14. Bölüm
Yıldız Tozu / AHVES / 12. BÖLÜM: 'Ateşin Gölgesinde'

12. BÖLÜM: "Ateşin Gölgesinde"

Yıldız Tozu
yildiztozuyazari7

Yeni bölümden kocaman merhabalar, uzun zaman sonra buraya bölüm atabildim. Umarım beğenirsiniz, oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfeeeenn 🥺🤍🙈

Instagram hesabımı ve Tiktok hesabımı bırakıyorum takip ederek destek olur musunuz lütfen 🤍

Instagram: yildiztozuyazari7

Tiktok: yildiztozuyazari7

22 Mart 2014

Genç adam, tek bir lekenin dahi olmadığı beyaz kağıdı dikkatle açıp kalemiyle yazmaya başlamadan önce, kalbindeki sancının daha da derinleştiğini hissetti. Her mektup yazışında, tıpkı bir denizin ortasında kaybolan bir gemi gibi o sancının daha da büyüdüğünü hissediyordu.

Aradan geçen yıllara rağmen bu derin acıyı ve boğucu boşluktan bir kurtulamıyor, parmaklarının onun adını yazarken neden bu kadar güçsüz kaldığını, yüreğindeki bu yitikliği neden bu kadar derinden hissettiğini bir türlü çözemiyordu.

Kalemi avuçlarının arasında sıkıca kavrarken, geçmişin tozlu yollarına tekrar adım atabilmek için kağıda ilk çizgiyi gökyüzünden kayıp düşen bir yıldızın zarif yolculuğu gibi zarifçe kaydırdı.

“Varlığını ruhumda derin izler bırakan o küçük Ay tenlim;

Bu sana yazdığım kaçıncı mektup, kaçıncı satır ve kaçıncı cümlem? Sayamayacak kadar çok gün girdi aramıza, günler yıllara devrildi ve biz bir çığ gibi altında kalmaya mahkum edildik. Sana yazdığım ilk mektup ile şuan arasında değişen tek şey ağırlaşan özlemim zira zamanın acıyı hafiflettiğini söyleyenlerin halt ettiğini artık söyleyebilirim çünkü bende senden taraf eksilen hiçbir şey olmadığı gibi kat be kat artan özlemin arsızlığı anne ve babamın özlemi ile harmanlandı ve ben...” Kederli soluğu bir volkan gibi göğsünde büyüdüğünde uzandığı yerden odaya vuran ay ışığına iç çekerek dalgınca kısa bir bakış attı ve yazmaya devam etti:

“Ben büyüdüm Ay tenlim, şimdilerde yirmi bir yaşında bir adamım, bir zamanlar çocuk yüreğimde taşıdığım seni hâlâ mavi bir gök yüzü gibi göğsümün en derinlerinde saklıyorum. Seninle geçirdiğim o saf, masum zamanlar hep taze ve hep kırık tarafımda... Senden sonra çok şey değişti, ben değiştim... Sanırım bende hâlâ değişmeyen tek şey sensin, senin bendeki varlığın...” Ona yazarken, kalbinin bazen duracak gibi olduğunu hissediyor, her kelime içindeki yangını biraz daha büyütüyor ve genç adam içindeki yangını dindiremiyor, dindirmek bir yana dursun o yangının harlanarak büyüdüğünü daha fazla hissediyordu. Her satırda, her cümlede, o yoğun, sarmalayan özlem, içini sarıp sarmalayarak boğazına düğümleniyordu. Bazen o özlem, bir yılan gibi ruhunu sarıyor, nefesini kesiyor, yaşamanın her anını sanki sona erdirecekmiş gibi hissediyordu.

“Bu satırları sana harp okulunun koğuşunda yazarken, her zaman olduğu gibi yine kalbimde bir yangın var. Hiç aklına geliyor muyum yada beni unuttun mu? Bunu sık sık kendime ve senin hayaline sorup duruyorum. Ne de olsa, zamanın soğuk nefesi her şeyi değiştirebildiğine kaderin hem bir başlangıç, hem de bir sona dönüşebileceğine bizzat şahit olmuş biri olarak söylüyorum ama bir şey var ki, zaman ne kadar acımasız olursa olsun, o da seni özlemenin her an bir sonsuz döngü gibi hiç tükenmeyen bir gerçek olduğu.”

Artun yirmi bir yaşında bir askerdi artık, ama içinde ki o çocuk hâlâ bir yerlerde, Ay tenli küçük kız ile geçirdiği o saf ve masum zamanların peşinden sürükleniyordu. Elindeki kalemi kısa bir an bırakarak içindeki kederi ve o can yakan özlemi dağıtmak için yerinden doğruldu ve bir kaç derin soluğu ciğerlerinden dışarı doğru bıraktı. Yaşamın o sinsi ve boğucu kaderi bir urgan gibi boynuna asılmış ve kendisini her an her dakika soluksuz bırakmak istermiş gibi sıkıp duruyordu. Bakışları elindeki kağıda düştüğünde buruk ve kahırlı bir gülümseme bahşetti ve kalemi düşürdüğü yerden alarak yazmaya devam etti: “Hayatımın senin adını ağzıma alırken ne kadar anlamlı hale geldiğini düşünüyorum bazen yada seninle olan anılarım birer göçmen kuş misali beni geçmişin kıyısına sürüklerken her mektubumda biraz daha hüsranla yazıyorum seni. Ne zaman nerede ve nasıl, hangi şartlarda bulacağım seni inan bilmiyorum lakin bunun bir önemi yok o gün geldiğinde elini tutmak ve sana ruhumdaki bu sonsuz özlemi göstermek için sadece bekliyorum. Beni hatırlıyor musun? Beni bekliyor musun? Eğer hatırlıyorsan, işte burada, hep burada, yılların ötesinde seni bekliyorum.” Yazdığı her kelime kendisini duyurmak için bir tür haykırış, bir tür çığlıktı genç adam için zira içinde yıllardır biriken ve diline dökülemeyen her şeyi bir kağıda sığdırmaya çalışıyor ama her zaman bir şekilde bazı şeylerin eksik kaldığını görebiliyordu tıpkı yüreği ve kimsesizliği gibi...

Artun elindeki kalemi sıkı sıkıya tutunarak gözlerini öfke ve hayal kırıklığı ile yumdu, kalemi bırakamıyordu çünkü bıraksa sanki tekrardan Leyâl ile olan bağı kopacakmış gibi hissediyordu. Bazen onu bir kaç satıra sığdırma çabasına kızıyor, bazende bunu yapmasa ölecekmiş gibi hissediyordu. Her kelimesinde, her cümlesinde kendisini ona biraz daha yakınlaşmış, onu biraz daha bulmuş gibi hissediyordu. İçinde çürümeye mesken olmuş, bir umut vardı; belki bir gün elini tutar, belki bir gün yazdığı her kelimeyi ve kayıplarını, hayatın kendisinden çaldıklarını anlatırdı, gözlerindeki ve içine attığı özlemi gösterebilirdi.

Belki...

“Seni özlemek bir ömrün her anına sığınmış kederli bir sonsuzluk gibi...

Gelecekte hep seninle olmak dileğiyle Ay tenli küçük kızım.."

Çakır...

 

15 Aralık 2024, Cuma

Kuzey Irak/Gara

Bir gece daha sessiz ama gürültülü bir şekilde karanlığını üzerimize seriyor. Bugün bir kez daha içinde bulunduğumuz savaşın kahrını soluyorum, ayak bastığım toprağın sertliğini, silah tutmaktan nasırlaşmaya başlamış ellerimi ve gözlerimdeki yorgunluğu... Ben, vatanı yüreğinde bir dağ gibi omuzlayan yüzlerce kadından sadece biriyim. Ruhumda esir olan dermansızlık bugün biraz daha sivri dilli; omuzlarımda bize verilen görevin ağır yükü var, lakin bunun da üstesinden geleceğimizi biliyorum, zira biz Türk’üz. Attığımız her adım çelikten bir zırh, yapacağımız her hamle düşmana zehir...

Kadın olmamın yükü, mesleğimin zorluğu ile birleşiyor. Ben bir kadındım... Ben bir askerim; ikisi de benim için biçilen kimlik. Bir kimliğim sert, acımasız ve demir kadar soğuk; bir kimliğim ise bir kuğu kadar nazik ve zarif... Ben, bir kuğunun içinde, tüm zorlukları kucaklayan bir kudretle yaşamaktayım. Biz, elleri nasırlaşmış, gözleri korkusuz, ama ruhları narin olan kadınlarız. Attığım her adım, başka hayatların kırılması, her soluğum düşmana acı. Silahımdan çıkan her mermi, kıyıya vuran dalgalar gibi iz bırakıyor ruhumda. Bu izler, ne kadar güçlü ve savaşçı olduğumu anımsatıyor bazı geceler; bazı geceler ise bir korku, bir örtü gibi sarıyor bütün benliğimi... İlk defa böyle bir duygu hissediyorum, bunun nedeni ne? Bunun nedeni kim?

Sol tarafımda uyuyan bir adam var; şu sırlar, ne zaman o tarafa dönsem, orada duruyor. Sert ve sarsılmaz, duygusuz ve güçlü, bir dağ gibi kudretli, bir Türk kadar asil, bir bayrak gibi şerefli, o yaşayan bir ölü; tıpkı benim gibi..

Adını öfkesinden alan adam, Öyke...

Şimdi uyurken aldığı her nefes, gecenin derinliğinde yankılanan bir haykırış gibi solumda yankı yapıyor. Onun varlığı, sanki her adımımı daha fazla ağırlaştırıyor, bana yüreğimi ve benliğimi sorgulatıyor lakin içimdeki Börte o kadar memnun ki bu karmaşadan bundan kurtulmak için hiç bir hamlede bulunmuyor bile. Onu ilk gördüğümde günden beri yüreğim bu topraklarda bir yankı ,bir çığlık oldu, sahi neydi bu içimdeki bu geri dönülmez duygularım adı?

