@yildiz_sena
|
"Baba benimle uyu, baba benimle uyu.." diye bir kız çocuğu sesi yankılanıyor zihnimin en derinlerinde. Bu ses çok tanıdık bir o kadar da değil. Daha önceden duyduğun bir şarkıyı - belki de ismini bile bilmediğin, sokakta yürürken bir mekânda çalan veya bir başkasının mırıldandığı- hatırlamaya çalışmak gibi bir his bu. Masum, isteğinin gerçekleşmesine olan umut dolu bir ses. Kendimi bile tanımıyorum bu sesi nereden hatırlayayım. İnsan kendi hakkında hiçbir şey bilmediğinde söyleyecek bir şey bulamıyor. O zaman ben yok muyum? Anıların yoksa yoksundur. Ama varım, buradayım. Burası neresi? Bilmiyorum. Gözlerimi açabilecek kuvveti henüz kendimde göremiyorum. Korkak biriyim sanırım. Canım da biraz tatlı galiba. Bunu nereden çıkardım? Henüz var olamadan yok olmaktan korkmamdan. Hiçbir şeyim yokken bile yaşamak istiyorum. Belki de bu gerçekleri öğrenme merakım bunu kamçılıyor. Gerçekler… Yalanlar var mı ki sanki. Var. Yani belki de gerçektir, ismim falan. Hatırladığım tek şey o deli hastanesindeki bulanık günler. İlker' in hep yanındayım diyip beni arkamdan bıçaklaması. Belki de beni kurtarmak istiyordu. Yanmaktan… En son her yeri, her yerimi sarmış alevler… Kapı açıldı, biri geliyor. Biri değil birileri. Fazla ayak sesi var. Gözlerimi açmaya hazır değilim. Tepemde hissettiğim karartı - gözlerim kapalıyken görebiliyorum, bu da bir yetenek sayılmalı- korkunç lan. Lan mı? Tepki verme. "Profesör, durum nedir?" diyen kimse çok tatlı bir sesi var. Uzun saçlı, kumral, pembe yanaklı bir kadın olmalı. "Korkunç" yooo. "Sana sormadım profesöre sordum." dedi yine tatlı sesli kadın. Başımda dikilenden küçük bir kahkaha geldi kulaklarıma. Yorgun ama kabul etmeliyim ki karizmatik bir gülüştü. "İyi görünüyor." beni iyi görüyor demek. Ben onu göremiyorum. Gözlerimi açsam mı? "Ne zaman uyanır tahmini?" bu kız da baya meraklıymış. "Aman uyanmasın korkunç cadı." neeeeeeeee! Cadı mı? Gözlerimi açıp hızla yatakta doğrulduğumda az önceki tahminlerimle alakası olmayan sarışın, küt saçlı, yeşil gözlü kadın ve kumral, çakıl taşı gibi mavi gözleri olan boydan zengin adam korkuyla iç çektiler. "Ben korkunç demiştim." diye söylendi çakıl taşı göz. Yine o yorgun ve karizmatik kahkaha kulaklarımı şenlendirince yanımda dikilen profesöre yüzümü çevirdim. Ve yutkundum. "İyi misin?" dedi gülümseyerek. "Bilmiyorum" diyebildim. "Ama sinirli olduğum kesin." gözlerimi kısarak az önce bana korkunç ve cadı diyen kemikli yüzün sahibine döndüm. "Benden uzak dur. Bak valla. Korkunçsun. Yanıyordun kızım." kaşlarımı çatarak nefes verdim ve profesöre yeniden baktım. Siyah, ön kısmını geriye doğru kıvırdığı düz saçları, kestane balı rengi gözleri, uzun ve hizalı kirpikleri, gözlerinin altındaki çizgileri, yorgun bakışları, beyaz teni, kemikli bir yüz ve ovalimsi çene, kalınlığı bir erkekte olması gereken kadar olan orta incelikte dudakları, beyaz doktor gömleğinin altına giydiği siyah tişörtü, boynundaki gümüş zincir, vaaaov… Boyunu tahmin edemiyorum ama baya uzun. Yani benden uzun olduğu kesin. Profesör olduğuna göre yaşı da büyük olmalı. "Senin neden gözlüğün yok?" dediğimde