Arabayı Bahar'ın çalıştığı hastanenin önüne park edip araçtan indim. Buraya geliş sebebim Fırat'ın ödediği masa parasını Bahar'la konuşmaktı. Hastanenin kapısından girdiğimde danışmana doğru ilerleyip
- İyi günler. Ben doktor Bahar Soydan'ı görmek için gelmiştim, dedim.
Saçları platin sarısı olan kadın
- Hastası mısınız? Diye sordu.
- Hayır. Arkadaşıyım.
Kadın başını sallayıp önündeki masa üstü bilgisayara yönelirken
- Bekleyin lütfen, dedi.
Bilgisayarda birkaç birşey yapan kadın tekrar bana dönüp
- Bahar hanım ameliyatta, dedi.
Başımı sallayıp teşekkür ettim ve hastanenin çıkışına doğru ilerlemeye başladım. O sırada arkamdan tanıdık bir ses " Hazan hanım" diye seslendi. Sesin geldiği yöne döndüğümde karşımda Filiz'i gördüm. Ona doğru birkaç adım atıp
- Efendim? Dedim.
Filiz ise karşımda durup kahverengi tonlarında ki gözlerini gözlerime dikip
- Nasılsınız? Dedi.
Anlamayan gözlerle yüzüne bakıp
- İyiyim. Siz nasılsınız? Dedim.
Gözlerimin içine dik dik bakmaya devam eden Filiz bana meydan okur gibiydi. Ama neden?
- İyiyim.
- İyi olun , dedim sakince.
Ve iyi akşamlar dileyip hastaneden çıktım.
Sanırım Filiz'in bu tavrının sebebi Fırat'tı. Bana gözdağı mı vermeye çalışıyordu? Psikolojik olarak insan karşısındakini tehdit etmek veya baskılamak istediğinde direk gözlerinin içine bakardı.
Bu durumdan rahatsız olmuştum. Filiz'in Fırat'la aralarında bir engel olduğumu düşünmesi kendimi huzursuz hissetmeme neden olmuştu. Fırat'la aramda bir samimiyet yoktu ki birbirimizi tanıyalı bir hafta bile olmamıştı. Yine de Fırat'la arama daha fazla mesafe koymaya karar verdim.
Arabaya binip motoru çalıştırdığımda saat 17.30 olmuştu. Şırnak merkeze doğru arabayı sürmeye başladım. Evin depozitosunu ödemek için bankadan para çekecektim. On onbeş dakikalık yolculuk sonrası arabayı bir yere park edip indim. Bulunduğum yerin karşısındaki ATM'ye doğru ilerledim.
Şırnak sakin bir şehirdi. Belki de İstanbul gibi karmaşık ve gürültülü bir şehirden sonra bana öyle geliyordu. Güneş şehri terk ederken etraftaki insanlar yavaş yavaş azalıyordu. Sokak lambaları birer birer yanarken araçlar sakin sakin ilerliyordu. İstanbul'da ise işten dönüş saatleri hep bir kaos olurdu.
Şırnak'ı sevmiştim. Bu sakinlik ruhuma iyi gelecekti.
ATM' den ihtiyacım olan kadar para çektim ve parktaki köpek için mama almak amacıyla petshop aramaya başladım. Bir süre etraftaki mağazalara, dükkanlara bakarak yürüdüm.
Akşam saatlerinde bu yürüyüşü İstanbul'da da yapardım. Sahil şeridinden gider arabayı bir yere park ederdim. Sahildeki köfteci amcadan bir ekmek arası köfte ve ayran alıp bir banka oturur denizi seyrederdim. Mutlu olmak çok basit bir şeymiş gibi gelirdi o anlarda. Ta ki ekmek arası köfteyle ayran bitene kadar. Sonra yine hep bir dönüş vardı çünkü; eve dönüş ve gerçeğe dönüş. Ben gidişlerin insanıydım.
Sonunda bir petshop bulup içeriye girdim. Onbeş kiloluk bir köpek maması alıp çıktım. Mama biraz ağırdı ama minyon sayılabilecek bir bedene sahip olsamda güçlü biri olduğumdan pek zorlanmıyordum.
Mamayı arabaya kadar omzumda taşıyıp arabanın bagajına koydum. Biraz nefesim düzensizleştiği için astım ilacımı alıp ağzıma birkaç kez sıktım. Arabaya binip eve dönecekken aklıma Ayşe teyzenin yıpranmış ayakkabıları geldi. Kış yaklaşıyordu ve yeni bir ayakkabıya ihtiyacı vardı. Arabayı kilitleyip bir kadın ayakkabı mağazasına girdim. Ayşe teyzeye güzel kışlık bir ayakkabı alıp çıkarken Zeynep ve kendim içinde birer çift ayakkabı aldım. İnşallah ayaklarına tam olurdu.
