Yeni Üyelik
78.
Bölüm

78. Bölüm

@yikim2024

                        💦

Mahsun itinin içeriye girmesinin ardından acilin önüne bir araba dolusu koruma gelmişti. Korumaları getiren siyah mercedes soğuk havaya yaydığı egzoz kokusuyla acilin önünden ayrıldı. Kapıdan içeri giren adamlar gözden kaybolduklarında kollarımın arasında kaskatı kesilen Hazan'ı daha sıkı sarıp ona döndüm. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Bakışları acilin kapısında takılı kalırken gözlerini bir an olsun kırpmıyor, nefes bile almıyordu. Ağladığı için gerilen yüzünden dolayı şakaklarında ve alnının ortasında beliren incecik, yeşilimsi mavi damarlar gözüme çarparken bu hâli beni rahatsız etmişti. Donuk bir ifadeye bürünen gözlerinde korku ve dehşet vardı.

Sıkıntıyla içimi çekip, hastanenin önünde bizden başka kimse yokken, yağan karın altında eğilip alnını öptüm. Ateşi yükselmişti. Ne zaman ağlasa olan bir durum olduğundan fazla üstünde durmasam da bundan hoşlanmadığım bir gerçekti. Sadece ağlaması bile başlı başına bir sorundu. Ağlamasına dayanamıyordum. İçimi söküyor, nefesimi kesiyordu. Kaldı ki ortada ağlanacak doğru düzgün bir şey de yoktu. Babaannesine olan şey belki basit bir tansiyon düşmesi ya da buna benzer bir şeydi. Hazan bu şehre geldiğinde bu kadar hassas değildi ve ben bazen bunun suçlusu olarak kendimi görüyordum. İlk zamanlar fazla mı sık boğaz etmiştim, belki şu anda da ediyordum. Belki de Hazan sevgiye aç olduğu için buna izin vermişti. Her ne olmuş olursa olsun Oğuz'un hapse girmesinin ve mesleğinin elinden alınmasının ardından ruh halinin iyiden iyiye kötüye gittiği ortadaydı. Umarım bu ilaçlar bir işe yarar, Hazan'ı iyileştirirdi.

Dudaklarımı alnından çekip elimde küçücük kalıp kaybolan başını tutup göğsüme koydum. Saçlarını severken ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse ne o kadın ne de Mahsun denilen o şerefsiz sikimde bile değildi. Ama burada benim için önemli olan Hazan'dı. Bu yüzden Mahsun ağayı olmasa bile en azından o kadını umursamak zorundaydım. Hazan için yeni bir yıkım, bizim içinse yeni bir kaos istemiyordun. Eğer babaannesine olan şey basit bir şey değilse ve bizi günün sonunda bekleyen şey ölümse karımı böyle bir şeyin acısıyla tek başına bırakırsam sınırda kafayı yerdim.

Üzerimdeki deri cekete tutunan küçük elleri yakalarımı daha sıkı kavrarken,"Fı- Fırat," dedi. Adım dudaklarından bir hıçkırıkla birlikte dökülmüştü. Saçlarını öpüp, esen rüzgarla etrafa yayılan, tatlı kokusunu içime çekerken,"yavrum," dedim. Sesim onun duyabileceği kadar yüksek fakat aynı zamanda onu ürkütmeyecek kadar da alçaktı. Bunu bilerek yapmıyordum. Sanki beynim çoğu zaman Hazan'ı ürkütüp korkutmamak, canını yakmamak üzere kurulu bir makina gibi işliyordu.

Başını göğsümden kaldırıp yeşile çalan ateş parçası gözleriyle gözlerime baktı. Hafif etli olan yanakları yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Minik burnunu çekip titreyen sesiyle başını yana eğerek,"babaannem," dedi sadece.

Bir şey söylememi bekliyordu. Ona Türkoğlu aşiretiyle arasındaki bütün bağı koparmasını söyleyen, onlarla bir daha görüşmeyeceksin, diyen kocasından bir şey söylemesini istiyordu. Olmaz, diyemezdim. Dur durduğun yerde, eve gidiyoruz demek de olmazdı. Mahsun ağayla karşı karşıya gelmek istemiyordum. Hele de dün akşamki restorantın açılışını bastığını, Ömer ağayı, Hazan'ı zorla alıkoyduğumu, bana verecek torunu olmadığını, eğer Hazan'ı bırakmazsam başımıza bela olacağını söyleyerek tehdit ettiğini öğrendikten sonra hiçbir şey yokmuş gibi öylece durmak oldukça zor olurdu.

Dün gece saat onbir civarı Hazan'ı evde tek başına bırakıp restoranta gittiğimde öğrenmiştim bunu. Öncesinde Sado arayıp restoranta gelmemi söylemişti. Oraya vardığımda Ömer ağa burnundan soluyordu. Sado yine Hazan'dan vazgeçmem konusunda edebiyat parçalarken Boran ağa intikam almamız gerektiğini söyleyip durmuştu. Ömer ağa ise sınırdan döner dönmez Hazan'a resmi nikah kıymamı emretmişti. Bunu zaten ben de düşünüyordum ama Ömer ağa gibi Mahsun itinin canını yakmak için değil, canıma can katmak için Hazan'ı resmi olarak karım yapmak istiyordum. Türkoğlu soy ismiyle, Hazan'ın adının sonuna geldiği sürece, bir derdim yoktu. Ama yine de, Hazan Hilâl Korkmaz, benim miladım olacaktı.

Hazan bana yalvarırcasına bakarken hâlâ kararsızdım. O herifi her gördüğümde sırtımda 21 yıldır bir an olsun indirmeden taşıdığım ceset ağırlaşıyordu. O şerefizin özgürce aldığı her nefes benim ablama olan ihanetimin kanlı canlı bir kanıtıydı. Elimde bu herifi içeriye tıkabilecek onlarca delil varken hâlâ böyle saçma sapan bir köşe kapmacayı oynamaktan nefret ediyordum. Mahsun ağayı yerle bir edecek onlarca mühimmatım varken savaşacak cesaretim yokmuş gibi her seferinde geri çekilmek, Hazan'a aşık olduğum ve onun Mahsun ağanın torunu olduğunu öğrendiğim günden beri ablamın mezarına gidememek yüzümü yere düşürüyordu.

Öte yandan o herif Hazan'a da iyi gelmiyordu. O it bastığı yerdeki toprağı bile kirleten ibnenin tekiydi. Şu an bile öfkem vücudumdaki bütün sinirleri uyarıp içimdeki intikam ateşini uyandırırken sertçe soludum. Kaşlarım çatılırken dişlerimi istemsizce sıkıyordum.

"Fırat...lütfen."

Yutkundum. Lütfen, diyordu. Bana o güzel gözleriyle bakıyordu. Beni birçok kez yaptğı gibi ezip geçmek yerine izin istiyordu. Gözlerimi kapatıp açarken başımı belli belirsiz sallayıp kollarımı belinden çözdüm. Ceketi tutan sargılı elini canını yakmamaya özen göstererek tutup,"gel," dedim. "Gel, bakalım. "

Yaşlarla dolu gözleri ışıldadı.

"Teşekkür ederim," dedi.

Bütün vücudumu saran öfke söz konusu Hazan olduğunda asla kalbime ulaşamıyordu. Orada sadece o vardı.

Eğilip ıslak, soğuk ve yumuşak dudaklarına küçük bir öpücük konduruken," kurban olurum," dedim. İçim gidiyordu ona. Nerede, nasıl ve ne durumda olursak olalım aklımı başımdan alıyordu.

Geri çekildiğimde alt dudağını ısırırken gülmekle ağlamak arası bir ses çıkartıp boştaki elinin terisyle yanaklarındaki yaşları silerken ileriye doğru bir adım attı. Onunla birlikte ben de yürümeye başladım. Acil kapısından içeriye girdiğimizde kırmızı alandan hızla çıkarılan bir sedye önümüzden geçti. Üzerinde Hazan'ın babannesi yatıyordu. Yüzünde bazı morluklar gözüme çarparken hemşireler insanlara yol vermeleri için uyarılarda bulunuyordu. Mahsun ağa bir hemşirenin kolunu tutup,"Noluyor? Nereye götürüyorsunuz?" diye sordu.

Hemşire," bypassa alıyoruz," dedi ve köşeyi dönen sedyenin peşinden koşarak gözden kayboldu. Bu manzara karışısında Hazan'ı buraya soktuğum için kendime kızarken aslında onu buraya sokmasam da bunun bir şeyleri geciktirmek dışında hiçbir sike yaramayacağını biliyordum.

Hazan bulunduğu yerde sendelerken,"babaannne," dedi ağladığı için çatlayıp boğuk çıkan sesiyle. Tuttuğum elinden onu kendime doğru çekip sarıldım. O sırada Mahsun itinin gözleri bizi buldu. Öfke, nefret ve kinle boyanan yüzüyle bize doğru gelmeye başladığında arkamızdaki kapıdan içeriye Bahar girdi.

"Abi?"

Ona dönmedim. Mahsun itine bakıyordum. Aramızdaki mesafe tükenirken,"ne yüzle geldiniz buraya?!" diyerek dayılanmaya başlamıştı. Etraftaki insanlar bu tarafa bakarken,"bağırma lan!" dedim. Hazan burnunu çekip göğsümden ayrıldı. Dedesine bakıp,"babaannem için geldim," dedi.

Karşımızda duran it herif, "hangi yüzle?!" dediğinde ağzını burnunu dağıtmamak için kendimi sakin tutmak adına elimden gelen her şeyi yapıyordum. Ulan kendisi hâlâ hem Hazan'ın, hem de benim karşıma çıkacak yüzü bulabiliyorken nasıl utanmadan ağzını açıp konuşabiliyordu?

"Babaanneni kapından kovduktan sonra hangi yüzle geldin buraya?!"

Hazan yaşlarla dolu gözlerinin arkasında alev alev yanan bir nefret ve tiksinmeyle dedesine bakarken, "benim bir yüzüm var," dedi. " Onunla geldim. Asıl sen hangi yüzle bana böyle bağırıp çağırabiliyorsun?"

"Lafını bil! Karşında deden var senin! İyice saygıyı elden bırakmışsın görmeyeli!"

"Benim karşımda kimse yok. Hele saygı duyulacak biri hiç yok." Kollarımın arasından çıkıp dedesine doğru birkaç adım attığında hemen arkasındaydım. Ters bir durum olursa müdahale ederdim ancak şimdilik geri planda duracaktım. "En azından kendi içinde bari utanman olsun. Neyi hak edip neyi hak etmediğini bil."

Mahsun ağanın gözleri beni buldu. Hazan'a onun hakkındaki gerçekleri anlatıp anlatmadığımı anlamaya çalışıyordu. Yüzüne sadece öfkeyle bakmakla yetindim. Hazan'a döndü.

"Ne diyorsun sen?! "

"Bilmiyor musun gerçekten?"

"Bilmiyorum! Bu adam neyle yıkadı senin beynini de dedene düşman oldun böyle?!"

" Beynimi yıkamadı. Gözümü açtı diyelim. Kaldı ki biz seninle ne zaman dost olduk da şimdi aramızdaki bu şeye düşmanlık diyebiliyorsun?"

Hazan'ın onun ne kadar aşağılık bir herif olduğunu öğrendiğini anlayan Mahsun ağa tedirgindi. Bu tedirginlik bana olan öfkesini harlarken hiddetle, "yalan," dedi. "Sana ne söyledilerse yalan! İnanma onlara. Seni bana karşı doldurup düşman etmeye çalışıyorlar. Ben senin dedenim, sen benim torunumsun. Benim soyumdansın. Damarlarında benim kanım dolaşıyor. Biz bir aileyiz. Aramızda küskünlük, dargınlık da olsa ben sana arkamı dönmem kızım. Bu soysuzlara inanıp beni düşman belleme."

" Niye yapsınlar ki böyle bir şeyi? Niye beni sana karşı dolsursunlar ki? Seninle alıp veremedikleri ne olabilir?"

Bocaladı. Bu soruya karşı söyleyebileceği bir yalan ararken elindeki bastonun sapını sıktı. Söylediği onca sözün Hazan'ın gözünde en ufak bir değer taşımadığını fark etti. Hazan böyleydi. Ne söylerseniz söyleyin kendisi için önemli olan tek bir şeye odaklanır, geriye kalan hiçbir şeyi umursamazdı. Kendi bildiği doğru neyse onun peşinden gider, inandığı şeylerden kolay kolay vazgeçmezdi. Bu çoğu zaman zorlayıcı oluyordu. Ama şu an Mahsun ağaya gerçeğin ne olduğunu bildiğini ve yalanlarına ayıracak vakti olmadığını açıkça gösteriyordu. Ve Mahsun ağanın söylediğinin aksine Hazan'ın beyni birileri tarafından yıkanamayacak kadar güçlüydü. Bunu ancak kendisi yapabilirdi. Kalbi ne kadar zayıfsa, mantığı o kadar sağlamdı.

Sözleri bir işe yaramayınca, "torunum," derken Hazan'a temas etmeye kalkıştı. Hazan hızla kollarını ellerinden çekip geriye doğru bir adım atarak ondan ve ona dokunmaya yeltenen kirli ellerinden uzaklaştı.

"Dokunma bana!" dedi. "Bir şeyleri yalanlıyorsan kendi söylediklerini kanıtlamak için doğruların olmalı. Var mı?"

Başını iki yana salladı. Bu, doğrularım yok, demek değil, Hazan'ın aklını karıştırmak için yeni bir girişimin başlangıcıydı.

"Yazık," dedi. "Ne dersem diyeyim bana inanmayacağın belli. Nasıl doldurup düşman ettiler seni bize böyle? Nasıl babaanneni kapından kovacak, kardeşini suçsuz olduğunu bile bile mapusa atacak, bir adam için aileni yok sayacak hale geldin? Şu gözlerine bak. Nasıl nefretle bakıyorsun dedene? Dizlerimde oynatırdım seni. Gece'nin sırtına bindirir gezdirirdim. Saçlarını sever, hikayeler anlatır, kucağımda uyuturdum. Dedeciğim, dedeciğim, diye peşimden ayrılmazdın. Ne olmuş sana böyle?"

