Yeni Üyelik
74.
Bölüm

74. Bölüm

@yikim2024

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.

Keyifli okumalar 💜

********
Yanı başında oturduğumuz şöminenin içinde yanan odunların çıtırtıları kulaklarıma doluyordu. Gri bulutlarla kaplı gökyüzünden düşen iri kar taneleri, yerdeki, artık kendilerine özgü şekillerini kaybederek birbirleriyle iç içe geçmiş, beyaz ve pürüzsüz bir çarşafı andıran karla buluşuyordu. Ahşap orta sehpanın üstündeki, Fırat'ın bana hazırladığı kahvaltının yanında, dumanı üstünde tüten çay bu anla çok güzel bir uyum içerisindeydi.

Yerde, şömineden yayılan sıcaklık sırtıma vururken sevdiğim adamın kucağında oturuyordum. Ayaklarım bacaklarının arasında, kalçalarım bir bacağının üzerindeydi. Bir kolumu geniş omzundan boynuna sarmıştım. Gözlerim bahçedeki çam ağacının dallarında uçuşurken sivri yaprakların üzerindeki karları yere düşüren serçelerde geziniyordu. Bu soğuk kış gününde neden daha sıcak yerlere göç etmediklerini düşündüm. Her yer karla kaplı ve bu kadar soğukken yiyecek bulmaları oldukça zordu.

Fırat sırtımdaki elini kahverengi, yumuşacık kazağımın üzerinde aşağı yukarı gezdirirken beni iyice göğsüne çekti. Dudakları alnımı bulup öperken onunla göz teması kurmaktan hayli zamandır kaçınıyordum. Dün gece yaşananlar aklıma geldikçe yüzüm kızarıyordu. Fırat'ın dokunuşları, öpücükleri, kulağıma fısıldadığı o utanç verici sözler ve benim her anlamda sergilediğim davetkâr tavırlar aklıma geldikçe içimde kaçıp bir yerlere saklanma isteği uyanıyordu.

Gece Fırat'la birlikte olduktan sonrası benim için hayal meyaldi. Çok yorulmuştum ve gözlerimi açacak halim bile yoktu. Belli belirsiz Fırat'ın bana duş aldırdığını ve üstümü giydirip beni yatak odamızdan misafir odasına taşıdığını hatırlıyordum. Bir de tüm bunları yaparken bir an olsun beni öpüp koklamayı bırakmadığını.

Sabah uyandığımda yatakta yalnızdım. Öyle bir gecenin sabahına kocamla birlikte uyanmayı isterdim. Fırat'a bunun için kızgındım. Yataktan kalkıp odadan çıktığımda kasıklarımda kol gezinen ağrı hem canımı yakıyor, hem de yürürken beni zorluyordu. Bir elim karnımdayken yatak odamıza girmiştim. Fırat yoktu fakat dağınık, ıslak bir yatak ve birkaç damla kanımın bulaştığı beyaz bir çarşaf vardı. Nedense o manzarayı görünce çok utanmış, kıyafetlerimi alıp üzerimdeki şortlu gecelikten kurtulup hemen alt kata inmiştim. Salonda yanan şömineyi görüp mutfaktan gelen sesleri duyunca Fırat'ın uyandığımda yanımda olmasa bile en azından evde olmasına sevinmiştim.

Mutfağa gittiğimde beni görür görmez, yanıma gelip kucağına almış ve yüzümü öpücüklere boğmuştu. Yavrum, demişti dolu dolu. Gözlerime bakabilmek için hatrı sayılır bir çaba sarf etmişti. Beni sevip durmuş, neredeyse hazırlamayı bitirdiği kahvaltı boyunca kucağından indirmemiş, işini tek eliyle halletmişti. O zamandan bu zamana Fırat'la, günaydın, demek dışında tek bir kelime dahi konuşmamıştım. Tuhaf hissediyordum. Pişman değildim. Sevdiğim adama her şeyimle ait olmak güzeldi. Aramızdaki masumiyet de bozulmamıştı. Fırat bana hâlâ aynı bakıyor, yine çok seviyordu. Hatta bugün daha bir fazla sevip sarmalıyordu. Normalde ortada hiçbir sebep yokken suspus olup onunla konuşmadığımda sinirlenirdi ama şimdi sadece seviyordu.

Fırından sıcak ekmek, simit ve poğaça almıştı bana. Patates kızartmıştı seviyorum diye. Pişi yapmıştı kıpkırmızı ve pofuduk pofuduk. Babaannesinin Urfa'dan dün getirdiği sucuktan sucuklu yumurta yapmıştı. Normlade sucuk sevmezdim ama Fırat doğal sucuk diye çatal çatal yediriyordu. Nar ve üzüm pekmezi, sade Urfa yağı, çiğ inek, koyun ve keçi sütlerinden yapılma peynirler, isot reçeli dedikleri isot biberinden yapılma bir salça, kurut adında şekli çok hoş görünen bir peynir ve kabuklu Urfa fıstığı olmak üzere Heja babaanne bir sürü şey getirmişti. Tüm bunlar şu an kahvaltı soframızı süslüyordu. Mutfaktayken Fırat tüm bunları bana teker teker tanıtıp tattırmıştı. Bir tek astımımdan ötürü isot reçelini yiyememiştim. Çok acı olduğunu söylemişti ama kendi yerken en az bir çilek reçeli yiyormuş kadar rahattı.

"Aç yavrum ağzını."

Fırat'ın elindeki çatalın ucunda bulunan kokusundan dolayı ya keçi ya da koyun peyniri olduğunu düşündüğüm beyaz şeyle yüzüm hafifçe buruştu. Bunu yemek istemiyordum. İnek peyniri neyseydi ama bu peynirler çok fena kokuyorlardı. Bir süredir sessizce yemeye çalışsamda bu çatal sonum olabilirdi.

Yutkunup kendimi geriye çekerken, " istemiyorum, " dedim.

"Hazan," dedi uyarıcı bir sesle.

Yemek yemek istemediğimi düşündüğü için kızıyordu, ama sorun yemek değil bu peynirdi. Yoksa açtım.

"Fırat istemiyorum, " derken cümleme devam edecektim fakat beni biraz daha kendine çekip çatalla arama açtığım mesafeyi kapatırken, " yavrum ilaç içeceksin, yapma böyle, " dedi. O an gözlerim orta sehpanın kenarında üst üste duran ilaç kutularını buldu. Elimdeki yara için doktorun verdiği ilaçlar bir yana Fırat'ın kasıklarımdaki ağrı ve dün gece benim yüzümden...içime boşalmak zorunda kaldığı için aldığı doğum kontrol haplarının kutusu yüzümü göğsüne gömmeme neden oldu.

"Yaa Fıraaat," dedim utançla karışık mızmız bir sesle. Doğum kontrol hapını Bahar'ın yardımıyla aldığını bilmek bu utancımı daha da arttırıyordu. Diğer yandan ise her şeyin ortaya saçıldığı o akşamdan sonra Bahar'la ilk kez bugün, doğum kontrol hapları için konuşması hem trajikomik, hem de aralarındaki buzların erimesi için belki de bir başlangıçtı.

Elindeki çatalı masaya bırakıp kolunu belime sardı. Boynumu kapatan saçlarımı geriye itip yüzünü oraya gömerken, " ne, kurban olduğum, ne?" dedi.

Ona iyice sokulup," utanıyorum, " dedim. Kulağımın altını öptü.

"Farkındayım, " dedi. "Sabahtan beri ne doğru düzgün yüzüme bakıyorsun, ne de konuşuyorsun benimle. Sesine hasret kaldım, gözlerini özledim. " Kokumu derince içine çekti. Bir süre durdu öylece. Sırtımdaki ellerinden biri kasıklarımı bulup kazağımın üzerinden okşadığında gerilip kasıldım. Dudakları yanağımı bulurken beni daha sıkı sardı.

"Şşş, çok ağrıyor mu?"

Ağrım olduğunu ona hiç söylememiştim, fakat yürürken sürekli bir elim istemsizce kasıklarıma gidiyordu ve eminim ki ağrım olduğunu fark etmesi hiç de zor olmamıştı.

Yüzümü göğsünden kaldırıp yanağımı koyarken boynunun altına küçük bir kedi yavrusu gibi kıvrıldım. Yanağımdaki dudakları burnumun üzerinde dururken," biraz," dedim. Elinin sıcaklığı kasıklarıma iyi gelmişti. Şömine de vardı ama hiçbir şey sevdiğim adamın sıcaklığının yerini alamazdı. Çünkü Fırat'ın sıcaklığı koca bir kalp dolusu sevgi demekti. Asla sönmez, kül olmaz, köz olup canımı yakmazdı. Fırat varsa ben üşümezdim.

