@yildiztozuyazari7
|
Yeni bölümden kocama merhabalaaaar.. Geçiş bölümü olarak okuyabilirsiniz, asıl olaylar sonraki bölümlerde...🤍 Sizlere bir kaç sorum olacak. WhatsApp'tan bir kanal açmayı düşünüyorum veya başka bir platformda bir grup? Nasıl olur sizce? Fikirlerinizi belirtirseniz çok sevinirim. 💜 Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım lütfen.
ARTUN’UN İLK MEKTUBU Sevgili Ay tenli, Senin o güzel yüzüne, kocaman ela gözlerine bakmadan konuşamamanın ve ilk defa mektup yazmanın o derin hüznü içerisindeyim. İçimde bastırmakta zorlandığım ağır bir keder, yoğun bir sitem var ve kurtulamıyorum.... Şimdilerde on sekiz yaşında genç bir delikanlı olduğumu söylüyorlar bana küçük Mehlika ama bilmedikleri bir gerçek var ki ben hâlâ seninle tanıştığım o yaştayım. Yorgun kalbim uzun zamandır eksikliğini arar oldu, içimde taşıdığım bütün sızılarım sen. Ben çokça eksik kalmış bir adam olma yolunda ilerliyorum ne sen varsın yanımda ne ailem... Babamı arıyor şu sıralar yine gözlerim; dizinde oturtmuş hikayeler anlatıyor sana, sonra annemin sesi doluyor kulaklarıma yine sen varsın orda yani anlayacağın biçare bir deliyim. Hayatı soluyorum ağır ağır ama yaşadığım da oldukça meçhul zira eksiklik sarmalamış dört bir yanımı. Neye tutunsam elimde kalıyor, sahi senin elinden tutamamıştım değil mi? Biliyor musun babam anneme olan aşkını bir mektup ile ilan etmiş ve bunu sürekli anlatıp dururdu zira yaptığı en korkusuzca cesaretin sevdiği kadına aşkını ilan etmek olduğunu söylerdi ve babam her konuda olduğu gibi bunda da haklıydı çünkü o korkusuz cesareti annemi ona hediye etmişti. Ama ben babam gibi olamadım Leyal ne korkusuz olabildim ne de cesaretli ve bu bana çok büyük kayıplar verdi... Şimdi nerdesin, ne yapıyorsun bilmiyorum? İyi misin en önemlisi yaşıyor musun? Bilmiyorum ve bunları bilmemek toy yüreğimi korkunç bir sekteye uğratıyor, boğazımda çözülmesi zor düğümler, ruhumda kapanması zor yaralar açıyor... Lütfen bir yerlerde yaşıyor ol Ay tenli zira yaşadığına dair olan inancım artık benim de tek nefes alıp verme sebebim. Bugün tam bir yıl iki ay beş gün on bir saat yirmi üç dakika on yedi saniye... Göğsümde ağır sızı ve sen yoksun, kimse yok... Gezdiğim her sokakta seni aramaya başladı gözlerim, ayak bastığım her kaldırımda senden bir iz arar oldum. Ruhum milim milim tükenirken yüreğim onu ayakta tutma görevini üstlenir oldu sanırım onu da ayakta tutan bir sen varsın... Kim bilir? Ben artık yalnızlığı yüreğinde mesken etmiş on sekiz yaşında genç bir delikanlıyım ama ruhum hep senin on yaşında tanıştığın o çocuk olarak kalacak. Ne bu benim sana yazdığım ilk ve son mektup ne de sen benim hayatımda gelip geçen öylesine birisin. Bir gün seni bulacağıma olan inancım tam, bunu laf olsun diye değil sana verdiğim bir söz olsun diye söylüyorum. Bir gün seni bulacağım ay tenli ve o gün geldiğinde hiç bırakmayacağım... Annemin de söylediği gibi esenlikle kal Ay tenlim, mutlulukla kal, gülümsemelerin hiç eksik olmasın, ruhun çiçekleri taşısın özünde... Sevgilerle Çakır Gözlün... ✨ Kederli bir ruhta tıngırdayan acıların feryat eden sonatı duvarlara çarptığında kederle çökmüş omuzlarıyla bir köşede oturmuş genç bir adam vardı sonunun ölüm olduğu bu hayattta. Sessiz çığlıkların yerini elindeki bağlamanın tellerinden kopan notalar aldığında ses tonunda ki yanıklık ruha işlenen ilmekleri yakardı. Yüreği bugün hüngür hüngür ağlıyordu lakin gözlerinde koca bir boşluk, o boşluğa sığdıramadığı büyük bir yarası vardı. Bir sevdayı, bir evladı kaybetmenin o yoğun acısı... Ve acı; düş kırıklıkları dolu ölümlerin en uzunuydu... Elinde tuttuğu bağlamanın tellerine yüreğinin acısı ile vurdu genç adam. Dilinden dökülen türkünün sözleri duvarları aşıp kendisine geri döndüğünde boğazına dizilen yumrular soluklarını titretiyordu. Sol gözünden bir damla alt kirpiklerinden süzülerek firar ettiğinde söylemekte olduğu türküyü yaralı ruhu ile devam ettirdi. Dilinden dökülen feryatların kör ve sağır kimseleri vardı. Yazımı kışa çevirdin Karlar yağdı başa Leyla'm Viran oldu evim yurdum Ne söylesem boşa Leyla'm Ne söylesem boşa Leyla'm Boşa Leyla'm Gırtlağından yükselen hıçkırıkları ciğer patlatacak kadar can yakıcıydı, kızgın bir demir göğsünü oyup geçerken koca bir yumru boynunda urgan olmuş ve nefes almasını zorlaştırıyordu. Titrek bir soluk dudaklarından firar ettiğinde sol gözünden ıslak bir feryat çenesine doğru firar etti. Susturmak zorunda kaldığı çığlıkların beyhude yüküydü omuzlarını bu denli düşüren. Bir damla daha yüreğinden gözlerine taşındığında buna engel olmak için hiç bir harekette bulunmadı genç adam zira ruhunda kederli bir taksitsizlik hüküm sürüyordu. Viran oldu evim yurdum Ne söylesem boşa Leyla'm Ne söylesem boşa Leyla'm Boşa Leyla'm Ölü bir adamın yaşarken aldığı soluklarda büyük bir yıkım, iki de can vardı. Geçmişindeki kırıkların keskin parçaları yüreğindeki yaraları tekrar kanatıyordu. Sahi hiç kapanmış mıydı o yaralar? Bitmiş miydi acıları, bitmiş miydi yası? Bitmemişti elbet, bitmezdi... Sökmen mesleği eline aldığında daha yirmi dört yaşındaydı, hayata tam ortasında atılmış genç cengaver bir delikanlıydı. Erzurum'un köhne bir köyünde dünyaya gelmişti; polis bir babanın ev hanımı bir ananın en büyük oğluydu. Kendinden küçük biri oğlan biri kız iki kardeşi vardı. Daha on yaşındayken şehit oğlu olmuştu Sökmen, bir üniforma ile işe gönderdikleri babaları al bayraklı bir tabut ile dönmüştü evlerine. Önce evin sarı beyaz ışıklarına tezat, mavi kırmızı ışıklar vurmuştu hep beraber oturdukları yemek masasına, annesinin korku dolu telaşesini hatırlıyordu Sökmen. Gözlerindeki o elem dolu kederi, titreyen dudaklarından dökülen duaları ve çatık kaşlarını. Sonra acı bir kapı tıklatma sesi işittiğini anımsıyordu küçük Sökmen, kendisine şaşkınlıkla bakan küçük kardeşlerinin yanında mı kalsa yoksa korku dolu hareketlere kapıya doğru giden annesine mi yetişse karar veremiyordu lakin içinde peyda olan garip acı ve korkunun daha o yaşında farkındaydı. O kadar tuhaf bir ateş vardı ki yüreğinde çocuk yüreği bile anlamıştı ölümün acısını. Adımları kendisinden izinsiz kapıya varıyor, önce yere yığılmış feryat figan ağlayan anasını buluyor buğulu gözleri sonra jilet gibi bir takım elbisenin içerisinde gözleri yaşlı, yaşı epey büyük bir adamı, annesinin feryatları arasında öğreniyor adamın kaymakam o olduğunu, sonra ardında duran başka bir takım elbiseli adamı görüyor gözleri, sonra yanlarında üniforma ile durmuş polisleri görüyor ve o an babasını arıyor hüzünlü bakışları. Lakin ne o babasını bulabiliyor nede babası bir daha geliyor... Bir ambulans birde polis aracından yükselen mavi kırmızı ışıklar bütün köyü aydınlatıyor, halbuki geceleri köy fazlası ile karanlık olurdu, bu kadar aydınlık değil... Annesinin feryatları hâlâ kulaklarında, kapısının önüne acı haberle gelen herkesin ayaklarına atıyor kendini. "Yaralı, yaralı değil mi komserim? Yaralı değil mi, hangi hastane? Hemen gidelim?" Diyor bağıra bağıra, başı önde eğik ne olduğunu anlayamıyorsun lakin bir tek senin değil oradaki herkesin başı eğik, hiçbir şey diyemiyorlar.. Dizlerinin bağı çözülmüş, ne anana yardımcı olabiliyorsun ne de içeride hüngür hüngür ağlayan kardeşlerine. Sonra çöküyor anasıyla birlikte yere, o ağladıkça kendiside ağlıyor, gözyaşları birbirine karıştıkça anlıyorusun kötü bir haber var. Gariban