Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@yildiz_sena

O ses ve o çorba…


Yeni soru işaretleri. Eğer sorular varsa cevavları da vardır. Yani zihnimde bu soruları oluşturan şey cevaplarını da zamanla oluşturacaktır. Ben öyle umuyorum. En azından artık tamamen boş değil. Bu da iyiymiş.


Şu anda elimde profesörün kitaplarından biri, cam duvarın kenarında çoğunlukla camdan dışarıyı ve cama yansımamı izliyorum. Kendime yeterince bakarsam tanır mıyım kendimi? Kendimi yeterince tanısam yansımama bakınca bu kim der miyim?


Gece oldu her yer karanlık. Diğer dörtlü koltuklarda oturuyorlar. Minderim, camım, kitabım ve ben.. Biz daha iyi bir dörtlüyüz bence. Hafif kısık bir sesle konuşup gülüşüyorlar. Kitap okuyanlara saygıları var.


Zaten odaklanamıyorum ki. Sabredemiyorum. Hemen her şey aydınlansın istiyorum. İki cümle okuyup on kere aynı şeyi düşünüyorum. Ama en azından yalnız kalabilmenin kibarcası gibi. Meşgul gibi görünmek, yalnızlığı böyle elde etmek. Ya da sadece boş bir zihni, neden boş olduğunu sürekli düşünen bir zihni meşgul etmeye çalışmak için çabalarken bunu başaramamak.


Neyse neyse. Ulan. Ahh. Sırtım kaşınıp duruyor zaten. İlk başlarda hafifti ama şimdi… Ahh delireceğim. Elimle sırtımı delercesine kaşıdım ama kaşıdıkça daha çok kaşınıyor gibi. Gerçekten delireceğim.


"Ne kaşınıp duruyorsun ucube?" hızla delici bakışlarımı Derin' e çevirdim. Ben bunu iki güne kalmaz öldürürüm. Yani niye bu kadar sinirlendim şu an onu da anlayamıyorum. Ahh delireceğim. Elimle sırtımın derisini yüzmeye devam ettim.


Manolya tatlı bir sesle sordu "Melek bir sorun mu var?" Çıldırıyorum sanırım. Boğazım da kaşınıyor. Sinirle ayağa kalktım ve kitabı yere bıraktım. Gerçekten çıldıracağım. Benim kalkışımla diğerleri de ayaklandı. Ben onları umursamadan kaşınmaya devam ettim. Ahhhh delireceğim!


Profesör yanıma yaklaşıp kollarımı tuttu. Kaşlarımı çatarak alttan alttan ona baktım. "Muayene edeyim seni." bunun da ne olduğu belli değil. Doktor mu profesör mü köyün delisi mi ne! Sinirden kendimi yerlere vurmak isteyeceğim o kaşıntı tekrar beni delirttiğinde kollarımı profesörden kurtarmak için hızlıca çektim.


"Harbi deliymiş bu." bu Tuna abiden de güzel bir söz duyamayacağız sanırım. Kaşınmaya devam ettim.


"Bir uyuz olmadığın kalmıştı." diyen uyuz Derin uyuz uyuz güldü. Manolya' nın "Profesör haklı, muayene olmalısın." demesiyle ben daha ona cevap veremeden profesör kolumdan çekiştirerek beni küçük, içerisinde bulunan eşyalarla muayene odası olduğunu anladığım yere götürdü.


Hafif açık cam, sallanan perde, içeriye giren serin rüzgar. Yine tepemde sallanan bir lamba ve vücudumu yontan kaşıyışım. Profesör ise ellerini yıkayıp eldiven taktı ve bana yaklaştı. Eldiven…


"Sırtına bakabilir miyim?" hâlâ kaşıdığım sırtımdan ellerimi çekmeden başımı aşağı yukarı salladım. Beni sedyeye yan bir şekilde oturtup tişörtümü yavaşça yukarıya kaldırdı. Bense hemen ellerimi oraya götürüp kaşınmaya devam ettim.