Burnumun ucunu öpüp saçlarımı severken, " çok sert davrandım sana," dedi sıkıntılı bir sesle. " Daha yavaş olmalıydım. İlk kez dokundum sana, kontrollü olmam gerekiyordu. " Kendine kızdığını hissettim. Aslında onun suçu yoktu. Fırat hep kontrolü elinde tutmaya çalışmıştı ama ben...daha hızlı ve sert olması için ısrar edip durmuştum. Israrlarıma rağmen içimdeki gelgitlerine aynı tempoda devam ettikçe sesime karşı olan zaafını kullanmış, kocam, sevgilim, aşkım, Fırat'ım, kara gözlüm, koca adamım gibi sözlerle onu zorlamıştım. En sonunda da önce ben sonra da o boşalırken kasılıp duran kadınlığım, yaşadığım duygu karmaşası ve kocamla birlikte olmaktan aldığım hazla içimden çıkmasına izin vermemiştim. Vajinamı sıkabildiğim kadar sıkarken eğer Fırat içime boşalmazsa o an tamamlanamayacakmış gibi gelmişti.

Canım yanar diye beni fazla zorlamamış, şu an bile hatırladıkça yüreğimi kıpır kıpır eden erkeksi, kaba ve kalın sesiyle inleye inleye içime boşalmıştı. Sürekli adımı sayıklamış, koca gövdesi boşalmanın verdiği rahatlamayla üzerime yığılıp kalırken birkaç saniyeliğine kendinden geçmişti. Göz göze geldiğimiz ilk an ikimizde kan ter içindeydik. Sevdiğim adamın kara gözlerinde benimle sevişmekten duyduğu hazzı ve aldığı zevki görmek, onu mutlu ettiğimi bilmek çok güzel hissettirmişti.

Yüzümde o an olduğu gibi küçük bir tebessüm belirirken bütün utancımı bir kenara atıp," ama çok güzeldi, " dedim. Kasıldı. Kasıklarımdaki eli çekilip belime sarılırken alnını alnıma dayayıp gözlerime baktı. Kara gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Etli dudaklarının kenarında hafif çarpık, belli belirsiz bir tebessüm vardı. Birkaç saniye gözlerine bakabilsemde bir süre sonra alt dudağımı ısırıp gözlerimi sağa sola kaçırırken başımı önüme eğdim. Bu hareketimle alnım dudaklarına denk gelirken derin bir nefes alıp kendini geri çekti.

Az önce masaya bıraktığı çatalı ve ucundaki peyniri yeniden eline alıp," aç ağzını, " dedi. Aldığım nefesi oflayarak geri verdim.

"Ya istemiyorum..."

"Yavrum..."

Göğsündeki başımı geriye atıp çattığı kaşlarına bakarken," Fırat bu peyniri yemek istemiyorum, " dedim çekingen bir sesle." Kötü...kokuyor. Özür dilerim."

Bir iki saniye gözlerime bakıp, " saçmalama, " dedi. " Söylesene baştan sevmedim diye. "

" Ne bileyim babaannen düşünüp getirmiş, sen de hazırlamışsın o kadar, diyemedim işte. "

Sıkıntıyla içini çekip alnımı öperken, " ah Hazan, ah," dedi. "Ne yapacağız senin bu hallerini? Hı?"

Neyden bahsettiğini tam olarak anlamasamda bazı tahminlerim vardı ve sessiz kaldım. Sevdiğim insanlar söz konusu olduğunda kalplerini kırıp, onları üzecek bir şey söylemekten korkardım. Bu yüzden istemediğim, sevmediğim ya da beni rahatsız eden şeylere, hayır, istemiyorum, demek oldukça zordu. İstanbul'daki deniz meselesi de böyle bir şeydi işte.

Peyniri kendi ağzına atıp elindeki çatalı patates kızartmasına batırdı. Kocamla aynı çataldan yemek yemek bile güzeldi. Ve bu evde birlikte yaptığımız ilk kahvaltıydı bu. İlk kez birlikte olduğumuz günün sabahı ve evimizde ilk kahvaltımız. Her şey bir ilke göre oldukça hoş ve kusursuzdu.

Çataldaki patatesi ağzıma alıp çiğnerken gözlerim yine çam ağacındaki kuşlara takıldı. İstanbul'daki evin etrafında da bir sürü kuş olurdu böyle. Özellikle de sonbaharda. Bir gün bir kuş evi alıp boyamıştım. Balkona asıp içine yem ve su koyduğumu hatırlıyorum. Çok güzel olmuştu, ancak annem kuşlardan rahatsız olup kuş evini, ben evde yokken, çöpe atmıştı.

Hatırladığım bu anıyla hüzünlü bir iç geçirdim. Koca bir gün boyunca İstanbul'da dolanıp durmuş fakat annemin yanına uğramamıştım. İşin aslı aklıma bile gelmemişti. Bu beni kötü bir evlat yapar mıydı? Ya da farkında olmadan tamamen vaz mı geçmiştim annemden? Umarım öyledir.

"Fırat?"

Sırtıma sarılı olan elindeki simit parçasına diğer elindeki çatalla peynir ve vişne reçeli sürerken beni kollarının arasında sıkıştırmıştı.

"Karrrımmm, " dedi birden bire nereden geldiğini anlayamadığım coşkulu bir sesle. Bir anlığına afallarken gözlerim yüzünü buldu. Göz göze geldik. Eğilip dudaklarımı öperken burnunu burnuma sürttü. Dudaklarında en ufak bir hareketlilik yoktu fakat gözlerinin içi gülüyordu. Fırat'ı...nasıl desem...ilk defa bu kadar keyifli görüyordum. Gece yatak odamızdan misafir odasına geçip yattığımızda da ilk kez bana sarılıp iki üç saatten fazla uyumuştu. Ara ara uyanıp baş ucumuzdaki saate baktığımda fark etmiştim bunu.

Bu hâli güzeldi.

Elindeki simiti dudaklarıma doğru uzatıp, " aç bakayım ağzını, " dedi.

Büyük simit parçasına bakıp, " hepsini tek seferde yiyemem, " dedim.

Sırtıma sarılı olan koluyla beni iyice sıkıp kendine yaslarken, " yersin, aç ağzını, " dedi.

Dudaklarımı büzüp gözlerine baktım.

"Fırat..." dediğimde, "canımın yarısı, " dedi sözümü keserek. O an gözlerine bakakaldım. Neden bilmiyordum ama birden bire içim kaynamıştı ona karşı. Kucağımdaki sargılı elimi boynuna sarıp kucağında yükseldim. Dudaklarımı tıraş olmaktan pürüzlü bir hâl alan yanağına bastırdım. Yüzümü boynuna gömüp kokusunu içime çekerken, " iyi ki varsın, " dedim düşünmeden. Bu kelimeler dudaklarımdan dökülmeden önce benim bile haberim yoktu dilimdeki varlıklarından.

Kolları kucağında küçücük kalan bedenimi sımsıkı sararken saçlarımda derin bir nefes alıp kokumu soludu.

"Sen de iyi ki varsın yavrum, " dedi. "İyi ki benimsin, iyi ki o gün o telefonda sesini duyup tutuldum sana, iyi ki geldin bu şehre, iyi ki sevdin benim gibi bir adamı, alıp verdiğin her nefese iyi ki Hazan. "

Hep böyle yapıyordu. Ben ona bir adım atıyordum, o bana koşarak geliyordu. Bir iltifat ediyor, tek bir sevgi sözcüğü söylüyordum ve onlarcasına boğuluyordum. Olan biten onca şeyden sonra benim için hâlâ " iyi ki" diyebilmesi güzeldi. Kardeşinin katilinin torunu olmam, onlarla aynı kanı taşımam ve sadece Hazan olarak, tüm bunları bilmeden, ona yaşattıklarım belki de bir başkası olsa asla kabul edilip affedilecek şeyler değildi. Ama Fırat seviyordu beni. Her ne olursa olsun, ne yaparsam yapayım bırakmıyordu. Dün nasıl da benim için dedesini ve aşiretini karşısına almıştı. Onları tek kalemde silmeye hazırdı.

O benim için kendi intikamından vazgeçmişti. Ve ben şimdiye kadar Fırat için bunun üstüne çıkabilecek hiçbir fedakarlıkta bulunmamıştım. Kocam da olsa kimseye borçlu kalamazdım. Mahsun Türkoğlu ve Dicle'nin ölümüne karışan herkes bu saatten sonra ya ölü ya da hapisteydi. Tek sorun şu an bundan haberleri olmamasıydı. Dostluğum konusunda garanti veremezdim ama düşmanlığım çok can alır, çok can yakardı.