Arabaya binerken elimdeki poşetleri yan koltuğa koydum. Cebimdeki telefonu çıkarıp Bora'dan haber var mı diye baktım ama yoktu. Sistemdeki sorun gerçekten büyüktü demek ki. Rehbere girip Cihan abiyi aradım. Bir kaç çalışta açılan telefondan Cihan abinin "alo" diyen sesi duyuldu.
- İyi akşamlar Cihan abi.
- İyi akşamlar kardeşim. Bir sorun mu var?
- Sorun denemez.
- Ne oldu?
- Akşam savcının odasına yerleştireceğim böceği nereden bulacağımı soracaktım.
- Söylemeyi unutmuşum. Sana yolladığım kargonun içinde var.
- Tamam abi ama bu verici denilen alet pilli. Pili biterse bir işe yaramaz. Savcıyı ne kadar süre dinlemeyi düşünüyorsunuz?
Cihan abi derin bir nefes alıp
- Bilmiyorum Hazan. Vericiyi elektrikli bir aletin içine yerleştirmen gerekiyor. Enerjisini elektrikli aletten alabilir, dedi.
Anlamayan bir sesle
- Abi elektrikli alet mi sökeceğim? Diye sordum.
Cihan abi sıkıntılı bir sesle
- Hazan biliyorum zor ve tehlikeli ama sen buna göre eğitim aldın. Yapabileceğini ikimizde biliyoruz. Hiçbir şey için değilse bile vatan için. Sana güveniyorum. Görüşürüz, diyerek telefonu kapattı.
Derin bir nefes alıp Bora'yı ararken arabayı çalıştırıp yola koyuldum.
Bora'nın
- Efendim , diyen sesi kulaklarıma dolarken
- Naber Bora, dedim.
- Valla pek iyi değil ama olacak inşallah.
- Sistem düzelmedi mi hâlâ?
- Daha değil ama gece yarısına kadar halledeceğiz. Merak etme sen.
- Tamam. Neyse ben tutmayayım seni görüşürüz.
- Görüşürüz .
Telefonun kapanma sesiyle kırmızı ışıkta durdum. Bu gece benim için çok zor olacaktı.
Işığın kırmızıdan önce sarıya sonra da yeşile dönmesiyle tekrar arabayı sürmeye başladım. Saat sekiz olmuştu. Ayşe teyzeye akşam üzeri gelirim demiştim ama geç kalmıştım.
Bu gece gelemeyeceğim için köpeği şimdi beslemeye karar verip arabayı parkın önüne park ettim. Parkın yakınlarında ki bir kasaptan birkaç kemik parçası aldım ve kuru mamayla karıştırıp bir poşetin içinde parka doğru ilerledim. Park boştu. Bugün yağan yağmurdan dolayı her yer ıslaktı. Ayağımdaki topuklu ayakkabının topuğu yerde ses çıkarırken ayaklarımın ağrıdığını hissettim. O sırada kaydırağın altında yatan köpek kalkıp bana doğru gelmeye başladı. Başını okşayıp "merhaba. Nasılsın bakalım?" Diye sordum. Hiç öylesine.
Köpek kocaman gözleriyle yüzüme bakarken gülümsedim. Dün akşam ki çam ağacının yanına doğru yürümeye başladım. Köpekte beni takip ederken poşetin ağzını açıp ağacın dibine koydum. Köpek yemeğini yine iştahla yerken parkın içinde dolaşmaya başladım.
Çocukların en çok sevdiği yerlerden biridir parklar. Ben sevmezdim. Diğer çocukların anne babasıyla geçirdiği güzel anları ,demirleri gıcırdayan bir salıncakta ayaklarımı yere sürterek, izlemek parkı sevmeme engel olurdu. Çoğu zaman parka tek giderdim üstelik. Ablam arkadaşlarına giderdi. Annem ise Ali'yi üstü kirleniyor diye benimle yollamazdı. Ben ise kimsenin umurunda değildim. O zamanlar büyümek istiyordum. Büyümek bende ne ifade ediyordu o zamanlar bilmiyorum. Belki büyüyünce annemin beni seveceğine inanıyordum. Belki de beni sevecek başka insanlar bulabileceğime. Şimdi ise sevilmek istemiyorum. Anne sevgisine bir yanım hâlâ aç biliyorum ama sevgisizliğe alışmış bir insan sevilmeye alışamıyor. Ve en zoru da bu : seni sevmek isteyen bir kalple savaşmak yani sevgiyle savaşmak. Ben artık savaşmakta yenilmekte istemiyorum.
Bazen soruyorum kendime. Çoğu zaman bir park ve bir salıncak gördüğümde. Diyorum ki ; Hazan eğer o parkta demirleri paslanmış ve gıcırdayan salıncakta oturan küçük Hazan karşında olsaydı ona ne söylemek isterdin?