kaşlarını hafif çatarak söylediğimi anlamaya çalışır gibi baktı. "Yani doktorsun ya." kabul ediyorum çok saçma bir genelleme oldu. "O doktor değil profesör." ne fark eder? Bu herife sinir oldum. "Konumuz bu olmamalı bence." dedi sarışın film yıldızı. "Konumuz ne çok bilmiş." hâlâ sinir oluyorum. Sarışın bilmiş de sinir oldu belli ki. Çünkü o da dayak arayan şu arkadaşa öfkeli bakışlar atıyor. "Konumuz ne olabilir Derin?" Derin.. Gözlerinin derinliğinden mi almış ismini? Derin bilmiş bilmiş sırıtarak bana bir bakış attı ve "Konumuz bu ucube sanırım Manolya" diyerek sinirimi daha da çok zıplattı. Yeter artık dayanamıyorum. Yumruklarımı sıkarak hızla yattığım yataktan kalktım ve Derin' e doğru yürüdüm. "Gelme lan ucube" ığğğh yeter ama. Avuçlarımın yandığını hissediyorum. Sinirim bütün vücudumu mu dolanıyor ne? Eliyle omzumdan beni hafif geri ittirdiğinde gözlerinden geçen anlık korkuyla elini geriye çekti. Elinden çıkan dumana şaşkınlıkla baktım. "Asıl ucube sensin, elin tütüyor." diyerek ben de bilmiş gülüşümü takındım. Bir dakika ya, elinden duman çıkıyor! "Senin yüzünden gerizekalı!" Üzerimdeki şaşkınlıkla söylediğine aldırış etmeden geri geri yürüdüm. Anlayamayan gözlerle profesöre baktım. Bana gülümseyerek karşılık verdi. "Ne oldu bana? Yani nasıl yanmadım? Yandım ama yanmamış gibiyim? Ve burası… O adamlar beni buraya mı getirdi? Siz kimsiniz? Ölecek miyim?" son söylediğimde Derin denen uyuzun kahkahası odada yankılandı. Ona ters ters bakarken "Bilmiyor musun?" dedi sesinde hafif bir şaşkınlık hissedilen Manolya. "Neyi?" neyi bilip bilmediğimi bilmiyorum ki. "Anlaşılan bilmiyorsun." diye mırıldandı. "Otur istersen." diyerek yatağı işaret etti profesör. Yavaşça oturduğumda sandalye çekip karşıma oturdu. "İsmin ne?" ismiiiiiim… Eğer yalan değilse "Melek". "Ben de Kıraç, ama genelde bana profesör derler." dedi ve samimiyetle gülümsedi. "Çünkü yaşlısın." bu Derin problemli biri olmalı. Profesör onu umursamadan konuşmaya devam etti "Yanmadın çünkü ateş sendin." bu da deli olmalı. İnanmayan bakışlarıma hafifçe gülümseyip ekledi " O adamlar seni deney merkezine götürüyordu. Yolda araba yanınca hepsi yaralandı." deney merkezi mi? Ne deneyi, ne merkezi? İstemsizce kaşlarım çatılmıştı. Ne anlattığını zerre anlamıyorum. "Hepiniz baygındınız. Biz seni alıp sığınağa getirdik." sığınak mı? (Asya olsaydı sığınmayak mı derdi, Asyayı unuuut senağğğ) Hâlâ anlamıyorum. "İlk başta seni yanıyorsun sandık ama sen yakıyormuşsun, ucube" Derin' i derinlerde boğalım. Saçmalık. Yüzümde de 'bu söyledikleriniz saçmalık' diyen bir ifade oluştuğuna eminim. Profesör ifademden her şeyi anlamış olacak ki "Tamam en baştan başlıyorum." dedi. "Senin geldiğin akıl hastanesi sıradan bir hastane değil. Yani dışarıdan öyle gözüküyor olabilir ama.." sözünü kestim. "İçeriden de öyle gözüküyordu." içeriden geldim sonuçta. Derin ve Manolya da bize yaklaştı. "Gerçekten hiçbir şey bilmiyor." ne bilmem gerekiyordu Manolya? Gerçi haklısın. İsmimden bile emin değilim. Dizlerime eğdiğim bakışlarımı kaldırdım, üçünün de yüzünde gezdirip ağzımı açtım "Aslında ben hiçbir