anasının sakinleşmediğini hatırlıyor Sökmen, bir hemşirenin birde doktorun kendilerine yaklaştığını görüyor, elinde bir şırınga elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamıyor bile. Kardeşlerinin ağlayışlarını duyuyor kulağı lakin anasını o halde bırakamıyor küçük Sökmen. Rütbeli olduğunu bildiği bir polis memurunun kucağında görüyor kız kardeşi Hilal'i sonra onların ardında duvara yaşlanmış gözyaşları arasında kendilerini izleyen erkek kardeşi Altay'ı. O güne dek rengarenk olmasa da bir çok renkten oluşan hayatları bir anda tek bir renge dönüşüyor, evlerinin balkonundan asılan kocaman bir Türk bayrağı, ağıtlar çığlıklar ve geriye kalan sevdası mahşere kalmış bir kadın, üç yetim... Soğuk bir mezar taşına işlenmiş mahşere kalmış bir sevda, ardında cedel-gahda kalmış yaslı bir yürek ve taksitsiz bir ruh... Yıllar geçse de bazı acılar hep taze kalırdı. Sökmen içindeki intikam yeminiyle asker olmayı seçmiş ve mesleğine aşık bir adamdı. Daha çocuk yaşında babasının mezarında çok yeminler etti, çok sözler verdi ve çoğunu tutmak için çabaladı, yaptı da önce asker oldu, kardeşlerini okuttu, anasına gözü gibi baktı. Sonra evlensin istedi anası, ilk defa o zaman karşı çıktı anasına ardında bırakacağım gözü yaşlı bir kadın istemiyorum hayatımda dedi. Elin kızına yazık değil mi dedi, her gün ölüme kendi ayakları ile giden bir adamdı bu acıyı eşine yaşatmak istemiyordu tabii lakin anası dinlemedi onu. Daha on dokuzunda körpe bir ceylanı gelin etti bağrında ölümü taşıyan kendisine... Meryem... Ürkek, narin Meryem. Anası kendisini doğururken ölen öksüz Meryem, babasından yemediği dayak kalmayan, üvey anasından yemediği hakaret kalmayan gariban Meryem. Dedik ya daha on dokuzunda gelin oldu yüreği vatan aşkıyla dolmuş bir adama, korkaktı ama kurtuluşun kanat çırpınışlarını ruhunda taşıyordu... Tek kurtuluşu olan evliliğe sıkı sıkıya bağlandı bir umut, bir var dediler Meryem'e boylu poslu dağ gibi bir delikanlı dediler. Babası çok küçükken şehit olmuş yetim bir oğuldur dediler, mesleği de asker gül gibi bakar sana dediler. Dedilerde dediler ama hiç sormadılar Meryem sen istiyor musun diye. Sormazlardı zaten, gül gibi adamdı neticede hiç kaçırılır mıydı? Kaçırılmazdı. El mecbur kabul etti Meryem başka çaresi de yoktu aslında, ya ölecek yada evlenecekti çünkü başka kurtuluşu yoktu biliyordu... Daha on dokuzunda okul yollarını aşamadan koca yolunu tutmuştu anasının göz nuru Meryem. Vakit hayattan bir ömür çalarak ilerleyen kendinden hallice bir yoldu. Sökmen anasının bütün ısrarları sonucuda kabul etti evliliği lakin onu buna ikna eden anasının ısrarları değil anasının anlattığı körpe ceylan olmuştu. Öyle bir öfke ile dolmuştu ki yüreği soluğu genç kızın evinde almış Allah'ın emri peygamberin kavli ile istemişti kızı babası denilen şeref yoksunundan. İlk karşılaşmaları orda olmuştu iki yüreğin, Meryem ilk görüşte aşık olmuştu adama Sökmen ise sadece yoğun bir şefkat... Gel zaman git zaman kısa bir süre sonra evlendi iki yaralı yürek, alışmak insan doğasında vardı zamanla birbirlerine alıştılar elbet. Sökmen çok değer verdi Meryem'e öyle ki elini sıcak sudan soğuk suya bile koydurmadı. El bebek gül bebek sevdi, bir dediğini iki etmedi. Her göreve gittiğinde karısını düşünmeden edemedi, her fırsatta aradı. Âşık oldu mu diye sorarsanız belki oldu belki olmadı lakin Meryem'in kalbini kıracak hiç birşey yapmadı, gözünden bir damla yaş gelmesine dahi izin vermedi. Bir gün Meryem hamileyim diye şakıdı güzel sesi ile, işte o zaman dünyalar Sökmenin. Yirmi dördünde hem mesleğini eline almış hemde evlenmişti, yirmi beşinde baba olacağının haberini almıştı. Ondan mutlusu yoktu elbet. Çoğu zaman görevlere çıksa da hamile karısı için herşeyi yapıyordu Sökmen çünkü babasından öyle görmüş öyle öğrenmişti... Meryem sekiz aylık olduğunda aşermeleride sıklaşmıstı tabi, bu dönemde çok yanında bulunmasa da bir izin günü karısı ile dışarı çıkmaya karar verdi Sökmen. Onu mutlu etmek istiyordu, onunla ve kızıyla daha çok vakit geçirmek istiyordu. Mayıs ayının ortalarıydı, şark görevinden dolayı Siirt'te yaşıyorlardı lakin çıkan görevlerden pek gezmeye fırsatları olmamıştı. Çıkıp gezmeye karar verdiler can Meryem'i ile, gün boyu gezip durdular elbet sonra pazardan alışveriş yapmaya karar vererek pazar yolunu tuttular mutlu çift. Herşeyin güllük gülistanlık olması bazen büyük bir yıkım da kendisiyle beraber getirirdi, bunu görememişti Sökmen. Evlerine alışveriş yapmak için gittikleri pazar can eşini ve evladını kendisinden koparmıştı. Kendisi için düzenlenen hain saldırı daha yirmisinde olan hamile karısını ve daha dünyaya gelmemiş küçük kızını hayattan koparmıştı. Kolları arasında ömüştü Meryem, uğruna can vereceği karısını ve kızını bir pazarın taş yollarında bir hiç uğruna kaybetmişti, bağırmıştı, çok bağırmıştı hemde. Hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlıyordu; saçının tenine bile dokunmaya kıyamadığı karısının kanlı bedenine ev sahipliği yapmıştı kolları. Kilolarca ağırlıktaki teçhizatları taşıyan omuzları zayıf bir kuş gibi çökmüştü, kilometrelerce yürüyen ayakları kendisini taşıyamamıştı, yumruğunı sıkıp vursa dağları delecek olan kolları bebeğine yuva olan karısını taşıyamamıştı. Ölümün ağırlığını hiç bir kuvvet kaldıramazdı, dağ gibi adam o gün küçük bir toprak tanesine dönmüştü resmen. Kollarında taşımak zorunda bıraktıkları canları ile ölmüştü o gün, halbuki o daha kızını bile kucağına alamamamıştı ki, daha cennet kokusunu soluyamamıştı. Kendisine istenilen ölüm, bir kadın ile bir bebeğe reva görülmüştü, kucaklarına almak için gün saydıkları bebeklerinin soğuk bir hastane koridorunda cansız bedenini vermişlerdi ellerine, karısının kanı dahi kurumamıştı üstünde, bembeyaz teni ile küçük cansız bir bebeğe ev sahipliği yapmıştı koparmak istediği kolları. Hep kendinden emin attığı adımları ilerleyemez olmuştu,işte o an çökmüştü yere daha fazla taşıyamamıştı kucağında ki ölümün yükünü... Bakışları önce anasına kaymıştı, ağıt atacak takati bile yoktu, sonra iki kardeşini gördü lakin timi girmişti görüş açısına hiç eğilmeyen başları o gün eğilmişti, her daim dik olan omuzları o gün çökmüştü... Bir ölüm onlarca kişiye diz çöktürmüştü... Bebekler ölür müydü? Bebekler daha ilk adımını atamadan, bir kez bile gülmeden, anne-baba diyemeden ölür müydü? Koşup oynaması gereken yollarda ay yıldızlı bir tabutla taşınır mıydı? Bir bebek nasıl daha anne kucağına verilmeden toprağa verilirdi?Bir bebek nasıl bir tabuta sığardı ki? Bir bebek nasıl şehit edilirdi ki? Bir anneye nasıl kıyılırdı, nasıl bir vicdan bunu kabul ederdi. Etmezdi... Yüreğinde vicdanı taşıyan hiç kimse bir anne ile bir evladın ölümünü kabul etmezdi. Edemezdi... Sökmen yıllardır sürdürdüğü içindeki yası dilindeki türkü ile dışa vuruyordu çünkü bugün Meryem'ini ve biricik küçük kızını kaybetmesinin altıncı senesiydi. Şimdi yaşıyor olsaydı kızı altı yaşında olacaktı, belki bir kreşe başlardı sabahları bıcır bıcır sesi ile uyanır akşamları onun soluğu ile uyurdu. Yanlarında da Meryem olurdu, canının canı... İçinde kopan fırtınaları dışarı atmak için bir sigara daha yaktı Sökmen, elinde tuttuğu sazın tellerine bir kez daha vurdu ve son kez bağrında yaşattığı acı dolu sesiyle, gözünden akan bir damla yaş ile türküyü bitirdi. Yardan ayrı kalmak ölüm Söyle ne olacak halim Böyle kader böyle