Yeni Üyelik
8.
Bölüm
@yildiz_sena


🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️🏵️


Bu roman karakterleri iyice sinirimi bozmaya başladı. Kardeşim oraya gitme diyorum sana. İlla gidecen. Sonra ağlarsın ama. Senin yüzünden ben de hüzünlenmek zorunda kalacağım. Sonunda ne olacağı gayet belli. O kız sana bakmaaaz.


"Al işte! Az önce ne dedim ben!" iki elimle sıkı sıkı tuttuğum kitaptan alevler yükselince küçük bir çığlık dudaklarımın arasından çıkıverdi. Derin hızla yanıma koşup alevleri söndürdü.


"İyi misin?" Profesör endişeli sesiyle bize yaklaştı. "Aha kitap gitti, bana kitaplara iyi davran diyene bak." söylene söylene göz devirdi Zuhal.


Avucumda kalan ıslak küller ile bakışırken oflayarak özür diler gibi Kıraç'a baktım. "Merak etme o kitabın farklı ciltlerinden elimde var." dedi gülümseyerek. Kızmadı. Bana kızmadı.


"Hayırdır neye kızdın?" diyerek Kıraç' la olan bakışmamı böldü Derin. "Karakter sinirimi bozdu. Beni hiç dinlemiyor." dediğimde Derin kahkaha atarken Profesör gülümsemeye devam etti.


"Harbi delisin sen. Şüphe etmene gerek kalmadı." Derin sevimsiz sevimsiz gülmeye devam ederken kaşlarımı çatarak ayağa kalktım.


"Sizin işiniz gücünüz yok mu be! Her gün aynı koltukta oturmaktan bıkmadınız mı!" Haklıyım yemin ederim. Ben geldiğimden beri nasıl cam kenarına yapışmışsam onlar da gri renkli modern ama kazık gibi koltuklara yapışmışlar.


Derin şaşkın ve tırsak bakışlarla bir adım geriye gitti. "Aslında yemek pişirsek iyi olacak çünkü Tuna abi hasta olduğu için bugün bir şeyler yapamayacak. Manolya da mutfakta zaten. Hem bir işle uğraşmış oluruz." Kıraç büyülü sesiyle kelimeleri birbiri ardına sıralarken ne dediğini "Tamam" dedikten sonra anladım.


Bir dakika ya ben yemek yapmayı bilmiyorum ki. Yani biliyorsam da hatırlamıyorum. Neyse, gerçekten bilmiyorsam bile bilmiyorum değil hatırlamıyorum diyeceğim. Biliyormuşum ama unutmuşum gibi.


Kendimi Profesörle birlikte mutfağa doğru ilerlerken buluyorum. Küllerimi de orada yıkarım. Derin hızla bize yetişip kolunu omzuma attı. Kıraç ise tek kaşını kaldırıp Zuhal'e başıyla gelmesini işaret etti. Sonuç olarak Zuhal de oflayarak arkamızdan geldi.


Manolya bizi görünce nasıl sevindi anlatamam. Ve su yüzüne çıktı ki Manolya hariç hiç birimiz yemek yemekten başka bir ilişki kuramamışız mutfak işleriyle. Profesör bir şeyler biliyordur diye düşünmüştüm. Onun da kahve makinesiyle kahve yapmak dışında başka bir münasebeti yokmuş mutfak işleriyle.


Manolya iş bölümü adı altında hepimizi görevlendirdi. Zuhal hanım soğan doğruyor, ne kadar üzüldüm anlatamam. Derin hamsilerin kılçıklarını ayıklıyor. Bense - Derin sudan korktuğumu ima ettiği için- hamsileri yıkama işine koyuldum. Duman çıktığını söylememe gerek yok. Önceden böyle olmuyordu. Yani buraya gelmeden önce. Ya da ilaçlar engel oluyordu işte, bilmiyorum.


