Yeni Üyelik
75.
Bölüm

75. Bölüm

@yikim2024

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen:)

Keyifli okumalar 💜

********

Boynumun sol tarafında ağrılı bir acı vardı. Yaklaşık bir iki dakika önce uyanmış olmama rağmen gözlerimi açmamıştım. Pür dikkat etraftaki sesleri dinliyordum. Sıcak bir yerdeydim. Kulaklarıma, sabah şöminede yanan odunların çıtırtısını anımsamama neden olan çıtırtılar doluyordu. Fakat çıtırtıların tek bir kaynağı yoktu. Çıtırtılardan biri ayaklarıma vuran sıcaklıktan anladığım üzre ayak ucumda yanan bir sobadan geliyordu. Diğer sese göre daha derinden ve daha tiz bir sesti. Öbür çıtırtı ise kabuğu soyulan bir kuruyemişten çıkıyordu. Dişle kırılıyor gibi değildi. Fındık olduğunu sanmıyordum. Odanın içinde bir koku da yoktu, fıstık olamazdı. Ceviz de diyemezdim çünkü iki cevizin avuç içinde kırılmak için sıkıştırılmasından kaynaklı sürtünme sesleri gelmiyordu. Ya da bir ceviz veyahut fındık kıracağı kullanılmıyordu, belki de bir odun, o da yoktu. Her ne yeniyorsa ince bir kabuğa sahipti. Sanırım...bir...kestane olabilirdi.

Kestane... Yaren'in en sevdiği kuruyemişti.

Sobanın üzerinde çıkardığı fokurtulardan dolayı kaynadığını anladığım su dolu bir şey vardı. Urbuk...hayır, çay kokusu...yeni demlenen, acımtırak kokusundan kaçak olduğunu anladığım bir çayın alt demliğindeki suyun kaynama sesiydi bu duyduğum. Sonra, demlik fazla doldurulmuş olmalı ki, kaynayan sudan birkaç damla sobanın üzerine düşüp cızırtılar çıkardı. Bir iskemlenin gıcırtısı odada duyuldu. Demliğin dibinin sobaya sürtünme sesini işittim. Biri oturduğu eski bir tahta iskemleden kalkıp çaydanlığı sobanın kenarına çekmişti.

Ayak sesi duymamıştım. Belli ki Yaren ya da her kimse sobaya oldukça yakın oturuyordu. Bulunduğum yerde rutubet kokusu yoktu. Sanırım betondan yapılma bir yerde değildim. Fakat yerin altındaymışım gibi burnuma keskin bir toprak kokusu geliyordu. Sert bir şeyin üzerinde yatıyordum ve alçak bir yerdeydim. Her neredeysem ya kerpiçten yapılma bir evde bulunuyordum ya da bir mağaradaydım.

Yavaşça gözlerimi araladım. Karşılaştığım ilk şey derin oyukları olan taş ve toprak karışımı bir tavandan sarkan beyaz bir kablonun ucundaki sarı ışıklı, çıplak bir ampuldü. Gözlerimi soluma çevirdiğimde çıkıntılı ve pürüzlü bir taş duvarla karşılaştım. Duvarın üzerinde siyah ve kırmızı yazılarla yazılmış, ancak sonra üstü çizilmiş arapça harfler vardı.

Sağıma döndüm. Ayak ucumda tahmin ettiğim gibi bir soba, sobanın yanında ise tahta bir iskemlede oturan...Yaren'i gördüm. Rahatlamıştım. Evden yanıma silah almadan çıktığım yarı yolda aklıma gelmişti ama geri dönme imkanım yoktu. Yinede karşımda Yaren değil de bir terörist olsaydı bir şekilde başımın çaresine bakabilirdim.

Ellerimden destek alarak üzerinde uzandığım, yerden en fazla on santim yükseklikteki tahta divanda doğruldum. Sadece soluk sarı uzun çoraplarımın olduğu ayaklarımı mağaranın toprak zeminine koydum. Yaren tepkisiz ve ruhsuz bakan karanlık dehlizlerle dolu gözlerini yüzümde gezdirirken onunla göz göze geldim.

Uzun zamandır birbirimizi görmüyorduk fakat bu bir kavuşma anı değildi. Yıllar sonra hasret gidermek, aradan geçen zamanı konuşmak ya da geçmişi yad etmek gibi bir düşünceye kapılmak hayalperestlik olurdu. Yaren adı gibi dost canlısı bir insan değildi. En az bu mağara kadar karanlık, en az bu penceresiz, ufacık bir ışık hüzmesinin dahi içeriye girmesine ehemmiyet verecek tek bir delik dahi bulundurmayan mağara kadar aydınlık, soğuk ya da sıcaktı. Yaren kısaca belki de, anladığım kadarıyla kendine yuva olarak seçtiği bu mağaraydı. Gözleri bomboştu. Şimdiye kadar Aslı dışında kimseye yakınlık gösterdiğini görmemiştim. Onunla kurabildiğim tek bağ Aslı'ydı. Ve onlar Aslı'nın zeytin yeşili gözleriyle, Yaren'in zeytin karası gözleri kadar zıt ve benzerlerdi. Bense bir zeytin dalıydım; çoğu zaman Aslı'ın Yaren'e uzattığı.


Anılar teker teker zihnime doluşurken gözlerimi gözlerinden çektim. Etrafı incelemek şu an da yapılacak en mantıklı şeydi.

Yaren'in arkasında mağaranın çıkışına ya da burayı diğer mağaralara bağlayan geçide açılan yarım daire şeklinde siyah, demir bir kapı vardı. Sobanın yanında küçük bir tüp, birkaç kap kaçak ve tencere bulunuyordu. Yerde, üzerinde eski osmanlı halılarındaki desenleri andıran bazı el işi dokumalar bulunan, kırmızı rengin ağırlıkta olduğu, üzeri toz, toprak ve kirden görünmeyen, yer yer yırtılmış bir kilim mevcuttu. Mağaranın diğer ucunda büyük bir kova, mavi su varili ve küçük bir benzin bidonu göze çarpıyordu. Karşımdaki duvarda üç adet tüfek, beş adet otomatik ve yarı otomatik silah çivilere asılmıştı. Duvarın dibinde ise uzun tahta bir sandık vardı ve emindim ki içi mühimmat doluydu.

" Nasıl, beğendin mi fakirhanemi?"

Kulağıma dolan, bir kadına göre kaba ve kalın sesi ona dönmeme neden oldu. Kucağındaķi kestane dolu poşeti yere bırakıp yanındaki demir kovadan bir tane odun aldı. Yerinden kalkmadan sobanın üst kapağını eliyle hızlı bir şekilde açıp odunu içine attıktan sonra kapattı. Ellerini birbirine vurup odunun tozlarını silkelerken gözleri yine gözlerime sabitlenmişti.

"Bunun bir önemi yok," dedim. Konuşurken boynum acımıştı. Elim iğnenin saplandığı yere gitti. Ufak bir şişlik hissettim. Yüzüm hafifçe acıyla buruşurken yutkundum.

"Doğru. Bir önemi yok." Oturduğu iskemlede iyice arkasına yaslandı. Bir ayağını diğer dizinin üstüne atıp soğuk bakışlarını boynuma giden elimde gezdirdi.

"Bizim Cevat biraz sert saplamış herhalde iğneyi. Sen de hassas kızsın tabii. Acımıştır. Morarmış da biraz. Kusura bakma. "

Donuk yüzü, hep tek bir tonda çıkan sesi, umursamaz tavırları sözlerindeki alaycı havayı saklayamıyordu. Saklamak gibi bir derdi de yoktu zaten. Ama yine de bu tavrından hoşlanmamıştım.

"Bakmam," dedim öylesine.

Gözleri bu sefer de dizimin üstünde duran sol elimdeki sargıyı buldu.

"Elini kestiğim için kızgın mısın bana?"

"Hayır. "

"Neden?"

"Bilmem. Değilim işte. "

Başını salladı. Oturduğu yerden kalkıp sobanın yanındaki tencerenin içinden iki çay bardağı ve birer cam çay tabağı çıkarıp sobanın üzerine koydu. Bardaklardan birine sırf dem doldurup diğerine ise çayı açık koydu. Açık koyduğu çayı divanın kenarına bıraktı. İskemlesini alıp, uzun boyuyla mağarayı doldururken karşıma oturdu.

Alçak mağara tavanından sarkan ampulün altında yüzü gölgeliydi. Bakışları daha bir karanlık ve soğuktu. Yüzümü inceledi bir müddet. Gözlerimi gözlerinden hiç kaçırmadım. Kısa ve sık kirpiklerinin gölgesi düşük göz kapaklarından gözünün altına düşüyordu. Büyük fakat biçimli burnunun ucundaki küçük ben hâlâ, tanıdık bir şekilde oradaydı. Esmer teni ışığın altında parlıyordu. Siyah boğazlı kazağı geniş ve güçlü omuzlarını sarıyordu. Bacaklarındaki asker yeşili, cepli pantolunu biraz tozlanmıştı. Siyah botlarının içinde olan ayakları tahmini kırk numaraydı. Omzunun birkaç santim aşağısında biten siyah saçları ışıltısını kaybetmişti. Yaren...her şeyiyle güçlü bir kadındı. Ben Aslı gibi ona da hayrandım. Karşımdaki bu kadınla aynı safta yer almak cesaret vericiydi. Fakat şimdi karşı karşıyaydık sanki.

Elindeki çay tabağındaki bardağı eline alıp bir yudum içti. Dudaklarına bulaşan ıslaklığı diliyle silerken," iç çayını. İçin ısınsın," dedi. Dediğini yapıp divanın kenarındaki bardağı tabağıyla birkikte elime aldım ancak içmedim.

"Ne istiyorsun benden?" diye sordum.

Zift gibi dem olan çayından bir yudum daha aldı.

"Biliyorsun, söyledim, " dedi. " Kardeşimi kurtarmanı istiyorum. "

"Neden ben? "

"Aslı...severdi seni. Sen de onu. Güvenirdi sana. Benden daha yakındın ona. Ve..." Duraksadı. Hep aynı yüz ifadesi ve ses tonuyla konuşuyor olsada Aslı'yla aramızda olan bağı bir kardeş olarak kıskandığını hissettim. Böyle olmak zorunda değildi. Aslı'ya doğru düzgün tek bir adım atmış, ufacık bir yakınlık göstermiş olsaydı Aslı ona koşarak giderdi. Umarım bir şeylerin ve bazı bağların farkına varmıştır. Umarım geç kalmamışızdır.

"Ve?"

" Ve...belki komik gelecek ama sen bu cılız halinle o VASÖ'deki milyonlarca asalak arasında bana en çok benzeyen kişisin. "

Anlamayan gözlerle ona baktım. Bana, cılız, demesine çok takılmamıştım. VASÖ'deyken de hep bu ve buna benzer "hakaretler" ederdi bana.

"Ne demek bu?"

Bir bacağını diğer dizinin üstüne attı yine. Oturduğu iskemleye iyice yerleşip, " kuralları fazla umursayan biri değilsin, " dedi. " Eğer öyle olsaydın bugün buraya gelmezdin. Ya da Ankara'ya gittiğinde benimle İstanbul'da karşılaştığını üstlere söylerdin. Suç ortağım olmaya hazırsın."

Bilmiyordum. Aslı benim için elbette önemliydi ama VASÖ onu gözden çıkarmışsa bir bildiği olmalıydı. Ya Fırat'ın söylediği gibi VASÖ'ye ve bu vatana ihanet etmişse? Fırat'a onu ne olursa olsun kurtaracağımı söylemiştim. Suçluysa VASÖ verir cezasını, değilse de ben kardeşimi kurtarmış olurum, demiştim. Yaren yapacağımız bu şeye bir işbirliği değil, suç ortaklığı, demeyi tercih ediyordu. Bundan bir çıkarımda bulunabilir miydim?

"Ne yapmamı istiyorsun? Suç ortaklığı da ne demek?"

"Korktun mu?"

"Sence?"

Başını yavaşça sağa sola salladı.

"Bana güvenmiyorsun," dedi. "Sana bunun için kızamam. Bilirsin benim duygularım yoktur. Mantığıma göre hareket ederim. Yolumdaki taşları kaldırmanı beklerken bana ayakbağı olursan sana seni de öldürmeyeceğim konusunda bir güvence veremem."