Neydi beni benliğimden eden bu his?

Bilmiyorum, bilmek için çırpınıp duran ruhum ile en büyük kavgam, şimdi bir dağ başında düşman hattında soluklanırken tek düşündüğüm sadece solumu değil, ruhum ve zihnimle kendine yer edinen o adam. Kaderim mi yoksa hayalim mi olacak bilemem lakin ben beni kendine çeken bu adam için korkuyorum. Bu öyle bir korku ki kemiklerimde ince ve kederli bir sızı, yüreğimde bir kıymık, zihnimde ise bir koruma iç güdüsünün o ağır ve gürültülü çanlarını bir savaş ilanı gibi çınlıyor.

Bir askerin en büyük zaferi görevini yaparken yanında kalbini de koruyabilmesidir zira en çetin savaşlarda bile sana ışığı ile yol gösterir. Benim en büyük zaferim bu mu olacak bilmiyorum Yüzbaşım lakin yüreğim seni kendine zafer ilan edecek. İşte bunu çok iyi biliyorum...

Biz bir yokuşu tırmanırken, her adımda dağın zirvesine daha da yaklaşan o korkusuz askerleriz. Biz, her şeyin son bulacağı o yolda ilerleyen yaşam ve ölümün ta kendisiyiz...

Şimdi, gözlerimi kapatırken, bir an için herşeyin son bulmasını diliyorum. Ama biliyorum ki, bu savaş bitmeyecek. Biz, bu topraklarda, geceyi gün etmek için varız. Ve her gecede, birer yıldız gibi parlayarak, tüm karanlıkları yeneceğiz. Çünkü biz, Türk’üz; tıpkı o dağ gibi sert ve dimdik durarak, yeri ve göğü sarsacak kadar güçlü.

Ve biliyorum ki, biz ne olursa olsun, biz hep var olacağız...

Kuzey Irak/ Raniye

Zaman bir gölge gibi sessiz ve hızlı bir şekilde süzüldüğünde, zamanın içinde yaşayanların üzerinde her saniye hırçın izler bırakıp kayboluyordu. Alp sessizliğin kendisine bir ruh gibi yapıştığı saat diliminde ahenkle savrulan rüzgarın fısıltısını ve burnuna dolan toprak kokusunun arasında kaybolmuş düşünceler ile uzandığı yerden kamufle olmuş bir şekilde elindeki keskin nişancı tüfeği Tac M200’ün dürbününden kısa bir bakış attıktan ve son ayarlamaları kontrol etti ve her şeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra elindeki dürbün ile uzandığı yerden terör hattını gözetlemeye başladı. Tuğrul Alp sıkıntılı bir soluk bırakarak zihninde biriken düşünceleri bir kenara atmayı denedi lakin her daim bir girdap içinde olan zihni yine kendisini rahat bırakmaya gönüllü değildi.

Her adımında geçmişin yankılarını ruhunda çınlatan hayatına soğuk ve anlamsız bir bakış fırlattı. Gözleri her zaman boş ve anlamsızdı, sanki hiç göremediği ama hissettiği uzaklıkları arıyor ama aradığı uzaklıklarda koca bir hiçlik görüyordu. Bu da onun her soluk alışverişine biçilmiş bir cezaydı belki, hep yollarda olmak ama hiç bir yere veya kimseye varamamak. İçinde her zaman bir yolculuk vardı, her adımda bir yöne doğru sürükleniyor fakat ne bir durak var ne de bir hedef... Sanki her soluk, gideceği yere biraz daha uzaklaştırıyordu onu. Ne kadar ileri giderse gitsin bir eksiklik hissi ruhunun yakalarını bırakmıyordu.

Bir yerlere varmak, hiç bilmediği bir yüktü...

Göğsüne yaslı olan kabzaya daha sıkı tutunarak derin bir soluk bıraktığında havanın soğukluğundan dolayı dudaklarından dışarı süzülen nefesine göz ucuyla umursamaz bir bakış attı bu ölüme verdiği kaçıncı soluğuydu saymamıştı, zaten saymaya ayıracak kadar vakti de yoktu.

Alp gözlerine düşen asi yıldırım ile görüş açısına giren hedef araçlara kitlenerek elinin altında kendi himayesinde duran ve artık kendisinin bir parçası olan silahını sıkıca tutup nasır tutmuş kemikli parmakları ile iyice kavradı.

“Hak için hakka yürüyenler en mukaddes olanlardır, onlar için ne büyük lütuftur ki bu mertebeye ulaşmak. Ya Allah Bismillah.” Kasılmış çenesi ile diline yeksan olan sözcükler bir fırtına gibi koptuğunda söylenen sözler aslında sadece birer kelime değil Tuğrul Alp’in yüreğinden gelen bir çağrıydı. Yürekten dilenen duaların kabul olmaya ihtiyacı vardı. Alp kulağında bulunan kulaklığa basarak bir ölümü andıran ve intikamın sevinç nidalarını taşıyan ses tonu ile tekrar konuştu.

“Bürküt’ten, Börüye.” Sözlerindeki öfkenin çığlıkları Börte ve Öyke’ye ulaştığında ikisi de birbirlerine belli mesafelerde konumlandıkları yerden hedefe kitlenmiş bir şekilde ellerinde silah, dillerinde dua ile bekliyorlardı. Savaşın kendi ayaklarına gelmesini, cehennemi ve zaferi....

Onlar dillerinden dağlara taşlara yankılanan cümlenin ağırlığını inançlarına ve ruhlarına vermiş, göğüslerindeki iman ile düşmana makber kazacak inançlı askerlerdi. Onlar ölüme koşarak giden bir tarihin torunlarıydı...

“Börü dinlemede!” Öyke’nin kömür karası gözleri bulundukları arazinin üzerindeyken derin sinsi ve keskin sesi kulaklıklardan yankılandığında Börte titrek ve sessiz bir soluk bırakarak düşüncelerin bir urgan gibi zihninin boynuna dolandığı dakikalarda söylenenlere odaklandı. Kendisini onlardan daha uzak ve daha sivri köşeli kayalıkların olduğu bir yamaçta havanın bir kağıt kesiğini andıran soğuğunda çevre güvenliğini sağlıyor aynı zamanda hedefi doğru zamanda paketlemek için vakit kolluyordu.

Zamanın üzerlerine bir dağ gibi devrildiği bir kaç haftada mesken edindikleri bu dağlara alışmışlardı ve daha bir kaç hafta daha buralarda olacak, terörün haince ve alçakça planladıkları oyunları bozmakla mükelleflendirilmişlerdi. Tesiste durumlar nasıldı, operasyon nasıl devam ediyordu hiç bir bilgisi yoktu zira görev için sahada aktif rol oynadıkları için hedef odaklı ilerliyorlardı ama Öyke Yüzbaşının irtibat halinde olduğunu ve öğrendiği kadarıyla pek iyi şeyler olmadığı biliyordu ve bu durum Börte’nin canını fazlası ile sıkmaya yetiyordu. Bir hainin varlığı bütün operasyonun çöp olması demekti ve buna kalkışacak olan herkesin ölümü olmaya ant içmiş gibi bir fırtınanın gelmeden önceki sessizliğini andıran duruşu ile sınır dışında bulunan görevlerini halledecek ve o tesise ölüm gibi perdelenecekti.

Alp uzandığı sert zemininin ciğerlerine batan taşları umursamadan boynunu kütleterek ifadesizliği bir ad gibi yüzünde ve sesinde taşıyan mermer kadar düz bir ifade ile konuştu.

“Hedef bir buçuk kilometre hedef sahasında.” Söylediği her bir kelime omuzlarına bir şeref gibi çöktüğünde Tuğrul Alp’in sesindeki çağrının o muazzam çınlaması bir savaşın başlangıcını gösteren yegane etmendi.

“Anlaşıldı durum bildir.” Öyke gri bulutları andıran bakışlarını arazide gezdirirken ile Alp’i cevapladı ve elindeki sigaradan bir nefes daha çekip önünde duran kayaya düşmanın başını ezer gibi bastırarak söndürdü.

Gözlerinde yanan ateşin cesetleri vardı, içinde taşan öfkenin leşleri vardı, ruhunda dağılan intikam duygusunun kıyameti vardı. Elinde tuttuğu silahın namlusunda duran düşmanın şeytanları uğursuz bir eda ile kendilerine doğru gelmekteydiler ve Öyke bugün kendi içinde taşıdığı cehennemi hepsine tek tek yaşatacaktı.

Alp gözlerini bir an bile teröristlerden ayırmadan ruhuna bir kıymık gibi batan kana susamışlığı sesinin soluğuna takarak dudaklarını araladı.

“Üç pikap, on yedi kelle, bir araçta Browning M2 var, on iki hedefte ise MPX hafif makinalı silah var, M2 dışında ağır silah teçhizatı yok lakin bu olmayacağı anlamına gelmiyor komutanım.” Sesinde dağılan kesinliği ardındaki şüpheler mesleğinin ruhunda taşıdığı temkinin ayak izleriydi zira onlar hiç bir zaman düşmana kesin bir yaklaşımda bulunmaz her daim geri planda tuttukları şüpheler ile yaşar ve ona göre hareket ederlerdi. Alp gördüklerini dilinden kelimelere dökerken şüphelerini söylemekten çekinmeyen bir adamdı, şüphe ve mantık onun bu oyundaki en önemli iki kuralıydı.

Şüphe onun direnci, her adımda gerçeklerin gölgesi ve doğru yolun pusulasıydı.