"Dursana, tahriş ediyorsun." öleyim mi? "Napim dayanamıyorum." aynen çıldırtıyor. "İki dakika sabret." dediğinde ellerimi oradan çekip kaşımamak için büyük mücadele verdim. Çok geçmeden tişörtümü indirip yüzüme baktı.


"Sanırım bir şeye alerjin var. Bugün yediklerin yüzünden olabilir." bugün yediklerim mi? "Patates…" yok canım. "Anlaşılan patatese alerjin var." dedi ve küçük bir gülümseyiş yayıldı dudaklarına.


"Bugün sadece patates yemedim, patlıcan, domates.." sözümü tamamlayamadan konuşmaya başladı. "Daha kötü ya. Patates alerjisi olanın bunlara da alerjisi oluyor." neeeeeeeeeee! "Olamaz" ben çok beğenmiştim. Patates kızartmasını, kıymalı patlıcanlı o yemeği…


"Bundan sonra ne patlıcan, ne patates, ne de…" diyince "Hayat çok acımasıııııııız" diye çıkıştım. Gülerek bana arkasını döndü ve ilaç dolabında bir şeyler aramaya başladı. Ben de fırsattan istifade kaşınmaya…


Bir şeyler bulmuş olmalı ki bana döndü, ben de anında ellerimi üzerimden çektim. Hiçbir şey olmamış gibi sırıttım. Gülüşü daha çok yüzüne yayıldı. "Dolabın camından seni görebiliyordum." beni gözetliyor şuna bak.


Bana tekrar yaklaştı ve elindeki merhemi uzattı. "Bu şimdilik işine yarar ama o saydıklarımı gerçekten yememelisin." ohoooo.


Hayata karşı umutlarım yerle yeksan olmuşken yine zonklayan kaşıntılarımla ellerimi saçlarıma geçirdim ve onları yumruklarımla sıktım. Merhemi yanıma bırakıp diğer ilaçtan içmem için bardağa su doldurdu. Bardağı bana uzattı ve ilaç kutusundan çıkardığı tableti bana verdi. Ben de mecburen alıp içtim. Ve ilaçlardan da nefret ediyor olduğumu fark ettim.


"O birazdan kaşıntını alır. Sabah akşam yemekten sonra kullanmalısın." biraz daha kaşınıp merakla ona baktım. Ve o muhteşem soruyu sordum. "Sen tam olarak nesin?" bana ne diyor bu salak bakışı attıktan sonra dudaklarını araladı "3 yıl tıp okuyup bıraktım ve psikolojiye yöneldim, yükseklisans yapıp üniversitelerde ders verdim.." profesörlüğe kadar uzanan hayatını anlatırken boşa mı yaşıyorum diye kendimi sorguladım. Belki de öyle.


Ben zaten akıl hastanesinden geldim. Hadi aklı başında biri olsam yine neyse de böyle birinin eğitim hayatı olmuş mudur ki? Otuz altı yaşına kadar nasıl bu kadar çok şey yapmış? Ben öylesine profesör dediklerini sanıyordum. Bir insan kendine bunu niye yapar ki? Bütün hayatını böyle şeylere harcamış. "Senin bu kadar şeyi yapmaya yaşın yetmiyor." evet çok haklıyım yetmiyor.


Güldü ve "Eş zamanlı ilerledim. Dört yıllık bölümü üç yılda tamamladım." yok artık. "Yok artık e sen zekisin o zaman." zeki değil üstün zekalı. Yok yok insan değil bu. Yine güldü "Hayatımı adayacak daha iyi bir şey bulamadım. O yüzden." yüzümü buruşturdum. "Benim de hayatımı adayacak hiçbir şeyim yok ama asla bunları yapamam." Gülümsedi. "Sen kendini hatırlamıyorsun ki." doğru ama mantıksız olan mantıksızdır. Ben özgürlüğü arzuladım hep. Ve bunlar hiç özgür hissettirmiyor. Çalışmak zorunda olmayı, bir şeyler yapmak zorunda olmayı, bir yerde kalmak zorunda olmayı sevmiyorum. Özgürlük anlayışın tembellik sanırım. Hayır öyle değil. Baskılardan hoşlanmıyorum. Belki de tembelliktir.