Seni de, mi? Başka kimi öldürecekti ki?

Gözlerimi devirdim.

" Ne bu? Tehdit mi?"

"Tehdit?" dedi. Bu kelimenin anlamını çıkaramamış gibiydi. "Hayır. Küçük bir uyarı sadece. Ağzımdan çıkan hiçbir sözün öylesine söylenmediğini bilecek kadar iyi tanırsın beni. "

Başımı salladım.

"Tanırım. Sen de beni ölümle aramda bir husumet olmadığını bilecek kadar iyi tanırsın. "

"Tanırım. O yüzden yerin metrelerce altında, başkasıyla değil, seninle baş başayım. Sana yeterli gazı ve motivasyonu verirsem benim kimliksiz olduğum için yapamadığım şeyleri yaparak bana yardım edebileceğini ve bunun için elini kirletmekten, her anlamda, asla çekinmeyeceğini biliyorum. "

Fırat'a başımı belaya sokmayacağım konusunda söz vermiştim. O olmasa bile VASÖ'yle gerçek bir ajan olacağıma dair yetkilerim karşılığında bir anlaşma yapmıştım. Her şeyden önce yerine getirmem gereken bir savcılık görevim ve hesap vermem gereken bir devlet, kurtarmam gereken onlarca kız ve erkek çocuğu vardı. Yaren ona güvenmediğim konusunda haklıydı. Aslında ben kimseye güvenmiyordum. Bunu söylemek çok acıydı ama...bazen Fırat'a bile."Tamam...eyvallah şimdiye kadar çok yalan söyledim sana ama..." demişti sabah. O an pek fazla üstünde durmamıştım lakin o sözler, o dudaklardan çıkmıştı ve ben de duymuştum. Bu mağara içimi sıkıyordu.

" Bana vermen gereken şey gaz ya da motivasyon değil. Sağlam bir gerekçe. Yaren benim Aslı VASÖ'den gittikten sonra olup biten hiçbir şeyden haberim yok. Aslına bakarsan benim herhangi bir şey hakkında hiçbir bilgim yok. Haftalardır bir şeyler olup bitiyor ama..."

" Bir şeyler olmuyor...Hazan. Filler tepişiyor, otlar eziliyor sadece. Aslı'ya olan da sana yapılmak istenen de bu."

"Anlamadım?"

Yere eğilip elindeki çayı iskemlenin yanına koydu.

" Anlatayım," dedi. Dizinin üstüne koyduğu ayağını yere indirmişti. Kollarını dizlerine dayayıp bana doğru eğilirken ellerini birbirine kenetledi.

"TKÖ neden bizim en büyük düşmanımız?"

Her ne anlatacaksa konuya neden TKÖ'den giriş yaptığını, bunun VASÖ'yle ne ilgisi olduğunu anlayamasamda sorgulamadan cevap verdim.

"Çünkü yedi büyük örgüt bize karşı güçlerini birleştirdi. Bu da parasal ve savunma alanında güçlü olan birçok ülkenin ayrı ayrı birçok maşayla uğraşmak yerine bütün yatırımlarını tek bir noktada toplayabilmesi demek. Aslında düşmanlarımız değişmiş değil. Biz yine aynı kişilere düşmanız. Sadece onlar isim değiştirdi. "

Başını salladı.

"Bu doğru. Peki sence VASÖ neden yeni bir düşmanımız varmış gibi davranıyor? Neden sil baştan yeni bir örgüt türemiş gibi aslında elimizden olan bilgilerin tekrar toparlanmasını istiyor bizden? "

Aklımı karıştırıyordu. Elimde tuttuğum çayı divanın üzerine bıraktım. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kapatıp açtım.

" Ne demek istiyorsun Yaren?"

"Çünkü TKÖ bize benziyor. Aynı strateji, aynı güvenlik protokolleri, aynı düzen. VASÖ TKÖ hakkında her şeyi biliyor. Ama seni buraya sadece örgütün adını verip öyle yolladılar. Birkaç basit bilgiyle. O Cihan sürekli, sana Şırnak'a giymemeliydin, eğitimini tamamlamalıydın, başına gelen her şey senin suçun, gibi nutuklar atmadı mı? Sence istese buna engel olamaz mıydı? Hem de senin ruhun bile duymadan. "

"Yaren..."

"Babanın nasıl öldüğünü biliyor musun? Yoksa hâlâ yanarak öldü zırvalıklarına mı inanıyorsun? Baban bir VASÖ üstüydü Hazan. Sence bu kadar kolay, alelalde bir davanın karşı tarafı tarafından öldürülecek kadar kolay lokma olabilir miydi?"

Sözleri kafamın içinde yankılanırken sanki başımı sert bir taşa çarpışmıştım da zihnimdeki her şey alabora olmuş bir tekne gibi ters devrilmişti. Okyanusun dibini boylamıştım. Bedenim aşağı çekilirken kollarım sanki yeniden gün ışığına ulaşmak istercesine yukarıya doğru uzanıyordu. Saçlarım suyun içine dağılırken ağzımdan baloncuklar çıkıyordu. Babamın öldüğü gün, o televizyon haberi, annemin çığlıklarıma rağmen yanıma gelmeyişi, bedeni tanınmaz hâlde diye onu son defa göremeyişim, benim babam...ah...hayır, hayır, hayır.

" A...Aslı...Aslı'yı kurtarmana yardım etmem için eğer bana yalan söylüyorsan...Yaren eğer beni VASÖ'ye karşı doldurmaya çalışıyorsan...beni kandırıyorsan..."

Dolu dolu olan gözlerim ve titreyen sesimle kurmaya çalıştığım cümlelerin her biri gözümün önündeki boşluğu dolduran boğucu bir karanlığın içine hapsolmuştu. O boşluk Yaren'in gözleri, o karanlık ise gözlerinin rengiydi. Ben ya da duygularım, söylediğim ve hissettiğim şeylerin hiçbiri onun umrunda değildi.

"Kes şunu! Sakın karşımda ağlayayım deme. Bundan nefret ettiğimi biliyorsun," dedi. Bir elini havaya kaldırmış ve oturduğu yerde geriye yaslanmıştı. " Neden kandırayım seni? Bana yardım etmeye mecbur olman için emin ol böyle küçük numaralara ihtiyacım yok. Kaybedecek çok şeyin var. "

Ona inanmalı mıydım? Babamın ölümü hakkında bildiğim her şey koca bir yalan mıydı? Babam öldüğünde henüz ondört yaşındaydım. Onun öldüğü dışında hiçbir şeyi algılayamıyor ve anlayamıyordum. Kanunlara göre ise her şey ortadaydı. Babamın baktığı bir davanın karşı tarafı aracın frenlerini boşalmıştı ve babam bariyerlere çarparak alev alan arabanın içinde yanarak ölmüştü. Televizyondaki spiker de aynı şeyleri söylemişti. Cenazeyle amcalarım ilgilenmişti. Dedem ortalıklarda bile yoktu. Babam asla ona layık olmayan bir şekilde toprağa verilmişti. Ve asla hak etmediği bir şekilde ölmüştü. Belki de öldürülmüştü.

Bu mağaranın içinde kendimi bir mezardaymış gibi hissederken nefes alış verişlerim düzensizleşmişti. Sargılı olan elimi göğsüme koydum.

"Hayır, " dedi Yaren sinirle oturduğu yerden kalkarken. İskemleyi tutup bir köşeye attı. Bir bacağı kırılan iskemle yere düşmüştü. Yerdeki çay bardağına da sert bir tekme savurdu. Kırılan cam parçaları ayaklarımın dibine saçılırken dökülen sıcak çay pantolonuma ve çoraplarıma sıçramıştı. Canım biraz yansada hiçbir tepki vermedim.

"Senin astım krizlerini ya da ağlamalarını dinleyemem, " dedi öfkeyle. "Evet, kandırıldın! Gerçek olmayan şeylere inandırıldın ve sevgili babacığın yanarak ölmedi! Ama şu an mesele senin yıllar önce ölen baban değil, benim yaşayan kardeşim! Senin baban için yapılabilecek hiçbir şey yok! Ama Aslı'yı kurtarabiliriz! Kendine gel!"

Bir an karşımda annem varmış gibi hissetmiştim. Bu hissin üzerinde fazla durmadım. Canım zaten yeterince yanıyordu. Sözleri acımı katlamıyordu. Yaren beni umursamasını bekleyeceğim, benimle empati kurmasını umacağım son insan bile olamazdı. O böyle biriydi. Bencil ve duygusuz.

"Bana her şeyi anlat," dedim. Sesim bana oldukça uzak ve yabancıydı. Sanki ben değil de bir başkası konuşuyordu.

Üzerime doğru bir iki adım gelip bana tepeden baktı.

"Hayır, " dedi. " Seni avucuma almam için bu kadarı yeterli. Baban ve ailen hakkında bildiklerimi benden başka kimseden ögrenemezsin. Bu yüzden bana yardım edeceksin ve karşılığında da bu bilgileri benden alacaksın. Ama önce Aslı. "

Gözlerinin içine baktım. Göğsümdeki elimle atması gerekenden daha hızlı atan kalbimi sıkıyordum.

"Bu konu pazarlık yapılabilecek bir konu değil. "

Beni tanımıyordu. Sadece birkaç küçük şey biliyordu benim hakkımda. Herkesi kendi gibi sanıyordu. Ona yardım etmem için bana böyle davranmasına ya da şartlar koşup ikimizinde çıkar sağlayacağı planlar yapmasına gerek yoktu. Aslı en az onun için değerli olduğu kadar benim için de değerliydi. Ama madem böyle bir yolu seçmişti, ben artık bu gerçekleri biliyordum o zaman bana hikayenin tamamını anlatmak zorundaydı.

"Öyle mi dersin?" dedi alayla. " Bilgiler bende. Yani güç benim elimde. Ne yapacağıma ben karar veririm. "

"Yaren...o adam benim babam. Az çok biliyorsun ondan sonrasını, benim için ne kadar kıymetli olduğunu. Bana böyle davranmana gerek yok. Suçsuz olduğu sürece Aslı..."

"Aslı suçsuz zaten! Suçlu olan tek kişi sensin!"

Anlamıyordum. Yaren'le bir ringdeydim sanki. Beni yere sermişti ve ben gücümü toparlayıp ayağa kalkmaya çalıştıkça kural ihlâli yapıp üst üstte darbeler indiriyordu sırtıma. Ben afallayıp sersemledikçe de bundan zevk alıyordu.

"Yaren bana zarar vermez..."

Yanılmıştım. Karşımdaki kadın bunu yapmayı çok istiyordu.

"Bakma bana öyle boş boş. Gerçek bu. Hatta..." derken duraksadı. Aklından geçenleri kafasında tartıp vardığı kanıyı onaylarcasına başını salladı. "VASÖ bana sen bu şehre gelmeden önce infaz etmem için kimin fotoğrafını yolladı biliyor musun?"

Öylece gözlerine baktım. Arkasına dönüp duvarın dibindeki, içinde mühimmat olduğunu düşündüğüm, sandığı açtı. İçinden siyah bir dosya çıkarıp bana döndü. Dosyayı havaya kaldırıp, " her şey bununla başladı, " dedi. "Sen ve senin o lanetli ailen yüzünden. "

Yüzüme tiksinircesine bakıyordu. Elindeki dosyayı fırlatırcasına ayaklarımın önüne attı. Başımı önüme eğip dosyanın üzerinde gözlerimi gezdirdim.

"Bak! " dedi. " Al, aç içini!"

Sol gözümden bir damla yaş süzülürken yutkundum. Nefeslerimi kontrol etmeye çalışıyordum. Astım spreyim çantamda kalmıştı. Ve şu an diyaframdan nefes almaya çalışmak oldukça yorucuydu.