Hazan hafifçe güldü. Bu gülüşteki acıyı ve çocuksu kırgınlığı bir tek ben fark etmiştim. Az evvel ki gözyaşlarının yanaklarında bıraktığı ıslaklığı silip, "söylenecek o kadar çok şey var ki," dedi dedesinin gözlerinin içine bakarken. "Ama sen buna değmezsin. Yine de şunu bil; yıllar önce...hatta birkaç gün öncesine kadar sevgime sahiptin, ama artık sadece nefretime sahipsin. Ve bu nefret sen hak ettiğini bulana kadar son bulmayacak. Karşında bu saatten sonra torunun değil, yaptıklarını bilen ve başına bela olacak bir savcı duruyor. Yaptığın her şeyin bedelini ödeteceğim sana. Babamın üzerine yemin ederim ki ödeteceğim."

Sözlerini bitirip sedyenin gittiği yöne gitmek için meyil ettiğinde Mahsun iti Hazan'ı kolundan tuttu. Sertçe kendine doğru çektiğinde araya girip karıma dokunan elini sökercesine tutup ittim. Bir iki adım gerileyerek sendelerken Hazan'ı arkama alıp gözlerine baktım. Korumaları buraya doğru gelirken,"dokunma, diyorsa dokunmayacaksın," dedim.

"Bir sorun mu var ağam?"

Acildeki insanlar tedirgin gözlerle bize bakmıyor olsaydı bir sorun çıkarırdık ama şu an yeri değildi.

"Yoktur bir sorun. Tabii şimdilik. Bana bak torun eğer bu işe burnunu sokarsan bunun bedelini ödersin. Arkasına sığındığın Korkmaz aşireti bile koruyamaz seni. Bu sana ilk ve son..." derken arkamdan çıkıp ona bakan Hazan'a tehditkar bir şekilde salladığı parmağını tuttum. Geriye doğru büktüğüm parmağı yüzünden canı yanarken sesi kesildi.

" Ağzından çıkanı kulağın duysun Mahsun ağa! Ben karımı her türlü korur kollarım ama sen böyle sikik sikik konuşmaya devam edersen yerin yedi kat dibine de girsen kaçacak delik bulamazsın. Yedi ceddini bulur içinden geçerim senin! "

Köpekleri bellerindeki silahlara davranırken kapının önündeki güvenlikler içeriye girdi. Mahsun iti acıdan kaskatı kesilip yüzü kıpkırmızı olurken diğer eliyle kolumu tuttuğunda bastonu yere düştü.

"Noluyor burada?"

"Bir şey olduğu yok. İşinize bakın, " diyen Bahar'ın sesi kulaklarıma doldu.

"Bırak, " dedi Mahsun iti. Acıdan titreyen ve boğuklaşan sesiyle.

Parmağını sertçe geriye yatırıp çıkardığı kırılma sesini duyana kadar bırakmadım.

"Aaah!!!"

Kırılan parmağıyla birlikte onu serbest bıraktığımda parmağını tutarak öne doğru eğilip inlerken,"bir daha ki sefere kimi tehdit ettiğine dikkat et," dedim. "Bu sefer parmağınla yırttın. Bir dahakine canını eline verirler."

Acıyla dişlerini sıkarken öfkeyle yüzüme baktı. Bakışlarına aynı şekilde karşılık verip Hazan'ın elini tuttum. Güvenlik görevlilerinin yanından geçip acilden çıktığımızda hızımı kesmeden aracın olduğu açık otoparka doğru yürüdüm. Sinirliydim. Hazan'ı tehdit etmişti gözümün önünde. Yaptığı şeyden pişmanlık duymak bir yana hâlâ pisliğinin üzerini örtmeye çalışıyordu. O herif tekin biri değildi. İşlediği tek suçun bir terör zanlısı olan kardeşine yardım ve yataklık etmek olmadığından adım kadar emindim. Karısının şu an bu halde olmasında da, kadının yüzündeki morluklara bakılacak olursa, Mahsun itinin parmağı olabilirdi. Eğer Hazan'a zarar vermeye kalkarsa, aklından geçirdiği an parmağını kırmıştım, buna yeltenirse canını alırdım. Benim sınırım Hazan'dı. Ona zarar vermeye kalkan herkes sınırı aşmış demekti ve bedelini öderdi.

Hazan'ın söyledikleri ise hoşuma gitmemiş, canımı sıkmıştı. Onu hiçbir zaman bu durumun içine sokmak istememiştim, hâlâ da istemiyordum. Ben dur Hazan, yapma Hazan, dedikçe dedesinden intikam almak için başını yine beladan belaya sokacaktı şimdi. Onu hem dedesinden, hem de kendinden korumam gerekiyordu. Dedesi kolaydı ama Hazan zordu. Böyle olacağını biliyordum. Korktuğum başıma gelmişti. Ortada bariz bir suç ve suçlu vardı ve benim böyle bir durumda Hazan gibi adalet uğuruna kendini gözden çıkarmaktan en ufak bir korku dahi duymayan birinin susup öylece durmasını beklemem tam bir aptallıktı. Tabii ki de durmayacak, başını hem VASÖ'yle, hem de kanunlarla derde sokacaktı. Zaten Cihan dün ve bu sabah beni arayıp durmuş, neden sınır ötesine hesapta olmayan bir operasyon düzenlediğimizi soran mesajlar atmıştı. Hiçbirine geri dönüş yapmamıştım. Emir'le Anıl'a da ağızlarını sıkı tutmalarını söylemiştim. Ama Halit albay ya da o Tarık Güngör denilen savcı belli ki çoktan VASÖ'ye durumu anlatnıştı. Öte yandan Cihan attığı mesajların birkaçında "infaz SİHA'sı" denilen bir şeyden bahsediyordu. Kumandasının sinyalinin bizim evden geldiğini söylüyordu. Eğer bunun mantıklı bir açıklaması yoksa başımız büyük belaya girermiş. Özellikle de Hazan'ın. Bugün ya da yarın buraya geleceğini söylemişti. Bir sürü sorun vardı anasını satayım! Ve ben Hazan'la kendi sorunlarımızı konuşup düzeltmeye çalışmaktan bunları konuşamıyordum bile.

"Fırat."

Kafayı yiyecektim. Çıldıracaktım amınakoyayım!

"Fırat!"

Sertçe soludum. Koruma işini bugün halletmem, Sado'yla konuşmam lazımdı. Hazan'ın peşine bütün dünyayı taksam yine de Sado dışında kimseye tam anlamıyla güvenemezdim. Kafası atınca sikik sikik konuşuyordu ama karımı ondan başka kimseye emanet edemezdim. Bugün Hazan'a imam nikahında mehir olarak verdiğim şeyleri de halletmeliydim. Evle restorantı üzerine geçirmek için gereken evrakları avukatlar hazırlamaya başlamıştı. Yarın tapu müdürlüğüne ve notere gidip hem evi, hem de restorantı Hazan'ın üzerine verecektim. Bugün de şu 150 gram altını almayı düşünüyordum.

"Abi yavaşlasana!"

"Fırat dur!"

Hazan'ın, sinirden uğuldayan kulaklarıma dolan sesiyle aracın yanına gelirken adımlarımı durdurup ona döndüm.

"Ne?! Durdum ne?!"

Sesimin sert çıkmasına engel olamamıştım. Hazan dolan gözleriyle bana bakarken," niye bağırıyorsun?" dedi. "Ne yaptım ki ben şimdi?"

Bu hâli, titreyen sesi ve masum güzelliği içime işleyip kendime kızmama neden olurken Bahar yanımıza geldi. Aldığım nefesi sesli bir şekilde dışarıya verip karıma sarıldım. Saçlarını öpüp,"tamam," dedim. "Özür dilerim. Söyle ne söyleyeceksen. Emret."

Kollarını belime sarıp bana iyice sokulup sığınırken,"babaannem," dedi. "Doğru düzgün göremedim onu. Geri dönelim, nolur."

"Olmaz."

Sesim kesin ve netti. Bu sefer ne derse desin o herifin olduğu yere Hazan'ı sokmazdım.

"Ama Fırat..."

"Aması maması yok. Başka bir şey iste yapayım. Bu olmaz."

Başını geriye atıp gözlerime baktı.

"Ben babannemi istiyorum," dedi. "Vurmuş ona görmedin mi? Bunun hesabını bile soramadım o adama. Fırat...Fırat'ım lütfen, nolur geri dönelim?"

Gözlerine bakarken içim gidiyordu. Bebek gibiydi. Güzelliği, tatlılığı bir yana bir bebeğin ağlamasına nasıl kıyamazsa bir insan öyle kıyamıyordum. Ağlarken çatlayan sesi, yanaklarına doğru boncuk boncuk süzülen yaşlar içimi yakıp kavururken direndim.

" Hayır. " Sesim bir önce ki gibi kesin ve net değildi ama bu sefer Hazan'ın dediği değil, olması gereken olacaktı. "Eve dönüyoruz. Birini yollarım buraya, babaanenin durumu hakkında bilgi alırız ama o adamla ne seni karşı karşıya getiririm bundan sonra, ne de geri dönersek bu kadar sakin kalırım. Yapma, tamam? Ağlayıp durma, bakma bana şöyle."

Birkaç saniye gözlerime bakıp kollarımın arasından çıkmak için uğraşırken,"ölecek," dedi hırçın ve çaresiz bir sesle. "Biliyorum, ölecek. Ben onu görmek istiyorum...bilgi almak falan değil!"

Kollarımı sıkılaştırıp göğsüme hapsettim onu. Saçlarını sevdim. Hıçkırıklara boğularak sarsıla sarsıla ağlarken beni öldürse daha iyiydi. O ağladıkça ruhum ölüyordu benim. Birini daha kaybetmekten korktuğunu biliyordum. Bunu kaldıramayacağının da farkındaydım. Acımasızca davranmak istemiyordum. İstese canımı bile vereceğim kızı üzüp ağlatmak içimi eziyordu. Ama napsaydım anasını satayım?! Ablamın katilinin yardakçısıyla, karımı tehdit eden o itle yeniden, parmağını kırıp eline verdikten sonra, hiçbir şey yokmuş gibi ya Allah, ya sabır diyip aynı hastane koridorunda dövdüğü karısının başını mı bekleseydim? Dayanamıyordum. Ne o herifi görmeye, ne de Hazan'ı böyle ağlatıp üzmeye, ama benim de sabrımın bir sınırı vardı.

Yüzümü saçlarına gömüp,"Hazan," dedim yorgun bir sesle. "Ağlama. Yalvarıyorum sana, ağlama. Anla beni biraz, nolur."

Öyle içli içli ağlıyordu ki paramparça ediyordu beni.

Bahar bize doğru yaklaşıp başını koluma yaslarken bir elini Hazan'ın saçlarına çıkarıp sevmeye başladı. Dolan gözlerimi kar yağışının hız kesmeden devam ettiği gökyüzüne çıkardım.

"Hazan," dedi Bahar. " Bypass ameliyatı 2 ila 6 saat arası sürer. Sonrasında hasta yoğun bakıma alınır. Üç ya da altı saat sonra durumuna göre uyandırılır. Yoğun bakımda kalma süresi ameliyatın hasta üzerindeki başarısına göre değişir. Ve enfeksiyon riski yüksektir. Yani bugün babanneni görmen mümkün değil. Hastaneye geri dönmen hiçbir işe yaramayacak. "

Hazan başını hareketkendirip yanağını göğsüme koyarak Bahar'a bakıp onu dinlerken biraz sakinleşmişti. Eğilip alnını öptüm. Öylece durup kokusunu içime çekerken gözlerimi kapattım.

"Ama eğer yarın abim de izin verirse, o gelmez ama biz seninle hastaneye geliriz. Babanneni görmeni sağlarım, olur mu?"

Gözlerimi açtım. Hazan'ın ben yanında yokken o herifle karşılaşma ihtimali beni sinirlendiriyordu. Hazan'ı yalnız görüp yine tehdit etmeye kalkarsa katil olurdum.

Bahar, Hazan'ın yüzündeki yaşları silerken,"abi?" dedi sorarcasına. Söylediği şeyi kabul edip etmediğimi öğrenmek istiyordu. Hazan göğsümde hiç kımıldamadan sessizce dururken sıkıntılı bir nefesi sakince alıp verdim.

"Tamam," dedim. "Geliriz."

Tek başlarına olmazdı. Yarına kadar sakinleşirdim herhalde. Hazan şu an bana kızgındı. Küsmüştü belki de. Ama buna rağmen onu öpmeme, ona dokunmama engel olmazsa öfkemin dinmesi daha kolay olurdu. Teninde huzur bulur, kokusuyla sakinleşir, varlığıyla durulurdum.

Hazan burnunu çekip kollarımdan çıkmak istediğinde bu sefer izin verdim. Benden ayrılıp Bahar'a sarıldı.

"Teşekkür ederim," dedi.

"Önemli değil Hazan. İyi ol yeter. "

Ayrıldılar. Cebimdeki anahtarı çıkartıp aracın kilidini açtım.

"Geçin arabaya."

"Abi ben Hazan'ın babaannesinin ameliyatı bitene kadar burada kalayım. Sizde Elif'i kreşten alın. Sizin için sorun olmazsa size götürün. Ben de hastaneden çıkıp size gelirim, olur mu?"

Benden önce Hazan konuştu.

"Bunu yapmak zorunda değilsin," dedi. "Yorgunsun zaten. Gel bizimle, eve gidelim."

"Sen de o gün beni kurtarmak zorunda değildin, bütün gece hastanede başımda beklemek, benimle birlikte karakola gelip mahkemelere katılmak, korkuyorum diye bir hafta boyunca benimle aynı yatakta uyumak zorunda değildin. Ben borçluyum sana. "

"Bahar..."

