Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@yikim2024

Gece yarısı saat üçte eve gelmiş ve üzerimi değiştirip salondaki koltuğa uzanmıştım. Ayağımdaki ağrı ve acıdan gözüme uyku girmezken yattığım yerden doğrulup balkona çıktım. Koltuklardan birine otururken gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Yağmur yağıyordu. Toprak kokusu her yeri sarmıştı. Ve ben toprak kokusunda her zaman huzur bulurdum. Çünkü toprak kokusunda babamdan bir parça olduğuna inanırdım.

Babam hayattayken toprakla uğraşmayı çok severdi. Antep'te ki çiftliğimizin bahçesine babam ve Ali her yaz çiçek ekerdi. Ben ise onları uzaktan izlerdim. Alerjik astımım yüzünden çok sevmeme rağmen çiçeklere yaklaşamazdım. Babam ise arada bir çiçeklerin yanından ayrılıp bana sarılır saçlarımı öper ve tekrar çiçeklerin yanına dönerdi. Babam bana her sarıldığında burnuma dolan toprak kokusunu severdim. Benim babam yaşarken de toprak kokardı.

O zamanlar hasta olmaktan nefret ederdim. Çünkü bu hastalığın babamla ve Ali'yle yaşayabileceğim bazı anları elimden aldığına inanırdım. Şimdi ise babamdan yana olmasa da Ali'den yana fazla anım olmaması beni mutlu ediyor. Çünkü bazen bilemiyorum "anı" denilen şey iyi birşey mi yoksa kötü birşey mi. Sanırım bunu belirleyen o anıları yaşadığımız kişiydi.

Gözlerimden akan yaşları silip gülümsedim. İçimde bir yer acımıştı yine. Ama ben acılarımın üzerine gülümsemeyi öğrenmiştim. Ağlarsam güçsüz derlerdi. Gülersem duygusuz. Ve ben duygusuz olmayı güçsüz olmaya yeğlemiştim.

Ve baba... Seni çok özledim.

Yağmur şiddetini artırırken oturduğum koltuktan kalkıp, seke seke salona geçip balkon kapısını kapattım. O sırada Ayşe teyze odadan çıkıyordu. Beni fark ettiğinde "günaydın kızım" dedi. Bende ona günaydın derken Ayşe teyze lavaboya geçmişti. Bende koltuğa oturup ayağıma baktım. Ayağım mosmor olmuş ve şişmişti. Başımda biten Ayşe teyzenin
- Ah! Yavrum ne oldu ayağına? Diyen endişe dolu sesiyle irkilmiştim.
Derin bir nefes alıp gülümsedim.
- İyiyim Ayşe teyze. Merak etme. Gece çatı katından inerken ayağım boşluğa geldi. Burktum herhalde.

Evet yalan maratonu başlamıştı.

Ayşe teyze yanıma oturup
- Yavrum bu sadece burkmaya benzemiyor. Bir doktora görünesin, demişti.
Tam itiraz edecekken aklıma bir fikir geldi.
- Ayşe teyze.
- Söyle yavrum.
- Hastaneye gitmemi istiyorsan sana sorduğum sorulara cevap verir misin?

Ayşe teyze bir süre ne dediğimi anlamaya çalışmıştı. En sonunda da tereddütle,
- Sor kızım, demişti.
Önce derin bir nefes aldım ve sonra da şu soruyu sordum;
- Ayşe teyze, Zeynep nasıl bu hâle geldi?
Sorumdan sonra Ayşe teyzenin gözlerinden bir hüzün bulutu geçti. Ve ben kendimi kötü hissettim.
- Ayşe teyze istemiyorsan cevap...
Ayşe teyze sözümü kesip konuşmaya başladı.
- İki yıl önceydi. Zeynep okula gidiyordu. Çok severdi okula gitmeyi. Büyüyünce öğretmen olmak isterdi hep. Sonra bir gün Zeynep'i okuldan almak için evden çıktım. Yoldayken telefonum çaldı. O çarşıdaki canlı bomba... Yani oğlum... O da lisede okuyordu. Arayan lisenin müdürüydü. " Oğlunuz kaç haftadır okula gelmiyor. Sizinle görüşebilir miyiz?" Dediler. Ama ben her sabah önce onu sonra da Zeynep'i okula bırakıyordum. Hemen oğlumun okuluna gittim. Zeynep'te onu almaya okula gelmediğimi görünce eve kendi dönmek istemiş. Sonra da bir araba...
Derken Ayşe teyze gözyaşlarına boğulmuştu. Elimi sırtına koyup ona sarıldım.
Herkesin gün içinde kimsenin farkına varmadığı acıları vardı. Herkesin kendi yaşamı, hüzünleri, umutları , hayal kırıklıkları vardı. Herkes kendi filminin başrolüydü. Babam haklıydı: her insan bir dünyaydı aslında. Ve birçok insanın dünyası defalarca kez başına yıkılıyordu. Yaşam ise yıkılan bir dünyayı defalarca kez yeniden kurmaktı. Tabii hâlâ yaşama hevesine sahipsen dünyayı yeniden kurardın. Yaşama hevesi olmayanlarda yıkılan dünyalarının enkazında yaşardı. Tıpkı Ayşe teyze gibi. Ve tıpkı benim gibi...