Bu soruyu her kendime sorduğumda içten içe cevabın bir gün değişmesini umuyordum. Bugünün dünden daha iyi olduğu birgün cevap değişecek diye düşünüyordum ama hayır. Her gün bir öncekinden daha çekilmez oluyordu. Ve cevap hep aynı; büyümek bana hiçbir şey öğretmedi.
O zaman küçük Hazan soruyordu: hep küçük mü kalmalıyım?
Burukça gülümsüyorum. Çünkü çocuk olmanın da bana hiçbir şey öğretmediğini hatırlıyorum. İşte o zaman anlıyorum ki çoğu zaman bana adaletsiz davranan bu dünya tek bir yerde bana adaletli davranmış; hayatımın her evresine eşit acı dağıtmış ve ben mütemadiyen nefret etmişim yaşamaktan. İlkbaharı sevmemişim mesela hiç. Sonbahara meftun olmuşum kışlara ise müptela.
Gözlerimi öylece diktiğim salıncaktan alıp köpeğe döndüm. Yemeğini yemiş bana doğru geliyordu. Yanıma gelen köpeğin başını okşayıp ağacın dibindeki poşeti alıp çöpe attım. Yarın yine geleceğimi söyleyip arabaya bindim. Üşümüştüm. Arabanın ısısını yükseltip bankadan çektiğim parayı, torpido gözünden bulduğum bir zarfın içine koydum. Ve arabayı apartmana doğru sürmeye başladım.
Apartmanın önüne geldiğimde yan koltuktaki poşetleri alıp arabadan indim. Arabanın kapılarını kilitleyip apartmandan içeriye girdim. Asansöre binip dördüncü kata basarken cebimdeki para zarfını elime almıştım. Asansörün kapısı açılınca ev sahibinin kapısına doğru ilerleyip kapıyı çaldım. Kapıyı açan yaşlı adama düz bir sesle
- İyi akşamlar Nurettin bey . Ben depozito ve bu ayki kirayı ödemek için gelmiştim, dedim.
Adam yüzünde eğrelti duran bir gülümsemeyle
- Aman savcım acelesi mi vardı? Müsait olduğunuz bir zaman öderdiniz, derken zarfı adamın eline tutuşturup
- Sözleşmeyi getirin lütfen, dedim. Adam zarfı alıp içine bakarken parlayan gözleriyle
- Hemen getiriyorum savcım, diyerek içeriye girdi.
Bir süre sonra elinde mavi bir dosyayla gelen adam bana bir kalem uzattı. Adam bana imzalamam gereken yerleri gösterirken dosyayı elinde alıp hızlıca sözleşmeyi gözden geçirdim.
Adam
- Aman savcım okumanıza ne gerek var? Sizi mi kazıklayacağız? , Derken sözleşmede yasa dışı herhangi bir maddeye rastlamadığım için imzalayıp adama uzattım ve "iyi akşamlar" diyerek üst kata çıkmak için merdivenlere yöneldim.
Evin kapısını çaldığımda açılan kapının ardında Fırat'ı görmeyi beklemiyordum. Bu yüzden hafif bir şaşkınlıkla birkaç saniye yüzüne bakakaldım. Fırat ise çatık kaşlarıyla beni baştan aşağıya süzdü. Sanki "bu saate kadar neredeydin?" Der gibi bakıyordu. Gözlerimi gözlerinden çekip ayakkabılarımı çıkarıp içeriye geçtim. Fırat ise kapıyı kapatmış ama içeriye geçmemişti. Salona doğru ilerledim. Zeynep ve Elif yan yana oturmuş televizyon izlerken Ayşe teyze, Canan teyze ve Bahar mutfakta yemek hazırlıyordu. Mutfağa doğru ilerleyip
- Hoşgeldiniz. Kolay gelsin, dedim.
Ayşe teyze tencereyi karıştırmayı bırakıp bana dönerken
- Geldin mi yavrum? Dedi.
Başımı sallayıp gülümsedim. Ayşe teyze bana doğru gelip
- Sana sormadan onları yemeğe davet ettim ama , dedi mahçupca.
- Saçmalama Ayşe teyze. İyi yapmışsın, dedim gülümseyerek. Ayşe teyze de gülümseyip mutfağa geçerken bu kalabalığı sevdiğimi fark ettim.
O sırada Bahar yanıma gelip
- Bugün hastaneye gelmişsin. Ameliyattaydım, dedi.
- Evet. Danışmandaki kadın söylemişti. Bende geri döndüm.
- Keşke bekleseydin Hazan. Sana kahve ısmarlardım.
- Başka zaman inşallah.
Fırat salona girmiş koltuklardan birine oturmuştu. Bahar bana daha da yaklaşıp
- Filiz'le konuşmuşsunuz, dedi.
- Evet , dedim sadece ve salondan çıkmaya meyil ederken Bahar kolumdan tutup beni durdurdu.
- Ne eveti Hazan ya? Ne konuştunuz anlatsana?
