Yeni Üyelik
76.
Bölüm

76. Bölüm

@yikim2024

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.

Keyifli okumalar 💜

                                 💦

Mağaranın ortasında yanan ateşin kızıl alevlerinin sıcaklığı yüzüme vururken gözlerim Ali'nin içine girdiği tahtadan yapılmış olan, diktörtgen şeklindeki kapağın üzerinde geziniyordu. Dışarıdan gelen karda yürüyen ayak seslerini oldukça yakından duyabiliyordum. Fırat saniyeler içinde burada olacaktı. Toprak zemine tutunan ellerimden destek alarak düştüğüm yerde doğrulup oturdum. Halının üzerindeki şarjörü, SİHA'nın uzaktan kumandasını ve kriptolu telefonu alıp ceplerime koydum.

Gözlerimi mağaranın girişine çevirdiğimde ayağa kalkıp dışarıya çıkmam gerektiğini biliyordum. Ancak o an bu tuhaf ve pek de iç açıcı olmayan günün ben fark etmeden ruhuma bıraktığı bütün yükler üzerime çullanmıştı. Öyle ki bu mağaradan çıkıp gitsem, bu dağ başından kurtulsam bile eve döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi geliyordu. Sürekli bugünü aklımda döndürüp duracaktım. Ali'yi vurabilirdim. Bunun için çok zamanım, bir sürü de fırsatım olmuştu. Peki niye yapmamıştım? En azından onu yaralayabilirdim. Yaralayıp Fırat'lara teslim edebilirdim.

Aldığım derin nefesi gözlerimi kapatıp yorgun bir şekilde dışarıya verdim. Bu soruya verebilecek bir cevabım yoktu. Eğer düşündüğüm gibi bugün olanlar vatan sevgimin test edildiği bir sınavsa ben kaybetmiştim.

"Hazan!"

Fırat'ın kulaklarıma dolan sesiyle gözlerimi hızla açıp girişe baktım. Koca gövdesi ve uzun boyuyla oradaydı. Üzerinde üniforması, elinde silahıyla hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Yanaklarıma doğru süzülen yaşları o an da fark ederken fısıltılı ve güçsüz bir sesle," Fırat, " diyebildim.

Yanıma gelip elindeki silahı yere atarak önüme çöktü. Güçlü kolları belime dolanırken beni hızla kendine çektiğinde bağrında haps olmuş, kolları arasında kaybolmuştum. Saçlarıma, yanağıma ve boynuma peş peşe öpücükler konduruyordu. Sıcaklığı üşüyen bedenime iyi gelirken ellerim göğsündeydi. Vücudu kasılıp dururken kolları beni canımı yakacak kadar çok sıkıyordu. Ama yine de sessiz kaldım. Sadece ağlıyordum.

Bir süre öylece durduktan sonra geri çekildi. Başımı ellerinin arasına alıp yüz yüze gelmemizi sağladı. Kaşları endişeyle çatılmıştı. Alıp verdiği nefeslerle körük gibi inip kalkan göğsü, alnında ve boynunda beliren o damarlar, kasılıp duran gergin ve bir o kadar da öfkeli yüzü bu mağarada, hemen yanımızda yanan ateşin aydınlığında oldukça ürkütücüydü. Özellikle de gözleri. Bir kibrit çakılarak tutuşturulan bu ateş mi daha yakıcıydı yoksa Fırat'ın kara gözleri mi, bilmiyordum. Dün onu öpe koklaya gözlerine koyduğum o yıldızların hepsi kayıp gitmişti. Geriye zifiri karanlık bir gökyüzü kalmıştı.

Gözleri yüzümü tararken önce sağ kaşımdaki yarayı, sonra burnumu, ardından da dudağımın kenarını buldu. Sıktığı dişleriyle kasılan çenesi dikkatimi çekerken yüzümün bir bölümünü kaplayan saçlarımı geriye doğru taradığında bakışları boynuma kaydı. Yaren'in vücuduma enjekte ettiği bayıltıcı iğnelerin tenimde oluşturduğu şişliği ve morluğu görmüş olmalıydı. Gözlerini sıkıca yumup sertçe yutkundu. Dilini ağzının içinde yavaşça gezdirip alnını, gözlerini açmadan alnıma dayadı. Yüzümdeki ellerini çekip kollarını yeniden belime sardı. Beni iyice kendine çekti. Yüzümü göğsüne gömüp kokusunu solurken hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Çok kızgındı. İlk kez bir kavgada Fırat'ın beni bir daha affetmeyeceğini düşünmeme neden olacak kadar çok kızgındı. Ağzını açıp tek bir kelime etmemiş olsa da bunu anlamak için gözlerine bakmam yetmişti.

"Komutanım?"

Mağaranın içine giren ayak sesleriyle Fırat'tan ayrılmak için hareketlendim. Kollarını gevşetse de tamamen bırakmamıştı. Gözlerimi geniş omzunun üstünden girişe diktim. Turan timi ve jandarmalar oradaydılar. Anıl ve Emir'le göz göze geldim. Sonra diğerleriyle de. O an bir utanç dalgası sardı bedenimi. Ben bir savcıydım. Anıl' la Emir neyse de diğerlerinin beni böyle görmesini istemezdim.

Gözlerimi kaçırıp ellerimi Fırat'ın göğsünden ayırdım. Usulca burnumu çekerken yanan canım yüzümün acıyla buruşmasına neden olmuştu. O sırada Fırat sert ve sıkıntılı bir nefesi içine çekip yüzümü yeniden ellerinin arasına aldı. Başımı hafifçe geriye yatırıp başparmaklarıyla yavaşça burnumdaki kemiğin üzerine baskı uyguladı. Kırılıp kırılmadığını kontrol ediyordu. Uyguladığı baskı canımı yakarken, "ah," diyerek inledim ve ellerim refleksle kollarını buldu. Kendimi geriye doğru çektiğimde bir şey söylemeden yüzümü bıraktı. Ona dokunmam bir hataymış gibi ellerimi hemen kollarından çektim. Her saniye kalbim daha da kırılırken bu hâlini hak ettiğimi biliyordum.

"Tek göz mü lan o?"

"Yok oğlum, baksana ikisi de yok."

Fırat, teğmen Yusuf'la teğmen Ahmet arasında geçen bu kısa konuşmayla çöktüğü yerde arkasına döndü. Duvarın dibinde yatan Hevi'nin cesedine bakıp gözlerimizi buluşturdu.. Yüzümü inceleyip, " sen mi vurdun?" diye sordu. Sesi içimi üşütecek, kalbimi kıracak kadar düz ve sakindi. Buz gibiydi. Tek bir ses teline dahi tutunamıyordum. Soğuk bir kar sessizliği vardı sesinde. Çok uzaktı bana, her şeyiyle.

Elimin tersiyle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken başımı sallamakla yetindim.

"Şiyar' da burada komutanım," dedi Helin. Ona baktım. Ayağıyla yerde yatan cansız bedeni dürtüp," ölü olarak," diye ekledi kendi kendine.

Fırat hâlâ beni izlerken, " ilk yardım kitini getirin, " dedi. Emir veriyordu, fakat yine de sesinde benimle konuşurken olduğundan daha fazla duygu vardı. Bana karşı ufacık bir tepki bile vermiyordu. Gözlerimi yüzünden çekip başımı önüme eğerken, " gerek yok, iyiyim," dedim. Sesimin sakin çıkmasına ve çatlamamasına özen göstermiştim. İşe de yaramıştı.

Söylediğim şeye hiçbir cevap vermeyen Fırat askerî eldivenlerinin sardığı ellerinden biriyle boynumdaki şişliğe dokundu. Parmakları okşayıp severcesine tenimde gezinirken," nasıl oldu bu?" dedi. O an sesindeki sertlik yüzünden gözlerine bakmaya cesaret edemedim.

"İğneyle, " dedim gözlerimi askeri, yeşil botlarında gezdirirken.

"Ne iğnesi?"

"Bayıltıcı iğne. "

Bir kolu belime sarılıyken koca gövdesinin kasıldığını hissettim. Ama o an önemli olan başka bir şey vardı. O da Ali'ydi. Fırat'a söylemeliydim. Böyle onu koruyormuşum gibi olacaktı. Aslında Fırat'ı görür görmez söylemem gerekiyordu. Ali'ye kaçması için zaman verdiğimi düşünebilirdi. Buraya da bu hale de bile isteye geldiğimi ya da Ali'ye yardım ettiğimi sanabilirdi. Böyle olmamasını umdum. Çünkü kaldıramazdım. Kendim bile kendimden şüphe ediyorken Fırat'ın da benden şüphe etmesi her şeyi mahvederdi. Birinin bana inanıp güvenmesine ihtiyacım vardı.

Yutkunup başımı yerden kaldırdım. Anıl ilk yardım kitini getirip Fırat'a verirken ona baktım. Bana kısa bir bakış atıp diğerlerinin yanına gitti. Gözlerimi Fırat'a çevirip, " Fırat, " dedim tereddüt eden ürkek bir sesle. Elindeki küçük çantayı açarken duraksayıp gözlerime baktı.

Alt dudağımı dilimle nemlendirip,"A-Ali," dedim. Halihazırda çatık olan kaşları biraz daha çatılmıştı. Bütün dikkatini bana vermişti. "O...buradaydı."

Öylece yüzüme bakmaya devam ettiğinde midem kasıldı.

" Buradaydı, " dedim tekrar. "Senin sesini duyunca beni yere itip oradan kaçtı, " derken de işaret parmağımla arkamda kalan tahta kapağı gösterdim. Gözleri gösterdiğim yeri buldu.