şey hatırlamıyorum, yani…" söylememeli miydim? Profesör kaşlarını çattı "Neden orada olduğunu da mı?" adımdan bile emin değilim. Başımı salladım. Profesör dudaklarını birbirine bastırıp bir süre yüzümde gözlerini gezdirdi. "İlk başta deneyler o hastanede yapılıyordu, daha sonra denetlemeden daha kolay sıyrılabilmek için ormanlık bir arazide yeni deney merkezi kuruldu. Sıradan sinir hastaları eski hastanede kalırken bazı özel.. Yani senin gibi olanlar deney merkezine götürülüyordu." ama ben kendim gönüllü oldum. "Tabi bir şekilde kurtulup, ya da bizim tarafımızdan kurtarılıp buraya gelenler hariç." gittikçe saçmalaşıyor. Sonunun nereye varacağını merak ediyorum. "Burada küçük bir kasaba bile kurduk sayılır." saçma. "Şimdiye kadar gücünü nasıl fark etmezsin?" Ne gücü Derin? "Bence bize inanmıyor." haklısın Manolya. "İnanmıyor mu? Ben suyu kontrol edebiliyorum Melek. O yüzden senden pek hoşlandığım söylenemez." Derin yine kendi çapında bir şeyler zırvalıyor. "Ben de bitkileri." saçmalama Manolya sen akıllı birine benziyordun. Kıraç da onaylar bir şekilde kafa salladığında gülerek yataktan yere doğru kaydım. Kahkahalarım ağlamaya dönüştü. "Allahım bu kadar da delirmeyi beklemiyordum. Yani tamam ilaç kullanmadığımda bile pek normal değilim ama… Bu saçmalık! Yoksa diğer delilerle birlikte iyice delirip hayallerimizi gerçek mi sanmaya başladık? Şizofren mi olduk? Saçmalık" diye sızlandım. "İnanmadığını söylemiştim." bunun neyine inanayım Manolya? "Bu delilik." haklıyım. "Bir delinin 'delilik' kelimesini kullanması ne kadar da ironik." sinir bozucu varlık. Ona gözlerimi kısarak öldürücü olduğuna inanmak istediğim bakışlar attım. Beni takmayarak önüme çöktü. Bileğimi kavrayıp kolumu hafifçe kaldırdı. Diğer eliyle elimi birleştirdi. Elini biraz sağa doğru döndürüp parmaklarıyla elimi sıktı. Elimizin boşluklarından süzülen dumanla gözlerim kocaman açıldı. "Beni buharlaştırıyorsun." gözlerimi gözlerine kenetledim. Derin bir buhar denizi gözlerine… Hayatta bu kadar etkileyici çok az şey gördüm. "Acı çektirmekten zevk alıyorsun sanırım." gözlerimi gözlerinden çektiğimde yarım ağız sırttığını hatta o bilmiş tavrını… Aaaah gıcık. Elimi hızla elinden çektim. Ben neden acı çekmedim peki? Ben onu buharlaştırıyorsam o da beni söndürmeli. İçimdeki yangına su serpildi sanki. Aahh bu saçmalığa inanmıyorsun dimi. Temiz delirmiş olmalıyım. "İnanmamış olamazsın." Derin'in sesinden bana inanamadığı anlaşılıyordu. "Bana bırak." merakla Manolya' ya doğru başımı kaldırırdım. Dudağının tek tarafı kıvrılmış ellerini garip bir şekilde hareket ettiriyordu. Saçmalık. Gözlerimi devirmemle irkilmem bir oldu. Hızla başımı omzuma sarılan şeye çevirdim. Gözlerim büyüdü, büyüdü, büyüdüü. Gözlerimin içinde kırmızı güllerle bezeli sarmaşık parladı. Gözlerim bana oyun mu oynuyor? Ya da aklım? Burnum da oynuyor. Çünkü çok güzel kokuyorlar. "Gülleri seviyorsun galiba." gülümseyerek Manolya' ya döndüm. "Hepimiz deliyiz." bu sefer kahkaha Kıraç' dan geldi. Ona profesör demek istemiyorum. İsmi hoşuma gitti. Yeniden omzuma döndüğümde sarmaşık açık pencereden geriye doğru gitti. Bunun