi tarafını kullanacağını çok iyi biliyorsun. Kendinin farkındasın işte. Ve zehir gibisin. " Elimi dizine koyup üzerini baskı uygulamadan severken, "bana bir daha Asena, deme," dedim. " Ayrıca madem benim hakkımda böyle düşünüyorsun o zaman neden sürekli beni baskılayıp üzerimde hakimiyet kurmaya çalışıyorsun?" Yüzü gerildi. Elimi seven eli dururken, " Hazan benimle düşmanınmışım gibi konuşma, " dedi. "O zaman sen de bana bazen düşmanımmış gibi davranma." Elimi tamamen bırakıp yüzünü sıvazladı. Alnına dağılan saçlarını eliyle geriye doğru itse de birkaç asi tutam alnına tekrardan düşerken elimi dizinden çektim. Biraz sert konuştuğumun ve damarına bastığımın farkındaydım ama beni koruma içgüdüsüyle yaptığı şeylerin gözüme nasıl göründüğünü bilmeliydi. Diseksiyonu iki eliyle parmak boğumları bembeyaz olana kadar sıkarken cevap vermedi. Ben de zorlamadan önüme döndüm. Aradan geçen birkaç dakikanın sonunda VASÖ'nün han kapısını andıran siyah, uzun çelik kapısının önünde durduk. Arka koltuktaki çantama uzanıp, kapının yanındaki nöbetçi kulübesinde oturan ajanların gözü üzerimizdeyken, çantadan VASÖ kimliğimi aldım. Araçtan inip güvenlik kulübesinin açık camından kimliği gösterdim. Fırat'ın kimliği yanında olmadığından ona bakan ajanlara, " Fırat Demir Korkmaz. Kod adı Bozkurt. Sistemden bakın, çıkar, " dedim. Önündeki bilgisayardan kontrol edip," VASÖ'ye en son alınan ajan?" dedi sorar gibi. Onu başımla onaylandığımda diğer ajan bilgisayar üzerinden kapıyı açtı. Kapı devasa boyuna rağmen sessizce açılırken içeriye girdik. Kapıdaki sistem içeriye girişimizle öterken buradaki güvenlik kulübesinden iki tane ajan çıktı. Belimdeki VASÖ yapımı silahı gösterdim. Fırat da kendi silahını gösterirken ne olur ne olmaz diye ellerindeki dedektörlerle üstümüzü aradılar. "Geçin. " Alçak sürgülü demir kapı ototmatik olarak açılırken tam olarak üste giriş yapmıştık. Kocaman bir arazinin üzerine yapılanan otuzdan fazla büyük bina vardı. Binaların etrafı yüksek güvenlikli surlarla çevriliydi. Binaların yedisi Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güney doğu anadolu olmak üzere ayrılıyordu. Her binada temsil ettiği bölgedeki il sayısı kadar kat ve her ildeki ilçe sayısı kadar da büyük odalar vardı. Bölgelerin verileri bu binalarda toplanırdı. Hiçbir ajanın görevli olduğu bölgenin dışındaki binalara girme yetkisi yoktu. Kapılar ajanlara verilen özel ve yalnızca onlara ait olan kartlar dışında hiçbir kartla açılmazdı. Kartların üzerindeki yapay zekayla oluşturulan manyetik sistem kartın ait olduğu ajanın parmak iziyle devreye girerdi. Kartın üzerinde yanan yeşil ışık kapıdaki sistemin kilidini açar, sistem karttaki bilgilerden ajanın kimliğini bağlı olduğu bilgisyara kaydeder, bilgisayarların başlarındaki ajanlarda binaya giriş çıkışları bu şekilde her gün kaydedip arşive geçerlerdi. Mesela ben Güney doğu anadolu bölgesinin verilerini tutan bina dışında hiçbir binaya elimdeki kartla giriş yapamazdım. Bazı özel durumlarda girmem gerekirse üstlerle konuşmak zorundaydım. Fakat Cihan abi hem Marmara hem de Güney doğu anadolu bölgesinin verilerini tutan binalara giriş yapabilirdi. Çünkü o 20. dereceden bir üstü. Hem eğitmen, hem başsavcı, hem de VASÖ'nün ilk bindeki ajanları arasındaydı. Bu