"Ali kim komutanım?" diye soran, timin en büyüğü olduğunu düşündüğüm, uzman çavuş Kadir'di. Fırat cevap vermeden ben konuştum.

"Ali...o benim...kardeşim. Terörist. Siz onu Ensar El - Mahmudi olarak tanırsınız. "

Şaşırmışlardı. Birbirlerine bakıp durumu anlamaya çalışıyorlardı.

"Hazan," dedi Fırat uyarıcı bir sesle. Gözlerine dolan gözlerimle baktım.

"Yapmadım, " dedim. "Vurabilirdim ama vurmadım. Çok fırsat geçti elime, zamanım da vardı ama yapmadım. "

"Tamam," dedi susmamı istercesine.

" Sağ kolu olan adamı vurdum," dedim gözümden süzülen yaşlarla titreyen sesimle. " Şiyar'ı vurdum. O tek gözlü adamı da ben vurdum ama..."

Sözlerime devam etmeme izin vermeden Fırat beni göğsüne çekip bastırırken susturdu.

"Şşş tamam."

"Komutanım emredin peşine düşüp yakalayım şu iti."

Sesi öfke dolu olan piyade uzman çavuş Emre, Ali'yi yakalamak için yanıp tutuşuyor gibiydi. Bir zamanlar ben de onun gibiydim. Ne değişmişti? Bilmiyordum. Çok yorgun ve bitkindim.

" Durun durduğunuz yerde. "

"Komutanım..."

"Emirlerimi ikiletme! Kimseyi alamayız! Buraya bunun için gelmedik!"

"Emredersiniz komutanım."

Fırat saçlarımı öpüp beni göğsünden ayırdı. Yüzümü ellerinin arasına alıp yanaklarıma doğru süzülen yaşları sildi.

" Doğrusunu yapmışsın, " dedi. " O bize sağ lazım. "

Beni rahatlatmak istediğini düşünmedim. Gerçekten öyle olması gerektiği için böyle söylüyordu. Ama yine de bu yaptığım şeyin doğru olduğunu göstermezdi. Hata yapmıştım. Belki de başka bir tabirle vatanıma ihanet etmiştim.

"En azından yaralayabilirdim. Hem yaşardı hem de kaçamazdı."

Fırat gözlerini kapatıp açtı. Sıkıntıyla içini çekip gözlerime susmamı emredercesine sert bir ifadeyle bakıp, "tamam," dedi baskın bir sesle. " Sonra konuşuruz bunu. Yaralarına bakalım önce. "

Bakışları söylememem gereken şeyleri söylemişim gibi hissetmeme neden olurken alt dudağımı ısırıp sustum. Yere bıraktığı küçük çantanın içinden batikon ve biraz pamuk çıkardı.

" Su verin," dedi.

Emir su matarasanı getirip Fırat'a verdi. Fırat mataranın kapağını açarak suyu pamuğa döküp kaşımdan yüzüme akan kanı, burnumu ve dudağımın kenarını temizledi. Sonra da yeni bir pamuk parçasına batikon döküp kaşıma ve dudağımın kenarına sürdü. Batikon yaralarımı yaksa da yüzümü buruşturmak dışında bir tepki vermedim. Çantadan çıkardığı küçük yara bandını kaşıma yapıştırıp sol elimi eline aldı. Berbat bir hâl alan, toz ve kirden dolayı beyazlığını kaybeden sargı bezini çıkarıp ateşin ışığında avucumdaki kesiği kontrol etti. Yara biraz kirlenmişti. Yüzü gerilip kasılırken canı yanıyormuş gibiydi. Bu yaralarımla ilgilendiği süre boyunca verdiği tek tepkiydi. Sanki o bir doktor, bense hastasıydım ve onun için bu durum o kadar sıradan bir andı ki sadece işini yapıyordu. Bağırıp çağırmıyor, öfkesini belli etmiyordu. Tenime dokunuyor, bana sarılıyor, yüzüme, gözlerime bakıyor ama sevmiyordu. Belki de yanımızda Turan timi ve jandarma erleri var diye böyle davranıyor olabilirdi, ancak bu onlarca neden arasından sadece biriydi. Fırat beni öfkesiyle eğitemedikçe sessizliğiyle cezalandırıyordu.

Mataradaki suyu elime döküp kesiği temizledi. Ardından batikonla dezenfekte edip çantadan çıkardığı sargı beziyle sardı. Batikonu çantaya geri koyup fermuarını çekti.

"Battaniyeyi getirin," dediğinde jandarma erlerinden biri gelip elindeki battaniyeyi Fırat'a verdi. Fırat battaniyeyi sırtımdan beri bedenime sarıp kollarını belime doladı. Beni kucağına alıp koca gövdesi ve uzun boyuyla ayağa kalktı. Neredeyse başı mağaranın tavanına değecekti. Herkesin gözü bizdeyken ne hâlde olduğumuzu daha yeni yeni algılıyordum.

" Fırat..." dedim itiraz etmek için ancak," Helin silahımı al," diyen kaba ve kalın sesiyle ince sesim arada kaynamıştı.

"Kendim yürüyebilirim, " dediğimde bir kolunu kalçalarımın altından geçirip beni hafifçe kucağında zıplattı. Söylediklerimi duymazdan gelirken, " toplayın buraları," diyerek ikinci emrini verdi.

"Silahım," dedim Yaren'in verdiği silahın elimde olmadığını fark ederken.

Helin," aldım savcım, " dediğinde arkamda kaldığı için onu göremiyordum.

"Teşekkür ederim, " dedim yine de. O sırada mağaranın girişinde bize bakan Dilek'le göz göze geldim. Oğuz'u tutukladığım günden sonra onu hiç görmemiş, aklıma dahi getirmemiştim. O an Fırat'a karşı duyguları olduğunu hatırladım. Yeşil gözlerindeki kıskançlık, öfke ve hırsı görmek içimi kötü bir hisle doldururken Fırat'ın mağaranın çıkışına doğru yönelmesiyle yüzüm mağaranın içine dönerken gözlerimiz ayrıldı.

Fırat'ın attığı birkaç büyük adımla Turan timinin ve jandarmaların arasından geçerek mağaradan çıktık. Esen sert rüzgar yüzüme vururken tipi halinde yağan karın hız kesmeden devam ettiğini gördüm. Kar taneleri gözlerimin içine girip kirpiklerimde takılı kalırken ürpermiştim. Bedenim bu ürpertiyle titrerken Fırat beni daha sıkı sarıp battaniyeyi başıma kadar çekip örttü. Mağaranın önündeki taşlarla ve büyük sivri kayalarla dolu yokuştan aşağı doğru inerken uzun boyu başımı döndürüyordu. Bir an düşmekten korksam da Fırat'ın güçlü kollarının varlığını hatırlattım kendime.

Geniş omuzlarında duran ellerimi sırtına indirip kollarımı boynuna sardım. Yüzümü omzuna gömdüğümde artık etraftakileri umursamıyordum. Fırat'ın kucağındaydım zaten. Daha ne olabilirdi ki? Terörist bir kardeşim olduğunu ve onu vurmadığımı öğrenmişlerdi. Bu saatten sonra olabilecek herhangi bir şeyden daha ne kadar utanç duyabilirdim ki?

Gözlerim Fırat'ın büyük ayaklarındaki botların karda bıraktığı izlerde gezinirken yeri zar zor görüyordum. Hava sisli, kar yağışlı ve oldukça karanlıkken kocamın nasıl bu kadar rahat yürüdüğünü düşündüm. Kimse bir el feneri açma zahmetine girmiyordu. Herkes fazlasıyla rahattı. Kimsenin üzerinde asker ve jandarma üniforması dışında, onları sıcak tutacak bir şey yoktu, ancak sanki ocak ayının başlarında, karla kaplı bir dağın başında değil de, sıcak bir ağustos gecesinde gezintiye çıkmış gibilerdi.

Tam bu sırada Ali'yle yakalandığımız ya da yakalandığım kayanın yanından geçiyorduk. Zihnim o anlara giderken buna engel oldum. Onu düşünmek istemiyordum. Tek istediğim bugün olanları sevdiğim adamın kucağında ve sıcaklığında unutmaktı. Muhtemelen eve gittiğimizde kavga edecektik. Etmesek bile bu kadar yakın olamazdım ona. Şu an bana mecburiyetten dokunuyordu. En azından ben öyle hissediyordum. Bu anın içinde kalmalıydım.

Dağın eteklerine doğru inmeye devam ederken rüzgarın çıkardığı uğultuları duyabiliyordum. Kahverengi yumuşacık battaniye yüzümün yarısını kapattığı için başımı Fırat'ın omzundan kaldırmadığım sürece ne etrafı ne de aynı yolda birlikte yürüdüğümüz yirmi kişiyi görmem olanaksızdı.

O an sınıra ne kadar kaldığını merak ettim. Fırat beni böyle kucağında daha ne kadar taşıyacaktı? Bir yerden sonra yorulurdu.

Omzundaki yüzümü kaldırıp boynuna gömdüm. Kasıldı. Dudaklarım tenine sürtünürken kokusunu içime çektim, ancak ne kadar istesem de öpmedim. Bana kızgın ve, eminim ki, kırgındı. Aramız bozukken onu izinsiz öpmemeliyidm.

"Fırat?"

Birkaç saniye sessiz kalıp, " hı?" diye bir mırıltı çıkardı dudaklarından. Dudaklarını özlemiştim.

"Sınıra ne kadar var?"