Kalbimin üstündeki elimi çekerken yere eğilip dosyayı aldım. Dizlerimin üzerine koyup yavaşça açtım. Karşımda Ali vardı. Siyah dalgalı saçları, gök mavisi gözleriyle yıllar sonra ilk kez onu idam fermanının yazılı olduğu bir kağıdın üzerinde görüyordum. Ve bu an bana hiçbir şey hissettirmiyordu. Bir zamanlar ne çok severdim o mavi gözlerini? Ona bazen, Aliş, bazen de maviş derdim. Ben onu bir abla kardeşini ne kadar çok sevebilirse o kadar çok sevmiştim. Bir insan, bir insana ne kadar değer verebilirse o kadar değer vermiştim. Değmiş miydi? İntikam falan istemiyordum artık. Ali'ye sormak istediğim tek bir şey vardı. Değmiş miydi?

Gözlerime dolan yaşlardan dolayı fotoğrafı bulanık görürken Yaren'e baktım.

"Ne yani? VASÖ senden Ali'yi öldürmeni mi istedi?"

"Evet. Senden önce Ali'yi bulup öldürmemi istediler. Bunu senden gizli tutacaklardı. Sen de onu bir çatışmada öldü olarak bilecektin ve bu intikam hırsın son bulacaktı. Bu sefer yıllarca süren takip etmeler yoktu. Öldür ve gel, dediler. Şu an bulunduğumuz yere on kilometre uzaklıktaki örgüt kampına bir gece sızdım. Çok kolay bir işti. Ali'nin kaldığı mağaraya girerken Aslı'yla karşılaştım. Durdurdu beni. Yapma, dedi. Hazan bu intikam için yaşıyor. Ona en azından kardeşiyle yüzleşme şansı ver, dedi. O gece...O gece orada yakalandık. Ben kaçtım ama...Aslı orada kaldı. Deşifre oldu. Sonra bir daha bulamadım izini. VASÖ üç aydır hiçbir şey yapmadı. Cihan sana yaklaşmama engel olmak için elinden geleni yaptı. Sırf tek başına kalma diye o yüzbaşıyla arandaki ilişkiye bile sessiz kaldılar. Sana sistemden ulaşamayayım diye senin sisteme girişini yasakladılar. Her şeyi kontrol altına aldılar ama senin üzerindeki GPS 'ten kurtulup kimseye haber vermeden İstanbul'a gitmeni kontrol edemediler. Ve burdasın. "

İyice üzerime eğildi. Gözleri kin ve nefret saçıyordu.

" Düşmanımsın benim, ama sana ihtiyacım var. Tüm bunlar, bu olanlar senin suçun. Aslı' yı sağ olarak bulduğumuz sürece sorun yok. Ama eğer...öldüyse...canını çok yakarım. Tahmin edemeyeceğin kadar çok. Ve ömrünün sonunda göreceğin son yüz benim yüzüm olur. "

Beni tehdit ediyor gibi görünse de yemin ediyordu. Aslı'yı sağ olarak bulamazsak beni öldüreceğine and içiyordu. Korkmam gerekirdi belki ama yapamadım. Tek yapabildiğim gözyaşı dökmek ve hem Aslı için, hem de kendim için üzülmekti.

Yaren önüme çöküp sertçe kollarımı tuttu.

"Sen bir zavallısın, " dedi gözleri gibi kin ve nefret dolu sesiyle. " VASÖ yoksa sen bir hiçsin. Bana karşı savunmasızsın. Eğer bu anlaşmayı kabul etmezsen ve bu olanlar VASÖ'nün kulağına giderse ya da başka birinin," derken bir eli boğazımı buldu. Boynumdaki, iğnenin sebep olduğu, şişliğin üzerine baş parmağıyla baskı uygularken canımı yakıyordu. Sessiz kaldım. " Aslı yaşıyor olsa bile, bedenine saplanan ikinci iğne öbür tarafa biletin olur. Ben bütün gemileri yaktım. VASÖ ve kendi ailem de buna dahil. Sen sadece küçücük bir kayıksın. İki saniyede kül ederim seni. "

Boğazımdaki eli nefesimi kesiyordu. Güç bela konuşmaya çabaladım.

"A - astım spreyim yanımda yok. Bi-biraz daha boynumu sıkarsan astım krizlerimi dinlemek zorunda kalacaksın. "

Gözlerime son defa öfkeyle bakıp boynumu sertçe geriye doğru iterek bıraktı. Birkaç kez göğüs kafesimi acıtacak kadar şiddetli bir şekilde öksürdüm. Boynumdaki şişlik zonklarken diyaframdan nefes almayı, sıklaşan nefeslerim yüzünden başaramıyordum. Ellerimi boynuma sarıp divanda cenin pozisyonu alarak uzandım. Böyle daha kolay nefeslerimi toparlayabilirdim.

"İyi misin?" diye sordu Yaren. Sesi sorduğu soruya tezat olarak oldukça sertti. Kucağımdan yere düşen dosyayı alıp çöktüğü yerden kalkmış ve bana başımda dikilerek bakıyordu.

Öksürüklerim ve sesli bir şekilde alıp verdiğim derin nefesler eşliğinde başımı salladım. İyi olmadığımı söylesem bile yapacak bir şeyi yoktu. Belki de olsa bile yapmazdı. O da, Fırat dışında, tanıdığım herkes gibi benden nefret ediyordu. Belki artık Fırat bile sevmiyordur beni. Neyim var ki benim sevilecek? Başta annem olmak üzere, babam da dahil, Fırat da bu listede, kim varsa bir yerde hayatına dokunduğum ya da zehirli bir sarmaşık gibi dolandığım herkes için bir sorun, bir lanettim.

Yaren elindeki dosyayı sandığın içine atıp kapağını kapattı. Yanıma gelip divanın yanına çöktü. Nefes almakta hâlâ güçlük çeken halime içinde merhamet olmayan bir acımayla baktı.

"Kıpkırmızı kesildi yüzün. İyi olduğuna emin misin?"

Başımı salladım yine. Ellerimi boğazımdan çekip kollarımı karnıma sardım. Daha iyiydim. Astım spreyim olmadan tam anlamıyla iyi olamayacaktım ama bir süre daha böyle idare edebilirdim.

"Sen...sen neyine güvenip VASÖ'ye girdin? Hatta VASÖ'yü bırak, neyine güvenip terör savcısı oldun? Ne kadar güçsüz olduğunun farkında değil misin?"

Küçümseyici sesinden dökülen bu sözleri umursamıyordum. Yaren güçsüz ve hasta insanlara tahammül edemezdi. Yanında, yakınlarında biri grip bile olsa sinir krizi geçirirdi. Bir zamanlar VASÖ de eğitmendi fakat ajanları en ufak hatalarında, tek bir güçsüz anlarında, korktuklarında ya da bir eğitimde ikinci parkura kaldıklarında hunharca aşağılamaktan, gururlarını kırmaktan adeta zevk alırdı, ve bu yüzden üstler tarafından görevden alınıp infaz ekibine verilmişti.

Derin bir nefes alıp uzandığım yerden doğruldum.

"Doğru yaşamın bir klavuzu yok," dedim. Ne olduğum, nasıl biriyken ne olduğum, umrumda değildi. O intihar olayından sonrası başka bir Hazan'ın hikayesiydi. Bir yerde okumuştum; kendini arama, kendini oluştur, diyordu. Ben kendimi oluştururken hiç olmadığım, hak etmediğim, ait görülmediğim kılıklara bürünmüştüm. Daha kendimi bile savunamıyorken, kendi hayatımın doğrularını ya da yanlışlarını bulamıyorken neden hukuk okuyup savcı olmuştum ki? Babamın izinden gidecektim güya. Oysa ki belki de bu hayatta kendi izlerini oluşturmalı insan. Ne olurdu sanki İstanbul'daki evin aşağısındaki küçük kafeyi alsaydım, bir sahaf dükkanında kitap kokularına bulansaydım, Karaköy'de bir sokak çalgıcısı olsaydım? Bazen düşünüyordum da ben her şeyi kendi ellerimle mahvetmiştim. Özellikle de kendimi.

Karşı duvarda gezinen büyük örümceğe takıldı gözlerim. Çıkıntılı taş duvarın üzerinde dolanırken onu izledim. Yaren çöktüğü yerden kalkıp yanıma oturdu.

"Birçok şeyin klavuzu vardır hayatta," dedi. "Ama insanlar buna rağmen o klavuzları açıp okumazlar. Deneye yanıla öğrenirler çoğu şeyi. Eminim doğru yaşamın bir klavuzu olsaydı kimse okumazdı. "

Belki de haklıydı. Yine de bu konunun üzerine düşünmek istemedim. Yaren'le bir şeyler paylaşmak istemiyordum.

"Ne olacak şimdi? "

İç geçirdi.

"Sana bir kriptolu telefon vereceğim. Oradan iletişim kuracağız. Öldürmem gereken birkaç kişi var. Almanya'ya gitmem gerekiyor. Dönünce sağlam bir plan yapıp seninle paylaşacağım. Şimdi seni aldığım yere geri götürmem lazım. Neredeyse üç saat oldu. Seninki seni aramaya başlamıştır."

Yanımdan kalkıp duvardaki bir çiviye asılı olan siyah bir kabanın cebinden küçük bir şırınga çıkardı. Karşımda durup şırıngadaki havayı boşaltırken, " buranın neresi olduğunu bilmemelisin," dedi. "Bu yüzden seni tekrar bayıltacağım. Yolumuz biraz uzun. Üzgünüm."

İtiraz etmeme fırsat bırakmadan yanıma gelip elindeki iğneyi boynumdaki şişliğe sapladı. Canım yanarken dudaklarımdan, " ah," diye küçük bir çığlık döküldü. Ve yine derin bir karanlığın içine atıldım.

*********

"Uyan!"

Yüzüme yediğim tokalarla kaşlarım çatıldı. Başımı sağa sola çevirip bu tokatların sahibi olan ellerden kurtulmaya çalıştım.

"Kızım uyansana!"

Gözlerimi hafifçe, zar zor aralarken Yaren'in yüzünü gördüm. Başım kucağındaydı. Tepemizde mavi bir branda geriliydi. Burnuma gelen kesif bir koku midemi bulandırıyordu. Yüzüm buruştu.

"Şükür. Kalk."

"Meeee!"

"Meeeee!"

Koyun...koyunlar? Soluma döndüğümde üzerimdeki mavi kabanı koklayan bir tanesiyle göz göze gelmiştim. Koyun taşıyan bir kamyonun kasasında olduğumuzu anlamam da bu saniyeler içinde gerçekleşmişti. Yutkunup Yaren'in kucağından kalktım. Başım dönüyordu. Boynumda tiz bir acı vardı ve şişliğin büyüdüğünü hissedebiliyordum. Ama nedense dokunmak istemedim. Sersemlemiştim. Otururken bile zor ayakta duruyordum.

Koyunlarda gözlerimi gayriihtiyari bir şekilde gezdirirken kolumu tutan eliyle Yaren'e döndüm.

"Al bunu," dedi. Elinde tuşlu bir telefon vardı. Ona nasıl bakıyordum bilmiyordum ama tuttuğu kolumdan beni sarsıp, " kendine gel," dedi sert bir sesle. Gözlerimi kapatıp açarken başımı salladım ama etrafımdaki hiçbir şeyi tam anlamıyla algılayamıyordum. Her şey silik bir rüyadan kalma bulanık kareler gibiydi.

Telefonu elinden alıp cebime soktum.

"Bunu da al."

Üzerinde sadece kırmızı tek bir tuş olan küçük bir kumandaydı bu.

"Ne...ne için bu?"

Güçsüz çıkan sesim derinden ve boğuk geliyordu.

Yaren," Allah kahretsin. Sen böyle sınıra ulaşamadan bayılır kalırsın bir yerde," dedi.

Başımı sert sayılabilecek bir şekilde arkamdaki kamyonun duvarına vurdum. Belki bu bir parça gelip giden bilincimi yerine getirir diye umuyordum ancak yaptığım bu şey canımı yakarken hiçbir işe de yaramamıştı. Çıkan sesten koyunlar ürkerken bir tanesi üzerime doğru geldi. Masum bakan kocaman gözleri beni küçük bir tebessüm etmeye iterken bir elimi başına uzatıp yoğun fakat ellerimde hoş olmayan kirli bir his bırakan tüylerini sevdim. Koyun iyice üzerime gelirken sevilmek hoşuna gitmiş gibiydi.

" Hazan kes şunu!"

"Neyi?"

Gözlerim yarı açık, yarı kapalıydı.