örgütün en tepesindeki kişi 100. üsttü. Fakat onu ajanlar ve üstler arasında gören kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Binalardan biri tamamen üstlere aitti. Oraya onlar dışında kimse izinsiz giriş yapamazdı. Bir diğer bina ise eğitim binasıydı. Psikolojik ve fiziksel eğitim için ikiye ayrılan binanın her katı bir diğer tabirle işkence ve acımasız eğitmenlerle doluydu. Başka bir bina da yazılı ve bilgiayar sistemine kayıtlı olarak tutulan arşivler için ayrılmıştı. Ajan kayıtları ve sorgulamayla ilgilenen ayrı bir bina vardı. Geriye kalan binalarda her ajan için özel oda, teknoloji, sağlık ve tıp, yapay zeka, savaş sanayisi, uçak ve hava araçları, ekonomi, sosyal yardım, ulusal ve uluslararası ilişkiler, kadın işgücünün kalkınması, ülkenin her bir köşesinde yaşayan dili, dini, ırkı, etnik kökeni fark etmeksizin tüm çocuklara eğitim ve yaşam hakkının sunulması, sokak hayvanlarının ve sokağa atılan evcil hayvanların kısırlaştırılıp rahatça yaşayıp beslenebilmeleri, doğu bölgesi ve ülkenin genelinde asırlardır hüküm süren çocuk gelin terörü, siyaset, ülke ve dünya gündemi, uzay bilimi, deprem ve diğer doğal afetler, SMA ve LÖSEMİ başta olmak üzere ilaçları ve tedavisi pahallı ve güç olan hastalıklar için bağış ve yardım fonu, tarih ve tarihi kazı çalışmaları, tarihi eser ve kültürün korunması, doğal güzelliklerin yok edilmemesi gibi alanlar üzerine kurulmuştu. VASÖ çok kapsamlı ve büyük bir örgüttü. Üstler ve belirli ajanlar dışında kimsenin bilmediği dört adet adaya sahip olduğu biliniyordu. Bu adalardan birinde VASÖ'nün hücresel cezaevleri bulunuyordu. Bir diğerinde infaz kurulu vardı. Geriye kalan iki adanın ne için kullanıldığını bilmiyordum. Sanırım VASÖ'nün en üstünde bulunanlar dışında bilen birileri de yoktu. Binalar arasında en büyük olan üstlere ait binaya doğru ilerledim. Merdivenleri çıkıp elimdeki kartı kapının üzerindeki sisteme okuttum. Sistem kartı algılayıp ekrana kimliğimi yansıttı. Hazan Hilâl Türkoğlu Ekranda yazılar silindi ve "Hoşgeldin Asena" diyen robotik bir ses yükseldi kapıdan. "Hoş bulduk" Kapı açılmamıştı. Açılmayacağını biliyordum. Sistemin başındaki ajanlar üstlere haber verdiğinde kapı onların beni kabul etmesiyle açılacaktı. "Nasılsın Asena?" diyen kapıdaki yapay zeka sanırım misafirperverlik yapmaya çalışıyordu. "İyi diyelim iyi olsun. " "İyi. Dedim oldu mu?" Kapının espiri anlayışı sinirlerimi bozup beni güldürürken arkamı dönüp sırtımı kapıya yasladım. O an karşımda duran Fırat'la göz göze gelsek de fazla oyalanmadan gözlerimi kaçırdım. Binaların arka tarafından havlama sesleri geliyordu. Eğitilen özel köpeklere ait olmalıydı. Burada benimle aynı kod adını taşıyan dişi bir Alman çoban köpeği vardı. Burada eğitim gördüğüm zamanlar onunla çokça vakit geçirmiştim. Asena'yı uzun zamandır görmediğimi hatırlamak içimde onu görme isteği uyandırmıştı. Buraya ilk geldiğimde blok blok ayrılmış olan bu devasa binalara hayranlıkla baktığımı hatırlıyordum. Her binanın üzerinde altın yaldızlı harflerle ne için kullanıldığı yazılan siyah tabelalar vardı. Onlara baktıkça böyle bir örgütün üyesi olmaktan gurur duymuştum. Fakat bugün burada olmaktan ne duyduğumu bilmiyordum. Çünkü bu koca binaların, insan gücü ve yapay zekayla oluşturulan güvenlik