Yeni Üyelik
72.
Bölüm

72. Bölüm

@yikim2024

Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Sanki apansız bir zelzele yerin en karanlık derinliklerinden baş göstermişcesine ayaklarımın altındaki zemin titriyordu. Belki de titreyen yer değil benim bacaklarımdı fakat o an bu ayrımı yapacak durumda değildim. Küçükken pek meraklıydım bir şeylerin koleksiyonunu yapmaya. Pembe toka koleksiyonum vardı mesela. Babama sürekli pembe tokalar aldırır, kendi kendime aynanın karşısında saçlarıma saçma sapan şekiller verip takardım. Bir ara taşlara sarmıştım. Evin yakınlarındaki inşaatlardan küçük çakıl taşları toplardım. Sonra deniz kabukları, babamın aldığı çikolataların ambalajları, rengarenk kalemler, kitaplar...derken büyüdükçe hayat eşyaların değil de acıların koleksiyonunu yapmayı öğretmişti.

Hangi acı daha büyük, hangi acı hayatımda baş köşede durmalı ve ben hangisini asla ama asla unutmamalıyım? Küçükken özenle toplayıp yaptığım o koleksiyonların aksine bu acıların hiçbirini ben kendi ellerimle toplayıp koymamıştım içime.

Şimdi ne yapmalı? Nerede durmalı? Kime kızmalı, kimden hesap sormalı? Belki de hiçbir şey yapmadan sessiz sedasız çekilmeli bir köşeye. Bu olanları sahiplenmemeli. Bana ait değil, demeli. Oysa ki ne kadar aciz bir hâl. Bana bile ait olmayan suçlar yüzünden başım, hayatımda ufacık bir yeri bile olmayan insanların karşısında eğiliyordu.

"Durum bu Hazan hanım. Maalesef. "

Dolan gözlerimi kırpıştırıp cebimdeki astım spreyini çıkartırken," ben..." dedim. Sesim bile ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Fırat'ın belimi saran kolu iyice sıkılaşırken kasılan bedenini hissettim. O da biliyordu. Dedemden bu yüzden nefret ediyordu belki de. Ne hissedeceğimi bilemedim. Kızmalı mıydım yoksa kırılmalı mı? İçimde her ikisine de yer kalmamıştı. Kendimi ondan çekip Necdet beyin masasına doğru ilerledim. Başka zaman olsa Fırat bırakmaz daha sıkı sarardı fakat o da buranın yeri olmadığını biliyor olmalıydı.

Az önce yere düşürdüğüm koltuğu tutup kaldırırken cebimden çıkardığım spreyi ağzıma götürüp üç kere sıktım. Kaldırıp eski yerine geri koyduğum koltuğa otururken spreyi cebime koyup derin bir nefes aldım. Ne yaptığımı bilmiyordum. Bilmek de gerekmezdi. Şu an da dünyanın en mantıklı sayılabilecek işini yapmakla kendime fuzuli bir meşgale bulmak arasında ne ince ne de kalın hiçbir çizgi yoktu. Öte yandan bu koltuğa oturmamın ya da yığılıp kalmamın üzerine bu kadar düşünmek gerekmezdi. Ayakta duracak gücüm yoktu işte.

Ellerimi dizlerime koydum. Fırat ve Necdet bey hâlâ ayakta durmuş beni izliyorlardı. Bu kadar sakin olmama şaşırmışlardı belliki. Ancak ben sakin değildim. Sadece içimdeki duyguları tercüme edecek kadar ağzım iyi laf yapmıyordu. Ya da koca üstü yakıp yıksam ne bana bir yararı olurdu, ne duyduklarım gerçekliliğini kaybederdi, ne de öfkem dinerdi. Yine kimseye zararım dokunsun istemeyerek kendi içime çekilmiştim.

"Ben...ıııı...şey..."

Evet, ağzım iyi laf yapmıyordu fakat bu kadar da kelimelerle arası kötü olan biri değildim. Ne oluyordu? Gözlerimi kapatıp açtım. Sağ elimle şakaklarımı ovuştururken yutkundum lakin boğazıma acı bir tat oturmuştu. Bu acı tatla buruşan yüzüm gerilirken Fırat oturduğum koltuğun yanına çöktü.

"Hazan...iyi misin? "

O an burnuma dolan metalik kokunun ardından burnumdan aktığını hissettiğim bir sıvıyla başımı önümden kaldırıp Fırat'ın gözlerine baktım. Bakışları göz göze geldiğimiz an değişirken gözlerinde gördüğüm şey korku, dehşet ve telaştı. Burnumdan akan sıvının dudaklarımın üzerine doğru yol aldığını hissederken rahatsız bir tavırla kaşlarımı çatıp elimi burnuma götürdüm. Fakat Fırat elimi hızla tutup, " bir şey yok. Yukarı bak, bir şey yok," derken çöktüğü yerden ayağa kalkıp başımı geriye doğru yatırdı.

Ne olduğunu anlamazken her şey hayal meyal gibiydi. Kendimi bayılacakmış gibi hissetmiyordum ama zihnim netliğini kaybetmişti. O sırada Necdet beyin birine," 50. üste acil doktor," dediğini duydum. Başım, özellikle de burnumun üstü çatlarcasına ağrıyordu. Gözlerim bir sebepten birden bire dolup yanaklarıma doğru yaşlar süzülürken, "Fırat," dedim. Hıçkırmak üzereydim fakat son anda kendimi tutabilmiştim.

Fırat alnıma koyduğu ve çenemin altından tutan elleriyle başımı geriye yatırmış bir vaziyette tavana bakmamı sağlarken gözlerime endişeli bir ifadeyle bakıp," Hazan, " dedi.

"Burnum mu kanıyor?" diye sordum. Sesim nedenini anlamadığım bir şekilde titriyordu.

Alnımdaki el çekilip yüzümdeki yaşları silerken," yok, yok kanamıyor," dedi. " Ufakcık bir şey. Korkma."

Korktuğumu sanıyordu. Korkmuyordum ki. Bazen ara ara olurdu küçükken. Tuhaf hissediyordum sadece. Başımın ağrısı sulandırıyordu gözlerimi. Parmak uçlarım üşüyordu.

"Bozkurt al şunu. "

Başımı hareket ettiremesem de gözlerimi Necdet beye çevirdim. Fırat'a bir peçete uzatıyordu. Fırat adama öfkeyle parlayan gözleriyle bakarken peçeteyi elinden sertçe aldı. Beni bırakabilse Necdet beye saldıracağını biliyordum. Ama lüzum yoktu. Sorun Necdet beyin bana dedem hakkında gerçekleri söylemesi değildi. Sorun benim tüm bunları bunca yıl bilmeden dedeme duyduğum sevgiydi. Onunla aramız kötü diye ne kadar üzülmüştüm yıllardır. Evime ilk geldikleri gün içten içe nasıl heyecanlı ve mutluydum. Bana söylediği onca şeye rağmen meyve soymuştum. Yanımda ne kadar kalacaklarını bilmesem de birkaç günlüğüne de olsa benim de bir ailem olacak gibi hissetmiştim. Babaannemle birlikte mutfağa girerdik belki. Dedem eskisi gibi uzun uzun dini hikayeler anlatırdı. Şu dünyada en kolay yıkılan şeylerden biriydi benim hayalerim.

" Biz hiç hayal kurmayalım be albayım..."

Fırat burnumdan akan kanları silerken Necdet beyle göz göze geldik. Bir iki saniye gözlerine bakıp, " benim dedem...emekli albay Mahsun Türkoğlu, " dedim. Belki de bir karışıklık vardır, demek istiyordum ancak burası VASÖ'ydü.

Necdet bey sıkıntılı bir yüz ifadesiyle, " biliyorum, bir yanlışlık yok. Dedeniz emekli bir albay değil. Ordudan atılmış bir albay..." derken Fırat, " kes lan artık sesini," diye bağırdı. Necdet beyin gözleri Fırat'ı buldu. Fırat'a sert bakışlar yollarken, " Bozkurt," dedi uyarıcı ve sert bir sesle.

Fırat eğildiği üstümden doğrulup, " ne var lan?!" dedi masaya daha çok yaklaşırken. Gözlerim elindeki kanlı peçeteye kaydı. Peçete de beyaz kalan en ufak bir yer yokken Fırat'ın elini tuttum. Çatık kaşlarının altında alev alev yanan kara gözleri gözlerimi bulurken," dur," dedim. O sırada odanın kapısı çaldı. Necdet beyin, gir, komutuyla içeriye bir VASÖ doktoru ve hemşire ellerinde ilk yardım çantasıyla girmişti.

Fırat yanıma geçerken doktor, " durum ne?" diye sordu.

Fırat, " burnu kanadı, " dedi.

Doktor başını sallayıp üzerime doğru eğilirken cebinden çıkardığı küçük ışığı, eldivenli elleriyle gözlerimi açarak göz bebeklerime tuttu.

"Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"

"İyiyim. Başım ve burnumun üstü ağrıyor sadece. "

Doktor kaşlarını ciddiyetle çatıp gözlerime tuttuğu ışığı çekti. İşaret parmağını gözlerimin önüne getirip sağa sola hareket ettirirken, " takip edin lütfen, " dedi. Dediğini yaptım. Ardından parmağını indirip, " göz refleksleriniz iyi durumda. Beyinsel bir sorun gibi görünmüyor. Burun kanamasından önce bir denge kaybı yaşadınız mı ?" dedi.

"Hayır."

"Eller de ve ayaklarda uyuşma var mı?"

"Hayır. "

" Bu sürekli tekrarlayan bir durum mu yoksa ilk kez mi oldu?"