Ali'den sonra bu vatana bir borcum daha vardı artık. Oğuz meselesine de bakacaktım. Eğer VASÖ haklıysa, ki sanmıyordum, o da bir şeylerin bedelini öderdi.

Boynunu öpüp geri çekildim. Yüz yüze geldiğimizde Fırat alnımı öptü. Masaya bıraktığı simiti alıp yeniden dudaklarıma uzattı. Isırdım. Geriye küçük bir parçası kalırken Fırat elinde kalan küçük parçayı kendi yedi. Sonra peçeteyle bir tane pişi alıp bana uzattı. Pişiyi elinden aldım. O da çayını içti.

"Bir şey söyleyecektin az önce. Söyle bakalım, ne istiyormuş benim..." duraksayıp elindeki bardağı masaya bırakırken gözlerime baktı. "Küçük kadınım?" dedi.

Söylediği bu şey utanmama neden olurken gözlerimi kaçırıp ağzımdaki simiti yuttum. Boynuna sarılı olan kolumu çekip sargılı elimdeki pişiden küçük bir parça böldüğümde Fırat yanağımı öptü. Öyle sıkı ve sulu bir şekilde öpmüştü ki başım sarsılmıştı. Öpücüğün etkisiyle kapattığım gözlerimi aralarken böldüğüm parçayı ağzıma attım.

Fırat bu sefer de boynumu kokumu içine çekerek sesli bir şekilde öpüp geri çekilirken, " oh," demişti. Yanağını yanağıma yaslayıp beni kollarının arasında sımsıkı sarıp sarmaladı.

"Nereden anladın bir şey isteyeceğimi?" diye sordum çayıma uzanırken. Fırat benden önce bardağı alıp dudaklarımın önüne getirdi. Çaydan bir yudum aldığımda, " anlarım ben, söyle hadi ne istiyorsan, " dedi.

Gözlerimi camdan dışarıya çevirip," kuş sever misin?" dedim. Konuya nereden başlayacağımı bilememiştim. Ve kuş sevip sevmemesi önemliydi. Elindeki bardağı masaya bırakıp," nereden çıktı şimdi bu?" diye sordu ciddi ve sorgulayıcı bir hâl alan sesiyle.

Pişiden bir parça daha bölüp yerken, " merak ettim, " dedim. Burnunu yanağıma sürtüp tenimi koklarken, " sen seviyorsan ben de seviyorumdur, " dedi. Kaşlarım hafifçe çatılırken ona döndüm. Burun buruna gelmiştik. Dudaklarımı öpecekken geri çekildim. Kaşları çatıldı.

"Ne demek bu?" dedim. " Ben olmasam sevmeyecek misin yani?"

"Hazan daha önce kuş sevip sevmediğimi düşünmedim. Ama sen seviyorsan ve benden isteyeceğin şey bununla ilgiliyse sorun yok. Seni seviyorum, senin sevdiğin şeyleri de severim. İste ne isteyeceksen. "

Dudaklarımı büzüp yüzlerimizin arasına açtığım mesafeyi geri kapatıp kocamın dudaklarını öptüm. Gözlerine bakıp, " kuş evi istiyorum, " dedim. "Ama bir sürü. Bahçede çok kuş var Fırat. Evin etrafına asıp içine yem ve su koyarız. Bir gökyüzü dolusu kuşumuz olur." Kara gözleri gözlerimde gezinirken öylece beni dinliyordu. Alt dudağımı ısırıp, " olur mu?" diye sordum. Bir süre sessiz kalıp beni izlemeye devam ettiğinde kabul etmeyeceğini düşündüm. Yüzüm yavaş yavaş asılırken, " lütfen, " dedim. " Fırat'ım nolur?"

Belli belirsiz gülümserken beni göğsüne çekip bastırdı. Saçlarımı öpüp, "alırız," dedi.

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten."

"Teşekkür ederim. "

"Rica ederiz," dedi. Kollarını gevşetip göğsünden ayrılmama izin verdi. " Ye hadi yemeğini. "

Yüzümdeki gülümsemeyle elimdeki pişiyi ısırdım. Fırat da ağzına bir tane zeytin atmıştı. Üzerindeki lacivert tişörtün açıkta bıraktığı esmere çalan buğday teninde, kaslı ve damarlı kollarında gözlerimi gezdirdim. Bileğindeki taba rengi deri kayışı olan saat 09.34'ü gösteriyordu. Ben uyanalı neredeyse bir saat olmuştu. Kim bilir Fırat kaçta uyanmıştı?

"Fırat?"

Masadan aldığı çay bardağını dudaklarına götürürken duraksadı. Gözleri beni bulurken, " yavrum," dedi.

"Ne zaman uyandın?"

Çayından bir yudum alıp bardağı masaya geri koydu.

"Altı gibi."

"Niye o kadar erken uyandın ki? "

Eline aldığı çatalı sucuğa batırıp bana uzattı. İtiraz etmeden yedim.

" Şükür namazı kıldım senin için, " dediğinde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.

"Ne? Neden?"

"Adağım vardı," dedi. " Operasyondan bir hayırlısıyla döneyim, bir öküzle bir de koyun keseceğim sana."

Aklım karışmıştı. Benim için bu kadar şey adaması hem kendimi değerli hissetmeme neden olmuştu, hem de keseceği hayvanlar için üzülmüştüm. Ama artık adağından geri dönemeyeceğini biliyordum. Öte yandan ise Fırat'ın beni ne kadar uzak bir ihtimal olarak gördüğünü anlamıştım. Onun için bir zamanlar o kadar imkansızdım ki benim için adaklar adamıştı. Fakat anlamadığım tüm bunları bana neden şimdiye kadar söylemediğiydi. Haftalardır onun sevgilisi, günlerdir de karısıydım. Dileği neden bugün gerçekleşmişti?

" Bütün bunları...benimle birlikte olmak için mi adadın?"

Başını salladı. Gözlerime oldukça derin bakan gözleri içime işliyordu.

" Bu evi üç yıl önce yaptım buraya," dedi. " Aklımda sadece sen vardın. İçini sen bu şehre geldiğin ilk gün döşemeye başladım, aklımda yine bir tek sen vardın. Yatak odasındaki eşyaları seninle ilk birlikte uyuduğumuz günün ertesi günü aldım. Aklımda, kalbimde sen; üstümde, burnumda kokun, gözümün önünde yüzün vardı. Dün en çok gideceğinden korktuğum an da yanımda kalmayı seçtin Hazan. Benim oldun. "

Duraksayıp yüzünü boynuma gömdü.

" İçine aldın beni. Ölürüm sandım lan. Kafayı yedim adımı her sayıkladığında. Ben hayatım boyunca öyle güzel bir an yaşamadım. Bana her, kocam, dediğinde dağıldım. Sen benim rabbimden istediğim tek şey, kabul olan tek duamsın."

Boynumu öpüp geri çekildi. Alnını alnıma dayayıp gözlerime bakarken," kurban da olurum, kurban da veririm senin için," dedi.

Elimdeki pişiyi masaya bırakıp kollarımı boynuna sardım. Yüzümü boynuna gömüp ona sokuldukça sokuldum. Dolan gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim. Neden bu kadar çok seviyordu ki beni? Ben bu sevginin karşılığını nasıl verecektim?

"Şşş, Hazan," dedi uyarıcı bir sesle.

"Ne?"

"Doldurma gözlerini. Sakın ağlayayım deme. " Belimi tutup beni kendinden ayırmaya çalışırken, " bak bana," dedi. Boynuna sardığım kollarımı sıkılaştırıp bırakmadım onu.

"İstemiyorum. "

Derin bir nefes alıp, " bebeğim yapma," dedi. "Üzme beni hadi. "

"Ağlamıyorum ki. Üzülme. Gözlerim doldu sadece."

Yanağımı öpüp, " dolmasın," dedi. " Kurban olurum o güzel gözlerine. "

"Ama sen çok seviyorsun beni."

"Seviyorum, ölüyorum, deli oluyorum sana."

"Ben de seni çok seviyorum. "

"Biliyorum yavrum, " dedi dudakları boynumu bulurken. " Hadi doyur karnını, ilaçlarını içireyim sana. "

Kokusunu bir kez daha içime çekip boynunu sıkıca öptüm. Sonra sözünü dinleyip ondan ayrıldım. Masaya bıraktığım pişiyi alıp ısırırken Fırat beni izliyordu. Yüzüme yaklaşıp gözümün kenarını öptü. Kazağımın üzerinden yüzünü omzuma gömüp kokumu içine çekti.