önlemlerinin hiçbiri bana güven vermiyordu. Sırtımı bir yere dayamak istemiştim ve hiç beklemediğim bir anda boşluğa düşmüştüm. Eminim ki bu durum VASÖ gibi büyük bir örgütün umrunda olmazdı. Sonuçta ben onlar için milyonlarca ajandan sadece biriydim. En azından benim için bu anın bir önemi vardı. Bütün ayrılıklar gibi. O sırada arkamdaki kapı açılırken Fırat beni hızla belimden yakaladı. Eğer tutmasaydı düşecektim. "Hih!" "Buyrun Asena." Fırat'ın gözlerinde gezinen gözlerimi kaçırıp dengemi kurdum. Belimdeki eller çekilirken sağ elimi kalbimin üstüne görürdüm. Korkmuştum. Açılan kapıdan peşimden gelen Fırat'la birlikte binanın içine giriş yaptım. İkinci bir kapı daha vardı. Üstünde yüz tanıma sistemi olan kapı yüzlerimizi analiz etti. "Hazan Hilâl Türkoğlu ve Fırat Demir Korkmaz. Kod adları Asena ve Bozkurt," diyen robotik erkek sesinin ardından bir kadına ait olan robotik ses," yüz tanıma işlemi başarıyla tamamlanmıştır. Kapı üç saniye içinde açılacaktır, " dedi. Üçe kadar sesli bir şekilde saydım. "1, 2 ve 3." Tam zamanında açılan kapıdan yerleri ve duvarları boydan boya beyaz mermer döşenmiş bir koridora girdik. Bu göz alıcı beyazlıkla tezat oluşturan koyu kahverengi bir masanın ardında oturan kadın bizi görünce ayağa kalktı. Ona doğru yürüyüp karışısında durdum. Kadın üzerindeki siyah VASÖ üniformasıyla çivi gibi ayakta dikilirken eliyle masanın önündeki kırmızı deri koltukları gösterip, "oturun, lütfen, " dedi. Yanında durduğum koltuğa oturdum. Fırat da karşımdaki koltuğa otururken kadın yerine yerleşti. Önündeki bilgisayarın klavyesine parmaklarını koyup, " kiminle görüşmek istiyordunuz?" diye sordu. "Randevu oluşturmalıyım. " "50. üst. Necdet Özdelen. " Kadın bilgisayardaki donuk mavi gözlerini gözlerime dikip," Asena'ydı değil mi?" dedi. Başımı sallamakla yetindim. Kadın Fırat'a dönüp, " siz beyefendi?" dedi. Fırat bana bakıp, " Bozkurt. Asena'yla birlikteyim, " dedi. "Peki, tamam. Randevuyu oluşturdum. 5. kat, 5. kapı. Kartınıza gerekli kod gönderildi. Asansör sizin için beşinci katı açacaktır. " "Teşekkürler." " Rica ederim. " Oturduğum yerden kalkıp sağ taraftaki asansöre doğru ilerledim. Kartı asansörün üzerindeki ekrana okuttuğumda kapı açıldı. Bindim. Benim peşimden de Fırat bindi. İçinde bulunduğumuz bina yirmi katlıydı. Asansördeki tuşlardan ise sadece 5. kata ait olanı kırmızı bir ışık yakıyordu. Bu da demekti ki diğer katlardan herhangi birine bassak asansör kendini kilitleyip olduğu yerde duracak ve bana ait olan karta giriş izni verilmemiş bir kata çıkmak istediğimden alarm çalacaktı. Sonrası güvenlikten sorumlu ajanlar tarafından tutuklanmaktı. Asansör beşinci kata çıkmak için hareketlenirken öylece durdum. Aklım çok karışıktı. "Emin misin?" Yerdeki gözlerim Fırat'ı buldu. Eminim demek istedim ama değildim. "Bilmiyorum. " Fırat'la bu konuyu hiç konuşmamıştık. Bu yüzden, " sence doğru mu yapıyorum?" diye sordum ona. Gözlerimin içine öylece bakarken," sana bazen düşmanınmış gibi davranan birine mi soruyorsun?" dedi. Ne diyeceğimi bilemesem de," Fırat..." dedim fakat sözümü kesti. " Nasıl rahat edeceksen öyle yap. Söz verdim sana. Ne karar verirsen ver yanındayım." Asansörün kapısı açıldı. Kapıdan çıkıp bizi karşılayan kat güvenliğiyle birlikte koridorun