Profesör, küçük toprak sütlaç kaselerine hamsileri güzelce diziyor. İnce işlerin adamı olduğunu söyleyerek o işi seçti. Üçümüz yan yanayız, aramızda birkaç karış mesafe var. Sırıtarak Derin'e döndüm.


"İçin acımıyor mu?" bana tuhaf tufak bakıp "Neden?" diye sordu. Gülerek "Akrabalarının içini oyuyorsun da ondan." dedim. Derin göz devirirken Kıraç, Manolya ve ben katıla katıla güldük.


Derin gözlerini kıstı sonra dudağının kenarı hafiften kıvrıldı. Ne düşündüğünü anlamaya çalışırken gözleri musluğa kaydı. Gözlerim büyürken suyun üzerime sıçramasıyla "Yiaaaaağğğhhhh" diye bağırdım. Bu sefer bana gülmeye başladılar.


Ellerimle suyu engellemeye çalışarak bağırdım "Kes şunuuuu!". Derin beni rahat bırakmaya karar vermiş olacak ki suyun düzgünce akmasına izin verdi. Sırıtarak işine döndü.


Üstüm başım virane olsa da su buharlaştığı için hızlıca kurudum. Güzel bir özellik. Sevdim.


"Acıktım." Derin'in sızlanışı aklıma bir fikir getirdi. Yıkadığım, kılçıksız hamsiyi avucuma koydum. Gözlerimi yumup gerçekten sinir bozucu olduğunu düşündüğüm bir şeyi zihnimde canlandırdım. Elim alev topuna dönünce gözlerimi açtım.


Herkes kocaman gözlerle elime bakarken sırıttım. Alevler silindiğinde avucumu Derin'e uzattım. "Al ye."


Derin şaşkınlığını atlatınca elimdeki hamsiye güldü. Alaycı tavrıyla "Yanmış balık yemeyi tercih etmiyorum." dedi. Kapkara olmuş hamsiyi kenara atıp ölü balık bakışlarımla işime devam ettim.


"Sen az önce gücünü kontrol ettin." Profesörün söylediğiyle başımı ona çevirdim. "Yaptım, gerçekten yaptım." kocaman gülümseyerek elime baktım.


"Kitabı yaktın az önce bilmem farkında mısın?" Zuhal yine sinir bozucu cümlesiyle varlığını hatırlattı. Önemli olan şu an, az önce değil. Ve ben az önceden biraz sonra olan az önce gücümü kontrol ettim.


"Hadi yine iyisin şeytan." dedi Derin gülerek. Manolya pilavı bırakıp yaklaştı ve sırtımı sıvazladı "Yapabileceğini biliyordum." Omzuma doğru hafiften başımı çevirip ona gülümsedim. O da zaten gülümsüyordu.


"Bu çok iyi oldu." sesi sevinçli ve heyecanlı geliyordu Profesörün. Ama yine kontrol etmeye çalışsam gücümü, kesin evi yakarım. Dışarıda denemem lazım. Derin'i tekrar yakmaya hiç niyetim yok.Gerçi sinirimi bozmaya devam ederse her an her şey olabilir.


Geçen birkaç günde birbirimize gerçekten ısındık. Akın’ın jesti içimdeki tüm buzları eritti. Tuna abiyle konuşmamız kendi varlığımın kanıtlayıcısı gibi beni geçmişime inandırdı. Manolya zaten ilk geldiğim günden beri yanımda olmaya gayret eden, beni hoşgörüyle karşılayan, bana güvenen ve güven veren bir melek.


Zuhal’le pek anlaşamıyoruz ama bu beni pek etkilemiyor. Farklı düşünen ve yaşayan iki farklı bireyiz. Herkes herkesle anlaşacak diye birşey yok zaten. Ama bir insanı sevmediğini bu kadar da belli etmek Zuhal’ e ait bir özellik sanırım. Üstelik sebebi iyi enerji alamamakken.