"Çocukken sık sık olurdu. Ama Bu aralar ilk kez oldu. "

" Neden olurdu peki? Belirli bir şeyin üzerine mi olurdu?"

"Üzülüp sıkıldığım da olurdu."

Doktor başını yavaşça aşağı yukarı sallayıp, " stresli bir dönemde misiniz?" diye sordu.

"Galiba," dedim.

" Stresten kaynaklı olabilir. Fakat yine de bir beyin tomografisi çeksek iyi olur."

Başımı yasladığım koltuğun arkasından kaldırıp öne doğru gelirken, " hayır, gerek yok. İstemiyorum, " dedim.

"Hazan!" diyen Fırat'ın sesi sert ve uyarıcıydı.

Ona döndüm.
" İstemiyorum, " dedim gözlerinin içine bakarak.

"Ne demek istemiyorum? Ya ciddi bir şeyse? Delirtme beni. Kalk gidiyoruz, " derken kolumu tuttu. Kolumu çekip, " istemiyorum," diyerek tekrarladım kendimi. " Necdet beyle konuşmam gereken şeyler var. "

"Tamam, Hazan hanım konuşuruz. Önce gidip bir çektirin şu tomografiyi. Buradayım ben. Ne zaman isterseniz. "

"Hayır, şimdi, " dedim Necdet beyin gözlerinin içine kararlı olduğumu gösteren bir ifadeyle bakarken.

"Hazan hanım..."

"Önce konuşalım, sonra gideceğim. Lütfen," dedim. Ve Fırat'a dönüp, " lütfen, " diyerek yineledim. Fırat gözlerime kızgın bir şekilde baktı. Bakışlarına yalvarırcasına bakan gözlerle karışlık verdim. Gözlerini gözlerimden çektiğinde kabul ettiğini anlamıştım.

Necdet bey, " peki, " dedi ve doktora döndü. "Kapıda bekleyin. "

Doktor ve hemşire odadan çıktıklarında burnum az önceye nazaran oldukça az da olsa kanamaya devam ediyordu. Necdet beyin koltuğuna otururken uzattığı peçeteyi alıp akan kanı sildim. Fırat da karşımdaki koltuğa oturdu. Gözleri üstümdeydi.

"Sizi dinliyorum. "

Önüme dökülen saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp dudaklarımı dilimin ucuyla nemlendirdim.

"Yetkilerimi geri istiyorum, " dedim.

"Hazan hanım bu..."

" Madem VASÖ'den ayrılmama izin vermiyorsunuz o zaman yetkilerimi geri vereceksiniz. Bu bir istek ya da rica değil. Yapmak zorundasınız. "

" Hazan hanım şu sıralar fazla duygusalsınız. Verdiğiniz ve vereceğiniz kararlara güvenemeyiz. Üzgünüm. "

" Anlaşma yapalım o zaman. Yetkilerim karşılığında benden bir şey isteyin. Ne olursa. Size açık çek sunuyorum. "

Necdet beyin kaşları çatılıp yüz ifadesi düşünceli bir hâl aldı.

" Emin misiniz?"

"Evet."

Derin bir nefes alıp başını aşağı yukarı sallayan Necdet bey, " İntikam hırsınızdan vazgeçin," dedi. "Kendi çıkarlarınız için bizi kullanmak yerine gerçek bir VASÖ ajanı olun."

Bu basit istek şu an da yaptığımız şeyi benim için bir anlaşma olmaktan çıkarıyordu. Ali'den almak istediğim intikam hayli zamandır zihnimin derinlerinde bir yerlerde gömülüydü. Ben Fırat hayatıma girdiğinden beridir normal biri olmak istiyordum. Sıradan bir insan ve, VASÖ izin verseydi, sıradan bir savcı. Fakat olmuyordu. Hiçbir sıradan insanın kardeşi, dedesi, dedesinin kardeşi ve....belki de kuzeni bir terör örgütü destekleyicisi olamazdı. Hiçbir sıradan insan, bir çocuk ondört yaşında babasını kaybedip annesi tarafından sokağa atılamazdı. Ben sıradan bir insan olamaz ve ruhumdaki bu kara delikten kurtulamazdım. Çünkü kafamın içindeki o kara delik bütün güzellikleri içine çekip yutuyor ve yok ediyordu.

"Tamam," dedim pek fazla uzun uzadıya düşünmeden.

Necdet bey şaşkın bir ifadeye bürünen yüzüyle gözlerime baktı.

" Şaşkınım, " dedi.

"Olmayın. Yetkilerimi ve mesleğimi bana geri verin. Ceza meselesi sorun değil. Yine git derseniz sınırdaki köylere gider ve VASÖ'nün özel polis birimiyle gece devriyesine çıkarım. Ama mesleğimi geri istiyorum."

"Bu akşam üstlerle bir toplantı talebinde bulunup bu durumu konuşacağım. "

" İki şey daha isteyeceğim sizden. "

" Buyrun. Yapabileceğimiz bir şeyse."

"Cihan Güney'i bölge üstüm olarak istemiyorum artık. Aslına bakarsanız bir bölge üstü istemiyorum. Direkt olarak VASÖ'yle iletişim kurmak istiyorum. "

"Henüz eğitiminiz tamamlanmamışken bu..."

" Bunun eğitimimle bir ilgisi yok. Cihan Güney bende alamadığım eğitimlerden eksik kalan hiçbir yanı tamamlamıyor. Aksine babamdan dolayı aramızda duygusal bir bağ var ve, siz kendi ağzınızla söylediniz, bana Oğuz'un durumuyla ilgili hiçbir bilgi vermedi. Bana karşı tamamen profosyonel yaklaşmıyor. Kısaca ne Cihan Güney ne de bir başkası bölge üstü istemiyorum. "

"Toplantı da bunu da dillendireceğim, " diyen Necdet bey bana karşı uzlaşmacı bir tavır sergiliyordu.

"İkinci ve son isteğim biraz özel. Kabul edeceğinizi sanmıyorum ama şansımı denemek ve zorlamak zorundayım. Silopi devlet hastanesinde görev yapan VASÖ'nün sağlık biriminden Harun Soydan. Karısı Bahar Soydan'la boşanmak üzereler. Bahar hamile ve birde 4 yaşında bir kızı var. Kocasının buraya sık sık gelişlerinden sebep aldatıldığını düşünüyor. Yuvaları dağılacak. Lütfen, tek seferliğine bir istisna da olsa Bahar'a VASÖ'yü açıklamama izin verin. "

Necdet bey VASÖ'nün kurallarını çiğneme talebimden hoşlanmayan bir yüz ifadesiyle," bunu yapamayız," dedi. "Kurallar çiğnenemez. Biz de istisnalar kaideyi bozar. "

" Her zaman değil. VASÖ ajanları birlikte de olamazdı ama Fırat benim kocam. İstisnalar kaideyi bozarsa üzgünüm ama sizin kaide çoktan bozuldu. Bence bir kez daha bozabiliriz."

"Sizin durumunuz farklı ama evet, yine de bu bir sorun. Başka bir istisnaya yer yok. Israr etmeyin."

" Edeceğim. Zorlamak zorundayım. Lütfen. En azından toplantı da bu da konuşulsun. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor artık. Buradaki insanların hiçbiri robot değil. Duyguları var. Daha doğru bir tabirle sizler eğitimlerle o duyguları öldürene kadar vardı. Tamam, vatan, bayrak, millet sevilmeye, uğruna savaşmaya, her şeyden vazgeçmeye değer şeyler ama bu yolu seçmeyen, normal ve sıradan hayatlar yaşayıp, aşık olmak, sevilmek, bir aile, bir yuva kurmak isteyen insanlara birer bok parçası gibi davranamazsınız..."

"Hazan hanım..."

"Bahar'a bunu yapamaya hakkınız yok. Elif'i ve karnındaki doğmamış çocuğu babasız bir hayat sürmeye mahkum etmeye hakkınız yok. Sadece onlar için geçerli değil bu söylediklerim. Bundan önceki ajanları da ailelerinden, çocuklarından ve sevdiklerinden ayırmaya hakkınız yoktu. Bu örgüte dair birçok şey yanlış ama en büyük yanlış duyguları yok saymak. Lütfen, eğer yapabiliyorsanız mükemmel olduğunuzu düşünmekten vazgeçin. Burnunuzu bir kaf dağından indirin, gerçekliğe dönün. Sizin tıkır tıkır işlediğini sandığınız düzen bozulalı çok oldu."

Necdet beyin yüz ifadesi ve bakışları söylediğim şeylerden pek de hoşnut olmadığını gösterirken vereceği cevabı, meraktan yoksun bir ilgiyle, bekledim. Olumsuz bir cevap alacağım aşikardı. En azından, denemedim, demezdim. Başarısızlıkla da sonuçlansa bir şeyleri yapmamaktansa denemek her zaman en iyisi gibi gelirdi. Kendi hayatıma bu zamana kadar verdiğim onlarca şans da bundan sebepti. Belki bir gün bir şeyler düzelir, yoluna girer, diye diye, o intihar olayından sonra, dört yılımı devşirmiştim. Değdi mi bilmiyordum ama Fırat vardı en azından. Onlarca kaybın arasında tek kazancım oydu.

" Üstlerle konuşurum ama bu isteğinize sıcak bakacaklarını sanmıyorum. Ve bir uyarı Hazan hanım; lütfen VASÖ'yü sorgulamaktan vazgeçin. Bu size hiçbir şey kazandırmaz fakat kaybettirir. "

" Kaybedecek pek fazla bir şeyim yok. Özellikle de söz konusu VASÖ'yse. Ayrıca bu bir sorgulama değil, sert bir eleştiri. Siz üstler kurallardan muaf olduğunuz için birçok şeyi görmüyor ya da görmezden geliyorsunuz. Fakat sizce de adaleti savunduğunu söyleyen bir örgütün başta kendisinin adil olması gerekmez mi?"