Yine sarıldıklarında bu sefer Bahar'ın da gözlerinden birkaç damla yaş düştü. Birbirlerine olan sevgileri, birbirlerinin arkalarını kollamaları, Bahar'ın hamile olduğunu ve bebeği aldırmak istediğini ikisi bir olup benden saklamış olmalarına rağmen, hoşuma gidiyordu. İkisi de hem benim, hem de birbirlerinin hayatlarında birçok eksiği kapatıyorlardı. Bu yüzden ikisine de uzun süreli kızamıyordum.

"Tamam, hadi siz gidin."

"Bahar hanilesin ama. Dün gece de nöbetteymişsin, olmaz ki böyle."

"Olur. Taş taşıyacak değilim ya. Alt tarafı oturup ameliyatın bitmesini bekleyeceğim. Hadi gidin siz. Kreşin konumunu atarım. "

Hazan burnunu çekip gülümserken, "teşekkür ederim Bahar," dedi yine.

"Rica ederim. "

Bahar hastaneye doğru ilerlerken kapıyı açıp Hazan'ın binmesini bekledim. Yüzüme bakmadan koltuğa yerleşti. Yine bir şekilde aramız bozulmuş, suçlu yine ben olmuştum. Nerede yanlış yapıyordum bilmiyordum ki amınakoyayım!

Kapıyı kapatıp şoför koltuğuna geçtim. Emniyet kemerini takıp motoru çalıştırırken,"kemerini tak," dedim. Kollarını göğsünde bağlamış öylece durmaya devam ederken beni duymazdan geliyordu. Sakin olmaya çalıştım. Aklı babaannesindeydi. Belki de duymazdan gelmiyordu, gerçketen duymamıştı. Isıtıcıyı devreye sokup taktığım kemeri geri açtım. Hazan'ın üzerine eğilip kemeri takmak için meyil ettiğimde yüzünü camdan tarafa çevirip aramıza, sanki mümkünmüş gibi, mesafe koymaya çalışırken iyice geriye yaslanıp koltuğa gömüldü.

Bir nefes kadar uzağımdaydı. Dokunsam dokunur, öpsem öperdim. Kimden kaçmaya çalışıyordu? Her şeyiyle ait olduğu, onun kocası olmaktan gurur duyan adamdan mı? Niye lan? Ne yapmıştım anasını satayım?

Islak kirpiklerinin çevrelediği gözlerini, kızaran burnunu, al al olan yanaklarını ve şişen dudaklarını izlerken alnımı alnına dayadım. Koltukta kaçacak yeri yoktu ancak yine de benden uzaklaşmaya çalıştı. Benimle yakın olmak istemiyordu. Geri çekilmem gerekirdi ama yapmadım.

Biraz daha yaklaşıp,"napıyorsun?" dedim. Soruyordum sadece. Aslında sormak istediğim şey benden ne istediğiydi. Bunca zaman onun için kendimi yok saydığım yetmemiş miydi de bunu bir defalığına mahsus yapmadım diye benden uzaklaşıyordu? Bu muydu lan? Sabah konuştuğumuz şeyler bir öncekiler gibi yine konuşulduğu yerde mi kalacaktı? Bu sefer ondan bana aynı şeyleri bir daha yapmayacağına dair söz vermesini de istememiştim. Yüzüğü parmağına geri takması için zorlamamıştım da. Kendi isteğiyle yapsın, bir şeyleri yapmak ya da yapmamak için benim yönlendirmelerimle kendini zorlanmış hissetmesin istemiştim. Fakat yüzüğü evden çıkmadan masadan alıp parmağına takmış olsa da söz konusu ben olduğumda bencil olmaya devam ediyordu.

Sessiz kaldı. Gözlerimi kapattım. Tatlı kokusu huzurken hâl ve tavırları tam bir işkenceydi. Yine de kızmıyordum ona. Kızmayacaktım. Bugün değildi. Yarın da. Yarından sonra zaten uzunca bir süre olmayacaktım. Oturur kafasını dinlerdi evde. Ben de onsuz kafayı yerdim. Bu ayrılık beni bazen tedirgin ediyordu. Bensizliğe alışmasından, sürekli her kavgada çekip gitmek isterken bu sefer gerçekten çıkıp gitmesinden korkuyordum. Bu korkunun belirgin bir dayanağı yoktu. Basit bir paranoya da olabilirdi. Belki de beni çok özlerdi. Döndüğümde kaldığımız yerden ama daha iyi bir şekilde devam ederdik. Bilmiyordum. Hazan çok zordu. Dengesiz, sağlam olmayan, sallanıp duran ama uzaktan bakınca fazlasıyla güven veren bir köprü gibiydi. Adım atmaya cesaretim vardı. O köprüde yürümeye kararlıydım. Ancak istediğim o köprüden bir şekilde geçip gitmek değil, o köprüde yaşamaktı. Hikayenin sonunda suya düşüp boğulsam bile bu kızdan vazgeçmek istemiyordum.

"Hazan," dedim. "Yapma şöyle. Delirtme beni."

Gözlerim hâlâ kapalı, sesim sakin ve kısıktı.

"Çok seviyorum lan. Köpek gibi seviyorum seni. Niye yakıyorsun canımı bu kadar?"

Burnunu çekişiyle gözlerimi açtım. Gözleri camdan dışarıda yağan kardaydı. Belli ki söylediklerimi yine duymazdan gelecek, o güzel gözleri beni yine görmeyecekti. Belki de biraz kendi kendine kalmasına izin vermeliydim. Az önce de söylediğim gibi kendisi için önemli olan tek bir noktaya odaklanıp geriye kalan her şeyi göz ardı ediyordu. Beni anlamasını sağlamaya çalışmamalı, beni anlamasını beklemeliydim.

Emniyet kemerini çekerek ondan uzaklaşırken birden kollarını boynuma sardı. Beni kendine çekip sarılırken karşı koymayıp kollarımı hızla beline doladım. Dudakları boynumu ve saçlarımı öperken yüzümü omzuna gömüp kokusnu soludum. İçim titriyordu. Bana dokunup öpmesine alışmam gerekiyordu ancak her seferinde sanki ilk defa oluyormuş gibi heyecanlanıp kasılıyordum.

"Fırat," dedi fısıltılı sesiyle.

Soğuk ve ağladığı için ıslak olan yanağını öpüp," bebeğim," dedim.

"Ben de seni çok seviyorum," dedi. "Hem de çok."

Biliyordum, seviyordu. Mesele bu değildi. İşin kötüsü meselenin ne olduğunu ben de bilmiyordum. Sadece aramızdaki bütün sorunların kaynağının şu majör depresyon denilen şey olduğunu düşünmek ve Hazan'ın bu ilaçları kullanıp terapi aldıktan sonra iyileşmesini istiyordum.

Küçük ve, yanakları gibi, soğuk olan elleri yüzümü avuçlarının içine aldığında yüz yüze geldik. Hâlâ yaşlar döken ateş parçası gözleri gözlerimde gezinip dudakları önce alnımı, sonra burnumun ucunu ve ardından da dudaklarımı buldu. Öpüp geri çekilecekken izin vermedim. Üşümüş soğuk ve ıslak olan yumuşak dudaklarını dudaklarımın arasına alıp, ısıtmak ister gibi, yavaş yavaş öpüp, kokusunu içime çekmek için, derin nefesler alırken Hazan koltuğa yapışmıştı. Kollarını yeniden boynuma sardığında onu iyice koltukla arama sıkıştırıp öpmeye devam ettim.

O kadar küçüktü ki hem kollarımda, hem de koltukla aramda kayboluyordu. Onu öptükçe doyamayıp daha fazlasını isterken buldum kendimi. Kanım kaynıyordu ona. Cayır cayır yanıyordum. En ufak bir hareketiyle paramparça oluyor, tek bir öpücüğüyle kendimi unutuyordum. Dudaklarının tadı ve ıslaklığı beni tahrik edip kendimden geçirirken dilimi ağzının içine ittim. Montunun üzerinden kıvrımlı, dolgun vücut hatlarını okşayıp, karımı kendime çekip bastırırken ağzına ittiğim dilimi damağında, dişlerinde ve dilinin üzerinde gezdirirken o güzel ağzının içini seviyordum.

Hazan kısık bir sesle inleyip başını camdan tarafa çevirirken dudaklarımızı ayırdı.

"Yapma."

Kendimi tutamayıp bir kez daha dudaklarına uzandığımda ellerini göğsüme koyarak beni itmeye çalışırken,"lütfen dur," dedi. Dudaklarımı dudağının kenarındaki yaranın üzerine bastırıp öptükten sonra çenesini ısırıp emdim. Oradan boynunun altını öpüp koklarken benim için onu öpmenin bağımlılık gibi bir şey olduğunu idrak ettim. Ne zaman, bir kereden bir şey olmaz, diyip öpsem kendimi durduramıyor, görünce dayanamıyordum. Onsuzluk, yoksunluk demekti.

Boynunun sol tarafındaki şişliği öperken sıcak ve yumuşak teni ona sarılıp uyuma istediği uyandırıyordu içimde. Koynuma alıp sımsıkı sarılmak ve kokusu burnumdayken de yok olup gitmek istiyordum bu dünyadan.

Telefona gelen bildirimle,"Fıraaat," dedi mızmız bir sesle. Genelde bana böyle adımı uzatarak seslendiğinde sesi bir parça da nazlı olurdu. Ancak şu an keyfi yoktu. O yüzden bu sefer gerçekten, dur, diyordu. Geri çekildim. Alnını öpüp kemerini taktım. Telefona gelen bildirim Elif'in kreşinin konumuydu. Gaza basıp otoparktan çıktım.

*********
Elif'i kreşten alıp eve gelmiştik. Aracı kapının önüne çalışır bir vaziyette park edip kucağında uyuyan Elif'le birlikte araçtan inen Hazan'ın ardından ben de indim. Yoldayken albay arayıp askeriyeye çağırmıştı. Sınırdaki savaş hakkında yürütülmesi gereken stratejiler üzerine karargahta toplanmamızı istiyordu. Sözde desteğe gidiyorduk ama işin iç yüzü başkaydı. MİT'le ortak yürütülecek, VASÖ'nün de gizliden destek vereceği, sınırdaki savaştan bağımsız komuta edilecek bir operasyonun planlamasını yapıyorlardı. Şimdiye kadar time ve bana net bir şey söylenmemiş olsa da askeriyeye son zamanlarda çok sık uğrayan askeri üstler ve kulağıma gelen bazı söylentilerden anladığım buydu. Mesele nereye gittiğimiz değildi. Vatanım ve bayrağım için gerekirse dünyanın öbür ucuna giderdim. Mesele buydu; vatan ve bayrak.

Hazan, Elif'in montunun şapkasını düzeltip yanağını öperken cebimdeki anahtarı çıkartıp kapıyı açtım. Botlarını çıkarıp içeriye geçişini izlerken yol boyunca aklımda dönüp duran bir düşünce, belki de bir istek yeniden gelip aklımın tam ortasında belirdi. Hazan'dan bir...çocuğum olma ihtimali içimi garip bir hisle dolduruyordu. Heyecan, biraz da korku ya da beklenmedik bir şeyin aslında tam da olması gereken şey olabileceği varsayımıydı bu. İstemiyor değildim, istiyordum. Ama ne Hazan böyle bir şeye hazırdı, ne de ben. Nasıl yapardım lan? Babalık zordu. Ve ben zor olduğu dışında bu konu hakkında başka hiçbir şey bilmiyordum. Ne baba, ne de doğru düzgün bir anne görmemiş iki insanın böyle bir sorumluluğun altına girmesi yanlıştı. Belki birkaç sene sonra, Allah nasip eder, Hazan da isterse olurdu.

Hazan, Elif'i koltuğa yatırıp yanıma geldi. Dudaklarını büzüp gözlerime bakarken parmak uçlarında yükselip kollarını boynuma uzattı. Aşağı eğilip sarıldım ona. Gitmemi istemediğini büzdüğü dudaklarından ve asılan yüzünden anlayabiliyordum. Bu benim de planlarım arasında yoktu ama albay, gel, diyorsa, gitmek zorundaydım. Emre karşı gelemezdim.

Yüzümü boynuna gömüp kokusunu içime çektim.

"Yavrrruuuummm."

"Kocaaaaammmm."

Sesini her ne kadar bu an için neşeli çıkarmaya çalışsa da üzgündü. Yol boyunca durup durup gözleri dolmuştu. O üzüldükçe ben mahvoluyordum ama elimden gelen bir şey yoktu. Sadece çok seviyordum. Hazan'ı bu sevgiyle sarıp sarmalamak istiyordum. Onun için yaşamam, hayatta kalmam gerekiyordu. Onu böyle gördükçe, ölmemeliyim, diyordum. Karımı bu dünyada, yaşadığı onca şeyden, kaybettiği insanlardan sonra bir de ben yapayalnız bırakmamalıydım.

Cebimde çalan telefonla Hazan'dan ayrılmak yerine karımı kucağıma alıp tek kolumla tutarken yanağını öptüm. Telefonu ceketimin cebinden çıkartıp ekrana baktığımda Ömer ağa arıyordu. Kaşlarım çatılırken telefonu açıp kulağıma götürdüm.

"Selamünaleyküm oğul. "

"Ve aleyküm selam Ömer ağa."

Hazan yanağımı öpüp boynuma sardığı kollarını sıkılaştırıp öylece dururken Ömer ağa,"gelin hanıma sor bakalım bu akşam misafir kabul eder miymiş?" dedi. "Biz babaannenle yarın Urfa'ya dönmeden önce birlikte bir akşam yemeği yiyelim, dün Sadettin'lerde kaldık bu gece de sizde kalalım, diyoruz. Müsait misiniz?"