Öyke’nin yüzü keyif ile aydınlandı, sanki Alpin söyledikleri hiç ona etki etmemiş gibiydi, sanki ağır silahları olsa bile bunun pek bir önemi yok gibiydi.

“Ağır silah olsa ne yazar aslanım, gelmişlerini geçmişlerini sikmek boynumuzun borcudur. Silahın namlusunu götüne sokar yeni icadım diye aleme ibret olsun diye gezdiririm.” Yüzündeki soğuk gülümseme zihinden çığlık çığlığa bağıran celladın soğuk gülümsemesini aratmıyordu. Bir an Börte’nin kısık sesli gülüşü doldu Öyke’nin kulaklarına, silahının dürbününden Börte’nin mevzisine baktığında içli ve anlamlı bir soluk bıraktı.

Bir celladın ölümü de yüreğinde ki mahkûmun gülüşüne kadardı...

Mesleği hayatında her daim sırt sırta verdiği arkadaşlarının, kardeşlerinin can güvenliğinden kendini sorumlu tutmuş hepsini tek parça halinde evlerine götürmeyi kendine görev bilmiş ve bu doğrultuda yıllarca devam etmişti lakin şimdi ilk defa bir kadını, yüreğini yerle yeksan eden bir kadının arkasını kolluyor hatta başına birşey gelecek diye diken üzerinde operasyonu yönetiyordu. Bu duygunun bir adı var mıydı bilmiyordu zira buna nasıl bir isim verilir onu da bilmiyordu ama yapması gereken şeyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Kadını ölümüne korumak...

“Zevkinize her geçen gün daha da hayran kalıyorum komutanım.” Sırtını yasladığı adamın kulağına dolan soğuk ve tok sesi ile düşüncelerinden ayrıldığında gülmeden edemedi Öyke. Ağızlarında küfür eksik olmazdı zaten küfürde hak edene edilirdi ki dağlarda pek ağızlarından çıkan kelimelere dikkat etmezlerdi. Onlar silah ve savaşın adamlarıydı, dağlarda nezakete gerek kalmazdı. Kimse kimseye incinmez, küsmezdi zira üstünde üniforma olan herkes neyin ne olduğunu gayet iyi bilirdi.

 

“EyvAllah koçum.” Rahat çıkan sesi kendi sessizliğinde dağıldığında Börte’nin homurtusu doldu kulaklarına. Uzun zamandır sessizliğini bir çığ gibi büyüten kadın bunu bozmaya karar vermişti anlaşılan.

“Ne zevk ama.” Börte iki dağ kurdunun arasında kalmış ve ikisinin söylediklerini can kulağı ile dinleyen dişi bir kurttan fazlasıydı. Kendisinin de ağzı bozuktu lakin bu iki adamın hiç ayarı yok gibiydi zira sınırdan geçtikleri günden beri ikisinin de oldukça yaratıcı küfürlerine birebir şahit oluyordu. Bulunduğu konumdan onları göremese de ikisinin çatık kaşlı öfkeli yüz ifadeleri ile ben tehlikeyim diye bas bas bagirdıklarını hayal edebiliyordu. Başını iki yana onaylamaz bir ifade ile salladı ve tek gözünü elindeki silahın dürbününe dayayarak hedefe kitlendi.

Börte’nin görüntüsü Öyke’nin zihninde belirdiğinde bir kez daha iç çekmeden duramdı, bu aralar ne kadar çok iç çektiğini fark ettiğinde iç çekişlerinin sebebine bir sigara yakmak istedi.

Operasyonun ortasında bile onu düşünmek, en güçlü savaşları bile kazandırırdı.

Öyke gözlerini kaldırdı ve bir şahin edası ile kadının olduğu tarafa baktı.“Bir şey mi söylediniz Üsteğmenim?” görmeyeceğini bile bile tek kaşını kaldırarak Börte’nin kalbini çatırdatan tok ve acelesiz bir tuhtakonuştuğunda Börte göz devirmeden edemedi.

Umursamaz bir eda ile omuzlarını silkti Börte. “Sanmıyorum.” Kendisi yüzbaşını göremezse de onun kendisini gördüğünü biliyordu, bu yüzden bile isteye omuzlarını silkerek karşılık vermişti, kendine itiraf edemese de yüzbaşını usul usul delirtmek hoşuna gidiyordu.

Öyke görüş açısındaki kadının omuzlarını silkmesi ve ses tonundaki oyunbaz eda ile dudakları usulca yukarı doğru kıvrıldı. Normalde sinirleneceği hal ve hareketlere şuan sessiz kalıyor oluşuna kendisi de inanamıyor olsa da sadece susuyor ve izliyordu.

Yüzündeki anlamsız aydınlanma ile kıvrılan dudaklarına engel olamadan belli belirsiz gülümsedi. “Öyle olsun bakalım.” Gözlerindeki parıltılar adeta ne kadar eğlendiğini haykırıyordu. Kadın ile uğraşmak hoşuna gidiyordu bunu inkar edemezdi elbette ama bugün sırası değildi bu yüzden zift karası gözleri ile önünde duran araziyi kurşun geçirmez bakışları ile süzdü. Önünde yürüyen gölgeler ile içinden çıkılması zor bir hesaplaşmaya doğru sürükleniyordu ama bundan şikayet ettiği de yoktu zira o bu hesabı kesmese onlarca şehidin can borcunu, hakkını asla ödeyemezdi.

Börte silahının dürbününden kendilerine doğru yaklaşan ve birazdan kendilerine yem olacak olacak teröristlere dikkat kesildiği saniyelerde hafifçe gülümsedi.

“Öyle zaten komutanım.” Yanıtı kısa ve netti. Yüzüne yapışan soğukkanlılık ardında sakladığı haylazlık komutanı olan adam ile ortaya çıkıyordu ve garip olan kendini bu konuda hiç ama hiç rahatsızlık hissetmiyordu.

Öyke kendisine sırtı dönük olan kadına tekrar baktığında göğsünü zorlayan soluğunu serbest bıraktı. Onu düşündükçe ruhunda yeşermeye başlayan çiçekler usul usul kalbine doğru ilerliyor ve zihnini bu savaşta işlevsiz bırakıyordu. “Ah sarışın ah.” İç geçirerek dudağında ilk defa gerçekten kendini belli eden küçük kıvrım ile mırıldandığında bu mırıldanışı bir anlığına bile olsa sanki yüreğinde darbeye sebep olan duygularının birer yankısı olduğunu biliyor gibiydi. Ruhunu ve zihnini bir sis gibi sarıp sık boğaz eden kadının akıl almaz güzelliğinden kendini uzaklaştırmak adına gözlerini kapatıp havaya karışan buz gibi tehlikenin kokusunu genzine doldurarak aklını başına devşirmek adına bir kaç soluk alıp verdi. Bakışları hâlâ hedefteyken yakasındaki kulaklığın mikrofonuna eğilerek demirden farksız bir ses tonu ile Alp’e hitaben konuştu.

“Bana ne kadar yaklaştıklarını bildir.” Alp aldığı komut ile elindeki dijital dürbünden kendilerine yaklaşan hedefe kitlendi daha sonra koluna bağlı teşkilatın kendilerine sunmuş olduğu ileri seviye teknolojiye sahip tableti açarak diğer hesaplamalarını yarım saniye içinde yaparak keskin bir eminlik ile konuştu.

“Bir kilometre güney, rüzgar saatte iki kilometre, yağış sıfır nem oranı yüzde elli, rakım bin iki yüz metre, hedef açık, atış serbest.” Dudaklarından fırlayan soluklarının buharı gergin havaya karıştığında yaklaşan teröristler ile silahının kabzasını daha fazla sıktı. Günlerdir bu operasyonun planını yapıyorlardı ve hiç bir aksilik istemiyorlardı.

Öyke Alp’ten aldığı bilgi ile çenesini işaret parmağı ile kaşıdı ve şeytani bir eda ile gözlerini kıstı. Zihinde halay çeken tilkiler bile bir köşeye çekilmiş adamın yapacağı şovu izliyordu.

“Gelin bakalım orospu çocukları, gelinde yediğiniz naneleri nasıl götünüze don diye takıyorum.” Sesinin ayasına takılan soğukluk buz gibi bir nehrin o ölümcül çığlıklarını anımsatıyordu. Gözlerindeki bakış, bir yaratığın avını izlerken ki sabırlı öfkesini taşıyordu ve bu öfke her an patlamaya hazır bir yanardağdan farksızdı.

Börte kulağına dolan küfür ile sert ve acelesiz bir soluk bıraktı, gözlerini bir kez daha devirmeyi ihmal etmemişti. Elbette küfür etmelerine bir şey demiyordu lakin her on kelimelerinden on biri küfür olunca bir noktadan sonra onları uyarma ihtiyacı hissediyordu. Sıkıntılı bir soluk bırakarak omuzunun üzerinden arkasındaki dağların sivri yamaçlarına baktı, adamın orda bir yerlerde olduğunu göremese de biliyordu.

“Götleri ile ne alıp veremediğiniz var komutanım?” Alaycı sözleri Öyke’nin kulaklarını delip geçtiğinde kıstığı gözleri ile zaten kendisini yan profilden pür dikkat izleyen yüzbaşından habersizdi Börte, lakin bunu bilmesine gerek yoktu zira zaten Börte bunu göremezse de hissedebiliyordu...

Öyke başını sağa yatırdı ve bulunduğu yerden dağların eteklerine bakarken bir saniye kadar düşündü ve yüzüne yansıyan keyif ile eğlenceli bir ifade kullanarak Börte’yi sinir etmekten hoşlanıyormuşçasına konuştu.

“Hiç bir şey, keyfim ve kahyam bugün götlerine çalışmak istiyor. Bir sıkıntı mı var?”