İşim bittiğinde balık kokusundan arınmak için ellerimi güzelce köpükledim. Kıraç hala özenle hamsileri dizmeye devam ediyordu. Kıraç…Yoksa profesör mü demeliyim? Her dokunuşunda incitmek istemeyen bir nahiflik ve özen var. Yaraları dikerken de incitmez, hatta bayıltmadan ameliyat eder can yakmaz. Abartıyorum sanırım.


Dudaklarımın kıvrılmasıyla Derin’in sesi beni daldığım hayali âlemden uyandırdı. “Sıra bende artık suyu bana mı versen diyorum. Suyu çok seviyorsun anladık da biz de burada ağaç olduk.”


Derin’e neye uğradığına şaşıran bir bakış atıp geri çekildim. Geriye…Geriye, biraz daha geriye. Gerçekten profesöre mi dalmıştım az önce? Sandalyeye çarptım diye yana kayarken masadaki meyve sepetine çarptım. Meyveleri tutmaya çalışırken peçeteliği de devirdim. Zincirleme kazam yerdeki meyveleri toplamak için eğilmişken sepetin başıma düşmesiyle nihayete erdi.


Derin ve Zuhal’in sinir bozucu kahkahaları kulaklarımda yankılanırken Manolya’nın yardımıyla yerdeki meyveleri toplayarak doğruldum. Sakar bir insan olduğumu düşünmüyordum. “İyi misin?” Manolya’ya başımı sallayıp peçeteliği düzelttim. Kıraç’ın anlık bakışlarını yakaladığımda bana gülümseyip işine döndü.


Buradan hemen kaybolmam lazım. Ama nasıl? Yardım etmeye gelmiştim güya. Beceriksizmişim onu gördüğümüze ve kanıtladığıma göre gidebilirim. Hem zaten çorbayı Manolya yapmıştı, Ana yemek de hazır sayılır. Başka bir şey yapılacaksa da bana güle güle dimi ama. Bir dakika ya çorba belki işime yarar.


“Tuna abiye çorba götüreyim ben. Hasta ya iyi gelir.” beni desteklesin diye Manolya’ya yalvaran gözlerle baktım. Sırtı bana dönük olmasına rağmen bakışlarım işe yaramış olacak ki “Aaa çok iyi fikir.” dedi. Ve bir de tabakları devirmeyeyim diye “Dur ben hazırlayım.” diye devamını getirdi. En son sakar değildim ne oldu bana?


Manolya bir tepsi hazırlayınca “Dikkat et” lafları eşliğinde kendimi mutfaktan atmayı başardım. Beni yanlış tanıyorlar. Yanlış da olsa tanıyorlar ben hala tanımıyorum.


Tuna abinin zemin kattaki odasına doğru yavaş yavaş yürüdüm. Sanki eve oturmaya gelenler zemin katta mutfak ve salondan başka bir şey olmadığını düşünsün, odasının kapısı görünmesin de kimse girmek durumunda kalmasın diye merdivenin altından odaya giriş yapmışlar. Merdivenin altı ve karanlık. Kimse burada bir odanın olduğunu düşünmez.


Ben de yeni öğrendim sayılır. Tek elimle zor şer tepsiyi tutarak kapıya yavaşça vurdum. İçeriden ses alamayınca tekrar kapıyı tıklattım. Yine bir ses alamadığım için kapıyı açtım. Girişi karanlık kendisi aydınlık sütlü kahve tonlarında dekore edilmiş bir oda ile karşılaştım.


Hasta olmasına rağmen pencereleri açık bırakıp uyumuş. Elimdeki tepsiyi odadaki küçük çalışma masasının üzerine bırakıp Tuna abiye yaklaştım. Nasıl uyandıracağım? Uyandırmasam mı? Ama çorba ne olacak? Bırakıp gitsem soğur ve daha içilmez. Uyandırsam belki de bana kızabilir.


Sana kızmasından neden korkuyorsun? Bilmiyorum. Sonuçta başkasının odasına izinsiz girdim ve güzelim uykusunu bölmüş olacağım. Ben olsam kızmazdım sonuçta beni düşünmüş gelmiş derdim.