zulüm Gelir garip başa Leyla'm Gelir garip başa Leyla'm Başa Leyla'm ... Böyle kader böyle zulüm Gelir garip başa Leyla'm Gelir garip başa Leyla'm Başa Leyla'm Sigarasından bir nefes daha çekip elindeki bağlamayı yan tarafa bırakartı ve dakikalardır kendini izleyen kadına çevirdi ruhsuz bakışlarını. Türküyü söylemeye başladığından beridir kapının eşiğine yaslamış kendisini izlediğini biliyordu lakin hiç sesini çıkarmamıştı. Çolpan kendisine doğrulan kahverengi gözler ile bir an duraksadı ama hemen toparlayarak komutanı olan adama baş selamı verip arkasını dönerek gitmek için adımladı lakin duyduğu kuru ve bariton ses ile duraksamak zorunda kaldı. Dakikalardır burdaydı, aslında bir şeyler atıştırmak için gelmişti buraya sonra ince bir telden duyulan bağlama sesi işitmişti. Merakına engel olamamış ve saniyelerin dakikalara devrildiği bu zaman dilimine kadar komutanın kederle dolu kadife sesini dinlemişti. Adamın sesindeki o yanıklık o kadar işlemişti ki yüreğine, hareket dahi edememişti. Çolpan acıyı bilirdi, hele ki ruha yüreğe işlenmiş olan acıyı daha iyi bilirdi, komutanın sesinden ve gözlerindeki yaşlardan görmüştü acısını. Öyle bir acı vardı ki gözlerinin derinliklerinde onda kendisini görmüştü bir anlığına. "Orda dur!" keskin sesi ile duraksayan kadına baktı Sökmen, timde herkes ile birebir tanışmıştı lakin karışısında ki kadın ile nasıl konuşması gerektiğini bilmediğinden hiç bir adım atmamış Çolpan'da herhangi bir girişimde bulunmamıştı. "Rahatsız mı ettim Başçavuşum?" Kendisine bakmaktan kaçınan kadın ile tekrar konuştu. Çekingen bir kadın olmadığının farkındaydı, üstündeki üniformanın içerisinde çekingenlik yanından bile geçemezdi. Elinde hâlâ yanmakta olan yarım sigarayı küllüğe bastırarak söndürdü ve başçavuşa bakmaya devam etti. Çolpan kendisine yöneltilen soru ile kafasını olumsuzca sallayarak red etti, kaçmıyordu. Kaçacamayacağını biliyordu. "O zaman neden kaçıyorsun?" Sökmen az önceki ruh halinden hemen sıyrılamazsa da az da olsa toparlandı. Acısına şahit olmuş bir kadın vardı karışısında, gözleri acılar ile dolu olan. "Kaçmıyorum komutanım." Cebinden çıkardığı bir kağıt bir kalem ile hemen vereceği cevabı yazdı Çoplan. Bu her ne kadar onu utandırsa da yapabileceği birşey yoktu, karşısındaki adamın işaret dili bilmediğini biliyordu. Sökmen kadının ne yazdığını daha iyi görebilmek için eliyle yaklaşmasını işaret etti. Çolpan adamın isteğini ikiletmeden yaklaştı ve kağıdı adamın daha rahat görebileceği bir noktaya getirdi. "Öyle olsun bakalım." Öyke kadının verdiği cevap ile usulca kafasını sallayarak konuştu. "Ne zamandır burdasın?" bir sigara daha yakmak istiyordu lakin yanı başında bulunan kadının rahatsız olabileceğinden endişe ettiği için bundan vazgeçmişti. "Bağlamanın tellerinden yayılan notaları duyacak kadar." Sökmen kadının kağıda yazdığı cevabı görünce dudağı belli belirsiz kıvrıldı. Demek ki en başından beri burdaydı ve bunu çekinmeden söyleyebilmişti, bunu sevmişti. "Neşet Ertaş, sever misin?" Söylediği türkünün kime ait olduğunu bildiğini var sayarak sormuştu bu soruyu. "Kim sevmez ki?" diyerek bir cevap geldi Çoplan'dan. Sesini duyamazsa da onunla sohbet etmek güzel bir duyguydu. "Sevmeyen çok kişiye rastladım." İçerlenmiş bir ses tonuyla bunu söylemiş olması Çolpan'ı gülümsetti lakin Sökmen ara ara daldığı için bunu fark etmemişti. "Derdini yüreğine mesken etmiş ve ruhuna zincirlemiş olanlar sevmez elbet." önüne uzatılan kağıtta yazan cevabı görünce bakışlarını kadına çevirdi Sökmen. Sessizliğin içindeki o şiir gibiydi, verdiği cevaplar hoşuna gitmişti. "Yüreğinizdeki sızınız sesinize yansımış komutanım, ruhuma dokundu." Çolpan tekrar yazmaya devam etti. Bunu söyleyip söylememek arasında kalsada en sonunda cevabını okuması için gösterdi komutanı olan adama. ""Yüreğim biçaredir dillenip durur lakin dinleyeni de anlayanı da olmaz." Sökmen kadının yazmış olduklarına karşılık buruk bir cevap veremeden edemedi. "Anlamak istemeyene dillerde dökseniz anlamazlarn komutanım." kadından gelen haklı cevap ile büyük bir iç çekti. Aslında bugün kimseyle konuşacak ne hali vardı ne de isteği lakin şuan karışısında kendisine merak dolu gözlerle bakan kadın ile konuşmaktan kendini alamadı.
"Peki sen?" diyerek okları kadına yöneltti. Zira şuan kendi dertleri içinde boğulan bir adamdı, ziyan olmuş bir adamdı... "Ben?" Çolpan elini kendisine doğru işaret ederek soru sorar gibi yaparak cevap verdi. "Sen anlar mısın?" Az önce kurduğu cümleye atıfta bulunarak sordu Sökmen. "Ben ruhumda bir enkaz taşırım, anlarım lakin anlatamam." Çolpan yüreğinden gelen cevabı direk olarak cevap verdi adama. Kendisinin dillere dökmek istediği lakin dökemediği bir çok şeyi vardı ama anlatabileceği bir dili yok gibiydi. "Sen ruhundaki enkazlarda çiçekler büyütürsün Çolpan." kadının vermiş olduğu acı cevap ile oturduğu yerden kalkarak kadına doğru bir adım attı. Bir anda ayağa kalktığında, karışında duran kadın gözüne o kadar küçük geldi ki bu durum karşısında şaşırmadan edemedi. Bu kadar kısa olduğunu fark etmemişti... "Çiçekler ölü bir ruhta büyümezler komutanım." Çolpan karşında kendisine bakan adamdan gözlerini saklayarak elinde bulunan kağıda tekrar bir cevap verdi. Bir an önce burdan gitmek istiyordu. "Sen öldüğünü sandığın ruhunda çiçek bahçeleri taşıyan güçlü bir kadınsın. Kendine haksızlık etme." Bu kadar güçlü bir kadının kendini görmüyor oluşu Sökmen'i öfkelendirdi. Nasıl oluyorda ruhunda çiçekler, gök uşakları barındıran her kadın kendini bu kadar aşağıda görebiliyordu? Sökmen'e göre kadınlar korunmaktan ve kısıtlanmaktan çok destek görmeyi bekleyen, sevilmeyi hak eden Allah'ın yaratmış olduğu mükemmel varlıklardı ve hiç bir zaman bir kadını hiç bir erkeğin aşağısında görmemiş hatta onların her daim erkeklerin çok üstünde saygı duyulması gerektiğini kendine hatırlatmıştı. Ben öldü sandığım ruhumda kırık mezar taşları taşırım komutanım, şimdi izninizle." Çolpan daha fazla duramayacağına karar verdiğinde sağ elini alnına koyup kısa bir tekmil vererek arkasını döndü ve dinlenme salonundan çıkmak için bir kaç adım attı. Tam kapıdan çıkmak üzereyken Sökmen komutanın söylediklerini işitti. " Öldü sandığın ruhunu karanlık mahzenlerinden çıka Çolpan çünkü sen kırık mezar taşlarına bile çiçekler ekebilecek bir kadınsın, bunu unutma." Çolpan bir an için duraksadı ve kafasını arkaya çevirerek kendisini izleyen adama kısa bir bakış atıp dinlenme salonundan çıktı. Sökmen giden kadının ardından aynı yerde bir süre durmaya devam etti. Omuzları tekrar hüzünle çöktüğünde orta sehpaya bıraktığı sigara paketinden bir dal daha çıkarıp yaktı ve arka cebinden cüzdanını çıkararak içinde taşıdığı fotoğrafı çıkarıp parmakları ile sevmeye başladı. Gözünden akan bir damla fotoğrafın üzerine düştüğünde sigarasından bir nefes çekip fotoğraftaki güzel kadına bakarak konuştu. "Sende ruhunda çiçekler taşıyan bir kadındın Meryem'im bugün o çiçekler toprağında sana eşlik ediyor. Bu dünya sizi incitti, toprak sizi incitmesin..." 🌙 Uzunca bir yol, Başı belli sonu ise belirsiz, Yanında bir yoldaş, Omuzlarında tatlı bir yük, Kimi vatan diyor kimi ise bayrak... Elinde silah, başında miğfer, göğsünde çelikten bir zırh, Duruşu sağlam, başı dik, alnı açık, Yüreğinde onur, ruhunda gurur, zihninde ise savaş. Uzunca bir yol, Başı belli, sonu belli, Ölürsen şehit, yaşarsan kahraman...