Ayşe teyzeden ayrılıp burnumu çektim. Ve ikinci soruyu sordum.
- Peki bunun bir tedavisi yok mu?
Ayşe teyze de burnunu çekip gözlerini başındaki yazmanın ucuyla sildi ve konuşmaya başladı.
- Doktorlar fizik tedaviyle düzelebileceğini söyledi. Ama sigortam olmadığı için karşılayamadım. Elime geçen üç beş kuruş kiraya , faturalara, erzaklara zor yetiyordu. Yoksa ben istemez miyim evladım yürüsün, koşup oynasın, büyüsün hayallerini gerçekleştirsin...

Ayşe teyze titreyen sesini toplamaya çalışırken elini tuttum.
- Ben karşılarım, dedim kendimden emin bir sesle.
Ayşe teyze şaşkın gözlerle yüzüme bakarken
- Ne? Dedi.
Elinin üzerini okşayıp gülümsedim.
- Fizik tedavi masraflarını ben karşılarım. Madem bir umut ışığı var takılalım peşine.
Ayşe teyze
- Olmaz yavrum. O kadar yük olduk sana. Kabul edemem. Hem ben yavaş yavaş para biriktiriyorum. Zamanla... Derken sözünü kestim.
- Ne zamanı Ayşe teyze? Hangi zaman? Kimin zamanı? Zeynep kim bilir nasıl hissediyor? Dışarda yaşıtları okula gidip eğlenirken nasıl üzülüyor? Eğer Zeynep'in herşeyi zamanında yaşama şansı varsa bunu elinden almayalım. Borç olarak kabul et istersen ama kabul et. Zeynep'in daha fazla bekleyecek gücü yok. Ona beklemek için bir umut verelim.

Ayşe teyze sözlerimle duraksadı. Gözünden bir damla yaş süzülürken gözlerini bir noktaya dikmiş sanki bir şeylerin yeni yeni farkına varıyor gibiydi. Ve titreyen sesiyle konuşmaya başlarken bana hiç bakmadı.
- Ben Zeynep'e fizik tedaviyle iyleşebileceğini söylemedim. Ben yavrumun umut etmesine bile izin vermedim. Damlaya damlaya göl olur misali temizliğe gidip biriktirdiğim paralar ne zaman tedavi masraflarını karşılayacak miktarı bulur bilemediğimden söylemedim. Ben Zeynep'imin umudunu çaldım.

Ayşe teyzenin Zeynep'e iyileşme şansının olduğunu söylememiş olması bana da yanlış gelmişti. Ama yine de onu yargılamaya hakkım yoktu. O bir anneydi... Evladını seven ve onun için mücadele eden bir anne.

Ayşe teyzenin ellerimin arasındaki elini okşadım ve
- Tamam. Şimdi de ona umudunu geri ver Ayşe teyze, dedim.

Başını salladı usul usul ve bana dönüp
- Vereceğim. Yavrum için kabul edeceğim ama borç olarak ,dedi.