Başımı başına yasladığımda ilk defa huzuru bu kadar derinden hissettim. Mevsimlerin önemi yoktu. Nerede yaşadığının da öyle. Eğer bazen bazı anlar için bile olsa azıcık bencil olabiliyorsan biri tarafından böylesine büyük ve sonsuz bir sevgiyle seviliyorken hayat o kadar da çekilmez değildi. Fırat'la bu anın içinde iki normal insan ve birbirini çok seven bir çifttik.

İçim dışarıda palan palan yağan kara nazaran Fırat'ın varlığıyla sıcacık olurken istemsizce gülümsedim.

O sırada üzerinde oturduğumuz büyük minderin yanında yerde duran telefon çalmaya başladı. Fırat benden ayrılmadan telefonu eline aldı. Gözlerim ekrana kaydığında Halit albayın aradığını gördüm. Fırat telefonu açmadan omzumdan ayrılıp oturduğu yerde dikleşirken kendine çeki düzen verdi. Telefonu açıp," Emredin komutanım, " dediğinde gözlerimi yüzünde gezdiriyordum.

"Neredesin evlat?"

"Silopi'deyim komutanım. Bir sorun mu var?"

"Olabileceğin en kısa sürede askeriyede ol. Seninle timinle ilgili konuşmam gereken şeyler var."

"Emredersiniz komutanım. "

Telefon kapandığında Fırat'ın yüzü ciddi, biraz sinirli ve bir parça da düşünceli bir hâl almıştı. Bu halinin albayın sesindeki sert ve gergin tınıdan kaynaklandığını biliyordum. Belliki bir sorun vardı. Bir şey sormakla sormamak arasında kalırken önüme dönüp masadaki çatalı aldım. Patates kızartmasına batırıp ağzıma atarken sessiz kalmayı tercih etmiştim.

Alıp verdiği sıkıntılı nefesle gözlerim yeniden onu buldu. Pencereye bakıyordu. Yağan karı izlediğini düşünmedim ama sanki kuşlara bakıyordu. Yinede emindim ki onları da izlemiyordu. Güzel olan şeylerle arası kötüydü Fırat'ın. Öbür türlü otuz yaşına gelmiş bir insan nasıl hiç kuş sevip sevmediğini düşünmezdi ki?

Her ne kadar sessiz kalmayı seçmiş olsam da," gidecek misin?" diye sordum. Sesimi duyar duymaz bana döndü. Karanlık bulutlar göz göze geldiğimiz an gözlerinden dağılırken," gideceğim, " dedi. " Çok boşladım timi. İyice dağıldık."

Yüzüm asılırken, " benim yüzümden oldu," dedim. " Sürekli benimle ilgilenmekten onlara vakit ayıramadın."

"Saçmalama, " dedi ters bir sesle.

" Saçmalamıyorum, öyle. Sürekli yanımdasın. Hayatında bir tek ben varmışım gibi davranıyorsun. Askeriye, tim, Canan teyze, Bahar, Saadettin abi, dedenler..."

"Hazan yeter. Naptığımı biliyorum. Böyle olması gerekiyor ki böyle davranıyorum. "

"Hayır, böyle olması gerekmiyor. Ben..."

" Sen benim karımsın. Tek önceliğimsin. Yine başlama, ben kendi başımın çaresine kendim bakabilirim, diye. O başın bağlı artık senin. "

Biraz sinirlenmişti ve ben gerçekten de sürekli yanımda olmasına gerek olmadığını, kendi başımın çaresine kendim bakabileceğimi söyleyecektim. Fırat'la bu konuda hiçbir ilerleme kaydedemiyorduk. Kaldı ki başın bağlı ne demekti? Ne yani karısı oldum diye yuları boynuma bağlayıp ucunu da onun eline mi vermiştim? Neydim ben? Bağlı tutulması gereken saldırgan bir köpek mi?

Çatık kaşlarımla gözlerine bakarken," ne demek bu?" diye sordum. " Ne olmuş başım bağlıysa? Sen..."

Dudaklarıma kapandı. Peş peşe sert bir şekilde öperken alt dudağımı ısırmıştı.

"Ah!"

Kendimi geri çekip dudaklarımızı ayırmaya çalışırken Fırat beni kollarında iyice sıkıştırdı. Birkaç kez daha öpüp ısırdığı dudaklarımı serbest bırakıp alnını alnıma dayadı.

"Sakın!" dedi uyarıcı sert sesiyle. " Hazan sakın bir daha bana öyle bakma. Bak aynı bakışı iki gün önce de gördüm gözlerinde. Sonra köpek möpek diye başladın, her şey sikik bir hâl aldı. Zor toparladık. Yapma. Dün geceden sonra bari yapma."

Haklıydı. Bilmiyordum. Sadece çok sıkılmıştım Fırat da dahil herkesin üzerimde baskınlık kurmak için verdiği savaşın mağlubu olarak görülmekten. Ben yine eski güçlü Hazan, babamın kızı, savaşçı Asena olmak istiyordum. Bazen umut dolu Hilal, bazen güçsüz, sevgiye muhtaç Hazan da olsam olurdu ama oyken bile kendimi kimseye ezdirmek istemiyordum. Bu yüzden de üzerimde en ufak bir üstünlük belirtisi gösterme olasılığı olan bir cümle duyup bir hareket gördüğümde tehlikeyi hisseden bir kirpi, belki de Fırat'ın deyimiyle bir gül misali dikenlerim sivriliyordu. Fakat bunu en azından Fırat'a karşı yapmamayı öğrenmeliydim.

"Özür dilerim, " dedim usulca.

Gözlerini kapatıp açarken yutkundu.

"Dileme," dedi. " Yapma sadece şöyle."

"Tamam Fırat'ım," dedim gülümseyerek tatlı bir sesle.

Gözleri gülüşümde gezinirken derin bir nefesi alıp verdi. Alnını alnımdan ayırıp bileğindeki saate baktı. Saat on olmak üzereydi. Fırat'ın gitmesini istemediğimi biliyordum, ama gitmesi gerekiyordu. İşiyle ve timiyle ilgilenmeliydi. Bugünü saymazsak son iki gün kalmıştı sınıra gitmesine. Son iki gün...ne kadar kısa ve içime koca bir hüzün verecek kadar yeterli bir zamandı. Peki ben ne yapıyordum? Saçma sapan tartışmalar çıkartıyordum. Sanki Fırat beni hayatındaki diğer insanların gerisine koysa daha mutlu olacaktım. Bazen kendimi anlamakta o kadar zorlanıyordum ki bu kendimle aramdaki en büyük sorundu.

Elimdeki pişiyi masaya bırakıp bir peçete aldım. Parmaklarımı silerken kulağımın altına kondurulan öpücük beklenmedikti. Fırat burnunu saçlarımın arasında gezdirirken," asma yüzünü, " dedi. "Sorun değil. Oku canıma, ama beni olmadığım bir adam yerine koyma. Benim tek derdim seni korumak. "

"Nasıl bir adamsın ki sen?" dedim. Az önce de bana, iyi ki sevdin benim gibi bir adamı, demişti. Kimdi Fırat? Dün gece bizi sonsuza dek birbirimize bağlayacak olan şey de olmuştu ve ben hâlâ Fırat'ı doğru düzgün tanımıyordum.

Bir müddet sessiz kalıp, " sana çok aşık bir adamım," dedi. Yine konuyu kapatıyordu. Ablasının nasıl öldüğünü de anlatmamıştı. Her ne kadar bu durum hoşuma gitmese de, son iki gün, diye bir hatırlatma yaptım kendime. Son iki gün...kavga etmek istemiyordum.

"Peki," dedim elimdeki peçeteyi masaya bırakıp ilaçlarıma uzanırken. Fırat'ın belime sarılı olan kolları buna engel olmuştu.

"Biraz daha ye Hazan," dedi.

"İstemiyorum, doydum. Zaten mutfakta kahvaltıyı hazırlarken de sürekli bir şeyler yedirip durdun bana."

"Aç kalma diye uğraşıyorum," dedi. Dudakları yanağıma sürtünüyordu. "Sana kalsa bir iki lokmayla geçireceksin günü. "

"Sana kalırsa da yüz kilo olacağım ama."