Bıkkınca soludu.

"Bak, dinle beni. Şu an Irak'dayız. Türkiye sınırına 10 kilometre uzaktayız. Sınır asker kaynıyor. Büyük ihtimalle sınırı geçmek üzereler. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun. Hazan senin için geliyorlar. Ve beni görmemeleri lazım. Buradan sonrasına yalnız devam etmek zorundasın. "

Gözlerim istemsizce kapanmıştı. Midem çok fena bulanıyordu. Koyunun tüylerini seven elimi kucağıma indirdim. Yaren beni bir kez daha sarsıp, " duyuyor musun beni?" dedi yüksek sayılabilecek bir sesle.

Duyuyordum, fakat şu an kolumu kıpırdatacak, gözümü açacak halim bile yoktu. Sınıra kadar on kilometre yolu nasıl yürüyeceğimi bilmiyordum. Üstelik buralar çok tehlikeliydi. Sınıra ulaşana kadar en kötü ihtimalle bir örgüt kampıyla, birkaç teröristle karşılaşırdım. En iyi ihtimalle de mayınlı bir araziye girer parçalara ayrılarak şehit olurdum.

"Du - duyuyorum."

"Allah'ım delireceğim! Kızım uyumasana!"

Sargılı elim zonklayarak ağrıyan başıma giderken, " bağırma, " dedim fısıltılı sayılabilecek bir sesle.

"Yok...yok bu böyle olmayacak. "

Gözlerimi araladım. Yaren üzerindeki kara çarşafla oturduğu yerden kalktı. Belimden tutup beni de kolayca kaldırırken ayaklarım attığım ilk bir iki adımda birbirine dolanmıştı. Tam düşecekken Yaren beni tuttu. Ve birden ayaklarım yerden kesildi. Beni omzuna atmıştı. Araçtan benimle birlikte atlayarak indi. Soğuk hava yavaş yavaş vücudumu sararken biraz daha kendime geldiğimi hissetmiştim.

Ayaklarım yerle buluşurken kamyona tutundum. Karla kaplı bir dağın eteklerinden geçen dar bir yoldaydık. Yolun kenarları düz ve ağaçsız arazilerden oluşuyordu. Her yer bembeyazdı. Karşıda kayalıklar vardı. Mağara girişine benzeyen karartılar görmüştüm.

O sırada ensemden içeriye giren buz gibi bir şeyle ürperip çığlık attım. Bulunduğum yerde tepinirken Yaren'in içime kar attığını anlamam uzun sürmemişti. Bütün bedenimden geçen titreşim beynimi uyarırken üzerimdeki sersemlik tamamen olmasa da beni kendime getirecek kadar dağılmıştı.

"Ya napıyorsun?!" diye bağırırken gözlerim Yaren'i, bir elim de ensemi buldu.

"Kes sesini! Çocuk gibi seninle mi uğraşacaktım?! O askerlerden biri ya da buralarda gizlenen köstebek VASÖ ajanları beni gördüğü an başıma büyük iş alırım. Sadece ben değil sen de! Şimdi, bu uzaktan kumanda VASÖ'nün burada gizlenen SİHA'larından birine ait. SİHA'ların içinde dörtyüz metrekaredeki bütün canlıları yok edecek kapasitede roketler var. Eğer sürü halinde bir terörist grubuyla karşılaşırsan patlat gitsin. Ama sen de biliyorsun. SİHA aktif hale geldiği an VASÖ'ye anında sinyal yollar. Burası Türkiye'nin hava savunma sahasının dışında bir yer. Burada izinsiz, özellikle de devletten gelen bir operasyon emri olmadığı sürece İHA ya da SİHA kullanımı yasak. Eğer SİHA'yı aktif hâle getirirsen bunun hesabı bize kalır. Senin buraya geldiğini VASÖ bilmemeli. O yüzden...."

"O yüzden çok zor durumda kalmadığım sürece SİHA'yı aktive etmeyeceğim. "

Başını beni onaylarcasına salladı.

" Aynen öyle. "

Uzattığı uzaktan kumandayı alıp diğer cebime koydum. Belinden ağzında susturucu takılı bir silah çıkardı.

"Bunu da al. Yoldan ilerle. Arkanı, sağını, solunu kontrol et. "

Silahı alıp, " Tamam," dedim.

"Saat 16.24. Birkaç saat sonra hava kararacak. Mümkün olduğunca hızlı yürü. Hava kararmadan sınıra ulaş. "

Üzerindeki çarşafı kaldırıp altındaki pantolonun arka cebinden bir harita çıkardı.

"Bu mayınlı arazileri gösteren harita. Lazım olur. Bastığın yere dikkat et. Her gördüğün tel örgüden atlama. "

Haritayı alıp açtım. Kısaca bir göz gezdirip patolonumun arka cebine soktum. Elimdeki silahı öylece tutmaya devam ederken," tamam mı? Başka bir uyarın var mı?" diye sordum.

Gözlerime sertçe bakıp, " ölme," dedi. " En azından Aslı'yı kurtarana kadar. Sonrasını kendin bilirsin."

"Güzel bir veda konuşmasıydı. Teşekkürler."

Ters bir ifadeyle yüzüme baktı. Gitmek için hazırlanırken geri döndüm.

"Telefonum nerede?"

"Mezarlıkta düşmüş. Yenisini alırsın artık, " dedi ve cebinden çıkardığı yedek şarjörü bana doğru attı. Şarjörü havada kapıp kabanımın cebine koyduğumda Yaren çoktan kamyonun kasasına atlamıştı. Kamyonun motoru çalıştı. Geri geri gidip ileride yolun genişleyen kısmında hızlı bir dönüş yapıp uzaklaşmaya başladı.

Önüme döndüm. Tam ortasında durduğum karla kaplı yolu ve karşıdaki dağları izledim. Etraf sağır edici derecede sessizdi. Arada bir esen soğuk rüzgarın uğultusu duyuluyordu. Yerdeki karları havalandırıyor, küçük bir hortum oluşturuyordu. Kar yağışı olmaması şu an da iyi olan tek şeydi. Üstüm, bir resimde dahi görseniz içinizi ürpertecek bu manzaraya karşı fazlasıyla inceydi. Ve beyaz spor ayakkabılarım...

Belki de hava kararmadan on kilometrelik yolu yürüyüp, sağ salim sınıra ve Fırat'a kavuşabileceğim hülyasına kapılmak yerine az ilerideki büyük kayanın dibine oturup soğuktan donarak ölmeyi beklemeliydim. Ya da en azından denemeliydim. Ölüm tek çarem olarak kalana kadar yaşama bir şans vermeliydim.

Derin bir nefes alıp verdim. Ve yürümeye başladım. Arabaların tekerleklerinin bıraktığı izlerden yürüdüm. Ayakkabılarım çamurlu karda kirlenirken pantolonumun paçaları ıslanıyordu. Adımlarımın karlı yolda çıkardığı sesler ara ara arkamdan biri geliyormuş hissiyatı uyandırırken duraksayıp etrafımda bir tur dönüyordum. Uçsuz bucaksız bir beyazlığın ortasında, koca bir hiçliğin içindeydim sanki. Dünyada benden başka kimse kalmamış gibi geliyordu bazen. Bazen de aksi gibi her kayanın, gördüğüm her taşın ardından biri çıkacakmış gibiydi.

Gökyüzüne baktım. Yoğun, günün akşama döndüğünü haber veren koyu gri bulutlar dışında hiçbir şey yoktu. Tek bir kuş bile. O kadar kasvetli bir hava vardı ki içim sıkılmıştı. Gördüğüm her şey, gözüme çarpan her detay korkmamı söylüyordu. Bu ıssızlıktan hiç çıkamayacaktım sanki.

Yanımda en azından bir ses olsa daha güvende hissederdim. Mesela Fırat olsaydı. Sabah onu dinleyip, yarın buraya onunla birlikte gelseydim. Böyle olacağını tahmin etmemiştim. Yaren'in bana bu kadar kin güdüp, nefret duyduğunu ve bunun için çok haklı sebepleri olduğunu düşünememiştim. Aslı benim yüzümden deşifre olmuştu. Ben, onun deşifre olduğunu öğrendiğimde aslında VASÖ bunu çoktandır biliyordu. Cihan abi benden öğrenmiş gibi davranmıştı. Sistemin bir türlü düzelmeyip, internet alt yapısından kaynaklı bir sorundan dolayı çökmesi tamamen kurmaca bir yalandı. Nasıl inanmıştım ki? Yaklaşık sekiz yıldır sorunsuz çalışan sistem benim bu şehre gelişimle mi çökmeye karar vermişti?

Peki Ali? VASÖ bana böyle bir oyunu oynamaya nasıl kalkardı? Hayatımdaki her şeyi Ali'den alacağım o intikama bağladığımı bile bile nasıl onu öldürmesi için Yaren'e emir verirlerdi? Cihan abi...her şeyi biliyordu. Ne güzel yüzüme gülüp arkamdan iş çevirmişti? Bora ve Gaye bile.

Ve babam...
Gerçekte nasıl ölmüştü? O yanan araç, son dakika olarak geçilen o haber babama yapılan suikastın bir parçası mıydı? Bildiğim her şey yalan mıydı? Babamın ölümünün asıl nedenleri kim ya da kimler tarafından örtpas edilmişti? Bunca yalanı neden söyler ki bir insan? VASÖ benden ne istiyordu? Kime güvenecektim? Şu zamana kadar kendimle ilgili bildiğim şeylerin kaçı doğruydu? Kim ne istemişti babamdan?

Cevaplanması gereken onlarca soru vardı. Ve her birinin cevabı benim için belki de ayrı bir yıkım olacaktı. Fakat yine de şu hayatımın en önemli on kilometresini sağ salim bitirebilirsem bütün sorularıma teker teker cevap bulacaktım.

********

Bir süredir kendimi rahatlatmak için kendi kendime şarkı mırıldanıyordum. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyordum ama yolu yarıladığımı düşünüyordum. Solumda kalan karla kaplı yüksek dağın etekleri bir sebepten bana pekte tekin gelmezken sağımda kalan araziye girmiştim. Arazideki büyük taşların ardına saklanarak temkinli bir şekilde ilerliyordum.

Kansızlığımın da etkisiyle ne ayaklarımı ne de ellerimi hissetmiyordum. Bıçak gibi keskin olan bu soğuk hava gökyüzü karardıkça daha da soğuyordu. Bacaklarımın dermanı kesiliyordu ve bir yere çöküp dinlenmek istiyordum. Lakin yapamazdım. Hava kararmadan sınıra ulaşmak bir yana birkaç dakikadan fazla bir yerde hareketsiz durursam hipotermiden ölmem içten bile değildi.


" Kıratımın beli ince
Ölürüm yar görmeyince
Telli yatak serdiremem
Asker yârim gelmeyince

Yüce dağlar olmasaydı
Laleleri solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri de
Şu ayrılık olmasaydı."

Şarkıyı söylerken titreyen sesimle gözlerim dolmuştu. Fırat'a karşı duyduğum özlem yüreğimi ezerken şu an da onun ne halde olduğunu düşündüm. Kesin çok merak etmişti beni. Yaren'in söylediğine göre beni aramak için sınıra askerlerini alıp gelmişti. Umarım sınırı geçmemişlerdir. Eğer geçtilerse bile bir çatışma yaşanmamış olmasını umdum. Sınır ötesinde operasyon yapmak için yetkileri yoktu. Bu kadar kısa sürede sınır ötesi operasyon yapmak için izin almaları da, gerekçeleri çok sağlam olmadığı sürece, zordu. Fırat yüzbaşının karısı kendi burnunun dikine gittiği için Irak sınırında kaybolmuş, çok sağlam bir gerekçe değildi. Fırat'ın başına yine, ancak bu sefer çok daha büyük bir iş açmıştım.
Benim için kuralları çiğnememelerini umdum. Çünkü bu bir disiplin suçu olurdu.

Bir an kendi ayak seslerim dışında başka bir ayak sesi duyduğumu zannederken adımlarımı durdurdum. Birkaç kez takip edildiğim hissine kapılmışlığım da olmuştu. Fakat her seferinde, ne zaman arkamı dönsem kimsenin olmadığını görmüştüm. İçimde umursamamaya çalıştığım, beni ele geçirmesine izin vermemek için direndiğim korkunun zihnime oynadığı oyunlar olabilirdi bunlar. Ama yine de dikkatli olmakta fayda vardı.