en sonundaki siyah kapılı odanın önünde durduk. Güvenlik hiç konuşmadan kapıyı çaldı. İçeriden gelen gir komutuyla güvenliğin açtığı kapıdan içeriye girdik. Kapı arkamızdan kapandığında açık kahverengi tonlarında bir masanın arkasında oturan ellili yaşlarındaki adama doğru adımladım. Burası büyük bir odaydı. Dosyalarla dolu kitaplıklar, pencerenin olduğu duvar haricinde, bütün odayı kaplamıştı. Odanın ortasında sekiz kişilik bir toplantı masası vardı. "Asena ve Bozkurt?" diyen Necdet bey oturduğu koltukta öne doğru eğilip ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Yüzü ciddiyetle gerilmiş, kaşları çatılmıştı. "Buyrun," diyerek gözleriyle masanın önündeki koltukları işaret etti. Fırat'la yine karşılıklı olarak oturduk. Necdet beyin gözleri Fırat'ın üzerinde gezinirken," Bozkurt? Sensin ha? Dedikleri kadar varmışsın," dedi. Fırat sadece başıyla kısa bir selam verip sessiz kalırken Necdet bey önündeki bilgiayar ekranına baktı. " Çankaya Astsubay Meslek yüksekokulunu 2014 yılında birincilikle bitirmişsin. Askerlik hayatın boyunca onlarca ödül almışsın. Birçok kez yaralanıp gazi ünvanına defalarca kez layık görülmüşsün. Başarısız sonuçlanan operasyon girişimi neredeyse yok. " Gözleri yeniden Fırat'ı buldu. " Çok iyi Bozkurt, " dedi. "Aramıza hoşgeldin." "Sağolun," diyen Fırat Necdet beyden aldığı bu övgüyü pek umursamıyor gibiydi. Sonuçta bu örgüte tehdit edilerek girmek zorunda kalmıştı. Benim yüzümden. Yoksa aralarında olmak gibi bir derdi yoktu. Necdet bey sonunda bana dönüp, "Asena," dedi. "Hazan Hilâl...Türkoğlu. Kurucularımızdan biri olan Mehmet Türkoğlu 'nun kızı. Sanırım daha önce hiç karşılaşmadık. " "Sanırım, " dedim düz bir sesle. " Evet, karşılaşmadık, eminim. Yoksa sizi unutmazdım. Ne yazık ki örgüt içinde tek başınıza çıkardığınız küçük çaplı ayaklanmalar bana kadar gelmeden çözülüyordu. Emin olun sizde beni unutmazdınız. " Yine iğneleyici bir takım sözler, VASÖ, üstler ve ben. Bazı şeyler hiç değişmiyor ve değişmeyecek belli ki. Belki de ayrılmak en doğrusuydu. " Unutmazdım, " dedim. " Fotografik hafızaya sahibim, belki duymuşsunuzdur. Gördüğüm hiçbir yüzü unutamıyorum. Sizi de unutmazdım ama bu sizi özel ve önemli biri yapmazdı. Aklımdaki binlerce gereksiz ve önemsiz yüzlerden sadece biri olurdunuz. " Adamın kırışıklıklarla dolu, sakalsız yüzünde alaycı diyemeyeceğim fakat bilgelikten ya da babacanlıktan uzak bir gülüş belirdi. Bunun bir tür küçümseme ifadesi olup olmadığını düşünürken olmadığına karar verdim. "Savcıydınız, değil mi?" " Evet." "Kendinize olmasa da pek tabii dilinize uygun bir meslek seçmişsiniz. " "Doğrudur. Ben de her insan gibi bazı yanlış seçimler yaptım." Fırat'ın gözleri üzerimde sabitliyken şu halde yanımda olmasının bana güven mi yoksa rahatsızlık mı verdiğini bilmiyordum. İçimden bir ses birazdan şu an olduğum kadar sakin olamayacağımı söylerken ben sakinliğimi kaybettiğimde Fırat'ın ne yapacağı içimde büyük bir merak konusuydu. " Yaptığınız o yanlış seçimlerden biri de VASÖ'ye üye olmak olmalı ki bugün buradasınız. Yanılıyor muyum?" " Öyle," derken hâlâ yaptığım şeyden emin değildim fakat burası artık emin olmayı beklemek için oldukça yanlış bir yerdi. "Beyanınızı esas almak için tekrar soracağım. VASÖ'den ayrılmak mı