Başımı sallayıp
- Peki borç olarak, diyerek gülümsedim.

~~~~~~~~~~~~~~~~~
Ekmek almak için fırına gitmiştim. Ayşe teyze de kahvaltıyı hazırlarken birşeylerin yavaş yavaş düzene girdiğini hissettim. Ayağım hariç. Canım çok yanıyordu ve yürümek bir iskence gibiydi. Oturup dinlenmek istesem de bugün için imkansızdı. Adliyeye gidip ilk iş günüme başlamam gerekiyordu. Çocukları kaçırılan aileler meselesine el atmam ve soruşturmayı benim yürütmem lazımdı. Ve tabii birde hastane işi vardı. Derin bir nefes alıp elimdeki ekmeklerle fırından çıktım. Topallayarak apartmana doğru yürürken Fırat'ın arabası apartmanın önünde durdu ve içinden Fırat indi. Yoluma devam edip apartmanın önüne geldiğimde Fırat'ın gözleri üzerimdeydi. Birşey söyleyip söylememek arasında kalsam da " günaydın" diyerek yürümeye devam ettim. Ama Fırat'ın sert ve kalın sesiyle sorduğu soruyla duraksadım.
- Ayağına ne oldu senin?
Boğazımı temizleyip
- Burktum, dedim.
Bana doğru yaklaşıp çatık kaşlarıyla yüzümü inceledi.
- Nerede ? Diye sordu.
Birden gerildim. Anlık bir gözlerimi kaçırırken kendime kızdım. Neden bu adama yalan söylerken bocalıyordum?

Kendimden emin tutmaya çalıştığım sesimle
- Evde . Ayağım merdivenlerde boşluğa geldi, dedim.
Neden açıklama yapıyordum? Sanane diyebilirdim.

Önüme dönüp merdivenlere yöneldim. O sırada Fırat bana doğru kolunu uzatıp bariton bir sesle
- Tutun bana , dedi.
Şaşkınca Fırat'ın koluna bakarken apartmandan çıkan Filiz'i gördüm. Fırat ve bana bakıyordu. Gözlerinde yine kıskançlık vardı. Fırat ise bana odaklıydı. Hâlâ ona tutunmamı bekliyordu.
Filiz'e selam verip Fırat'a döndüm.
- Gerek yok ,dedim ve tek ayağımın üzerinde sekerek merdivenleri çıkıp apartmana girdim.
Asansöre bindiğimde Fırat'ta peşimden gelip dördüncü katın tuşuna basmıştı. Hâlâ tek ayak üzerinde duruyordum. Ayağıma giren ani sancıyla yumruklarımı sıktım. Gözlerim acıyla dolmaya başlamıştı. Fırat'ın gözleri yine bana odaklıydı.
Az öncekine nazaran sert olan sesiyle
- İyi misin? Diye sordu.
Başımı salladım.
Sert bir şekilde soludu.
- Yalan söyleme, dedi ve dördüncü kata gelen asansörden inerken " bir doktora görün" diye emir vermeyi de ihmal etmedi.
Asansörün kapısı kapanırken derin bir nefes alıp asansörün duvarına yaslandım. Ne oluyordu? Neden kendimi bu kadar kasıyordum? Belki de birşey olduğu yoktu. Belki de ben abartıyordum. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey kalbimde yeni duygulara yer olmadığıydı. Hayatım zaten karmakarışıktı. Yeni karmaşalara yer yoktu. Yine de hissediyordum; herşey daha da karmaşıklaşacaktı.

Kapının önüne geldiğimde zile bastım. Ayşe teyze kapıyı açarken ayağıma tam giyemediğim ayakkabıları çıkarıp içeriye girdim. Kahvaltı hazırdı ve Zeynep'te masa da oturuyordu. Bizde masaya geçtiğimizde Ayşe teyze çayı doldururken on yıldır ilk kez bir kahvaltı sofrasına oturduğumu fark ettim. Ben okula giderken de işe giderken de annem hep uyurdu. Kendime alelade bir tost yapar kahvaltı ederdim. Birşey durduğu yerde kırılır mı hiç? Kalbim her tek başıma kahvaltı edişimde göğüs kafesimin içinde kırılır dururdu. Birinden birçok şeyi dilenmek zordur aslında ama sevgi dilenmek belki de en zorudur. Şimdi annemden sevgi dilenmeden ondan kilometrelerce uzakta kendime yeni bir hayat kurdum. Belki de böylesi daha iyiydi.

Kahvaltımızı ettikten sonra Ayşe teyze hiçbir şeye dokunmama müsade etmemiş evi de mutfağı da derleyip toparlamıştı. Bu durum canımı sıksada elimden birşey gelmiyordu. Ayağımdaki acı azalmak yerine artarken kötü bir durum olmamasını umdum.

Hastaneye gitmek için evden çıkarken Ayşe teyze Zeynep'i kucağına alıp tekerlekli sandalyeye bindirdi. Bende uzun deri ceketimi üzerime geçirirken evden çıkıp asansöre bindik. Arabaya binerken de Zeynep'i Ayşe teyze taşımıştı. Zorlandığı belliydi. Derin bir nefes alıp ayağımı yavaş yavaş debriyajdan alıp gaza basarken yola koyuldum. Her ne kadar ayağıma uyguladım baskı canımı yaksa da hastaneye kadar dayanabilirdim sanırım.

En sonunda Bahar'ın çalıştığı hastaneye varmış ve içeriye girmiştik. Ayşe teyze Zeynep'in tekerlekli sandalyesini sürerken danışmanın önünde dosya imzalayan Bahar bizi fark etmişti. O sırada Zeynep etrafa tedirgin olduğunu belli eden bakışlar atıyordu.
Zeynep
- Anne niye buraya geldik? Diye sordu .
Ayşe teyze ise gözlerindeki mutluluka
- Güzel birşey için , dedi.

Bende Zeynep'in saçlarını okşayıp gülümsedim.
Bahar yanımıza gelip
- Hazan? Ne işiniz var burada? Kötü birşey mi oldu? Diye sordu.

Ayıplar bir şekilde yüzüne bakıp
- İnsan bir hoşgeldiniz der Bahar, dedim.
Bahar ise bilgiç bir tavırla
- Hiçbir insan buraya hoş gelmez Hazan, dedi.

Haklıydı. O yüzden bu konuşmayı sürdürmedim.
- Ayağımı burktum yani sanırım.
Bahar gözlerini ayağıma indirip
- Nasıl becerdin? Dedi .
- Evde ayağım merdivende boşluğa geldi.
Bahar derin bir nefes alıp
- Tamam gel bir MR çekelim, derken Ayşe teyze ve Zeynep'e burada beklemelerini söyleyip topallayarak Bahar'ı takip ettim.

MR çekilmiş ve Bahar'ın odasına geçmiştik. Bahar sonuçları incelerken konuşmaya başladım.
- Bahar.
- Efendim?
- Zeynep'i biliyorsun yürüyemiyor. Ama fizik tedaviyle yürüyebilirmiş. Bu konuda bize yardımcı olabilir misin?
Bahar bana dönmüş ve beni dikkatle dinlemişti.
- Ne zamandır bu haldeymiş?
- İki yıldır.
Bahar başını sallayıp konuştu.
- İki yıl önceyle şimdi aynı olmayabilir. Kaslar işlevini tamamen kaybetmediyse bir şans var tabii ama aksi bir durumda söz konusu olabilir.
Ama yine de tüm tetkikleri yapmadan konuşmak doğru olmaz.

Başımı sallayıp onayladım.
- Eğer fizik tedavi olursa masrafları ben karşılayacağım yani Ayşe teyzenin yanında paradan bahsetme olur mu?
Bahar gülümsedi.
- Hiç değişmemişsin Hazan. Hâlâ başkaları için kendini hırpalıyorsun. Bu çatlak ayakla bile .

Şaşkın gözlerle Bahar'ın yüzüne baktım. Çatlak ayakla bile mi?
Bahar yüz ifademe bakıp
- Evet Hazan ayağın çatlamış ama büyük birşey değil. Alçıya almaya gerek yok ama atel takmamız gerekecek. Bir kaç ağrı kesici yazacağım üstüne çok basmazsan 4-6 haftada iyileşir. Kalsiyumlu yiyecekleri çokça tüketmende süreci hızlandırır, dedi.
Bir çeşit felaket senaryosu dinliyor gibiydim. Artık başına geçmem gereken bir işim olması bir yana normalde de tez canlı biriydim. Bu çatlak işi hiç iyi olmamıştı.

Bahar,
- Seni anlıyorum Hazan ama bir süre sık dişini, derken ben çoktan gözümü karartmıştım. Bu çatlak beni hiçbir şeyden alı koyamazdı.

Başımı sallayıp gülümsedim.