Sessizliğin kulaklara ninniler fısıldadığı garip bir ölümcül sakinlik... Bir kurşun yuvasından çıkıp göğüs kafesini delip geçtiğinde omuzlarda taşınan yükün ağırlığı zihindeki düşüncelerin intiharı, ruhun boynuna dolanan kalın bir urgan, yaşamın elindeki bahtsız bir kimsesizlik belki de çokça ölüm. Bazı düşünceler ruhu yaralar bazı düşünceler ise ruhun katlini verirdi... Zihin sonu görünmeyen bir kuyudan ibaretti ve o kuyuda boğulmaya mahkum her sorun kurtulmayı bekleyen birer suçluydu. Küçükken herşeyin oyun oynamaktan ibaret olduğunu düşünmek büyüdükçe keşke çocuk kalsaydım isteğine dönüşürdü zira insan yaş aldıkça asıl sorunlar ve sorumluluklar başlardı ve bu sorunlar bir süre sonra can yakan gerçeklere dönüşürdü. Bitmeyen bir döngüde savrulup duran kuru bir yaprak gibiydi insan, kader nereye isterse oraya savurur hayat ise kadere boyun eğerdi. Leyal üstünde siyah tişörtü, siyah kargo pantolonu ve siyah postalları ile üst üste attığı iki bacağını önünde duran masanın üzerine dayamış can yakan bir üstünlük ile elindeki dosyayı inceliyordu. Saçları yukarıdan sıkıca bağlamış ve büyük ela gözlerini ortaya çıkararak yüzündeki keskin ciddiyet ile karşısında ki sandalyede baygın olan adamın uyanmasını bekliyordu. Zihni ve ruhu gece gördüğü kabuslar nedeni ile yorgundu, geçmişi hatırlamanın bu kadar acı verici olacağını tahmin etmemişti. Herşey yavaş yavaş gün yüzüne çıksa da geçmişe saklanmış olan o dehşet ruh halini derinden bir darbe ile sarsmayı başarmıştı. Buna rağmen Leyal yılların ve mesleğinin vermiş olduğu o güç ile bunun üstesinden gelmeye çalışıyordu ama nereye kadar? Kendisi de biliyordu ki içinde ki savaş bir süre sonra dışa yansıyacak ve o zaman kendisi içinde çocukluğunu gözlerinde taşıyan adam içinde ağır ve sersemletici bir etki yaratacaktı. En çok kimin yara alacağı yada kimin eski yaralarının tekrar kanayacağı ise zamanın acımasız yüzü gösterecekti. Geçmişin ağır yaraları yüreği bîtâb düşürür ruhu ise parçalardı. Artun Agâh dakikalardır kollarını birbirine kavuşturmuş, heybetli duruşu ve duvar gibi sureti ile gözünü dahi kırpmadan camın ardından Leyal’i izliyordu. Operasyonun gidişatında hızlanma emri verildiğinden beri doğru düzgün karşılaşmıyorlardı bile kendisi birkaç gündür Şırnak merkezli tugaya albay ile görüşmeye gitmiş daha sonra ise hem MIT hemde polis özel harekat başkanlığına uğrayarak ayrı ayrı bir kaç toplantıya katılmıştı ve işi biter bitmez soluğu karargahın sorgu odasında almıştı. Günlerdir uykusuzdu Öyke ile en son bir kaç gün önce konuşmuş daha sonra ise bir daha iletişim geçememişlerdi, operasyon beklediklerinden yavaş ilerliyordu ve bu durum canını sıkmaya başlamıştı. Başı çatlayacak derecede ağrıyordu ama kendini karşısında herşeyden habersizce oturan kadından alamıyordu, kalbi başka bir alternatife imkan dahi sağlamıyordu. Hemen arkasında duran kadını her ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da kendisi pek buna izin vermiyordu. Onun neden hâlâ ekipte olduğunu anlayamıyordu, evet Hazan fazlası ile başarılı bir askerdi lakin burda böyle bir ekibe atanmış olması aklına farklı düşünceler getiriyordu. "Neden buradasın?" Artun Agâh ses tonunda barındırdığı gerginlik ile arkasında duran kadına hitaben konuştu. "Bu sizi neden bu kadar rahatsız ediyor komutanım?" Hazan ayağında ki postalların çıkardığı tok ses ile bir kaç adımda Artun Agâh'ın yanında durdu. "Beni rahatsız edecek bir konumda değilsin Hazan, hiç bir zamanda olmadın. Sadece..." Söylediği her bir kelime bir kurşun gibi Hazan'ın ruhunu delip geçtiğinde yüzündeki buruk ifade ile araladı dudaklarını. "Sadece neden onlarca asker içinde benim bu time atanmış olduğumu merak ediyorsunuz?" Ses tonunda ki pürüz ile bir kaç defa öksürerek kendini toparlamaya çalıştı. "Sen başarılı bir askersin Hazan hiç bir zaman aksini iddia etmedim." Artun başını iki yana sallayarak bunu red etti zira Hazan kendisi ile çalışmış bir askerdi, başarılı azimli akıllı ve güçlüydü. Ona başarısızsın demek büyük bir haksızlık olurdu ve Artun kimseye haksızlık yapacak bir konumda değildi. "Aksini iddia edeceğiniz bir başarısızlığım olmadı çünkü." Bunu kendini övmek için söylemiyordu bilakis her ne kadar başarılı biri de olsa bu onun günü geldiğinde başarısız olmayacağı anlamına gelmiyordu. "Haklısın, olmadı ama..." Diyerek kısa bir es verdi ve başını soluna çevirerek yanında duran Hazan teğmene kısa bir bakış attıktan sonra devam etti. "Burası senin istediğini yapabileceğin bir yer değil Hazan." bakışlarından kendisine yapılan uyarıyı anında aldı Hazan zira artık adamın tek bakışıyla bile ne demek istediğini anlayacak kadar iyi tanıyordu. "Daha önce istediğimi yapabiliyor muydum ki?" Tek kaşını kaldırarak sordu bu soruyu. Kendisini vurdumduymaz biri olarak görüyor olmasını kendine yediremedi, öyle biri değildi hiç bi zamanda olmamıştı ama komutanı olan adam onu böyle tanışmıştı demek ki. "Yeter!" Tehlikeli bir ses tonu ile dişleri arasından tıslayarak konuştu. "Yeter artık Hazan, seni defalarca uyardım. Lakin sen bu uyarılarımı göz artı etmekten çekinmiyorsun." Sabrının sınırları zorluyordu yanındaki kadın. Her daim sakin olan benliği artık Hazan'ın yaptılarına karşı tepkisiz kalamıyordu. "Göz ardı ettiğim yok ama sadece anlamaya çalışıyorum. Neden bu kadar tepkili olduğunuzu anlamaya çalışıyorum." Gerçekten de neden bu kadar tepkiliydi, kendisinin buraya bile isteye geldiğini mi öğrenmişti yoksa başka bir durum mu vardı? "Sen bir askersin Hazan, ona göre düşün ve ona göre davran." Bıkkınlık dolu bir ifade ile bir kez daha uyarısını yaptı. Hazan'ın timde olması elbette iyi bir durumdu bunu göz ardı edecek değildi ama onu tanıyan biri olarak onu uyarmadan da edemiyordu. "Sizi bu denli korkutan size karşı beslediğim duygularım mı?" Kollarını birbirine bağlayarak başını yana eğerek Artun Agâha bakmaya devam etti lakin adam bakışlarını camın ardındaki kadından ayırmamakta ısrarcı gibiydi ve bu hiç hoşuna gitmiyordu Hazan'ın. "Beni korkutan bir çok şey var ama kesinlikle bunlar arasında senin hislerin yer almıyor." Kendinden emin bir şekilde cevap verdi ve söylediklerinin hepsinin gerçek olması Hazan'ın canını yakıyordu. Bu kadar umursamaz olması ve kendisini görmezden gelmesine hem üzülüyor hemde öfkelenmesine sebep oluyordu. “Sevmek bir hata mıdır komutanım?” bakışlarını karşıdan ayırarak komutanı olan adamı yan profilden izlemeye koyuldu. Sevmek dedi içinden hayatının en küçük ama ağır hatasıydı... “Seni hiç bir zaman sevmeyecek olan birini sevmek hatadır Hazan teğmen.” Sakin ve tok bir ses ile cevap verdi. Sevmek suç değildi elbet ama kendisini sevmesi belki de ikisine de en büyük cezaydı. “Neden?” Neden diye haykırmak istedi bir an Hazan. Yüreğindeki nedenler zihnindeki sorulardan daha fazlaydı lakin alacağı cevaplardan korkan bir yürek yüreğindekileri dile getiremezdi. “Bazen nedenlerin cevabı gözlerinin önünde olur lakin gönül görmek istemeyince gözler edebi bir körlüğe mahkûm kalır.” İç gıdıklayan bir sakinlik ile cevap verdiğinde Hazan derin bir soluk çekti içine, bu göreve katılarak yanlış mı yapmıştı? Sahi gerçekten yanlış neydi ve asıl yanlışlı kim yada ne yapmıştı? Bir çıkmazda debelenip duran soruları cevap bulmak için fazla isyankarlardı. “Körlük görecelidir komutanım belki de sizin körlük diye bahsettiğiniz şey sadece öyle sanmanıza neden olan şüphelerdir.” zorda olsa cevap verdi karşısındaki adama. Bu bir pes ediş miydi bilmiyordu lakin yıllardır kendi içinde sürdümekte olduğu savaştan ağır yaralı olarak ayrılıyordu. “Gönl kör olunca göz ne eylesin? Göz görmek istemeyince akıl nasıl dirensin?” Hazan bazen Artun Agâh’ı anlamakta zorluk çekiyordu zira verdiği cevaplar o kadar karmaşıktı ki sanki o an cevap değilse şiir okuyormuş gibi hissediyordu ve Hazan’ın da şiirlerle arası pek iyi değildi. “O zaman ben