Gözlerimi devirip
- Selam , merhaba , güle güle, dedim ve elimi yıkamak için lavaboya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp lavabodan çıktım ve girişe bıraktığım poşetleri alıp çatı katındaki odaya girdim. Üzerimdeki takım elbisemi çıkarıp göbeğimi hafif açıkta bırakan gri eşofman takımını giydim. Saçlarımı açık bırakıp aşağıya inerken Zeynep'le göz göze geldik. Ona gülümsedim. Fırat'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ama o tarafa dönmeden mutfağa geçip
- Yardım lazım mı? Diye sordum.
Canan teyze
- Yok yavrum biz hallediyoruz. Sen otur dinlen, dedi.
Bahar ise sitemkâr bir sesle
- Bir kere bana şöyle bir cümle kurmadın anne , dedi.
Canan teyze ise
- Aman yavrum sende otur. Annen herşeyi yapar, dedi.
Bahar'ın göz devirmesine gülerken yanına gidip elindeki salata doğradığı bıçağı alıp
- Sen geç kızının yanına ben hallederim, dedim. Bahar bana gülümseyip içeriye geçti.
Bir süre sonra herşey hazırlanmış sofrayı kurmaya başlamıştık. Bahar'da tabakları sofraya taşımaya yardımcı olurken Canan teyze Fırat'a
- Oğlum Zeynep'i alda sofraya geçin, dedi.
Fırat yerinden kalkmış Zeynep'e yönelirken Zeynep
- Anne, demişti korku dolu bir sesle.
Ayşe teyze mutfaktan salona geçip
- Zeynep ne oluyor sana kızım? Diye sormuştu.
Fırat çatık kaşlarıyla Zeynep'e bakarken herkesin gözü de Zeynep'e dönmüştü. Zeynep'in dolan gözleri içime otururken ona doğru ilerleyip kucağıma aldım. Zeynep kollarını boynuma dolamıştı. Ellerini yıkamak için onu lavaboya götürdüm ve klozetin kapağının üzerine oturttum. Önüne çöküp yüzüne baktım. Kahverenginin koyu tonlarındaki gözlerinden iri yaş taneleri süzülürken elimi kaldırıp saçlarını okşadım. Şimdilik hiçbir şey sormayacaktım. Ama eğer herşey tahmin ettiğim gibi çıkarsa o adamı yaşatmazdım.
Zeynep biraz kendine gelince elini yüzünü yıkayıp salona geçtik. Zeynep'i yemek masasına oturtup bende yanına oturdum. Herkes önündeki çorbayı içerken dayanamayıp Ayşe teyzeye
- Ayşe teyze, diye seslendim.
Ayşe teyze bana dönüp
- Efendim kızım? Dedi.
Boğazımı temizleyip yüzüme gelen saçlarımı geri ittim ve şu soruyu sordum;
- Hani seni sizin mahalleye götürdüğüm gece Zeynep'i bir ailenin evinden almıştın ya kimdi o insanlar?
Ayşe teyze anlamayan gözlerle yüzüme bakarken Ayşe teyzenin yanında oturan Fırat'ta yüzüme bakıyordu.
Ayşe teyze
- Komşularım. Dilan ve kocası Baran. Ne oldu yavrum ? Niye sordun? Demişti.
Yanımda oturan Zeynep ise çorbayı içmeyi bırakmıştı. Öylece masaya bakıyordu.
- Hiç merak ettim. Peki soyadları ne?
- Bekirhan.
Başımı sallayıp önüme döndüm. "Baran Bekirhan" . Bora bir an önce sistemi halletmeliydi. Sistemden Şırnak'ta yaşayan herkesin sicil kayıtlarına ulaşabilirdim. Bu adamın da siciline ulaşmam gerekiyordu. Adamın gerçek adı Baran mı yoksa Mustafa mı bilmiyordum. Ama sistemden her iki isim üzerinden de araştırma yapabilirdim.
Yemekler yenmiş, çaylar içilmiş ve Bahar'lar evlerine dönmüştü. Bende Ayşe teyze ve Zeynep'i yatmaya yollayıp ortalığı toplamıştım. Salonun ışığını kapatıp sadece sarı ışıklı gece lambasını açık bırakıp balkona çıktım. Çatı katı için almış olduğum biri gri biri hardal sarısı olan koltukları buraya koymuştum. Gri koltuğa oturup bizim apartmanın ışıklarının sönmesini beklemeye başladım. Burnuma alt kattan sigara kokusu geliyordu. Alt katta ise Canan teyzeler oturuyordu ve sigarayı içen de büyük ihtimalle Fırat'tı.
Oldum olası sigara , alkol gibi şeylerden nefret ederdim. Astımımı tetiklemesi dışında annemin alkolü ablamın ise sigarayı fazlaca tüketiyor olması buna sebepti. Ama en çok uyuşturucudan nefret ederdim. Bunun sebebi ise ne annemdi ne ablam ne de astımım.