" 6 kilometre."

Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. O kadar yürüyüp yolu yarılayamamış olmam hayal kırıklığıydı. Fırat beni almaya gelmeseydi bir yerlerde kesin donarak ölürdüm.

" Beni sınıra kadar kucağında mı taşıyacaksın?"

Derin bir nefes alıp, " napayım?" dedi. "Bırakayım mı seni şuraya? Sözümü dinlemeye karar verince gelirsin."

Dalga geçiyordu. Belki de sistem ediyordu. Onu dinlemediğim için bu haldeydim. Bu askerler, jandarmalar benim yüzümden bu soğukta buradaydılar. Sözde savcıydım ama inatçı, burnunun dikine giden, kendini, kim olduğunu bulamamış, Saadettin abinin de deyimiyle, şımarık ve toy biriydim. Kim ne derse ona inanmıştım bunca zaman. Bana herkesten ve her şeyden şüphe duymam gerektiğini söyleyen VASÖ haklıydı. En başta Cihan abiye ve onlara güvenerek hata yapmıştım. Tıpkı Fırat'ın bana aşık olarak hayatının en büyük hatasını yaptığı gibi.

"Bırak, " dedim. Fısıltılı ve kısık bir sesle konuşuyordum. " Donarak ölürüm burada. Sen de kurtulmuş olursun benden. Hayatında başına sürekli iş açan biri olmaz."

Öyle ya daha bir iki gün önce peşimden İstanbul'a gelmişti. Bugün de Irak sınırında teröristlerin ininden topluyordu beni. Başına iş açmak, onu yorup, sorun çıkarmak dışında başka ne işe yarıyordum ki? Ben yirmidört yıllık hayatım boyunca ne işe yaramıştım ki?

"Sus, " dedi sert bir sesle.

"Yalan mı?"

" Doğru mu?"

Boynuna sarılı olan kollarımı sıkılaştırıp ona iyice sokuldum.

"Özür dilerim, " dedim üzgün bir sesle.

Bir şey söylemedi. Belli ki çok sıkılmıştı ardı arkası kesilmeyen ve sürekli aynı şeyleri tekrar ederek kendimi ve onu düşürdüğüm halleri affettirmek için dilediğim bu özürlerden. Haklıydı. Özür dilmek erdemliktir, derlerdi, ama benim özürlerim erdem olmak bir yana dursun, artık tamamen arsızlık olmuştu.

Gözlerimi kapatıp, " üzgünüm, " dedim. "Fırat çok üzgünüm. " Kirpiklerimin arasından bir damla yaş süzülüp tenine düştü. Dağın düz bir hâl alan eteklerinde ilerliyorduk. Adımları durdu. Diğer ayak sesleri de kesilirken sesinden uzman çavuş Kadir Keskin olduğunu anladığım kişi," noldu komutanım?" diye sordu.

"Yoldan devam etmiyoruz," dedi Fırat. "Çatışma seslerini duyan başka şerefsizler olmuştur. Birkaç kişi de kaçtı zaten. Koordine olalım. Tim siz arkadan gelin. Siz de önden ilerleyin. Batıya doğru saat yedi yönünde ilerleyeceğiz. Muhammet dedektörü çalıştır. Gece gece mayınlık olmayalım."

"Doğru dediniz komutanım. Şeytan doldurur. "

Konuşan kişinin sesinden teğmen Yusuf olduğunu anlamıştım.

" Şey vardı lan...dur ne diyorlardı? Akşam vakti mayına basmayın cin çarpar mıydı? " dedi piyade uzman çavuş Emre Bayraktar.

"Öyle bir şeydi, evet."

Bu konuşan timin en küçüğü asteğmen Berk Demir'di.

"Yok lan o mayına işemeyin, şeytan dürter, gibi bir şeydi."

Emre'nin sözleri üzerine başımı Fırat'ın boynundan kaldırıp onlara baktım. Nasıl bu konularda böyle konuşabildiklerini anlamaya çalışıyordum. Söz konusu olan hayatlarıydı. Ve bahsettikleri şey bir mayın. Onları parçalara ayırıp şehit edebilecek bir şeydi. Tabii bu umurlarında olsaydı asker olmaz, bu vatana gönül vermezlerdi. Yine de tuhaf gelmişti. Hatta cin gibi gerçek ve korku öğesi olan şeylerden korkmuyor olsam gülünç bile diyebilirdim. Ancak şu an ürkmüştüm. Çünkü biliyordum ki bir cinle karşılaşmamız için mayına basmamıza gerek yoktu. Burada tek başıma olsam ve bu ihtimal aklıma gelse korkudan ölürdüm. Ben hayal ürünü olduğunu bile bile korku filmi dahi izleyemeyen bir insandım.

"Oğlum dalga geçmeyin öyle cinli şeytanlı şeylerle. Harbi çarpar marpar. Belli mi olur?" diyen teğmen Ahmet yazıcı burada benimle aynı fikirde olan tek kişiydi. Onun da benim gibi küçükken kuran kursuna gittiğini ve hocasının böyle inli cinli şeyleri ateş başında ayin yapan yaşlı, uzun saçlı ve kambur bir şaman gibi heyecanla, kendinden geçerek anlatan biri olduğunu hayal ettim.

"Ne o lan? Korktun mu Bıçakçı?" dedi Yusuf alayla. Keşke tek korkanın o olmadığını söyleyebilseydim. Fırat'a iyice sarılıp sokulurken yanağım yanağına değiyor, uzun ve kıvrımlı kirpiklerim tenine sürtünüyordu. Gözlerinin yüzümde gezindiğini hissetsem de ona bakmadım.

"Komutanım valla bu time bir tane hafız, hoca moca bir şey lazım. Bunlar bir gün kendi kendilerini zorla çarptıracaklar," diyen Kadir timin en aklı başında olanı gibiydi. Helin gülüyor olmasına rağmen muhabbete katılmıyordu. Onu gülerken görmek nedense hoşuma gitmişti. Anıl ve Emir de sessizlerdi. Jandarma erleri önde olmalarına karşın onlarda dönen konuşmayı dinleyip eğleniyorlardı. Tek somurtan Dilek' di. Fırat'ın birkaç adım çaprazında duruyordu. Gözlerimi bana öfkeyle bakan gözlerinden çektim. Onu ilk tanıdığımda sevmiştim, keşke her şey ilk zamanlardaki gibi kalsaydı.

Fırat time dönüp, " Şşş kaynamayın! Yürüyün, devam ediyoruz," dedi.

Az önce söylediği gibi Turan timi arkamızda kalıp geri geri yürürken jandarma erleri önden ilerliyordu. Biz ise ortadaydık. Helin Fırat'ın silahı onda olduğu için bize belirli bir mesafede en yakın yürüyen kişiydi.

Gözlerimi etrafta gezdirdim. Kar ve sis yüzünden pek bir şey göremezken boynuma değen dudaklarla irkildim. Fırat tenimdeki şişliğin üzerini yavaşça öpmüştü. Sıcak nefesi tenimi yalayıp geçerken içim ısınmıştı. Yüzümde küçük bir tebessüm belirmişti. Başımı başına yasladım. Derin bir nefes alıp tenimi kokladı. Bir yandan da yürümeye devam ediyordu. İkisini aynı anda nasıl yaptığını merak etsem de halimden memnundum. Ali mevzusunda beni suçlamamış anlamıştı. Bana kızgındı ama seviyordu da.

"Fırat."

"Hı?" dedi dudaklarını tenimden ayırmadan.

"Yorulursan söyle tamam mı? "

Boynumdaki dudakları gerilirken güldüğünü anladım. Bedenime sarılı olan kollarını sıkılaştırdı.

"Niye gülüyorsun ki? 6 kilometre boyunca kucağında taşıyamazsın beni. Hatta niye şimdi de taşıyorsun ki? İndir."

Tenimde bir kez daha derin bir nefes alıp başını geri çekti. Hâlâ tek bir yıldız dahi olmayan zifiri karanlık gözlerine baktım. Yüzümdeki yaraları incelerken, "ben normal operasyonlarda 70 kiloluk çanta taşıyorum sırtımda," dedi. " 50 kiloluk karımı mı taşıyamayacağım? "

"Yürü be komutanım!"

Teğmen Yusuf'un söylediği bu şeyle utançtan vücudum ısınırken yanaklarım yanmaya başlamıştı. Alt dudağımı ısırıp gözlerimi Fırat'tan kaçırdım. Sanırım Yusuf timin en neşeli ve fırlama olanıydı. Bunu böyle öğrenmek istemezdim.

Fırat yürümeye devam ederken omzunun üzerinden arkaya dönüp," yarın kendini mıntıka temizliğinde bulmak istemiyorsan sus teğmen!" dedi sert ve emredici sesiyle

"Emredersiniz komutanım."

"Komutanım o değilde hani şimdi biz sınırdan buraya 6 kilometre yolu yürüdük ya..."

Timin en küçüğü Berk'in söylediği bu sözler ve sesinin tonu Fırat'ı belli belirsiz gülümsetirken," eee?" dedi. Alnına dökülen, yağan karla ıslak bir hâl alan kömür karası saçları, her zaman çatık olan kaşları, uzun kıvrımlı kirpikleri, keskin bakışlarının esiri olan kara gözleri, burnu, o pembemsi etli ve dolgun dudakları, sert, erkeksi yüz hatlarıyla o kadar yakışıklıydı ki onu öpmek için can atıyordum. Üstündeki üniforması içimi gıdıklıyordu. Bir an onu bu halde, üniformasıyla yatağımızda ve üzerimde düşledim. Böyle bir an yaşanmıştı ama o zaman tadını çıkaramamıştım. Umarım Fırat'la bir kez daha öyle bir an yaşardık ve sonu dün gece ki gibi biterdi.

