@yildiz5807
|
1.BÖLÜM-TEHTİT Bu hayatta herkesin uğruna çabaladığı bir hedefi vardır. Bir amacın olmazsa sabah gözünü açmak bile anlamsız gelir insana. Günler döngüye girmiş gibi hepsi aynı geçer günlerin nasıl akıp gittiğini bile anlamak mümkün olmaz. Oysa hayatta bir amacı olanlar kendini geliştirmeye hedefini yerine getirmeye, insanlara iyilik yaymaya çabalar, mutlu olur. Benim bu hayattaki amacım iyi bir avukat olup haklıların, sesini duyuramayanların seslerini herkese duyurmaktı. Dışarıda onlarca serbest halde dolaşan tacizciler varken, masum kadınlar yaşadıkları ve hayatları boyunca atlatamayacakları travmaların üstesinden gelmeye çalışırken onlar sokaklarda başka kadınlara travma bırakmak için ellerini kollarını sallayarak gezemezlerdi. Haberlerde onlarca kadını çaresiz bir şekilde izleyip de bu duruma el atmamaya nasıl gönlüm razı olurdu? Razı olmadı tabiki. Bu olayların haberlerden düşmediği günlerde hukuk okumak hedefim haline geldi. Bunu başardım, mesleğimi elime aldım ve sorunsuz şekilde ilerletiyorum. Şükür. İkinci hedefim ise olabildiğince babama benzemeye çalışarak Kung-fu konusunda kendimi ilerletmekti. Hedefler, amaçlarımız, hayat felsefemiz.... bizi ayakta tutar. Benim hayat felsefem ise insanlara doğruyu yaymak, haklıların arkasında durmak ve kötülüğün ele geçirmeye çalıştığı dünyaya küçük de olsa iyilikler katarak güzelleştirmeye çalışmaktı. Küçük dedim ama ruhen o kadar büyük bir huzur ki... Yolda yürürken ayağıma sürtünen kedinin başını okşayınca, Kütüphaneye girerken görevliye veya sokakta yürürken bakıştığım küçük bir çocuğa gülümseyince onların da karşılık olarak bana gülümsemesi bile verilebilecek en küçük örneklerden. Bunlar da iyilik değil mi? Bence öyle... İyilik yapmak için illaki yüklü bir miktar para bağış yapmak değil ki mesele. Asıl mesele manevi olarak insanlarda ve kendimde oluşmasına vesile olduğum kısa süreli mutluluğun getirdiği gün boyu gelen huzur. ✨️✨️✨️✨️✨️✨️ Uyanır uyanmaz aceleyle yataktan kalkıp kahvaltı yapmaya bile tenezzül etmeden üzerime rasgele bir şeyler takıp arabamla adliyeye doğru yola çıktım. 20 dakika daha uyusaydım İstanbul’un katlanılmaz trafiğine takılıp işe geç kalacaktım. Adliyeye girer girmez menajerim hem de bu zamana kadarki en yakın dostum olan Aslı, takibinde olduğum dava ile ilgili son gelişmelerin olduğu dosyaları getirip masama bırakınca ondan uykumu açması için sert bir kahve isteyip masamdaki dosyayı incelemeye koyuldum. Tek çocuklu bir mafya örgütü lideri Adnan Demirbaş, oğluyla birlik olup kendisinin eskiden birliktelik yaşadığı kadını öldürmüştü. Adnan Demirbaş eşinin, oğlu ise öz annesinin katili olmuştu iddialara göre. Bunu bilen, ölen kadının kardeşi de dava açmıştı. Ne zamandır polis tarafından yakalanmaya çalışılan ve sürekli başarısızlıkla sonuçlanan mafya örgütü birde benim başıma kalmıştı. İşimin bir hayli zor olacağı kesindi. Adliyedeki işlerimi bitirdikten sonra kendi davam üzerine daha fazla çalışmak için kütüphaneye gitmeye karar verdim fakat, yolda canım en sevdiğim karamelli çikolatadan çekince önceliğim markete uğramak oldu. Çikolata yemek, hem enerjimi kazanmama yardımcı oluyor hem de sebepsizce beni mutlu ediyordu. Kütüphaneye girdiğimde beni, müptelası olduğum yoğun kitap kokusu