Börte adamın rahatlığı karşısında soğuk havayı ciğerlerine kadar çekti ve gözlerini bir kaç saniyeliğine kapatıp açtı. Onunla laf dalaşına girecek zaman ve mekânda değillerdi maalesef ki bu yüzden nefesini dışarı bırakırken kısa ve net ama hoşnutsuz bir cevap verdi. “Yok komutanım.” Mavi hareleri arazinin üzerinde dolaştı zihninde bir şeylerin hesabını yaptığı barizdi, iki adam ile göreve gelmenin mantıksız olduğunu ve fazlası ile delice olduğunu son zamanlarda daha iyi anlamıştı.

Öyke kadının sessizliğinden konuşmasına devam etmeyeceğini anladığında bakışlarını hedeften ayırmadan bir kılıcın keskinliğini anımsatan gözlerini kıstı. Bakışları düşmanda olsa da zihni kalbinin hedefindeki kişi ile meşguldü ve bu durumdan hemen kurtulması gerekiyordu.

“Varsa söyleyin teğmenim, olmasa başka uzuvları üzerine çalışırız.” Açık bir iğneleme ile bulundukları kasveti dağıtmak adına rahat bir tavır ile cevapladı kadını. Bu rahatlığı Börte’yi bir kere daha hayrete düşürdüğünde genç kadın başını iflah olmaz bir eda ile iki yana usulca salındı. Dudaklarındaki belli belirsiz kıvrım ise aslında bu durumdan ne kadar keyif aldığını gösteriyordu ama bunu sadece kendisi bilse yeterliydi. Öyle değil mi?

“Keyfiniz ve kahyanızın verdiği kararı değiştirmek olmaz bugün de böyle olsun.” Sükûnetle yankılanan fırtına öncesi sakinlik üçü arasında bir yılan gibi usulca kıvrılıyordu. Ruhsuz bir kadın değildi lakin konu mesleği olduğunda bir robota döndüğünü de inkar edemezdi Börte. Böyle zamanlarda daha soğuk, daha huysuz ve daha despot olurdu. Hedef odaklı ilerlediği için şuan yer yer amaçtan sapan ikiliye sinirlenerek edemiyordu zira her yerde zaman mekan fark etmeksizin goygoy yapabilecek potansiyele sahiptiler. Bu durumu yıllardır bu meslekte olmalarına veriyordu genç kadın, o kadar dağlara alışmışlardı ki hiç yabancılık çekmeden bütünleşmeyi öğrenmişlerdi.

Aralarında ki sohbeti ve kadının zihnindeki düşünceleri bir an için bölünmesine neden olan kendilerine yaklaşan araçlar ile ikisinin de yüzünde tehlikeleri bir ifade peyda olduğunda Öyke’nin sesindeki ve zihnindeki rahatlama arttı.

“Öyle olacak zaten teğmenim.” Rüzgarın ve toprağa karışan sert sesi Börte’ye ulaştığında genç kadının kısık bir soluk alıp vermesine neden oldu. Şu kısa zamanda öğrendiği başka bir gerçek vardı ki her ne kadar şamata yapmayı sevseler de yüzbaşının görev sırasında normalinden daha katı ve gaddardı. Başta buna şaşırmış olsa da artık alıştığını hissediyordu Börte, adamın sürekli öfkelenmesine, öfkesini yakaladıkları teröristlerden çıkarmasına, bolca kan dökülmesine ve sürekli çatık kaşlar ile gezmesine alışmıştı. Kulağa ne kadar korkunç ve delice geldiğinin farkındaydı ama adamın bu hali hoşuna gidiyordu. Bu da kalbinin ruhuyla beraber uçuruma sürükleyen arsızlığıydı...

“Öyle olsun bakalım, komutanım.” Sesinin gölgesine yansıyan soğukluk her iki adamında daha ciddi olmalarını sağlamıştı. Her ne kadar rütbe olarak Öyke yüksekte ve komutanları olsa da Börte’nin tek bir soluğunda dahi her şeyi anlayıp işe koyulma potansiyeli oluşmuştu her iki adamda, tıpkı şimdi olduğu gibi...

Tüm bunların dışında elinde olmadan uzun süredir ikilinin hararetli tartışmasını sessizce dinleyen Alp, onların kendisinden daha deli olduğuna düşünüyordu. Gerçek manada zır deli olduklarını düşünüyordu lakin bu deliliği yadırgamak ya da küçümsemek aklının ucundan bile geçmemişti zira ona göre, aklı başında birinin bu meslekte zaten olmazdı. Ta en başından delilikle hemhâl olanlar, ölümle el ele yürüyenler kervanına katılırdı. Alp, sayısız operasyonda yer almış, türlü tehlikeye göğüs germiş, kendisi gibi ölüme meydan okuyan adamlarla omuz omuza vermişti. Çoğu zamanlar, hem kendisinin hem de çevresindekilerin akıl sağlığını sorguladığı anlar olmuştu ama bu sorgu, yüreğinde fırtınalar koparan kısa bir esintiden öteye gitmemişti hiç. Çünkü Alp için en başından deli olmak, sonradan delirmekten daha katlanılabilir bir yazgıydı...

Tuğrul Alp kendisini dibe çeken düşünce okyanusunun öfkeli dalgaları arasında dolanırken, nefesini usulca dışarı bıraktı. İrade ile yoğrulmuş nasırlı ve kemikli elleri keskin nişancı tüfeğinin dereceli dürbününe dokundu. İşaret ve baş parmağı, titizlikle ayarlanmış bir saatçinin narin dokunuşu kadar ince bir hareketle dürbünün ayarını çevirdi. Okyanus misali içini kavuran düşünce girdaplarına rağmen, Alp’ın gözlerindeki sakinlik, fırtına öncesi denizin ürkütücü dinginliğini andırıyordu. Tetikteydi; hem ruhunda hem de elindeki soğuk çelikte.

“Hedef, son beş yüz metrede Bürküt.” Dediğinde tehditkar sesi Börte ve Öyke’nin kulaklarında yankılandı, sabırsızlığın üzerlerine bir örtü gibi serildiği dakikalarda ikisi konumlarını daha sağlama alarak bileklerinde ki dijital saatlerde planladıkları saate baktılar. Tam tahmin ettikleri gibi Farzın ve köpekleri tam zamanında hedefte olacaklardı.

Öyke parmak uçlarında atan nabzı, bir akbaba gibi yırtıcı bakışları ile kitlenip kaldığında ses tonu da robotlaşmıştı. Esen belli belirsiz rüzgar tenini ısırıp geçtiğinde zihinde kanat çırpan düşüncelerin kanatlarını kopararak bir düşmanmış gibi bir kenara fırlattı.

“Konumunuzu sağlama alın, önceliğiniz kendi güvenliğiniz. Anlaşıldı mı?” Duruşu kana susamış bir aslanın derin bir kükreyişi gibi keskin ve tehlikeliydi. Operasyon önemliydi lakin askerleri onun için her şeyden daha önemliydi, üç kişi oldukları için hayatları bir tık daha tehlikedeydi ve bu durum zaten canını sıkıyorken bir kişiyi kaybetmek akıl sağlığının daha da bozulmasına neden olurdu.

Alp ve Börte Öyke’nin katı sesini duyduklarında dik tuttukları omuzları ile aynı anda dengeli bir ifade ile aynı anda cevapladılar Öyke’yi.

“Anlaşıldı komutanım.”

Yüzünde kaybolan alay yerini cehennem ciddiyetini aldığında başını usulca salladı genç yüzbaşı. “Güzel, hedefi etkisiz hale getirmek adına uzaktan hedef indirerek ilerleyeceğiz. Hedefimiz Asef Farzin. Geri kalanını ölü zaten.” Bir an için durdu ve küçük bir hareket ile kadının olduğu tarafa kısa ve anlamlı bir bakış attı lakin bu fark edilmeyecek kadar kısa sürmüştü, kendini hızlıca toparladı. “Hızlı ve sessizce bitirelim bu işi.”

Börte, başını kaldırıp kısık gözlerle, hayatları beş para etmeyecek kansızlara baktı. Ellerine bulaşan kan, yıllar önce kurduğu hayallerle bugün bulunduğu yer arasına kara bir perde çekmişti. Ruhuna çöken karanlık, eskiden ruhunda beslediği umutlarının üzerini örtmüştü. Şimdi ise düşünceleri, kırılan bir vazonun etrafa saçılan parçaları gibi darmadağındı.

“Ölü olduklarını bilerek yaşamak nasıl bir duygu acaba?” Dilinin kemiğine yansıyan merak zihninde ki cevaplar ile çatışmaya girmişti. Aslında cevabını çok iyi biliyordu ama Yüzbaşından alacağı cevap onu daha fazla meraka sürüklüyor ve heyecanlandırıyordu.

“Bugünde öldürülmedik diye sevinmek gibi, her adımlarını korku ile atmak sarıyı görünce korkmak gibi. Kısaca her an ölümü solumak gibi...” içindeki tüm savaşları saklayan bir zırhı andıran yüzü hem ürkütücü hem de soğuktu. Düşünceleri gece yarısı sessizliğinde uyuklayan bir şehrin ortasında yankılanan bir patlama gibiydi ve bazen Börte adamın gözlerine bakarken ne düşündüğünü anlamak hatta bilmek istiyordu çünkü bazen öyle cevaplar veriyordu ki her kelimesinin bir satranç tahtasındaki hamleler kadar hesaplı olduğunu düşünmeden edemiyordu.

“Son üç yüz, hedef görüş açımda.” Arka planda Alp’in o kurnaz bakışlarındaki gerçek yankılandı. O saniyelerde arşı titretecek bir sessizlik oldu, Börte adamın cevap vermeyeceğini dahi düşündü lakin düşündüğü gibi olmadı yirmi yedinci saniyede zihnini ikiye bölen düşüncelerin arasına bir mezar taşının soğukluğunu andıran sesi girdi.