" Başka bir isteğiniz yoksa..." diyen Necdet bey söylediklerimin üzerine düşünmek yerine sözlerimin hedefi olduğu için rahatsızlık duymuş ve konunun kapanmasını istiyordu.

"Yok, dinlediğiniz için teşekkürler, " derken ben de burada olmaktan oldukça bunalmıştım. Dedem ve Oğuz hakkında öğrendiklerimi yok sayıp buraya geliş amacıma uygun davranmaya çalışırken üzerime çöken yorgunluk hissi başımı bedenimin üzerinde taşımakta zorlanmama neden oluyor, her an koltuktan yere yığılacakmışım gibi bir his bütün dermanımı kesiyordu. Şırnak'a dönmek istiyordum. Konuşmayı unutacak, duyma yetimi kullanmama gerek kalmayacak kadar derin ve uzun bir sessizlik ihtiyacı içinde yanıp tutuşuyordum. Bu hikâyenin son sayfası yazılmalıydı artık. Ya sonsuza dek sürecek olan bir mutluluk olmalıydı ya da ansızın gelen Azrail'in karanlık gölgesi çökmeliydi üzerimize.

Necdet bey, " rica ederim, " dedi. Oturduğum yerden kalkıp," iyi günler, " diyerek kapıya doğru yöneldim. Belki el sıkışmak icap ederdi fakat içimden gelmemişti. Hayli zamandır içimden gelmeyen hiçbir şeyi yapmamak üzere kendimle anlaşmıştım.

Kapının yanına geldiğimde Necdet beyin, " doktora görünün, " diyen sesini duydum. Omzumun üzerinden ona dönüp başımı sallamakla yetinirken peşimden gelen Fırat'la odadan çıktım. Koridorda bekleyen doktor ve hemşireyle birlikte asansöre doğru ilerlerken nereye gittiğimiz belliydi.

*******

Esenboğa havalimanının bulunduğu Akyurt da cadde üstünde bir kafede oturuyorduk. Dışarıda hoş bir kar yağışı vardı. Yoldan gelip geçen arabaları ve telaş içinde ya da sakince yürüyen, kalın montlarından dolayı kutuplarda yaşayan eskimoları anımsatan insanları izliyordum. Uçağımızın kalkış saatine henüz iki saat vardı. Bulunduğumuz kafe havaalanına yakın sayılırdı.

Kafenin zemini koyu kahverengi ve cilalı parlak ahşaptan yapılmaydı. Tavandaki sarı ışık saçan led ampuller ortama hoş ve loş bir hava katıyordu. Oturduğumuz masa ve sandalyeler siyahtı. Girişte koca bir vitrin dolusu tatlı vardı. Kalabalık bir kafeydi. İnsan seslerinin oluşturduğu uğultu rahatsız edici sayılabilirdi. Yine de burayı sevmiştim. Güzel çay demliyor olmaları bile burayı sevmem için bir sebepti.

Fırat karşıma oturmak yerine yanıma oturmuştu. Bir kolu sandalyemin arkasında sahiplenici bir tavırla duruyordu. VASÖ 'nün sağlık bölümünde beyin tomografisi çektirip kan ve idrar tahlili vermiştim. Hepsi temiz çıkmıştı. Sadece iyi beslenmediğimi söyleyen doktor vitamin değerlerimin çok düşük olduğunu dile getirmişti. Kansızlığımın ilaç kullanmamı gerektirecek bir boyutta olduğunu da sözlerine eklerken Fırat ilk kez kansızlığım olduğunu duymuştu. Bana neden daha önce bundan ona bahsetmediğimin hesabını buraya gelene kadar sorup durmuştu. Fakat ben yine de ona dedem hakkında bildiklerini bana neden anlatmadığını ya da dedemle aralarında ne geçtiğini sormamıştım. Bugün daha fazla bir şey duymak istemiyordum.

Fırat'ın dizi dizime değerken sandalyemin arkasındaki eli saçlarımı sevmeye başladı. Göğsü neredeyse yaslanabileceğim kadar yakınımdaydı. Sıcaklığını hissedebiliyordum. Üzerimdeki bebek mavisi, oldukça kalın, örme hırkamın bol kollarının içinden üşüyen parmaklarımı çıkarıp, özellikle kupa bardakta istediğim, çayımı avuçlarımın arasına aldım. Buz mavisi jeanimin ikinci bir deri gibi sardığı bacaklarımı birbirinin üzerine atarken Fırat'ın masanın üzerindeki telefonu çaldı. O an benim telefonumun çantamın içinde bir yerlerde kapalı olduğunu hatırlamıştım. Fakat beni merak edip arayacak tek kişinin de yanımda olması bu durumu fazla umursamamama neden olmuştu.

Fırat telefonu eline alıp bir iki saniye ekrana baktıktan sonra açtı. Kim olduğunu görmemiştim ancak umrumda da değildi. Gözlerimi masanın üzerindeki kristal camdan oluşan şekerlikten çekip yeninden dışarıda ince ince yağan kara çevirdim.

Fırat hâlâ saçlarımı sevmeye devam ederken, "söyle Sado," dedi.

Saadettin abinin, " neredesin oğlum sen?" diye soran sesi kulaklarıma doldu. Sinirli gibiydi.

" Noldu?"

" Bugün günlerden ne lan?"

"Cuma."

" Evet, cuma. Yarın cumartesi ve bizim açılış var. Ömer ağa şu an Şırnak havalimanında. Ben de yoldayım, onu almaya gidiyorum ama dedemin en sevdiği, değer verdiği ve muhtemelen bu şehre onu görmek için geldiği torunu ortalarda yok. Karısıyla birlikte İstanbullarda..." derken Fırat," sadede gel, " dedi sert bir sesle.

"Ne sadedi lan? Durum bu işte. Ne zaman dönüyorsunuz?"

" Akşama orada oluruz."

" Ömer ağaya ne diyeceğim?"

"Neyse onu."

" Emin misin lan? Bak bu kızla olacak gibi değil Fırat. Aşiret duymadan, olay büyümeden bitir gitsin."

Fırat sertçe soluyup, " Sado yeter," dedi. " Bak, yeter, diyorum zorlama daha fazla. "

" Tamam paşam, zorlamayız. Ama şunu bil, demedi deme, bu kız bitirecek seni. "

Gözlerim Fırat'ın masanın üzerinde yumruk yaptığı eline kayarken dolan gözlerimi kırpıştırıp elimdeki, dumanı üstünde tüten, çay dolu bardağı masaya bıraktım. Saçlarımı seven el dururken Fırat bağırmamak için kendini zor tuttuğunu belli eden sesiyle, " kapat," dedi. " Bana kendine küfür ettirmeden kapat şu telefonu."

"Eyvallah."

Fırat kapanan telefonu fırlatırcasına masanın üzerine atıp bana biraz daha yaklaşırken başımın arkasını öptü. O kadar yakınımdaydı ki ona doğru dönsem yüzüm göğsüne gömülürdü. Kokumu içine çektiğini hissederken gözlerimi kapattım. O an bir damla yaş kirpiklerimin arasından sıyrılıp yanağımda süzülürken hırkamın koluyla sildim.

"Hazan."

Dudakları saçlarımdan ayrılmışken az önce saçlarımı seven eli yüzümü kapatan saçlarımı geriye doğru çekip kulağımın arkasına sıkıştırdı.

"Hı?" diye bir mırıltı çıkardım dudaklarımın arasından.

Parmaklarının tersi elinin sert derisine nazaran yumuşacık olan yanağımı severken, "Sado'nun söyledikleri..." diyerek konuşmaya başladığında sözünü kestim.

" Haklı. "

Yanağımı seven parmakları geri çekilirken, " ne demek haklı?" dedi.

Ona dönmeden konuştum.

"Haklı işte. Benimle olacak gibi değil. "

Bıkkınca bir nefesi alıp verdiğini duydum.

"Başladık mı yine?" dedi. Sessiz kaldım. Saadettin abi Fırat nezarethaneye girdiğinde bana emniyetin önünde, Türkoğlu aşiretine ne zaman güven olmuş ki şimdi olsun, demişti. Bugün dedemin bir terör destekçisi ve bir teröristin kardeşi olduğunu öğrenmiştim. Bu durum Fırat için süpriz olmamıştı. Yüz ifadesinde birçok şey vardı o an ama şaşkınlık yoktu. Belki de Saadettin abinin beni istemeyişi dedemden ötürüydü. Biraz da beni insan olarak sevmemişti belliki. Onun baktığı yerden şımarık ve toy biri gibi görünüyor olabilirdim. Neyse neydi. Nereden bakarsam bakayım Saadettin abi haklıydı. Ben bundan sonra nasıl...

"Hani düzelecektik Hazan? Hı? Çok seviyordun beni? Noldu şimdi? "

"Bir şey olmadı."

"Hazan..."

"Konuşmak istemiyorum. "

Birkaç saniye sessiz kaldı. Ve sonra alıp verdiği derin ve yorgun nefesiyle konuştu.

" Dedemler Şırnak'a gelmiş. Oraya varınca seni onlarla tanıştıracağım. Biraz...sıkıntı çıkabilir..." derken ne demeye çalıştığını az buçuk anlıyordum. Oturduğum yerde ona döndüm. Göz göze geldik.

"Beni istemezler, onu mu diyorsun?" diye sordum.