Ona ciddiyetle baktım. "Sen bizim deli hastanesiyle ilgili o kadar bilgiye nasıl sahip oldun? Ve de neden burayı yapmayı düşündün?" hafif kaşlarını çattı, biraz düşündü ve gözlerini üzerime dikti. "Şu an bunları anlatmam biraz kafanı karıştırabilir." yemezler. "Kafam neden karışsın ki?" dedim tek kaşımı kaldırarak. "Çünkü zaten şu an iyi durumda olduğunu sanmıyorum." ne yani, ne diyorsun? Bana deli mi diyor bu? Bana sadece ben deli diyebilirim.


Gözlerimden geçen öfkeyi fark etmiş olacak ki "Yanlış anlama, kafan zaten karışık, iyice karıştırmayım." kafam karışık değil. Kafam boş. Bomboş.


"O kadar tahsil görüp, profesör olup burada olman saçma değil mi? Neden böyle bir yer?" aklımda çok şey vardı da sinirlenince unuttum. "Çok soru soruyorsun." verdiği cevaba bak. Cevap değil.


"Her şey merakla başlar. Ve eğer bir şeyleri keşfetmek istiyorsan soru sorma konusunda iyi olmalısın." çok bilmiş konuşmam onu güldürdü. "Şu an doğru zaman olduğunu sanmıyorum." ne alaka?


"Neden profesör?" bunun doğru zamanı mı varmış. "Sadece zamanı değil." bu herifte bir şeyler var. Söylemek istemiyor. Belki de beni alakadar etmediğini iki saattir vurgulamaya çalışıyor ama ben ısrarla anlamıyorum.


"Peki." hızlıca sedyeden kalktım. Bana verdiği ilaçları alıp odadan çıktım. Son bir şey söylemek için kapının önünde bekledim ama birkaç saniye içinde odadan çıkmayınca uzaklaştım. Kesinlikle normal değil. O da delirmiş olmalı. Salondakilere bakmadan merdivenleri tırmandım ve bana tahsis ettikleri odaya gittim. İlaçları yatağın üzerine gelişigüzel koyup pencereye yaklaştım.


Pencereyi sonuna kadar açıp kollarımı pervazına dayayıp dışarıya doğru başımı eğdim. Ah rüzgar… Deli değilim ama deli hastanesindeydim. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bir şeylere alerjim var. Daha önce hiç fark edemediğim bir ateşim var. Ama nasıl kullanacağımı da bilmiyorum. Bilincimi kim bilir kaç zaman o ilaçlarla uyuşturmuşlar. Garip garip insanlar görüyorum. Amacım yok. Varlığımın anlamı yok. Bunların olabilmesi için kendimi tanımam gerekiyor. İçimde içime sığmayan bir şeyler var. Göğsümü yarıp dışarıya çıkmak isteyen, haykırmak isteyen. Yalnızım. Kendim bile yokum. Temelsiz bir benlikle tutunmaya çalışıyorum varlığıma. O küçük kız benim anlaşılan. O çorba kokusunda sofraya oturtulan. Babasıyla uyumak isteyen. Karanlıktan korkuyor olmalıyım. Ama şu an korkmuyorum. Oda karanlık. İçim, dışım, zihnim her yer karanlık.


Demek bir zamanlar ailem varmış. Herkesin bir zamanlar ailesi vardır. O bir zaman kısa sürmüş olsa bile. O hastanede ne işim vardı? İçimdeki ateş yüzünden mi? Kimse benimle deney yapmadı. Ya da ben hatırlamıyorum. Sadece verdikleri ilaçlar ve kan testi. "Ooooooooooooooof" diye haykırdıktan sonra kapım çalındı.


Başımı kapıya doğru çevirdim. "Gel" dediğimde kapı yavaşça açıldı. Koridordan süzen ışıkla oda aydınlandı. Derinle Manolya içeriye girip odanın ışığını açtılar. Kapıyı kapatıp bana doğru yaklaştılar. Başımı tekrar dışarıya çevirdim.