Belimdeki ellerinden biri bol paça siyah pantolonumun içine soktuğum kahverengi boğazlı kazağımın eteklerini buldu. Kazağımı pantolonun içinden çıkarıp atletimi sıyırırken göbeğimi açtı. Kolunu bacaklarımın altından geçirip beni kucağında yükseltti. Kollarımı," ya Fıraat," derken boynuna sardım. Dudakları göbeğimi bulup öpücüklere boğarken," ol," dedi. " İstersen bin kilo ol lan! Her halinle severim ben seni. "

"İndir beni. Fırat ağrım var, bırak. "

Ağrım olduğunu söylediğimde yüzü sıkıntılı bir hâl alırken beni yavaşça kucağına bıraktı. Alnımı öpüp ilaçları aldı. Ağrı kesicinin kutusunu açarken bir elim kasıklarıma gitmişti. Bunu fark ettiğinde ilacı masaya bırakıp elini elimin üstüne koydu. Sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verdi. Beni iyice göğsüne çekip bastırırken, " çok zorladın beni, " dedi. Kızgındı. " Hadi Fırat'ım, nolur sevgilim, daha sert kocam, diye diye sikip attın bütün irademi. Azdırdıkça azdırdın beni. İyi mi oldu böyle? "

"Ben şikayetçi değilim, " dedim. O an da, şimdi de mutluydum. Hatta şu an bu kadar ağrım olmasa yine isterdim. Çok seviyordum çünkü kocamı.

Daha sıkı sardı beni. Yanağımı öpüp, " ölürüm lan sana," dedi. Göğsüne sokulup kokusunu soludum. Elini elimin üstünden çekip ağrı kesiciyi kutusundan çıkardı. Bir hap alıp dudaklarıma uzattı. İlacı ağzıma alıp Fırat'ın masadan aldığı bardaktaki suyla birlikte yuttum. Doğum kontrol hapını da içtiğimde aklımda bir soru vardı. Fırat...çocuk istemiyor muydu? Sabahın köründe evden çıkıp, Bahar'ı arayarak bu hapları böyle alelacele alması istemediğini gösteriyordu. Ben de çocuk, en azından şimdilik, istemiyordum ama kalbimde bir yerin kırılmasına da engel olamamıştım.

Diğer ilaçları da içmiştim. Fırat çenemi tutup sudan dolayı ıslanan dudaklarımı öpüp emerek kokumu içine çekti. Gözlerime bakıp, " ben gelene kadar çıkma yataktan," dedi. "Yat uyu, film izle. Akşam restorantın açılışı var. Oraya götüreceğim seni, tamam?"

Başımı sallayıp, "tamam, " dedim. VASÖ'den haber gelene kadar yapacak bir işim yoktu. Sadece Yaren Kodan'ın verdiği kodu bilgisayara girip onunla iletişime geçmem gerekiyordu. Bunu da üst kattaki çalışma odasında bulunan masa üstü bilgisayarda yapmayı düşünüyordum. Fırat evde yokken bu işi halledebilirdim. Lâkin bunu düşünür düşünmez kendimi Fırat'ın arkasından iş çevirmek için plan kuruyormuşum gibi hissetmiştim. İstanbul'daki otelde her ne olursa olsun yanımda olacağına dair söz vermişti bana. Bu işte yanımda olacaktı. O yüzden bu kod meselesini ona söylemeye karar verdim.

Fırat kucağında benimle birlikte yerden kalkarken telefonunu aldı. Boynumu öpüp üst katın merdivenlerine yönelirken," misafir odasına bırakacağım seni," dedi. " Bilgisayarı yanına getiririm. Başka bir şey istiyor musun?"

Gözlerim çoğu yenmemiş olan kahvaltı masasında gezinirken,"burayı böyle mi bırakacağız?" dedim. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp misafir odasına girdi.

"Çıkmadan önce toplarım, " dedi.

Beni yatağa bıraktı.

"Niye getirdin ki beni buraya? Yardım ederdim sana."

Ellerini yatağa dayayıp üzerime doğru eğildi. Yanağımı öpüp, " gerek yok. Ben hallederim," dedi. Gözleri yüzümde gezinirken kollarımı boynuna sardım. Dizlerimin üzerinde doğrulup ona sarıldım. Kolları belime dolanırken beni kendine çekip ensemi öptü.

"Noldu?"

"Sana bir şey söylemem lazım. "

Beni kucağıma alıp yatağa oturdu. Çatık kaşları ve ciddi yüz ifadesiyle yüzümü taradı.

"Bakma öyle, " dedim. " Kötü bir şey değil. Sadece bilmen gerektiğini düşündüğüm ufacık bir bilgi. "

"Söyle, " dedi. Ama yüz ifadesi hâlâ gergin, bakışları ise sorgulayıcıydı.

"Yaren Kodan, " dedim. Devam etmeme izin vermeden karanlık bir hal alan gözleriyle," elini kesen kadın," dedi. Sesi sertti.

"Evet, o. Bana bir kâğıt vermişti. İçinde bir kod yazılıydı. Sanırım onunla iletişime geçmem için bir bilgiayar uygulaması geliştirmiş. Bugün onunla iletişime geçeceğim. "

"Hayır," dedi.

"İzin istemiyorum Fırat. Bilgilendiriyorum sadece. Ayrıca yanımda olacağına dair söz vermiştin. Yine bana engel olmaya çalışıyorsun. "

"İki gün sonra gidiyorum," dedi. "Nasıl olayım yanında? Tamam, peşine adam takacağım, seni savunmasız bırakmayacağım ama bu mesele başka. Yavrum yapma. VASÖ'den haber gelmesini bekle. Söyle onlara, bırak onlar ilgilensin. Başını belaya sokma. Kendi işini yap."

"Yapamam, " dedim. Sesim kızgın ve kararlıydı. Söz vermişti bana. Şimdi yan mı çiziyordu? Bordo sözü, demişti, hepsi beni tuvaletten çıkarmak için miydi? " O bana güvendi. Ben de sana güvendim ama sen kandırdın beni. Söz vermiştin Fırat. Beni tuvaletten çıkarmak için yalan mı söyledin?"

"Hayır, saçmalama. Tamam...eyvallah çok yalan söyledim sana ama o bunlardan biri değil. Hazan zarar görmenden korkuyorum, biliyorsun. Büyük ya da küçük fark etmez. Saçının teli düşse benim içim yanar. Her an, her saniye yanında olabileceğim bir işim olsa neyse ama kelle koltukta yaşıyorum ben..." duraksadı. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. Sıkıntılı bir ifadeye bürünen yüzüyle gözlerini kapatıp sarıldı bana. Boynumu koklarken, " zarar görme," dedi. "Ne yaparsan yap ama zarar görme Hazan."

Saçlarını seviyordum. Ne düşünüp ne hissettiğini biliyordum. O da benim gibi birlikte geçirebileceğimiz zamanın sayılı olmasından korkuyordu. Bensiz kalmaktan, bir gün, bir sabah ansızın benim olmadığım bir dünyaya uyanmaktan ödü kopuyordu. Sanıyordu ki tüm bunlar beni korkutmuyor, aklıma dahi gelmiyordu. Halbuki ben hep bu ihtimalle yaşıyordum. Ben burada belki ölürdüm, ama o ölmeye gidiyordu.

Ensesini öptüm.

"Nasıl hissettiğini biliyorum, " dedim. " Ben de aynı şeyleri düşünüp hissediyorum. Fırat ben dün gece bu yüzden senin oldum. Belki bir daha...olamayız, bu son şansımızdır diye. "

"Yavrum..."

"Dinle. Sorun ben değilim. Bu ilişkideki ölümün gölgesi ben alelade bir iş yapıyor olsamda hep orada, durduğu yerde duracak. Ben burada tehlikedeyim belki ama sen azrailin can almak için beklediği yerlere gideceksin. Bir haftadır, gideceğini duyduğumdan beri geri sayım yapıyorum. Günler azaldıkça içimdeki korku artıyor. Yaren bana zarar vermez, ama o teröristlerin tek amacı bu. Ben sana gitme demem. Diyemem. Bir gün...seni beklerken al sancağa sarılı tabutun gelse buna öfke duymam. Duyacağım tek şey gurur olur. Aynı şey için savaşıyoruz. Mesele Yaren gibi görünüyor ama değil. Aslı'ya ulaşırsam TKÖ'yle ilgili birçok bilgiye de ulaşırım. Sen bana şehit olmayacağının garantisini veremezsin. Tek söyleyebileceğin bana gelmek için elinden geleni yapacağın olur. Ben de sen geldiğinde hâlâ burada, bıraktığın yerde olmak için elimden geleni yapacağım. Çünkü çok seviyorum seni. Beni bu hayata bağlayan tek şeydi Ali'den alacağım intikam. Ama ben ondan bile vazgeçtim çünkü sen varsın. Ve benim yaşamak için o intikamın ateşine ihtiyacım yok. Seninle yaşamak, yaşlanmak istiyorum. Şırnak da yazlar nasıl görmek istiyorum. Sadece bir kere oldu ama seninle daha çok birlikte olmak istiyorum. Hazan'a güvenme ama Asena'ya güven Fırat. Ölüm için bile kolay lokma değilimdir. "

Derin bir nefes alıp yüzünü boynumdan kaldırdı. Gözleri gözlerimi buldu.