Yanında durduğum küçük taşın az ilerisindeki büyük kayaya doğru ilerlemek için yeniden yürümeye başladım. Orada herhangi birine karşı siper almam daha kolay olurdu. Ancak o sırada beni hedef aldığını az önce yanında durduğum taşa saplanışıyla anladığım kurşun, nereden ve kim tarafından ateşlendiğini anlamadığım bir silahtan çıkıp sessizliği bozdu. Hızla koşarak kendimi o büyük kayanın arkasına attım. İkinci bir kurşun daha sıkıldığında elimdeki silahın emniyet kilidini açtım.

Burada tek başımaydım ve sakin olup kendimi korumalıydım. Kurşun yolun karşısındaki kayalıklardan sıkılıyordu. Tek bir kişi olduğu ortadaydı. Hava görüş açımı sıfıra indirecek kadar karanlık değildi ancak tam bir netlikte yoktu. Bulunduğumuz dağın üzerine yoğun bir sis çökmüştü. Bu da birazdan kar yağışının başlayacağını gösteriyordu.

Üçüncü kurşunun ardından, " kimsin sen?!!" diye soran kaba bir erkek sesi duydum. "Ne işin var burada?!!!"

Kayanın kenarına doğru ilerleyip karşıdaki kayalıklara baktım. Kimse görünmüyordu. Ya kurşun sıkıp karşılık verecektim ya da beni almaya gelmesini bekleyecektim. Bir kadın olduğumu anladıysa silahım olmadığını düşünüp kesin gelirdi. Tek atışta işini bitirmek varken çatışmaya girmek riskli olurdu. Umarım bu silah seslerini duyup diğer şerefsizler de başıma üşüşmezdi.

Dördüncü kurşunu beklerken yavaşça kayanın dibine çöktüm. Bu andan yararlanıp biraz olsun dinlenebilirdim belki.

"Sana, kimsin, dedim?!!!"

Gözlerimi kapatıp başımı arkamdaki kayaya yasladım. Üzerimde bir yorgunluk, engel olamadığım bir uyku hali vardı. Esnedim. Bu halimin üşüdüğüm için olduğunu biliyordum. Vücut ısım düşüyordu. Yerden bir avuç kar alıp boynuma sürdüm. Biraz daha üşümeliydim. Zihnimi açık tutmam gerekiyordu.

"Ah!"

Bedenimden geçen ürpertiyle bütün hücrelerim titrerken karı yere attım.

"Eğer ses vermezsen oraya geleceğim!!! Senin için iyi olmaz!!! Teslim ol!!!"

Gözlerimi devirdim. Kayanın kenarından başımı uzatıp adamın olduğu tarafa baktım. Bulunduğu kayanın ardından başını çıkarmıştı. Yeterli değildi. Biraz daha görünür hâle gelmesini beklemeliydim. Başımı geri çekip cebimdeki, Yaren'in verdiği, telefonu çıkarıp saate baktım.

   17.07

Kış ayında olduğumuz için hava çabuk kararıyordu. Burnuma düşen kar tanesiyle titreyen elimdeki telefonu cebime soktum. Sargılı elimdeki silahı diğer elime aldım. Bir süre önce zonklayan yarayı artık hissetmiyordum bile.

"Son kez uyarıyorum!!! Çık ortaya!!!"

"Hayır, önce sen," derken kendi kendime konuşuyordum. Alıp verdiğim nefesler artık havada buhar bile oluşturmuyordu. Damarlarımdaki kan bile buz kesmişti. Ayaklarımın soğuktan sızladığını hissediyordum. Vücudumun bu soğuk havaya verdiği tepkilere odaklanmayı bırakıp başımı yeniden kayanın kenarından uzatıp adamın olduğu tarafa baktım. Kayanın arkasından tamamen çıkmış buraya doğru yavaş adımlarla geliyordu.

"Geliyorum!!!"

"İyi ki söyledin. "

Yavaşça çöktüğüm yerden doğruldum. Kısa boyum ilk kez bir işe yaramıştı. Kayayla aynı boydaydım. Hatta o benden biraz daha uzundu. Beşe kadar sayıp kayanın arkasından çıkmaya karar verdim. Çıktığım an tetiğe basıp adamı indirecektim.

1, 2, 3, 4 ve...5

Hızla kayanın arkasından çıktım. Adam elindeki tüfeği bana doğrultmak için kaldırırken fırsat vermeden iki elimle tuttuğum silahı ateşledim. Kurşun adamın alnının ortasına isabet ederken bir şey oldu. Benim silahım dışında başka bir silah daha ateşlenmişti. Ve adamı sırtından vurmuştu. Gözlerimi adamın geldiği kayalıklardan tarafa çevirdim. Biri vardı. Tek eliyle tuttuğu silahı aşağı indirirken saklanıp saklanmamak konusunda kararsızdım. Elimdeki silahın namlusu o adama doğrultulmuş bir vaziyetteydi. Yüzünün yarısı, üzerinde siyah ve beyaz renklerden oluşan küçük karelerin bulunduğu bir bez parçasıyla kapalıydı. Bana doğru adımlayıp aramızda birkaç metre kala durdu. O an gözlerini gördüm.

"Sen?" dedim afallamış ancak güçlü bir sesle.

Bir süre gözlerini yüzümde gezdirip, "birazdan buraya doluşurlar, vakit kaybetmeden gidelim, " dedi. Sesini bilerek değişitiriyor gibiydi. "Sınıra kadar seninle geleceğim. "

Yutkundum. Silahı indirmeden, " kimsin?" dedim sertçe.

Birkaç saniye daha gözlerime bakıp, "Senin için sağ kolunu sırtından vuran bir terörist. Umarım yeterince açıklayıcı olmuştur," dediğinde kalbimin tam ortasına bir ağrı saplandı. Kaşlarım çatılırken yüzünü kapatan o bez parçasının ardında kim olduğunu biliyordum.

"O zaman senin de ölmen gerek," dedim. Hayatımı kurtarmıştı güya ama o da benim düşmanımdı.

"Vurmak istiyorsan vur. Ama buradan ben olmadan sağ çıkamazsın. Üçyüz metre ilerisi örgüt kampı. "

Sessiz kalıp ona doğrultuğum silahı iyice kavradım. Ellerim sabitti ama içim titriyordu. Ruhum acıyordu sanki.

"Bırak yardım edeyim."

" Niye güveneyim sana?!"

Sesim istemsizce yükseltmişti.

Kollarını iki yanan doğru açıp," başka şansın var mı?" dedi.

İçimdeki karmaşanın yüzüme yansımasına, geçmişten gelen anıların gözlerimi doldurmasına izin vermemek için alayla güldüm.

"Sen buna şans mı diyorsun?"

Bu günün de, bu anın da tek bir adı olabilirdi. O da kabustu.

" Bir şey demiyorum. Bırak örgüt kampına görünmeden sınıra ulaştırayım seni. Daha görülecek bir hesabımız var. Ölmeni istemem."

Ben de...ben de şu an da ölmek istemezdim. Ama beni bu hale getiren, hayatımı mahveden, intihar etmeme sebep olan kişi tarafından korunmak da istediğim bir şey değildi.

" Benim için o örgüt kampındaki şerefsizlerden farklı olduğunu mu düşünüyorsun? Senin onlardan hiçbir farkın yok."

Gözlerini kapatıp başını önüne eğerken elindeki silahı beline soktu. Ayağındaki siyah botları, siyah pantolonu, siyah boğazlı kazağı ve deri ceketiyle hiç mağarada yaşayan bir terörist gibi giyinmediğini, üstünün başının gayet düzgün olduğunu fark ettim o an.

Bana doğru gelmeye başladı. Öne doğru bir adım atıp," yaklaşma," dedim. Çok garip hissediyordum. Sanki vatan sevgimin test edildiği bir sınavdaydım da bu an yüz puanlık bir soruydu. Yanlış bir karar verirsem başka bir ülkeye sürülecek, bir daha da buraya geri dönemeyecektim.

Yerdeki ölü bedenin aramıza açtığı mesafede durup gözlerime son bir kez baktıktan sonra yere eğilip adamı omzuna aldı. Az önce ardında gizlendiğim kayanın arkasına adamı saklarken bir an olsun silahımı aşağı indirmedim. Yer değiştirmiştik. Şimdi o kayanın yanında, ben ise az önce öldürdüğüm adamın ölü bedeninin olduğu yerde, karın üzerindeki kan damlalarının hemen yanındaydım.

Gözlerimiz yeniden birbirine kenetlenmişti. Esen soğuk rüzgarda siyah saçları dalgalanırken mavi gözleri birer buz küpüydü sanki. Bu ana eşlik eden kasvetli gökyüzü küçük kar tanelerini üzerimize bırakmaya başlamıştı. Ona duyduğum öfke bütün bedenimi ısıtırken bu anın bizim yüzleşme anımız olmadığını biliyordum. Peki burada karşılaşmamız bir tesadüf müydü? Belki de öyleydi. İnine girdiğim çakala, burada ne işin var, diye soramazdım. O ait olduğu yerdeydi. Sınırın diğer tarafında ve düşman hattındaydı. Burada olmaması gereken kişi bendim. Fırat'ı dinlemeliydim.

Birkaç adım daha atıp aramızdaki mesafeyi azalttı. Gözleri yüzümü tarıyordu. Rüzgarda uçuşan uzun saçlarımı izliyordu. O buz küplerine benzettiğim gözlerindeki soğukluğu yerle bir eden bir şeyler vardı bakışlarında. Ve ben ne olduğunu anlamak istemediğim için gözlerini görmezden geliyordum.

Sol elini kaldırıp yüzünü saklayan bez parçasını aşağı indirdi. Sakalsız yüzü ve ķöşeli çenesi gözlerimin önündeydi. Yaren'in verdiği dosyadaki gibi, altı yıl öncekiyle aynıydı.

"Vuracaksan vur," dedi. "Vurmayacaksan da gidelim. Gelmeleri an meselesi."

O kadar emindi ki bu silahı ateşleyemeyeceğimden kendi silahını belinden çıkarmaya dahi tenezzül etmiyordu. Ya da o kadar çok istiyordu ki ölmeyi belki de içinden işaret parmağımın üstünde olduğu tetiği çekmem için dualar ediyordu. Bu an da en kötü olan şey şuydu; onun ne hissettiğine dair fikirlerim vardı fakat ben ne hissediyordum, bilmiyordum. İçimde hhissetmemem gereken bir duygunun peyda olmasından korktuğum için ne hissettiğime odaklanmaktan korkuyordum.

"Gelsinler, belki bana yardım etmeye kalkıştığın için seni de öldürürler. "

Güldü hafifçe. Gülüşünün tanıdık olmasından nefret ettim.

"Buna kimse cesaret edemez."

Yüzümü ondan tiksinir gibi buruşturdum. Küçümseyici bakışlarımı yüzünde gezdirdim.

" Bununla mı övünüyorsun? Köpeklerin senden korkuyor diye mi? "

Bakışları bir an buğulandı. Yüzü anlık bir canı yanıyormuş gibi kasılsa da kendini çabuk toparladı.

"Haklısın," dedi donuk bir sesle. "Övünecek fazla bir şeyim yok."

Olabilirdi. Gitmeseydi, kalsaydı olabilirdi. Sırt sırta verip darmadağın olan hayatımızı birlikte toparlayabilirdik. Her şeyi mahvedip bana böyle bakmamalıydı.

"Geliyorlar," dedi arkamda kalan kayalıklarda gözlerini gezdirirken. "Gitmemiz lazım."

Kulaklarıma dolan uğultularla o tarafa döndüm. Kayalıkların üst tarafındaki tepelerde buradan bakınca karınca kadar küçük görünen birileri vardı. Haklıydı, geliyorlardı ama, gitmemiz, değil, gitmem, gerekiyordu.