~~~~~~~~~~~~~~
Ayağıma siyah renk bir atel takılmıştı. Bahar elime ağrı kesici için bir reçete tutuşturmuştu. Sonrada Ayşe teyze ve Zeynep bana üzgün gözlerle bakıp "geçmiş olsun" derken Bahar onları ortopedi bölümüne götürmüştü. Bense onları yine bir hastane koridorunda bekliyordum.

Cebimden telefonu çıkarıp Bora'yı aradım. İki üç çalışta açılan telefondan Bora'nın sesi duyuldu.
- Efendim Hazan? Diyen sesi bitkindi.
- İyi misin? Diye sordum. Kaşlarım çatılmıştı.
Bora derin bir nefes alıp
- İyi değilim Hazan! Neredeyse iki gündür uğraşıp duruyoruz ama Allah'ın belası sistem çöküp duruyor!

Bora ilk defa bu kadar sinirliydi.
- Sakin ol Bora. Sistem neden çöküyor?
- Doğu'daki internet alt yapısı çok zayıf . Sistemi kaldırmıyor.
- Doğu'daki alt yapının kaldırabileceği bir sistem yapman ne kadar sürer?

Bora yine derin bir nefes alıp
- Bilmiyorum. Belki bir iki ay. Ama sen çok zorlanırsın Hazan. O sistem bizim herşeyimiz. Kaç suçlu yakaladık bu sayede. Hemde normal bir savcının yapabileceğinden çok daha hızlı. Şimdi bu sistem olmazsa TKÖ denilen örgütü çökertmemiz istediğimizden uzun sürer , dedi.

Özgüvenle gülümseyip
- Ben hukuk fakültesini o sistemle okumadım Bora. Ben bir savcıyım o sistem olsa da olmasa da. O yüzden fazla kasma kendini. Buradaki alt yapının kaldırabileceği bir sistem yapmaya başla. Bir yandan da ana sistemle de uğraşın. Ben kendi başımın çaresine bakarım , dedim.