gerçekliği şüpheli. Bir ilizyon odasında, rüyada olmadığım, aklımı kaçırmadığım ne belli. Ama eğer aklımı kaçırsaydım bunun saçmalığını sorgulayabilir miydim? İlizyon odası daha mantıklı. Onlara inanmadığımı söylesem kanıtlamak için daha çok mücadele verecekler. İnanmış gibi yapalım en iyisi. Bazen de ikna olmuş gibi yapıyorum. Sırf karşımdaki sussun diye. Bunu İlker' e yapmıştım. Bulunduğumuz odaya gelirsek… Her şey ahşaptan. Dolaplar, yatak, sandalyeler, yerler, tavan, pencerelerin çerçeveleri... Duvardaki küçük aynaya gözlerim takıldığında yavaşça yerimden kalkıp ona doğru ilerledim. Aynadaki tipim… Ahh korkunç. Oval bir yüz ve pembe yanaklar düşünün. Ya da düşünmeyin gerek yok. Yatmaktan, patlamadan kabaran saçlarımı, yüzümde oluşan sıyrıkları da düşünmeyin. Aslından tipimden daha önemli konular var. Düşünmem gereken… “Korkunç olduğunu söylemiştim.” sinir bozucu gülüşünü de eksik etmedi. Haklı olduğunu düşündüğüm için cevap vermedim. Gözlerimi sımsıkı yumup tekrar açtım. Belki bu saçmalıktan uyanırdım. “Öyle bir şey değişeceğini sanmıyorum ateşli melek…hatta dur senden melek olmaz şeytan olmalısın.” yine salak salak sırıtyor. “Ya Derin, kıza takılıp durmasana.” onu takmıyorum ki bana takılsa nolur? “Duş alıp biraz daha dinlen istersen, Manolya sana yardımcı olur.” kibar profesör. “Hadi biz çıkalım Derin.” e yaani. İkisi de kalkıp yine ahşaptan olan kapıya doğru ilerlediler. “Dikkat et de ateşin sönmesin” diyerek cıvık bir şekilde sırıtan Derin bana göz kırpıp hızlıca odadan çıktı. Kıraç ise yarım gülüşüyle kafasını iki yana sallayarak çıktı ve kapıyı yavaşça kapattı. Gerçekten kibar, kapıya bile kibar. Hafifçe gülümseyerek Manolya’ya döndüm. O da bana gülümsedi. “Kız kıza biraz konuşalım sonra sen banyoya gidersin.” bu aktiviteyi daha önce yapıp yapmadığımı bile hatırlamıyorum. Bu kadar şeyi hatırlamamak biraz garip değil mi? Başımı sallayıp yatağa yaklaştım ve oturdum. O da yanıma oturdu. “Burayı seveceğine eminim. Bazen çok eğlenceli oluyor.” diyerek samimi bir şekilde güldü. “Ben kendimi bile sevmiyorum” evet sevmiyorum. Tereddütle bana bakarak “Neden?” diye sordu. “İnsan tanımadığını sevemez.” yani az biraz tanıyorum da öyle az biraz işte. Karışıklığı,dağınıklığı, pisliği, kabarık saçlarımı ve boş konuşanları sevmiyorum. Derin’in gözlerine bakınca da maviyi sevdiğimi fark ettim. Güzel renk. Özgürlüğün rengi. Gök rengi. Eğer gece gökyüzünü görebilseydim… “Tanışırız birlikte. mesela benim en sevdiğim renk yeşil seninki ne?” heyecan vardı sesinde, sevdiği rengi söyleyişinde. “Mavi sanırım.” az önce karar verdim. “Onu da mı hatırlamıyorsun?” adımdan bile emin olmadığımı söylemiştim. Kaybolmuş ruhum, kaybolmuş kimliğim, bilincim. “Peki en sevdiğin yemek?” “Ezogelin çorbası olmadığı kesin.” sürekli onu yapıyorlardı. Kıkırdayıp elini omzuma koydu. “Birlikte öğrenelim ister misin?” “Nasıl?” saçma mı soru? “Önce duş al, ben halledeceğim.” yemek pişirmeyi biliyor musun diye sormadım. Nasıl olsa görecektim. O yüzden hemen ayaklanıp “Kıyafetim falan da yok” bana kıyafet bul demeye getirdim. Çünkü üzerimdeki beyaz elbise artık beyaz