Ama ya saatlerce uyuyamamış ve yeni uykuya dalmışsa. O zaman işte kızmakta haklı. Offff. Nefes veriş sesiyle gözlerimi kocaman açıp Tuna abinin yüzüne baktım.


“Uyumuyorum.” yatakta doğrulup sırtını yatağın başlığına yasladı. “Seslenmeyince geri dönersin sanmıştım.” gitmemi mi istiyor yani?


“Şey.. Çorba getirdim. Hastasın. İyi gelir.” diyerek dişlerimi çaktım. Düşünceli olduğumu düşünebilir ama aslında pek de öyle değilim. Başka bir şey düşünürken Tuna abiyi de düşünmüş olabilirim ama ilk onu düşünmediğim için bundan kendime pay çıkarmamalıyım. Gerçi şu an düşüncelerimi okuyarak düşünceli olduğumu düşünmeyecektir.


“Hâlâ düşünmeye devam etmen güzel.” diyerek kısa bir gülüşle yüzüme baktı.


“İnsan bazı şeylere engel olamıyor. Ben de beynimin sürekli gerekli gereksiz her şeyi düşünmesine engel olamıyorum. Hani gece ışıkları kapatıp yatar gibi zihnimin ışıklarını da kapatıp zihinsel yatış istiyorum ama olmuyor. Olmayınca olmayanları zorlamak da daha çok olmamasına sebep oluyor. O yüzden ben de akışına bırakmaya karar verdim. Aynı şekilde hayatı ve kendimi öğrenmeyi de öyle. Yani kendimden bu kadar bahsetmek istemezdim ama her halükarda duyacağın için yüzüne boş boş bakmaktansa konuşmayı tercih ettim. Tabi bunu söylemesem de… Ahhh sinir bozucu olmaya başladı. Çok konuştum biliyorum ama susarsam içimden konuşacağım ve sen de duyacaksın. Bu bir döngü.”


Tuna abinin kahkahasıyla dudaklarımı birbirine bastırarak konuşmamaya çalıştım.


“Teşekkür ederim çorba için fakat ruh hastalığına çorba yardımcı olmaz.” ruh hastalığı mı? Ruh hastası denilenden mi yoksa..


“Yani canım sıkkın. Merak etme.”


“Neden canın sıkkın ki?”


Yüzüme öylesine bir bakış attığında söylemeyeceğini anladım.


“İnsanların bazen canı sıkılabilir. Bu normal bir şey. Küçük bir şeyse sana küçük bir şey olduğunu ve dert etmemen gerektiğini söyleyerek yardımcı olmaya çalışabilirim ama söyleyemiyorum. Büyük bir şeyse… Ona bir faydam olmayabilir ama en azından dinleyerek ruhunu hafifletebilirim fakat hafifletemiyorum. Çünkü söylemiyorsun.”


Yüzünde minnettar bir tebessüm oluştu.


“Çorbamı içirmeyecek misin?” hemen gözlerim tepsiye kaydı.


“Tabi ki.” diyerek tepsiyi tekrar elime aldım ve Tuna abiye yaklaştım. Tepsiyi kucağına koyup masanın önündeki sandalyeyi yatağa yaklaştırarak oturdum. Çorbaya biraz limon sıkıp kaşığı elime aldım. Yavaşça karıştırıp kaşığı çorbayla doldurdum ve Tuna abinin ağzına yaklaştırdım.


İlk yudumu aldıktan sonra kaşığı elimden aldı. Biraz daha limon sıkıp karıştırdı. “Bir çorba yapmayı öğretemedim. Çı çı çı.” cümlesi gülmeme neden olurken sahte bir kızgınlıkla kaşlarını çattı. Sonra ikimiz de gülmeye başladık.


Çorbayı bitirdiğinde tepsiyi alıp ayaklandım. Tuna abiye gülümseyip “Biraz da kendi düşüncelerini dinle ben gidiyorum.”