Bora ise
- Sana neden Asena kod adını verdiklerini anlayabiliyorum. Sonuna kadar yanındayım kardeşim. İçlerinden geç o şerefsizlerin, diyerek telefonu kapattı.

Geçecektim tabii. Vatanımın her karışına göz diken herkesin, bayrağıma el uzatan herkesin, adaleti ağzına sakız yapıp kaleyi içten çökertmeye çalışan herkesin içinden teker teker geçecektim. Ve bunu yapmak için elimde o sistem yoksa da arkamda bu ülkenin şanlı Türk ordusu vardı.

Bir süre sonra Bahar ,Ayşe teyze ve Zeynep'le birlikte yanıma geldi. Yüzleri gülüyordu. Sanırım herşey yolundaydı.
Yanımda durdular. Ayşe teyze gözlerinden akan yaşları silerken Zeynep'te dolu gözlerine inat kocaman gülümsüyordu.

- Ne oldu? Diye sordum heyecanla .
Bahar elini Zeynep'in omzuna koyup gülümsedi ve
- Fizik tedavi Zeynep'i yürütebilirmiş. Biraz zaman alsa da olumlu sonuç verebilirmiş, dedi.
Benimde gözlerim dolarken gülümseyip Ayşe teyzeye sarıldım. Ayşe teyze omzumda ağlarken kulağıma şöyle fısıldadı " sağol yavrum. Rabbim ayağına taş değdirmesin. Evladımın yüzünü güldürdün ya rabbim de senin yüzünü güldürsün".

Ayşe teyzeden ayrılıp gülümsedim ve Zeynep'e sarıldım. Zeynep'te kollarını boynuma dolarken " teşekkür ederim Hazan abla" dedi.
Saçlarını öptüm ve
- Sen hele bir iyileş sana bizzat kendim karate öğreteceğim. Hazır mısın çekirge? Dedim
Zeynep içten bir şekilde gülerken başını salladı.

Hastaneden çıkıp Ayşe teyze ve Zeynep'i eve bıraktım. Ayşe teyze her ne kadar evde kalıp dinlenmem gerektiğini söylese de onu dinlemedim. Eczaneden aldığım ağrı kesici ve kas gevşetici ilaçları suyla yutup adliyeye doğru yola koyuldum. Aslında gergindim. Gece adliyeye böcek yerleştirip ayağımı çatlatıktan sonra bu gerginliğim normaldi. Ama herşeyi halledecektim.
Önce şu terör örgütü tarafından gerçekleştirilen kaçırılma davasının başına geçmem gerekiyordu. Bu kolay olacaktı çünkü şimdiki savcı terörle mücadele savcısı değildi. Geçici olarak davanın başına geçirilmiş olsa da bir ilerleme kaydetmesi gerekiyordu ama evlatları kaçırılan ailelerin adliye kapısına dayandığına bakılırsa pek birşey yaptığı da yoktu.

Adliyenin önüne geldiğimde arabadan indim. Topallayarak yürümeye başladım. Adliyeye girdiğimde danışmandaki kadın bana dönmüştü. Gülümseyip " hoşgeldiniz" derken ayağıma bakıp
- Geçmiş olsun, dedi.
Teşekkür edip Cumhuriyet başsavcısının odasını sordum. Kadın en üst kata olduğunu söylerken asansöre doğru ilerledim.

En üst kata vardığımda kapısında "Cumhuriyet başsavcısı Haluk Coşkun" yazan kapıyı çaldım. Üzerimdeki İspanyol paça siyah pantolon, bol beyaz gömleğim ve uzun deri ceketimle azda olsa resmiydim.
İçeriden gelen
- Gel, sesiyle kapıyı açıp içeriye girdim. Kırklı yaşlarında, gür saçlarına yer yer aklar düşmüş, sakalsız yüzüyle, siyah deri koltuğunda üzerindeki gri takımıyla oturan adam beni görünce ayaklanıp
- Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu? Dedi sorar gibi çıkan sesiyle.
- Evet başsavcım, dedim.
Masanın önündeki koltuğu gösterip
- Buyrun lütfen, dedi.
Koltuğa oturup başsavcıya döndüm.
Başsavcı birşey içip içmediği mi sorarken istemediğimi söyledim. Ve konuya nereden gireceğimi düşünmeye başladım . Ta ki başsavcı konuya benden önce girene kadar .

- Kim olduğunuzu biliyorum savcım. Ankara'dan haber geldi. Size elimden gelen bütün yardımları yapacağımdan şüpheniz olmasın. Dava dosyaları ve dava dilekçesi en kısa sürede elinizde olacaktır.
- Teşekkür ederim.
- Rica ederim. Diğer yetkili mercihlerinde olanlardan haberi var. Davadaki savcı değişiminde hiçbir sorun yaşanmayacak.
- Başsavcım, adliyedeki savcı veya avukat yada diğer personellerin benden haberi olmasın. Yani aramızda kalırsa memnun olurum.
- Tabii ki de. Ankara'dan gerekli uyarıları aldık. Merak etmeyin. Sadece üst mercihlerin haberi var. Hepside güvenilir insanlardır.