değildi. “Ben sana kendi kıyafetlerimden getireyim sonra onu da hallederiz.” Bu kızı sevdim. Her şeyi hallediyor. Ama benden uzun olduğu için kıyafetleri kesinlikle yakışmayacak. “Hemen geliyorum” diyerek o da odadan çıktı. Bu olanlar size mantıklı geliyor mu? Ellerimi açıp avuçlarıma baktım da ateş ve ben ne alaka? Eğer böyle birşey olsaydı daha önceden fark etmez miydim? Şimdi de fark etmiyorum ki.Yalan hepsi. İlizyon hepsi. Benlik bir şey yok. Ya da hâlâ aynı rüyanın içindeyim. Hem eğer ateşsem ahşap bir odada olmam ne derece mantıklı? Bence ilk teorim doğru. Hepimiz deliyiz. Neyse önce bir kendime geleyim. Sonra da ayak uydururuz. Beğenmezsek burdan da kaçarız. Sanki diğer yerden çok kaçabilmiş gibi. En azından bir şekilde kurtuldum. Yemekleri beğenmezsek kaçarız. 🏵️🏵️🏵️ Belini kemerle tutturduğum kot pantolon, beyaz tişörtüm -bir şu beyazdan kurtulamadık, kolay kirleniyor kardeşim- ve ben. Saçlarım da yıkanıp özenle taranınca insana benzediler. Banyoda sürekli suyumun buharlaşması yüzünden az daha nefessizlikten ölüyordum. Az daha olduğu için yaşıyorum. Bütün bunlar delilik gibi gelse de zaten deli hastanesinden geldiğim için garipsememem gerekiyor. Tamam tamam sakinim. Bütün bunların gerçekleştiği sürede neden pencereden bakıp nasıl bir yerde olduğumu sorgulamadığımı düşündüm. Hiçbir şey bilmediğinde her şey çok anlamsız gelse de anlamsız olarak gördüğüm her şeyi öğrendiklerimle anlamlı kılacağım. Belki bir yanılsama, belki bir rüya, belki de çılgın hayal gücümün üstün yeteneği. Ama yine de yanılgılar olmadan gerçekler öğrenilmez. Belki de öyle değildir. Ben uydurdum. İçimde büyük bir beklenti oluşturmadan pencereye yaklaştım. Şöyle bir baktım da… Ağaçlardan başka bir şey göremedim. Uzun uzun çam ağaçları. Güzel. Beğendim. Hava temiz. Ruhumuz kirli. Bundan emin olamazsın. Ruhun hakkında ne kadar bilgiye sahipsin? Gözlerimi kapattığımda sadece acı çektiğini hissediyorum. Ruhumun. İçimde bir duman, sürekli ruhumu boğan. Sisli bir zihin. Bilmediği bir acıyı çeken kalp. Hasarlarım var. Herkesin hasarları vardır. Ama herkes hasarının sebebini bilir. Ben arabamı kimin çizdiğini bilmiyorum. Tırnakla mı, çiviyle mi, anahtarla mı, taşla mı? Kırdıkları camlarımla mı? Gökyüzü mavi evet. Yine o muhteşem mavilik. Çamların ucu göğü deliyor. Müthiş bir etkileşim. İkisinin de ruhu birbirini sarmalamış. Aslında baktığında aynı bütünün parçaları. Ben o uyumun neresindeyim? Neyse acıktım. İnsanım ben. Bir melek değil. İnsanım in-san. Ne olduğumu bir parça idrak ettiğime göre odadan çıkabilirim artık. Kapıya doğru üşengeç adımlar atarken kapımın açılmasıyla olduğum yerde kaldım. Manolya gülümseyerek bana bakıyordu. Ben olsam hemen bu kadar samimi olamazdım. İNSANlardan hoşlanmıyorum. Çünkü ben de bir insanım. İnsan hayatı boyunca bir şeyler öğrenir, ben kendimi öğreneceğim. Diğer insanlar da hayatları boyunca kendilerini öğrenir zaten. Ve de diğer insanları. “Neden gelmiyorsun?” diyerek sessizce güldü Manolya. Haklı kız. Bir çiçek gibi zarif Manolya. Ben de güldüm çünkü gülüşü samimiyetle kalbime akıp mimiklerimi ele geçirmişti. Çok saçma ama