Şaşırtıcı bir ciddiyetle "Neyin varmış?" diye sordu Derin. "Alerjim" Manolya sırtımı sıvazlayıp "Ne alerjisi" dedi. "Patates. Domates, patlıcan." zavallı ben.


"Yuhh. Ne yiyecen lan sen?" haklısın Derin.


"Oooof" şimdiden kendimden sıkılmaya başladım. Kaşıntım geçti. Psikolojik olarak mı bilmiyorum.


"Bir sürü yemek çeşidi var. Tuna abi Melek' e göre bir şeyler yapacaktır." hımm kesin. Bu kadar bilinmezlik fazla. Birden Manolya ve Derine doğru dönüp kollarımı kendime sardım.


"Hastanedeki bilgilerime ulaşmanın bir yolu yok mu?" illa ki benimle ilgili bir belge olmalı. İkisinin de aynı anda dudakları kıvrıldı. Bu iyiye işaret. Ve ikisinin ağzından da aynı kelime çıktı "Akın".


🏵️🏵️🏵️


Bugün Akın'ın yanına gideceğiz, bir şeyler öğrenebilmek için. Yani hastanenin bilgi ağına sızabiliyor sanırım. Manolya bana yine kıyafet getirdi. Bu sefer siyah, sıfır kol, oldukça serin tutan bir elbise getirmiş. Elbise dizlerime kadar uzanıyor. Rahatım.


Aslında bakarsan ne giydiğimin bir önemi yok. Kıyafet işte giyiliyor. Birine güzel görünmek için bir çabam da yok. Olsa da değişecek tek şey… Altın semer eşek meselesi. İlk ve en önemli hedefim kendimi bulmak. Ve bunun ilk adımı da belgeler. Onların doğru olduğu ne malum?


İlk defa dışarıya çıkacağım. Biraz keşif yaparım. Belki kaçmak için bir yol… Aslında kaçmak için mantıklı bir zaman değil. Henüz tehlikede hissetmiyorum. Hayat çok garip. Beni sürüklediği bu yer de öyle. Sanırım artık çıkmalıyım. Kendimi bırakasım gelmiyor. Sabahtan akşama kadar boş boş konuşmak istiyorum. İçimden… Enerjim yok. Kimsem yok. Tamam tamam yeter. Kendime acımak istemiyorum. Hiçbir şeyin yoksa bile bir şeyler kazanmak senin elinde. O yüzden gidip bir şeylere başlayalım. Hadi.


Tipimi son kez kontrol edip emin adımlarımla odadan çıktım ve merdivenleri indim. Kahvaltı etmek istemiyorum. Hemen gitmek istiyorum. Hemen öğrenmek. Bilmek istiyorum. Ne öğreneceğimi bilmesem de merak ediyorum. Yani kim bilir nasıl şeyler dimi. Bilinmezlikten daha iyi olduğuna eminim.


"Günaydın Melek" başımı elinde kahve fincanıyla mutfaktan çıkan profesöre doğru çevirdim. Gülümsüyor. Ama ben ona dün sinir olmuştum dimi. Evet evet. Sinir olmuştum. Baygın bakışlarımla onu süzdüm. Süzmemeliydim. Karizması plağımı çizdi. Karizma insanlara sinir olmak kolay da, sinirli kalmak zor. Neticede ben de ona gülümsedim ve yelkenlerim suya inme konusunda dünya rekorunu da kırdı.


Hem her şeyi anlatmak zorunda mı ki? Ben niye sinir oluyorsam? Kim tanımadığı birine her şeyini anlatır? Kimse. Hem, hem, hem sayesinde kaşınmıyorum. Ben böyle saçmalarken o çoktan kahvesiyle tekli koltuğa yerleşti. Tam aile babası tipi var.


"Neden ayakta duruyorsun? Otursana. Hem sen kahvaltı yapmadın sanırım. Git kahvaltını et." sevmek istemedim. Yani kahvaltıyı.


"Ben böyle iyiyim, profesör." Az biraz kaşlarını çatıp ciddi ifadesiyle "İlaç içmen gerekiyor. Git kahvaltını yap." diyerek kahvesinden bir yudum aldı.