körleşmiş bir sevgi ile seviyorum.” Umursamaz bir eda ile konuştu Hazan, sevmek ateşe bile isteye yürümekti ve o bundan korkuyordu. Korktuğu tek şey sevilmemekti... “Gönül kör, akıl sağır ruh enkaz, akıl ise dilsiz. Sen körleşmiş sevgin ile kendini yakıyorsun Hazan, kendinle beraber başkalarını da yakıyorsun.” Bakışlarını zorda olsa Leyal’den çekerek dakikalardır kendine bakan gözlere çevirdi ama o kadar boş bakıyordu ki Hazan bir an ürperdi. İşte bunu istemiyordu, bu kadar boş baksın istemiyordu. Kendisini sevsinde istemiyordu lakin bir hiçmiş gibi bakıyor olması kalbindeki kırıkları ruhuna batırıyordu. “Yanmaya mahkum olanlar yanmaktan korkmamalıdır komutanım.” Karışısında duran adamdan bir cevap bekledi o an, ama değil bu cevap küçük bir bakış bile kazanamadı. Titrek bir soluk bırakarak bakışlarını tekrar camın ardındaki kadına yöneltti. Hislerine karşılık bulamayan bir kadın olarak başka bir kadının nasıl bu denli değer gördüğünü anlamaya çalıştı? Bir adam vardı, o adam başka bir kadına özlem ile bakarken kendisi de aynı bakışlar ile arkasından izliyordu. Hayatın onlara oynadığı bu oyunda Hazan figüran olarak seçilmiş kalbi kırık bir kadındı. Hem Leyâl'e hemde Artun Agâh'a son bir bakış atarak yüreğindeki kırıklara küçük bir çocuk gibi sarılarak Artun Agâh'ın yanından ayrıldı, adamdan gelen kırıklara bile razı olacak kadar değer veriyordu ama canının yanmasına da engel olamıyordu. Sıkı sıkıya sarıldığı can kırıkları ruhundaki yaraları tekrar kanatmaya başladığında koca bir boşluğa düşmüş bedeni ile tesisin koridorlarında kayboldu. Ve sen kırık yüreğimin can kesiği, ölü bir çiçeğin yeşerttiği umuttan ibaretsin. 🌙 Leyal Bige'den... Hayat insanları şaşırtmakda epey başarılı bir tiyatrodan ibarettir. Çoğu kişi kendi başrolünde ki tiyatroda çoğu zaman bir figüran rolüne bürünür, hatta çoğu zaman bir seyirci gibi olan biteni izlemekle yetinir lakin hayat denilen yönetmen başrol oyuncusunu tiyatronun en kötü sahnelerinde oynatmakta ısrarcıdır. Ben her daim oynanılan bu yaşam tiyatrosunda en kötü sahnelerde oynamış lakin her daim güçlü kalmış bir kadındım. Daha anne karnındayken başlayan baba şiddeti yedi yaşımın ilk aylarına kadar sürmüştü, sonra sihirli bir değnek değmişti şiddetin ve hüznün olduğu hayatıma. Kurtuluşun siren seslerine misafirlik etmişti kalbim ve ruhum, güzel altı yaşındayken güzel bir aile ile tanışmıştım yedi yaşında annemde yanımda o güzel aile ile beraber başka bir şehirde yaşamaya başlamıştık. Artık okula gidiyor, oyunlar oynuyor ve özgürce dışarı çıkabiliyordum, vücudumda şiddetin göstergesi olan morluklar, ruhumda korku yoktu ve en önemlisi yanımda sevdiklerim vardı. On yaşına geldiğimde artık hayatımın hep öyle devam edeceğini düşünmüştüm, herşey güzeldi annem yanımdaydı. Artun yanımdaydı Mete amca ve Dilem teyzem yanımdaydı, güzel bir evimiz vardı, bir sürü komşumuz, bir sürü arkadaşım vardı. İnsanlar birbirini anlıyor ve her anlamda yardımcı oluyordu. Kimse kimseyi görmezden gelmiyor, herkes birbirini sevip sayıyordu ve en önemlisi baba dediğim varlık artık hayatımızdan çıkmıştı. Güvendeydim, güvendeydik... On iki yaş günüm geldiğinde sabah heyecanlı bir şekilde uyandığımı hatırlıyorum, yeni bir yaş ve ailemle dolu dolu geçireceğim yeni bir yıl. Öyle sanıyordum...Beyaz papatyalı elbisemi hatırlıyorum hayal meyal, Artun'un saçlarımı tarayışını ve hediyesini... Mor çiçekli pastamı, üflediğim mumları, annemin ve Dilem teyzemin şen kıkırtısını Mete amcamın bir baba gibi şevkatle sarılmasını. Artun'un mutluluk dolu gözlerle bizi izlemesini ve... Ve önce bir cam kırılma sesi geliyor, ardından evin bütün camlarının çığlık çığlığa kırılmaları... Ben aslında o gün büyümüşüm, o gün aslında hiç birşeyin eskisi gibi olmayacağını ve asıl kıyametimin o günden sonra başlayacağını anlamışım. O günden bana geriye kalan protez bir bacak, eksik bir ömür... Bir ömre binlerce acı sığdırırda hayat, bir umudu fazla görür gözü yaşlı insana. Beni düşüncelerimden koparan içerisinde bulunduğumuz aracın durması oldu. Oturduğum yerden karşımda duran dev binaya ruhsuz bir bakış attım, bugün itibariyle operasyonun ikinci ayağına geçmiş bulunuyorduk. Alarm durumuna geçtiğimiz şu günlerde geçen toplantıda yaptığımız planları hemen işleve sokmak durumunda kalmıştık zira artık kaybedecek tek bir dakikamız dahi yoktu. Hepimiz fazlası ile yorgunduk, üst üste girdiğimiz sorgular çıktığımız birkaç saha görevi ve toplantılardan sonra bugün buradaydık... Arslanlar Holding'te... Bulunduğum yolcu koltuğunda dik bir konuma geldim, üstümde resmi bir iş toplantısı için iddiasız lakin oldukça şık bir takım vardı. Üstümde bulunan şarap kırmızı ceketin ön dekoltesi göğüs oluğuma kadar açıktı, ceketin belimi incecik gösterecek bir kemer detayı bulunuyordu ve bu detay benim oldukça hoşuma gitmişti. Onun altında ise dizlerime kadar beni sarıp sarmalayan diz kapaklarımdan sonra ise bollaşan oldukça kaliteli bir kumaştan yapıldığı belli olan ispanyol paça bir pantolon vardı. Saçlarımı yukarıdan sıkı bir at kuyruğu yapmış ve yüz hatlarımı ön plana çıkaracak ve beni tamamiyle farkı bir kişiliğe büründüren makyajım, pahalı görünen takılarım ve olmazsa olmaz siyah stilettolarım ile iyi göründüğümü düşünüyordum. "Sonunda Dinçer efendi ile yüz yüze görüşme vakti geldi ha?" Ön koltukta oturan Kağan'ın sesi ile ona döndüm. Onun için fazlası ile gergin bir gündü ve bunu Sökmen yüzünden olduğunu biliyordum zira bugün Sökmen için önemli bir gündü ve onu yalnız bıraktığı için kendisine kızıyor olmalıydı. Haklıydı, hepimiz aynı hissiyat içerisindeydik. "Bütün ikna etme kabiliyetimizi bugün burda göstereceğiz." Umay'ın ses tonu düşünceliydi, bugüne kadar onlarca operasyona katılmıştı lakin hâlâ bu tarz operasyonlarda kendisini huzursuz hissediyordu. O her daim geri planda kalmayı tercih etsede bizim için önemli bir askerdi ve saha da olması destek açısından önemliydi. "Hâlâ bu herifin ayaklarına kendimiz geldiğimiz için fazlası ile öfkeliyim komutanım be!" ses tonuna yapışmış olan öfkenin gri bulutlarını göremezsemde hissediyordum. Onu anlıyor, ona hak veriyordum. Çoğu kişinin gözünde duyguları olmayan, eli silah tutan güçlü Türk askeriydik lakin o işler pek öyle olmuyordu. Hepimizin bir kırılma noktası vardı ve bu noktadan sonra kendimizi toprlamamız oldukça güçtü. "Görev için girdiğimiz şekilleri unutmuşsun gibi Kağan?!" Yanı başımda duyduğum tok ses ile bir an kalbim tekledi. Artun Kağan'a hitaben konuştuğunda göz ucuyla ona baktım. O kadar nefes kesici görünüyordu ki hâlâ o küçük çocuğun bu adam olduğu gerçeğine kendimi ikna edemiyordum. "Elbette unutmadım komutanım, her daim vatanım için her şeyi yapmaya hazır bir askerim ama komutanım şöyle soysuzların ayağına gidiyoruz ya çok zoruma gidiyor vallahi komutanım." Kağan fazlasıyla başarılı bir askerdi ve normalde de şen şakrak eğlenmeyi bilen özellikle şakalaşmayı seven bir adamdı. Bu kadar stres olmasının bir kısmında Sökmen yatıyordu lakin tam sebebin bu olmadığını da biliyordum, ortada başka bir durum vardı ve bunu bugün bittiğinde kendisi ile konuşacaktım. Konuşmak zorundaydım çünkü ani duygu değişimleri operasyonu ve timi tehlikeye atabilirdi. "Biz bugün vatanımız için gereken neyse onu yapacağız koçum. Elbette onlar bizim elimize düşecektir işte o zaman asıl onlar düşünsün başlarına gelecek olanları." Artun'un kendinden emin bir şekilde konuşması beni gülümsetti. Ayrıca askerini bu denli motive ediyor olması gurur vericiydi, o lider bir komutanıdı her askerinin karakterine göre hareket eder yeri gelince onları ezer yeri gelince de babalık yapardı. Gözlemlediğim kadarıyla öyleydi, çocukken de öyleydi.. "Kurt, koyun sürüsünün içine tek girer kağan çünkü koyunların korkup kaçmaktan başka hiç bir işlevi yoktur ve gücün kimde olduğunu bilir." Umay Kağan'a destek olmak için konuştu. O