Gözleri bir süre yüzümde gezinirken kaşları çatık ve yüzü sıkıntılı ve sinirli bir hâl içerisindeydi.

" Öyle bir seçenekleri yok. Karımsın sen benim. "

"O zaman ne?" dedim. Beni her ne olursa olsun bırakmayacağını zaten biliyordum. Onun karısı olmayı ve bunu onun ağzından duymayı seviyordum. Fakat aramızda her gün bir yenisi baş gösteren sorunların bir türlü ardı arkası kesilmiyordu. Dedem hakkında ögrendiklerimle ne dedeme ne de Fırat'a karşı nerede duracağımı bilmiyordum. Kafam çok karışıktı.

"Dedemle ilgili bir şeyler var, değil mi?" diye sordum kendimi zorlayarak. Aslında konuşmak istemiyordum ama Fırat belliki beni Şırnak'a döndüğümüzde olacaklara hazırlamaya çalışıyordu. Eğer öyleyse her şeyi bütün çıplaklığıyla şimdi ve burada konuşabilirdik.

Bir süre gözlerime tuhaf ve anlamlandıramadığım bir ifadeyle baktı.

Ve," var," dedi.

"Biliyordun?" dedim. Sorar gibi tonlamıştım fakat sormuyordum.

Başını belli belirsiz sallayıp, " biliyordum, " dedi.

"Niye söylemedin bana?"

" Nasıl söylenir böyle bir şey? "

Hafifçe gülümsedim.

"Necdet beyin söylediği gibi söyleyebilirdin. "

Gözleri öfkeyle parladı.

" Canın yanıyor. Başkası yaptığında zıvanadan çıkıyorum. Birde oturup kendi ellerimle mi üzecektim seni? "

Omuzlarımı silktim. Canım yanıyordu evet, ama çok acımıyordu. Baş edebileceğim kadardı. Nedendir bilmem bu durum beni fazla şaşırmamıştı. Bu denli sakin oluşumu nasıl açıklayabilirdim, bilmiyordum ama içimdeki vaziyet buydu.

"Bilmem. Senden duysaydım en azından kendimi bu kadar savunmasız hissetmezdim. O adam söyleyince ne diyeceğimi bilemedim. Sanki yenik düşmüş gibiydim. Sen söyleseydin...Ne bileyim daha iyi olurdu işte. "

Koca bedeni kafenin geri kalan kısmını görmeme engel olurken sandalyemin arkasındaki kolu belime sarılıp beni göğsüne çekti. Alnımı öperken bir eliyle de kalçalarıma kadar uzanan saçlarımı sevdi. Ellerimi beyaz tişörtünün üstünden göğsüne koydum. Gözlerim burnuma dolan kokusuyla birlikte kapandı.

"Kaç kez düşündüm anlatmayı, " dedi. "Kıyamadım sana. Senin canın yanınca benim canım çıkıyor Hazan. Zaten zor tutuyorum seni elimde. En ufak bir şeyde uzaklaşıyorsun benden. Ali'yi bahane ettin benden ayrılmaya. Deden olacak o...adamı da bahane edecektin. Ne yapıyorsam ya da yapmıyorsam sen iyi ol diye. "

Başımı geriye atıp gözlerine baktım.

" Bir şeyleri benden saklayarak iyi olmamı ya da olmamızı sağlayamasın ki. Bak sen söylemeyince başkalarından duyuyorum. Böyle daha mı iyi oluyor? "

Yüzüme doğru eğilip burnumu öptü. Dudakları öylece dururken, " olmuyor, " dedi. "Eve dönünce en baştan anlatacağım sana her şeyi. Konuşacağız. Ama önce oraya vardığımızda senden tek istediğim dedemle karşılaşınca ne olursa olsun elimi bırakma. Arkamda dur. Kimse dokunup zarar veremez sana. Kim ne derse desin ben vazgeçmem, bırakmam seni. Ama nolur Hazan benden başka kimsenin ne söyleyip ne düşündüğü ilgilendirmesin seni. Tamam?"

"Çok mu nefret ediyorlar dedemden? Beni istemeyecek kadar çok mu?"

İçini çekti. Burunumla dudağımın arasını öperken bana daha sıkı sarıldı.

"Onların ne düşündüğünün bir önemi yok. Ben istiyorum seni. Ne yaparsam yapayım söyledikleri en ufak kötü bir şeyde üzüleceğini bildiğim için uyarıyorum seni. Öbür türlü sikimde bile olmaz kimin ne söyleyip ne düşündüğü. Derdim sensin. "

Bu işin arkasından çıkacak olan şeyler beni ürkütüyordu. Mesele sadece dedemin terör destekleyicisi olması değildi sanki. Fırat'ın ve aşiretinin Türkoğlu aşiretinden nefret etmesinin altında başka sebepler vardı. Hissediyordum. Ancak yine de üstelemedim. Fırat'a biraz daha sokulup sığınırken yüzümü bağrına gömdüm. Dudakları yanağımı bulurken tenimi koklayarak öptü.

"Ne alayım sana?" diye sorduğunda bunu bu kafeye geleli yalnızca yarım saat olmasına rağmen dört kez sormuştu. Her defasında aynı olumsuz cevabı vermiştim fakat Fırat bana bir şeyler yedirme konusunda ısrarcıydı.

"İstemiyorum bir şey. "

"Hazan..."

"Aşkım. "

" Bulandırma aklımı. Uçakta yediğin iki üç lokmayla duruyorsun. Onu da zorla yedirdim zaten. Yapma şöyle. Doğru düzgün bir şeyler ye Hazan. "

"Aç değilim ama."

"İyi de değilsin ama. Vitaminlerin düşük, kansızlığın var, burnun kanadı bugün. Git gide küçücük kalıyorsun. Hazan..." derken derin ve sıkıntılı bir nefesi alıp verdi. Dudakları kulağımın altını bulup öptü. "Korkuyorum," dedi. " Aklım çıktı burnunun kanadığını görünce. "

"Bir şeyim yok Fırat. Doktor söyledi ya, sen de oradaydın."

"Çok şükür...çok şükür bu sefer bir şey yoktu. Ama...of. "

"Fırat yapma, " dedim. Kaba ve kalın sesindeki acı ve korku, yaşanmamış fakat yaşanma olasılığından korktuğu bir şeye duyduğu acı benim de canımı yakmıştı.

"Bir şey iste benden. Ne olursa, alayım sana. Hadi. "

Kendimi ondan geri çekerken, " of Fırat, " dedim sıkkın ve bunalmış bir sesle. Canım bir şey istemiyordu. Yemek yemeyi düşünmek bile midemi bulandırıyordu.

Belime sarılı olan kolu aramıza fazla bir mesafe açmama olanak vermezken gözleri gözlerimi buldu.

"Ne of Hazan? Nolacak böyle? Hı? Doğru düzgün bir şey yemeyeceksin, söz dinlemeyeceksin, nerede bir bela var kendini onun içine atacaksın, peki ben seni böyle nasıl arkamda bırakıp gideceğim? "

"Ben yirmidört yaşındayım Fırat. Babam öldüğünden beri kendime kendim bakıyorum. Bana çocukmuşum gibi davranma. Her zaman sen yoktun yanımda. "

Benim için endişe ettiğinin farkındaydım. Kendince haklıydı. Ama dediğim gibi ben, her ne kadar babam öldüğünden beri, demiş olsam da aslında babam hayattayken de kendime hep kendim bakmıştım. Şu sıralar her ne kadar kendi kendine yetebilen biri olamasam da toparlayacaktım. Kendim içinde, dedem içinde planlarım vardı. Ben bir savcıydım ve hiçbir suç cezasız kalamazdı. Oğuz'un ise bir vatan haini olduğuna hâlâ inanmıyordum. Albayla konuşmam gerekiyordu. Bana askeriyedeki soruşturma sürerken bir kişinin daha terörle bağlantısı olduğundan şüphelendiğini söylemişti. O kişinin kim olduğunu öğrenmeliydim. Fırat her ne kadar aksine inanıyor olsa da kendimi şu an hiç olmadığım kadar güçlü ve savaşmaya hazır hissediyordum.

" Sen olmadan da yaparım, diyorsun yani?"

"Yapardım. Tabii eğer seni bu kadar çok seviyor olmasaydım. Fırat..." Duraksadım. Bana sert bir ifadeyle bakan gözleri az biraz yumuşarken elini avuçlarımın arasına aldım. " Beni bu kadar çok düşünmene gerek yok. Ben iyiyim. Gerçekten. "

" Başka bir şey iste. Bu söylediğin bir seçenek bile değil. Tamam, eyvallah çocuğum değilsin, üstüne fazla düşüyorum farkındayım ama mesele benden öncesi ya da babandan sonrası değil. "

Yüzüme biraz daha yaklaşıp gözlerimin en derinine baktı.

"Mesele şu an," dedi. "Mesele senin gözlerin. Bilmiyorsun...görmedin...görmüyorsun. Ben o ateş parçası gözlerin için kaç sigara yaktım, kaç şişe devirdim, kaç güneş batırıp kaç güneş doğurdum. O altı yıl senin bildiğin gibi bir altı yıl değil. Seni büyüttü, beni tüketti o altı yıl. Şimdi sana kavuşmuşum, kalbinde bir yer edinmişim, karım olmuşsun ve benden seni düşünmememi istiyorsun. Üstelik sana daha önce, ben senin için yaşıyorum, demiş olmama rağmen. Sürekli sana kendimi, seni nasıl sevdiğimi ve senin için yaptıklarımı hatırlatmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Çünkü çok çabuk unutuyorsun. Beni çok çabuk unutuyorsun Hazan. Sado haklı, diyorsun, beni düşünme diyorsun, aklına esiyor birden beni sevmiyorsun diyorsun, ayrılalım diyorsun, uzaklaşıyorsun benden. Sürekli konuşuyorum, sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Senden önce bütün günümü iki üç kelimeyle geçiren bir adamadım ben. Normalde kadınlar konuşur, erkekler dinler derlerdi ama sürekli ben sana dil döküyorum. Ve hâlâ seni nasıl görüp sevdiğimi bilmiyormuş gibi üsten üsten konuşuyorsun benimle. Ne diyeyim ben sana daha?"