Kahve kokusu… Canım çekti. Profesöre herhangi bir şey söylemeden koltukların birine oturdum. Takmadığımdan değil, mantıklı bir açıklama bulup ondan kurtulamayacağımdan. Sehpanın üzerindeki kitabını alıp okumaya başladı. O beni takmıyor olmalı. Ya da çocuk olmadığım, kendi kararlarımı kendim verebileceğim, kimsenin sözüyle hareket etmeme gerek olmadığından bir şey söylemedi.


Böylesi daha iyi. Diğerlerini beklemek ne kadar da sıkıcı. "Neden tıp okurken vazgeçtin? Neden yarım bıraktın?" neden dün sormadım ki? Profesör gözlerini kitaptan çekip bana anı dolu gözleriyle baktı. Hüzün parıltısı mı o? Sonra bunu bana aşırı samimiyetsiz gelen bir maskeyle kapattı. Gülümsedi. Yemezler Kıraç. Ben can sıkıntısından akşama kadar ayna karşısında mimiklerini inceleyen bir deliyim. Gerçek gülüş ne, işte onu biliyorum.


"Sıkıldım." deyiverdi. İyi ki yememişim. Bu yenmez. Ben de yalandan, yalandan olduğunu belli edercesine, sırıttım. Sonra bakışlarımı hızla ondan çektim. Ne bakacam be buna! Yalancı. Yalan söylemeyin arkadaşlar anlıyorum.


"Demek Akın'a gideceksiniz?" neden gitmemeliyiz mi? "Bir şeyler öğrenebileceğimi düşündüm." bir şeyler öğrenemezsem öleceğim. Dudaklarının sol yanı kıvrıldı. "Bol şanslar." dedi ve tekrar kitabına döndü. Benim okumaya çalıştığım kitap ne oldu acaba? Neyse dönünce bulur okumaya devam ederim. Ya da edemem. Öğreneceklerime bağlı.


"Oooooooo şeytan hanımlar uyanmış" deyip, gülerek bize yaklaşan cisim… Cisim değil cisimsiz cisim Derin. Arkasından da gülümseyerek Manolya geliyor. Hemen ayağa kalktım. "Hadi gidelim."


Derin gözlerini belertip "yuhh" der gibi baktı. Ve dedi. "Yuhhh kızım." Ona umursamaz bakışlar atıp kapıya doğru yürüdüm.


Manolya, iyimserliğinin yansıdığı sesiyle "Anlaşılan kendisi hakkında bir şeyler öğrenmek için çok heyecanlı.” dedi.


Ayak seslerinden arkamdan geldikleri anlaşılırken Kıraç'ın ciddi ve net bir şekilde kurduğu "Dikkatli olun." cümlesi kulaklarımda yankılandı.


Kendimizi evden dışarıya attık. Yemyeşil çimenler, rengârenk çiçekler, yüzümü okşayan rüzgâr ve kuş cıvıltıları… Her şeyiyle harika burası. Bahçeden çıkıp biraz yürüdüğümüzde etrafı çam ağaçlarıyla çevrili, küçük kulübelerle dolu geniş bir alan karşımıza çıktı. Küçük bir şehir, yok yok kasaba gibi. Çizgi film dünyasına açılan bir kapı gibi.


"Heyyy çiçekleri koparma! Öldürdün onu!" Manolya'nın bağırışıyla bakışlarımı onlara çevirdim. Derin haylaz haylaz sırıtarak kopardığı çiçekleri kokluyordu. Manolya ise ona öldürücü bakışlar atıyordu. Derin kokladığı çiçekleri bana uzattı ve göz kırptı.


Manolya'nın dudakları şaşkınlıkla aralandı. Bu bana çiçek veriyorsa illa ki bir halt çeviriyordur. Ama yine de uzattığı çiçekleri aldım. Derin sırıtıp önden önden yürüdü. Manolya ise şaşkınlıkla bir Derin' e bir de bana bakıp "Vaooov" diyerek yola odaklandı.