evet öyle oldu. Zaten bunların hepsi palavra. Samimi gülüşümüzden bahsetmiyorum duyurulur. “Sorguya takıldım.” hıhım “Ne sorgusu” diye sormakta da haklı. “Beynimin sorgusu.” bu sefer gülümsemesi büyüdü. “Biliyor musun sen bence profesörle takıl, kafanız uyuşuyor gibi.” Hani şu Kıraç olan dimi. Başka profesör mü var? Başka bir profesör olsa bile Manolya ikimizin de kim olduğu bildiğimiz kişiden bahsetmelidir. Mantık kurallarına göre bu böyle olmalıdır diyemem çünkü mantık kurallarını bilmiyorum. Benim mantığımın kurallarına göre bu böyle. “Öyle mii” diye mırıldanarak Manolya’ya doğru ilerledim. Artık çıkalım dimi. Başka yerler de görelim. Belli ki Manolya geveze biriydi ve susmadı. Devam etti. “Öyle. O da böyle garip garip konuşuyor.” Ben garip garip mi konuşuyorum diyerek trip atar gibi davranmak istemedim çünkü… Çünküsü yok. İstemedim. Ve fark ettim ki benim zihnim Manolya’dan daha gevezeymiş ki kız geveze de değil. Sadece yardımcı olmaya çalışıyor. Zihnimin aksine. Cevap vermediğim için tekrar konuştu. Belki de gevezedir. “Biliyor musun bence çok acı şeyler yaşamış ve böyle olgun birisine dönüşmüş.” bilmiyorum. “Belki de sadece yaşlıdır.” yaani olamaz mı? Manolya kahkaha attı. “Yaşlı mı? Profesör mü? 36 yaşında. Biz öylesine takılıyoruz ona.” Otuz altı yıl yaşasam bana çok uzun gelirdi galiba. Hem ne demiş Cahit Sıtkı “Yaş otuz beş yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün” Manolya şiirimle de kahkaha atıp elini koluma vurdu. “Yolun yarısını geçmiş işte.” Ben neresindeyim acaba ömrün? “Profesör bunları duymasın.” dedi gülmeye devam ederek. Duyarsa duysun. Yine ahşaptan bir koridorda ilerlemeye başladık. Aslında böyle bir yerde yaşamak isteyebilirdim, çam kokularının arasında. Ama diğer tüm seçenekleri gözden geçirmem gerekecek. “Duvarlar neden boş? Yani tablo falan yok.” sana ne. “Profesör öyle şeylerden hoşlanmıyor.” ona garip garip baktığımda “Burası profesörün evi. Biz de genellikle buradayız ama.” vay be. Kapalı kapıların yanından geçerek merdivenlere geldik. Yukarıya çıkanı değil de aşağıya ineni tercih ettik. “Yukarıda ne var?” tavan arası falandır. “Profesörün odası yukarda.” Burda her yol profesöre çıkıyor. Yani Kıraç’a. “Derin nerde? Hani şu uyuz olan?” konu profesörden çıksın istedim. Manolya gülerek konuştu “Nerde olacak uyuz uyuz takılıyordur.” Hahah bu tam olarak sorumun cevabı olmasa da Derin’i gerçekten merak etmediğim için üzerinde durmuyorum. Merdivenlerden indiğimizde geniş bir salona ulaştık. Duvarları camdan olan bir salon. İnsan akşam oturmaya korkar bu neğğ. Ama loş ışıkta acayip güzel kitap okunur o cam duvarın bu tarafında. Hayat profesöre güzel be. Ama bazen her şey dışarıdan görüldüğü gibi değildir. Bunu herkes bilir. İçeriden görmediğim için dışarıdan yorum yapmak durumundayım. “Bu camları kim siliyor?” çok uğraştırıcı olmalı. Camdan görünen dışarının güzelliği olsa da camın bünyesinde biriken lekeler ve kirler insanın bakışını buğulaştırır. Benim zihnim de kirli bir cam mı yoksa? Ama ben hiçbir şey göremiyorum. Bunu sürekli söylemeyi bırakmalıyım. Manolya cevap vermişse bile duymadım. Hüzün