Ne diyeceğimi bilememiştim. Fırat'ın sözlerime bu kadar kızıp darılacağını düşünmemiştim. Biliyordum beni nasıl sevdiğini. Ama sürekli gözü üstümdeydi. Bu ilişkiye başladık başlayalı hep beni konuşuyorduk. Fırat sevgilim değildi de bana bakıp, benimle ilgilenmesi gereken biriydi sanki. Baba sevgisine aç tarafım bundan hastalıklı ve zaman zaman, farkına vardığımda, beni bile rahatsız edecek kadar hoşnutluk duyuyordu. Ancak bu olmaması gereken bir şeydi. Yaş olarak Fırat'tan yedi yaş küçüktüm. Minyon bir kızdım ve tatlı bir güzelliğe sahiptim. Fırat da babaları olmadığı için Bahar'a babalık yaparken bir abi ve kendi hayatı olan bir adam olduğunu unutmuş biriydi. Bu yüzden bana çoğu zaman çocuğuymuşum gibi davranıyordu. Yavrum, derken kaba ve kalın sesi, eğer aramızda cinsel bir çekimin olduğu bir anın içinde değilsek, öyle sevecen ve merhamet dolu bir hâl alıyordu ki o an bir erkeğin bir kadına, yavrum, diye hitap etmesinden daha farklı şeyler hissediyordum. İçimi sıcacık eden masum bir sevgi gibi.

Derdim sadece normal bir çift olmaktı. Fırat'ın sürekli benim için endişelenmesini istemiyordum. Bir tarafın zayıf bir tarafın güçlü olduğu bir ilişki değildi istediğim. Ben iki yetişkin gibi bir ilişki yaşamak istiyordum. Belki o zaman kocamla sevişip birlikte de olabilirdim. Ama böyle olmuyordu.

Diğer yandan o bahsedip durduğu altı yılın benim bilmediğim ya da Fırat'ın bu zamana kadar anlatmadığı nasıl bir yanı olduğunu merak etmiştim. Fırat beni o altı yılda görmeden, duymadan, dokunmadan nasıl bu kadar sevebilmişti? Neydi bu gözlerindeki? Kimdi bu adam? Benim kocam kimdi?

Oturduğum sandalyede sevdiğim adamın boynuna sarılabilmek için yükselirken, "Fıraaaat," diyerek kollarımı boynuna sardım. Yanağını öperken o da bana sarılmıştı. Kafenin içinde gezinen gözlerim birkaç kişiyle kesişirken gözlerimi kapatıp bu anın bize özel olmasını istedim. Fırat yüzünü boynuma gömerken bebek mavisi, bana büyük gelen, kalın örme hırkamın altındaki beyaz boğazlı kazağımın üstünden kokumu içine çekti. Sırtımdaki elleri hırkamın üzerinden sırtımı aşağı yukarı sıvazlarken beni içine sokmak ister gibi kendine çekip bastırıyordu.

Yüzümü omzuna gömüp beyaz tişörtünün üstünden kokusunu soludum.

"Özür dilerim, " dedim. "Ama yanlış anladın. Fırat ben sadece normal bir karı - koca olmak istiyorum. Sen sürekli benim için endişelenince kendimi sana yük oluyormuş gibi hissediyorum. Yoksa biliyorum senin beni nasıl sevdiğini. "

Kokumu bir kez daha içine çekerken çok sevdiğim ve üzerimdeki bebek mavisi hırkamla da çok güzel bir uyum içerisinde olan kirazlı küpemin takılı olduğu kulağımın altını öptü.

" Bizim normalimiz bu. Ben bundan daha az sevip önemseyemem seni. Yapamam Hazan. Yapamıyorum. Yük olma meselesini de duymamış gibi yapacağım, sen de bir daha böyle bir şeyi ne düşünüp ne de söyleyeceksin, tamam?"

Sandalyeye kendimi geri bırakıp Fırat'la yüz yüze geldim. Burnum çenesine değerken gözlerine baktım.

"Ama Fırat, " dedim itiraz etmek için. Alnımı öpüp, " şşş, " dedi beni bağrına çekip bastırırken. Omuzlarına tutunan ellerimi göğsüne indirdim. "Elin acıyor mu?"

Dudaklarımı büzüp, "hayır, acımıyor, " dedim.

"Son kez soruyorum. Bir şey istiyor musun?"

"Hayır. "

"Öyle olsun bakalım. "

********

Cizre'deki Şerafettin Elçi havalimanında bıraktığım aracımı almıştık. Arabayı Fırat kullanıyordu. Silopi'ye az önce giriş yapmıştık ve evimize varmak üzereydik. Fırat'ın aracı Mardin'den dün akşam getirilip Saadettin abilerin evinin bahçesine bırakılmıştı.

Evin yakınlarındaki benzin istasyonunda durduğumuzda uyumak üzereydim. Arabanın içi çok sıcaktı. Ayaklarımı yukarıya çekerek oturduğum koltukta, Fırat'ın ne zaman üzerime örttüğünü hatırlamadığım, deri ceketini kucağımda toplarken cama doğru yan dönerek gözlerimi kapattım. Boynum ağrıyordu. Belimde de hafif bir ağrı yavaş yavaş baş gösterirken midemin bulandığını hissettim. Yutkunurken yüzüm hafifçe buruşmuştu.

Alnıma düşüp yüzümün yarısını kapatan saçlarımı geriye doğru çeken parmaklardan kaçmak için öne eğilirken alnım soğuk cama değmişti. İrkilerek kendimi geri çektiğimde kaşlarım çatılmıştı.

"Hazan."

"Hımmm? "

Saçlarımdaki el dudaklarımı bulup kenarını okşadı.

" Benzinliğe geldik. Bir şey istiyor musun? "

"İstemiyorum. "

"Tamam," derken yüzümdeki eli çekilmişti. Kapıyı açıp dışarıya çıkarken içeriye giren soğuk havayla birlikte kucağımdaki ceketi boynumun altına kadar çekmiştim. Şırnak çok soğuk ve karlıydı.

Dışarıdan gelen tıkırtılar, benzinliğe giren ya da yoldan geçen araçların motor sesleri ve Fırat'ın aracın deposuna benzin dolduran adamla konuşmaları belli belirsiz kulaklarıma dolarken saniyeler içinde uyumuştum.

"Hazan."

Yine saçlarımda gezinen bir el ve Fırat'ın sesiyle daldığım uykudan sıyrılırken mızmızlanan sesler çıkartıp koltuğa iyice gömüldüm.

"Yavrum, uyan hadi. "

Aldığım nefesi, "ya," diyerek geri verirken, " istemiyorum, " dedim ağlamaklı bir sesle. Üzerimdeki ceketi başıma kadar çekmiştim.

Fırat ceketi aşağı çekerken, " Hazan eve geldik, yavrum hadi," dedi.

Koltukta hareketlenip yüzümü koltuğa gömerken, "napayım?" dedim. Fırat'ın uyuyorum, koltuktan düşerim diye taktığı emniyet kemeri boğazıma baskı yaptığında başımı geriye atıp derin bir nefes alırken birkaç kez öksürdüm.

O sırada Fırat bir kolunu belime sarıp beni sabit tutarken," Şşş," dedi uyarıcı bir sesle. " Dönüp durma Hazan şu koltukta. Kemerle kendini boğacaksın şimdi."

Göğsümün ortasından geçen kemeri iki elimle tutup çekiştirirken bacaklarımı ileriye doğru uzattım. Ayaklarım torpidoya inerken ayaklarımdan güç alıp kendimi koltukta geriye doğru ittim.

"Çıkar o zaman şunu," derken hem sıcaktan hem de beni boğmak üzere olan kemerden dolayı çok bunalmıştım ve sesim ağlamakla mızmızlanmak arasındaydı. Gözlerim hâlâ kapalıydı ve hiçbir şey görmüyordum. Ayaklarımı birkaç kez torpidoya vurduğumda Fırat, " tepinme," dedi. Sesi sinirli gibiydi.

"Bağırma bana," dedim. Aslında bağırmıyordu ama sinirliydi işte.

Kemeri açıp, " bağırmıyorum, aç gözlerini, " dedi.

Başımı sağa sola sallayıp, "hayır, " dedim. "İstemiyorum. Kucağına al işte."

Şu an hiç yürüyecek halim yoktu.

Alıp verdiği derin ve sert nefesi kulaklarıma doldu. Ardından bacaklarımın altından ve belime sarılı olan kollarla oturduğum yerden havalandığımı hissettim. Kendimi Fırat'ın kucağında bulduğumda ise ayaklarımı bacaklarının arasına sokup tek dizine kalçalarımı koyarken göğsüne sokulup gözlerimi açmadan öylece durdum. Bana sımsıkı sarılırken beni izlediğinin farkındaydım. Gözleri yüzümde geziniyordu. Elleri sırtımı hırkamın üstünden okşarken," Fıraaaat," dedim uykulu sesimle.

Alnımı öpüp," Fındığım," dedi.