karşıladı. Sessizlik hakim olan kütüphanede her zamanki oturduğum cam kenarındaki boğaz manzaralı masaya yerleşip dosyanın üzerinde kafa yormaya başladım. Bir delil bulmam lazımdı. Onların suçunu kanıtlayabilecek bir görgü tanığım bile yoktu. Kafam patlama noktasına gelmişken saatin yeni farkına varıp Kung-fu dersine gitmek için eşyalarımı toplamaya koyuldum. Afiyetle yediğim çikolatanın çöpünü çöpe atıp masanın yanından çıkışa doğru ilerlerken ahşap masanın üzerinde dörde katlanmış küçük kare bir kağıt fark ettim. Benim düşürdüğümü zannederek masaya doğru ilerleyip bakışlarımı kağıdın içindeki yazıya odakladım. “Güvende olduğun, güzel bir geleceğin olsun istiyorsan bu davanın peşini bırak.” Notu okuduktan sonra dudaklarım alay edercesine yukarı kıvrıldı. Artık bu tarz notları okumaktan sinirim bozulmuştu. Çoğu zaman kimden geldiğini bilmediğim korkutma amaçlı notlar alıyordum. Bu notu da dert etmemeye karar verip kağıt parçasını cebime sıkıştırdım. Fakat notu bırakan kişinin mafya örgütü olduğu aklıma gelir gelmez tüylerimin ürpermesine engel olamadım. Onlar korkutma amaçlı yapmazdı, uyarır sonra da icraata geçerlerdi. Şüpheli görünen biri var mı diye etrafıma bakınınca kitap raflarının önünde şapkası kapalı kısa kollu bir sweat giymiş, arkası dönük olsa bile hafif çevirdiği başıyla insanları gözetleyen adam dikkatimi çekti. 1.75 veya 1.80 boylarındaydı. Saçlarını göremiyordum fakat kafasındaki şapkadan anladığım kadarıyla kısa saçlara sahipti. Sol bileğinde hilal ayın ortasını delip geçen bir kılıç şeklinde dövmesi vardı. Aradan geçen birkaç saniye sonra bir kaç adım atıp baktığı yönde bir raftan kitap seçti. Ben, insanlara baktığını zannederken kitaba bakıyormuş meğerse. Gözüm istemsizce saate kaydığında spora bir hayli geç kaldığımı fark edince arabada spor çantamın bulunmasına sevinerek aceleyle kütüphaneden çıktım. Kalbimde büyük bir yer kaplayan spora geç kalmak istemiyordum fakat geç kalmak bir türlü bırakamadığım sinir bozucu huylarımdandı. Şükürler olsun spor Hocam Başak Hanım geç kalmamı sıkıntı etmemişti. Artık rutin haline gelen ısınma hareketlerinden sonra çalışmaya başlamıştık. Bir saatin sonunda pestilim çıkmış vaziyette salondan ayrılıp eve girer girmez yorgunlukla kendimi koltuğa attım. Biraz dinlendikten sonra, davacı, aynı zamanda da cinayete kurban giden kadının kardeşi Eda Hanımı arayıp birkaç resmi selamlaşmadan sonra konuya girdim. “Tehdit ediliyorum, onlara karşı kullanabilmem için bana birkaç bilgi vermeniz gerekiyor önemli önemsiz fark etmez ne biliyorsanız her şeyi tekrar anlatın lütfen. Bu konuşmayı 2. defa tekrarladığımın farkındayım fakat, belki söylediğinizi zannedip dikkatinizden kaçan bir yer vardır.” Sözlerimin ardından olayı tekrar özet geçmeye başlarken bende elimde defterim ve kalemimle anlattıklarına kulak kesildim. “Adnan’ın, kardeşim Tuğba’dan bir çocuğu var. Tuğba çocuğu Adnan’a bıraktıktan sonra İngiltere’ye, benim yanıma geldi. Çocuğun adının Baran olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Bir süre bende konakladı ve iş bulup gerekli sermayesini biriktirdikten sonra kendine bir ev tuttu. Bir sene içerisinde sürekli Adnan’dan mektuplar aldığını söylediğini hatırlıyorum. İlk başta tehdit mektupları gönderdiğini fakat sonradan bir