Başımı sallayıp aklıma takılan şu soruyu sordum;
- Peki bu davanın başındaki savcı kim?
- Hakan Çınar.
Şaşırmıştım ama şaşkınlığımı yüzüme yansıtmadan sadece başımı salladım.
Başsavcı sözlerine
- Kaçırılma olaylarının arkasında terör örgütünün olduğunu zaten biliyoruz. Savcı Hakan Çınar terörle mücadele savcısı olmadığı için soruşturmanın size geçmesi olağan zaten. Kendisi şuan adliyede yok ama sorun çıkaracağını zannetmiyorum.

Ben aynı fikirde değildim. Sorun çıkaracaktı. Ayrıca adamın şuan adliyede olmaması taktığım böceğin şimdilik bizimkilerin işine yaramadığı anlamına gelirdi. Bu sefer işimiz zor olacağa benzese de bir yerden ipin ucunu yakalarsak gerisi çorap söküğü gibi gelirdi.

Başsavcıyla el sıkışıp odadan çıktım. Asansöre binip bir alt kattaki odama geçtim . Kendimi odadaki deri koltuğa bırakırken ayağım zonkluyordu. Ayağımdaki ayakkabıyı çıkarıp ayağımı koltuğa uzattım.

O sırada telefonum çalmaya başlamıştı. Cihan abi arıyordu.
- Efendim Cihan abi?
- Hazan iyi misin?
- İyiyim seni sormalı.
- Bırak şimdi beni Hazan. Ayağını çatlatmışsın. İyi misin gerçekten?

Şaşkınlıkla gözlerim açılırken zihnimde nereden öğrendiğini sorguluyordum. Kesin hastanede bizden biri vardı. Bahar mıydı yoksa Filiz mi? Bahar olsa anlardım. Filiz olma ihtimali de çok düşüktü.

- İyiyim abi de sen nereden öğrendin? Hastanede bizden biri mi var?
- Evet bizden biri var Hazan ve ben kardeşimin yaralandığını ondan öğreniyorum. Niye söylemedin?
- Önemli birşey değil çünkü. Ayrıca kim hastanedeki?
- Harun Soydan diye biri. Beyin cerrahı.

Harun Soydan... Bahar'ın kocası.

Cihan abi
- Neyse ne. Hazan biliyorsun sistem Doğu'da tam olarak kurulamıyor. Sende herşeye tek başına yetişemeyebilirsin. En azından yanında teknolojik olaylarda sana yardımcı olabilecek biri olmalı diye düşündük. Bu yüzden yanına birini yollamaya karar verdik , derken kaşlarım çatıldı. Yinede karşı çıkmayı düşünmedim.
- Kim ?
- Yabancı biri yani türk değil. Koreli bir bilgisayar mühendisi aynı zamanda hacker. Adı Kim Chin Mae. Biraz tuhaf biri serseri tipli falan ama çocuk resmen deha.

Derin bir nefes alıp verdim.
- Türkçe biliyor mu bari abi?
- Biliyor merak etme. Bir iki güne gelir zaten. Sana haber veririm. Neyse geçmiş olsun. Dikkat et kendine.

Telefonun kapanmasıyla odamın kapısı çaldı.
- Gel , diye seslenişimle içeriye elinde bir sürü dosyayla bir kadın girdi. Karşımda dikilip hafif bir tebessümle
- Bunları size getirmemi Başsavcım istedi, dedi.
Bende hafif gülümseyip
- Masanın üzerine bırakın lütfen dedim.
Kadın beni başıyla onaylayıp dosyaları masanın üzerine bırakırken üşüdüğümü fark edip kadına
- Pardon acaba çay ocağı nerede? Diye sordum.
Kadın ise
- Masanın üzerindeki telefondan sıfıra basınca çay ocağına bağlanabilirsiniz, derken kadına teşekkür ettim.

Oturduğum yerden kalkıp masaya geçtim. Üzerimdeki deri ceketi çıkarıp en üste duran mavi dosyayı elime aldım. Kaçırılan çocuklar hakkında bilgiler vardı dosyalarda.
Elimdeki dosyada "Muhammet Esari" adında bir çocuk vardı. Onyedi yaşında bir lise öğrencisi olduğu belirtiliyordu. Yaklaşık bir yıldır kayıptı. Dosyada yazılanlara göre birgün okul çıkışı ortadan kaybolmuştu. Okul arkadaşlarından alınan ifadelere göre bir süredir okula gelmiyordu. Ailesinin söylediğine göre ise her sabah okula gitmek için evden çıkıyormuş. Ayşe teyzenin kendi oğlu için anlattığı hikayeye çok benziyordu. Büyük ihtimalle bu çocukta Ayşe teyzenin oğlu gibi kaçırılmamış lakin kandırılmıştı.