"Belim ağrıyor, " dedim. "Orayı okşasana. "

Bir eli belimde gezinirken, " neresi?" dedi. Sesi bile kaşlarını çatıyordu.

"Biraz ileri."

"Burası mı?"

"Iııı biraz geri. "

"Burası?"

"Hayır, biraz yukarı. "

"Burası mı?"

"Hıhı orası," dediğimde Fırat elini hırkamın içine sokup kazağımı yukarıya çekti. Atletimi bulup sıyırırken büyük ve sıcak eli belimde ağrıyan yeri bulup okşamaya başlamıştı.

"Sucuk gibi olmuşsun," diyen sesi sıkıntılı bir hâl içerisindeydi. Evet, biraz terlemiştim.

"Öyle oldum, " dedim ağrıyan yeri okşayan elinin verdiği rahatlamayla sesim tatlı ve mayışmış bir haldeydi. "Senin yüzünden oldu ama. Sürekli Ankara soğuktur, diyip durdun, kat kat giyindim senin yüzünden. Isıtıcıyı da sonuna kadar acıyorsun. Buharlaşmadığıma dua et."

"Üşütüp hasta olmandan iyidir."

Aslında çok sık hasta olan biri değildim. Vücut ısım VASÖ' de aldığım eğitimlerden dolayı her türlü ısı düşüklüğüne hemen adepte olabiliyordu. Fakat sıcaktan nefret ediyordum. Sıcak ortamlarda çok fazla bunalıp agresif birine dönüşüyordum. Ve bundan hiç hoşlanmıyordum.

"Biraz aşağı."

"Burası mı?"

"Hıhı, orası. "

Fırat belime dairesel hareketlerle okşayarak masaj yaparken," eve girelim, " dedim. "Yatağımızda okşarsın belimi. Boynumda ağrıyor zaten. "

Sıkıntılı bir nefesle yükselip alçalan göğsüyle bir sorun olduğunu düşündüm. Eğer bir sorun olmasaydı Fırat beni uyandırmadan kucağına alıp eve taşırdı.

"Fırat bir şey mi oldu?" diye sordum gözlerimi açarken.

Başını yüzüme doğru eğip gözlerime baktı.

" Ömer ağa burada," dedi.

Kaşlarım anlamadığım için çatılırken, " deden mi?" diye sordum.

Başını belli belirsiz salladı. Gözlerimi tam anlamıyla açıp ön camdan dışarıya baktım. Eve dönen yolun başındaydık. Az ileride evin etrafını çevreleyen yüksek duvarlar ve çatı görünüyordu. Gözlerimi biraz daha aşağı indirdiğimde evin önündeki yola park edilmiş üç tane son model siyah araç görmüştüm. Yoğun kar yağışı ve sisten dolayı markalarını seçemiyordum.

İçimi korkuyla karışık bir heyecan kaplarken uyku bedenimi tamamen terk etti. Fırat'ın kucağında toparlanıp yutkundum. Ne olacaktı, ben ne yapacaktım şimdi?

"Şşşt bana bak."

Fırat'ın sesiyle ona döndüm.

"Bir şey olacağı yok. Konuştuğumuz gibi. Ne olursa olsun elimi bırakmıyorsun, arkamda duruyorsun ve kim ne derse desin sadece ben ne dersem onu duyuyorsun, tamam? "

"Fırat," dedim güçsüz bir sesle. Bu çok garip bir durumdu. Kocamın ailesiyle tanışacaktım ama onlar beni düşman olarak görüp sevmeyebilirdi. Dedemle aralarında bir husumet vardı. Dedem bir terör destekleyicisiydi ve ben Fırat'ın dedesinin karşısında ne kendimi ne de dedemi savunamazdım. Beni istemezlerse ne kadar arsız ve umursamaz olabilirdim ki? Bunun kimi duyacağımla değil, kimin haklı olduğuyla bir ilgisi vardı. Ben haksızdım. Dedemin bir vatan haini oluşu beni haksız kılıyordu.

Fırat gözlerimin içine baskın ve sert bir ifadeyle baktı.

" Yok Fırat falan. Ne dediysem o. Sözümden dışarı çıkmıyorsun. Şimdi geç yan koltuğa, botlarını giy. "

Kollarımı boynuna sarıp yüzümü omzuna gömdüm.

"Korkuyorum. "

"Korkma. Karımsın sen benim. Kimse hiçbir şey yapamaz sana. Ağzını açıp tek kelime edenin sikerim belasını. "

Sesi yemin eder gibiydi. Arkamda sonuna kadar duracağının sözünü veriyordu. Benden de aynı sözü vermemi istiyordu ama yapamazdım. Onlar Fırat'ın ailesiydi. Bense otuzbir yıllık ömründe sadece altı yılını kaplayan bir kız. Dedesi, kardeşi ve bir ihtimal kuzeni vatan haini olan, annesiz babasız, kısaca kimsesiz ve alabildiğine önemsiz bir kız. O evin içindeki kimseyle bu halimle baş edemezdim. Fırat benim için ailesini karşısına almamalıydı.

"Onlar senin ailen," diyebildim durgun bir sesle.

Fırat sinirlense de saçlarımı öpüp sakince," bana aynı şeyleri tekrar ettirme," dedi. Kesin ve net sesi daha fazla bu konuyu konuşmak istemediğini belli ederken bir yandan da susmamı söylüyordu aslında. İtaat etmeyi seçtim. Diğer türlüsü bana bir şey kazandırmazdı. İnat etsem ne olacaktı ki? O eve girmeme gibi bir şansım yoktu ya da Fırat'tan ayrılmak istediğim bir şey değildi. Her ne olacaksa olmalıydı.

Yüzümü boynuna gömüp tenini öptüm. Nane aromalı mentollü şampuanının kömür karası saçlarına ve tenine yaydığı ferah koku içimi gıdıklıyordu. Soludukça solumak istiyordum kokusunu. Sıcak teninden, belimi sımsıkı saran güçlü kollarından ve kucağından ayrılmak istemiyordum. Boynuna iyice sokulurken," tamam," dedim. Başını boynuna gömülü olan yüzüme doğru eğip saçlarımı geri çekerek ensemi öptü. "Afferin sana."

Sıcak nefesi tenimde ve saç diplerimde geziniyordu. Saat akşam altı civarıydı. Elektrik direklerinin tepesindeki sokak lambalarının sarı ışıkları beyaz karların üzerine düşüyordu. Gökyüzü henüz tam anlamıyla kararmamış, laciverte bürünmüştü. Fırat'la burada böyle saatlerce kalabilirdim. Dışarıdaki soğuk, karlı ve rüzgarlı havaya rağmen sevdiğim adamın kucağı sıcacık, teni ise huzur kokuyordu. Dudaklarımda küçük bir tebessüm belirdi. Kocamı çok seviyordum.

"Hadi, geç yan koltuğa, " diyen sesi kulaklarıma dolarken ona daha sıkı sarıldım.

"İstemiyorum, biraz daha böyle kalalım. "

Belimdeki eli ağrıyan yeri okşamaya devam ederken kollarını sıkılaştırıp, boğazlı kazağımdan açıkta kalan boynumu öptü.

"Kalırız yavrum. Gece koynumda olacaksın zaten. İstediğin gibi dokunur, sarılırsın bana. Ama şimdi söz dinle, hadi."

"Ama ben geceye kadar beklemek istemiyorum, " dedim mızmız bir sesle. Neden olduğunu bilmediğim bir şekilde içimden inat etmek geliyordu. Fırat'tan ayrılırsam dayanamazmışım gibi bir his sarmıştı içimi ve onunla bir süre daha böyle sarmaş dolaş kalmak istiyordum. Ona sarılmak çok güzeldi. Onun tarafından sevilmek, nereye gidersem gideyim peşimden geleceğini bilmek, ne yaparsam yapayım affedeceğinden emin olabilmek, kalbindeki tek kadın olmak ve bunun hep böyle olacağından en ufak bir kuşku duymayacak kadar sevdiğim adama güvenebilmek paha biçilemezdi.

Neredeyse iki gün önce çıkıp gittiğim eve şimdi kocamla geri dönmüştüm. Fırat'ın evi terk edişime karşı duyduğu öfke tam anlamıyla geçmemişti, biliyordum. Onu şu sıralar çok fazla zorlandığımın farkındaydım ve bu yüzden elimden geldiğince bizim için çabalamalıydım.

Fırat yüzünü saçlarımın arasına gömüp derin bir nefes aldı.

" Yavrum, " dedi kaba ve kalın sesine nasıl sığdırdığını bilmediğim bir sevecenlikle.

"Hı?"

"Zorlama beni. "

Çatılan kaşlarımla yüzümü boynundan çektim. Dudaklarım ve burnum yanağına değerken, " napıyorum ki?" dedim. " Sadece sana sarılmak istiyorum Fırat. "

Dudakları burnuma, burnu ise alnıma değerken yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Gözleri gözlerimde gezinirken yüzüme iyice yaklaşıp, " biliyorum, " dedi. Kalın ve sıcak dudakları yanağıma sürtünüyordu. "Sen sadece sarılmak istiyorsun ama ben...şu halde bile kafayı yiyorum. Sana senin bana yaklaştığın kadar masum yaklaşamıyorum. Dedemlerin yanına gideceğiz şimdi, o yüzden dağıtma beni. Hadi, yana geç. "

Uzun ve kıvrımlı kirpiklerim tenine sürtünürken altı üstü bir sarılmadan ne kadar tahrik olabileceğini düşünüyordum. Bir şey yapmıyordum ki, öylece kucağında duruyordum. Neden bu kadar çok kasılıp sertleşiyordu ki? Fırat'ın bu hâli canımı sıkmıştı. Elimden onu rahatlatmak için bir şey gelsin istiyordum. Ama korkularımı öyle bir anda, akşamdan sabaha unutamazdım ki. Yine de deneyecektim. Bu gece belki, belki de yarın ama Fırat operasyona gitmeden korkularımı yenmeyi deneyecektim.