da Kağan'ın durumunun farkındaydı, onu bu stresten çıkarmak için elinden geleni yapıyordu. "Haklısın komutanım da işte..." Yılgın bir ifade ile karşısına baktı lakin devam edemedi. O da çoğu şeyin farkındaydı, mesleğinin gerektirdiği gibi hareket etmek zorundaydı çünkü bizler vatanı uğruna ölüme giden askerlerdik. Biz vatanı için ölümü bağrında taşıyan askerlerdik ve bilirdik ki hangimiz olursak olalım gözümüzü dahi kırpmadan bu yolda ilerlemek için herşeyi yapardık. "Seni anlıyorum aslanım, inan ki hepimiz aynı duygular içerisindeyiz lakin bu bizim görevimiz. İpleri elimize alabilmek için bugün buradayız." Artun tekrar Kağan'ı sakinleştirmek adına konuştu. Bakışlarım hâlâ binaya odaklanmış Kağan'ı buldu şuan daha iyi ve daha odaklanmış görünüyordu. Bu iyiydi lakin uyarımı yapmadan da geçemezdim, bu Artun yüzbaşından sonra benim görevimdi. "Komutanın haklı Kağan, içeride operasyonu aksatacak tehlikeye atacak bir aksilik istemiyorum." Keskin ve uyarı dolu sesim ile Kağan kendini toparladı. Böyle daha iyiydi, görevine odaklanması gerekiyordu zira alınacak bir intikam , düşmesi gereken çok kelle vardı. "Emredersiniz komutanım!" Kısık ama kendinden emin bir şekilde beni onayladı. Yanımda duran Artun'un bakışları bana dönmüştü lakin dönüp kendisine bakma zahmetine girmedim. Onunda bugün Sökmen dışında bir derdi vardı bunu girebiliyor, hissedebiliyordum. Durgundu, bunu görebiliyordum. Son bir kaç gündür tesiste değildi daha yeni gelmiş sayılırdı. Onunda fazlası ile yorulduğunu girebiliyordum. "Şimdi, Gaye bizi içeride bekliyor. X-rayden geçeceğimiz için hiç birimizde maalesef ki ne kulaklık ne de dinleme cihazı olacak ve en önemlisi kendimizi koruyabilireceğimiz silahlarımızda yok, bu yüzden gözünüz ve kulağınız açık olsun. İçeride ne olursa olsun, ne söylenirse söylensin sonuç onların aleyhine işleyecek ve bu bizim için büyük bir avantaj. Toplantı genel olarak ben Leyal ve Dinçer Arslan arasında devam edecek siz ikiniz sadece gerektiğinde müdahil olacaksınız. Şimdi iniyoruz, ne olursa olsun bakın tekrar ediyorum ne olursa olsun kendinizi tehlikeye atacak bir eylemde bulunmuyorsunuz, özellikle sen Kağan! Bu bir rica değildir bu bir emirdir anlaşılmayan birşey?" Tesisten çıkmadan son bir kez planın üzerinden geçmiştik lakin Artun yeniden tekrarlama gereği duymuş olmalıydı. Söylediği her cümle için başımı sallayarak onay verdim, içeride silahsız olmamız canımı fazlası ile sıkıyordu çünkü yaklaşık bir düzineden fazla silahlı korumanın olduğu bir şirkete giriş yapacaktık bu da beni bir tık geriyordu lakin bu gerginlik ne kendim içindi ne de operasyonun patlaması için. Yanımda duran benimle kendini tehlikeye atan adamlar içindi, en çokta yanımda duran çocukluğum içindi. "Emredersiniz komutanım!" Hep bir ağızdan onayladık Artun'u ve aynı kararlılıkla tek tek arabadan inerek aynı sessizlikle Arslan plaza ya doğru ilerlemeye başladık. "Bugün fazla sessizsiniz komutanım?"yanımda duran adamın sessizliğine daha fazla dayanamayarak konuştum. Onun sessizliği beni huzursuz ediyordu. "Hâlâ komutanımdan devam diyorsun yani?" Kendisi ile konuşmam hoşuna gitmiş gibi sol dudağı usulca kıvrıldı. Yine siyahlar içindeydi, üstündeki takım ve beyaz gömlek ile o kadar güzel duruyordu ki onu gördüğümden beri kolundan tutup saklama isteğime engel olamıyordum. "Alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor bilirsin?" aynı ses tonu ile cevap verdim kendisine. Hâlâ tam anlamı ile alışamamıştım aramızdaki bu duruma, onun çocukluğumdan geliyor oluşunu bir tarafım kabullenmiş, bir tarafım ise hala kabullenmekte zorluk çekiyordu. "Bilmez miyim? En iyi ben bilirim elbet?" kaşlarımı çatarak kendisine baktım. Bana bakmadan düz bir ifade ile karşısına bakıyordu ve yüz ifadesinden hiç birşey anlaşılıyordu. Kendimden sonra en despot kişiyi bulmuş durumdaydım ve bu durumdan pek memnun olduğumda söylenemezdi "Herşey zamanla hallolur komutanım..." Yinede söylediğinden bir anlam çıkarmak istemeyerek düz bir cevap verdim. İkimizin de arasında garip bir iletişim vardı, bunu aşmak için de zamana ihtiyacımız olduğu kesin bir kanıydı benim için. "Böyle devam et Ay tenli zira komutanım demeye bir daha fırsatın olacak mı pek emin değilim." Gözlerindeki yoğun parıltılar ile üstten bir bakış atarak ima dolu bir cevap verdiğinde tek kaşım istemsizce yukarı kalktı. İşte bundan bir anlam çıkarabilirdim, ne demek istiyordu bu adam? Ne ima etmeye çalışıyordu? "O ne demek?" Ters bir ifade ile konuştum. Neden sürekli ima dolu konuştuğunu anlayamıyordum ve en sinirlendiğim konu ise bu adama karşı son derce savunmasız olmuşumdu. Herkese ördügüm duvarları bu adama öremiyor hatta ördügüm tuğlaları tek tek kırarak yıkıyordum. "Zamanı geldiğinde anlarsın..." Boynumda hissettiğim ılık bir nefes ile bir an kalbim heyecan ile tekledi. Duyduğum derin ses Artun Agâh'tan başkası değildi elbet. Kısa bir es verdi ve başını bana doğru daha fazla yaklaştırarak gözlerindeki yoğun ifade ile devam etti."Üsteğmenim!" Dudaklarımı cevap vermek için araladığımda çoktan plazadan içeri girmiştik ve Artun'un arabada anlatmış olduğu x-rayden geçiriyorduk. Sıra bana geldiğinde kendimen emin bir ifade ile geçtiğimde cihazdan yükselen ses ile hepimizin kaşları çatıldı. Bunu bekliyordum ama bir ihtimal çalmaması taraftarıydım, böylesi bizim açımızdan daha iyi olacaktı. "Hanım efendi, şu tarafa geçer misiniz?" Orta boylarda kadın bir güvenliğin bana seslenmesi ile bakışlarımız aynı şekilde onlara çevrildi. "Bu da ne demek şimdi?" Asabi bir ses tonu ile konuştum. Bir aksilik çıkmasına elbette ki izin vermezdik lakin daha ilk dakikadan bu tarz sorunlar can sıkıcı olabiliyordu. "Cihaz alarm verdi, sizi aramak durumundayız efendim." Kadın güvenlikçi görevi gerçeği beni aramak istiyordu elbette ki ona hak veriyordum. "Böyle birşeyi kabul edemem!" kendimden emin bir ifade ile güvenlikçilerin gözlerine baktım. Gözlerinde sarsılmaz bir duruşumun olduğunu biliyordum. "Efendim kurallar böyle!" Arkadan gelen erkek korumanın sesi ile ona döndüm. Sanırım bu durumdan pek kurtuluşum yoktu. "Pekala..." Diyerek yere sağlam basan adımlar ile onlara doğru ilerledim ve buyrun der gibi bir bakış attım. Genç kadın güvenlik küçük bir tereddütten sonra beni aramaya başladı ve yaklaşık beş dakikanın sonunda hiçbir şey bulamadığında mahcup bir ifade ile gözlerime bakıp geriye doğru bir adım attı. "Şimdi oldu değil mi?" Diyerek küçük bir tebessüm gönderdim. Günde kaç insanla uğraşmak zorunda kaldıklarını düşünecek olursak onlara bu kadar yüklenmek haksızlık olurdu elbet. "Üzgünüm geçebilirsiniz efendim."Güvenlikliçileri arkamızda bırakıp beni bekleyen Artun'un yanına varıp bana uzattığı koluna girdim. "Kulaklık yok, silah yok, dinleme cihazı yok?" İkimizde sadece direk olarak karışımıza bakarak ilerliyorduk. Artun zeki bir adamdı, alarmın neden çaldığının farkındaydı ama yinede benden aldığı cevapla zihindeki tahmini kesinleştirmek istiyordu. "Ben bir MIT'e bağlı bir subayım komutanım elbette eli kolu boş hiç bir yere girmem, giremem. Fıtratımda yok." Omuz silkerek alayvari bir tonda cevap verdim.Topuklarımın çıkardığı ses aramızda yankılandığında Artun yüzbaşının bakışlarını üzerimde hissettim. "Beni her zaman şaşırtmayı başarıyorsun ay tenli." Ses tonundan kalbime doğru yayılan sıcaklık ikimiz arasında titredi. Bana benimle gurur duyuyormuş gibi bakıyordu ve bu hayatımda gördüğüm en güzel bakışlardı. "Şaşırtmayı severim." Kendimi beğenmiş bir ifade ile cevap verdiğimde bu duruma gülümsedi ve o an kalbimin bir an durduğunu hissettim. Hayatıma hiç bir zaman bir erkek almayacağım diyen ben bir gülüş için bütün tabularını yıkmaya hazırlanıyordu. "Bende severim..." Göğsüme esaslı tekmeler atan tok sesi ile kulağıma fısıldadı." Şaşırmayı..." Girişte bulunan danışmaya geldiğimizde ikimiz arasında derin