" Tabii bir de her operasyon öncesi iki gün evvelden vücut kondisyonumuzu korumamız için, sanki her gün egzersiz yapmıyormuşuz gibi, sizin ısrarla gerekli gördüğünüz şu engelli parkur koşusunu, ağrılık kaldırmayı falan bu sefer yapmasak mı diyorum? Sonuçta o kadar yürüdük komutanım, bacaklarımız açıldı. Onlarca şerefsiz de öldürdük. Atış talimini de aradan çıkarsak, fena mı olur? Bir gün de şöyle bir öğlene kadar uyusak diyorum. "

Jandarmalarda dahil timdeki herkes gülerken Kadir," hangi rüyasını anlatıyor lan bu?" dedi. "Hangi askeriyede görülmüş askerlerin öğlene kadar uyuduğu? Bir de komutanım 6 kilometrelik göt kadar yolu yürüdük diye o parkuru bize yüz kere döndürmeyecekmiş duydun mu Yusuf?"

"Duydum abi duydum. Annesini özledi herhalde bu İzmirli."

"Özledim komutanım. Ama bunun onunla ne alakası var şimdi? Hem fena mı olur bir operasyon öncesi de rahat etsek? Sadece akşam ocak başı yapıp ertesi gün karnımız tok, vücudumuz ağrımadan sızlamadan operasyona gitsek? He komutanım?"

Fırat hafifçe gülse de sert ve otoriter sesiyle, "Eğitimde merhamet vatana ihanettir İzmirli," dedi.

" Emredersiniz komutanım."

Yusuf, Berk'in sırtına iki kez peş peşe babacan bir tavırla vururken Fırat'ın kucağında onları izliyordum. Birden bu timde asker olasım gelmişti.

"Asma yüzünü be oğlum. Ne yaparsın işte bizim komutanımız da yürüyen TSK."

Dudaklarımdan küçük bir kıkırtı kaçarken Fırat'ın beni izlediğini fark edişimle alt dudağımı ısırıp gülüşümü bastırdım. Dudağımın kenarındaki yara acısa da belli etmemeye çalışmıştım. Ancak o canımın yandığını anlamıştı. Bunu gerilen yüzünden ve bakışlarından anlayabiliyordum. Gözlerimi gözlerinden çektim.

Başımı sürekli etrafı görmek için hareketlendirdiğimden sebep battaniye aşağı doğru kaymıştı. Fırat gözlerini yüzümden ayırmadan battaniyeyi tutup başıma kadar çekerken dudaklarını dudağımın kenarına bastırdı. Sonra burnumu ardından da sağ kaşımdaki yara bandının üstünü öptü. Beni kucağında tek koluyla tutarken sargılı elimi avucuna alıp dudaklarını her bir parmağımda teker teker gezdirip öptükten sonra elimi göğsüne koydu. Dudakları alnımı bulup orada dururken," o mu...vurdu sana?" dedi öfkesini bastırmaya çalıştığını belli eden sesiyle.

Alnımı dudaklarına dayayıp," hayır, " dedim. "Hatta..." derken beni korumaya çalıştığını söyleyecektim ama vazgeçtim. Onu savunuyormuş gibi olmak istemiyordum.

"Hatta ne?" dedi ciddi ve sorgulayıcı bir sesle.

"Önemli bir şey değil. Boşver, " dedim.

"Hazan," dedi uyarıcı bir sesle. O cümlenin devamını illaki öğrenecekti.

Yutkundum.

"Beni korumaya çalıştı."

Sıkıntıyla içini çekse de sessiz kaldı. Dudaklarını alnımdan ayırıp başımı tutup boynuna koydu. Battaniyeyi son bir kez düzeltiğinde dudaklarımın değdiği tenini öptüm sıkıca. Boynuna sımsıkı sarılıp Fırat onu öpüşümle kasılırken gözlerimi kapattım. Başım ağrıyordu. Acıkmıştım ve midem bulanıyordu. Ellerim ısınmıştı ama ayaklarım hâlâ soğuktan sızlarken uyumak istiyordum.

Bir müddet öylece durduktan sonra zihnim yavaş yavaş netliğini kaybederken uyku bedenimi ele geçirmeye başlamıştı. Fırat'ın kucağında yer yer tümseklerden geçtiği için, bazen küçük kayaların üzerinde yürüdüğü, bazen de bazı yüksekliklerden atladığından sebep sarsılıp sallanarak uyumaya çalışmam ve başarılı olmak üzere oluşum ne kadar uykum olduğunu gösteriyordu. Başıma örtülü olan battaniye tamamen karanlık bir ortam oluştururken sevdiğim adamın kokusunu soluyarak, kendimi güvende hissederken bedenimi ele geçiren uykuya teslim oldum.

*********
Kulaklarıma dolan motor sesiyle gözlerimi yavaşça araladım. Görüş alanımda Fırat'ın kalın kolu ve bir camdan akıp giden karanlık, karlı bir yol vardı. Sırtımdan geçen ip benzeri şeyin bir emniyet kemeri olduğunu düşünürken arabada olduğumuzu anlamıştım.

Fırat'ın aracının şoför koltuğunda, onun kucağındaydım ve Fırat bu halde araba kullanıyordu. Kollarım boynuna sımsıkı sarılıydı. O kadar sıcaktı ki birbirimize yapıştığımızı hissediyordum. Başımı göğsünde hareketlendirirken susuzluktan kuruyan boğazımla yutkunup, " Fırat, " dedim uykulu ve tarazlı çıkan sesimle.

Direksiyondaki ellerinden biri yüzüme dağılan saçlarımı bulup geriye doğru tararken alnımı öptü.

"Hı?"

"Susadım."

Saçlarımdaki elini çekip emniyet kemerini açtı. Yolu görmesini engellememek için kendimi geri çekmemek adına hatrı sayılır bir çaba sarf ederken vücudumun bu şekilde durmaktan ağrıdığını fark etmiştim. Fırat biraz üzerime doğru eğilirken, çıkan seslerden anladığım kadarıyla, torpido gözüne uzanmıştı. Geri çekildiğinde bana yarısı içilmiş bir su şişesi uzattı. Kollarımı boynundan çözüp şişeyi aldım. Kapağını açıp yarısının içilmiş olmasını umursamadan dudaklarıma dayayıp neredeyse sonuna kadar içtim. Susuzluğum geçerken şişenin kapağını geri kapattım. Fırat da aynı anda emniyet kemerini sırtımdan geçirip yuvasına takmıştı.

Elimden aldığı şişeyi yan koltuğa attığını plastik şişenin çıkardığı seslerden anlamıştım. Olup biten şeyler yavaş yavaş zihnimde netleşirken en son sınıra altı kilometre uzaklıkta olduğumuzu hatırladım. Yol boyunca hiç uyanmayacak kadar derin bir uykuda mıydım? Peki Fırat beni neden yan koltuğa bırakmak yerine hâlâ kucağında tutuyordu?

"Fırat," dedim tekrar. Sorularımı cevaplamasını ve bana tahmin ettiğim kadar kızgın olmamasını umuyordum.

"Hı?" dedi yine. Sanki adımı söylemekten, bana, yavrum, demekten ya da benimle konuşmaktan imtina eder gibiydi. Bu yüreğimi burktu. Her ne yaptıysam yanlış da olsa bilerek yapmamıştım. Niye böyle soğuk davranıyordu ki?

" Sınırdan buraya gelene kadar hiç mi uyanmadım?" diye sordum. Belki de bir anlığına da olsa gözlerimi açmış, onunla konuşmuş sonra da geri uyumuştum. Olabilirdi.

"Hayır, " dedi. Sesi düz ve sertti. Değişen hiçbir şey yoktu. Hatalı olduğumu bilmesem ben de susar onunla konuşmaya çalışmazdım, ama hatalıydım ve elimden gelen tek şey saçma sapan da olsa konuşmaktı.

" Uyandırmaya çalıştın mı beni?"

Bir iki saniye sessiz kalıp, " bir kere denedim ama uyanmadın, " dedi. Kelimeler ağzından zorla çıkıyordu. Konuşmak istemiyordu benimle. Belki sesimi duymaktan bile hoşlanmıyordu şu an.

"Niye yan koltuğa bırakmadın beni?"

" Ayrılmadın boynumdan. Zorlamadım ben de. "

"İstersen şimdi geçebilirim yana."

"Dur durduğun yerde. "

Gülümsedim hafifçe. Üniformasına tutunan ellerimle yakasını iyice kavrarken ona sokuldum. Bana kızgın olmasına rağmen ona yakın olmamı istiyor, bundan rahatsız olmuyordu.

Yüzüne bakmak için başımı geriye attım. Çatık kaşları ve ne zaman sinirli olsa gergin olan sert yüz hatlarıyla kara gözleri yoldaydı. Ona baktığımı fark ettiğinde anlık bir gözlerime baksa da bu çok uzun sürmedi. Sıktığı dişleriyle çene kaslarını oynatırken bana duyduğu öfke yerli yerindeydi. Gözlerime bir saniyeliğine olsa bile bakmak bu öfkesini daha da körüklemiş gibiydi. Ya beni görmeye tahammül edemiyordu ya da yüzümdeki yaraları. Eminim ki ikinci seçenek doğru olandı.