Bundan 9 ay önceydi. Bir gece yarısı İstanbul adliyesinde dosyalarla boğuşurken telefonum çaldı. Arayan üniversite son sınıfta tanıştığım Berrak adında bir arkadaşımdı. Berrak uçarı kaçarı, ele avuca sığmayan bir kızdı. Yetimhanede büyümüş çektiği acıların onu deli olmaya zorladığını söyleyen biriydi. Hayatı pek ciddiye almazdı ve bu yüzden ölene kadar herşeyi doyasıya yaşamak gerektiğini söylerdi. Benden bir yaş küçüktü ve ben onu küçük çatlak kız kardeşim yerine koymuştum. Masmavi gözleri hep hayat dolu bakardı.
Gülümseyip onca işime rağmen telefonu açmıştım. Her halükarda açardım telefonunu çünkü bu bizim birbirimize sözümüzdü; iki elimiz kanda da olsa o telefon açılacaktı.
Bütün yorgunluğuma rağmen neşeli bir sesle "Efendim kardeşim" demiştim. Ama telefondan sadece kesik kesik iniltiler geliyordu. Endişeyle yerimden doğrulup tekrar tekrar Berrak'a seslendiğimi ve sonunda da Berrak'tan şu iki cümleyi duyduğumu hatırlıyorum; Hazan... yardım et. Ölüyorum...
Ve sonra telefon kapanmıştı. Ne yapacağımı, Berrak'ın nerede olduğunu bilmeden ,adliyeden çıktığım gibi arabayla İstanbul sokaklarına düşerken, Bora'yı aramış ve telefon sinyalinden Berrak'ın nerede olduğunu bulmuştum. Ambulansı, polisi aramış hepsinden öncede Berrak'ın yanına varmıştım. Berrak İstanbul'un ücra ve ıssız bir sokak arasında kaldırıma boylu boyunca uzanmış öylece dururken kalbime saplanan onlarca sancıyla koşmuştum Berrak'a doğru. Yanına varıp soğuk kaldırıma çöktüğümdeyse Berrak son nefesini vermek üzereydi. Gözümden yaşlar süzülürken "Berrak... Kardeşim" diye seslenmiştim. Mavi gözlerini zar zor açıp "geldin mi?" Demişti. " Geldim Berrak. Gelmez miyim hiç?" Demiştim Berrak'ın gözünden akan yaşları ellerimle silerken. Gülümsemişti bana . Ama gülüşü bile ölüydü artık. " Gelirsin...hep geldin. Ama ben artık gidiyorum." Dedi. Başımı olumsuzca sağa sola salladım. " Hayır... hayır Berrak gidemezsin. Bak ambulansı çağırdım. Gelirler şimdi".
Berrak'ın yüzünde yine aynı ölü gülümseme belirdi. " Keşke pizza söyleseydin Hazan...kurye ambulanstan daha hızlı geliyor. Ama asıl hızlı gelen ölüm."
"Berrak hayır... hayır yapma bana bunu n'olur. Lütfen..."
" Üzgünüm Hazan... Bende istemiyorum ama dayanamıyorum. Sadece elimi tut... korkuyorum."
Dediğini yaptım. Başını dizlerimin üzerine koyup elini tuttum. Artık kabullenmiştim ölümü. Hoş kabullenmesem de elimden birşey gelmiyordu. Berrak önce titremeye başladı. Üzerimdeki ceketi çıkarıp üzerine örtüm. Bir faydası olmayacaktı biliyordum. Ama elimden gelen buydu. Sonra ağzından beyaz bir köpük geldi. Ellerimle hiç iğrenmeden sildim. Ve en sonda Berrak'ın vücudu soğudu. Ölmüştü.
Kardeşim dediğim kız bir gece yarısı İstanbul'un ıssız bir sokağında, soğuk bir kaldırım üzerinde, kollarımın arasında ölmüştü. Geriye ise Berrak'ın yarı açık mavi gözleri benim ise bu ıssız sokağı inleten haykırışlarım kalmıştı.
Apartmanda ki bütün ışıklar sönüp saat gece yarısını geçerken oturduğum koltuktan kalkıp çatı katına çıktım. Artık harekete geçme zamanıydı. Üzerimi değiştirip siyah Jean, siyah sweet ve siyah uzun deri ceketimi üzerime geçirdim. Cihan abinin yolladığı paketi açıp içinden bir adet verici alıp, adliyenin kamera sistemini hacklemek içinde bilgisayarımı bir sırt çantasına yerleştirdim.
Çatı katından sessizce inip dış kapıya yöneldim. Botlarımı giyip evden çıkarken birden apartmanın sensörlü lambaları yandı. Sakince asansöre binip apartmandan çıktım. Arabaya bindiğimde gergindim. Derin bir nefes alıp motoru çalıştırdım.