Silahı indirmeden yanından geçip giderken," ben tek başıma devam edeceğim, " dedim. " Sen de kal burada köpeklerini sakinleştir. "

Adımlarımı hızlandırarak bazıları büyük, bazıları küçük olan, üzerleri karla kaplı kayalıkların arasında koşmaya başladım. Küçük bir dağa tırmandığımı ve sınıra giden yoldan saptığımı biliyordum. Yürüdüğüm yol git gide dik bir hâl alırken, aslında burası bir yol değil, dağlık ve taşlık bir araziydi, nefeslerim sıkılaşıyordu. Soğuk soğuk terlerken şu an üşüdüğümü söyleyemezdim. Sadece ayaklarımı hissetmiyordum ve kasıklarımdaki ağrı yeniden kendini göstermeye başlamıştı.

Bu dağı aşıp yeniden yola girecektim. Tek istediğim teröristler ve kamplarıyla arama mesafe açmaktı. Yön duygum iyiydi. Kaybolacağımı sanmıyordum. Ancak kar yağışı başlamış, gece karanlığı birkaç metre ilerisini bile görmemi engelleyecek kadar kalın bir sis tabakasıyla birlikte dağların üzerini örtmüştü. Sınıra az kaldığını bilmek dışında bana güvende hissettirecek tek bir şey bile gelmiyordu aklıma. Bir de Fırat'ın yakınlarda bir yerlerde olduğunu hissediyordum.

Bir silah sesiyle irkildim. Yanında durduğum kayayı siper alıp geldiğim tarafa dönüp baktığımda onun yanına gelen teröristleri, gittiğim yönün tersine yönlendirdiğini ve birkaç kişinin de az önce ölen adamın cansız bedenini kaldırıp götürdüklerini gördüm. Silah sesinin sebebini çözemesem de koşmaya devam ettim. Küçük taş parçaları üzerleri buzlandığı için ayaklarımın altından kayıyordu. Birkaç kez düşme tehlikesi geçirmiş fakat çabuk toparlamıştım.

Dağın diğer tarafına dönmek üzereyken bazı sesler duydum. Bir iki adım gerileyip gittiğim yere bakmayı akıl ettiğimde az kalsın teröristlerin bulunduğu bir mağaranın girişine giriyor olduğumu gördüm. Mağaranın yukarısındaydım. Sırtımı dağın taşlı toprak gövdesine yaslayıp durdum.

" Şu ateşe bakın lan! Birazdan başkan gelir!"

"Tamam, ben bakarım şimdi."

" İyi. Yiyecek bir şeyler de hazırlayın."

"Tamam heval."

Başımı mağaranın girişine doğru eğip aşağı baktım. Mağaranın önünde yanan ateşi ve eli silahlı beş adet teröristi görmüştüm. Burada olup az önceki silah seslerini duymamış olmaları imkansızdı. Düşüncelerimi duymuş gibi diğer teröristlere emir veren adam," az önce ki silah sesleri neymiş? Kamptakilerle konuştunuz mu?" diye sordu.

"Konuştuk heval. Kadının biriymiş. Başkanın oğlunun sağ kolunu öldürmüş. Yakalamaları uzun sürmez, merak etme."

Başkan dedikleri...onun babası mıydı? Ali'nin babası bir terör ele başı mıydı? Annem...annem nasıl böyle bir adamla birlikte olur, ona sevgi beslerdi? Belki de yanlış anlamıştım. Sonuçta Ali'nin söylediği sözlere neden inanmalıydım ki?

"Eli silahlı kadın ne arar lan burada?"

"Bilmiyorum heval. Ayak izlerinden kadın olabileceğini çıkarmışlar. Telsizde öyle söylediler. Destek istemediler. Başkanın oğlu başlarındaymış zaten."

"Benden bahsediyorlar. "

Hızla soluma dönerken elimdeki silahı da o tarafa doğrultum. İki metre ileride o duruyordu.

"Güzel miymiş bari? Güzelse getirsinler de biz de bu akşam keyfimize bakalım. "

"Sormadım heval. "

"Kadın olsun da," derken iğrenç gülüşmeleri kulaklarıma doluyordu. Midem bulandı.

"Seni arıyorlar," dedi. "Ellerine geçersen az çok ne olacağını biliyorsun. İnat etme, yardım edeyim sana. Bu mağaralardan birden fazla var burada. Birinden kurtulsan illaki diğerine yakalanırsın. "

Gözlerim yavaş yavaş dolarken yutkundum. Fırat'ı istiyordum. Buradan bir an önce çıkıp gitmek, ülkeme girmek istiyordum. Üşüyordum, nefes alış verişlerimi bir türlü tam anlamıyla düzene sokamıyordum. Her taşın altında, her kayanın kovuğundan bir sır, bir düşman çıkıyordu. Ve ben bu sırlarla baş edemiyordum. Derin bir uykunun içinde, bir türlü sonu gelmeyen korkunç bir kabusun kollarındaydım.

" İstemiyorum. Bir teröristle yol tutacağıma..."

" Onlarca terörist tarafından işkence görüp tecavüze uğramayı tercih edersin!" dedi sinirle. Ona dehşete düşmüş bir hâlde tiksinti ve nefretle baktım. Gözlerini kapatıp sertçe soludu. Ve sonra yutkunup gözlerini açarken yeniden baktı gözlerime. Söylediklerinden pişman olduğunu düşündüm bir an. Ama bundan emin olamazdım. Sözde beni korumaya çalışıyordu, ancak belki o da...diğerleri gibi...başka insanların karısına, kızına...dokunmuştu. Binlerce genci zehirleyen biriydi o. Buradaki kimseden farkı yoktu.

"Sen onlardan çok mu farklısın?"

"Değilim. Ama sana zarar vermem."

Hayal kırıklığıyla baktım ona. Yüzümdeki tiksinme ifadesiniyse yok edemiyordum.

" Minnet mi duymalıyım sana? "

"Hayır. Sadece bir kez olsun...güven."

"Sana güveneceğime kendimi uçurumdan atarım."

Yüzü kasıldı. Ona doğrultuğum silaha doğru yaklaşıp namlunun göğsüne denk gelmesini sağladı.

" Vur o zaman!"

Yaslandığım yerden ayrılıp silahı göğsüne bastırdım. Gözlerimi gözlerine kilitleyip, " bunu ne kadar çok istediğimi bilemezsin, " dedim nefret dolu sesimle. " Ama şimdi değil. Bir gün belki ama bugün değil. Ben buraya seni öldürmeye gelmedim çünkü. Hak ettiğin ölüm için yeterince hazırlıklı değilim. "

Aslında hazırlıklıydım. Cebimde bir SİHA'nın uzaktan kumandası vardı. Kırmızı tuşa bastığım an SİHA her neredeyse konumumu algılayıp buraya gelecek ve tuşa ikinci kez bastığımda roketi üzerimize bırakacaktı. Tek sorun yok edeceği şeylerin buradaki teröristler ve Ali'yle sınırlı kalmayacak olmasıydı. Ben de parçalara ayrılarak ölecektim. Bir an bu o kadar önemli mi diye düşünmeden edemedim. Değildi. Ben bu yer yüzündeki en önemsiz insan, en boş cenaze töreninin sahibiydim. Tabuta konulacak tek bir parçamın dahi kalmayacağı bir ölüm hoş olabilirdi. Dünyadan böyle silinip gitmeyi hak ediyordum. Ama Fırat'a kıyamazdım. Bu şerefsiz için yerin altında kış uykusuna yatan tek bir yılana bile kıyamazdım.

Silahı göğsünden çekip önünden geçip giderken yürümeye devam ettim. Mağaranın aşağısına doğru ilerledim. Arkamdan baktığını hissedebiliyordum ama bu sadece bana değen gözlerinden nefret etmeme neden oluyordu. Onu görmek, sesini duymak ona dair herhangi bir şeyi hisseden bütün uzuvlarımdan rahatsızlık duymama sebepti.

Hava iyiden iyiye kararıyordu. Büyük bir kayayı arkama alıp bu taşlık arazide olabilecek en hızlı ve sessiz adımları attım. Yolu yarılamış olabilirdim ancak hava tamamiyle kararmadan sınıra ulaşmam mümkün değildi. Kar yağışı iyice bastırmıştı. Ara sıra köpek havlamasına ya da kurt ulumasına benzer hayvan sesleri duyuyordum. Bu beni daha da ürkütse de yürümeye devam etmek dışında yapabilecek hiçbir şeyim yoktu.

Üzerinde bulunduğum dağın eteklerine indikçe arazi düzleşiyordu fakat aynı zamanda ardına saklanıp, siper alabileceğim kayalıklar da azalıyor ve küçülüyordu. Geniş bir açıklığa gelmek üzereyken çatışma sesleri duydum. Beni arayan terörist gurubunun gittiği taraftan geliyordu. Yağan kar silah seslerini boğuklaştırsa da tahmini olarak beşyüz metre batıdaydılar. Bu da, eğer teröristler birbirlerine sıkmıyorsa, Fırat'ın beşyüz metre ilerimde olduğunu gösteriyordu.

"Saklan!"

Arkamdan gelen sesle o tarafa döndüm. Yine oydu.

" Askerlerle çatışmaya girmişler. Mağaradakiler desteğe gidecek. Muhtemelen bu yoldan geçerler. Saklan."

Ona öylece nefretle bakarken yanıma gelip kolumu tuttu. Hızla geri çektim kendimi.

"Dokunma bana!!"

Ellerini havaya kaldırıp, " tamam, tamam dokunmadım, bağırma. Duyacaklar," dedi.

"Duysunlar!! Uzak dur benden!!! Git artık!!! Görmek istemiyorum seni!!!!"

Mağaranın olduğu taraftan konuşma seslerine karışan ayak sesleri gelirken üzerime atılıp elini ağzıma kapattı. Beni yanımızda duran kayanın arkasına çektiğinde bir kolunu belime sarmıştı. Çırpınmaya başladım. Teröstlerin ellerindeki fenerlerin ışığı buraya kadar geliyordu. Taşların üzerine vuran ışık karın üzerindeki ayak izlerimi gözler önüne sererken," heval burada ayak izleri var," diyen bir şerefsizin sesini duydum.

İnatla çırpınmalarıma ara vermezken ayağımın yanındaki ayağına sertçe bastım. Acıyla kasılsa da ses çıkarmadı.

"Dur," dedi sadece fısıltıyla.

"Bunlar o kadının ayak izleri olmasın? Çok küçükler. "

" Olabilir, izleri takip edelim."

"Allah kahretsin," diyen sesi kulağımın hemen altındaydı.

"Heval ben az önce burada bir kadın sesi de duydum sandım. "

Kaç kişiydi bunlar? Sürekli başka bir ses duyuyordum.

"Yalnız değil mi dersin? MİT falan olmasın?"

"Sanmam. VASÖ'nün işidir. Sürekli aramıza adam sızdırıp duruyorlar. "

" Bıktım artık şu ülkeden de bu örgütten de. İki lokma ekmek, üç kuruş para için kıçımız donuyor burada. Sınıra yaklaşsak Türk askeri, MİT, Bordo bereliler, bir de bu VASÖ çıktı başımıza, rahat vermiyorlar. İHA'lar SİHA'lar cirit atıyor tepemizde. Nefes aldırmıyorlar. Kendi topraklarımızda bile güvende değiliz. Bunu başkanla konuşmak gerek."

"Kes sesini! Alt tarafı bir kadın. "

Adım sesleri git gide yaklaşıyordu. Yakalanmak üzereydim. Dirseğimi sertçe karnına geçirdim.

"Emin misin sadece bir kadın olduğuna? Türk askeri buraya öylesine gelmez. "

"Bakıyorum da iyice kanın kaynamış senin bu Türk'lere. Diğer gözünü de alsınlar istiyorsun herhal?"

"Heval burada başka ayak izleri de var. Bir erkeğe ait gibi görünüyor. "

Başımı sertçe geriye atıp yüzüne vurdum. Kısık bir sesle inledi.

"Dur artık, " dedi sesli bir şekilde.

"Kim var orada?!"

Ağzımdaki elini çekip diğer kolunu da belime sardı. Çırpınmaya devam ettim.

"Bırak, " dedim bağırarak. Hiçbir şey umrumda değildi. Bu saatten sonra ne olacağı bile. Tek istediğim kollarını vücudumdan çekmesiydi. Yoksa çıldıracaktım.