"Fırat bilerek yapmadım, " dedim. Hem kendimin hem de onun başına bu işleri bilerek açmamıştım. Yaren'in beni Irak'a geçireceğini bilmiyordum. Ya da sınıra on kilometre uzaklıkta, teröristlerin cirit attığı bir yerde tek başıma bırakıp gideceğini tahmin edememiştim. Türkiye sınırında, kimsenin bizi görmeyeceği bir yerde konuşur, geri dönerim diye düşünmüştüm. Ama iş o mezarlıkta kontrolümden çıkmıştı.

Sessiz kaldı. Beni duymazdan geliyordu.

"Fıraaaat, " dedim yalvarırcasına. İstiyorsa bağırıp çağrısındı ama konuşsundu benimle.

Aracın hızını yükseltip susmaya devam etti. İçim hüzünle dolarken hazin bir umutsuzluk sarmıştı ruhumu. Ya hep susarsa, konuşmazsa benimle? Ya bir daha düzelemezsek? Fırat beni eskisi gibi sevmezse? Bir daha sevişmezse benimle, öpüp koklamazsa? İki gün sonra gidecekti, ya küs ayrılırsak? Gitmeden son bir kez dokunmazsa bana? Kalbim sıkışıyordu. Gözlerim dolarken başımı önüme eğip ellerimi üniformasının yakasından çekip boynumun altında birleştirdim. Çenemi ellerime dayarken gözlerimi kapattım. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Ama yapmadım. O kadar çok şey vardı ki uğruna üzülüp ağlanacak bir kere başlarsam sonunu getiremezdim bu gözyaşların. Fırat bilmiyordu bugün babam hakkında öğrendiklerimi. Nasıl bir çıkmazda olduğumu ve oynanan oyunların bahis konusunun canım olduğunu bilmiyordu. Bana azıcık sıcaklık gösterse, Yaren konuştuklarımızı kimseye anlatmamamı söylemiş olmasına rağmen, ona anlatırdım. Öleceğimi bilsem, ki Yaren beni bununla tehdit etmişti, Fırat'tan bir şey saklamazdım. Ama o sevmiyordu beni. Herkes gibi. Sorun bendim işte. Tek sorun bendim.

Yolun geri kalanında o benimle konuşmayınca ben de kendi kabuğuma çekilip sessizliğine eşlik ettim.


**********

Fırat evin kapısını kapatıp ışığı açarken kapının önündeki arabamdan aldığım çantamla birlikte üst katın yolunu tuttum. Yol boyunca hiç konuşmamıştık ve benim de artık konuşasım yoktu. Tek istediğim duş alıp uyumaktı. Yaralı elimle nasıl yapacağımı bilmesem de Fırat'tan yardım isteyemezdim. Hem iki gün sonra bu evde bir başıma kalacaktım. O zaman duş almak için yardım isteyebileceğim kimse olmayacaktı. Bu işi, yaralı elimle, tek başıma halletmeyi öğrenmeliydim.

Yatak odasının kapısına geldiğimde Fırat da peşimden gelmişti. Onun bana yaptığı gibi görmezden geldim onu. Duvardaki ışığı açtığımda dün geceden kalma dağınık yatak ve kanlı çarşafı görmek şu an da hiç iyi bir zamanlama olmamıştı. Yine de sessizce içeriye adımlayıp yatağa doğru ilerledim. Ucuna oturup Fırat'ın odadan çıkmasını beklerken sırtımdan aşağı sıcak terler akıyor, göğsümde soğuk yeller esiyordu.

Gözleri bir süre üzerimde gezinse de ona bakmadım. Dolabı açtığını duydum. Birkaç parça kıyafet almış olmalı ki kapağını kapatıp odadan çıktı. O çıkar çıkmaz oturduğum yerden kalkıp kapıyı kapatıp kilitledim. Onun evinde, onu yanımda istemediğim için odasının kapısını kilitlemeye hakkım yoktu belki ama şu an sadece yalnız kalmak istiyordum. Buna ihtiyacım vardı.

Yanaklarıma doğru yaşlar birer ikişer dökülmeye başlarken oturup ağlamak yerine dolabın yanındaki bavulumu açıp iç çamaşırı ve şortlu geceliklerimden birini alıp kabanımı çıkardım. Kabanı yatağın üzerine atıp elimdekileri de yanına bıraktıktan sonra banyoya geçtim. Soyunup kabine girip suyu açtım. Sıcak su başımdan aşağı akarken dizlerimin yara bere içinde olduğunu gördüm. Sol bacağım yer yer morarmıştı. Yaren'in döktüğü çay ayaklarımın üzerinde küçük kırmızı yanıklar oluşturmuştu. Gözlerimi kapatıp duş başlığının boyumun yetişmeyeceği kadar yukarıda olmasını umursamadan gözümden akan yaşlar eşliğinde öylece durdum. Kendimi çok huzursuz ve yalnız hissediyordum.

Dudaklarımdan kaçan hıçkırıkla bedenim sarsılırken soğuk duvara tutunup yere oturdum. Sadece ağlamak istiyordum.

*********
Üzerime beyaz, kalın, yünlü şortumu ve askılı üstünü giymiş, takımın bir parçası olan, bornozu andıran hırkayı da sırtıma geçirmiştim. Ayağımda da beyaz, uzun yünlü çoraplarım vardı. Zorda olsa biraz ağlayıp zırladıktan sonra sıcak bir duş almıştım. Saçlarımı kurutup elimdeki sargıyı yenilemiş, yatağın çarşaflarını değiştirip odayı toplamıştım. Şimdi ise ışığı kapatıp gece lambasını yakarak yatağa uzanmıştım. Üzerime bir yorgunluk ve uyku hâli çökmüştü.

Göz kapaklarım ağır ağır kapanıp açılırken midem bulanıyordu. Yok saymaya çalışarak uykuma odaklandım. Mis gibi lilyum kokan yorgana sımsıkı sarılıp başımı yastığa gömerken odanın kapısı açıldı. Işığı kapatmadan önce kapıyı açmıştım. Bir an pişman olur gibi olsam da neden suçlu olan benken onu cezalandırmaya çalıştığımı düşündüm. Sorun bendim işte. Ben mantıklı kararlar verip, o kararlar doğrultusunda davranamadığım için bu haldeydik. Yanlış olan Fırat değil bendim.

Ayak seslerini duydum. Sırtım kapıya dönük olduğu için gözlerimi açmamak ve uyuyor numarası yapmak daha kolaydı. Yanıma oturdu. Sıcaklığını sırtımda hissederken üzerime eğildi. Saçlarımı kokladı ama öpmedi. Bir müddet öylece durup," uyumadığını biliyorum, " dedi. Kalın ve kaba sesi yine aynıydı. Soğuk, tekdüze ve mesafeli.

Gözlerimi açıp, " uyuyorum demedim ki zaten," dedim. " Gözlerim kapalıydı sadece. "

"İyi," derken geri çekildi. "Kalk aşağı gel. Bir şeyler hazırladım sana. İlaçlarını iç sonra uyursun."

Sesi, bana dokunmayışı, bağırıp çağırmaya bile tenezzül etmeyişi gözlerimi doldururken aç olmama rağmen," istemiyorum, " deyiverdim birden. Belki kızar da bir şey söyler diye ama olmadı.

Yanımdan kalkarken, " sen bilirsin," dedi. "Ne yapmak istiyorsan onu yap. "

Ve odadan çıkıp gittiğinde ben sadece ölmek istiyordum.


********

Yatağın içinde oturmuş bilgisayardan açtığım bir animasyon filmini izliyordum. Saat gece yarısını geçmişti. Fırat odaya gelmediği gibi yaklaşık bir saat önce duyduğum kapı sesinden anladığım kadarıyla evden de çıkıp gitmişti. Ben de elimdeki yara sızlayıp ağrıdığı için aç karnına ilaçlarımı içip uyku tutmayınca da film izlemeye başlamıştım. Aslında Fırat'ı bekliyordum. İçimin rahatlaması için yanıma, yatağa gelmese bile en azından eve gelmesi yetecekti.

İzlediğim filmi hiçbir şekilde anlamazken öylece duruyordum. Ne vardı ki evden çıkıp gidecek kadar? Beni orada kucağında taşırken öpmüştü, arabada da bir kere alnımdan öpmüştü. Şimdi niye çıkıp gidiyor, benden uzaklaşıyordu ki? Sargılı elimdeki yüzüğe baktım. Ben...biz yapamayacaktık bu evlilik işini. Olmuyordu. Sevişip öpüşsek de olmuyordu, birbirimize sözler versek de. Aslında verdiği sözleri tutamayan tek kişi bendim. Fırat beni boşasa bile haklıydı.

Saddettin abi de haklıydı dünkü sözlerinde. Fırat benimle uğraşmamalıydı. Ben ona bir yuva veremez, doğru düzgün bir eş olamazdım. O da bunun farkında olduğu için benden bir çocuk istemiyordu belki de. Bence de bizim bir çocuğumuz olmamalıydı. Hiçbir çocuk benim gibi bir anneyi hak etmezdi. Üstelik ben daha annelik denilen şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum. Benim hiç annem olmamıştı ki. Babam da yoktu. Kardeşim, dedem, babannem, Oğuz... kimse yoktu. Şimdi Fırat'ı da kendi ellerimle yok ediyordum.