Bir süre sonra adliyenin arka sokağına arabayı park ettim. Yan koltuğa koyduğum sırt çantasını, torpido gözünden ise siyah maskeyi ve küçük el fenerini aldım. Yanıma bir tane de astım ilacı alırken sweetimin şapkasını başıma çekip arabadan indim. Hava soğuk ve sisliydi. Sokak lambaları loş bir ışık yayarken uzaktan köpeklerin havlama sesleri duyuluyordu. Yavaş adımlarla adliyenin sokağına girip yürümeye başladım. Etrafta hiç kimse yoktu. Bu beni hem ürkütüyor hemde rahatlatıyordu. Yapacağım şeyin illegal birşey olması beni gererken işin ucunda vatanımın olduğunu kendime hatırlatıyordum. Her ne kadar adalet üzerine kurulu bir mesleğim olsa da şunu rahatlıkla söylebilirdim ki ; adalet diye birşey yoktur. Sadece " adaleti sağlamak" diye birşey vardır. Ve adaleti sağlamak için adil olmak yeterli gelmez. Tıpkı adaleti sağlamış olmanın herşeyin adil olduğu anlamına gelmediği gibi. Çünkü günün sonunda "adalet sağlandığında" işlenen suçla alınan ceza asla birbirine denk değildir. Yani konu adalet olduğunda doğru yoldan gitmek bazen size hiçbir şey kazandırmaz.
Yine de ömrümün sonuna kadar doğru yoldan şaşmadan ülkem için adaleti sağlamaya çalışacaktım. İnsanlara adaletin yerini bulabildiğini göstermek için savaşacaktım.
Adliyenin arka tarafına gelmiştim. Önümde adliyeyi çevreleyen iki metreye yakın bir duvar vardı. Bu duvarı nasıl aşacağım ise bir muammaydı. Boyum 1.60'tı ve duvarın ilerisini bile göremiyordum. Adliyenin arkası taşlık bir alandı ve etrafta yabani otlar bulunuyordu. Duvarın dibinde duran eski bir koltuk gözüme çarparken üzerine çıkıp binanın arka tarafını incelemeye başladım. Binanın arka tarafı kaloriferleri yakmak için kullanılan kömürlere ayrılmıştı. Yani bir nevi kömürlüktü. Yangın merdivenlerinin çıkış kapısı buradaydı. Ve en önemlisi binanın arka tarafında kamera yoktu. Ama üzerinden baktığım duvarın üzerinde teller vardı. Üzerine çıktığım koltuktan yere inip sırt çantasından bilgisayarımı çıkarıp koltuğun üstüne koydum. Windows tarayıcısını devreye soktum. Adliyedeki kameralar IP kameraydı. Yani görüntüyü herhangi bir cihaza internet yoluyla gönderen bir kamera türüydü. Bu yüzden network üzerinden hacklenmeleri olasıydı.
Bilgisayar ekranında adliyenin kamerasına erişim sağlanmıştı. Şimdi kameranın şifresini ve modelini tarayıcıya girmem gerekiyordu ki kameranın internet ağına ulaşabileyim. Bugün adliyeye geldiğimde kameraların markasını tahmin etmiştim. Güvenlik kameraları ilgi alanımdı.
Kamera modeli: Blue Inter Cmr5
Peki ya şifre?
Parmaklarım klavye üzerinde onlarca şifre denerken hepsi başarısız olmuştu. Parmak uçlarım soğuktan uyuşurken uykumda gelmişti. Beynim durmuş gibiyken zihnimde bir ampul yandı: 6 Mart 1868. Padişah Abdülaziz'in Divan-ı Ahkâm-ı Adliyeyi kurduğu tarih.
Hemen sayıları sisteme girdim.
Şifre: 631868
Şifreyi yazıp giriş tuşuna bastıktan sonra kamera görüntüleri ekrana düşmüştü. İçimden kendimi tebrik edip övgülerimi yağdırırken sadece üçüncü katın kamerasını devre dışı bırakıp, cebimdeki deri eldivenleri elime geçirip, maskeyi yüzüme taktım. Bilgisayarı koltuğun altına koyup hızlıca koltuğun üzerine çıkarken bir yandan da etrafı kolluyordum. Cebimdeki vericiyi son kez kontrol edip tellere dikkat ederek bir ayağımı duvarın dibinde ki kömür çuvallarının üzerin attım. Diğer ayağımı da kömür çuvalının üzerine koyarken artık adliyenin arka bahçesindeydim. Kömür çuvallarından gelen hışırtılı sesler beni gererken kömürlerin üzerinden yere atladım. Ayakkabılarımdan çıkan sesle birkaç saniye etrafı dinledim. Herhangi bir ses yoktu. Sakin ve temkinli adımlarla yangın merdivenlerine doğru ilerlemeye başladım. Merdivenin kapısı açıktı. Zaten kitli olması saçmaydı. Herhangi bir yangın olayında insanların bu merdivenleri kullanması durumunda çıkışın kilitli olması mantıklı değildi. Ama gece vakti binada kimse yokken açık bırakmış olmaları sorumsuzluktu.