Ben de anlamsız bakışlar atıp çiçeklerimi kokladım. Iyyy. Çok kötü kokuyorlar. Derin bu yüzden vermiş olmalı. Ama yine de çiçekleri atmayacağım. Görünüşleri güzel. Güzel olup da karakteri beş para etmeyen insanlar gibi. Karakter neden para etsin ki? Bu söz çok mantıksız. Karakter para etmeye ters. Ve çiçeklerin ne suçu var? Onlara haksızlık oldu bu sözlerim. Çiçekleri elbisemin yan taraflarındaki minnak ceplere koydum.


Etrafı süze süze ilerleyişlerim sonucunda kulübelere yaklaştık. Bu profesör neden kral gibi uzaklarda takılıyor? Aslında çok da uzak değil ama üç yüz metre var arada. Dışarıdaki insanlar bize.. bana cins cins bakarken aralarından geçtik. Derin' in yöneldiği tarafa doğru yürüdük. Çam kokusunun insanın içini büyülediği kulübelerden birinin önüne geldik. Derin kapıya vurmaya başladı.


Bir şeyler öğrenmeye yaklaşmamın heyecanıyla saniyeler bile durmuş, bir kum saatindeki kum gibi akıyor akıyor, akmıyorken… Donmuş bir kum saati hayal edin, yani zaman donduğu için donmuş bir kum saati. İnsan nefesi tutulmuş gibi hisseder. Öyleyim işte. Saniyeler de öyle. Durmuş. Kapının açılmasını beklerken…


Ve kapı açıldı. Ardından otuz yaşlarında, kumral, ela gözlü, bana göre daha heybetli, dudakları dolgun, güzel işte, güzel bir kadın bize gülümsedi. Derin yine haylaz bir gülüş atıp "Biz geldik Lema abla." dedi. Lema hanım da gülümseyerek "Hoş geldiniz" dedi ve beni baştan aşağı süzdü. Tanımıyor ya ondan.


Manolya da fark etmiş olacak ki - fark etmemek mümkün değil- "Tanıştırayım, yeni arkadaşımız Melek. Ateşi kontrol ediyor." diye açıklama yaptı. Bu açıklamadan ziyade tanıtma. Neyse bir önemi yok. "Hımm" diye mırıldandı Lema hanım.


Manolya, sonra bana döndü "Bu da Lema abla, Akın' ın ablası, doğal elektrik.". Doğal elektrik derken? "Yani şimşek, yıldırım gibi hava olaylarını kontrol edebiliyor, oluşturabiliyor." dudağımı vay be anlamında büzüp başımı aşağı yukarı salladım. Hımm derdim de, demiyorum.


Pek sevdiğimi söyleyemem. Nedenini de söyleyemem. Çünkü bilmiyorum. İçimdeki heyecanın yerini tuhaf bir hoşnutsuzluk kapladı. İçeriye girdik. Her yer çok güzel. Sade ve lüzumlu eşyalar var sadece. Renkler insanı boğmuyor. Su yeşili ve beyaz.


Manolya samimi bir şekilde " Nasılsın Lema abla?" diye soruverdi. Onlar aralarında hâl hatır takılırken gözlerime duvardaki tabloları kestirip onlara doğru yaklaştım. Renk ve çizgilerle duyguların ifade edilişi. Ama benim anlamadığım bir dil gibi. Özel bir yetenek. Elimi tablonun üzerine götürüp, resimdeki sırtı eski tip çini desenleriyle bezenmiş ejderhanın üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Büyüleyici.


Omzuma dokunan el ile irkildim. Hemen omzuma dokunan kişiye doğru döndüm. Lema abla gibi kumral, onun gözlerinden daha koyu gözlere sahip adam “Sanırım tablolar ilgini çekti.” diyerek gülümsedi dolgun dudaklarıyla. Akın bu olmalı. Ben de gülümsedim. “Estetik şeyler hoşuma gidiyor.” dediğimde gülümsemesi büyüdü.


Heyecanlı bir ses tonuyla “Estetik buldun demek.” dedi. gülümseyerek başımı salladığımda gözlerinden bir heyecan parıltısı geçti.