anda yumuşadığını söylemişti. Adnan’ın davetiyle Türkiye’ye döndü ve devamı bildiğiniz gibi. Türkiye’ye gittiğinde evine varmak için bindiği taksi bombalandı. Bu normal bir ölüm olamaz. Sizde iyice üzerinde durursanız benim fikrime katılacağınızı düşünüyorum. Kardeşim vefat etmeden önce son görüşmemizde Tuğba bana çocuğun Adnan için çalıştığını duyduğunu söyledi. Hatta birkaç sene önce bir fotoğraf da bulmuştu 9 yaşındaki haline ait, fakat daha sonra Adnan’a sinirlenip attığını hatırlıyorum. Nur yüzlü kumral saçlara sahip çok yakışıklı bir çocuktu.” “Daha belirgin bir özelliği var mıydı. Bir leke, yara gibi...” “Emin değilim çok uzun zaman oldu ama fotoğrafta diz kapağının biraz üstünde dikiş izine benzer bir iz vardı.” Elime çok güzel bir bilgi geçmişti. “Yurt dışına taşınalı ne kadar oldu?” “24 sene oldu” diye cevapladı Eda Hanım. Kadının dediklerini harfi harfine kağıda yazmıştım. “Teşekkürler Eda hanım istediğim bilgiye ulaştım. İyi akşamlar.” dedikten sonra telefonu kapattım. Adnan Demirbaş’ın 1 değil 2 çocuğu vardı. Herkesten sakladığı çocuğunun, Baran Demirbaş’ın yaşadığını bilmek ve herkese duyurmakla tehdit etmek can güvenliğimi sağlar mıydı? Bence evet, sağlardı. ⚓ Sabah bir ürpertiyle uyandığımda koltukta uyuyakaldığımı fark ettim. Üstüme örtü almadığım gibi birde cam açık kalmıştı. Spora gittiğim günler yorgunluktan uyuyakaldığım zamanlar artmaya başlamıştı. Birkaç ay önce kendime bu evi bulmuştum fakat hala bir ev arkadaşım yoktu. Evdeki derin sessizlik içinde kahvaltı yapmaktansa dalga seslerini dinlemeyi tercih ederek kendime bir tost hazırladıktan sonra yanıma da sürükleyici olduğunu düşündüğüm bir kitap alıp sahile indim. Evden çıkmadan önce yanıma aldığım kilimi güneşin tüm sıcaklığını çekmiş kumların üzerine serip kahvaltımı yaparken biryandan da dalgaların sesi eşliğinde getirdiğim kitabı okumaya başladım. Genelde insanlar telefondan videolar izleyip kafa dağıtmayı seviyor ama ben kitap okumayı tercih ediyordum. Farklı düşünce tarzlarını tanıyabilecekken, farklı evrenlere geçiş yapabilecekken sanalda takılı kalmak ne kadar mantıklı? Bu, tabii ki hiç telefona bakmadığım anlamına gelmiyor elbette herkes gibi takip ettiğim bazı kanallar var. insanlar hayatlarında gerçekleştiremediği yada olmasını çok istediği konularda kitap seçerler. Kimse ben hayatımdan tam anlamıyla mutluyum diyemez. Kimi aşkı, kimisi ise hayatındaki sadelikten sıkıp gerilim dolu bir hayatı yaşamayı ister. Bence çoğu insan asıl kitap okumanın ne demek olduğunu hala bilmiyor. Asıl kitap okumak denilen şey o satırlarla bütünleşmektir, sevdiğin satırların altını çizip belki birkaç sene sonra hatırlamayacağını, umursamayacağını bile bile özenle post-it yapıştırmak, fotoğrafını çekmektir. Kitaba yaşanmışlık bırakmaktır. Tabii ki bu bir zevk meselesi ve bu zevki yaşayabilenler çok şanslılar. Afiyetle yediğim tostum bittikten sonra elimde kilimle huzurla evime doğru yürürken telefonum çalmaya başladı. Pantolonumun arka cebinden telefonu çıkarıp kimin aradığına baktım. Arayan Aslı’ydı. Telefonu kulağıma dayayıp Aslı’nın diyeceklerini dinlemeye başladım. Fazla samimi olduğumuz için selam sabah vermeden söze girdi. “Alper son kazandığı dava için kutlama yapıyormuş. Evine gelmiş ama seni bulamamış beni