Tuna abi elini kalbine götürüp “Eyvallah kızım” dediğinde ben ona şaşkınca o da bana tedirgince baktı. “Sana kızım dememde bir problem yok değil mi?” diye sorunca gülümsedim.


“Tabi ki de bir sorun yok. Babamla yaşıtsın zaten.” gözlerim buğulanmıştı ki arkamı döndüm kapıya doğru yaklaştım.


“O zaman bir derdin olduğunda kapısına gideceğin ilk kişi benim.” Tuna abiye dönmeden başımı salladım ve odadan çıktım. Kapıyı incitmemeye çalışarak kapattım.


Adımımı atacakken ismimi Zuhal’in ağzından duymamla olduğum yere mıhlandım.


“Melek midir nedir? O kız işte.”


“Melek’le ne derdin var neden sürekli sorun çıkarıyorsun?” ve Kıraç’ın da ona eşlik ettiğini..


“Ondan hiç iyi enerji almadığımı söylemiştim abi.”


“Zuhal sadece aldığın enerji iyi değil diye bu şekilde davranman gerekmiyor.”


“O kızın gitmesini istiyorum. İyi enerji almıyorum diyorum sana neden beni dinlemiyorsun? Bir anda nerden çıktı? Hem ikinci bir ateş çok saçma değil mi? Bu kızda bir şeyler var.”


“Saçmalama. Kız hiçbir şey hatırlamıyor bile. Gücünden de habersizdi. Onu biz bulup getirdik. Ayrıca kötü enerji alan tek kişi sensin. Melek çok masum. Melek gibi… Yani masum işte.”


“Sana inanamıyorum abi. Çok safsın sen. Hem ben şamanım unuttun mu? Bir şey gördüm ki o kız gitsin diyorum sana.”


Duyduklarım daha ilerisinde söylenecekleri merak etmemle öylesine kulaklarıma değip geçiyordu.


“Ne gördün?”


“Ölüm.” geriye doğru sendeleyip sırtımı kapıya yasladım. Onları göremiyordum, onlarda beni göremiyordu ama dediklerini çok net duyabiliyordum.


Profesör’ün sesi duyduğu şeye inanamış gibi şaşkın ve güçsüzdü.


“Ölüm mü?”


“Evet ölüm abi. O kızda ölüm var. Ölüm laneti var. Ruhunun rengi siyahh. Gittiği her yere o laneti götürecek. Gitmesini istiyorum. Sana bir şey olsun istemiyorum. Seni de kaybedemem anlıyor musun? Merih’i…”


Sesi son kelimede çatladı.


“Tamam, şişşhh sakin ol. Hadi gel hava alalım biraz.”


Kapıya yaslanarak yere doğru kaydım. Ölüm laneti mi? Ruhum siyah mı? Kötü olmadığımı sanıyordum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum ki. Belki de gerçekten kötüydüm. Boşu boşuna o hastaneye gidecek halim yok ya. Belki de tüm sevdiklerimin ölümü benim ölüm lanetim yüzünden…


Ahhh hayır…


Hayır.


Gözlerime hücum eden göz yaşları neden bu lanet olası ateşimle kurumuyor ki!!


Titreyen ellerimin tepsiyi daha fazla tutamayacağını fark edip yere bıraktım. Merdivendeki ayak sesleri yukarı çıktıklarının habercisi. Burada daha fazla kalamam. Kalmam.


Ayağa kalktığımda titreyen bacaklarım yüzünden düzgün bir adım atamadığım için elimi duvara dayayarak destek aldım. Gözlerimi yumup yaşlarımın yanağıma değerek buharlaşmasına izin verdim. Yutkunup gözlerimi, göz kapaklarımı yırtarcasına açtım.


Kaşlarım kendime duyduğum öfke ve nefretle çatıldı. Duvara tutunmaya devam ederek birkaç adım attım. Sonra içimde hissettiğim yangının gücüyle duvarla bağlantımı kesip hızlı adımlarla dış kapıya doğru yöneldim.