“Güzel bulsam da yorumlama konusunda koca bir hiçim. Yani anlamadan beğenmek bu.” Söylediklerimi dikkatle dinleyip tekrar gülümsedi. “Bu tabloyu anlayabilmek için sembolik dile vakıf olmalısın. Hatta renklerin anlamlarına, çizgilerin nasıl çekildiğine ve şekline… Aslında biraz ilgilenirsen bu konuda fikir sahibi olabilirsin. "


Profesörde bununla ilgili bir kitap var mıdır acaba? "Böyle konuştuğuna göre sen bayağı ilgilisin herhalde." diyerek sırıttım. O da sırıttı ve "Bunların hepsini ben çizdim." dedi. Ona hayranlıkla bakıyordum ki sinir bozucu bir varlık aramıza girdi.


"Ohooooo" tepkisine anlam veremediğim Derin kolunu omzuma atıp beni kendine yaklaştırdı. "İşimizi halledelim dimi Melek" diyip saçma bir gülümseyişle bana baktı. Buharlaşmaktan korkan Derin'e bakın hele.


Ressam arkadaş Derin'e garipseyerek bakıp "Bu arada benim adım Akın." dedi. Ben daha konuşmaya fırsat bulamadan Derin yine ağzını açtı; "Biliyor, biliyor."


Manolya da bize garipseyen bakışlarla yaklaştı "Ne oluyor?".


Akın'ın gözleri bir kez daha parladı. Az önce resimlerden bahsederken parlayan gözleri Manolya gelince parladı. Olmuşsun Mecnun. Bir bakışla buna emin olamazsın Melek. Aşka dair de belleğimde bir bilgi kalıntısı yok. Ama ben sezgilerime güveniyorum.


Derin umursamaz bir tavırla " Hiiç ne olacak, konuşuyoruz."diye geveledi. Konuşuyorduk. Resim hakkında. Akın'ın gözlerindeki parıltı sönmeden Manolya da ona gülümsedi. Akın eriyip yere akmadan kendini topladı ve" Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sorabildi. Kesin âşık bu.


Manolya bana döndü, Derin ise adıma konuştu; " Melek hakkında bir şeyler bulabilir misin? Yani hastane kayıtlarından. "


Akın başını salladı ve "Benimle gelin." diyerek ilerledi. Ben de kendimi Derin'in kollarından kurtarıp peşinden gittim. Ardımdan Derin' in söylenmeleri ve Manolya' nın kahkahaları geldi.


Büyük, gri ve lacivertten başka renge rastlayamayacağınız bir odaya girdik. Duvarlar, yerler kablo dolu, masanın üzeri ise bilgisayar. Akın hızla döner sandalyesini çekip oturdu ve kollarını sıvadı. Bilgisayara dokunmasıyla bilgisayardan çıkan hareketli ince kablolarla bileğindeki damarlar birleşti. Ben şaşkın bir hayranlıkla bakakalmışken çok fazla zaman geçmeden sandalyesiyle bize doğru döndü.


Gözleri lacivert bir ışıkla parlıyordu. Gözlerini yan tarafımızdaki duvara çevirdiğinde duvarda yazılar belirdi. Ne yani zihnini duvara mı yansıtabiliyor? Manolya ve Derin merakla bense hem merak hem heyecan hem de hayranlıkla bir duvara bir de Akın' a bakıyordum.


"Melek Kızılgök


Doğum tarihi: 10.07.2000


Doğum yeri: İstanbul - Sultangazi

Öğrenim durumu: İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu

... 

Hastaneye yatış tarihi: 08.05.2022

Tanı: Travmaya bağlı hafıza kaybı

Annesi Selvi Kızılgök /17.02.2015 tarihinde beyin tümörü sebebiyle hayata veda etmiş.

Babası Giray Kızılgök/ö.t:07.05.2022 ölüm sebebi bilinmiyor.

...


Akın' ın dudaklarından dökülen kelimelerle Derin ve Manolya bana hüzünlü gözlerle baktılar. Bense zihnimdeki bilinmezlik karışıklıklarına çarparak o koca boşluğa tekrar düştüm. O koca boşluğa…


🏵️🏵️🏵️


Loading...
0%