“Onlar için Azrail biziz Börte, o yüzden asıl Azrail’den değil bizden korkarlar ve işte en çokta bu yüzden gebermeye mahkumlar.” Bakışları keskinleşti, zihninde dönen tüm düşünceler adeta Börte’ye doğru akıyordu.

“Ölüm hak edilir mi komutanım?”

Börtenin sorusuna karşılık ‘Hak edilir!’ diye cevap verdi Tuğrul Alp, ölümün hak edildiğini düşünen bir adamdı ve cevabı netti. Ama herkesin ölümü farklı olurdu ve kendilerine sonucu olmayan bir savaş açan şerefsizler kendi ölümlerini kendileri seçmiş piç kurularından başka bir şey değillerdi.

Alp’in sesini duyan Öyke tehlikeli bir şekilde gülümsedi, bu gülümsemenin altında yatan gerçekler bir ölümün karanlığını bas bas bağırıyordu.

“Ölüm kimisi için azap, kimisi için bir şeref ve kurtuluştur. Onlar ki azap içinde boğulacak olanlardır, bizler için ise hak yolculuğunda en güzel şereftir.” Sesindeki zarif notalar arafın azap verici ve bir o kadarda rahatlatıcı ızdırabının kederli yankısı gibiydi ama Börte’nin yüreği görmeyecek kadar körleşmiş bir bağlılık ile adamın yüreğinin önünde diz çöküyordu.

Alp’in yüreğinde körüklenen öfkesi ruhunda bir ayna gibi yansıdığın da ruhundaki yankıların aksine yüzüne ve sesine dahi yansımayan düz ve olabildiğince güçlü bir ifade peyda oldu. “Toprak bile kabul etmez bunları komutanım.” İçinde ki karşı konulamaz öfkenin kıymığı şeytanın dahi canını yakardı.

Öyke Alp’in karşı konulmayacak öfkesini fark ettiğinde başını kaldırarak içinde fokurdayan intikam arzusunun geri çevrilmez isteğine yenik düşerek cebinden çıkardığı paketten bir sigara daha çıkararak zarif ve usta bir hareket ile dudaklarına götürdü ve beklemeden yakarak yanaklarını içe çöktürecek kadar bütün zehri ciğerlerine çekti.

“Dağ çakalları seve seve kabul eder sıkıntı yok.” Bu sefer sesinde farklı bir tonlama vardı, kör bir kuyuyu andıran siyah harelerinde vahşi bir hayvanın kana susamış bakışlarını yaşatıyordu ve Börte o an, o dakika adamın yanında olmak ve o halini görmek istedi. Sesindeki toplamanın yüzünde ve bakışlarına yansımasını, sigarayı bile bir silah gibi tutan kemikli parmaklarını ve sigara dumanından puslanmış keskin yüz hatlarını... Görmek isterdi..

“Hedef yüz metrede komutanım, emrinizi bekliyorum.” Alp’in sakin ve Alp’in ruhsuz ve sakin sesi Börte ve Öyke ikilisinin düşüncelerini parçaladığında ikisi de bir şahin edası ile mevzilerinde dikkat kesildiler. Öyke dudakları arasında ki sigaradan bir duman daha çekip yarılanmış olan sigarayı parmakları arasına alarak silahının tetiğine usulca dokundu.

“Ya Allah Bismillah, mevzi al ilk atış sende Börte.” Hançer gibi sakin bir ses ile, yüreğinde veya ruhunda herhangi bir tedirginlik yoktu, yada yok olduğunu düşünüyordu zira aklının bir köşesinde kendisinden uzakta olan kadının görüntüsü ve başına bir şey gelecek olma düşüncesi içten içe zehirli bir kurt gibi içini kemiriyordu.

“Anlaşıldı.” Börtenin sesi kendinden emin ve oldukça baskın çıkmıştı. Derin bir soluk bırakarak sağlam olan tek gözünü silahının dereceli dürbününe dayayarak ince parmakları ile hafifçe ayarladı ve hedefe kitlendi.

Alp’te Börte gibi silahına dayanmış Öyke’den gelecek olan emri bekliyordu. “Hedef konumda, elim tetikte Börü.” Karanlık sesi aralarında bir sis gibi dağıldı, bu artık başlamaları gerektiğini gösteren bir uyarı niteliğindeydi. Onların gerçeği basitti, ‘Ara, bul, yok et...’

“Vur tetiğe nice başlar kopsun, atış serbest dişi kurt.” Öyke’nin gür sesi kayalıklarda yankılandığında Azrail o andan itibaren üzerlerin de kol gezmeye başlamıştı. Yakıcı bir zifti andıran gözleri bir kor gibi düşmanın üzerindeydi ve sanki silah olmasa bile gözleri ile onları öldürebilecek kadar güçlü ve gizli bir gücü varlığını barındırıyordu.

Börte, Öyke’nin emir dolu sesinden sonra bir an dahi tereddüt etmeden parmakları silahın soğuk metalini sıkıca kavrarken yüreğindeki çelikleşmiş kararlılık ile nefesi düzenleyerek içinde kopan fırtınaları susturmuş ve sadece tetiğin ucundaki hedefe kilitlenmişti. Bakışlarında ki ölümcül sakinlik ile düşmanın hareketlerini bir şahin gibi bir kaç saniye izledi ve hiç düşünmeden tetiği çekti ve o an, bir patlama vızıltı sesi yer yer kar ile kaplanmış kara dağların yamaçlarında yankılandı. Kurşun, düşmanın tam alnının ortasına saplanıp bir kan çiçeği gibi açıldığında ardı ardına duyulan silah sesleri ile dudakları keyif ile kıvrıldı.

Börte’nin ilk atışı ile birlikte üçünün de içinde ki zincirlerin kırdığını hissetti. Alp tüfeğinin başında hedefleri tek tek indirirken Öyke sola doğru hafifçe yuvarlanarak aşağı doğru kaydı ve cehennemi andıran bir derinlik ile Börte’ye hitaben konuştu.

“Börte, sol mevziden ilerliyorsun, hemen arkandayım!”

Börte hızla siper değiştirerek mavi hareleri ile keskince etrafı taradı. Teröristler bir anda panikleyip araçlardan inerek mevzilenmeye çalışırken Börte’nin soğukkanlılığı, onların aceleciliğiyle tam bir tezat oluşturuyor ayrıca kadına komik bir keyif veriyordu. Kalbi daha hızlı çarpıyordu ama bu korkudan ziyade adrenalinle gelen bir heyecan hissiydi. Sanki tetiğe her basışında içinde bir parça daha güçleniyor, bir parça daha özgürleşiyordu. İşte onun için özgürlük buydu, onun için özgürlük bir silahın sesinde can bulmaktı...

Öyke kasılmış çenesi ile silahının hedef aldığı her teröristi indirirken bir yandan da asıl hedefi görüş açısından kaçırmamaya çalışıyordu lakin mevzisine aldığı mermi darbeleri bunu zorlaştırıyordu. Hırs ile eli hâlâ tetikteyken tıslarcasına konuştu.

“Alp asıl hedef dışında hepsini indir. Hedefi gözden kaçırma canlı istiyorum.”

“Anlaşıldı…” Alp, gözlerini kısarak silahının dürbününden araziyi şöyle bir süzdü. Görüş alanına giren her teröristi birer birer indirirken, silahının namlusundan kaçmaya çalışan teröristlerin telaşı gözüne çarptı. Araçlarının arkasına saklanan bir avuç zavallıdan ibaret olan kansızlar Alp’in keyiflenmesine neden olmuştu. Şansları varsa bir ihtimal görünmeden uzaklaşabilir ve belki birkaç gün daha yaşayama şansı elde edebilirlerdi tabi kendisi izin verirse... İhtimali oldukça düşük bir olasılıktı ve birazda onun keyfine bağlıydı. Canı isterse belki yaşarlardı, kim bilir... Dudaklarında, hem alaycı hem tehditkâr bir tebessüm belirdiğinde tutsak bir tıslama ile bir soluk bıraktı.

“Toprak bugün gerekli kan ihtiyacını karşılayacak gibi görünüyor,” dedi soğuk bir tonda. Sesi, yankılanan bir kehanet gibiydi. Ardından kaşlarından biri hafifçe havaya kalktı, sanki birazdan olacakları tek başına kontrol edebileceğini bilen bir tanrı edasıyla. “Ne dersiniz?” Bu soru, aslında yanıt bekleyen bir meraktan ziyade, Börte ve Öyke’ye durumu onaylatmak için öylesine söylenmişti. Alp’in gözleri, hiç çekinmeden hedefe kilitlenmişti; karşısındaki fırtınada savrulması gereken bir kaptan değil, fırtınayı kontrol eden bir lider gibiydi ve bundan gocunmuyordu zira mesleğinin ve kişiliğinin kendisine vermiş olduğu bu yetenekler onu fazlası ile keyiflendiriyordu.

Elindeki keskin nişancı tüfeği sanki onun bir organı gibiydi. Tetiği her çekişinde bir can alınıyor, dünyadan pisliğin bir nefesi eksiliyordu. Ancak Alp, bu durumu ahlaki bir sorgulamaya dönüştürmek yerine, bir gereklilik olarak görüyordu. Öyle ya, bu toprakların kaderiydi ölüm. Zaman ve mekan ne olursa olsun, bu savaşlardan zaferle çıkmak Türk’ün boynunun borcuydu. Kendinden emin bir şekilde tetiğe basarken zihninde tek bir şüpheye dahi yer yoktu. Fazla mı güveniyordu kendine? Belki. Ama bu güvenin temeli basit bir kibirden ibaret değildi. Alp, geçmişin zaferlerinden güç alan, geleceğe inançla bakan bir ruhtu. O an içinde bulunduğu fırtına ne kadar şiddetli olursa olsun, sarsılmayacak kadar sağlam bir inanca sahipti. Çünkü Tuğrul Alp için savaş, sadece hayatta kalma mücadelesi değil, bir varoluş meselesiydi ve o can aldıkça nefes alıp veren bir adamdı.