"Peki, " dedim. Kollarımı boynundan çözüp ayaklarımı bacaklarının arasından çıkardım. Omuzlarından destek alıp yana geçecekken Fırat belimi tutup, " dur," diyerek beni yan koltuğa koydu. Botlarıma eğilip giydim. Arka koltuktan da beyaz kabanımı alıp kucağıma koyduğumda Fırat motoru çalıştırdı. Aracın ön farları çalışırken aydınlanan yolda eve doğru ilerledik.

Saniyeler süren yolculuk hemen biterken Fırat arabayı, büyük, demir sürgülü kapının uzaktan kumandası olmadığı için, bahçenin dışına, diğer araçların karşısına park etti. Kapıyı açıp indim. Rüzgârın savurduğu kar taneleri yüzüme çarparken ürpermiştim. Çok soğuktu. Uzaktan gelen köpeklerin havlama sesleriyle de kendimi huzursuz hissederken arabadan inip yanıma gelen Fırat'ın uzattığı elini hiç vakit kaybetmeden tuttum. Ona yaklaşabildiğim kadar yaklaşırken gözlerimi karla kaplı büyük arazide gezdirdim. Arazinin otoyola yakın olan tarafında üç tane, nokta gibi görünen, köpek birbiriyle, sanırım, kavga ediyordu. Köpeklerden korkan biri olmamama rağmen bu manzaradan biraz ürkmüştüm.

Fırat arabanın kapılarını kilitleyip beni tuttuğu elimden bahçe kapısına doğru yönlendirdi. Kapıya doğum tarihim olan şifreyi girip açarken geriye doğru ittiği kapıdan beni içeriye sokup peşimden geldi. Bahçede gri bir volkswagen minibüs ve Saadettin abinin arabası vardı. Bahçenin dışındaki araçları da göz önünde bulundurursak içerisi baya kalabalık olmalıydı. O an kendimi bu eve girmek için o kadar cesaretsiz hissettim ki biraz olsun güç almak için gözlerim Fırat'ı buldu.

Minibüse baktığını gördüm. Kaşları çatıktı. Belli ki o da bu kadar kalabalık olacaklarını beklemiyordu. Yine de benden daha cesur olduğu kesindi. Doğruyu söylemek gerekirse evin içindekiler umrunda bile değildi. Fırat'ın ailesine karşı olan bu umursamaz tutumunu bir türlü anlayamıyordum. Zaten onu hiç tanımıyordum ki.

Eve doğru ilerlemeye başladık. İki basamaklı merdiveni çıkıp kapıya ulaştığımızda Fırat zile basmak yerine cebindeki anahtarı çıkarıp deliğe sokup çevirdi. Beyaz çelik kapının altın sarısı kolunu tutup aşağı indirdiğinde kalbim ağzımda atıyordu. Fırat'ın elini daha sıkı tuttum. Bir film ya da dizide olsaydık bu ana, aralanan kapıdan sızan ışığa, kapının aslında normal fakat bana oldukça yavaş bir hızla açılıyormuş gibi gelmesine güzel bir gerilim müziği yakışırdı.

Nihayet kapı tamamen açıldığında önden Fırat arkasından da ben içeriye girdim. Salona bakmaktan itinayla kaçınan gözlerim yerdeki gri parkelerde geziniyordu. Evin içinde bir sessizlik vardı. Fırat'ın arkasında olmanın verdiği avantajla kimseyi göremiyordum fakat oldukça kalabalık bir ailenin ve bu gergin sessizliğin odak noktasının biz olduğumuzu biliyordum.

Fırat adımlarını bir yerde durdurunca ben de durdum. Elimi tutan eli beni arkasından yanına çekti. Gözlerimi kimseye değdirmeden tedirgin ve ürkek bakışlarımı sevdiğim adamın yüzüne çevirdim. Kaşları çatık, başı dik, duruşu kendinden oldukça emin ve sarsılmazdı.

"Hoşgelmişsiniz," dedi.

Sesi herhangi bir duygudan oldukça yoksundu. Önüme dönüp Fırat'tan aldığım cesaretle gözlerimi evimizin salonunu dolduran kalabalıkta gezdirdim. Yerden tavana kadar uzanan camın önündeki iki koltukta altmışlı yaşlarında bir adam ve bir kadın oturuyordu. Adamın Fırat'ın dedesi olan Ömer ağa olduğunu anlamak zor değildi. Gür ve kırlaşmış saçları, göğsüne kadar inen beyaz sakalları, Fırat'ın gözlerini andıran sert, keskin ve kurşuni bakışları olan bu adam ilk bakışta, kelimenin tam anlamıyla, görkemliydi. Yüzündeki derin çizgiler, duruşu, oturuşu, yaşına göre oldukça dik ve dinç görünen fakat uzun boyundan dolayı yaşlılığın kamburlaştırdığı sırtıyla belki de tam bir ağaydı. Sağ elinin yüzük parmağında gümüş bir hac yüzüğü vardı. Yüzüğün taş kısmında bir Türk bayrağı, halkasında ise Osmanlı tuğrası işlemesi bulunuyordu. Bu adamla iyi anlaşma ihtimalimiz olsaydı bunu isteyeceğimi hissettim.

Ömer ağadan gözlerimi çekip Fırat'ın babaannesi olduğunu düşündüğüm kadına döndüm. O sırada Ömer ağa kalın ve doğu şivesinin bariz bir şekilde hissedildiği sesiyle, " sen de hoşgelmişsin nevi," dedi. O an hırıltılı sesinin biraz ürkütücü olduğuna karar verdim.

Az önce gözlerimin üstünde gezindiği siyahlara bürünmüş yaşlı kadının sürmeli gözleriyle beni süzdüğünü hissettim. Sıcak sıcak terlerken üzerimde gezinen gözlerin sadece ona ait olmadığını biliyordum. Evin içinde yaklaşık onbeş yirmi kişi vardı. Kadınların hepsinin gözü üstümdeydi ve gözleri sürmeli bu kadınların genç olanları bindallıyı anımsatan fakat daha sade fistanlar giymişti. Erkekler ise beyaz gömlek üzerine yelekten oluşan takım elbiseleriyle bir aşiret ve kürt ailesi olduklarını her halleriyle gözler önüne seriyordu. Bellerindeki silahlar, erkeklerin bileklerindeki pahallı saatler ve kadınların üstlerindeki göz alıcı ağır ve gösterişli takılar göze çarpıyordu.

O an köşe koltuğun Ömer ağaya yakın olan kısmında oturan Saadettin abiyle göz göze geldim. Bana pek de hoş bakışlar atmıyordu. Gözlerimi kaçırıp önüme döndüm. Ömer ağa elindeki tesbihi çekerken oturduğu yerde iyice arkasına yaslanıp, " nerelerdeydin oğul, bu kız kimdir?" dedi. Cümlesinin sonunda gözleri yüzümde gezinmiş fakat fazla oyalanmadan Fırat'a dönmüştü.

Fırat hiç beklemeden, "Karım," dedi. Kendinden gayet emindi ve evet, ben onun karısıydım.

"Ne?"

Bu soruyu soran ses bir kadına aitti. Sesindeki şaşkınlık ve adını koyamadığım bir şey daha beni rahatsız ederken gözlerim şöminenin önündeki sandalyede oturan, benimle yaşıt gibi görünen, siyah saçlı esmer kızı buldu. Üstündeki zümrüt yeşili, altın sarısı işlemeli, kadife kumaştan oluşan fistanıyla güzel bir kızdı. Kahverengi gözleri benim ve Fırat'ın üzerinde gezinirken bana olan bakışlarında öfke vardı.

"Berfin!"

Kızın yanında, bir etek ve bluzdan oluşan kıyafetiyle uyum içerisinde olan lacivert şalıyla oturan kilolu kadın uyarıcı bir sesle konuşmuştu. Berfin üzerimizdeki öfke, kıskançlık ve acı dolu gözlerini kadına çevirdi.

"Ne Berfin'i ana?! Karım diyor."

"Ya ne diyecekti? Karısıdır," diyen ses arkamızdan geliyordu ve Zehra'ya aitti.

"Zehra!"

Saadettin abi uyarıcı sesi ve sert bakışlarıyla Zehra'ya baktı. Berfin ise dolan gözleriyle bana bakıyordu. Fırat'a karşı bir şeyler hissettiğini anladığımda bundan rahatsızlık duydum. Kimdi bu kız? Bizim evimizde ne işi vardı? Fırat'a karşı bir şeyler hissedecek kadar ne zaman ve nerede vakit geçirmişlerdi?

"Sessiz olun!" diyen Ömer ağaydı. Otoritesini ortaya koyuyordu. Gözleri Fırat'ın gözlerindeydi. "Ne demek jina min Fırat? Benden habersiz nasıl evlenirsin? Hele de bir devkin varken? Çocuk oyuncağıdır bu?"

Bu sefer şaşıran taraf bendim. Gözlerim Fırat'ın yüzünü buldu. Bakışları Ömer ağadaydı. Ona baktığımda bana dönmedi fakat elimi büyük avucunun içinde daha sıkı tuttu. Benim kocamın sözlüsü mü vardı?

" O söz benim ağzımdan çıkmadı Ömer ağa. Bu işin çocuk oyuncağı olup olmadığını kendi kafana göre iş yapmadan önce düşünecektin. "

Dedesi Fırat'ı ondan habersiz mi sözlemişti? Nasıl olurdu ki böyle bir şey?