Telefondan sıfırı tuşlayıp çay söylerken bir sonraki sayfaya geçtim.

Cemile Altuntaş

On dokuz yaşında bir genç kız. Okumuyor. Bir gün çarşıya gidiyorum diyerek evden çıkıp geri dönmemiş. Ailesinin ifadesine göre çarşıya gitmek dışında evden çıktığı yokmuş . Kendi halinde bir kızmış. Yaklaşık üç aydır kayıp .

Bir kızın o şerefsizlerin elinde olması canımı sıkmıştı. Dosyadaki resmine bakılırsa çokta güzel bir kızdı Cemile.

Onlarca dosya vardı burada. Onlarca can. Kaçı erkek kaçı kız bilmiyordum. Her ne olursa olsun onları kurtaracaktık lakin bilmediğim birşey daha vardı; kaçını canlı kaçını ölü bulacaktık? Kaçının bedeni hayatta olsa bile ruhu da hayatta olacaktı? Kaç ailenin yüzü gülecek kaç ailenin ocağına ateş düşecekti? Bilmiyordum.

Çayımı getiren kadına teşekkür edip bütün dosyaları teker teker inceledim. Çoğu ya lise öğrencisi ya da üniversite öğrencisiydi. Kız çocuklarının çoğunun tahsili yoktu.
Derin bir nefes alıp son yudumu içtiğim çay bardağını masanın üzerine bırakıp en son kaçırılan " İnci Kadıoğlu" 'nun dosyadaki ev adresine gitmek için ceketimi alıp adliyeden çıkacakken artık soruşturmanın Hakan Çınar'dan bana geçtiğini gösteren belgede elime ulaşmıştı.

Adliyeden çıkıp arabaya bindim. Navigasyona adresi girip yola koyulurken ayağım hâlâ beni zorluyordu.
Öylece sakin bir şekilde akan trafikte ilerlerken gittiğim evde nasıl bir ortamla karşılaşacağımı merak ediyordum. İnci Kadıoğlu adlı kız yirmi yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Bir aya yakındır kayıp olduğu yazılıydı dosyasında. Ama yinede ailesini dinlemek istiyordum. Belki yeni birşeyler öğrenebilirdim.

Bir süre sonra gecekonduların bulunduğu bir mahalleye girdim. Evlerin çoğunun bakımsız bahçeleri vardı. Hava yağmurlu olduğu için etrafta kimse yoktu. Evlerin bacalarından çıkan dumandan yayılan kömür kokusu mahalleyi sarmış hafif açık olan camdan burnuma doluyordu.
Arabadan inip ağaçlardan düşen yaprakların çamura karıştığı yolda yavaşça yürümeye başladım. Islanıyor olsam da bunu umursamadan kapı numarası 21 olan evi arıyordum.

Mahallenin biraz daha içine doğru ilerleyince duvarları yeşil boyalı, çatısında kiremitleri olan 21 numaralı evi buldum. Yıkık dökük bahçe kapısını ittiğimde bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Aksayan ayağımla çamurlu bahçeye giriş yaptım. Bahçede yaprakları tamamen dökülmüş bir ağaç , ağacın altında da oturmak için yapılmış bir veranda vardı. Bahçe kapısından evin önüne kadar uzanan kilit taşları dışında kalan yerler çamur içindeydi.

Evin siyah renkli demir kapısına yumruk yaptığım elimle vurup beklemeye başladım. Birkaç saniye sonra evin içinden ayak sesleri ve ardından da demir sürgünün çekilme sesi gelirken kapıyı ellili yaşlarında , başında kara yazması olan gözleri ağlamaktan kanlanmış bir kadıncağız açtı.
Kadın beni baştan aşağı incelerken kim olduğumu sorgular gibiydi.

Derin bir nefes alıp konuştum;
- Merhaba Hacer hanım ben savcı Hazan Hilal Türkoğlu. Sizinle İnci Kadıoğlu hakkında konuşmak için gelmiştim. Müsait miydiniz?

Kadının gözleri parlarken
- İnci'mden yavrumdan haber mi var? De hele kızım, diyerek ağlamaklı bir ses tonuyla ellerimi tuttu.

İçim sızlamıştı kadının bu haline.
- Malesef, dedim kısık çıkan sesimle.
Kadının umutları yıkılmışcasına gözlerindeki parıltı sönerken,
- Buyrun içeriye geçin , dedi.