Fırtınanın en sert rüzgârları bile, zaferi inançla kazanan bir yüreğin sancağını yere indiremeyecek kadar güçsüzdür. Çünkü savaş, yalnızca silahla değil, ruhla kazanılır.

Öyke, Alp’in katı ve soğuk sesini duyduğunda başını hafifçe iki yana salladı. Sessizce, neredeyse duyulmayacak bir fısıltıyla “ruh hastası” diye mırıldandı. Timdeki herkesin bildiği bir gerçekti: Alp, ondan sonra gelen en tehlikeli ve en delişmen askerdi. Fazla konuşmazdı; onun ağzından bir kelime alabilmek, sanki paslanmış bir kapıyı açmaya çalışmak gibiydi. Bazen bu suskunluğuna öylesine sinir olurdu ki, içindeki onu bir güzel benzetme isteğini zor dizginlerdi. Ama Alp gibileri böyleydi işte; kelimelerden çok eylemlere değer verir, kendini sözle değil, icraatla ifade ederdi. Ve her operasyonda, farkını göstermekten asla çekinmezdi. Şu an olduğu gibi...

Derin bir nefes aldı. Etrafında yankılanan seken mermi ve silah sesleri arasında Alp’in soğuk, umursamaz tavrına uyum sağlarcasına ruhsuz bir tonda konuştu.

“Doğa kanı beş para etmez insanları sevmez Öztürk!” Dilinden dökülenler kırık bir aynanın parçaları misali zihninde dağınık izler bırakırken kafasının içinde yankılanan düşünceler, birer kurşun gibi ağır ağır yere düştü. Hayatın dersini kan ve terle öğrenmişti; bu yüzden toprağa sinmiş barut kokusu kadar tanıdıktı ona bu gerçek.

“Eh yapacak bir şey yok o halde.” Umursamazlığın ağırlığı omuzlarına çökerken hafif esen rüzgarın uğultusuna karışan alay dolu sesi ile mırıldandı Tuğrul Alp.

Öyke kaşlarını kaldırarak bir süre durdu ama bu çok kısa sürmüştü, mevzisinden ayrılarak kendini aşağı doğru kaydırdığında, yoğun silah seslerinin arasında bir kesiklikle cehennemde yankılanan kör bakışlar ile silahına tekrar kitlendi.

“Alp bilgi ver, durum nedir.” Bakışları, her bir hareketi hesaplayan bir yırtıcı gibi araziyi taradı ve gözleri Börte’nin mevzisini bulduğunda bu kadar stresin içinde bile onu düşünmenin ne kadar tehlikeli ama anlamlı olduğunu hissetti. Kalbinde ılık bir sıcaklık baş gösterdiğinde burnundan verdiği sert soluk kendine olan öfkesinin bir göstergesiydi. Olmayacak bir yerde olmayacak bir durumda kadının aklına gelmesi artık onu raydan çıkarmaya başlamıştı.

Alp işittiği emir ile kamufle olduğu yerden doğruldu ve tüfeğinin dürbününden kısa bir tarama yaptı ve beklemeden cevapladı Öyke’yi.

“Mevzi aldılar, hedef geri çekiliyor.” Alp’in sakin sesini duyduğunda tekrar bir soluk bıraktı ve kendine gelmek adına boynunu sertçe bir sağa bir sola öfke ile kütletti. Araca binmeye çalışan bir teröristi daha kafasından vurarak etkisiz hale getirdi.

“Kimi kimden kaçırılıyor lan bu köpekler?” Soğuk bakışlarıyla ilerideki kan gölüne dönmüş alanı bir yılan gibi sarmalarken sinirli ve alaycı bir şekilde sesini yükseltti. Artık vücut dili, her zamankinden daha gergin ve katıydı. Adrenalin damarlarında şuh bir kahkaha gibi dans ederken, nefes alıp vermek bile bir noktadan sonra kendisine zor geliyordu.

“Sanırım Asef Farzini.” Öyke Alp’in gereksiz alaycı ve küstah sesini işittiğinde dudaklarını sert bir şekilde birbirine bastırdı.

“Yok ya bilmiyordum sağ ol aydınlattığın için.” Sesindeki ciddi tonu bir an için kaybetmeden, sanki Alp’in söyledikleri üzerine bir oyun oynuyormuş gibi zehirli bir ifade ile gülümsedi. Ama o gülüş fazlası ile duygusuzdu. İçindeki öfke, parmak uçlarındaki silahın tetiğine bastıkça kendini gösteriyor ve bunu göstermekten hiç çekinmiyordu.

“Görevim komutanım.”

“Hay senin görevine...” Sesinde büyüyen zelzelenin hırçınlığı ile mırıldandı. Başına giren yanıltıcı ağrı ile derin bir nefes verdi. “ Kurt durum bildir.”

“Hedef on metre görüş açımda.” Börte bir an duraksadı ve silahı ile hedefleri takip ederken konuşmasına devam etti “Bu it bu kadar değerli mi ya?” sesinde saklayamadığı bir tiksinti vardı. Asef Farzin’in hayatı, her şeyin bittiği yer olabilirdi. Onun değeri, yalnızca bölgenin güvenliğiyle değil, başka bir anlam taşıyor olabilirdi ama Börte’nin gözünde kanı beş para etmez bir hainden başka bir şey değildi.

Öyke gözleri kararmış bir şekilde başını sallayarak, durumun ciddiyetini tekrar hatırlatmak adına yanıtladı. “Bu bölgenin sorumluğu bu adamda, bölgenin düşmesi bu adamın düşmesine bağlı.”

“Vay dangalaklar.” Diye mırıldandı Alp, dudaklarının arasından çıkan kelimeler, dişlerinin arasında ezilen alaycı bir öfkeyle karışmıştı. Silahının ucundaki hedefi bir kez daha vurarak soğukkanlı bir hareketle elini tetikten çekti. Nefesini kontrol ederek, dürbünle araziyi taramaya koyuldu; bakışları, sanki her detayı ezberine almak istercesine, dikkatle ve sabırla gezinirken çevredeki sessizlik onu daha da tetikte tutuyordu.

“Kaç piç kaldı Alp, fazla ses çıkardık birazdan çökerler tepemize.” Öyke suskunlaşan silah sesleri arasında başını hafifçe kaldırdı ve Alp gibi cesetler ile dolan araziye bakmaya başladı. Çenesini gerginlik ile kasılmış, kelimeler ağzından kontrollü ama baskı dolu bir tonla dökülmüştü. Yüzünde, kaşlarının arasındaki derin çizgilerden taşan bir tedirginlik vardı; dudakları, dişlerini sıkmaktan ince bir çizgiye dönüşmüştü. Parmakları, sıkıca kavradığı silahın namlusunda sabırsızca gezinirken, omuzlarındaki gerginlik ile daha geniş görünüyordu.

Tuğrul Alp’in gözleri, araziye sinsice süzülecek olan herhangi bir tehlikeyi havada kapmak için bir avcı gibi etrafı tarıyordu. Bakışları gri renkli pikaba takıldığında dudaklarında varlığını sürdüren ve cehennem çukurlarını andıran gülümsemesini büyüttü. “Dört kelle var lakin tam görüş açımda değiller komutanım.” Dedi soğukkanlı bir tonda. Gözünü tekrar dürbüne dayadı, ancak hedeflerin bulundukları konum, onları etkisiz hale getirmeyi zorlaştırıyordu. Sıkıntılı ve öfkeli bir soluk bırakarak dudaklarını mikrofona dayadı. “Sizin halletmeniz gerekecek.” Diye ekledi, öfkeli bir kararlılıkla; tartışmaya ya da başka bir öneriye yer bırakmayacak kadar net çıkmıştı. Gözlerinde, ve sesinde ölümle burun buruna olmanın getirdiği bir soğukkanlılık vardı..

Börte, ellerindeki uzun namlulu silahı, bir sanatçının fırçasını bırakır gibi ağır ve kontrollü bir hareketle önündeki kayaya bıraktı. “Bana bırakın beyler.” Dudağında ki ince gülümseme ile bir yırtıcı edası ile boynundaki puşiyi zarifçe burnunun üstüne kadar çekti çekti. Soluk alıp vermenin bile zor olduğu bu durumda adım daha atmaktan çekinmeyecekti. Kararının kesinliği ile dizlerinin üzerinde doğrularak gözlerine döşenen intikam arzusu ile önünde duran araca bakarken ruhsuz bir ifade ile mühimmat kontrolü yaptı.

“Konumunu terk etmiyorsun Kurt.” Ellerine kemikli taktik eldivenlerini geçirirken yüzbaşının yankılanan sesi ile sol omuzunun üzerinde adamın mevzisine baktı. “Ne yapalım istersiniz komutanım, teşrif etmelerini mi bekleyelim?” Börte, sözlerini adeta bir alayla süsleyerek dillendirdi. Burda oturup düşmanın kendilerine gelmesini bekleyecek halleri yoktu, kendileri doğru zamanda doğru hamleyi yapmalıydılar.

Öyke burnundan öfkeli bir soluk verirken elinin ayası ile şakağını sertçe ovdu.

“Konumunu terk etmiyorsun dedim sana Börte.” Sesindeki emir dolu kesinlikle kadına karşılık verdi. Şuan kimseyi tehlikeye atacak durumda değillerdi ve kadının göz göre göre kendini tehlikeye atmasına izin vermezdi.