"Pek ufak durur. Kaç yaşındadır bu kece?"

Babaannenin sert ve hanım ağa görünüşüne nazaran yumuşak ve iç ısıtan sesiyle ona döndüm. Sürmeli siyah gözleri yüzümde sevecen sayılabilecek bir ifadeyle gezinirken çenesindeki, ne olduğunu anlayamadığım, küçük dövme ona ayrı bir hava katıyordu. Gülümsemek istedim ama yapmadım. Çünkü şu an bir ihtimal beni sevme olasılıkları varsa bile kimin torunu olduğumu öğrendiklerinde sanırım benden nefret edeceklerdi. Başımı önüme eğdim.

"Yirmidört yaşında babaanne."

Fırat'ın bu soruya cevap vermesini beklemiyordum. Dedesiyle konuşurken sesinde kendini gösteren sertlik babaannesiyle konuşurken dağılmıştı. Onu sevdiğini düşündüm.

"Pek güzel, maşallah. Wek ave. "

Fırat babaannesinin sözleriyle tuttuğu elimin üstünü okşarken bana dönüp, "öyledir, " dedi. Babaannesi bana kürtçe, su gibi," demişti.

" Wek ave, hemi nene?! Ya ben ne olacağım?! Ben bu yüzüğü aylardır boşuna taşırım parmağımda?"

Berfin oturduğu yerden ayağa kalkmıştı. Havaya kaldırıp herkes görsün diye gösterdiği sol elinin yüzük parmağında bir alyans vardı. Benim yüzüğüm kadar güzel ve anlamlı değildi. Çünkü bu yüzüğü bana Fırat seçip almış ve parmağıma o takmıştı.

"Otur kız yerine, " diyen Berfin'in annesi Ömer ağaya tedirgin bakışlar atıyordu.

"Oturmayacağım ana! Bizi Urfa'dan buraya nişan yapacağız diyerek getirdiler! Ama biz gelin görmeye gelmişiz! Bunu kabul mü edeceğiz baba?!"

Saadettin abinin yanında oturan kırklı yaşlarındaki adam kalın kaşlarının altından Berfin' e sertçe bakıp, " yerini bil Berfin! Babam ne edeceğini bilir! Büyüklerin dururken sana laf söylemek düşmez!" dedi.

Nasıl yani? Berfin Fırat'ın kuzeni miydi?

" Herkes susup otursun! Destur bilin biraz! Büyüğe saygı hiç mi kalmadı sizde?!"

Ömer ağa bu sözleri herkese söylemişti ama gözleri Fırat'daydı.

"Haydar arayıp söylediğinde pek ihtimal vermemiştim oğul ama görüyorum ki doğrudur. Nereden icap etti? Böyle birden, yangından mal kaçırır gibi?"

Fırat'ın kasıldığını hissettim. Sertçe soluduğunda bir şeylere sinirlenmişti. Haydar kimdi? Kafam ortaya atılan her cümleyle allak bullak oluyordu.

"Yoksa...yoksa bu kız...bu kız gebedir?"

Berfin'in hâlâ ayaktayken söylediği bu sözler onca insanın içinde utanmama neden olmuştu. Gözlerim yerdeki beyaz halıda gezinirken şu an yer yarılıp içine girme isteğime karşı koyamıyordum. Nasıl böyle ağzına ne gelirse söyleyebiliyordu? Onu bu evde istemiyordum.

"Berfin!"

Ömer ağa yüksek sesle adını söylediğinde Berfin sessizdi.

"Lafını bil! Otur yerine! Bir daha da tek kelime edersen seni Hikmet'le birlikte Urfa'ya gönderirim, haberin olsun!"

"Ama dede..."

Ömer ağa yüzüklü sağ elini havaya kaldırdığında Berfin susup yerine oturdu.

"Vardır böyle bir şey?"

Ömer ağa her ne kadar Berfin'i sustursa da kendisi de aynı sorunun peşine düşmüştü.

"Yoktur. Gelin gebe değildir."

"Nereden bilirsin ana?"

Berfin'in annesi babaanneye sormuştu bu soruyu.

Babaanne ona dönüp," bilirim, " dedi. " Sen o kıt aklını yormayasan benim bilip bilmediklerime. Ar edepten beri durmaz. Herkesi kendiniz gibi sanmayın."

Babaannenin bu sözleriyle kulaklarıma birkaç gülüşme sesi doldu. Berfin ve annesi bozulan yüz ifadeleriyle önlerine dönmüştü.

"Heja!"

"Buyur ağam," diyen babaanne Ömer ağaya döndü.

"Sen bari durasan."

"Neden durayım ağam? Oğlan karımdır diyor. İstediğimiz oğlanın evlenmesi değildir? Kendi sevip istediğini getirmiyor diye kalkışmadık mı biz bu işe? "

" Öyle olmasına öyledir ama bir söz verdik. Ömer ağa sözünden döner hiç? Bu ağalığa yakışır?"

" Oğlanda bu güzel kıza söz vermiş. Ömer ağaya aldığı gelini geri vermek yakışır?"

" Ben karımı sizin karşısınıza onay almak için çıkarmadım. Öyle olsaydı baştan sorar icazet alırdım. Ne sizin ona buna verdiğiniz söz, ne ağalığınız, ne de benim sevip nikahıma aldığım kızı onaylanıp onaylamamanız umrumda. Sadece bilin diye söylüyorum. Bu kız benim karım. Bu saatten sonra ona söylenilen her lafın bana söylenmiş olduğunu bilin. Ağzınızdan çıkan, çıkacak olan en ufak bir ters, kötü, art niyetli sözün karşılığını misliyle alacağınızı bilin. "

Fırat'ın sert ve baskın bir sesle söylediği bu sözler Heja babaanne dışında kimsenin hoşuna gitmemişti. Heja babaanne ise Fırat'a gözlerinin içini parlatan bir gururla bakıyordu.

"Ona buna, derken bizden bahsedersin Fırat?"

Konuşan Berfin'in babasıydı. Fırat ona dönüp, " yabancısı olduğun kelimeler değil bunlar amca," derken, amcayı hafifçe bastırarak imalı bir şekilde söylemişti. Amcasının yüzü değişirken bozulmuştu.

" Bunları hallettik sanıyordum yeğenim. "

Fırat belli belirsiz başını sallayıp, "hallettik, ama dikkat et hallolunmayacak şeyler yaşanmasın. Karına kızına sahip çık," dedi.

" Eyvallah yeğenim. "

" Hangi ara bu kadar sevdalandın bu kıza oğul? Ata ana saymayacak kadar, dedene, ailene haber vermeyecek kadar ne zaman oldu bu iş? Kimdir, necidir, kimlerdendir bu kız? Diyesin hele?"

Ömer ağanın bu soruları beni iyice gererken tepemizde yanan avizenin sıcaklığını sanki kafamın içinde hissediyordum. Buraya kadar bir şeylerin oluru varsa bile bundan sonrasında önümüz zifiri karanlıktı.

"Araplık vardır bu kecede. Memleketlimi nereden görsem gözünden tanırım. "

Heja babaanne gözlerime bakarken böyle demişti. Evet, dedemin annesi Araptı. Dedem, küçükken gözlerimin annesine benzediğini söylerdi. Ama sanırım birazdan kim olduğumu öğrendiklerinde akraba çıksak bile beni istemeyeceklerdi. Ne olurdu sanki beni sevme ihtimalleri olsaydı? Ne güzel kocaman bir ailem olurdu. Heja babaanneye içim çok ısınmıştı.

Bu sefer kendimi tutamayıp tebessüm ettim. Heja babaanne bana sevecen gözlerle bakmaya devam ederken kınalı elini havaya kaldırıp, " yanıma gel," dedi. Alt dudağımı hafifçe ısırıp Fırat'a baktım. Gözleri beni bulurken tutuğu elimden beni önüne alıp başıyla babaannesinin yanına gitmeme izin verdiğine dair bir işaret yaptı. Elini bırakıp Berfin, annesi ve yanlarındaki sandalyelerde oturan dört kadının daha önünden geçip babaannenin yanına vardım.

Elini öpmem için uzattı. Bekletmeden sıcak ve yumuşak elini tutup öpüp alnıma koydum. Elindeki kına henüz taze yakılmış olmalıydı ki kokusu buram buram burnuma dolmuştu.

"Maşallah, " dedi. Elini öpmek için tuttuğum eli elimi bırakmazken beni oturduğu koltuğun yanına yere çekti. "Gel otur hele bir yamacıma."

Dediğini yapıp dizlerimin üstüne yere çöktüm. Sürmeli gözleri yüzümde gezinirken avuçlarının arasına alıp üstünü okşadığı yüzüklü sağ elimi hâlâ bırakmamıştı. Üstündeki siyah bluz, etek ve şalından yayılan hoş ve insanı yormayan koku sakinleştirici ve huzur vericiydi.

Bir eli önüme dökülen perçemlerimi ve yanağımı severken yüzündeki durgun tebessümle, "mā ismuk?" dedi. Birden bire Arapça olarak adımı sorması garip gelse de yüzümde yerli yerinde duran tebessümle, " Hazan," dedim.

Heja babaanne, "Hazan," diyerek tekrarladı beni. Başımı sallayıp, " Hazan," dedim yine. Herkesin gözü bizim üstümüzdeydi. İçimdeki huzursuzluk ve suçluluk duygusu bu anın keyfini çıkarmama engel olurken devam ettim.

"Hazan Hilâl Türkoğlu. "

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%