" Biliyorum, " dedi. "Bıraksam dünyayı yakar, burnun kanamadan o ateşin içinden çıkarsın. O ateş parçası gözlerine her baktığımda görüyorum o dişi kurdu ben. Ama çok küçüksün, kıyamıyorum. Ve bunun bir çözümü yok. "

Alnını alnıma dayadı.

"Bir gün Hazan...tek bir gün bir görsen kendini benim gözümden dersin bu adam nasıl kafayı yemiyor benim aşkımdan? Elimden başka türlüsü gelmiyor be yavrum. Çok seviyorum."

Gülümsedim.

"Görmüyor muyum sanıyorsun? " Yüzünü ellerimin arasına aldım. Tenini usul usul sevdiğimde gözlerini kapattı. "Görüyorum Fırat. Keşke sen de kendini benim gözümden görebilsen. O zaman anlardın bizim için kendimi her ne olursa olsun koruyacağımı. Çünkü ben de senden ayrı kalmak istemiyorum. O kadar alıştım ki sıcaklığına kucağından indiğim an üşüyorum. Sen bana kızgın olunca yapamıyorum. Hemen asileşiyorum. Çok seviyorum kara gözlerini. Bana öfkeli ya da kırgın olduğunda kaldıramıyorum. Elimde olsa hiç çıkmam koynundan. Sen yokken bu koca evde tek başıma nasıl yapacağım, sensiz nasıl uyuyacağım bilmiyorum. Fırat...Fırat'ım seni çok seviyorum. "

Gözlerini açtı. Yüzü ciddi ve düşünceli bir hâl almıştı. Sıkıntıyla iç geçirdi. Bedenime sardığı kolları sıkılaşırken burnum boynuna değiyordu. Alnımı çenesine dayadım. Bir eli saçlarımı buldu. Boynunu öptüm. Ona mümkünü varmış gibi sokuldukça sokuldum. Dudaklarımı teninden ayırmadan kokusunu içime çektim. Uzun ve kıvrımlı kirpiklerim boynuna sürtünürken gözlerimi kapattım.

"Kocaaaammm," dedim. Söylediğim şeylerin onu düşündürdüğünü biliyordum. O burada yokken bu evde tek kalacak olmamdan hoşlanmamıştı. Eminim bunu daha önce de düşünmüştü ama benden duymak canını, belli ki, bir hayli sıkmıştı. Onu özleyeceğimi duymak, onsuz uyuyamayacağımı bilmek hoşuna gider diye düşünmüştüm, ancak koca gövdesi bunu dillendirdiğim an kaskatı kesilmişti. Keşle söylemeseydim. Fırat benim hislerimi, benden daha çok önemsiyordu. Sınıra gittiğinde aklı hepten bende kalacaktı şimdi.

"Fırat...şey...ben..." Oturduğu yerden benimle birlikte ayağa kalkıp odadan çıkarak merdivenlere yöneldiğinde susmak zorunda kalmıştım. Merdivenleri inerken," Fırat nereye?" diye sordum.

"Masayı toplayacağım. Ben gidene kadar gözümün önünde ol," dedi durgun bir sesle.

Sıkıntıyla içimi çekerken, " tamam," dedim.

Emindim ki bu saatten sonra operasyona gidene kadar fırsatını bulduğu her an bana onsuz tek bir saniye dahi nefes aldırmayacaktı. Ben de bu durumdan asla şikayetçi olmayacaktım.

********

Elimdeki beyaz kupa bardağın içindeki sıcak bitter çikolatadan bir yudum aldım. Acıydı. Dudaklarıma bulaşan çikolatayı dilimle temizlerken bardağı masaya bıraktım. Fırat yaklaşık on dakika önce askeriyeye gitmek üzere evden ayrılmıştı. Ben de kendime bir bardak dolusu sıcak çikolata yapıp çalışma odasına çıkmıştım. Yaren'in verdiği kodun yazılı olduğu kâğıdı kaybettiğimi de o an fark etmiştim. Neyse ki fotografik hafızam sayesinde kâğıtta yazanları hâlâ hatırlıyordum. Fakat hatırladığım sayıları kâğıda yazdığımda her rakamın bir harfe denk geldiğini ve bunun bir kod değil sayılarla şifrelenen bir adres olduğunu gördüm. İnternetten adresin konumunu araştırdığımda pek güvenli ve tekin bir yer olmadığını anlamam pek zor olmamıştı.

Adres Silopi'nin Irak sınırına oldukça yakın bir köyü gösteriyordu. VASÖ'nün bizi yardım dağıtmak için yolladığı Ovaköy köyünün birkaç kilometre gerisinde bulunan Başverimli köyü yolu üzerinde eski bir benzin istasyonu civarında derme çatma bir sağlık ocağı vardı. Ve sanırım Yaren Kodan'ın gelmemi istediği yer burasıydı. Irak'a çok yakın olduğu için terk edilmiş onlarca mahalle ve ev bulunuyordu. Issız bir yere benziyordu.

En kısa zamanda Yaren'le görüşmem gerekiyordu. Bu yüzden bugün Fırat'a verdiğim evde kalma sözünü tutamayacaktım. Sağlık ocağına gittiğimde Yaren'i orada bulup bulamayacağım meçhuldü. Ancak biliyordum ki orada bana en azından bir not bırakmış olacaktı.

Oturduğum yerden kalkıp yatak odasına geçtim. Üzerimdekileri çıkartıp soluk mavi bir sweet, buz mavisi bol paça bir kot ve bebek mavisi kabanımı giydim. Ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı geçirip telefonumu, kulaklığımı ve astım spreyimi beyaz kol çantamın içine doldurup evden çıkmak üzere alt kata indim. Kapının yanındaki konsolun üzerinden arabamın ve evin anahtarlarını alıp çıktım.

Rüzgâr esiyordu. Kar yağışı hız kesmeden sabah ki gibi devam ediyordu. Bahçe kapısına doğru ilerledim. Şifreyi girip kapıyı açtım. Arabaya binip motoru çalıştırırken Fırat'ı aramak aklımdaydı.

Gürültüyle çalışan motorun ısınmasını beklerken telefonu çantadan çıkartıp telefon tutacağına taktım. Telefonu aracın hoparlör sistemine bağlayıp bahçeden çıkmak için gaza basıp direksiyonu çevirdim. Aracı bahçeden çıkartıp otoyola doğru ilerlerken rehberden Fırat'ın adını bulup aradım. Sinyal sesleri aracın içinde yankılanırken evin karşısındaki boş araziden kirli beyaz bir köpek yola atlayıp, havlayarak arabanın arkasından koşmaya başladı. Dikiz aynasından Fırat telefonu açana kadar onu izledim.

"Yavrum?"

Üçüncü çalışta açılan telefondan Fırat'ın sesi duyulurken alanından çıktığım köpek otoyola döndüğüm an peşimden ayrılmıştı.

"Fırat. "

"Araba mı kullanıyorsun sen?"

Kızacaktı. Daha hiçbir şey söylememiş olduğum halde sesi sertleşmişti.

"Evet, " dedim. Vereceği tepkiden çekiniyordum.

"Nereye?"

" Sana Yaren'in verdiği koddan bahsetmiştim ya o bir kod değil sayılarla şifrelenen bir adresmiş..."

"Sen de çıktın oraya gidiyorsun, öyle mi?"

"Öyle."

"Öyle, " diyerek tekrarladı beni. Sinirlendiğini belli eden bir nefesi alıp verdi. "Eve dön, " dedi emredici, baskın ve itiraz istemeyen bir sesle. " Başka bir şey söylemeyeceğim sana! Eve dön!"


Katı sesi canımı sıkarken bu söylediğini yapmayacağımı ikimizde biliyorduk.

"Fırat..." dedim itiraz etmek için fakat sözümü kesti.

"Yok Fırat mırat! O halde, o elle hiçbir yere gidemezsin! Eve dön! "

"Dönmeyeceğim, " dedim inatla. Ben çıktığım hiçbir yoldan geri dönmezdim. Yolda kalırdım ama geri dönmezdim. Ne Aslı'yı ne de Yaren'i yüz üstü bırakamazdım. Fırat bunu anlamalıydı.

Sert ve bıkkın bir şekilde soludu.

" Hazan," dedi. "Hazan'ım delirtme beni. Bak işim gücüm var yavrum. Geri döndürme beni yolumdan. Hadi, eve dön canımın içi. Bak yarın söz birlikte gider bakarız neresiyse orası. Söz dinle bebeğim, kurban olurum sana, hadi. "


Öfkesini bastırmaya çalıştığı sesinden belli oluyordu. Bağırıp çağırmak yerine böyle güzel sözler söyleyerek beni ikna etmeye çalışıyordu. İşe yaramıyor, diyemezdim ama bu kadar ciddi bir meselede Fırat'a kanıp yolumdan dönmem bir ihtimal dahi olamazdı. Oraya gitmeliydim ve gidecektim de.