"Biz," derken gelmemelerini söyleyecektim ama Hazan dudaklarını yanağımdan ayırıp araya girerek, "olur, gelsinler," dedi. Hazan'a ters bir bakış atıp," şşş," dedim. Kaşlarını çatıp,"ne?" dedi. "Gelsinler."

"Tamam o zaman oğulum. Biz akşam üstü geliriz. Gelin hanıma selam söyle."

Telefon kapandığında sertçe soludum. Hazan gözlerini yüzümde gezdirirken, "niye kızdın ki şimdi?" dedi. "Ne olacak ki gelseler? Hem Canan teyzeyi de çağırırız. Hep beraber oluruz işte. "

Benim, hep beraber olmak, gibi bir derdim yoktu. Karımla başbaşa olmak istiyordum. Yarından sonra Çarşamba sabahı sınıra gidiyordum ve askeriye, operasyon hazırlıkları, Hazan'a mehir olarak verdiğim ev ve restorantın tapu işleri, timle her operasyon öncesi çıktığımız ocak başı derken zaten birlikte geçirebileceğimiz süre oldukça kısıtlıydı. Bilerek yapıyormuş gibi bir de Ömer ağaların gece burada kalmalarını kabul etmişti. Dalga geçer gibi niye kızdın diye sorması da ayrı bir mevzuydu. Ömer ağa da benim kabul etmeyeceğimi bildiği için Hazan'ı araya sokmuştu zaten. Kaldı ki babaannesi hastanede ve aklı ondayken hem Bahar'ı, hem Elif'i, hem de Ömer ağaları ve annemi, gelsinler, kalsınlar, hep beraber olalım, diyerek herkesi düşünüyor ama sıra bir türlü bana gelmiyordu. Kafayı yiyecektim anasını satayım! Bir gün harbiden yiyecektim.

"Fıraaat," dedi bana daha sıkı sarılıp çatılan kaşlarımın arasını öperken.

"Tamam, in hadi," dedim düz bir sesle.

" İnmeyeceğim," dedi inatla. "Neden kızdığını söyle."

"Neden kızdığım ortada Hazan."

Dudaklarımı öpüp yanağını öpmem için dudaklarımın üzerine koyarken, "benimle başbaşa kalmak istediğin için mi kızdın?" dedi. Yanağını öptüm. Öpmemem gerekiyordu ama dayanamıyordum. Sorusuna ise sessiz kalarak cevap verdim.

"Ama hep başbaşayız ki zaten," dedi. "Bir akşam da başkalarıyla birlikte olalım. Olmaz mı?"

"Yetmiyor," dedim ama asıl düşündüğüm en son ne zaman başbaşa, sakince kaldığımızdı. Dün bütün gece tartışıp durmuştuk. Hazan'ı sınırın altı kilometre ötesinden, teröristlerin yuvasından alıp gelmiştim. Bir önceki gece bir saat boyunca karımı sevmiş ve içinde hüküm sürmüştüm. Fazlasıyla yakıcı bir andı, fakat o an bile Hazan'a olan özlemimi dindirmeye yetmemişti. Ondan önceki gün İstanbul'daydık. Hazan başıma dünyayı yıkıp çekip gitmişti. O günden bir önceki gün Bahar'ın bebek olayı patlamıştı. Ve ondan önceki günler fındık kabuğunu bile doldurmayan tartışmalar silsilesi, benim Ankara'ya gidişim, binbaşı itine saldırdığım için karakolluk oluşum, Hazan'ın ayrılmak istemeleriyle geçip gitmişti. Nereden baksan bir buçuk aylık birlikteliğimizin her gününü başka bir sorunla tüketmiştik. Düşünürken bile içim sıkılıyordu. Ne zaman doğru düzgün, sakince başbaşa kalmıştık da benden bugünü feda etmemi istiyordu, bilmiyordum ama bu saatten sonra yapacak bir şey yoktu.

Yanağını dudaklarımdan ayırıp kucağımda yükselirken başımı göğsüne çekti. Saçlarımı öpüp elleriyle severken,"bugünlük böyle olsun," dedi. "Yarın...gece yatağımızda başbaşa olacağız ve ben çok mutlu edeceğim seni. Tamam mı?"

Utana sıkıla, sesindeki hüznü ve durgunluğu saklamaya çalışarak söylediği bu sözler beni gülümsetti. Bugün sabredersem yarın ödül olarak bana kendini verecekti. Ama beni mutlu etmek için böyle bir şey yapacağını söylemesinden hoşlanmamıştım. O benim olmaktan haz almayacaksa, mutlu olmayacaksa, bunu sadece benim için yapacaksa ve ben yarın yatağımızda bunu hissedersem ona dokunmazdım. Babaannesi hastanedeyken benimle sevişmek istemiyorsa sırf operasyona gidiyorum diye onu altıma alıp benimle birlikte olmaya zorlamaz, Hazan'ın da bunu kendisine yapmasına izin vermezdim. Benim mutlu olmam için ona sarılıp yatmam bile yeterliydi. Gülüşünü görmek, yanımdaki varlığını hissetmek, kokusunu duymak her şeye bedeldi.

Boynunu öpüp kokusunu solurken, "peki sen mutlu olacak mısın?" dedim. "Benim olmaktan, içinde olmamdan mutlu olacak mısın?"

"Olurum," dedi. "Sadece olsun diye olmuyor ki, sen beni gerçekten seviyorsun. Ben senin beni sevdiğin her yerde, her şekilde mutlu olurum."

Seviyordum. Çok seviyordum. Hazan'a bunu ilk ve tek birlikteliğimizde hissettirebilmeyi, ona sadece kendi isteklerimi düşünerek dokunmadığımı, konuşmadan, anlatabilmeyi bir başarı saydım. Çünkü Hazan birçok şeyi anlamak istemezse anlamıyordu.

Yanağını öptüm bu sefer de. Hava soğuktu ve yanakları hâlâ buz gibiydi. Gitmem gerekiyordu ancak ondan ayrılmak, kokusundan, sıcaklığından uzaklaşmak istemiyordum. Tenine birkaç küçük öpücük daha kondurup alnımı alnına dayadım. Dolu dolu olan fakat yaş dökmeyen ateş parçası gözleri gözlerimdeyken, "kendini hiçbir şey için mecbur hissetme," dedim. "Benim mutluluk sebebim senin varlığın. Hiçbir şey yapmadan gel otur yanıma, öp beni, adımı söyle, sarıl bana, gül bir kere ben zaten mutlu olurum. Ama her şeyden önce sen iyi ol. Tamam?"

O tatlı ve yüzünü bulunduğu halden daha sevimli bir hâle bürüyen gülüşü dudaklarına yayılırken yüzümü avuçlarının arasına aldı. Tenimi severken," Fırat," dedi.

"Hı?" dedim gülüşüyle kısılan güzel gözlerinin içinde kaybolurken.

"Fıraaat."

"Hı?"

"Fırat'ım."

Bir şey söyleyeceği yoktu. Sadece adımı söylemek istiyordu. Bu çocuksu hâli gülümsetti beni.

"Yavrum. "

Gülüşü küçük bir kıkırtıyla ses bulurken,"aşkııımmm," dedi.

"Bebeğim. "

"Kocaammm."

"Canımın içi."

"Sevgilim."

Deli ediyordu beni. Hem çok tatlıydı hem de farkında olmadığı kadınsı bir güzelliği vardı. Beni baştan çıkartan da o güzelliğiydi. Kendimi içeriye girip karımı koynuma almamak için zor tutuyordum.

" Fındığım. "

Yine sesli bir şekilde gülüp gözlerime bakarken," benim telefonum yok," dedi.

Bu söylediği şeyle bir anlığına duraksadım. Sonra o güzel gülüşüne eşlik edip dudaklarını öptüm. Yüzümü boynuna gömüp sımsıkı sarıldım karıma. Dün onu ararken mezarlıkta bulmuştum telefonunu, ancak karın içine düşmüş olduğundan kullanılacak hâlde değildi. Yenisini almayı zaten düşünüyordum ama aklımdan çıkmıştı.

"Ölürüm lan sana. Kurban olduğum. "

"Bana telefon alır mısın?"

Benden bir şeyler istemesi hoşuma gidiyordu. Aramızdaki mesafe kalkmış, beni tamamiyle kocası ve ailesi olarak kabul etmiş gibi hissediyordum. Tenini peş peşe sıkıca öpüp,"alırım lan tabii," dedim. "Telefon köpeğin olsun senin."

"Yaaa Fıraaat."

"Canımın yarısı!"

Güldü yine. Gülüşü bile benimdi.

"Aşkım."

Halihazırda ince olan sesini biraz daha inceltmişti. Bir şey isteyecekti yine.

"Aşkın yesin seni. Emret. "

Kendini geri çekip yüz yüze gelmemizi sağladı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ama yine de yüzünün ve gözlerinin kıyısında köşesinde saklanan hüznün kırıntılarını görebiliyordum.

"Baklava yapacağım," dedi. "Gelirken toz antep fıstığı al, tamam mı? Elif'e de bir şeyler almayı unutma, olur mu? "

"Yorma kendini," dedim.

"Yorulmam," dedi. "Yemek yapmayı seviyorum ben. Hem aklım dağılır. Seni özlerken oyalanırım. "

İçimi çektim. Benden böyle basit şeyler istemesi diğer istediklerine nazaran daha farklı hissettirmişti. Bu güzel kadın benim karım, ben onun kocasıydım ve bu ev bizim yuvamızdı. Bu akşam, ben her ne kadar bu durumdan rahatsız da olsam, evimize misafir gelecek, bir de yetmezmiş gibi yatıya kalacaktı ve karım bana, yemek yapmak için evdeki eksikleri söylüyordu. Böyle basit ve önemsiz bir şeyin bu kadar hoşuma gitmesi saçmaydı belki ama Hazan'la birlikte aldığım nefesi bile geri vermek istemiyordum ben.

"İki üç saate dönerim," dedim. "Ömer ağalar gelmeden önce belki biraz seni sevmeye vakit bulurum."

"Olmaz," dedi nazlı nazlı. "Elif var. Bahar da gelecek." İşaret parmağını yüzüme doğru salladı. "Bak sakın Elif'in yanında beni dudağımdan öpmeye kalkma, tamam mı?"

Parmağını tutup öperken,"kalkarsam nolur?" dedim.

"Bir şey olmaz. Benim gücüm yetmez ki sana," dedi içimi acıtacak kadar tatlı ve masum bir sesle. " Ama yine de yapma, olur mu?"

"Olur," dedim onu göğsüme çekip saçlarını öpüp severken.

"Dedenler ne sever?" diye sordu. "Ona göre yemek yapayım. "

"Yorma kendini Hazan. Yat uyu biraz. Ben gelince birlikte yaparız."

"Olmaz," dedi başını göğsümden kaldırıp gözlerime çatılan kaşlarıyla bakarken. "Baklava başlı başına çok zaman isteyen bir şey. Ayrıca daha kıymalı ve peynirli börek yapacağım. İçli köfte falan. Uzun sürer. Seni bekleyemem. Dedenler ne sever, onu söyle. "

Çok iddialıydı. Ne severlerse sevsinler yapabileceğini düşünüyordu. Bizim yörenin yemekleri zordu. Babannem büyük ihtimalle, yemeğe gelme, kısmını Ömer ağaya bilerek söyletmişti. Bizim aşirette gelinin el lezzeti önemliydi. Babaannem bu yüzden Hazan'ı test etmek istiyordu. Benim karımın eli çok lezzetliydi. Olmasa bile benim için bir önemi yoktu. Ama yine de Hazan'ın bazı huyları vardı hoşuma giden ve eve gelen misafiri en iyi şekilde ağırlamak için hiçbir zahmetten kaçınmayıp elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışması onlarda biriydi. Onun elinden yemek yemeyi de seviyordum. Karım mutfağa çok yakışıyordu. Ama en çok yatakta güzeldi.

Gözleri gözlerime beklentiyle bakarken,"mahluta çorbası," dedim.

"Ne çorbası?"

Yüz ifadesi beni güldürürken, "mahluta," diyerek tekrarladım. Zor bir şey değildi. Mercimek çorbasının pirinçli, soğanlı ve süzülmemiş haliydi.

Bu çorbayı bilmediği belliydi. Ama yine de," tamam, başka?" dedi.

"Üzlemeli pilav."

" Üzleme ne?"

" Bir şey değil. Pilavın içindeki kuru üzümden geliyor ama içinde kuşbaşı et, nohut, üzüm pekmezi gibi şeyler var."

Gözlerini büyütüp dudaklarını büzerken,"yaaa?" dedi. "Peki yanında ne yiyorsunuz? Sulu yemek ya da kebap olmaz ki bunun yanına. Bu zaten yemek gibi."

"Zerde."

"O ne?"

" Tatlı gibi bir şey. Pirinçle suyu kaynatıp içine kızamık şekeri atılıyor. Karanfil, safran, fıstık falan. "

"Fırat aklım karıştı benim."

Yanağını öptüm sıkıca.

"Sen bildiklerini yap. Ben gelince diğerlerini birlikte yaparız, tamam?"

"Tamam," dedi. "Ama baklava için o fıstığa ihtiyacım var. Unutma tamam mı? Telefonum yok. Arayamam seni. Bir de kuruyemiş al. " Gözleri heyecanla parladı. "Fıraaat."

"Gülüm."

"Kabuklu yer fıstığı alsana. Lütfen. "

"Alırız," dedim. Dünyayı önüne sererdim. Canımı istese verirdim. Böyle o güzel sesiyle, o öpülesi dudaklarıyla tatlı tatlı konuşarak bana her şeyi yaptırabilirdi.

"Teşekkür ederim. "

Çenesinin altını öpüp," başka bir şey istiyor musun?" diye sordum.

Birkaç saniye düşünüp," bilmem," dedi. " Sen o söylediklerin için ne lazımsa al. Ekmek almayı da unutma."

Boynunu koklarken," tamam yavrum," dedim. "Gitmem lazım artık. "

"Tamam."