istiyorsunuz? " "Evet." "Gerekçenizi öğrenebilir miyim? Tabii varsa." Tabii varsa? Mükkemel olduklarını sanıyorlardı. Olabilecek en adil insanlar olduklarını ve aklı başında olan hiç kimsenin VASÖ'den ayrılmak istemeyeceğine sonsuz bir inanç duyuyorlardı. Kim bilir, belki de köyün delisi benimdir. "Bölge üstüm Cihan Güney'le aramızda bazı anlaşmazlıklar oldu," dediğimde bilgisayarda hakkımdaki arşiv kayıtlarına bakıyordu. "Anlaşmazlık derken savcılık görevinizden bir aylığına uzaklaştırma aldığınızdan mı bahsediyorsunuz?" "Hayır, o aldığım cezaydı. Bir yere kadar hak etmiştim. Bahsettiğim şey..." " Buradaki kayıtlara bakılacak olursa bir yere kadar değil tamamıyla hak etmişsiniz gibi görünüyor. Terör suçlamasıyla hapise giren kuzeninizi kurtarmak için, terör zanlısı da olsa bir savcının odasına sahte evrak yerleştirmek, bir suçluyla iş birliği yapıp yalan ifade verdirmek bunlar görevi kötüye kullanmaya girer ve ağır suçlardır. Aldığınız ceza biraz hafif bile kalmış. Öncesinde de Baran Bekirhan adlı bir şahsı henüz bir terör örgütü mensubu olduğu kanıtlanmadan işkence ve darp etmişsiniz. Adamın sağlık raporuna bakacak olursak... sağ ve sol kaburgada üç kırık...toplam altı eder. Ellerde birer kurşun deliği açılmış. Kurşunlar bıçak yardımıyla çıkartılmış. Bir kurşun da sağ bacaktan çıkartılmış. Hadım edilmiş ve sırt kısmında da hatrı sayılır kırıklar mevcut. Yaşaması mucize. Bir de yalan ifade verdirdiğiniz Hüseyin Kırca var. Adamın ellerini korla dağlamışsınız. Hazan hanım bunlar ciddi suçlar," derken bilgisayardaki gri gözleri beni buldu. "Bir savcının her ne olursa olsun yapmaması gereken şeyler. Burada, özellikle de sizin gibi, önemli kamu kurumu çalışanları için, meslekleri ajan kimliklerinden önce gelir, gelmelidir. Elbette mantıklı, kendinizce mantıklı, sebepleriniz vardır fakat kurallar çok açık. VASÖ'ye bildirilmeyen ve devlet kayıtlarına suç olarak, delilleriyle birlikte geçmeyen hiçbir durumun bizim için bir geçerliliği yoktur. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde, vaziyet ne olursa olsun emir verme, emir alma ve emri uygulama hakkı tek bir ajana verilmez. Bu da demek oluyor ki sizin de buradaki diğer ajanlar gibi tek başınıza hareket etme yetkiniz yok, olamaz. Üstelik bu işe teknoloji biriminin en iyi yazılım mühendislerinden biri olan Kim Chin Mae' yi de karıştırmışsınız. Bu suçunuzu katlar. Onun görevi bu değildi. Keza sizin göreviniz de bu değil. Evet, bizler çevremizde gördüğümüz her türlü haksızlığa ve yanlışa ses çıkarmakla görevliyiz fakat bunu birlikte yaparız. Elimize silah alıp üyesi olduğumuz örgütten bile gizleyerek değil. Amacınız tamam, saygı duyulası, şahsen ben duydum ancak yönteminiz yanlış. Ne burası ne de dünya kuralsız kahramanlıklar için uygun bir yer. Kanunlara ve kurallara uymazsanız kahraman değil suçlu olursunuz. " Başımı hafifçe önüme eğip sakin olmak adına gözlerimi bir anlığına kapatıp açtım. Necdet beye dönüp gözlerinin içine bakarken, " yaptığım hiçbir şeyi kahraman olmak için yapmadım, " dedim net bir sesle. " Siz olsaydınız belki 12 yaşında bir kız çocuğunun, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir kız çocuğunun başına gelen bu iğrençlikten kendinize bir kahramanlık payı çıkarmaya çalışırdınız fakat ben yöntemlerim yanlışta olsa buna sadece karşı durmak istedim. Ve o sizin, şahıs, dediğiniz ancak benim aynı dünya üzerinde nefes almaktan dahi tiksinti duyduğum şerefsizin de en az o savunmasız kız çocuğu kadar korku ve acizlik hissetmesini istedim. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim." "O zaman aldığınız cezadan da gocunmamanız gerekir," diyen adamın sesi sertleşmişti. "Gocunmuyorum zaten. Şartlar farklı olsaydı bu durumu ceza değil ödül bile sayabilirdim. " "Rahatsız olduğunuz şartları açıklar mısınız?" " Kuzenim Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu şu an Şırnak Cizre T tipi cezaevinde bir terör zanlısı olarak tutuklu bulunuyor. Suçsuz yere. Sizden aldığım emir doğrultusunda, tutuklayın, içerde bırakmayız, dediniz diye emri yerine getirip tutukladım. Fakat haftalardır VASÖ bu durumla ilgili hiçbir girişimde bulunmadı. Beni yaptığım şeylerden dolayı cezalandırmaktan daha çok olayların dışında tutmaya çalışıyormuşsunuz gibi hissediyordum. Son bir aydır VASÖ'yle aramdaki bilgi akışı neredeyse kesildi. Olup biten çoğu şeyden haberim yok. Güya Şırnak benim mıntıkam. Ama nedense diğer ilçelerde olup biten hiçbir şeyden haberdar değilim. Ajanlar topladıkları verileri benimle paylaşamıyor çünkü yine güya sistemin doğudaki ayağı internet altyapısının zayıf olmasından dolayı çöküp duruyormuş. Siz mi bahsettiğiniz kadar zeki değilsiniz yoksa ben mi oradan bakınca aptal gibi duruyorum?" "Hayır Hazan hanım. Buradan bakınca gayet zeki, haddini bilmez, ağzından çıkanı kulağı duymaz, gözü kara ve asabi duruyorsunuz. Sorun şu ki yıllar önce bu örgüte girerken terörist olan kardeşinizden intikam almak gibi bir amacınız vardı. Hatta bu örgüte girmekte ki tek amacınız da buydu. Eğitiminiz tamamlanmadan doğu görevine gitmeye karar verişiniz, görevinizin ikinci yılında zorunlu doğu görevine gitmenizin devlet tarafından konulmuş bir kural olması ve sizin Şırnak'ı seçmeniz niyetinizin gayet açık bir şekilde ortada olması gibi durumlardan ötürü size engel olamadık. Fakat ülkemizin kritik bir dönemde olduğu şu günlerde sizin kardeşinizden almak istediğiniz intikamla hem kendinizi hem de VASÖ'yü tehlikeye atmanıza göz yumamayacağımız gibi buna yardım ve yataklık da edemezdik. Bu sebeple 66 üstün katılımıyla yaptığımız toplantı da alınan karar üzerine yetki alanınızı ve VASÖ'nün sağladığı kaynakların birçoğuna erişiminizi engelledik. Sistem en başta bunlardan biri değildi ancak onsuz da görevinizi yerine getirebildiğinizi görünce sistem düzelmiş olsa da size bu bildirilmedi. " Derin bir nefes alıp bilgisayarın tuşlarında parmaklarını gezdiren Necdet bey," Üsteğmen Oğuz Hacıoğlu'na gelecek olursak bu konu da araştırmalarımız hâlâ sürüyor, " dediğinde kaşlarım sinirle çatıldı. "Ne araştırması ya?! Oğuz suçsuz! " "Öncelikle sesinizin tonuna dikkat edin. Karşınızda üstünüz duruyor. Oğuz beyin suçsuz olduğu sizin iddianız. Ortada henüz bu iddianızı destekleyen bir delil yok. Bilgisayarında bulduğunuz belgelerin başka bir bilgisayar, hard disk, flash bellek ya da herhangi bir dış cihazdan aktarıldığına dair bir kanıt bulunamadı. Kısaca kuzeninizin bilgisayarında bulduğunuz belgeler kopya değil, orjinal. Şu durumda kimin vatan haini olduğu ya da olmadığı tarafımızca iyice