davet ederken seni de çağırmamı söyledi.” Senelerdir tüm avukatların çözemediği davayı sadece çok küçük bir ayrıntıyı dikkate alarak çözüme kavuşturmuştu Alper. Asla bu kadar abartıp bir kutlama düzenleyeceğini düşünmezdim. Fakat söz konusu Alper’di, ondan her şeyi beklerdim. Aslı’nın sesi heyecanlı geliyordu. Hem Alper’le de ne zamandır görüşemediğimiz , hem de Aslı’nın bu heyecanlı halini kırmamak için teklifi kabul etmeye karar verdim. Zaten benim de kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. “Ne zamanmış?” “Bu akşam sekizde, sen yedi buçuk gibi hazır ol, arabayla seni alırım. Çok süslenme bak yıkarsın ortalığı.” Aslı’yla konuşmamız bittiğinde bende evin kapısının önüne gelmiştim. Anahtarı takıp içindeki hayaletlerle kendi sessizliğinde boğulan evime girdiğimde sahilde dalgaların huzur verici sesiyle depoladığım tüm enerji içerdeki sessizliğin doğurduğu hayaletler tarafından emilmişti. Sessizlik çoğu zaman huzur vericiydi fakat bugün buna tahammülüm yoktu. Telefonumdan en sevdiğim şarkılardan birini açıp eve ses getirdikten sonra dün toplamam gereken evin dağınıklığını müziğe eşlik ederek toplamaya başladım. Mavi gri grubunun enerjik şarkılarından olan “Aklımı Kaçırdım” çalıyordu. Aklımı kaçırdım senle güzelim Nerede bulsam Düşüp yolluna kollarında gezeyim Nerede olsan gelirim Neredeysen ... Aslı’nın gelmesine çok az bir vakit kaldığını fark edip üzerime yapışan, dar ve diz kapağından ayaklarıma kadar boydan boya yırtmacı olan siyah bir elbise giydim. Dolabımın içi çiçekli ve desenli elbiselerle dolu olmasına rağmen bugün tercihim siyahtan yana olmuştu. Hava soğuk olmadığı için üşüyeceğimi de düşünmüyordum. Kalçalarıma kadar uzanan kestane rengi saçlarımı dalgalandırıp, elbiseme uyumlu olması için koyu renk bir makyaj yaptıktan sonra pencereden Aslı’nın geldiğini görünce hemen çantamı alıp dışarı çıktım. Aslı tozpembe kalem elbise giyinmiş sapsarı Güneş’i anımsatan saçlarını da topuz yapıp kurdele şeklindeki küpelerini ortaya çıkaracak şekilde üstten toplamıştı. Sanki birimiz gece birimiz gündüzü simgeliyorduk. Ben arabaya biner binmez gözleri fal taşı gibi açıldı. “Harika görünüyorsun” son heceyi uzatarak söylemişti. “Tüm gözleri üzerine çekeceksin.” Aslı abartmayı severdi ve bugün de abarttığı günlerden biriydi. Kibarca “Teşekkür ederim sende bir o kadar harikasın.” diye karşılık verdikten sonra yola çıktık. Aslı’nın muavinliğini yapıp telefondan şarkı seçerek arabada son ses dinlerken tüm yol göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti. Alper’in evinin bahçesi o kadar büyüktü ki en uzak akrabasına kadar çağırmış olabileceğini düşündüm. Trafik yüzünden geç kaldığımız için masalarda tek tük yer kalmıştı. Etraf mumlarla donatılmış, rengarenk çiçeklerle görüntü taçlandırılmıştı. Güzel görünüyordu fakat ben bu abartılı ortam karşısında yüzümü buruşturmuştum. Köşede bir masa gözüme takıldı ve diğer masaların aksine bu masada oturan bir kişiyi saymazsak boş görünüyordu. Aslı’yı çekiştirerek adamın yanına kadar ilerledim. “Merhaba, eğer beklediğiniz birisi yoksa arkadaşımla birlikte buraya oturabilir miyiz?” Adam bir süre suratıma baktıktan sonra hafif bir gülümsemeyle teklifimi kabul etti. Başımla teşekkür ederek Aslı ile birlikte boş sandalyelere