Neden burda kalmaya devam ettim ki? Neden daha önce gitmedim ki? Ne umuyordum!? Hayatımın anlamlı ve güzel olacağını mı!? Ölümün lanetini üzerinde taşıyan bir melek için fazla iyimsermişim!


Melek mi?


Şeytan.


Derin haklı.


Derin…


Az daha benim yüzümden yanacak olan Derin!


Kapıyı açıp beş metrelik uzaklıkta olan çam ağaçlarına doğru koştum. Ben bir canavarsam…


Keşke beni bulmasaydılar.


Keşke İlker’i dinleseydim.


Keşke babam yerine ben ölseydim!


Keşke var olmasaydım.


Keşke…


Nefes nefese kalana kadar nereye gittiğimi bilmeden koştum. Durduğumda ise etrafım ağaçlarla çevriliydi. Gözlerimin buğusu arttıkça görüntü daha da bulanıklaştı. Sanki dünyam dönüyordu. Ağaçlar etrafımda dönüyordu.


Başım dönerken acı bir çığlıkla bakışlarımı gökyüzüne kaldırdım. Gri bulutlar yağmur damlalarını çantalarından teker teker bırakmaya başladı.


Bana değen damlalar buharlaşıp tekrar gökyüzüne doğru yönünü çevirmişken yağmur hızını arttırdı. Ben, koca bir buhar topuna dönmüşken uluma sesiyle bakışlarım tekrar yere indi.


Gözlerim kırmızı gözlerle buluştuğunda ürperti ruhumu sardı. Kırmızı gözlü siyah kurt tekrar uluyup bana bir adım daha yaklaştı.


O kurt işte, rüyamda gördüğüm o kurt. Eğer aklımın bir oyunu değilse ya da deliliğimin bir oyunu değilse…


Kurt üzerime atıldığında korkuyla gözlerim kocaman açıldı ve yere düştüm. Üzerimdeki kurt korkuyla titrememe neden olurken kırmızı gözleri gözlerimi deliyordu. Korkudan sıktığım yumruklarımı, avuçlarımda hissettiğim yanma hissiyle açtım.


Hareket etmeye gücüm yokken ellerimden yükselen ateş tüm vücudumu sardı. Anlık gelen cesaretle kurdu üzerimden ittim.


Kırmızı gözlerinde artık ateşim de parlıyordu. Bana yaklaşacak gibi oldu ama duraksadı. Yerde olmak beni daha savunmasız yapacağı için hızla doğrulmaya çalıştım.


Kurt hırlayarak bana bakmaya devam ediyordu. Geri adım atmadı. Gitmiyor! Vücudum zangır zangır titrerken ateşim yükselmeye devam etti.


Kurt tekrar kararlı bakışlarıyla üzerime atlayacağı sırada ellerimle kocaman bir ateş topunu ona doğru fırlattım. Ateş kurda çarptığında kurt yere düştü ve her yer bir anda alev almaya başladı. Tutuşan çimenler etrafımda bir ateş çemberi oluşturdu.


Gözlerim kurdun sendeleyerek ayağa kalkışını ve hızla ormanın diğer ucuna doğru koştuğunu seçti ama söndüremeyeceğim bir ateşin içinde mahsur kaldım.


Yağmurun şiddeti artsa da ateşe bir etkisi olmadı. Dizlerimin üzerine yığıldım. Gözlerim karardığında ateşimin ışığı bile aydınlatmaya yetmedi. Yağmurun şırıltısı ve ateşin çıtırtısı yavaş yavaş kulaklarımdan uzaklaştı.


Ben.. 


Ölümün laneti..


Bu laneti siler belki ölümümün laneti.


🏵️🏵️🏵️


Melek yine aldı başını gitti.


Ölüm laneti hakkında ne düşünüyorsunuz?


Peki ya siyah kurt?


Gelecek bölüm bizi neler bekliyor?


Seviliyorsunuz. 💐


Loading...
0%