bir sessizlik oluştu. Danışmada bulunan biri kadın diğeri erkek iki sekreter gülümseyerek bizi karşıladıklarında belli belirsiz tebessümler ile karşılık verdik. İşte başlıyorduk. "Arslanlar holdinge hoşgeldiniz efendim nasıl yardımcı olabilirim." Kumral oldukça güzel ve oldukça şık giyinmiş fazlası ile kibar bir kadındı bizimle ilgilenen. İşini severek yaptığı her halinden belli oluyordu, gözleri parlıyor ve dudaklarından gülümseme eksik olmuyordu. "Hoşbulduk, patronunuz Dinçer Arslan ile bir görüşmemiz vardı." Kağan rolüne hızlı girmişti. Elinde ki ofis çantası ve üstündeki takım elbise ile fazlası ile dikkat çekici görünüyordu. "Randevunuz var mıydı efendim?" Kadın hepimizi gülümseyerek süzdü ve en son tekrar Kağan'a hitaben konuştu. "Elbette kişisel asistanının oluşturmuş olduğu bir randevu olması gerekiyor." Kağan resmiyeti elinden bırakmadan cevap verdi. Bir an şaşırmadan edemedim zira az önce arabada öfkeden deliren adam ile şimdi karşısında bütün sakinliği ile duran aynı kişi miydi? "Bir saniye bekleteceğim sizi." Kadın önündeki bilgisayardan birkaç işlem yaptıktan sonra tekrar bize dönerek konuştu. "Dinçer bey sizi bekliyor efendim, ofisi on ikinci katta. Asansörden indiğiniz an asistanı sizi karşılayacaktır." Verdiği bilgi ile rahat bir soluk bıraktık. "Kolay gelsin." Kağan kadına kısa bir cevap verdikten sonra bizimle beraber asansörlere doğru ilerlemeye başladı. Hepimizde elle turulur bir gerginlik ama tuhaf bir rahatlık vardı, ilk görevimiz değildi lakin bu denli büyük ilk görevimizdi. Sessizlik içerisinde asansöre binip ineceğimiz katın tuşlarına bastıktan sonra aynı sessizlik içerisinde beklemeye başladık. Aramızda geçen herhangi bir konuşma olmadı çünkü aldığımız bilgiye göre Dinçer Arslan'ın bu şirketinde olduğu gibi bir çok şirketinde asansörlerde dahil sesli kameralar bulunduğu ayretten dinleme cihazlarınında bulunduğu teyidini almıştık. Elbette istesek hepsini etkisiz hâle getirebilirdik lakin bu bizi ve en önemlisi operasyonu tehlikeye atmaktan başka hiç bir işe yaramazdı. Yaklaşık yedi dakikalık bir asansör yolculuğundan sonra asansör ineceğimiz katta durduğunda içime derin bir soluk çekerek koluna girdiğim Artun'a sıkı sıkıya tutunarak geldiğimiz kata ilk adımımı attım. Bakışlarım yerden yükseldiğinde karşımda gördüğüm sima ile yüzümde anlamlı bir gülümseme oluştu. Koluna girdiğim adam durduğu yerden bir anda kasıldığında bakışlarım kısa bir an kendisine döndü ve onun da bir yere kitlenip kaldığını fark ettim. Baktığı yere benimde bakışlarım kaydığında içimde fokurdayan öfkeye mani olamadım. Dudaklarım düz bir çizgi halini aldığında Artun'un kolunu dahafazla sıktım. İhanet miydi bizi cehenneme sürükleyen yoksa cehennemin ta kendisi miydi ihanet? 🌙 KARADAĞ 21.45 Sadece dışarıdaki sokak lambalarının aydınlattığı karanlık bir odada arkası dönük başındaki fötr şapka ile bir adam siyah deri bir koltukta sakin soluklar ile oturuyordu. İçeride bir oda da duyulan acı dolu inleme ile sağ dudağı şeytani bir parıltı ile kıvrıldı, hoşuna gittiği aşikardı. Kapının tıklatılması ile ritmik hareketlerle koltuğun koluna vurduğu parmakları durdu. Tıklatılan kapı sessizce aralandı ve beklediği kişi kendinden emin adımlar ile içeriye girdi. "Aziz efendimiz." sağ elini yumruk yaparak sol göğsüne koydu ve saygısının bir göstergesi olarak sol dizini kırarak bağlılık selamı verdi. Sağ elinde bulunan anahtar dövmesi tam sol göğsünün üzerindeydi, o hedefe giden anahtarlardan biriydi ve o bir asildi. "Bana neler getidirdin sevgili Vance." genzinden gelen tok sesi oda da yankılandığında hâlâ diz çökmekte olan orta yaşlarda ki adam titrek bir soluk bıraktı zira bütün dünyanın korkulu rüyası olan adamın karşısına çıkmak kolay bir eylem değildi. "Öncelikle Aziz efendimizin huzuruna çıkmaktan onur duyarım, size Ortadoğu ve Türkiye'den bir takım mühim haberler getirdim." Vance İsrail asıllı bir yahudiydi. Tıpkı babası gibi örgütün izinden giderek piramidin üst sıralarına kadar yükselmişti ve elbette bunda babasının ve zekâsınında katkıları büyüktü. "Demek Türkiye'den de haberlerin var sevgili Vance'm. Anlat bakalım yine neyin peşindeler o barbar Türkler?" ses tonunda ki alaycı ton Vance'yi bile güldürdü. Ortak düşmanları bir olunca keyiflenmemeleri elde değildi tabii. "Geçtiğimiz yıllarda, Türk devletinin kurmuş olduğu gizli bir teşkilata dair içeriden bir istihbarat almıştık biliyorsunuz. Bugün içerideki muhbirlerimizden biri örgüt ile iletişime geçti ve söylediklerine göre Türklerin kurulan teşkilata yeni bir ekip daha atanmış ve oldukça geniş kapsamlı bir operasyonun peşinde olduklarını, operasyonun her detayı ise özenle gizlendiğini ayrıca kod adı Zemheri olan bir komutanın bu operasyonu komuta ettiği de verdiği bilgiler arasında." "Zemheri..." sadece dudaklarını hareket ettirerek karanlık bir ifade ile duyduğu kod adını tekrar etti. "Size daha iyi bir bilgi verebilmek adına gelmeden önce Zemheri adlı komutanı araştırdım lakin hakkında bilinen tek şey kod adı. Dosyası devlet iznin olmadan erişilemeyecek kadar gizli. Örgütten öğrendiğime göre bugüne kadar bizden bir çok kişiyi tanrıya kavuşturmuş, işinde fazlası ile iyi olduğu dahi söyleniyor öyle ki ismini duyan örgüt üyeleri korkudan altlarına kaçıracak kadar tedirgin oldular." Sonda öfkeli bir ifade ile cümlesini bitirdi Vance zira kendi örgütlerinde ki asillerin dahi çekindiği uğursuz bir Türk'den nasıl oluyor da bu denli korktuklarını anlayamıyordu. "Zemheri..." Bakışlarını karşısında duran genç kızdan ayırmadan Vance'yi dinliyordu. Lakin karanlığın uçsuz bucaksız olduğu zihninde hâlâ aynı isim dönüp duruyordu. Yeni kurbanının kim olduğunu merak etmeye başlamıştı açıkçası. "Örgütte ki en iyi kriptografi uzmanları, yazılımcı ve hackerlar ile üst seviye bir araştırmaya girerek Zemheri denen komutanın dosyasına ulaşmaya çalıştık lakin affınıza sığınarak hiç birşeye ulaşamadığımızı söylemek isterim." Eğilip süzülerek sarf ettiği kelimeler ve titreyen sesi aslında ne kadar korktuğunun en büyük kanıtıydı. Kendisine arkası dönük olan adama ölesiye güveniyor ve bir o kadar da korkuyordu. "Demek ki o kadar iyi değillermiş!" Gür sesi yan odadan gelen inleme sesi ile karıştığında Vance yutkunmaktan kendini alamadı. Eksik bilgi ile çıktığı için ölmesi büyük bir ihtimalldi. "Özür dilerim efendim..." Başka ne diyeceğini bilemediği için hemen özür diledi lakin daha devam edemeden efendisi elini kaldırarak sözünü kesti ve bilgi vermeye devam etmesi için tekrar bir işaret yaptı. "Son bir kaç aydır konumlandığımız her bölgeye üst üste baskınlar yiyoruz efendim. Örgüt üyeleri sizin adınıza endişelenmeye..." tekrar cümlesini yarıda kesen efendisinin ürkütücü bariton sesi oldu. "Sence böyle küçük oyunlar beni onların ellerine düşürür mü sevgili Vance'm?" ölüm sakinliğindeki ses tonu Vance'nin kalbinin teklemesine sebep oldu. Efendisinin sesini dahi seviyordu. "Elbette ki hiç bir güç sizi onların ellerine düşüremez lakin onlar için aynısını söyleyemeyeceğim Aziz efendimiz zira kendilerini kolay bir ölüm beklemiyor." Kendinden emin kurduğu cümleler ile efendisinin hem güvenini kazanmak istiyor hemde gönlünü hoş etmeyi planlıyordu. "Cık cık cık!" Efendisinin uyarı mahiyetindeki cıklamasını ardından da tekrar o etkileyici sesini duydu. "Akıllı bir adamsın Vance ama düşmanı fazlası ile hafife alıyorsun." Bunu yapmaması gerektiğini hatırlatırmış gibi alayvari bir tonda konuştu. " Gücünüzün ve kudretinizin farkındayım efendim." Vance efendisinin varlığını kutsal bir inanç ile eşdeğer görüyordu. Ona ve örgüte bağlı bütün herkese göre efendilerinin varlığı kendilerinin kurtuluşu, yeni bir devletin kuruluşuydu. "Yüz yıllardır, barbar Türkler hakkında binlerce söylem gündeme gelmiş sevgili Vance. -Türklerle dost ol, ama düşman olma- ise bu söylemlerden sadece biri.Bizler onlara