Benimle birlikte kayanın ardından çıktı. Ellerindeki feneri yüzümüze tutan adamlara," çekin şunu gözümden, " diye bağırdı. "Mervan'ı vuran kadını yakaladım. Mağaraya gidelim, hadi."

Karşımdaki adamların hepsi saçı sakalı birbirine karışmış bodur ve çelimsiz insanlardı. Ellerinde uzun namlulu silahlar ve tüfekler vardı. Birinin sol gözünde, tek gözlü korsanların taktığı türden bir göz bağı bulunuyordu. On, onbeş kişiydiler.

" Kamptakiler bu kadını çatışmanın olduğu bölgede arıyorlardı başkan, " dedi tek gözlü adamın yanındaki saçlarının tepesi dökülmüş, tahminî kırklı yaşlarındaki terörist. Sesinden anladığım kadarıyla bu adam benim için, güzel miymiş, diye soran şerefsizdi.

"Biliyorum, onları oraya ben yönlendirdim. "

"Neden?"

"Sen sor diye."

Bunu söyleyen bendim.

Belimi bırakıp kolumu tuttu. " Kes sesini," diye bağırdı. Elimdeki silahı alıp beni ileriye doğru iterken," yürü," dedi. Bir an dengemi kaybeder gibi olurken son anda kendimi toparladım.

"Kim bu kadın?"

Konuşan tek gözlü adamdı. Kolumu tutan kişiden önce konuştum.

"Türküm."

" Türk ha? Buralarda tek gezen bir Türk kadını? Cesaret ister doğrusu," dedi saçlarının tepesi olmayan pislik.

"İltifatın için Allah belanı versin. Cesur biri olduğum doğrudur," dedim.

Adam üzerime doğru öfkeyle yürüyüp bana el kaldırırken kolumu tutan el beni arkasına aldı.

"Sakin ol Şiyar! Önce bir mağaraya gidelim, orada bakarız icabına, " dedi.

" Bazılarınızın gözü yok, bakamayabilirsiniz," dediğimde, "ulan!" diyen tek gözlü adam elindeki tüfeği bana doğrulttu.

"Kes sesini," diyen Ali tüfeğin namlusunun önüne geçmişti. "Hevi emrime karşı gelinmesinden hoşlanmadığımı bilirsin!"

O sırada bir telsizden frekans sesi duyuldu.

"Şiyar beni duyuyorsun?"

Şiyar denilen kel adam bana öfkeli ve nefret dolu gözleriyle bakarken üzerindeki cepli yeleğin yakasından telsizi çıkardı. Telsizden ardı arkası kesilmeyen silah sesleri yükseliyordu.

"Duyuyorum heval. Söyle. "

"Yüzbaşı burada."

"Hangi yüzbaşı?"

"Bizim başımıza bela olan kaç yüzbaşı var Şiyar?! Hevi'nin gözünü alan yok mu? Bozkurt dedikleri, o. Timini alıp gelmiş. Etraf asker, jandarma kaynıyor. Çok kalabalıklar. Destek lazım. "

"Tamam heval. Bizde pek adam yok ama olanları yollarım. Bu arada aradığınız kızı Ensar başkan bulmuş. Yapabiliyorsanız geri çekilin. Biliyorsun mühimmat az."

" Ona uğraşıyoruz zaten. Ama biz çekildikçe onlar üstümüze geliyor. Keskin nişancıları var iki tane. Telef ettiler adamları. Belli ki bir şey istiyorlar. Almadan dönmez bunlar. Bordolular buraya boşuna gelmez. "

"Tamam heval. "

Telsizi kapattı. Konuşurken bir an olsun gözlerini gözlerimden ayırmamıştı. Fırat beni almaya geliyordu. Umarım sınır ötesi operasyon yapmak için üstlerinden izin belgesi almıştır. Gerçi almamış olsa timini ve jandarmaları buraya getiremezdi.

Şiyar, "Hevi ve Gaffur dışındaki herkes desteğe gitsin," diye emir verdi.

"Ben de gideceğim, " dedi tek gözlü, Hevi dedikleri adam. "O yüzbaşıdan alacak bir intikamım olduğunu herkes biliyor. Rohat'ı, kardeşimi öldürdü o şerefsiz! Gözümü aldı! Nasıl bana burada kalmam emrini verirsin Şiyar?!"

Şiyar'ın gözü hâlâ üstümdeydi. Kalmasını söylediği kişiler dışında herkes yanımızdan geçip çatışmanın olduğu bölgeye doğru yola koyulmuştu.

" Kes sesini Hevi. Gözün doğru düzgün görmüyor. Geçende çatışmada az kalsın bizim adamlardan birini vuruyordun. Destek lazım, ayakbağı değil. "

"Ama..."

"Aması maması yok! Mağaraya gidelim. Şu kadını bir konuşturalım. Belli ki o yüzbaşıyla aralarında bir bağ var. "

Üzerime doğru yürüyüp kolumu tutmaya yeltendiğinde Ali izin vermedi.

"Ben getiririm. Siz yürüyün. "

" Peki başkan. "

Arkalarını bize dönüp mağaraya doğru yürümeye başladılar. Ali cebindeki telefonu çıkarıp el fenerini açtı. Kolumu tutan eliyle beni çekiştirerek yürüttü. Karşı koymadım. Kar tipi halinde yağıyordu. Kolumu tutan elin bileğindeki saate baktım.

  18.01

Hava artık neredeyse tam anlamıyla kararmıştı. Sert bir rüzgar esip saçlarımı geriye doğru savururken mağaraya giden yokuşu tırmanmaya devam ettik. Diğerlerinden daha yavaş yürüdüğümüz için aramıza biraz mesafe açılmıştı.

Ali bana doğru eğilip, "Korkma," dedi fısıltılı bir sesle. "Çıkartacağım seni buradan. Sadece çenene sahip çık bir süre."

"Sizden korkmuyorum!" diye bağırdım. "Siz benden korkun!!"

Öndeki adamlar bize dönerken tek gözlü adam," eğer o yüzbaşıyla bir ilgin varsa bizden değil belki ama benden kork, " dedi. "Gözüme karşı bir göz, kardeşimin canına karşılık bir can almak için yıllardır bekliyorum. "

Alaycı bir ifadeyle hafifçe gülümsedim.

" Bahsettiğin yüzbaşıyı tanımıyorum ama nedense kendisine çok kanım kaynadı," dedim.

Şiyar, " eminim tanımıyorsundur, " dedi. " Parmağındaki yüzük başkasına aittir. "

Gözlerim Ali'nin tuttuğu kolumdaki sargılı elimi buldu. Yüzüğümün kar tanesi şeklindeki büyük taşı üzerime tutulan fenerlerin altında ışıl ışıl parlıyordu. Şu an korkmuyordum. Korktuğum şey eğer ölmez de sağ kalırsam Fırat'la aramda yaşanacaklardı.

Hevi, Şiyar'ın Fırat'ın karısı olduğumu ima edişiyle beni baştan aşağı süzdü. Yüzünde tiksinti uyandırıcı pis bir sırıtış peyda olmuştu.

" Eğer Bozkurt'un karısıysan..." derken Ali, " önüne dön Hevi! Diğer gözünü de ben eline vermeyeyim, " diyerek sözünü sertçe kestti. Niye böyle beni korumaya çalışıyormuş gibi rol kestiğini anlamıyordum ancak oyunculuğu çok kötüydü. Şiyar adı gibi uyanık birine benziyordu ve Ali'ye attığı şüpheci bakışları bir tek ben fark ediyor olamazdım.

Hevi'nin yüzündeki midemi bulandıran ifade dağılırken, " emrin olur başkan, " dedi.

"Önününüze dönün. Şu mağaraya varalım artık."

Tekrardan yürümeye başladığımızda bu sefer kimse konuşmadı. Ali beni uyarmaktan vazgeçmişti. Onun ağzından çıkan hiçbir şeyin gözümde bir değeri olmadığını anlamış olmalıydı.

Bir süre sonra kayaların arasından geçerek yokuşu tırmanıp mağaranın girişine ulaştık. Beni içeriye soktular. Yerdeki kirli halılardan birinin üzerine Ali tarafından firlatılırcasına atıldım. Dizlerimin üzerine yere kapaklanırken avuç içlerim halının üstündeki küçük taş parçalarıyla buluşmuştu. Yüzüme dökülen saçlarımı başımı sallayarak geriye doğru savurdum. Kalçalarımın üzerine oturup ellerimi birbirine vurarak temizledim. Sağ elimin avuç içi soyulmuş, sol elimdeki yara acımış, dizlerim ise sızlıyordu ama önemi yoktu.

"Gaffur sen kapıda nöbet tut."

Arkamdaki duvara yaslandım. Mağaranın ortasında yanan ateş dışında içeriyi aydınlatan hiçbir şey yoktu. Girişteki ateş ise sönmek üzereydi. Az ileride yere serilmiş bir gazete kağıdının üzerine ekmek, peynir, zeytin gibi şeyler konulmuştu. Karşı duvarın önünde ise üstünde eski bir battaniye bulunan yıpranmış minderler vardı. Bunlar burada nasıl yaşıyordu? Burası çok soğuk ve pisti.

Etrafı incelemeyi bırakıp bana doğru gelen Şiyar'a baktım. Karşımda durup önüme çöktü. Ateşi arkasına aldığı için yüzü gölgeli ve karanlıktı.

"Söyle bakalım kimsin sen? Buralarda böyle kadın başına ne arıyorsun?"

"Dedim ya Türküm. "

Elindeki tüfeğin kabzasını sertçe yere vurdu. Üzerime doğru eğilip, " şunu söylemeyi kes!" dedi. "Elinde silahla buralarda dolaşma cesaretini kimden, kimlerden alıyorsun?"

Onun yaptığı gibi ona doğru eğilip gözlerinin içine baktım. Hafifçe gülüp, " Türklüğümden," dedim. "Sınırda size göz açtırmayan askerimizden. Damarlarımda akan asil Türk kanından. Sizin gibi domuz kanı taşıyanlar anlamaz. "

Yüzü öfkeyle korkunç bir hâl alırken tüfeği kaldırıp yüzüme vurmak üzereydi. Fakat Ali Şiyar'ı durdurdu.

"Dur," dedi. "Napıyorsun?"

" Başkan bırak vurayım şuna iki tane! Bırak akıtayım kanını, görsün Türklüğü!"

Adamı kolundan tutup kaldırdı.

"Saçmalama, " dedi. " Koca tim gelmiş peşinden. Belli ki önemli biri. Bilgi milgi alırız. Babam gelene kadar kimse dokunmayacak bu kıza. Anlaşıldı mı?"

Adam tüfeğiyle birlikte bana kin ve düşmanlık beslediğini alenen ortaya seren bakışlarıyla karşı duvarın dibindeki minderlere oturdu. Bakışlarına aynı şekilde karşılık veriyordum. Ta ki Ali önüme çöküp Şiyar 'la arama girene kadar.

Gözlerim yüzünü buldu. Bana birkaç saniye öylece bakıp, "kime çalışıyorsun?" diye sordu. Kendince rol kesiyordu. Gözlerimi devirip arkamdaki duvara geri yaslandım.

"MİT?"

Sessiz kaldım.

" O zaman VASÖ?"

Gözlerimi mağaranın, Yaren'in mağarası gibi, alçak ve oyuklarla dolu tavanında gezdirdim. Ali hafifçe içini çekip bana biraz daha yaklaştı. Ellerini üzerimdeki kabanın ceplerine soktu. Karşı koymadım. SİHA'nın uzaktan kumandasını, yedek şarjörü ve kriptolu telefonu cebimden çıkardı. Mayınlı arazilerin bulunduğu yerin haritası arka cebimdeydi. Bana o kadar dokunmaya cesaret edemezdi. Ederse gereken tepkiyi gösterirdim.

Hevi mağaranın girişine yaslanmış Ali'nin cebimden çıkardıklarını tek gözüyle seçmeye çalışır gibi öne doğru eğilmişti.

Ali telefonu ve şarjörü kaldırıp, " bunlar tanıdık, " dedi. "Peki bu ne?" derken uzaktan kumandayı gösteriyordu. Baş parmağı kırmızı tuşun üstündeydi.