Açılan kapıyı yavaşça kendime çekip merdivenleri tırmanmaya başladım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Damarlarımda dolanan adrenalin nefeslerimi sıklaştırıyor ve ağzımda ki maske de nefes almamı zorlaştırıyordu. Elimle ağzımdaki maskeyi aşağıya indirip ağzıma sprey sıktım. Sakin ve dikkatli olmam gerekiyordu. Ama gergindim. Üstüne üstlük beni adliyeye ayak basar basmaz neden böyle bir göreve tâbi tuttuklarını da anlamıyordum. Belki de Bora'nın tasarladığı sistemin Doğu'daki ağında çıkan sorun yüzünden birşeylere hemen ulaşmak için bu yollu seçmişlerdi. Yine de biraz bekleyip adliye binasını iyice tanımamı bekleyebilirlerdi.
"Her neyse" dedim içimden. Artık bir önemi yoktu. Buraya kadar gelmiştim ve ya batacaktım ya da çıkacak.
Yangın merdivenlerinde üçüncü kata geldiğimde, kapının kulpunu derin bir nefes alıp, kapıdan ses gelmemesine dikkat ederek kendime doğru çektim. Kapı sorunsuz bir şekilde açılırken sabah gördüğüm ve bana tanıdık gelen koridora girdim. Gözüm hemen duvardaki kameraya giderken kameranın ışığının yanmadığını gördüm. Yani kamera devre dışıydı. Güvenlik görevlisi kameranın görüntü almadığını fark etmeden işimi halledip gitmem gerekiyordu.
Gözlerimi kameradan çekip karanlık koridoru inceledim. Ürkütücü görünüyordu. Filmlerdeki korku sahnelerinde gördüğümüz koridorlar gibiydi. Elimi yavaşça kapının kolundan çekip Hakan Çınar denilen adamın odasına doğru ilerlemeye başladım. Şuan evde uyuyor olmayı burada olmaya tercih ederdim.
Hakan Çınar'ın odasının önüne geldiğimde aldığım derin nefeslere bir tane daha eklerken kapının kolunu aşağıya doğru indirdim. Ama kapı açılmıyordu. Birkaç kez daha kapıyı zorlasamda sonuç değişmemişti. Kapı kilitliydi. Ağzımın içinden "Allah kahretsin" diye mırıldanırken merdivenlerde ayak sesleri duymaya başladım. Güvenlik olduğunu tahmin ettiğim ayak seslerinin sahibi aynı zamanda telefonda da konuşurken kendimi birkaç metre ilerideki tuvalete attım. Derin derin nefes alıyordum. Soğukkanlı biri değildim sadece korkumu iyi saklardım. Ama şuan kendimden korkumu saklayamıyordum. Adamın ayak sesleri koridorda yankılanırken telefonda konuştuğu kişiye
- Sadece üçüncü katın kamerası çalışmıyor.
- Ne bileyim Hüseyin ben ne olduğunu? Ben ne anlarım kameradan?! Gibi şeyler söylediğini duydum.
Adamın elindeki fenerin ışığı kapının altından bulunduğum tuvalete sızarken bir adım geri çekildim. Adam telefonda konuştuğu kişiye
- Gel de hallet şu mereti, derken bir süre daha koridorda dolanmaya devam etti. Kolumdaki saate baktığımda gece yarısı iki olduğunu gördüm. Tek isteğim bir an önce şu binadan çıkmaktı.
Adamın öksürük sesleri koridorda yankılanırken ayak sesleri uzaklaşmaya başladı. Kapıya yaklaşıp koridoru dinlemeye başladım. Adamın gittiğine emin olduğumda tuvaletten çıktım. Koridoru baştan sona tarayıp boş olduğuna kanaat getirince derin bir nefes aldım. O sırada kafamda bir ampul daha yandı. Bu kapıların hepsi aynıydı. Yani birini açan anahtar diğerlerini de açardı. Hemen hızlı adımlarla bana verilen odaya doğru ilerleyip içeriye girdim. Cebimdeki el fenerini çıkarıp masanın çekmecelerine yöneldim. Herkesin kapısının anahtarı kendi odasında olmalıydı. En azından ben öyle umuyordum.
Elimdeki fenerin ışığıyla masadaki çekmeceleri teker teker açıp içine bakmaya başladım. Hızlı olmalıydım. Çekmecelerin hepsi boştu ve anahtar hiç birinde yoktu. Çöktüğüm yerden doğrulup masadaki kalem kutusunun içine baktım ama burada da yoktu.