Bir an kendimi bu evde fazlalık gibi hissederken filmi kapatıp bilgisayarı komodinin üzerine koydum. Dizlerimi kendime doğru çekip yüzümü ellerimin arasına aldım. Sürekli durup durup akan yaşlar kirpiklerimin arasından bir kez daha süzülüp yanaklarımı ıslatırken alt kattan gelen kapının sesini duydum. Fırat gelmişti. Ama ben vazgeçmiştim artık onu beklemekten. Onun beni sevmekten vazgeçtiği gibi.

Yatağa uzandım. Yorganı gözlerimin altına kadar çekip ağlamaya devam ederken gözlerimi kapattım. Alt katta gezen ayak sesleri merdivenlerde duyulmaya başladığında buraya geldiğini anladım. Tepkisizdim. İçimde yaprak bile kıpırdamıyordu.

Odanın kapısı aralandı. Yanıma geldi yine. Bir önceki gelişinde oturduğu yere, tam sırtımın arkasına oturdu. Ama bu sefer sıcak değil, kalp kırıcı bir soğukluk getirmişti beraberinde. Bir eli saçlarımı buldu. Boynumdan geriye çekip yüzünü oraya gömdü. Tenimdeki şişliği öptüğünde hıçkırmamak için kendimi sıktım. Ondan uzaklaşmak için hareketlendiğimde bir kolunu belime sarıp buna izin vermedi. Kokumu soludu.

"Bir şeyler yedin mi?"

Ne yani? Ben yemek yiyeyim diye mi evden çıkıp gitmişti? Bir şey söylemedim. Muhtemelen söylemeye kalksam da ağlamaktan konuşamazdım.

Sıkıntılı ve bıkkın bir şekilde soludu. Dudaklarını şişliğin üzerinden çektiğinde gözlerini yüzümde gezdirdiğini hissettim. Eğildiği üstümden doğrulup üzerimdeki yorganı çekti. Sessiz kaldım. Bir kolunu belimin altından geçirip diğer kolunu da bacaklarıma sardığında tenime temas edişiyle kasılan bedenimi geri çekmeye çalışsam da izin vermedi. Beni kucağına alıp yataktan kalkarken, "bırak beni," dedim çatallı ve hıçkırıklarım yüzünden çatlayan sesimle.

"Ağlama, " dedi sadece. Alelade biriyle konuşur gibi.

"Sanane," dedim. Sesim biraz yükselmişti.

Bir şey söyleme zahmetine girmeden odadan çıkıp merdivenleri inmeye başladı. Bu hâli ve bana öylesine biriymişim gibi davranması canımı yakarken kucağında çırpınmaya başladım.

"Bırak beni! Yemek falan istemiyorum!"

Kollarını sıkılaştırıp, " dur, " dedi sert ve emredici bir sesle.

"Ya bırak, " diyerek bağırıp çırpınmaya devam ederken birden mide özsuyumun ağzıma gelmesiyle Fırat'ın omzuna ve göğsüne kusmuştum. Deri ceketi ve beyaz tişörtü kusmuğa bulanırken merdivenlerin bittiği yerde adımlarını durdurdu. Yaptığım şeyle utançtan yüzüm kızarırken gözlerim şokla büyümüştü. Her şey bir anda olduğu için engel olamamıştım. Fırat'ın vereceği tepkiden korkarken yavaşça gözlerim yüzünü buldu. Üstündeki kusmuğa bakıp ardından ona bakan gözlerime karşılık verdiğinde kızmış gibi değildi. İğrenmiş gibi de gözükmüyordu.

Yüzüme doğru yaklaşıp alnımı öperken, " şşş bir şey yok, tamam," dedi. Bu seferde bu olan şey için ağlamaya başladığımda Fırat indiği merdivenleri geri çıkmaya başlamıştı. Yatak odasına girdiğimizde benimle birlikte banyoya geçti. Beni yere indirip deri ceketiyle tişörtünü çıkarıp kirli sepetine attı. Sonra da beni soydu. Karşısında sadece beyaz külodumla kaldığımda elimi yüzümü yıkayıp ağzımı çalkaladı. Belimi tutarak kucağına alıp yeniden odaya geçti.

Toz pembe, üzerinde küçük çilekler olan yorganın üzerine oturttu. Valizimi açıp içinden siyah bir atlet ve gri eşofman takımımı aldı. Yanıma gelip elindekileri yatağa bırakıp atleti alırken duraksadı. Çatık kaşlarının çevrelediği kara gözlerini kollarımdaki morluklarda gezdirdi. Yaren'in sıktığı yerlerde parmak izi gibi küçük morluklar vardı. Sonra bacaklarımı buldu öfkeli ve sert bakışları. Dizilerimdeki yararları, sol bacağımdaki morlukları izledi. Ayağımdaki küçük kırmızı yanıklar da dikkatini çekmişti. Beyaz ve hassas tenim her şeyi ortaya sererken Fırat elindeki atleti sertçe yatağa atıp banyoya gitti. Kısa bir süre sonra elinde ilk yardım çantasıyla dönmüştü.

Yanıma yatağa oturdu. Çıplak vücudundan yayılan öfkesinin ateşini hissedebiliyordum. Zarar görmeme, canımın yanmasına katlanamıyordu. Çantadan morluklar için olan kremi çıkarıp boynuma, kollarıma ve bacaklarıma sürdü. Gözleri tek bir an olsun büyük ve dolgun memelerimi bulmazken bana karşı bu kadar kayıtsız olması hoşuma gitmemişti. Karşısında sadece külodumla duruyordum ve bu onun umrunda bile değildi.

Yara kremini de dizlerime sürüp yanık kremini eline aldı. Ayaklarımdaki küçük kırmızı noktalara merhemi sürdükten sonra çantayı kapatıp banyoya bıraktı. Geri geldiğinde siyah atleti yeniden eline alıp başımdan geçirdi. Gri eşofman takımımın pantolonunu beni ayağa kaldırarak bacaklarımdan soktu. Üst kısmını da giydirdiğinde, çıkarıp yere attığım, beyaz yün çoraplarımı önüme çöküp ayaklarıma geçirdi. Gözleri beni görmüyordu. Karşısında duran, dokunup yaralarını sardığı kişi karısı değildi sanki. Ne yüzüme ne de gözlerime bakıyordu doğru düzgün.

Tek kolunu belime sarıp beni kucağına alırken odadan çıktı. Omzuna attığı bir halı kadar hafif ve önemsizdim onun için. Merdivenleri inip mutfağa geçti. Işığı yakıp beni ahşap yemek masasının beyaz oturaklı, ahşap sandalyesine bıraktı. Beyaz ve krem tonlarında döşenen mutfak tezgahına sırtım dönüktü. Sağımda kalan yerden tavana kadar uzanan, beyaz tül perdeleri henüz çekilmemiş cama yansıyan görüntümü izledim. Ağlamaktan kızaran gözlerim, yanaklarım ve burnumun ucu çok da net olmayan, bulanık yansımamdan bile belli oluyordu.

Dışarıda kar yağışı durmuştu. Hava gece yarısını çoktan geçen saatle birlikte iyice kararmıştı. Rüzgar hâlâ esmeye devam ediyor, yerdeki karları havalandırıp cama vuruyordu. Buzlu karın cama vururken çıkardığı tıkırtılar yüzünden Fırat evde yokken birkaç kez ürkmüş olsam da hemen geçmişti. Irak'da konuşulan o cin muhabbetinin tesiri hâlâ üzerimdeydi.

Fırat'ın ocakta ısıttığı domates çorbasının kokusu mutfağı sararken masanın üzerindeki cam sürahiden önümde duran bardağa yarısına kadar su doldurup içtim. Bardağı dudaklarıma götürürken ellerimin titrediğini fark etmiştim.

Burnuma ciğer kavurması kokuları gelirken yüzüm buruştu. Omzumun üzerinden altında siyah pantolonu, üst kısmı çıplak bir şekilde buzdolabını açan Fırat'ı izledim. Geniş ve kaslı sırtında gözlerim gezinirken aklıma İstanbul'daki komşumuz Fatma teyze gelmişti. Onunla bazen dizi ya da film gecesi yapardık. Gördüğü yakışıklı ve kaslı erkeklerin sırtlarına bakarken, yayla gibi mübarek, derdi. Sonra ölen kocası Hayri amcayı anlatmaya başlardı. Çok seviyordu Hayri amcayı. Ne zaman ondan bahsetse gözleri dolardı. Keşke birbirini seven insanlar sonsuza kadar yaşasalardı. İstanbul'a gittiğimde yanına uğramak aklıma bile gelmediği için kendime kızdım. Yakın bir zamanda arayıp halini hatrını sormalıydım.

Fırat elindeki beyaz kaseye koyduğu yoğurdu önüme bıraktı. Yeniden mutfak tezgahına yöneldiğinde oturduğum yerden kalktım. Önce yanına gitmek istesem de vazgeçtim. Şu an beni istemiyordu ve ben yüzsüz biri değildim. Mutfaktan çıktım. Bunu görse de durdurmadı beni. Ne yapacağımı bilemezken beyaz köşe koltuğun arkasındaki ahşap yemek masasının ardında kalan büyük, beyaz kitaplığa doğru ilerledim. Renklerine göre dizilmiş olan kitapların arasında en alt raflardan birinde duran Tutunamayanlar'ı görmüştüm. Masayla kitaplığın arasında durup yere çöktüm. En alt rafta siyah kapaklı kitaplar vardı. Bir üst rafta da kahverengi olanlar. Kahverengi rafın ortasında duran Tutunamayanlar'ı alıp gri parkenin üzerine oturdum.

İçindekiler bölümünde önsözün altındaki yazıyı okudum.