savaş açarak daha başlamadan çok şey kaybettik, artık durumu eşitlemek adına oynuyoruz hamlelerimizi zira bugün hâlâ karşımda durabiliyorsan bu yine Türklerin anlayışı sayesindedir." Her ne kadar bu durum onu rahatsız etse de doğrular her zaman gün yüzünde olmalıydı. Olmalıydı ki neye karşı savaştıklarını ve kazandıklarında ne kadar büyük bir galibiyet olduğunu anlasınlardı. "Yani onlar bizden daha mı güçlüler demek istiyorsunuz efendim?" sesindeki huzursuzluğu gizleyemedi Vance. Efendileri bile düşmanlarının kendilerinden daha güçlü olduğunu mu söylüyordu? Buna inanmak istemedi. "Hayır, Vance hayır savaşta güçlülük ve zayıf yoktur. Zeki ve doğru hamleler yapabilen taraflar vardır ve ne yazık ki Vance düşmanımız fazlası ile zeki hamleler yapan bir millet ve..." Kısa bi es vererek devam etti. "Kana susamış..."ruhsuz bir ifade ile düşmanlarının kim olduğunu askerine tekrar hatırlattı. Zira düşmanının ruhunu bilmek savaşta kimin daha hükmedici olduğunu gösterirdi. "Türkler Zeki olabilirler Aziz efendimiz lakin bizim için sadece birer aptal barbardan ibaretler." Kati suretle efendisine olan güvenini tekrar etti. Onun için kazanmak demek efendisi demekti. "Ah sevgili Vance'm, onlarla birebir tanışmış biri olarak söylüyorum ki attığımız adımlar her daim sağlam ve her daim önde olmalı zira durumlar eşitlenirse unutma ki tanrı bizim yanımızda dahi olsa kazanan onlar olacaktır." Askerlerinin bu denli aptal olmaları ruhunu öfkelendiriyordu. Ona göre düşmanı hafife almak savaşı kaybetmek demekti. "Sizin gibi kudretli bir efendimiz varken kaybedecek hiç bir neden göremiyorum ortada lakin uyarılarınızı dikkate alacağım." Askerlerinin kendisine olan güvenleri hoşuna gidiyordu karanlığın ruhu olan adamın. Bugünlere gelmek için çok kan dökmüş, çok bedel ödemişti. Şimdi ödediği bedellerin karşılığını alma ve krallığının kurulma vaktiydi. "Bana olan güvenin oldukça hoş, babanın izinden ilerlemen onur verici." ses tonunda ki memnuniyet Vance'yi gülümsetti. Her ne kadar babasına benzetilmekten hoşlanmasa da efendisinden gurur verici şeyler duymak göğsünü kabartıyordu. "Güzel söyleminiz için müteşekkirim lakin babam bana sadece bir yol çizdi efendim, o yolu seçen de yürüyende bendim." babası hakkında konuşulması hoşuna gitmemişti ve bu ses tonuna da yansımıştı. O hiç bir zaman babasının oğlu olmamıştı, hiç bir zaman onun gibi biri olmamış lakin onun izinden gitmekten de kendini alıkoyamamıştı. "Baban gibi olman seni kötü biri yapmaz Vance, bilakis seni onurlu bir adam yapar zira baban fazlası ile onurlu bir adamdı ve onurlu bir şekilde tanrıya kavuştu." Elbette babası gibi olmak onu kötü biri yapmazdı, daha kötü biri yapardı. Çünkü babası acımasızlığı, gaddarlığı ile bilinen ellerindeki kanı ruhuna bulaştırmış bir adamdı. "Müteşekkirim Aziz efendimiz..." Artık konunun kapanması adına bugün olanları anlatmaya karar verdi lakin nasıl söylemesi gerektiği hakkında bir fikri yoktu çünkü efendileri hatayı kabul edecek bir lider değildi. "Söyle!" düşünceleri arasında duyduğu keskin ses tonu ile bir an irkildi ve sıkıntılı bir soluk bıraktı. Elbette efendileri herşeyin her zaman farkındaydı, birşeyleri ondan saklamak demek kendi infazını gerçekleştirmek demekti. "Masada bugün ufak çaplı bir sorun çıktığını size beyan etmek isterim." Ufak çaplı bir sorun demek büyük bir yalan olurdu çünkü örgütte en küçük hata bile affedilmezken masa üyelerinden birinin yapmış olduğu bu hata büyük sorunlara neden olabilirdi. "Belarus üyelerimizden Bay Roshan silah ve patlayıcı satışını gerçekleştirediğine dair bir bilgi ile masadaydı bugün ve bu üyeler tarafından pek olumlu karşılanmadı. Biliyorsunuz ki herkes bu satışlar üzerinden kazanç elde eder, asıl konu ise Bay Şah'ın anlattıkları ile ortaya çıktı. Bay Roshan satışı gerçekleştirmiş ama..." Lafını bölen yine aziz efendisi oldu. Onu fazlası ile öfkelendirdiğinin farkındaydı. Tek temennisi şuan için hâlâ nefes alıyor bir şekilde bu odadan çıkmaktı. "Şah, nereden öğrenmiş?" Karanlığın için sadece sesi duyulan efendisinin ses tonunda küçük bir merak kırıntısı fark etti Vance ve bu durum onu şaşırtmadan edemedi. "Şah masadaki üyeler tarafından pek iyi karşılanmadı biliyorsunuz ki. Onun masaya üye olmasına ise ilk olarak Bay Roshan karşı çıktı, öyle ki bir kaç suikast girişiminde dahi bulundu." Liderlerinin zaten bunu biliyor olduğunun farkındaydı zira onun uçak kuştan, yer altındaki karıncadan, okyanustaki balıktan dahi haberi vardı. "Masada kimse birbirine ihanet etmez, edemez! Bunu bilmiyor mu?" ölümün tiz çığlıklarını çağıran ses tonu Roshan Alekseyev'in sonunu hazırlıyor gibiydi. "Biliyor efendim ama..." Kes anlamında elini kaldırdı lider.Bahane istemiyordu, bu örgütte bahanelere ve ihanete yer yoktu ihanet edenin sonu da belliydi. İnfaz... "Biliyorsunuz ki Şah masanın en güçlü üç üyeden birisi ve kendisini sürekli ölüme sürükleyen birine karşı tepkisiz kalamamış." Elbette hiç bir masa üyesi kendilerine karşı düşmanlık besleyen birine karşı sessiz kalmazdı lakin Şah masanın yeni üyesiydi ve her ne kadar dünyanın en güçlü adamlarından biri olursa olsun karşısına aldığı sekiz koca ülke sekiz koca baron ve kartel vardı. Hepsini kendine düşman etmek demek yeni bir savaşın başlangıcı olabilirdi lakin öyle bir hamle yapmıştı ki hem Roshan'ı masadan düşürmüş hemde bir çok masa üyesini kendi tarafına çekmişti. Zekası takdire şayandı doğrusu. "Ve Roshan gibi basit düşünmek yerine onu düşürmek için adımlar atmış." Efendi'sinin ses tonunda ki memnuniyeti fark etti Vance, Şah'ın herkeste merak uyandırdığı bir gerçekti. " Bay Roshan kendisinden satışını yapılmasını istenilen silah ve patlayıcı nakliyesini asıl hedeften başka bir hedefe transfer ettiği bilgisi masada açığa çıktı maalesef ki." Vance her ne kadar Roshan'ı sevmese de yıllarıdır masada olan bir kartel üyesinin yeni gelen bir üye tarafından saf dışı olmasına öfkelenmişti. Zeka gücün bir göstergesiydi ve şimdiden kimin daha zeki olduğu, kimin daha güçlü olduğu ve en önemlisi olası bir savaşta kimin galip çıkacağı bir çok üye tarafından anlaşılmıştı. "Kim?" ölüm kokan çorak toprakların sessizliği gibiydi ses tonu. Buz dağlarında ki cesetler kadar soğuk ve ölümcüldü. Hedefe giden yolda daha fazla düşman demek daha fazla kan ve vahşet demekti ve bu onun hoşuna giderdi. "Çin asıllı bağımsız bir mafya olduğu bilgisine ulaştık lakin Şah bu durumum sadece görünen kısmı olduğu ve daha fazlası olduğunu iddia ediyor." Vance Şah'a güvenen ve efendisinden sonra duruşuna, zekasına hayran kaldığı tek adamdı. "Bu kadar yeterli Vance, bu durumu araştır ve eksik bilgi ile bir daha karşıma çıkma... Ayrıca Roshan Alekseyev'in kaderini yine masa belirleyecek. Ve..." başını arkaya atarak yavaş bir soluk verdi. "Şah hakkında daha fazla bilgi istiyorum." diyerek son emrini vererek soğuk bir sessizliğe büründü. "Emredersiniz Aziz efendim." Efendisinin kısa bir el hareketiyle çıkmasını gerektiğini anlayan Vance geldiği gibi selamını vererek aynı sessizlik ile karanlık odadan çıktı. Karanlığın ruhuna teslim olduğu vakitlerde karşısında duran büyük resme bakarak şeytani bir ifade ile gülümsedi. Oturduğu yerden sakince ayaklanıp kendisine gülümseyerek bakan kızın fotoğrafına doğru ilerledi ve sanki gerçekten karşısındaymış gibi sadece iki parmağının olduğu elini kaldırarak parmaklarının tersi ile kızın kızarmış yanaklarını okşadı. Yıllar önce ellerinden kayıp giden küçük kızı bulmak için bir çok kişiyi gözden çıkarmıştı lakin kendisinden bir iz dahi bulamıyor oluşu kendisini delirtiyor ve daha çok kan dökmesine sebep oluyordu. Ama hissediyordu, küçük kızı kendi ayakları ile kendisine gelecekti. "Ah, sevgilim kendi ayakların ile bana geleceğin günleri sabırsızlıkla bekliyorum. İşte o zaman tanrı bile seni benden alamayacak."
Bölüm hakkındaki düşünceleriniz? |
0% |