Sanırım bu işi bu gece halledemeyecektim. Derin bir nefes alıp odadan çıkmaya meyil ederken, odadaki siyah deri koltuğun önündeki orta sehpada duran süs niyetine konulmuş kasenin içinde anahtarı gördüm. Hemen anahtarı alıp fenerin ışığını kapattım. Kapıyı yavaşça açıp koridoru sonra da kamerayı kontrol ettim. Kamera hâlâ devre dışıydı. Koşar adımlarla Hakan Çınar'ın odasının önüne geldiğimde elimdeki anahtarı deliğe soktum. Ve derin bir nefes alıp anahtarı çevirdim. Kapının açılma sesi kulaklarıma ulaşırken gerginlikten kapattığım gözlerimi açtım. Tuttuğum nefesi dışarıya verirken kapıyı yavaşça itip içeriye geçtim. Oda tasarım ve dizayn bakımından bana verilen odayla aynıydı. Dosya dolu dolaplar vardı. Hızlı adımlarla masanın yanına varıp vericiyi yerleştirmek için uygun bir yer aradım. Vericiyi elektronik bir alete takmam gerekiyordu. Odada elektronik olan tek şey masa üstü bir bilgisayardı. Bilgisayar sökecek zamanım yoktu. Bende vericiyi bilgisayar kasasının arka tarafına yerleştirmiştim. Verici çalıştığına dair kırmızı bir ışık yakarken kasayı yerine geri itip odadan çıkmak üzere kapıya yöneldim. Koridorda hiçbir ses yoktu. Kapıyı açıp yavaşça koridora çıkıp anahtarı delikte çevirdim. Kapı kilitlenirken anahtarı odama bırakmakla zaman kaybetmemek için hemen yangın merdivenlerine yöneldim. Kapıyı açıp hızlı adımlarla basamkları inerken ses çıkarmamaya çalışıyordum. Yangın merdivenlerinden çıktığımdaysa derin bir nefes almıştım. Duvara doğru temkinli adımlarla ilerlerken adliyenin ön cephesinden konuşma sesleri gelmeye başlamıştı. Elimi hızlı tutup kömür çuvallarına tırmanmaya başladım. Biri alçak biri yüksek dizilmiş kömür çuvalları işimi kolaylaştırırken duvara ulaşmıştım. Tam o sırada kömür çuvallarından biri gürültülü bir şekilde yere düşerken panikle iki metrelik duvarda aşağıya atladım. Bir kaç saniye sonra ayağımda hissettiğim müthiş acıyla kendimi yerde bulurken sesim duyulmasın diye elimle ağzımı kapattım. Duvarın diğer tarafından güvenliğin " birşey yok. Kömür çuvalı düşmüş sadece " diyen sesini duyduğumda acıdan dolayı gözümden süzülen yaşı sildim. Yakalanmamıştım ama şuan buna sevinecek halim yoktu. Ayağımın kırıldığını düşünürken düştüğüm yerden doğrulmaya çalıştım. Ayağımın üzerine basmak ne kadar zor olsa da sonunda başarmıştım. Birkaç metre ilerimdeki koltuğa doğru seke seke ilerleyip bilgisayara ulaştım. Üçüncü katın kamerasını aktifleştirip kameranın ağından çıktım. Bilgisayarı sırt çantasına geri koyarken bu ayakla arka sokaktaki arabaya nasıl yürüyeceğimi merak ediyordum. Acı eşiği yüksek biriydim ama zor olacaktı. Çantayı elime alıp topalayarak yürümeye başladım.
Bir süre sonra arka sokaktaki arabaya ulaşmıştım. Cebimdeki anahtarla arabanın kapılarını açıp arabaya bindim. Ayağım zonklamaya başlamıştı. Elimdeki çantayı yan koltuğa fırlatırcasına atarken acıdan dişlerimi birbirine kenetlemiştim. Sweetin şapkasını başımdan geriye itip derin bir nefes aldım ve arabayı çalıştırdım. Burkulan sağ ayağımla gaza yavaş yavaş basıp yola koyuldum.
O sırada arabada bıraktığım telefonum çalmaya başladı. Arayan Cihan abiydi. Aramayı yanıtladım.
- Efendim Cihan abi? Derken sesimde ki acı kendini gösteriyordu.
- Hazan? İyi misin?
- İyiyim.
- Emin misin?
- Eminim.
- Peki öyle olsun. Vericiyi yerleştirdin mi?
- Evet.
- Aferin sana Asena.
Ayağımdaki acıya rağmen gülümsedim. Cihan abinin de gülümsediğini biliyordum. Sesindeki coşkuyu hissetmiştim çünkü.
Cihan abi telefonu kapatırken gözümden süzülen yaşları avucumun içiyle siliyordum. Canım acıyor olsa da görevimi başarıyla tamamlamış olmanın mutluluğu vardı üzerimde.
💧💧💧💧💧