yüklendi gözlerime. Yağmur damlalarıyla birlikte aktı gözlerim. Ben öyle hissettim. Camdaki sular, sanki gözlerimi akıtıyor. Bu cümleler bana romantik bir salak olduğumu anımsattı. “En sevdiğin yemeği birlikte keşfedecektik.” “Hadi gidelim.” gidelim bakalım. Manolya koluma girip beni salona doğru çevirdi. Kol kola ilerleyerek salondaki kapıdan mutfağa girdik. Baharat ve yemek kokularının birbirine karıştığı mutfakta tezgaha koyduğu kabağı koklayan tuhaf bir adamla karşılaşacağımızı ummuyordum. Siyah saçlarına nazaran daha fazla olan beyaz kıvırcık saçları sanki saçları griymiş gibi bir izlenim veriyor. Ne uzun ne kısa olan bu adam sanırım geldiğimizi fark etmedi. Manolya gülerek beni dürttü. Ben de boş boş suratına baktım. Bana “Bak şimdi” diyerek tezgaha yaklaştı ve ellerini tezgaha vurarak “Tuna abi” diye bağırdı. Hepsi çok garip. Sen sanki çok normalsin. Tuna abi dediği tuhaf adam irkilerek geriye çekildi ve kaşlarını çatarak Manolya’ya baktı. Manolya da kahkaha atarak ona baktı. İkisinin birbirine ardından bana değen bakışlarından sonra hafifçe yerimde kıpırdandım. “Bu kim?” dedi kabak koklayıcısı. “Onun adı Melek. O da bizim gibi.” Tuna abi beni tek kaşını kaldırarak baştan aşağıya süzdü. Sonra ne mal olduğuma karar vermiş olacak ki Manolya’ya döndü. “Bundan bir cacık olmaz.” duyduğumla şaşkınca Tuna’ ya baktım. Manolya kahkaha attı. Cacık olmazmış. Manolya gülmeye devam ederek konuşmaya çalıştı “Abi o ateş.” Tuna tekrar bana dönüp tekrar ve tekrar süzdü. “Fikrim değişmedi.” adama bak ya. “En azından ben kabakları koklamıyorum.” söylediğimle kaşlarını çatması bir oldu. Sonra bana yaklaştı. Tepeden tepeden baktı. “Sen yaramaz bir bücüre benziyorsun.” saol yaaa. Mutfak kapısının açılmasıyla üçümüz de o tarafa döndük. Derin sırıtarak içeriye girdi. Delirtirler burada beni. “Ne yapıyorsunuz mutfakta?” mutfakta ne yapılır arkadaşlar? Manolya gülerek cevap verdi. “Melek’ in en sevdiği yemeği bulmaya geldik.” Üçü birden bana baktı. Tuna hafif sırıtıp “Yemek seçen birine benziyor. Muhtemelen patates seviyordur.” bunları duyunca çok saçma bir arayışta olduğumuzu fark ettim. Hastanedeki yemeklerden patatesleri ayıklayıp yediğim aklıma geldi. Ama patates tek başına bir yemek değil ki. “Ben birkaç çeşit hazırlarım. Muhtemelen onlardan biridir.” Manolya Tuna abiye baş salladı. Derin kolunu omzuma atacağı sırada bir anda geri çekildi. “Buharlaşasım yok.” dediği anda hep birlikte güldüler. Ben gülmedim. Mutsuzum ben. Cacık bile değilim. Benim buharlaşasım var. Havaya karışasım, eriyip yere yapışasım, maddenin hâllerine bürünüp bürünüp kendime gelesim… Derin' in tencerelerin birini açıp "Ohhh ohh" diye kendinden geçmesiyle burnuma dolan tanıdık koku beni derinden sarstı. Hızlıca yanına yaklaştım. "Bu nedir?" diyerek Tuna' ya döndüm. Tuna abi gururlu bakışlarla başını dikleştirdi "Derviş çorbası. Benim icadım." Derviş çorbası mı? Gözlerimi yumup kokuyu nereden tanıdığımı hatırlamaya çalıştım. Aklımda belli belirsiz bir masa belirdi. Dört sandalye ve kırmızı güllerin olduğu bir vazo. Ve bir ses. Tanıdık bir ses. 'Otur kızım.' 🏵️🏵️🏵️ |
0% |