Başımı sallayıp ayakkabılarımı çıkarırken kadının gözleri üzerimdeydi. İçeri geçtiğimde ise kadın kapıyı kapatıp bana eliyle yolu gösterdi. Girdiğim oturma odasında siyah tüplü bir televizyon, köşede yanan bir soba, karşılıklı iki çekyat , yerde ise dokuma bir kilim vardı.

Kadın oturmam için yer gösterirken gösterdiği yere oturdum. Hacer hanım omuzları çökmüş bir vaziyette yüzümü inceleyip
- Üşümüşsündür evladım. Ben sana bir bardak çay koyayım, dedi.
- Zahmet etmeyin, diyerek karşı çıksam da kadın çoktan mutfağa gitmişti.
Gözlerim duvarda asılı çerçevelere kayarken bu fotoğrafların İnci'nin mezuniyetine ait olduğunu anlamam uzun sürmedi. İnci fotoğrafların hepsinde gülümsüyordu.

Kadın odaya girerken elindeki çay bardağını önümdeki sehpanın üzerine koydu. Ve karşımdaki çekyata oturdu.
Gözlerimi etrafta gezdirip, söze nasıl gireceğimi düşünürken elime aldığım çay bardağından bir yudum içtim.

Ve söze girdim
- Aslında söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum.
Kadın
- İstediğin yerden başla evladım , dedi.
Derin bir nefes alıp
- Hacer hanım artık İnci ve diğer kaçırılan insanların davalarına ben bakacağım. Açıkçası buraya da sizden bildiklerinizi anlatmanız için geldim. Sizin için zor biliyorum ama ne biliyorsanız anlatın lütfen, dedim.

Hacer hanım yorgun bir sesle konuşmaya başladı.
- Bu davaya gelen üçüncü savcısın. İlki terörist çıktı . İkincisi de habire bizi oyalayıp durdu. Ben artık gelenden de gidenden de umudumu kesmişim. Yine de anlatayım. İnci'm kaybolalı üç hafta dört gün oldu. Bir sabah üniversiteye gitmek için evden çıktı. Yavrum öğretmen olmak isterdi. Babası karşı çıktı okumasına. Evlensin dedi ama ben kızımı okuttum. İşte o sabah evden gitti bir daha da dönmedi.

Hacer hanım susup gözlerindeki yaşları silerken
- Peki son zamanlarda kızınız da bir tuhaflık var mıydı? Diye sordum.

Kadın burukça gülümseyip
- Niye sordunuz? Yoksa sizde öbür savcı gibi kızımın aşığıyla kaçtığını mı düşünüyorsunuz? Dedi.

Telaşla
- Hayır ben sadece kandırılmış olabilir diyorum. Bakın böyle çok vaka var . Okul çağındaki gençleri kandırıp götürüyorlar. Lütfen beni yanlış anlamayın sadece yardımcı olmaya çalışıyorum, dedim.

Kadın başını sallayıp burnunu çekti. Ve
- Kızımda bir tuhaflık yoktu. Benim İnci'm okuldan eve evden okula giderdi. O şerefsizler kaçırdı kızımı. Evladımı bulun artık. Benim dayanacak gücüm kalmadı, derken ağlamaya başladı.

Oturduğum yerden kalkıp kadının yanına otrudum. Bir süre kadını teselli etmeye çalışsam da pek başarılı olamamıştım.
Kadın biraz kendine gelince
- Kızınızın odasını görebilir miyim? Diye sordum.
Kadın yerinden kalkıp bana odayı gösterirken bir süre odayı incelesemde birşey bulamamıştım.

Odadan çıkıp kapıya yönelirken peşimden gelen kadına
- Ben artık gideyim , diyerek ayakkabılarımı giymeye başladım.

O sırada bahçe kapısından kabadayı tipli bir adam girdi. Hacer hanımın tedirgin olduğunu hissetmiştim. Adam yanımıza gelip kadına
- Bu kim ? Diye beni sordu.
Hacer hanım ise çekingen bir sesle
- Savcı , dedi.
Adam sinirli Bir şekilde kadına bakıp sonra bana döndü.
- Birşey yaptığınız yok zaten bir de bizi rahatsız edip durmayın! Bir daha buraya gelmeyin! Dedi ve Hacer hanımla beraber içeriye girip kapıyı kapattı.
Bu adamdan hoşlanmamıştım. Kızı kayıp olan bir babanın evladını bulamayan bir savcıya kızışı değildi bu hâli. Ortaya çıkmasından korktuğu birşeyler var gibiydi.

Derin bir nefes alıp bahçeden çıktım. Arabaya binerken son bir kez eve baktım. İnşallah adam kadına şiddet uygulamazdı. İçimden bir ses " keşke buraya gelmeseydim" derken gaza basıp yola koyuldum.

En azından bir yerden başlamıştım.

💧💧💧💧💧💧💧

 

Loading...
0%