" Geleceği elinden alınan adamın geçmişi de elinden alınacak diye korkuyorduk. "

Bu sözü kendime uyarlamak için biraz düşünürken arka bahçeye bakan camda gözlerimi gezdirdim. Yerdeki beyaz kar dışında dikkatimi çeken bir şey yoktu.

"Geleceğim başka insanların elindeyken geçmişimin de başkalarına ait olmasından korkuyordum. "

İnsanlar o kadar vurdumduymazlardı ki artık acı çekebilecek bir ruhu olmayan babamla dahi bana oyun oynayabiliyorlardı. Babam benim geçmişimin mihenk taşlarından biriydi. Bir dönüm ya da bir ruhun çöküş noktasıydı. Belki de babamın ölümüyle birden fazla ruh çökmüştü. Bilmiyordum. Yanlış ya da doğru; etik ya da değil ama Ali'nin gözlerindeki o adlarını çok kolay koyabileceğim bakışlar arada bir zihnimin gerisinde dönüp duruyordu. Babam ölmeseydi belki Ali de böyle biri olmazdı.

Sayfaları çevirirken onu anlamak istemiyor, yine de düşüncelerime engel olamıyordum. Terörist bir babası olduğunu ne zamandır biliyordu bilmiyordum ama bu kaldırılması kolay bir yük değildi. Babası gibi olmadan önce öğrenmişse kendini nasıl hissettiğini tahmin edebilirdim. Onu bu yola çeken belki de babasıydı. Ali'nin hep peşindeydi ve bizden uzaklaşınca onu kendi safına çekmiş olabilirdi. Üniversiteye başlarken son bir kez Antep' e gittiğinde dedemden asıl babasının babam olmadığını öğrenişiyle yaşadığı çöküşü böyle toparlamak istemişti belki. Zayıf yanlarını güçlendirmek için kendinden ve benden vazgeçmişti. Ne altı yıl önceki Ali ne de ben bunu hak etmemiştik.

594. Sayfa da çizili bir yer gözüme çarptı. Başımı, içimi taze ekmek kokusu kadar iyi bir hisle dolduran kitap kokularını soluduğum kitaplığa yasladım. Şöyle yazıyordu;

" Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiçbir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. İstemiyorum da."

Kaşlarım çatıldı. Bu kitabın Fırat'a ait olduğunu düşünürken bu satırları çizenin de o olduğu kanısına varıp kelimeleri tekrar tekrar en baştan okudum. Bu cümleler Fırat'tan annesine miydi? Ama neden? Canan teyzenin Fırat'a bakarken gözlerinin içi parlıyordu. Ancak Fırat annesine çoğu zaman soğuk ve uzaktı. Bana bir türlü anlatmadığı geçmişinde annesiyle ilgili ne vardı? Bir an özeline burnumu sokuyormuş gibi hissederken sayfayı hızla karıştırdım. Başka sayfalarda gezdirdim gözlerimi. Birkaç cümle okudum.

O sırada arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Telaşla kitabı aldığım yere geri koyarken başımı kitaplıktan ayırıp omzumun üstünden geriye döndüm. Fırat'ın uzun bacakları görüş alanımdayken gözlerimi yüzünü görmek için yukarıya kaldırdım. Bu hareketimle başım geriye düşerken boynum acımıştı. Fırat bana bir iki saniye tepeden bakıp üzerime eğildi. Elini tutmam için uzatıp," gel," dedi. Tek bir kelime ve yine aynı can sıkıcı ses tonu.

Bir elimle kitaplığa tutunurken diğer elimle uzattığı elini tutmuştum. Oturduğum yerden kalktığımda salondan geçip mutfağa girmiştik. Yemek masasında dumanı üstünde tüten iki tabak domates çorbası, kızarmış sıcak ekmekler, ciğer kavurması, yoğurt, Urfa'dan gelen tereyağı ve isot reçeli vardı. Masaya oturduk. Yan yanaydık. Fırat'ın bir kolu sandalyemin arkasındayken koca bedeni bana dönüktü. Uzun boyundan dolayı onun sandalyesi benim sandalyemin biraz gerisindeydi. Bu yüzden de oturduğum sandalyeyi bacaklarının arasına almıştı.

"İç çorbanı, " dedi masada duran kaşığı çorbamın içine koyarken.

Ayaklarımı sandalyenin üzerinde toplayıp bağlaç kurdum. Dirseğimi masaya dayayıp çenemi avucuma yaslarken kaşığı elime aldım. Domates çorbası seven biri olmamama rağmen bir şey söylemeden bir kaşık alıp içtim. Güzeldi. Hata bu zamana kadar tattığım ya da tatmak zorunda kaldığım en iyi domates çorbasıydı. Sevdim bile diyebilirdim.

"Ellerine sağlık, " dedim ona dönmeden.

Bir süre sessiz kalsa da," afiyet olsun, " dedi. Kaba ve kalın sesi içinde hiçbir duygu barındırmıyor olsa bile hoştu. Belki de bazen sırf sesini duyup yanımdaki varlığını hissedebiliyor olduğum için şükür etmeliydim.

Kaşığı turuncuya çalan, güzel bir kıvama sahip olan çorbanın içinde gezdirirken Fırat'ın böldüğü kızarmış ekmeğin çıkardığı çıtırtılar kulaklarıma doldu. Ben de ekmek almak istedim. Kızarmış ekmek çok yakışırdı domates çorbasına. Ama elim gitmedi. Çekindim belki de. Bazen böyle oluyordu. İstanbul'daki evde de Antep' de de olmuştu. Bazı zamanlar bir bardak suyu alıp içmek bile sonu çoğu zaman hüsranla biten içsel çekişmeler demekti.

O sırada önümdeki çorbanın içine atılan ekmek parçalarıyla irkilirken çenemi elimden ayırıp geri çekildim. Gözlerim Fırat'ı buldu. Parçalara ayırdığı ekmeğin bir kısmını kendi çorbasına bir kısmını da benim çorbama koymuştu. Tesadüf olduğunu biliyordum ama yine de içimden geçenleri, ne hissedip, ne düşündüğümü hissettiğini farz ettim. Bana kızgın olmasına rağmen yine de beni düşünüyordu. Çünkü beni seviyordu. O benim kocamdı. Ben dün gece onun olmuştum. Herkes gider ama Fırat beni bırakmazdı. Kimse bana inanmasa da o inanır, güvenir ve neyi neden yaptığımı bilirdi.

Gözlerim yüzünde gezinirken onu izliyordum. Çıplak ve kaslı bedeninden çok kalbini seviyordum. Benim için atan, nereye gidersem gideyim peşimden gelen kalbini. Benden başka herkese kapalı olan o kalbi kaybetmek istemiyordum. Neden konuşmuyorduk ki? Ben hiçbir şeyi bilerek yapmamıştım.

Ona baktığımın farkında olmasına rağmen bana ısrarla bakmazken elimdeki kaşığı bırakıp kollarımı beline sardım. Yüzümü bağrına gömüp tenini öptüğümde kasıldı. Dolan gözlerimi kapatıp kokuusnu içime çektim. Hiçbir tepki vermedi. Ne sarıldı, ne öptü, ne de tek kelime etti. Bir insanın suskunluğuyla böylesine acı verici bir işkence çekeceğimi hiç düsünmemiştim şimdiye kadar. Ya da bir adam bana dokunmuyor diye kendi kendime kırılıp döküleceğimi. Kendimi berbat hissediyordum. Tek tesellim gürültülü bir şekilde bana attığını bildiğim kalbinin sesiydi.

Yutkunuşunu duydum. Ve sonra, "yemeğini ye, " diyen sesini.

Yanaklarıma doğru süzülen yaşlar eşliğinde usulca burnumu çekip, "konuşalım, " dedim rica edercesine. "İstersen kavga edelim ama konuşalım, lütfen."

Alıp verdiği nefesle yükselip alçalan göğsüyle başım hareketlendi.

"Konuşulacak bir şey yok. İlaç içeceksin, yemeğini ye, hadi."

Nasıl konuşulacak bir şey yoktu? Kızgındı bana, aramız bozuktu, benimle doğru düzgün konuşmuyor, yüzüme bile bakmıyordu. Ben bana hasta bakıcılık yapmasını değil, beni sevmesini istiyordum. Sevmeyecekse yan yana olmamızın bir anlamı yoktu ki.

"İlaçlarımı içtim ben," dedim kollarımı gövdesinden çözüp geri çekilirken. Sonra da oturduğum yerden kalkıp mutfkatan çıkmak üzere kapıya yöneldim. Utanıyordum. Kendimden, kendimi düşürdüğüm şu halden utanıyordum. Hep başkalarının evinde ve elinde oradan oraya itilip kakılmaktan yorulmuştum. Apartmana dönmek istiyordum. Zamanı, zorunlu doğu görevimi kendi ellerimle Şırnak'ta yapmak istediğimi yazdığım o dilekçeyi üstlere verdiğim güne sarmak istiyordum. Ya da intihar ettiğim güne. Başka bir yöntem, başka bir yer... Her ne yapıyorsam bilerek yapmıyordum. Aldığım yaraları bedenime kendi ellerimle açmamıştım ki. Sadece güçlü olmaya çalışıyordum. Birileri için bir şeyler yapmak, Aslı'yı kurtarmak istiyordum. Tamam, iyi bir psikolojide değildim, şımarıktım belki, belki de bencildim ama bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Git, dese giderdim. Seninle uğraşamam dese kendi başımın çaresine kendim bakabilirdim. Ama böyle bir sevip, bir sevmediğinde; bir öpüp, bir öpmediğinde; bir konuşup, bir sustuğunda ne yapacağımı bilemiyordum. Tek istediğim biraz sevilip umursanmak ve bir yere ait olabilmekti.