Hazan'ı yavaşça yere indirip alnını öptüm. Arabaya doğru ilerleyip araca bindim. Bahçeden çıkana kadar Hazan kapıdan ayrılmamıştı. Peki sınıra giderken ben ondan nasıl ayrılacaktım?

**********

Karargah odasında timle birlikte toplanmıştık. Masanın başında albay, sağında savcı Tarık Güngör ve solunda da ben vardım. Masanın karşısındaki projektörde Suriye haritası açıktı. Kumanda savcının elindeyken albay konuşmaya başladı.

" Bir süredir tugay komutanıyla yaptığımız gizli toplantıların farkındasınızdır," dedi ve duraksadı. Tim adına, " farkındayız komutanım," diyerek cevap verdim.

Albay ciddi bir ifadeyle gözlerime bakıp oturduğu sandalyede masaya doğru eğilirken önündeki siyah dosyayı eline alıp bana uzattı. Dosyayı alıp açtığımda karşıma, ellili yaşlarında saçı sakalı birbirine girmiş mavi gözlü bir adamın fotoğrafı çıktı. Kaşlarım çatıldı. Bu adamı tanıyor değildim ama kime benzediğini biliyordum.

"Gazap," diyen savcının sesiyle projeksiyona döndüm. Elimdeki fotoğraf ekrana yansıtılmıştı. "TKÖ'nün Suriye'deki en büyük yapılanmasının başındaki kişi. Gerçek adı bilinmiyor ancak kod adı bu. TKÖ'nün Irak ayağındaki orta hâlli bir yapılanmanın başındaki Azer kod adıyla bilinen Fatih Aydın'ın kardeşi olduğuna dair bir istihbaratımız var. 52 yaşında. Babası Türk annesi Arap kökenli. Kardeşi olduğunu düşündüğümüz Fatih Aydın ise eski bir savcı," derken bana baktı. Gözlerindeki ifadenin ne olduğunu biliyordum. Fatih Aydın'ın benim için kim olduğunu biliyordu. Bu durumdan haz etmiyor olsam da şu an mesele işimdi. Eğer aksi olsaydı bakışlarındaki profosyonelliğim konusunda şüpheleri olduğunu gösteren ifadeyi ona yedirirdim. Fatih Aydın düşmanım olabilirdi ama ekrandaki bu şerefsiz sadece üstlerimden aldığım emir doğrultusunda yakalamam gereken bir fareden başka bir şey değildi. Kendi çıkarlarım için ne vatanımı ne de timimi gözden çıkaracak kadar hiçbir şey gözümü dönüremezdi.

Bakışları karşısında sessiz kalsam da sert bir ifadeyle yüzüne baktım. Bu savcıdan hoşlanmıyordum. Dün aramızda yaşanan ufak sürtünmeden sonra bu hoşnutsuzluğum daha bir katlanmıştı. Her şeyin en doğrusunu ben bilirim havalarında, kendisi dışında herkese şüpheyle bakan bu herif beni rahatsız ediyordu. 11 yıllık meslek hayatımda, Hazan dışında, tanıdığım hiçbir savcıdan hoşlanmadığımı göz önünde bulundurursak sorun muhakkak bendeydi.

Ekrana dönüp devam etti.

" Ona da bir gün geleceğiz ancak şimdi Gazap'tan bahsedelim. Suriye'nin doğusunda Irak sınırına yakın oldukça büyük bir örgüt kampının başında olduğu bilgisine sahibiz. Suriye'nin Irak ve Türkiye sınırına komşu olan Haseke ili sınırları içerisinde bulunan Cezire kantonu yakınlarında olduklarını düşünüyoruz. Suriye'nin bu bölgesi petrol ve doğal gaz yatakları sebebiyle birçok terör örgütü tarafından sömürülmeye ve işgal edilmeye çalışıldı. Bu sefer de bütün örgütler TKÖ adı altında birleşip bunu tekrar denemeye kalkışıyorlar. Gazap'ın başında olduğu bu örgüt kampında yetiştirilen militanların amacı bu. Farklı kaynaklardan aldığımız bir diğer bilgiye göre örgüt bu kampta oldukça kapsamlı ve donanımlı bir labaratuvar ortamı kurmuş. Sayıları yüze aşkın mülteci bu kampta esir tutuluyor ve labaratuvarda deney faresi gibi kullanılıyor."

Çaprazımda oturan Ahmet, "şerefsizler," derken yanımda oturan Kadir, "peki bunlar ne deneyi savcım?" diye sordu.

"Tabii ki de kimyasal deneyler. Hangi maddenin ne kadar öldürücü gücü var? Bunu araştırıyorlar."

Elindeki kumandaya basarak ekrandaki görüntüyü değiştirdi. Karanlık, hücre gibi bir ortamda kadınlı erkekli, aralarında yaşlıların ve çocuklarında bulunduğu ona yakın insan yerde iki büklüm olmuş yatıyordu. Ve ekranda her biri başka insanlara ait böyle onlarca fotoğraf belirdi. Bazı fotoğraflarda el kadar bebekler gözüme çarparken yumruklarımı sıktım. Artık, bir insan tüm bunları nasıl yapar, hiç mi vicdanları yok, gibi soruları aklıma getirmeyecek kadar çok şey görmüştüm. Sorsan hepsi dava adamıydı bu ibnelerin. Ama işin özü başkaydı. Tam olarak şu diyemezdiniz ama çoğu zaman mesele paraydı. Sorsan hepsi kraldı ama aslında hepsi başka bir kralın soytarısıydı. Sorsan hepsi cambaz ama canları üzerinde yürüdükleri ipe bağlıydı. Mesele güçtü. Babam olacak şerefsizin ki gibi var olma, kâleye alınma çabasıydı. Nereden bakarsan bak acınası bir durumun, kendi kendilerine girdikleri bir bataklığın içinde debelenip duruyorlardı. Onuru olmayanın davası olsa kaç yazardı?

"Ve örgütün en büyük para kaynaklarından biri olan uyuşturucu ticareti. Gazap bu işin de başında. Eğer aldığımız istihbarat doğruysa, ki öyle görünüyor, Gazap bu işi Fatih Aydın'ın oğlu olan Ensar El - Mahmudi'yle yani yeğeniyle birlikte yürütüyor. Ensar İran'daki uyuşturucunun üretildiği ana labaratuvarın başında. Gazap MetHeys denilen uyuşturucuyu yeğeninden alıp bu örgüt kampına getiriyor. Kamptan Irak'taki, örgüt için çalışan militanlarla ya da kaçırdıkları mültecilerle Türkiye'ye gönderiyor. Ve Türkiye'deki belirli kişiler bu uyuşturucuları alıp ülkenin dört bir yanına dağıtıyor. Kısaca özetleyecek olursak bu örgüt kampı ve Gazap hem ülkemiz, hem de sınır güvenliğimiz açısından bizim için bir tehdit unsuru. Bir kampta onlarca iş dönüyor. Kimyasal silahlar, uyuşturucu ticareti, petrol ve doğal gaz sömürüsü, kaçırılan ve deneylerde kullanılan mülteciler, yetiştirilen militanlar, kadın ticareti ve belki de dahası. "

Savcı sustuğunda ekrana Suriye haritası geri getirilirken albay konuşmaya başladı.

"Göreviniz bu kampı yok etmek, Gazap'ı sağ olarak ele geçirip mültecileri kurtarmak ve önemli delilleri toplayıp devletimize teslim etmek. Tugay komutanıyla birkaç gündür üzerinde çalıştığımız operasyon stratejisi şu," derken yerinden kalkıp masanın üzerindeki operasyonu yapacağımız bölgenin detaylı haritasında Haseke ilindeki Cezire kantonunu işaret parmağıyla gösterdi. Benimle birlikte tim de ayağa kalkarken albay, "Suriye sınırındaki yüksek ateş hattından dolayı bu bölgeye Turkiye üzerinden geçmeniz oldukça zor," dedi. "O yüzden önce Cizre'den Habur sınır kapısı üzerinden Irak'a oradan da Dohuk'tan Haseke bölgesine geçiş yapacaksınız. Bu yolcuk süresince de yol üzerindeki düşman unsurları yok edeceksiniz. Kampa sızmadan önce operasyon sırasında size ayak bağı olabilecek, Gazap ve köpeklerine desteğe gelme ihtimali olan bütün küçük yapılanmalarını yok etmeniz gerekecek. "

"Önce çevreyi temizleyeceğiz yani. "

"Aynen öyle İzmirli. "

"Önce piyonlar ardından şah ve mat."

"Çevre temizliğinde üstümüze yoktur komutanım, " dedi Kadir.

"Ne yalan söyleyeyim ben çöp görmeye dayanamıyorum komutanım," diyen Helin'le araya girip," tim!" dedim.

"Affedersiniz komutanım."

Albay devam etti.

" Büyük ve önemli bir yapılanma olduğundan çevresi oldukça korunaklı bir bölge. Ve yakınlarda İsrail rejimindeki bazı bölgeler var. Bu işi olabilecek en sessiz şekilde halletmeniz gerekecek. Bu yüzden de..."

"Gayri-nizami Harp stratejisini izleyeceğiz," diyerek tamamladım albayı.

"Aynen öyle yüzbaşım.
1. adım hazırlık aşaması
2. adım akabinde kurulan ilk temas
3. adım hedef noktaya sızma
4. adım organizasyon ve toplanma
5. adım ana amaç olan görev
6. adım görev tamamlandıktan sonra karargaha geri intikal."

Albay bir sorun olup olmadığını kontrol etmek istercesine gözlerini yüzlerimizde gezdirip sözlerine şunları ekledi;

"Hava şartları malum. Helikopter kullanımına izin vermeyecek kadar tipili ve sisli bir hava mevcut. Bu yüzden askeri araçla Habur sınır kapısına gidip yolun geri kalanını yürüyerek devam edeceksiniz. SİHA ve İHA'lardan sadece görev tamamlandıktan sonra kampı patlatırken destek alabileceksiniz. Sınırdaki savaş malum. MİT sizinle uydu telefonları üzerinden iletişime geçecek. Ortak bir operasyon ancak yakın temas olmayacak."

Albay haritanın üzerinden doğrulup ellerini arkasında bağlayarak, "Turan timi anlaşılamayan bir şey?!!" dediğinde hazır ola geçip esas duruş alırken hepimiz bu vatan için tek yürek olduğumuz gibi tek bir ağız olduk.

"Emrederdiniz komutanım!!"

"Bugün sizin olsun. Yarın operasyon hazırlıklarından sonra geriye kalan vakit de sizindir..."

"Bir de yüz tur var tabii," diyerek fısıldayan, savcının yanında ayakta duran, İzmirli'ye sert bir bakış attım. Meslekte yeniydi, yaşı gençti ve ben ona karşı elimden geldiğince anlayışlı olmaya çalışıyordum. Ancak yine de aldığı onca özel harekât eğitimden sonra disiplin konusunda bu kadar eksik olması beni kızdırıyordu. Eğer bordo bereli olacaksan önce canından, sonra da gerekirse bu vatan, bu bayrak için rahatından, uykundan, yediğin yemek ve içtiğin sudan, annenden, yarinden vazgeçmeyi öğrenecektin. Biz burada film çekmiyorduk. Burası gerçekliğin en karanlık noktasıydı.

"Çarşamba günü saat sabaha karşı 03.00'te yola çıkacaksınız. Dağılabilirsiniz."

"Emredersiniz komutanım!"

Tim odadan çıkarken savcı,"yüzbaşım siz kalın," dedi.

Ne söyleceği belliydi. Dün olanlar, Fatih Aydın, Gazap ve ablam hakkında sikik sikik konuşacaktı.

Tim çıkıp kapıyı çekerken albay yerine oturdu. Savcı," oturun yüzbaşım," dedi. Oturdum.

"Ne söyleyeceğimi az çok tahmin ediyorsunuzdur. "

"Etmiyorum," dedim. Kaşları çatılır gibi oldu. "Biliyorum," diyerek devam ettim. "Bana kalırsa kendinizi yormayın sayın savcım, ama yine de siz bilirsiniz."

"Merak etmeyin yorulmam. İyi bir askersiniz ve ben hem rütbe, hem de tecrübe açısından sizden üstün olduğumdan sadece birkaç öneri ve uyarıda bulunmak istiyorum. "

Oturduğu yerde arkasına yaslanırken, "keşke Hazan hanım da burada olsaydı," dedi. "Ama bakın yok. Nedenini hepimiz biliyoruz. Kurallara karşı gelir, düzeni bozmaya çalışırken kendi çıkarlarınız doğrultusunda ilerlemeyi kendinize ilke edinirseniz saf dışı kalır, mesleğinizden ve mevkinizden olursunuz. Aynı şey size de olsun istemiyorsanız bu operasyon süresince kendinize hakim olmanızı öneririm. "

Hazan'ın adını ağzına alması halihazırda gergin olan sinirlerimi iyice gererken yumruklarımı sıkıp dilimi damağımda gezdirdim.

"Fırat en iyi askerlerimden biridir sayın savcım. Şimdiye kadar hiçbir operasyonda ima ettiğiniz bu şeye benzer bir şey yaşanmadı. "

Savcı, albaya dönüp," daha önce hiçbir operasyonda ablasının davasına bakan terör zanlısı bir savcının kardeşini yakalamaya gitmemiş olduğundan kaynaklı olsa gerek," dedi. "Her şeyin bir ilki vardır. Zira dün söz konusu sevdikleri olduğunda sınırları nasıl zorladığını gördünüz albayım. "

Albay gergin ve sıkıntılı bir yüz ifadesiyle bana baktı. Dün Hazan'ı kurtarmak için sınır ötesi operasyonu yapmam ve bunun için de yetkili kişiler tarafından imzalı bir izin belgesi almam lazımdı. Albay durumu hemen kabul ederken bu rütbesini siktiğimin savcısı işi sürekli yokuşa sürmüş, VASÖ'yle konuşması gerektiğini söyleyip durmuştu. O an zaten canım burnumdaydı ve savcıya karşı biraz fazla tepki göstermiştim. İşin sonunda izin belgesini tugay komutanlığından almıştım. Savcı da en sonunda onaylamıştı ancak Hazan'ı VASÖ'ye gammazladığı belliydi. Bu nokta da kime kızacağımı, neye öfke duyacağımı bilmiyordum. Ama gerçek şu ki Hazan da hatalıydı. Bu örgütte yıllarını geçirmiş biri olarak, benim bile şu birkaç günde anladığım, VASÖ'nün her an, her şeyden haberdar olabilecek kadar eli kolu uzun bir örgüt olduğunu bilmesi ve onlardan gizli iş çevirme sevdasından vazgeçmesi gerekiyordu. O kadar inatçıydı ki...