" Karnım ağrımıyor, " dedim daha sakin bir sesle. "Elim de acımıyor. İyiyim Fırat. Lütfen..."

"Hazan! Mesele bu mu sence?! Nereye gittiğini söyle bana, hemen!"

"Silopi Başverimli köyünde artık kullanılmayan bir sağlık ocağı varmış. Eski bir benzin istasyonu yakınlarında bir yerdeymiş. Oraya gidiyorum. "

"Sen şuna Irak sınırına gidiyorum, desene! Lan yıllar önce Habur sınır kapısına giden beş tırı ateşe verdi lan şerefsizler orada! Sen nereye gittiğinin farkında mısın?! Keyfe keder mi kullanılmıyor o sağlık ocağı?! Sen beni delirtmeye mi çalışıyorsun?! Bu kadının derdi ne lan seninle?! Göz göre göre ateşe çekiyor seni, sen de koşarak gidiyorsun! Son kez söylüyorum Hazan! Geri dön!"

Anlaşamayacaktık. Ona haber vermem gerekiyordu ve vermiştim. Gideceğim yerin adresini de söylemiştim. Daha fazla ne konuşmanın, ne de tartışmanın bir alemi yoktu.

"Üzgünüm, dönemem. Naptığımı biliyorum, " dedim ve görüşmeyi sonlandırıp telefonu tamamen kapattım. Kendimi Fırat'a karşı geldiğim her an olduğu gibi kötü hissediyordum. Dün geceden ve yaptığımız o güzel kahvaltıdan sonra misafir odasında ona söylediklerimin ardından aramıza yine böyle uçurumlar girmesini istemezdim. Ama Fırat'ın öyle sarsılmaz, öylesine yıkılmaz sınırları vardı ki ne söylersem söyleyeyim işlemiyordu. Bana onunla tartışmak, inat etmek ve burnumun dikine gitmek dışında bir seçenek bırakmıyordu. Şimdi emindim ki telefonu kapattığım için deliye dönmüştü. Umarım askeriyeye gider ve peşime düşmezdi.

Navigasyona tam bir adres olmayan yerin konumunu girdim. D400 kara yolundan devam edecektim ama bir sorun vardı. Askeriye Başverimli köyüne giden güzergahın tam üstündeydi. Yani şu an aslında Fırat'ı takip ediyordum. Köye ulaşmak için askeriyenin önünden geçmek zorundaydım. Bu da bu durumu benden önce fark etmiş olan, eminim ki fark etmişti, kocamın kucağına düşeceğim anlamına geliyordu. Alternatif bir yol bulmalıydım.

Navigasyon en kolay ve güvenli yolu gösteriyordu. Başka bir yol tarifi bulmam olanaksız gibi görünüyordu. Yola odaklanıp askeriyeye giden yolu ve etrafını zihnimde canlandırmaya çalıştım. İlla ki başka bir yol olmalıydı. O an aklıma askeriyeden dönerken toprak yolda üzerime süren kamyon geldi. Orada yol ikiye ayrılıyordu ve kamyon o gün, o ikinci yoldan kaçmıştı. O yol muhtemelen askeriyenin önündeki sarp kayalıkların arkasından dolanıyordu. Oraya kadar Fırat'a yakalanmazsam o yoldan Başverimli köyüne gidebilirdim. Ve umarım yakalanmazdım.

*******

Askeriyeye giden toprak yolun bir kilometre gerisindeki benzin istasyonunun yüz metre ilerisinde Fırat'ın aracını görmüştüm. O da beni fark etmiş olmalı ki aramızda birkaç metre kala aracından indi. Gaza basıp devam edebilirdim ama yolun ortasına doğru ilerleyip önümde durdu. Ya onu ezecektim ya da duracaktım. Neyse ki ilk seçenek fazla zorlayıcı değildi ve bir seçim yapmakta güçlük çekmemiştim.

Arabayı Fırat'ın aracının arkasına park ettim. Başımı direksiyona vurma isteğime engel olup emniyet kemerini çıkardım. Yanıma gelmişti ve benden önce kapıyı açtı. O an vücudundan yayılan elektiriği hissetmiştim. Sinirliydi. Kaşları çatık, kara gözleri ise alev alevdi. Sert yüz hatları gergindi. Alnının ortasındaki ve boynundaki damarlar belirginleşmişti.

Kolumu tuttu. Çekmek yerine," in aşağı, " dedi. Şu saatten sonra direnmenin hiçbir mantığı yoktu. Dediğini yaptım. Yüzüme çarpan kar taneleri eşliğinde esen rüzgarla saçlarım geriye doğru savruldu. Bedenimden bir ürperti geçerken Fırat beni önüne alıp yürüttü. Ne yaptığını anlamak zordu, fakat cesaret edip ona, o bu kadar öfkeliyken soru sormak daha da zordu. En azından bunu yüzüne telefon kapattıktan sonra yapmamalıydım.

Aracın önünden dolaştık. Fırat yolcu koltuğunun kapısını açıp beni oraya bindirdi. Kendi de direksiyona geçtiğinde ne yaptığını sorguluyordum. Benimle birlikte mi gelecekti? Arabasını burada bırakıp, askeriyeye gitmesi gerekirken benim yanımda mı olacaktı? Bunu yapmamalıydı.

Dirseğini cama dayayıp burun kemerini sıkarken motoru susturdu. Sol dizini titretip duruyordu. Hareket etmek yerine motoru durdurduğuna göre burada kalmaya devam edecektik. Bu da demek oluyordu ki ya konuşacaktık ya da bir şeyi, belki de birini bekleyecektik. Her iki seçenek de hoşuma gitmemişti.

"Fırat..."

"Sus."

Belli ki konuşamayacaktık.

"Bana bir açıklama yapmak zorundasın. "

Alnına dökülen saçlarını sertçe geriye doğru yatırıp bana döndü.

"Senin de zorunda olduğun bazı şeyler var."

"Ben sana nereye, ne için gittiğime dair bir açıklama zaten yaptım," dedim. "Zorunluluğumu yerine getirdim."

"Sana evde kalmanı söylemiştim. Bana, tamam, dedin. Kocan olarak sözümü dinlemek zorundaydın. Bunu bana yapamazsın Hazan! Kendi söylemek istediklerini söyleyip o siktiğimin telefonu suratıma kapatamazsın!"

"Konuşarak bir yere varamayacaktık," dedim. Bakışları içimi üşütüyordu ancak geri adım atmak istemiyordum. Oraya gitmeliydim. Yaren şu an benim için kilit noktaydı.

Gözleri gözlerime sabitliyken dilini damağında gezdirip belli belirsiz başını sallayarak önüne döndü. Dikiz aynasından aracın arkasına baktı. Gri bir Ford arkamızda durmuştu. Fırat araçtan indi. Arkamızdaki arabadan inen iri kıyım iki adamla bir süre bir şeyler konuştu. Sonra yanıma gelip kapıyı açtı.

"Arkaya geç, " dedi.

"Neden?" diye sordum.

Sorumu cevaplamak yerine kolumdan tutup beni araçtan indirdi. Bu sefer biraz güç kullanmıştı. Canım yanmamıştı, fakat bundan hoşlanmamıştım. Beni arka koltuğa bindirdi. O iki iri kıyım adam da buraya gelmişti. Biri şoför, diğeri yolcu koltuğuna geçtiğinde gözlerim Fırat'ı buldu.

" Kim bunlar?" dedim. Nedense sesim bir parça gergin ve tedirgin bir hâl içerisindeydi.

Fırat beni yine umursamazken kapıyı kapatıp şoförün olduğu camın orada durdu. Elini aracın tavanına koyup adama doğru eğildi.

"Karım size emanet," dedi." Ağzından çıkan her söz sizin için emirdir. Bir yanlışınız olursa..."

"Olur öyle şey ağam? Sen nedersen o. Öl de ölürüz. Değil Memduh?"

"Öyle tabii ağam. Yengemiz bize emanettir. Gözümüz gibi bakarız."

Fırat bana son bir bakış atıp, " eyvallah," dedi. " Bir şey olursa arayın."

" Emrin olur ağam. "

Kendi arabasına doğru ilerledi. Arkamızdaki gri Ford da geldiği yöne dönüp gözden kaybolurken içimde yürek burkan, soğuk bir hazan yeli esiyordu. Fırat yeri döven sert adımlarıyla arabasına binip gözden uzaklaştığında bana son kez baktığında gözlerinde gördüğüm boşluk hâlâ gözlerimin önündeydi. Alt dudağım titrerken gözlerimin içi yanıyordu. Ağlamak istemiyordum. Bu yüzden kirpiklerimi kırpıştırıp yutkundum.