“İkisi bana bana yakın bırakın da halledeyim.” Börte’nin cevabı bir kurt kadar keskin ve hızlıydı. Tek gözü ile hedeflerin olası konumlarını hızla hesapladı ve gerçekten de onun halletmesi en iyi seçenek gibi görünüyordu.

Öyke’nin sabırsız bir öfke ile kadının mevzisine baktı, kendi başına hareket etmesini istemiyordu lakin kadın o kadar inatçıydı ki onunla baş etmenin ne kadar zor olduğunu son zamanlarda daha iyi anlamıştı.

“Börte!”

“Komutanım!” dişleri arasında tıslarcasına yanıtladı adamı.“İzin verin.” İzin versenizde vermesenizde ben halledeceğim diyordu sesindeki ton ve Öyke bunu fark etmişti.

“İnatçı sarışın...” gözlerini kapatarak ruhsuz bir soluk bıraktı. Gözlerini tekrar açtığında içinde büyüyen gerginlik ve endişe ile silahına daha sıkı sarıldı. “Dikkatli olacaksın ve diğer ikisini bana bırakacaksın, silah kullanmak yok, sessiz ve hızlı ol.” Ruhsuz bir baskınlık ile uyardı kadını.

Börte adamın gereksiz uyarısına karşılık gözlerini devirdi ve yavaşça başını sallayarak bütün soğukkanlılığı ile yanıt verdi.

“Anlaşıldı.”

Öyke, ona dikkatle bakarken, dişlerini sıktı. Börte’nin bazen artık bir tim olduklarını unuttuğunu düşünüyordu zira bu denli başına buyruk hareket etmesine başka bir açıklama bulamıyordu. Karargaha döndüklerinde bu konuyu onunla konuşacağını aklının bir köşesine yazmıştı.

“Dikkatli ol.” Öyke’nin emir dolu bir ton ile son kez uyarısını yaptı. Hiç içine sinmese de kadının dediğine hak veriyordu zira buraya kadar gelip elleri boş dönmek büyük bir başarısızlık sayılırdı onlar için.

“Sizde...” mevzisinden çıkmadan önce sanki adamı görecekmiş gibi arkasına baktı.“Sizde dikkatli olun komutanım.”

Tek gözü ile bir Şahin edası ile önce çevresini süzdü, silah sesleri hâlâ baki olsa da ölümün o puslu gölgesi üzerilerinde oldukça sessiz bir şekilde bekliyordu. Ruhunu saran sıcaklık, bir dürbünün ardında onu izleyen Yüzbaşı’nın yakıcı bakışlarıyla daha da harlanıyor; tedirginlik ve kararlılık içindeki düğümlere yenilerini ekliyordu. Ama bu duyguların ağırlığını umursayacak durumda değildi zira tam şimdi ölümün bir kol gibi gezdiği dakikalarda dişi bir kurt gibi avına kilitlenmişti. Gözleri, birkaç metre ileride, gri bir pikabın arkasına gizlenmiş iki teröristin üzerine gezindi. Onların işe yaramaz kelleleri üzerine düşünmek, hissettiği iç çatışmalardan daha cazip geliyordu.

İçindeki karmaşık duygular bedenine ağırlık yapıyordu, ama buna rağmen mevzisinden sessizce çıktı. Hızlı ve dikkatli adımlarla pikaba doğru ilerlerken, sağ eli beline uzandı ve ince parmakları silahını kontrol ederken mavi haresi çevre kontrolü yapıyor, zihni her ihtimali dikkat ve ayrıntı ile hesaplıyordu. Börte kayalıklardan aşağı kendini kamufle ederek bir indi. Bu sırada kulaklarına Yüzbaşı Öyke’nin sesi ulaştı. Bu ani müdahale, bedeninden titrek bir soluğun kaçmasına neden oldu.

“Börte, durum bildir.” Börte aracın arkasında saklanan teröristlere kısa bir bakış attı. Zihni, ruhu ve bedeni o anın tehlikeli renklerine karışmış ölümün soluğunu daha yakından hisseder olmuştu. Çevresindeki her şey bir kaç saniye öncesine kadar olduğu gibi duruyor gibiydi.

“Sıkıntı yok lakin asıl hedef görünürde değil komutanım. İki terörist görüş açımda.” Sakin ama gergin bir ton ile cevap verdi. Zihni ve bedeni her hareketi tartıyor, her şüpheli hareketi süzüyor, her an tetikte bekliyordu. İçindeki tehditkar kadın çevresindeki sessizliğe hükmediyor gibiydi.

Öyke’nin bakışları kayalıklardan inen kadının sırtını buldu. Sanki dağların bir parçasıymış gibi o kadar ustaca ilerliyordu ki karda yürüse izini dahi belli etmeyeceğini düşündü o an da. Şimdi daha iyi anlıyordu neden bir asker olarak onu seçtiklerini, daha iyi anlıyordu... Derin bir soluk alarak sesindeki sakinlik ile konuştu.

“Kendini tehlikeye atacak bir şey yapma.”

Börte gözündeki belirgin parıltı ile dudağını kıvırdı. İlerlerken mühimmatını son kez kontrol etti ve dudağındaki o tehlikeli gülümseme ile cevap verdi.

“Bizim mesleğimizin göbek adı tehlikeyken bunu söylemeniz ne ironi ama.” Yüzündeki gülümseme neredeyse görünmeyen bir alayla zihnine oturmuştu. Gözleri kararmıştı, ama ruhu, bir çığlık gibi büyüyordu. Askeri hayatın doğasında olan bir gerçekti bu: Her an, her saniye ölümle burun buruna olmak...

“İroni yaptığımı sana düşündüren nedir?” Öyke’nin sesi karla karışmış bir rüzgar kadar soğuk ve mesafeli çıkmıştı. Ancak aksinin ardında barındırdığı o huzursuzluk bir kurt gibi içini kemiriyordu.

“Bulunduğumuz durum ve konum?” Börte sakin ve ruhsuz bir ima ile cevap verdi.

“Bulunduğumuz durum ve konumdan dolayı kendini tehlikeye atma diyorum zaten kurt!” Diye dişleri arasından tısladı. Kadının bu umursamaz halı içindeki deli Öyke’yi daha da delirtiyordu.

“Bende size mesleğimizin asıl olayı bu diyorum!” Derin bir soluk alıp verdi. “Evet biliyorum sizler benden daha tecrübelisiniz, evet biliyorum tehlikeye girmemi istemiyorsunuz ama unuttuğunuz bir konu var ki bende bir askerim...” Başını gök yüzüne kaldırdı ve kısa bir an gökyüzünü izledi. “Belki de sizlerin aldığı eğitimlerin iki katını aldım yada daha azını... “ Bilmem der gibi omuzlarını silkti ve devam etti. “ Bilmiyorum, ama bildiğim bir şey var ki ben bir Türk askerîyim ve görevim ne olursa olsun şerefim ile yapacağım”

Öyke söylediği her kelime ile dişlerini hak verircesine sıktı. Kadın görmese bile başını öfke ile salladı ve tok bir sakinlik ile konuştu.

“Dikkatli ol!”

“Anlaşıldı.”Börte, kararlı bir şekilde yanıt verdi, ama içindeki huzursuzluğu dışa vurduğunda dudaklarının kenarındaki sızıyı hissedebiliyordu. O an, her şeyin patlayacağı bir an gibi geldi. Üstesinden gelmesi gereken bir görevi vardı ve o görevi ne olursa olsun yerine getirecekti.

Börte, kendinden emin ve sessiz adımlarla ilerlerken, beline sımsıkı oturan ölümcül bir fısıltı gibi silahın ucunu süsleyen susturucu takılı tabancasını yavaşça kavradı. Bir kaç metre uzağında duran gri renkteki bir pikaba kısa bir bakış attı, motoru hâlâ sıcaktı, egzozundan çıkan ince bir duman tütüyordu. Yaklaştıkça aracın arkasından yükselen telaşlı ve korku dolu sesler kulaklarına ulaştı. Dudakları sinsi bir kıvrım ile yukarı doğru kalktığında şerefsizlerin bu kadar zayıf oluşu, Börte’yi fazlası ile keyiflendirmişti.

Pikaba doğru sessizce ilerlerken bakışları yerde yatan cansız bedenlere kaydı. Cesetlere göz ucuyla baktı. Kirlenmiş, kanla karışmış yüzleri ve şekilsiz bedenleri ile yüzünü buruşturdu, ve burnunu hafifçe kırıştırarak botlarının ucuyla birini tekmeledi. Tıpkı yoluna çıkan bir böceği tembelce kenara iteliyormuş gibi… Sonra başını kaldırıp araca odaklandı. Birkaç adım attı, kendisini aracın kör noktasında konumlandırdı ve diz çökerek yere yaklaştı. Nefesi sakin, hareketleri aldığı eğitimlerden dolayı fazlası ile planlıydı. Ellerini yere koyup sırtını dayadığı pikaptan biraz daha kayarak görüşünü netleştirmek için yaklaştı. Derin bir nefes aldı ve silahını belindeki yuvasından çıkararak bir adım daha attı. Sessizliğini koruyarak aracın ön tarafına ruhsuzca kaymak için topuğun üzerinde hareket etmişti ki birden saçına dolanan güçlü ve pis eller ile geriye doğru savurulduğunda dengesini kaybederek sendeledi, kulağına uluyan bir kurttan farkı olmayan Öyke’nin sesi doldu...

"BÖRTE!"

Yüzbaşının öfkeli sesi, boynundaki pis kolların soğukluğu ve aniden hızlanan kalp atışları... Her şey bir anda üstüne çullanmış gibiydi ama Börte’nin zihni hâlâ keskin, düşünceleri netti. Tüm plan değişmişti, ancak bu onun için yalnızca ufak yeni bir oyundan ibaretti o kadar...