"Aynı şey değil," dedim. Albaydaki gözleri bana döndü. "Benim ablam yıllar önce öldü ama Hazan dün...ölebilirdi. Ablamın intikamı bekleyebilir ama Hazan bekleyemezdi. Bir savcı olarak meslektaşınızın canı hakkında benimle aynı hassasiyeti göstermiş olsaydınız sayın savcım dün yaşananlar yaşanmamış olacaktı. Bu durum kıyaslama kabul edebilecek bir durum değil."

"Elbette değil. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ben empati yoksunu biri değilimdir. Dün Hazan hanım için tabii ki ben de endişelendim ama günün sonunda kendisi bir savcı, kıdemli bir VASÖ ajanıydı. Her şeyden önce mevcut durumun içine kendini düşürmemiş olması, düşürdüyse de başının çaresine kendisi bakabilmiş olmalıydı. Açıkçası Hazan hanımı yıllardır tanırım ve başarılı bir savcı olması, üst düzey bir sorumsuzluk, burnunun dikine gitmek, kuralları çiğnemek, üstlerine karşı itaatsizlik etmek konusunda oldukça cinayi bir eğilime sahip olmak gibi özellikler taşıdığından fazlasıyla mucizevi bir durumdur. Kısaca demek istediğim eşiniz olduğu için onu koruyup kollamak istediğinizin farkındayım ancak Hazan hanımın bunu hak edip ettmediği konusunda emin değilim. Özel hayatınıza elbette karışamam, burada demek istediğim mesleki konularda onun tarafını tutmaktan kaçınmanız. VASÖ'yle başı yine derde girecek gibi görünüyor ve eğer ona destek olursanız sizin de başınız derde girer."

Sol bacağım istemsizce titrerken sakin kalmaya çalışıyordum. Bu VASÖ ve ajanlarının Hazan'a karşı olan nefretleri neyin nesiydi böyle?

"Size bana nerede duracağımı söyleme hakkını kim veriyor?"

"Yüzbaşım!"

"Bir dakika komutanım."

Yeniden savcıya döndüm.

"Eğer savcılık rütbenizse benim için yeterli değil. Yok VASÖ ajanı olmama dayanıyorum, diyorsanız o da...umrumda değil. Nerede duracağımı ben bilirim. Bir kuyruk acınız varsa Hazan'la ilgili bunu kendi kendinize halledin. Ve rica ediyorum, ki pek adetim değildir, Hazan hakkında bir daha böyle ileri geri konuşmayın. "

"Konuşursam..."

"Konuşursanız "zira söz konusu sevdiklerim" olduğunda o zorladığım sınırları nasıl yıkıp geçtiğimi görürsünüz. Ve hayır, bu bir tehdit değil. Sizin yüksek rütbeniz ve tecrübelerinizin karşısında nacizane bir uyarı. "

Gayet sakin ve tane tane konuşuyordum. Anlamaması için hiçbir sebep yoktu. Hazan benim sınırımdı, karşımda kim olursa olsun.

Sinirlendi. Ama belli etmemek için güldü. Öne doğru eğilip ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi.

"Hazan hanıma mı güveniyorsunuz?"

Biraz daha konuşursa ağzını burnunu kırıp eline verecektim.

"Karşı karşıya geldiğim ilk savcı değilsiniz. Ve Hazan hayatımda sadece iki aydır var. "

Başını salladı.

"Doğru. Askerî sicilinizi incelemiştim. Sanırım yersiz bir soru oldu."

"Bu konuşma baştan sona yersiz. Ben 11 yıldır bu mesleğin içindeyim. Hem mesleki olarak, hem de özel hayat açısından kontrolümü kaybedebileceğim çok nokta oldu. Ama, binbaşı olayı dışında, hiçbir zaman kaybetmedim. Ve o binbaşı olayı bana eğer bir kere daha kontrolümü kaybedersem neleri kaybedebileceğimi gösterdi. Kaldı ki benim o Gazap denilen itle bir hesabım yok. Derdim Fatih Aydın' la. Ama ben bir asker olarak her şeyden önce vatanım, bayrağım ve timim için yaşarım. Geriye kalan her şey teferruattır."

Kaşlarını havalandırıp,"o zaman bize dün orada neler yaşandığını anlatın?" dedi. "Hazan hanımın dün orada ne işi vardı? Duyduğuma göre kardeşi Ali'yle birlikteymiş. Bu bir buluşma mıydı?"

    Ulan! 

Sertçe soluyup dişlerimi sıktım.

"Değildi," dedim öfkem sesime yansırken. "Oraya vardığımızda..."

"Hazan hanım mağarada, cesetlerin arasında tek başına ve güvendeydi," dedi sözümü keserek.

"Darp edilmişti," dedim. Hazan'ın başına gelenlerin kurmaca olduğunu ima ediyordu.

"Fazlasıyla naif davranmışlar," dedi. "Ve siz gelmeden önce Hazan hanım o iki teröristi vurup kardeşinin kaçmasına izin vermişti. "

"Ali'nin orada olduğunu ve kaçtığını söyledi bana. Ben timime yakalama emri vermedim. Yakalasak yakalardık."

"Neden? Eşinize yardım ve yataklık etmek vatanınıza hizmet etmekten daha mı önemliydi?"

"Hayır. Oraya bunun için gitmemiştik. Ne yakalama emrimiz ne de buna yetkimiz vardı. Mühimmatımız azdı. Çatışma seslerini duyan diğer it sürülerinin başımıza toplanması an meselesiydi. Sisten ve tipinden dolayı görüş alnımız neredeyse sıfırdı. Ali'nin bize cesedi değil, canlı hâli lâzımdı. "

"Bunların gerekçe mi yoksa bahane mi olduğu konusunda şüphelerim var yüzbaşım. Yine de daha fazla soru sormayacağım. Bu konuyu bölge üstünüz Cihan Güney'le konuşmanız daha uygun olacaktır. Sadece savcınız olarak küçük bir sorgulama yapmak zorundaydım. "Anlayışınız" için teşekkür ederim. "

Vücudum öfkeden kasılıp dururken saç diplerime kadar sinirden uyuşuyordum. Ah, Hazan, ah! Başını yine belaya sokmuştu. Dün o siktiğimin mağarasında gözlerime ona inanmam için yalvarırcasına bakarken tek bir an bile olsun şüphe etmemiştim ondan. Yine etmiyordum. Yıllar sonra kardeşi olacak o şerefsizle ilk karşılaşmalarında gereken tepkiyi verememesi, şu an ki psikolojisini düşünürsek, olağan bir şeydi. Ama Hazan'a VASÖ benim baktığım gibi bakmazdı. Orada olanların tek şahidi Hazan'dı. İnfaza varacak kadar katı cezaları olan bir örgüt ve Hazan'ın sürekli dikine dikine gittiği o küçük burnu bakalım bizi nerelere götürecekti.

Yarından sonra operasyona gidiyordum ve babaannesi hastanedeyken, daha bu sabah Hazan'a depresyon teşhisi konulmuşken bir de bu olay patlamıştı. Ne yaptığımı biliyorum, diyerek telefonu yüzüme kapatan karımın bildiği tek şey başını nasıl belaya sokacağıydı. Gitmeden bu konuyu onunla bir kez daha konuşacaktım. İnşallah bu sefer anlardı beni.

Savcı odadan çıkıp giderken albayla baş başa kalmıştık. Bir süre aramızda sessizlik oldu. Gözlerim masadaki Suriye haritasının üzerinde gezinirken albayın elini omzumda hissettim.

"Kusura bakmayın komutanım."

Derince içini çektiğinde ona döndüm. Bana babacan bir tavırla bakarken, "bazen böyle olur evlat," dedi. "At izi it izne karışır, kim aslan, kim çakal bilemezsin. "

"Komutanım Hazan..."

"Biliyorum evlât. O kurt, ben sana it kim diyorum? Askeriyedeki şu diğer vatan hainini bulalım. Oğuz geri dönsün, savcımızı da geri alalım. Ama sen önce bir sakin ol. "

Başımı salladım. Albay elini omzumdan çekip," Oğuz'u en son ne zaman görmeye gittin?" diye sordu.

"İki haftaya yakın oldu komutanım. Yarın operasyona gitmeden uğrayacağım yanına."

"İki gün önce mahkeme kesin karara vardı, biliyorsun. Müebbet yedi. "

"Biliyorum komutanım. "

"Hazan savcım ne durumda peki?"

"Oğuz'u mahkemede savunmak için yaptıklarını az çok biliyorsunuz. VASÖ'yle arası kötü. Mesleğinden uzaklaştırıldı. Oğuz için bir şey yapabilecek durumda değil. "

Sıkıntılı bir nefesi alıp verdi.

"Olan hep suçsuzlara olur,"dedi. "Yanlış dönen çarkı durdurmak istersen ezilirsin. Susmazsan sustururlar. İster VASÖ olsun ya da başka bir şey. Vatan senin benim gibilerin umrunda evlat. Büyüklerin derdi güç savaşı."

" Öyle komutanım. Hazan'a da bunu yapmaya çalışıyorlar. Adım kadar eminim o dağda o...savcının ima ettiği gibi bir şey olmadı. "

Ağrıma gidiyordu. Hazan'ın ne beni, ne de kendini umursamadan kendini düşürdüğü bu durum ağrıma gidiyordu.

"Ben de en az senin kadar eminim evlât. Ama bizim emin olmamız bir işe yaramaz. İşler iyice sarpa sarıp duruyor. Bu mesele sen bir savcıyla ilişki yürütmeye devam ettikçe senin başını da ağrıtacak. Bu ya da buna benzer şeyler sürekli duyacaksın. İşle aşk hep birbirine karışır. Gönlünde kimin olacağı senin bileceğin iş ama Hazan hanımı koruyacağım derken kendi başını belaya sokma. Bu vatanın senin gibi askerlere ihtiyacı var. "

Yapamazdım. Öyle herifin biri karşıma geçip karım hakkında ileri geri sikik sikik konuşurken sessiz kalamazdım. Bu benim açımdan Hazan'a ihanet etmek, onu yalnız bırakmak demekti. Ben Hazan'ın elini tutarken tüm bunları göze alarak tutmuştum. Halit albay da dahil askeriyede Hazan'la birlikte olduğumu bilen birçok kişinin bana karşı bakışının değişeceğini, yaptığım her yanlışın Hazan'ın sahip olduğu mevkiden cesaret almakla ilişkilendirileceğini biliyordum. Tüm bunlar zaman zaman ağrıma giden, bana ters olan şeylerdi. Ama ben Hazan'ı burada görüp sevmemiştim. Ben Hazan'a yandığımda o daha onsekiz yaşında küçücük kızdı. Evvelim oydu, ahirimde o olacaktı.

"Denerim komutanım," dedim. Oturup uzun uzun Hazan'a olan sevgimi anlatamazdım.

" Tamam evlat. Çıkabilirsin."

Oturduğum yerden kalkıp kısa bir baş selamı verip karargah odasından çıktım. Binanın açık olan kapısından içeriye giren rüzgar yüzüme vururken çıkışa doğru yürüdüm. Bir an önce eve gidip karımın ince beline sarılmak, boynuna gömülüp yumuşak teninden kokusunu solumak için yanıp tutuşuyordum.

Kapıdan çıkıp üzerimdeki üniformayı çıkarmak için binanın arkasındaki lojmana doğru ilerledim. Az ileride tankların ve askerî araçların bulunduğu garajı temizleyen askerler yerdeki karları kürüyordu. Kar yağışı ben evden ayrıldıktan bir süre sonra durmuştu.

Lojmana girip üçüncü kata çıktım. Önceden kaldığım odaya geçip kapıyı kapattım. Tek kişilik yatağın ayak ucundaki ahşap dolabın karşısına geçip üzerimdeki gömleğin düğmelerini açıp çıkardım. Gömleği yatağın üzerine atarken hâl ve tavırlarımdaki acelecilik Hazan'a duyduğum özlemin kanıtıydı. Gözlerini, gülüşünü, saçlarını, kokusunu, o tarif edilemez güzelliğini, sıcaklığını, alıp verdiği nefesin sesini bile it gibi özlüyordum. Her an, her saniye kollarımda, koynumda olsun istiyordum. Yoksa eksiktim. Lan onca yıl onsuz nasıl yaşamıştım, anlamak bir yana dursun, hayal bile edemiyordum anasını satayım.

Tişörtü çıkardıktan sonra elim pantolonun kemerine giderken kapı çaldı. Arkamda kalan kapıya dönüp, "gir!" dedim. Açılan kapıdan içeriye giren Dilek'le kaşlarım derince çatılırken, "girebilir miyim?" dedi. Üzerimde gezinen gözlerinden rahatsız olurken gerilmiştim. Olan bir şey yoktu ama Hazan'ın gözleri gözlerimin önünden gitmezken yatağın üzerine attığım tişörtü alıp başımdan geçirdim.