yerleştik. Alper’in bize yer ayırması gerekiyordu. Ne de olsa üçümüzün arkadaşlığı liseye dayanıyordu. Üstelik üniversitelerimiz de aynıydı. Bu tavrına biraz kırılsam da ortamı bozmamak için ses çıkarmamaya karar verdim. Eminim ki kargaşa yüzünden aklından çıkmıştı. Yoksa Alper çoğu zaman düşünceli bir adam olmuştu. Karşımdaki adam kumral, kıvırcık saçlı, tahminen 1.90 boylarında, kaslı birisiydi. Üzerinde siyah bir gömlek ve aynı renkte pantolonu vardı. Görünüşünden yola çıkarak asker yada sporcu olabileceği fikri zihnime doldu. Hayatında hiç erkek görmemiş biri gibi adama bakmaya devam edersem dikkat çekeceğimi düşünerek kafamı farklı yöne çevirdim. Kısa bir süre sonra onun bakışlarını üzerimde hissettim. Kafamı çevirmesem de görüş alanımın içindeydi. Bakışlarından rahatsız olunca bir sorun mu var dercesine ona dönüp kaşlarımı havaya kaldırdım. Oda aynı şekilde bana bakarak kaşlarını kaldırınca bir sona varamayacağımızı anlayıp kahverengi gözlerimi ela harelerinden ayırdım. Elimde tuttuğum telefonum gelen mesaj bildirimiyle titrediğinde kalabalıktan uzaklaşarak arkadaşım Hülya’dan gelen mesajı açtım. Hülya benim gibi okumayı seviyordu ve onunla her gün sırayla birbirimize karşımıza çıkan şiirleri veya hoş sözleri atıyorduk. Dün benim attığım söz üzerine konuştuktan sonra Bugün sıra ondaydı ve Cemal Süreya’dan bir söz atmıştı. Yeni attığı sözü okumadan önce dünkü mesajları gözden geçirirken bahçenin daha sakin ve denizi gören tarafına doğru yürüyordum. Ne kadar yürürsem yürüyeyim müzik sesinden kurtulamamıştım. Derya: Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnızız / Stefan Zweig Hülya: Yalnız insan kimseye bağlı kalmıyor, hayatını kimseye göre şekillendirmiyor. Sadece kendisi, sadece kendi özgürlüğü... Vay be iyi demiş Zweig. Derya: Gerçekten etkileyici Sıra bugünkü söze gelmişti: Hülya: Saçınızın ucu kırılsa kendine dert edinecek adamları sevin. Merhamet bir adama yakışan en güzel şeydir... / Cemal Süreya Paragrafı kaçıncı kere baştan sona okuduğumu sayamazken sabırsızlanan Hülya cevap isteyerek beni mesaj yağmuruna boğmaya başladı. Derya: Ayy, tuttum bunu ben. Hem merhameti olmayan adam karşısındakini de kendisini de mutlu edemez. Merhamet, vicdanın kardeşidir. Ama merhamet sadece erkekte değil herkeste olması gereken bir duygudur. İnsan küçücük bir kediye bile merhametle yaklaşmalıdır. Hülya: KESİNLİKLE ;) Oturduğum sandalyede boğaz manzarası karşısında şiiri tekrar okuduğum sırada arkamdan birinin yaklaştığını hissedip telefonu kenara bıraktıktan sonra sesin sahibini öğrenmek için kafamı çevirdim. Az önce aynı masayı paylaştığımız kumral saçlı beyefendi yanımdaki sandalyenin önünde durmuş benden oturmak için izin istiyordu. Telefonumu çekip oturması için yer açtım. Açık olan ekranı görmüş olacak ki “Cemal Süreya” dedi müziğin sesini bastırmak için biraz yüksek sesle. “Sever misiniz?” “Evet, birkaç şiirini okumuştum.” dedim daha adını bile bilmediğim şiir sever beyefendiye. “Ben Derya Alkan.” Tanışmak amacıyla elimi uzattım. “Bende Deniz Göksun, memnun oldum.” Sıcacık elini sıkarken yüzünü daha yakından inceledim. Pürüzsüz bir yüzü, kumral saçlarına çok yakışan ela gözleri, dolgun dudakları vardı. Yeni tıraş ettiği sakallarıyla da oldukça göz alıcı görünüyordu.
|
0% |