araştırılmadan hiçbir şey yapılamaz. Cihan beyin size bu durumu bildirmesi gerekiyordu. " Necdet beyin yüzüne afallamış ve boş gözlerle bakarken kafamın içi darmadağındı. Oğuz birçok şey olabilirdi ancak bir vatan haini asla olamazdı. Üzerime bir ağırlık oturmuşcasına çöken omuzlarım, göğsümün tam ortasına oturan bir ağırlık ve düğümlenen boğazımla bu duyduklarımın bir hülya olmasını diledim. Sargılı elimi yumruk yapıp sıkarken acıyan canım her şeyin gerçek olduğunu söylüyordu. Fakat ben inanmayı ve bu acıyı yok saymayı seçtim. Bir hikâyede herkes kötü olamazdı. Bu bir dram oyunu muydu? Ben bir tiyatro sahnesindeki şarap kırmızısı perdenin ardında kalan bir aktiris miydim? Yüzlerce seyirci mi vardı perdenin diğer tarafında? Bu benim oynamam için yazılmış saçma fakat acı dolu bir senaryo muydu? Ben bir senaryo yazarının zihninde hapsolmuş bir karakter, bir sanrı mıydım? Bitmesi gereken ya da benim her canım yandığında bitmesini dilediğim bir hayat mıydı yoksa bir hikaye miydi sarı parşömen bir kâğıda işlenen? Aldığım nefeslerin tükenmesi mi gerekiyordu yoksa mürekkebin mi? Dudaklarımı aralayıp içime derin bir nefes çektim. Başımı silkeleyip gözlerimi kapatıp açarken içinde bulunduğum afallamışlık halinden kurtulmaktı niyetim. "Hayır, " dedim kesin ve bir o kadar sakin bir sesle. "Oğuz öyle biri değil. Yapmaz. Yanılıyor ve bir yerlerde bir hata yapıyor olmalısınız." "Hazan hanım biz hiçbir kanıya hislerimize göre varmayız. Günlerdir bir grup ajan bu olay üzerinde çalışıyor. Oğuz bey şu an için bulunduğu yeri hak ediyor gibi görünüyor. Fakat yine de her türlü olasılığı göz önünde bulundurmak süretiyle araştırmalara devam ediyoruz. " Necdet beyin sözleriyle sinirlenirken oturduğum yerden ayağa kalktım. Masaya doğru eğilip," bulunduğu yeri hak ediyor ne demek?! O bir asker! " diyerek sesimi yükseltiğimde Fırat da ayağa kalkmış ve," Hazan," demişti sakin olmamı isteyen bir sesle. Sargılı elimi ona doğru kaldırıp gözlerim hâlâ Necdet beyin gözlerine kilitliyken, " karışma!" dedim. " O abisini şehit verdi bu vatan için! Siz burada böyle üst perdeden ahkâm kesiyorsunuz ama o onlarca kurşun yedi bu vatan, bu bayrak için!! O benim kardeşim ve böyle bir şeyi asla ama asla yapmaz!!" "Hazan hanım sakin olun ve oturun yerinize!" Öfke bütün vücudumu ele geçirirken yanımda duran kahverengi deri koltuğa sert bir tekme indirdim. Koltuk arkasında üzerinde kahve makinesi bulunan beyaz, küçük bir masaya çarpıp makinayla birlikte yere düşerken, " oturmayacağım!!" dedim. "Oğuz'u kurtarmak zorundasınız!! Aslı gibi onu da kaderine terk edemezsiniz!!" "Hazan!" Fırat kolumu tutarken hızla kendimi geri çektim. Necdet bey oturduğu yerden ayağa kalkıp," Hazan hanım yeter!" dedi. " Evet, Oğuz bey sizin kardeşiniz fakat unutmayın ki Ali de sizin kardeşinizdi! Hatta dedeniz ve dedenizin kardeşlerinden biri olan Mahmut Türkoğlu 'da bu gibi terör olaylarının içinde bulundu! Üzgünüm ama ailenizin üyeleri vatan haini olmaya oldukça meyilli! Bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok! VASÖ'den ayrılma talebiniz de reddedildi! Şimdi burayı terk edin!" Bulunduğum yerde tökezlerken Fırat belimi tuttu. Dudaklarımdan tek bir kelime döküldü. "Ne?" 💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦 |
0% |