" Bir şey mi oldu?" diye sordum. İçeri gelmesini söylememiştim çünkü bunu istemiyordum. Ancak içeriye girip kapıyı kapattı. Göt kadar odanın içinde gidilebilecek fazla da bir alan yokken bana doğru birkaç adım atıp," ben..." dedi. Sanki ne diyeceğini kendisi de bilmiyordu. Yüzümde oylanıp duran gözleri canımı sıkarken huzursuzdum.

"Sen ne?" dedim sert bir sesle.

Bir adım daha üzerime gelip gözlerime uzun uzun bakarken Hazan'ı aldatıyormuşum gibi sikik bir hisle gözlerimi kaçırdım.

"Ben sizinle konuşmak istiyordum," dedi. Yüzüne kısa bir bakış atıp,"hangi konuda?" diye sordum.

"Konu biziz."

Kasıldım. Sinirle gerilen yüzümle ona sertçe bakarken bu durumun benim hatam olduğunu biliyordum. Bana karşı saçma sapan hisler beslediğini fark ettiğim ilk anda onu timden göndermeliydim ancak Oğuz için yapmamıştım.

" Konuşulacak bir şey yok teğmen. Dışarı çık. "

"Hayır, var. Artık bununla yaşamak istemiyorum. En azından bilin. "

"Ne söyleyeceğini biliyorum. Ama ne sen ne de saçma sapan duyguların beni ilgilendirmiyor. Dışarı çık. "

Sesim git gide sertleştirken yüzüne doğru düzgün bakmıyor onunla göz teması kurmaktan kaçınıyordum.

"Duygularıma saçma sapan diyemezsiniz. Siz de Hazan'a aşıksınız."

"Evet, öyleyim! Evli bir adamım ben! Senin komutanınım asker! Saçma sapan olan da bu! Şu an evli ve karısına aşık bir adamla konuşuyor olman!"

Gözlerinin dolduğunu gördüm. Karşımda Hazan olsa paramparça olurdum ama bu görüntü ne beynime ne de içime ufacık bir etkide dahi bulunmuyordu.

O an ne olduğunu anlamadan hızla üzerime gelip omuzlarıma tutunarak dudaklarıma uzandığında başımı geri çekip onu ittim. Sendeleyerek beş altı adım geriledi. Yere düşmemek için kapıya tutundu. Ardından gözleri içi cayır cayır yanan gözlerimi bulurken kendini toparlayıp, "ko -komutanım," diyerek yeniden bana doğru geldiğinde elimi havaya kaldırdım. Öfkeden gözüm dönerken önce bana, sonra da kaldırdığım elime şaşkınlıkla baktı. Dişlerimi sıkıp dilimin ucunu ısırırken elimi yumruk yapıp arkamdaki dolaba sertçe vurdum. Çıkan sesle irkildi.

"Ko- komutanım be-ben..." derken sinirden titreyen vücuduma eşlik eden sesimle, "sen!" diyerek sözünü kestim. "Sen artık benim timimde değilsin! Operasyondan döner dönmez başka bir time geçeceksin!! Bu yaptığın aptallığı rapor etmeyeceğim! Ama bu, bu timle çıkacağın son operasyon teğmen!! Şimdi çık dışarı!!!"

"Özür dile...."

"ÇIK DIŞARI!!!!!"

Arkasını dönüp ağlayarak odadan çıktığında ellerimle yüzümü sertçe sıvazlayıp odanın içinde aşağı yukarı volta atmaya başladım. Aklımda sadece Hazan vardı. Bütün bedenimi saran öfke ateşi içimi kasıp kavururken karıma bu durumu nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Kendime kızgındım. En başından odaya girmesine izin vermeneliydim. Bana bu kadar yaklaşmasına müsade etmemeliydim.

Yanından geçtiğim yatağa sert bir tekme attım. Yatak parkenin üzerinde kayıp odanın diğer ucuna giderken ellerimi saçlarıma geçirip çekiştirdim. Hazan'a ihanet etmişim gibi hissediyordum. Onun dışında başka bir kadınla iki saniyeden fazla göz göze gelmekten dahi kaçınırken bana dokunmuş ve az kalsın...

"Komutanım."

Ne zaman açıldığını fark etmediğim kapıya döndüğümde Kadir'i gördüm. Odanın diğer köşesindeki yatağa bakıp,"iyi misiniz?" diye sordu.

Değildim amınakoyayım! Az kalsın bana hayatımda ilk defa bir kadına vurdurtacaktı. Sinirden beynim uyuşuyordu.

" İyiyim. "

"Emin misiniz komutanım?"

Başımı sallayıp, "eminim," dedim.

Pek inanmış gibi görünmese de üstlemeyip," komutanım yarın akşam ki ocak başına geleceksiniz, değil mi?" dedi.

Hazan'dan ayrılabilirsem gelirdim.

"Bakarız. "

"Komutanım beş yıldır aynı timdeyiz. Biz hiç sizsiz ocak başı yapmadık. Siz olmazsanız tadı çıkmaz. Nolur gelin."

Timi çok boşalmıştım. Dün benim için Haydar'ın timiyle tartışıp albaydan ve tugay komutanından uyarı almışlardı. Her zaman yaptığımız bir şeyi böyle birdenbire sekteye uğratmak doğru olmazdı. Yarım saat de olsa uğrar eve dönerdim.

"Geliriz, " dedim.

"Tamam komutanım," diyip baş selamı verip odadan çıktı.

Sertçe soluyup ensemi ovuştururken sakin olmaya çalıştım. Bir şey olduğu yoktu. Hazan anlardı beni. Bir an önce eve gidip karımın dudaklarına kapanmalıydım.

**********
Arka koltuktaki poşetleri alıp kapıya doğru ilerledim. İki basamaklı merdiveni çıkarken kapı açıldı. Bahar'ı gördüm. Hazan'ın babaannesinin ameliyatı bitmiş olmalıydı.

"Hoşgeldin abi," diyen Bahar elimdeki poşetlere uzandı. Poşetleri ona verirken,"Hazan nerede?" dedim. İmalı imalı gülüp, "aman da aman karısından ayrı da duramazmış," dedi. Duramıyordum, orası ayrı bir meseleydi ama şu an mevzu başkaydı. Eve gelene kadar içim içimi yemişti. Beni boğan, kafayı yiyecek raddeye getiren bu sıkıntıdan ve huzursuzluktan kurtulmam için Hazan'ı görmem, gözlerine bakmam, kokusunu duymam, ona sarılmam lazımdı. Beni anlamasına ihtiyacım vardı.

Bahar'a tekrar,"Hazan nerede Bahar?" dediğimde bir sorun olduğunu anlamış gibi yüzündeki gülümsemeyi yok edip,"börek açıyor mutfakta. Çağırayım mı?" dedi. Araçta Hazan'a aldığım telefonun, sabah aldığımız ilaçların, 150 gram altının ve evle restorantın Hazan'ın üzerine geçmesi için tapu dairesine verilecek olan birkaç evrakın bulunduğu dosya ve poşetler vardı. Onları almak için araca dönerken,"çağır," dedim.

"Tamam."

Yan koltuğa bıraktığım poşetleri ve dosyayı alıp arabanın kapılarını kilitleyerek eve döndüm. Kapıda, üzerinde kısacık, beyaz, çiçekli bir elbise olan karımı görünce içim titredi. Yanakları muhtemelen mutfakta sıcaktan kızarmıştı. Kulaklarında kırmızı kirazlı küpeleri vardı. Bembeyaz, pürüzsüz bacakları, boynu, gerdanı, incecik beli ve kolları, omuzlarından önüne dökülen uzun dalgalı saçlarıyla hayatımda gördüğüm en güzel şey, isteyip arzuladığım tek kadındı.

Yutkundum. Lojmanda olanlar yüzünden kendimden tiksinirken o kırmızıya çalan gül kurusu dudaklarda günah çıkartmak, temizlenmek istiyordum.

"Fırat."

Ayaklarımın bulunduğum yere çivilenip kaldığını o yumuşacık tatlı sesini duyunca fark etmiştim. Yavaşça içimi çekip ona doğru ilerledim. Birkaç büyük adımda yanına vardığımda, "hoşgeldin," derken cennetten evime düşmüş bir melek gibi gülümsedi. Gülüşüyle kısılan gözlerinden başka hiçbir yere bakamıyorken içeriye girdim. Kapıyı kapatırken onu izliyordum. Elbisesinin eteği çok kısaydı. İncecik beline dağılıp kalçalarına kadar uzanan saçları aklımı bulandırırken süt beyazı güzel bacakları ona dokunma isteğimi artırıyordu. Elbisesinin yakasından bir kısmı görünen göğüsleri beni tahrik ederken beyaz, kısa bir çorap giydiği küçücük ayakları bile onu istemem için bir sebepti.

"Fırat noldu?" diyen sesiyle gözlerine baktım. Burada sarsılırsam duramazdım. Boynuna gömülür, dudaklarına kapanır, bacaklarını okşayıp o kısacık eteğin altındaki kadınlığını avucuma alır kendimi kaybederdim. Güzelliği karşısında kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp elini tuttum.

"Gel," dedim.

"Aşkım işim var ama. Önemli bir şey değilse..."

Gözlerinin içine bakıp," önemli," dedim. Sesim baskın ve sertti. Gergindim ve Hazan bunu fark etmişti. Dudaklarını birbirine bastırıp, "peki," dedi. Tuttuğum elinden onu merdivenlere yönlendirirken önüme aldım. Arkasına dönüp, "Bahar ocaktaki kıyamaya bakar mısın?" diyerek mutfağa doğru seslendi.

"Bakıyorum."

Merdivenleri çıkarken gözlerimi bacaklarından, kalçalarından, elbisesinin tam oturduğu incecik belinden ve saçlarından alamıyordum. Çok güzeldi anasını satayım! Deli ediyordu beni. Nasıl doyacaktım ben bu kadına?

Yatak odamızın kapısına vardığımızda Hazan'ı içeriye soktum. Elimi bırakıp odanın ortasına doğru ilerlerken kapıyı kapatıp elimdekileri masanın üzerine koydum. Hazan bana dönüp masanın önünde dururken, "noldu?" diye sordu. Cümlesine devam etmek için o öpülesi dolgun dudaklarını aralarken minicik, bütün vücudu gibi, yumuşacık ve narin olan elini tutup, canını yakmamaya çalışarak, sert bir bir şekilde kendime çektim yavrumu. Küçük bedeni bana çarpıp durdu. Kollarımı beline dolayıp dudaklarına kapanırken bulunduğum yerde geriye doğru dönüp karımı kapıya yasladım.

Şaşkınlıkla sevimli bir ifadeyle büyüyen gözleri gözlerimdeyken teslim olur gibi havaya kaldırdığı ellerini kollarıma koydu. Gözleri yavaşça kapandığında ısırıp emerek büyük bir özlemle öptüm dudaklarını. Karşılık verdi. İçimdeki ateşi söndürmeye çalışarak, dudağının kenarındaki yarayı acıtmadan ancak engel olamadığım bir arzuyla öptüm onu. Karşılık vermeye çalışsa da benimle baş edemeyip duruldu. Kollarını boynuma sarıp bana sokulurken dilimi ağzının içine ittim. Bel oyuğuna yerleşip elbisesinin üzerinden kıvrımlı vücudunu okşayan ellerim kalçalarına gitti. Eteğini kaldırıp külodunun üzerinden dolgun ve sıkı kalçalarını sıkıp yoğurdum. Kasılıp inledi.

Benim sevdiğim, istediğim tek kadın Hazan'dı. Ondan başkası olmaz, olamazdı. Eğer kendimi tam vaktinde geri çekememiş olsaydım eve gelmez, o lojman odasında sıkardım kafama.

Kollarını boynumdan çözüp yüzümü ellerinin arasına aldığında yutkundum. Derin bir nefes alıp kokusunu solurken ellerimi kalçalarından yukarıya çıkarıp külodunun lastiklerinde parmaklarımı gezdirdim. Tenini okşayıp dilimi ağzının içinden çıkarıp dudaklarını yalayıp öptüğümde başını sağına çevirip dudaklarımızı ayırdı.

"Dur," dedi göğüsleri alıp verdiği nefeslerle hızla yükselip alçalırken. Yanağını öptüm. Küçücük boyu sebebiyle üzerine doğru fazlaca eğilmem gerekiyorken, ellerimi elbisesinin altından çıkarmadan, belini tutup kucağıma aldım. Yüzümdeki ellerini çekip kollarını boynuma sardı. Çenesini öperken yatağımıza götürüp altıma aldım karımı. Üzerinde doğrulup deri ceketimi çıkartırken Hazan altımdan kalkıp yatağa oturdu. Bacakları bacaklarımın arasındaydı.

Ceketi yatağın üzerinde bir yere atıp karımı belinden tutarak kendime çektim. Yüzü göğsümü buldu. Sımsıkı sarıldım ona. Saçlarını kokusunu içime çeke çeke öpücüklere boğdum. Kollarını belime sarıp ellerini birbirine kavuşturmayı deneyip başaramazken, "Fırat noldu?" diye sordu.

Sıkıntıyla içimi çektim. Hazan'ı kucağıma alıp yatağa oturdum. Sırtımı yatak başlığına dayayıp yüzümü boynuna gömdüm. Teninde nefeslenirken gözlerimi kapattım. Şakaklarımda atan damarlar zonkluyor, başım ağrıyordu. Saçlarımı öpüp sırtımı sıvazladı. Kollarıyla beni sarıp sarmalamaya çalışsa da ona ve kollarına göre fazla büyük ve kalıplı bir adamdım.

"Sevgilim noldu?"

Bu halimin sebebini merak ediyordu. Canı sıkılmıştı. Ne halde olduğumu bilmiyordum ama kendimi berbat hissediyordum. Huzursuzdum. Bana o kadar yaklaşmasına müsade ettiğim için suçluydum. Hazan bu kadar güzelken ona daha fazla dokunmak istiyor ancak yapamıyordum. Çıldıracak gibi hissediyordum.