Umursamaz bir tavırla, "bilmem. Bas istersen. Görelim neymiş, dedim.

Gözlerini kıstı.

"Ceplerinde hep ne olduğunu bilmediğin şeyler mi taşırsın?"

Başımı soluma doğru eğdim. Elindeki uzaktan kumandayı inceler gibi dikkatle baktım.

" Eğlenceli bir şeye benziyor. Bence basmalısın," dedim.

Elindeki telefon ve şarjörü üzerinde oturduğum, neredeyse mağaranın toprak zeminine gömülmüş olan, kirli halıya bıraktı. Uzaktan kumandayı incelemeye devam ederken," bir yeri mi tuzakladın?" diye sordu ciddi bir ifadeyle.

"Kim bilir."

Gözlerime sertçe baktı.

" Sen bileceksin," dedi. " Bir yeri mi bombaladın?"

"Hatırlamıyorum. "

Hevi, mağaranın duvarına düşen gölgesi, kambur tek gözlü bir canavarı andırırken bir hışımla yanımıza geldi.

" Bozkurt'u tanıyor musun?" diye sordu. Diğerlerinin aksine ne örgüt ne de stratejileri umrunda değilmiş gibiydi. Tek derdi kendi kişisel meseleleri gibi görünüyordu.

Başımı mağaranın duvarından ayırmadan gözlerimi yukarıya kaldırdım. Büyük ve kemikli burnunun büyük bir bölümünü kapladığı yüzüne baktım. Düşünür gibi bir tavırla, " galiba, " dedim.

Yanıma çöktü.

" Nesi oluyorsun onun?" diye sordu. Meraklı ve Fırat'la aramda ufacık bir bağın olması ihtimalinden ötürü heyecanlıydı. Gözlerindeki hırsı görmemek imkansızdı.

"Soydaşı, " dedim. " Bu Bozkurt dediğiniz adam belli ki Türk. "

Adam benden beklediği ya da istediği cevabı alamamış olmanın verdiği öfkeyle yüzüme sert bir tokat attı. Başım sol omzuma doğru düşerken yanağım yanıyordu. Dudağımın kenarından akan sıcak sıvıyı hissedebiliyordum. Dedemin haftalar önce attığı tokattan sonra henüz yeni yeni yok olan yara izinin yerini bir yenisi alacak gibi duruyordu. Canımın yandığına dair en ufak bir ses dahi çıkarmadım.

"Sen benimle dalgamı geçiyorsun?" diye soran adamın kaba ve bozuk aksanı kulağımı tırmalarken bir eli saçlarıma yapışmıştı. Başımı tuttuğu saçlarımdan geriye doğru çekip belinden çıkardığı silahı çenemin altına dayadı. Pis nefesi yüzüme vururken güldüm.

"İyi bari. Göründüğün kadar aptal değilmişsin."

Silahı çenemin altına iyice bastırıp saçlarımı sertçe çekerken canım yanıyordu, ama inat etmiştim, belli etmeyecektim. Ali bizi izlerken tepkisizdi.

"Seni öldürürüm duydun mu beni?!!! Ya da buradan direk kadın pazarlarına gidersin!!! Baya güzelsin alıcın çok olur!"

"Hevi!!!"

Ali'nin sesi mağarada yankılanırken adam ona döndü.

"Ne var başkan? Görmüyor musun hem seni hem de beni nasıl alaya alıyor. Başına gelebilecekleri bilmesi gerek. Gerek ki bizi küçümsememeyi öğrensin. "

"Burada emirleri ne zamandan beri sen verir oldun?"

Adam Ali'ye karşı bilendiğini belli eden gözleri ve yüz ifadesiyle ağzına gelen kelimeri yutmak istercesine yutkundu. Hırsını benden alır gibi başımı sertçe itip bıraktığında arkamdaki duvara çarptım. Canım yanmasına rağmen sesimi çıkarmazken kaşım yarılmıştı. Gözümün üstünden akan kan yanağıma damlarken gözlerimi kıstım. Başım dönüyordu. Şakalarıma sancılı bir ağrı saplanmıştı ve zonkluyordu.

"Yeter!!! Çık dışarı!!! İkinci bir emre kadar da içeriye girme!! Şiyar sen de!!"

Adamlar bir şey söylemeden mağaradan çıkarlarken başıma aldığım darbeyle sersemlediğim için onları bulanık görüyordum. Yine de, "şşşt tek göz!" diye seslendim mağaradan çıkmak üzere olan adama.

Sinirle bana döndü.

"Şu gözünü alan Bozkurt hakkında aklıma bir şey geldi."

İlgisini çekmiştim ama aynı zamanda yine dalga geçtiğimin farkında gibiydi.

"Söyle, " dedi.

"Yaklaş," dedim. " Çok önemli ve gizli bir bilgi. "

Ali'ye kısa bir bakış atıp ciddiyetle çatılan kaşlarıyla yeniden yanıma gelip çöktü. Gözlerine bakıp yutkundum ve şahlanış marşından birkaç cümle okudum.

"Bizim ilde doğan olur, baz olur,
Kara taşa pençe vursa iz olur.
Bir yiğide yedi kâfir az olur!

Orduları kürüyecek Bozkurdum!
Tanrı Türk' ü koruyacak
Bozkurdum!"

Marşın sözlerini söylerken önce bir ne dediğimi anlayamamış, anladığında ise Ali'den korktuğu için tepki verememişti. Ancak marşı sonlandırdığımda yüzüne tükürüşümle bana yumruk atmıştı. Bu seferde burnum kanamıştı ama kırılmadığını biliyordum. Fırat'a karşı duyduğu öfkesinden ve ona, şerefsiz, demesinden hoşlanmadığım için üstüne bu kadar gidiyordum. Fırat o bilmese de benim kocamdı ve bu hayatta tanıdığım en şerefli adamdı.

"Hevi yeter!!" diye bağıran Ali çöktüğü yerden ayağa kalktı. " Acına saygı duyup kızı sorgulamana müsade ettim ama emirlerime karşı gelme hakkını sana vermedim. Yıllardır örgüte yük olmak dışında hiçbir işe yaramıyorsun. Buna rağmen örgüt sana yemek, para ve yatacak yer veriyor. Değerini bilip bir köşede duracaksan dur. Ama eğer böyle itaatsizlik yapmaya devam edeceksen..." duraksayıp belindeki silahı çıkardı. Namluyu yavaşça ayağa kalkan Hevi'ye doğrulttu. " Örgütün stratejisi belli; işe yaramayan kolu keseceksin. "

Hevi öfkeyle Ali'ye bakıyordu. Bu duyduklarından hoşlanmadığı belliydi. Ali saniyelik bir bana bakıp sol gözünü hafifçe kıstı. Bunun bir işaret olduğunu düşündüm. Ama o kadar anlık bir bakıştı ki bu emin olamadım. Belki de öylesine bir hareketti. Aklımı karıştırıyordu. Her anlamda ve her şekilde.

Ben kafamda bunu sorgularken Hevi, "beni öldürecek misin başkan?" diye sordu. " Ben de kardeşim de bu örgüte yıllarımızı verdik. Rohat bu örgüt için canından oldu. Bu kadar kolaydır beni gözden çıkarmak?"

" Üç yıldır hiçbir işe yaramadığın hâlde buradasın. Sence o kadar kolay mı çıkardık seni gözden?"

Oturduğum yerde dikleşip burnumdan akan kanı silerken gözlerim yanımda duran silahı buldu. Bu silah Ali'nin elimden aldığı silahtı. Ne zaman yanıma koyduğunu sorgularken vakit kaybetmeden silahı elime alıp hızla emniyet kilidini indirdim. O an mağaranın kapısında olanları izleyen Şiyar'la göz göze gelmiştim. Ne yaptığımı görmüştü ancak elindeki silahı bana dogrultmasına fırsat vermeden nişan alıp kalbine sıktım. Silahtan çıkan kısık ses mağaranın içinde duyulurken adam yere düştü. Hevi'nin gözleri önce onu, sonra beni ve Ali'yi buldu. O sırada kapıdaki Gaffur dedikleri adam içeriye giriyordu.

Ali Hevi'nin üzerine doğru yürüyüp onu duvarın köşesinde kıstırırken Gaffur Şiyar'ın cansız bedeninin yanında durup, " yardım edilecek bir şey var mı?" diye sordu.

Hevi," hain," dedi. " Sen de, o da hainsiniz. "

Ali adamın belindeki silahı alıp kenara atarken, "Hayır, değiliz. Sadece bugün böyle olması gerekti, " dedi.

Arkamdaki duvara tutunup ayağa kalktım.

"Bu ikimizin arasında...yani senin ölünle benim aramda bir sır olarak kalacak. "

Ali bu sözlerinin ardından akıl sağlığından şüphe ettirecek kadar histerik ancak sessiz bir şekilde güldü. Tam arkasındaydım ve silahı Hevi'nin sağlam olan sağ gözüne doğrultup tetiği çektim. Kurşun Ali'nin kulağını teğet geçip Hevi'nin gözüne saplandı. Adam yere düşerken Ali başını hızla geri çekip kulağını tutmuştu.

Birkaç saniye yerde yatan, gözünden akan kanlarla yüzü kırmızıya boyanan adama gözlerini dikip kulağındaki elini indirmeden öylece durdu. Bedeni bana yan dönük olsa da yüzündeki korkuyu gördüm. Afallamış gibiydi.

"Bir an," dedi gözlerini kapatıp açarken. " Beni vuracaksın sandım, " dediğinde yavaşça bana döndü.

"Dedim ya belki bir gün ama bugün değil. "

Derin bir nefes alıp elini kulağından çekerken kendini toparladı.

"Çıkalım artık, birazdan çatışmadan kaçanlar geri döner. "

"Ben tek başıma giderim. Gelme artık peşimden. Senin yüzünden yakalandım zaten. "

Bana inanmazcasına bakıp," sana yardım etmek için kendi adamlarımı öldürdüm," dedi.

"Adam mı? Ben adam falan göremiyorum. Ne ölü, ne diri."

Bana kırgın bir ifadeyle bakar gibi oldu. Ama kırıldığı şey belki de yıllar içinde değişen şeylerdi. Değişeceğini bile bile gittiği şeyler. O artık Ali değildi. Buradaki şerefsizlerin başkanı, Ensar El- Mahmudi ya da başka bir şey, ama Ali olamazdı artık. Benim gök mavisi gözleri olan Aliş'im altı yıl önce ölmüştü. Ancak bir mezarı yoktu. Bugün gördüm ki Ali'nin mezarı karşımdaki bu bedendi. Nefret ediyordum ondan. Bütün varlığım ve benliğimle. Ama gözlerinde gördüğüm bir şey için mutluydum. Pişmandı. Beni, bizi, kardeşliğimizi kaybettiği ve bunu kendi kendine yaptığı için pişmandı. Ali'yi öldürürken acı çekmişti. Hâlâ çekiyordu da. Bazı şeyler aynıydı. Duygularını saklamayı beceremiyordu. Belki de bile isteye saklamıyordu. Duygularının benim için hâlâ bir öneminin olduğunu sanıyordu ya da olmasını istiyordu. Ne var ki ayaklarıma kapanıp ağlasa hüngür hüngür, ben pişmanım, diye yüreğimin ucu bile sızlamazdı onun için.

Hafifçe güldü bazı duygularını gizlemek için.

"Hiç değişmemişsin, " dedi. Bununla gurur duyar gibi. " Hâlâ sözlerin tokat gibi, inadın ölümcül, nefretin buz misali. "

Başımı salladım.

"Değişmedim. Bu benim bir karakterim olduğunu gösterir. Sense hangi çöplüğe konulsan oranın horozu oluvermişsin. "

Sözlerime sinirlendi ancak bir şey söylemesine fırsat kalmadan Gaffur'un yere düşmesine neden olacak bir el silah sesi duyuldu. Adımın Fırat'ın ağzından kükreyiş misali yükseldiğini duyduğumda sertçe yere itildim. Ali mağaranın içine doğru koşup karanlıktan ve yüzüme dağılan saçlarımdan dolayı görüş alanıma girmeyen, yerdeki bir kapağı kaldırıp içine girdi. Kapağı çektiğinde burada üç ölüyle tek başımaydım.


💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%