Gürültüyle yere düşen bir şeyin çıkardığı sesle irkilirken Fırat'ın yeri döven ayak seslerini duydum. Yatak odasına varmak üzereyken adımlarımı hızlandırdım. Peşimden geliyordu. Odaya girip kapıyı kapatmak için arkama döndüğüm an onunla göz göze geldim. Elimi kapıdan çekip onu ardımda bıraktım. Yatağa doğru ilerleyip oturduğumda odaya girmişti.

Kapıyı sertçe kapattı. Çıkan ses odanın içini doldururken üzerime doğru birkaç adım gelip," derdin ne senin?!" dedi. "Koca gün ağzıma sıçtığın yetmedi şimdi bir de böyle mi okuyacaksın canıma?!!"

Kavga edecek gücü kendimde bulamazken," bilerek yapmadım," dedim gözümden süzülen yaşlar eşliğinde.

"Neyi bilerek yapmadın?!" dedi öne doğru eğilirken. "O amınakoduğumun telefonunu yüzüme kapatırken, ne yaptığımı biliyorum, demedin mi lan sen bana?!! Neyi bilerek yapmadın?!!!"

Haklıydı, demiştim ama bir yerden sonra işler tahmin ettiğim gibi gitmemişti.

"Yaren'in beni sınırın diğer tarafına geçireceğini bilmiyordum, " dedim.

"Dur, dedim sana!" dedi. "Birlikte gideriz, evde kal, dedim sana!! Yalvardım lan!!! Başına bir şey geleceği belliydi!!! Burnunun dikine gitmek dışında, beni her seferinde ezip geçmek, yok saymak dışında yaptığın hiçbir şeyin sonunu düşünmediğin için başın beladan kurtulmuyor senin!!"

"Aslı..." dediğimde sözümü kesti.

" Aslı maslı deme bana!!! Sen kafanda kurduğun Fırat'la savaşıyorsun!!! Sen kendinle savaşıyorsun!!! Mesele sensin!!! Bencilsin!!!! Başımı eğmeyeceğim diye her şeye karşı çıkıyorsun!!!! Hukuk kurallarından tut VASÖ'nün kurallarından benim sınırlarıma kadar her şeye!!!! En doğrusunu sen biliyorsun dimi?!!! Ben öylesine bomboş sikik sikik konuşuyorum!!!! Rahatladın mı?!!!! İyi oldu mu böyle?!!! "

Bencilsin, deyişinden sonra söyledikleri kulağıma uğultulu bir şekilde dolarken öylece gözlerine baktım. Gözleri ıslak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimde gezinirken söylediği şeylerin biraz ağır olduğunu fark etmişti. Derin ve sert bir nefesi alıp arkasını döndü. Elleriyle yüzünü sıvazlayıp bir iki adım kapıya doğru gitse de geri döndü. Aynı öfkeyle konuşmaya devam etti.

" Ben yapmadım!!" dedi. " Oğuz'u sana ben tutuklattırmadım!! Seni savcılık görevinden ben almadım!! Bu olanların, başına gelenlerin hiçbiri benim suçum değil!!! Hatalı olduğum tek yer o şerefsiz binbaşı meselesiydi!! Ama sen sürekli her şey benim suçumuş gibi davranıyorsun!!! Kimseye söz geçiremedikçe, kimse nazını niyazını çekmedikçe gelip gidip bana çatıyorsun!!! Başımın çaresine bakabilirim Fırat, bana köpek çekemezsin Fırat, beni baskılayamazsın Fırat!!! Herkesin bana ne yapıp yapmayacağımı söylemesinden yoruldum, ben güçlüyüm, bana emir veremezsin!!! " Duraksadı. Öfkeden alev alev yanan gözleri gözlerime kenetliydi.

"Ufacık bir şeyde demediğini bırakmıyorsun bana!! Ne dur dediğim yerde duruyorsun, ne yapma dediğimde söz dinliyorsun!! Bir kez olsun beni umursayıp şu adam bir ne diyor dinleyeyim demiyorsun! Kendi kafanda beni öyle bir yere koymuşsun ki baskıcı, kıskanç, sana bir şeyleri dikte eden, seni anlamayan, işine mesleğine engel olan ama hep seni sevecek bir adam!! Sana kızsa da, sen onun ağzına sıçıp canına okusan da, her defasında çiğneyip gecsen de Fırat gönül koymayacak, hep sevecek, sarıldığın an sarılacak sana!!! Bencilsin! Sadece kendi hislerini önemseyip beni her defasında sikip atacak kadar bencilsin! "

Gözümden akan yaşlar yüzünden yüzünü iyice bulanık görürken başımı önüme eğdim. Kalbim göğüs kafesimde git gide ağırlaşırken içimde kırılan birçok şey vardı ama haklı olduğunu biliyordum.

" Düzelelim Fırat!" dedi ona İstanbul'da Tahir abilerin restoranında söylediğim şeyi tekrar ederken. " Al düzelt buradan! Çıkardın beni zıvanadan, kırdırdın kalbini bana, al düzelt!!"

Alt dudağımı ısırıp gözlerimi kapattım. Düzelmezse düzelmesindi. Ben de eski Hazan olurdum. Bir hayali ve bir hayatı olmayan o umutsuz Hazan vaktine dönmek zor olmasa gerekti. Bana katlanmak zorunda değildi. Ayrılalım, derse karşı çıkmazdım.

Sıkıntıyla alıp verdiği derin ve sert nefesi duydum.

"Nolurdu dinleseydin beni? Bir günümüzde normal geçseydi? Elini tutup o restorantın açılışına götürseydim seni? Niye yapıyorsun bunu bana? Beni geç kendine niye yapıyorsun bunu?"

Artık bağıracak gücü kalmamış gibi sustuğunda," boşa beni," dedim birdenbire ve düşünmeden.

Birkaç saniye sessiz kalıp," ne?" dedi afallamış bir sesle. Burnumu çekip üzerimdeki kıyafetin kollarıyla yüzümdeki yaşları silip oturduğum yerden kalktım. Fırat'a doğru yürüyüp sağ elimi sol elimdeki yüzüğe götürdüm. Gözlerimi gözlerine çıkardım.

" Ne demek istediğini anladım," dedim usulca. " Haklısın. Ben bencil biriyim. Bunu öylesine söylemiyorum, gerçekten öyleyim. Sorunun ben de olduğunu da olacağını da en başından biliyordum. Dedim ya; sen gelmeseydin ben sana hiç gelmezdim. Değişebileceğimi sanmıyorum..."

"Hazan..." dedi. Derinlerden bir yerlerden titreyen sesi hem uyarıcı hem de olacaklardan korkuyormuşcasına tedirgindi.

Devam etmesine izin vermeden sözünü kestim.

"Denedim ama olmuyor. Olmayacak da. Bir şeyler yakamı bırakmıyor. Kurtulamıyorum bazı şeylerden. Benim hatam. En başından beri kendimi bu hâle ben getirdim. Sen olsan da olmasan da hiçbir şey düzelmeyecek. Ben batmaya devam edeceğim. Senin suçun değil, benim suçum ve bu yüzden sen benimle birlikte batmamalısın. Kendi hayatımla birlikte senin hayatını da mahvetmemeliyim. "

Gözlerimizi ayırıp yüzüğü parmağımdan çıkardım. Eline vermek yerine arkasındaki makyaj masasının üzerine koydum. Sanki parmağımı kesip bırakmıştım. Öyle canım yanıyordu.

Engel olmadı. Yüzüne bakmadan, "özür dilerim, " dedim son bir kez. Önünden geçip banyoya girdim. Kirli sepetindeki kıyafetlerimi alıp çıktım. Fırat aynı yerde duruyordu. Elimdekileri bavulumu açıp içine koydum. Makyaj masasının üzerindeki içinde astım spreylerimin ve silâhımın bulunduğu sırt çantamı alıp bavuldan çıkardığım deri ceketimi giydim. Saçlarımı içinden çıkarıp Fırat'ın bana İstanbul 'dan aldığı şeylerin hiçbirine dokunmadan bavulumla çantamı alarak kapıyı açıp odadan çıktım. Merdivenleri inip dış kapıya yöneldim. Konsolun üzerindeki arabamın anahtarını alıp evden çıktım. Kapıyı çekip arabanın kilidini açtım. Arka koltuğa bavulumu ve çantamı atıp bahçe kapısının şifresini girdim. Kapı açılırken ayaklarımın altında ezilen karın çıkardığı sesler ve köpek havlamaları eşliğinde araca bindim. Motoru çalıştırıp gaza basarak direksiyonu çevirirken bahçeden çıktım.

Saat gece yarısı ikiye geliyordu. Bir otele giderdim. Sonra yeni bir ev tutardım. VASÖ keyfe gelip mesleğimi bana geri verirse ona tutunur, bakardım başımın çaresine. Artık istemiyordum. Hayatımda kimseyi istemiyordum. Kimseden sevgi bekleyecek gücüm yoktu. Doğrularım ve yanlışlarımla tek başıma yaşar giderdim. Kusurlarım da olsa onlar günün sonunda bendim. Ne Fırat beni her şeye rağmen sevmek zorundaydı, ne de ben değişmek mecburiyetindeydim. Böylesi iyi olmuştu. Herkes kendi hayatına bakmalıydı.

Yine de biraz canım yanıyordu ve bu acıyı çekmek için kendime izin vermeliydim.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%