Daha sıkı sarıldım ona. Boynuna peş peşe öpücükler kondurup, "çok seviyorum seni," dedim. Bir şey söylemem gerekiyordu. Olanları birden anlatacak cesaretim olmadığı için ona benden en çok duyduğu şeyi söylüyordum. Birazdan anlatacaklarımı duymadan önce bunu ona hatırlatmam gerekiyordu.

"Ben de seni çok seviyorum," dedi.

Ben bir başka seviyordum ama. Belki de benim dışımda bir adamın başına gelmiş olsa asla umursayıp, mesele yapmayacağı bir şeyi, sırf Hazan'a duyduğum bu sevgi yüzünden abartıyor da olabilirdim. Her ne olursa olsun bu benim kaldırabileceğim, karımdan saklayıp görmezden gelebileceğim bir durum değildi.

Belindeki ellerimden birini saçlarına çıkarıp severken,"yavrum," dedim.

"Kocam."

Allah belamı versindi benim! Evliydim lan ben! Köpek gibi aşıktım karıma. Nasıl izin vermiştim beni öyle yarı çıplak görüp, bana o kadar yaklaşıp dokunmasına?!

Yutkundum.

"Karım," dedim sesim titrerken.

"Fırat'ım söyle ne söyleyeceksen. Hamur kaldı masada öyle. Kötü olur. Aşağı inmem lazım. "

Başımı geri çekip yanağını öptükten sonra yüz yüze geldim Hazan'la. Gözleri bana öyle güzel bakıyordu ki kendimden daha fazla nefret ettim. Dudaklarında küçük bir tebessüm vardı. Elleri yüzümü bulup tenimi ve saçlarımı severken derin bir nefes alıp," Hazan," dedim.

"Hı?" dedi. Gözlerinin içi parlıyor, tatlı tatlı gülümsüyordu bana. Niye her şey tam yoluna gireceği zaman bozuluyordu amınakoyayım? Bu gülüşü nasıl söndürür, bu güzelliğe nasıl kıyardım lan?

"Yavrum...ben...sana söylemem gereken bir şey var ama..."

Duraksadım. İlk defa böyle kekeleyip bocalıyordum. Gülüşü silindi. Gözlerindeki ışık söndü. Kaşları hafifçe çatılıp bakışları sorgulayıcı bir hâl aldığında vereceği tepkiden köpek gibi korkuyordum anasını satayım!

"Fırat noldu? Kötü bir şey mi? Oğuz'la ilgili mi? Askeriyede mi bir şey oldu? Korkutma beni."

Hazan'ı göğsüme çekip alnını öperken, "hayır, hayır bebeğim korkma. Oğuz'la ilgili bir durum yok," dedim. Bu siktiğimin olayını o güzel gözlerine bakarak anlatamayacaktım. Böyle iyiydi. Ne kadar olursa işte.

"Noldu peki?"

Gözlerimi kapatıp açtım. Söylememek gibi bir seçeneğim yoktu. Bir şekilde söylemek zorundaydım. En fazla bağırıp çağırırdı, o da yeterdi zaten beni dağıtmaya. Ağlarsa yerle bir olurdum. Babannesinin ameliyatı iyi geçmiş olmalı ki biraz neşesi yerindeydi. Eğer benim yüzümden yüzü asılır, kalbi kırılırsa kendimi affedemezdim. Mutlu olsun istiyordum lan. Bana hep az önce ki gibi içi ışıl ışıl parlayan o güzel gözleriyle baksın istiyordum. Her şey bu kadar sikik bir hâl almak zorunda mıydı?

"Fıraaat."

"Canımın içi."

"Anlat hadi."

"Tamam," dedim. " Kesmeden dinle beni. Ama her şeyden önce seni nasıl sevdiğimi bilerek dinle."

Başını göğsümden kaldırmaya çalıştı ama kollarımı sıkılaştırıp izin vermedim. Çenemi başına yaslayıp,"operasyon planını yaptıktan sonra karargah odasından çıkıp üstümü değiştirmek için lojmana gittim," dedim. " Üzerimi çıkarırken eskiden, sen hayatımda yokken, kaldığım odanın kapısı çaldı. Kimin geldiğini bilmiyordum. Kadir'dir diye düşündüm..."

Birkaç saniyeliğine sessizleştim. Kelimeler boğazımı yakıyor, ağzımda acı bir tat bırakıyordu. O anı hatırladıkça midem ağzıma geliyor, kendime karşı büyük bir öfke ve tiksinti duyuyordum.

Hazan, "kimmiş?" diye sorduğunda sesindeki soğuk esinti nefesimi kesti. O kadının adını ağzıma almak istemiyordum.

"O yüzbaşı kadın mı?" dedi. Sesi beni bin parçaya bölüyordu. "Arzu muydu adı?"

"Hayır, o değildi. "

Yutkundu. Kollarımdaki küçük bedeni kasılıp gerilirken,"Dilek mi?" dedi.

Sessiz kaldım. Bir iki saniye o da sustu. Ve sonra,"anlat, noldu?" dedi. Sesindeki tını canımı yakıyordu.

"Odaya girdi. Konuşmak istediğini söyledi..."

"Çıplak mıydın?"

"Hayır, değildim yavrum. Altımda pantolonum vardı..."

"Peki üstün?"

"Kapıda onu görür görmez tişörtümü giydim."

"Ama seni öyle gördü?"

"Hazan..."

Belimdeki kollarını çözüp ellerini karnıma koyup beni kendinden itmeye çalışırken, "bırak," dedi. Kollarımı sıkılaştırıp bir milim dahi olsa uzaklaşmasına izin vermedim.

"Yavrum..."

Çırpınıp dururken yükselen sesiyle, " ya bırak," dedi.

Saçlarını öpüp, "bağırma Hazan," dedim. "Dinle beni bir. "

"Neyini dinleyeyim? Nasıl seni öyle görmesine izin verirsin? Sen benim kocamsın!"

"Öyleyim lan tabii. Ama onun gelmiş olabileceğini düşünemedim. Hazan bilerek yapar mıyım yavrum? Saçmalama. "

Duruldu.

"Noldu peki sonra? Ne konuşacakmış seninle? "

Odaya girenin o kadın olmasına, beni öyle görmesine bile bu kadar tepki verdikten sonra devamını anlatmak beni daha fazla korkutuyordu. Yine de devam ettim.

"Bana karşı...hissettiği...saçma sapan bir şeydi," dedim.

"Sana seni sevdiğini mi söyledi?"

"Hayır. Söylemeye kalktı ama dinlemedim."

"Noldu peki? Dokundu mu sana, öptü mü noldu?!"

Gözlerimi sıkıca yumdum. Niyetim sessiz kalmak değildi ancak bir iki saniye duraksamış bulunmuştum.

Titreyen sesiyle, "öpüştün mü onunla?" dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl sorardı lan böyle bir şeyi?! Öpüşmek ne demekti amınakoyayım?!

"Hazan," dedim sert ve uyarıcı bir sesle. Ağzından çıkanı kulağı duymuyordu.

Kendini benden geri çektiğinde bu sefer izin verdim. Gözleri dolmuştu. Yüzünde derin bir hayal kırıklığı vardı.

"Ne Hazan?" dedi güçsüz bir sesle. "O kadını öpüp sonra gelip bana mı dokundun?! Onu öptüğün dudaklarınla..." derken bu saçmalıklarını dinlemeye daha fazla tahammül edemeyip," kes sesini!" dedim. Bana duyduğu ya da benim duyduğunu sandığım güvenin bu kadar zayıf olması öfkelenmeme neden olmuştu. Ve daha birçok şeye.

Dolan gözlerindeki yaşlar yanaklarına doğru süzülürken kucağımdan kalkmak için hareketlendi. Kızgındım, çok kızgındım ama bırakmadım.

"Olmadı öyle bir şey," dedim sertçe. "Denedi ama izin vermedim. Hazan sen ne sanıyorsun beni? Her önüne gelenle öpüşen şerefsizin teki miyim senin gözünde? Ben o kadar seviyorum, dört dönüyorum senin peşinde de sen bu kadar güvensiz misin bana karşı?"

Gözlerime bakıp söylediği şeylerin ne anlama geldiğini yeni yeni fark ederken bakışlarını kaçırıp yüzünü yüzüme yasladı. Yanağı dudaklarıma denk gelirken kollarını boynuma sardı. Burnunu çekip,"sen benim kocamsın," dedi. Şımarık ve beni kimseyle paylaşmak istemeyen bir sesle nazlı nazlı konuşmuştu. Gözlerimi kapatıp burnumu tenine sürterek kokusunu solurken, "öyleyim," dedim. Sesim az önceye nazaran daha yumuşak ancak yine de sertti. "Gurur duyuyorum bunla. Peki benim karım niye güvenmiyor bana?"

"Güveniyorum. Ben sadece kıskandım. Sen öyle susunca canım yandı. Ben de..."

"Sen de benim canımı yakmak istedin."

"İstedim. Aynı şeyi ben yaşamış olsaydım..."

Sözleriyle gözlerimi açtım. Bütün vücudum elektirik akımına kapılmışcasına ürperirken sinirden kafamın içi cayır cayır yanıyordu.

"Hazan!"

"Ne?"

"Delirtme beni!"

"Sen beni delirt ama," derken kollarını boynumdan çözüp yüzünü yüzümden ayırdı. Kucağımdan kalktığında buna engel olmasam da yataktan inmesine, belini tutup çekerek yatağa yüz üstü uzamasını sağlayıp müsade etmedim.

"Bırak," dedi yataktan kalkmak için çabalarken. Ayak bileklerini tutup izin vermedim. Çoraplarını çıkartıp küçücük ayaklarının altını öptüm. Parmaklarını emip ısırdım.

"Ya yapma," dedi. Sesinden ağladığını anlayabiliyordum. Çırpınmıyordu. Yüzünü yatağa gömmüş sessizce ağlıyordu. Umursamamaya çalıştım. Avuçlarımda kaybolan ayaklarını koklaya koklaya öpücüklere boğdum. Her yeri, her şeyi gibi ayakları da çok güzeldi.

Bileklerini öpüp ayaklarını yatağa bıraktım. Beni deli eden, bembeyaz pürüzsüz bacaklarında gözlerimi gezdirip okşamaya başladım. Yumuşacık, ipek gibi teni ellerimin altında kayıp giderken eteğini beline kadar sıyırıp beyaz külodunun sardığı kalçalarını açtım. Yüzümü oraya gömüp kokusunu içime çektim. Kalçalarına külodunun üstünden öpücükler kondurdum.

"Fı -Fırat yapma, " dedi.

Bacaklarını hem tutuyor, hem de okşayıp seviyordum. Bu yüzden altımdan kalkamıyordu.

"Bahar'lar burada...Fırat'ım nolur yapma."

Umrumda değildi. Cezaysa cezaydı, kocasıyla öyle konuşmanın bedelini ödeyecekti. Bu kadar sevip, kul köle olduğum bir karım varken nasıl olurdu da bana, onunla öpüştün mü, diye sorabilirdi? Ya da nasıl kendimi o duruma bilerek düşürmüşüm gibi bana, aynı şeyi ben yaşamış olsaydım, diyebilirdi? Neleri kaldırıp, neleri kaldıramayacağımı çok iyi biliyordu. İçinde bulunmuş olduğum halin ne kadar sikik bir durum olduğunun ben zaten farkındaydım. Neyin empatisini yaptırmaya çalışıyordu bana?

Belini öptüm.

"Fırat'ın mı oldum şimdi?"

"Hep öyleydin."

Belinin her yerini öperken," az önce ağzıma sıçarken öyle değildim," dedim.

"Çünkü kızgındım sana," dedi. "Anlattığın şeyin ağırlığının farkında mısın? O kadın senin timinde. Ben burada kalacağım ama sen onunla operasyona gideceksin..."

Belinden ayrılıp yanına uzandım. Kendime çekip arkadan sarıldım ona. Kalçaları kasıklarıma denk gelirken penisimi ona doğru itip beni hissetmesini sağladım. Geri çekilmek yerine bana iyice sokuldu. Sırtını öpüp koklarken, "sürekli aynı şeyleri anlatmaktan yoruldum," dedim. Karnını okşayıp severken," ben seni öyle böyle sevmiyorum," diyerek devam ettim. "Hazan, karım, yavrum, nefesim..."

Eteğini biraz daha yukarıya çekip elimi külodunun içine soktum. Bacaklarını aralayıp kadınlığını elime verdi. Islanmıştı yine. Küçücük ve sırılsıklam olan bu güzel şeyi okşayıp severken," benim gözüm senden başkasını görür mü?" dedim. "Çığlık çığlığa inlete inlete siktim lan ben seni bu yatakta. Sen benim oldun, karım oldun, kadınım oldun lan. Düşündüğün gibi bir şey olmuş olsa ben kendimi yaşatır mıydım?"

"Ah...mmmm...ko -kocam..."

Aletimi kalçalarına sürtüp ensesini öptüm.

"Nasıl yanıyorum sana haberin var mı? Bir an olsun aklımdan çıkmıyorsun. Bu altı yıldır böyle. "

Kadınlığını elime doğru iterken daha sert okşayıp sıktım.

"Of...Ah....aşkım..."

Kulak memesini emdim.

"Deli oluyorum sana. "

"Fıraaaat. "

"Seni istiyorum lan. Sadece seni."

Kollarımın arasında bana dönmeye çalışırken elimi bacak arasından çekmeden buna izin verdim. Baygın ve buğulu bakan gözleri yüzümde gezinirken başını yataktan kaldırıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Bir bacağını üzerime atıp kadınlığını elime sürterken belindeki kolumla karımı kendime çekip bastırdım. Üst dudağını dudaklarımın arasına alıp öpüştüm onunla. Bu dünyada öptüğüm, öpüştüğüm, öpmek ve öpüşmek istediğim ilk ve tek kadınla, kadınlığı avucumu ıslatıp yumuşaklığı beni kendimden geçirirken dakikalarca öpüştüm.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Loading...
0%