Böyle yaparak belki de onu kendimden uzaklaştırıyordum. Normalde beni böyle iki adamla aynı aracın içinde bırakacak bir adam değildi Fırat. Ama bırakmıştı. Dün gece onun olmuştum. Beni esķsi kadar kıskanmıyor muydu? Gönlünden mi düşmüştüm? Hevesini almış mıydı benden?

"Nereye gidiyoruz yengem?"

Şöför koltuğunda oturan adamın sorduğu soruyla sol elimdeki yüzük parmağımda duran yüzükten gözlerimi çekip ona baktım.

"Adınızı öğrenebilir miyim?"

"Murat yengem. Bu da Memduh. "

Başımı salladım.

"Fırat'ın aracını takip edin," dedim.

Artık askeriyenin önünden geçmememiz için bir engel yoktu.

*********

Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından her iki tarafı da sarp kayalıklardan oluşan dağlarla çevrili bir yolda ilerliyorduk. Yolun kenarındaki karlar neredeyse araçla aynı boydaydı, fakat yolu henüz yeni kepçe temizlemişti. Memduh'la Murat yol boyunca maç sohbetleri yapıp durmuşlardı ancak şu an bütün dikkatleri yoldaydı.

Buranın tehlikeli bir bölge olduğu belliydi. Yolun iki tarafının da dağlık arazi oluşu burayı teröristler için işlevsel bir mesken haline getiriyordu. Neyse ki az ileride sislerin içinde, Başverimli köyünün tabelasını görmüştüm. Bir sorun çıkmadan köye varabilmek iyi hissettirmişti. Fırat'ın haklı çıkmasını istemiyordum.

Yaklaşık beş dakika sonra köye giriş yapmıştık. Şimdiye kadar gözüme yıkık dökük de olsa bir benzin istasyonu çarpmamıştı. Köyde ilk fark ettiğim şey bir camii ve caminin önünde duran jandarma aracıydı. Bazı evlerin bacasından duman çıkıyordu. Tamamen boş bir köy değildi burası. Belki de yanlış yerdeydik.

Sarı boyalı caminin önü kalabalıktı. Jandarma aracının yanındaki jandarmalardan biri bize doğru gelirken Murat aracı cami duvarının kenarına park edip durdu. Jandarma plakada gözlerini gezdirirken Memduh camını indirdi.

"Bir sorun mu var komutanım?"

"34 HHT 345. Fırat yüzbaşının karısı burada mı?"

Kapıyı açıp araçtan indim.

"Benim," dedim.

Jandarma eri başını sallayıp, "gideceğiniz yere kadar ve dönüş yolunda size eşlik edeceğiz. Fırat komutanımın emri bu yönde," dedi.

Bu şekilde olmazdı. Yaren'le buluşacaktım ve bunun gizli bir görüşme olması gerekiyordu. Ama Fırat yanıma iki silahlı koruma verip peşime dört jandarma eri takıyordu. Yaren bu şekilde asla karşıma çıkmazdı.

O sırada cebimdeki telefon titremeye başladı. Elimi cebime atıp telefonu çıkardığımda cihazın hacklendiğini gördüm. Fırat'la konuştuktan sonra kapattığım telefonun birdenbire açılıp titremeye başlamasının başka bir açıklaması olamazdı zaten. Bu kesinlikle Yaren'in işiydi. Gözlerimi etrafta gezdirdim. Buralarda bir yerlerde beni izliyor olmalıydı.

Bulunduğumuz yer köy merkezi gibi bir yerdi. Etrafta tek katlı eski bir ilköğretim okulu, küçük bir bakkal, az ileride bir kahvehane, kullanılmadığı belli olan bir sağlık ocağı ve evler vardı. Köyün üç tarafı dağlarla çevriliydi. Tüm bu yapılar da bu dağların eteklerine kurulmuştu. Aradığım yer burası değildi. Belki de öyle bir yer bile yoktu. Evet, burada bir sağlık ocağı vardı ve belli ki kullanılmıyordu ama Yaren benimle görüşmek için bu kadar işlek bir yer seçmiş olamazdı.

Elimdeki telefona diktim bakışlarımı. Ekranda, caminin önündeki kalabalığın sebebini sor, yazıyordu. Kırmızı yazı yanıp sönerken Yaren'in benimle dalga geçtiğini düşündüm. Bıkkınca içimi çekip jandarma erine," bu kalabalık ne?" diye sordum.

"Köyün ağasının kızı ölmüş, " dedi.

Başımı salladım.

Telefonun ekranına baktığımda yeni bir yazı belirdi.

"Bir bahane bulup caminin bahçesine gir."

Ne yapmaya çalışıyordu bu kız? Gözlerimi yeniden etrafta gezdirdim. Şüpheli kimse yoktu. Bu garip anın içinde ne yapacağımı bilemezken jandarma erine," bakabilir miyim?" diye sordum. Bahane üretecek halim yoktu.

Jandarma eri bana tuhaf bakışlar atarken," siz bilirsiniz, " dedi.

Derin bir nefes alıp caminin siyah, demir parmaklıklı sürgülü kapısına doğru ilerledim.

"Yengem nereye?"

Murat bu soruyu sorarken araçtan inmiş peşimden geliyordu. Caminin karla kaplı bahçesine giriş yaptığımda telefon bir kez daha titredi.

"Peşindeki adamdan kurtul."

Duraksayıp birkaç adım gerimdeki Murat'a döndüm.

"Sen burada kal."

" Fırat ağamın kesin emri var. Sizi tek bırakamayız. "

" Fırat size benim ağzımdan çıkan her sözün sizin için bir emir olduğunu söyledi. Burada kal diyorsam burada kalacaksın."

Adam kararsız bir ifadeyle," peki, " dediğinde caminin saçakları altındaki musalla taşında duran tabut için helalik veren insanların gözüne batmamaya çalışarak yürümeye devam ettim. Kalabalığın içinden bir yerden ağlama sesleri yükseliyordu. Ön safta erkekler, geride ise kadınlar vardı. Bütün köy burada olmalıydı.

Elimdeki telefon bir kez daha titredi.

" Caminin arkasından dolan."

Sıkıntıyla içimi çektim. Kalabalığın arasına girip tuvaletlere doğru yürüdüm. Tuvaletin önünde abdest almak için çeşmelerin bulunduğu yuvarlak bir yapı vardı. Tuvaletlerin önüne geldiğimde bu yapı insanların beni görmesini engelleyecekti. Göz göze geldiğim ve temas ettiğim birkaç kadına tebessüm edip sonunda beyaz pimapen kapılı tuvaletlere ulaştım. Ayağımdaki spor ayakkabılar kâr suyunu geçirirken botlarımı giymediğim için kendime kızdım.

Abdest almak için yapılan yapıyı siper alıp minareye doğru yürüdüm. Minare camiyle neredeyse bitişikti ve ona ulaşırsam camiye, camiye ulaşırsam da arkasına geçebilirdim.

Camiye yaklaştıkça arkasının mezarlık olduğunu gördüm. Minarenin beton duvarına tutunup kar altında kalan, sadece taşları görünen mezarlarda göz gezdirdim. Az ileride yeni açılan çukuru gördüm. Köy ağasının kızı için kazılmış olmalıydı. İçim hüzünle doldu. Bazı mevsimler, bazı hisleri çekilmez kılıyordu.

Minareyle cami duvarının arasından geçtim. Mezarların arasına girip yürümeye başladığımda yağan kar ve esen soğuk rüzgar nefes kesiciydi. Elimdeki yara sızlamaya başlarken elimi cebime sokup adımlarımı hızlandırdım. Gözlerim elimdeki telefonda gezinirken yeni bir mesaj bekliyordum. Bu şekilde nereye kadar ilerleyebilirdim ki?

Neredeyse mezarlığın ortasına gelmiştim. Adımlarımı durdurup etrafımda bir tur döndüm. Çölün ortasında kalmış bir bedevî gibi, koca bir mezarlığın ortasındaydım. Uçsuz bucaksız bir beyazlığın içindeydim. Ölülerle baş başaydım. Camiyle aramda metrelerce mesafe vardı.

Elimdeki telefon nihayet yeniden titrediğinde ekranda sadece şu yazılıydı.

"Sakin ol."

Sonra arkamda karda yürüyen ayak sesleri duydum. Ardıma dönmeye fırsat kalmadan boynuma saplanan bir iğne ve sonrası koca bir karanlıktı.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%