Bir an için gözlerini kapayarak derin ve sıkıntılı bir soluk bıraktı. Zihni hoşnutsuz bir acı ile çalkalandığında kulaklarına ruhu ve bedeni kadar kirli olan adamın çöp gibi kokan sesi ilişti.

“Bakin buralarda karismamasi gereken islere burnunu sokan küçük bir kaltak varmis.” Börte uzaktaki sert ve ölüm kokan bakışları bir rüzgar gibi solunda hissetti, bu bakışlar birazdan kıyameti koparacak adamın tahammül sınırlarını aşmış olan karanlık bakışlarıydı. Arkasında kendisine zehirli bir sarmaşıklar gibi yapışan adamın sözlerini duyduğunda, derin bir nefes alıp zihninde hızla geçirdiği birkaç düşünceyle reaksiyon vermekten kaçındı. Göğsüne hafif bir baskı hissetse de, bu duyguyu bastırarak soğukkanlılığını korudu. İçinde fırtınalar kopsa da, her zaman olduğu gibi yüzü soğuk, ifadesizdi. O an, sadece odaklanması gereken bir şey vardı: Görev... Yavaşça narin bir soluk verdi, zihnini hızla toparlayarak arkasında duran adamı göremese de hızla bir süzgeçten geçirdi.

“O orospu birazdan senin ecelin olacak göt veren.”

Dirseğini adamın karın boşluğuna geçirdiğinde dolanmış olan kolunu bir çırpıda kavrayıp sert bir hareketle büktü ve kendini pis kollardan kurtardı. Sağ topuğunun üzerinde dönerek terörist ile yüz yüze geldiğinde kendi aldığı soluklar göğsünü tekmeliyordu.

Mide bulandıracak bir çirkinliğe sahip olan terörist, aldığı darbeyle geriye doğru sendeledi, ancak sarsıldığı pek söylenemezdi. Onun bu kayıtsız tavrı, sinir bozucu bir öz güvenle birleşmişmiş örgütte ki konumunu bu duruşu ile göstermişti. Börte’nin gözleri, karşısında duran yabancının yüz hatlarına kilitlenirken, adamın keskin, tehditkâr bir gülümsemeyle dolu dudaklarının kıvrıldığını fark etti. Konuşmasındaki tuhaf aksan, onun yabancı olduğunu belli ediyordu. Uzun boylu, sarışın adamın keskin ve hadsiz bakışları, ağır adımlarla Börte’nin bedeninde dolaşmaya başladığında, bu kirli niyetin ağırlığını iliklerinde hissetti.

Börte, öfkeyle nefesini bırakırken, içinde bir volkanın harlandığını fark etti. Damarlarında dolanan kan, sanki hiç sönmeyecek bir ateşe dönüşmüştü. Yüzüne yayılan sert ifade, hem tiksintiyi hem de kontrol altında tutmaya çalıştığı öfkesini açıkça gösteriyordu. Bu adamın karşısında hissettiği şey sadece fiziksel bir tehdit değil, aynı zamanda ruhuna dokunan bir aşağılanma duygusuydu. İçinde, bu küstahlığı kendi yöntemiyle cezalandırma isteği giderek büyüyordu; o anda bütün evren, Börte’nin kalbindeki intikam yemininin yankısıyla dolmuş gibiydi...

“Ooo disli bir Türk kadini.” Yere tükürürken, pis ve imalı bir sırıtış ile gülümsedi “Severim...” dedikten sonra serseri bir ifade ile gülümsemesini büyüttü. “Altimda inlemelerini.” İleri doğru hızla atıldı ve sert yumruğunu Börte’nin yüzüne doğru savurdu ama boş bir ataktan öteye gidememişti.

“Ben de severim…” diye sesli bir alay ile konuştu, sesindeki soğukluk adeta bir bıçak gibi kesiciydi. Aynı anda harekete geçerek yumruğunu tereddütsüz bir sertlikle kendisini arsızlık ile süzen adamın suratına sapladı. Karşıdaki adamın aldığı darbe ile nefesi kesilirken yüzüne yayılan acı dolu ifade, Börte’nin yüzünde anlık bir tatmin yarattı. Ancak durmadı içinde var olan kararlılık, sanki yer ve göğü sarsacak bir güçteydi. “İnletmeyi…” diye tamamladı sözünü, alçak ama tehditkâr bir ses tonuyla. Bu kelimeler ağzından dökülürken, ağır bir tekmeyle adamın karnını hedef aldı. Darbenin gücü, adamın bedenini ikiye katlar gibi savururken, nefesi hapsolmuş bir iniltiye dönüştü. Börte’nin gözleri, içindeki karanlık ve güç saf berraklık ile gürlerken bu hareketin ardında biriken öfkesinin yankısı gözle görülür şekilde havada asılı kaldı.

Adamın solukları düzensizce birbirine karışırken burnundan parmaklarına kadar yayılan sıcak kan, parmak uçlarında keskin bir ıslaklık hissi bıraktığını hissediyordu. Yüzünde beliren alaycı bir gülümseme, acıya meydan okuyan gözler ile buna sebep olan kadına baktı.

“Vay, eğitimli bir Türk köpeği,” diye tısladı sözleri zehir gibi keskin bir küçümsemeyle doluydu. Bir an bile tereddüt etmeden hırs ve nefret ile Börte’ye doğru atıldı. Güçlü yumruğunu, çelik bir kütük gibi Börte’nin yüzüne tekrar savurdu. Börte, gelecek hamleyi tahmin etmiş gibi ustaca bir hamleyle geriye kayarak darbeden kurtuldu. Bu hareketi adamı bir anlığına afallattı. Kadının küçük lokma olmadığını, onun soğukkanlılıkla savaşı yöneten bir avcı olduğunu o an anlamıştı.

“Ölümüne üzüleceğim, küçük ceylan,” diye alay etti adam, dudaklarında sinsice kıvrılan bir gülümseme belirdi. Ardından, fırsatı kaçırmadan, vücudunun tüm gücünü bacaklarına yükleyip beklenmedik bir tekmeyle Börte’nin dizlerine saldırıdı ve kadının dengesini bozarak bir anlığına sendelemesine neden oldu.

Ancak Börte, ne kadar sarsılmış görünse de asla kolay lokma olmadığını göstermek istercesine hızla toparlandı. Sırtını dikleştirdi ve karşısında nefretle parlayan gözlere sahip, uzun boylu, sarışın ve sakallı; çirkinliği her hâlinden belli olan adama doğru, alaycı bir güvenle süzüldü.

"O ceylan ebeni bekleyecek."Börte, derin bir nefes alıp kendini toparladı. " Ayrıca kurt denilmesini tercih ederim." Dedikten sonra yumruğunu adamın karnına geçirdiğinde nefesi kesilen terörist büyük bir kin ile Börte'ye doğru zorda olsa adımladı. Kanla dolmuş gözlerini Börte’ye dikerek hırıltılı bir nefes aldı. Ayağını yere sertçe vurup hamle yapmaya çalıştı ama refleksleri Börte’nin keskinliğinin yanında ağır kalıyordu. Börte, saldırının yönünü sezmiş gibi bir adım geri çekildi, ardından dizini adamın çenesine doğru hızla kaldırdı ve düşünmeden adamın çenesine dizini geçirdi.

Adam sendeledi ama öfkesinden aldığı güçle ayakta kalmaya çalıştı. “Geberteceğim seni!” diye kükredi ve yumruğunu Börte'ye doğru savurdu. Börte, bir kurdun çevikliğiyle yana kaydı, kolunu yakalayarak büküp adamın dengesini bozdu. Omzunun üzerine abanıp teröristi dizlerinin üzerine düşürdü.

Terörist, can havliyle cebinden küçük bir bıçak çıkardı. Kör bir hınçla savurduğu an, çeliğin ışığı karanlıkta bir anlığına parladı. Börte bıçağı görür görmez geri sıçradı ve gelecek olan hamleyi savuşturdu.

"Ehh benden önce davranabilirsen neden olmasın."

"Türkelerin bu aptal cesaretine hayranım." Sözünü bitirir bitirmez aniden öne atıldı. Beklenmedik hızla Börte’nin çenesine sert bir kafa darbesi indirdi. Darbenin şiddetiyle Börte’nin başı geriye savruldu, bir an için dengesi bozuldu, kulaklarında uğultu çınladı. Gözleri karardı, dizlerinin hafifçe titrediğini hissetti ama kendini toparlaması uzun sürmedi. Boynunu bir sağa bir sola kütleterek bir azrail edası ile karşısında duran kanı bozuk sıçana baktı.

"“Ben de sizin bu tükenmeyen ahmaklığınıza.” yüzündeki ölümcül gülümseme ile bir kaç adım attı. "Ayrıca ben senin ölümüne asla üzülmeyeceğim, pezevenk herif,” diye tısladı,sesindeki soğukluk ölümün ürpertici yankısını bir beşik gibi taşıyordu. Gözlerinde, kurşuni bir fırtına gibi köpüren nefret, adamın üzerine kara bir gölge gibi çökmüştü.

Dizlerindeki ve yüzündeki sızıyı görmezden gelerek vahşi bir çıtanın hızını ve zarafetini taşıyan adımlar ile adamın üzerine atıldı. Hareketleri hem bir kılıç gibi keskin hem de bir fırtına gibi durdurulamaz, hem de ölümün saf alayını soluyordu.

Adamın yüzüne tüm gücünü toplayarak yumruğunu indirdi ve o an attığı yumruk adamın suratında kasvetli bir gök gürültüsü gibi yankılandı. Ardından dizlerini, ölümcül bir nişanla adamın karnına sapladı, acıyı kemiklerinden içeriye işlercesine... Lakin bu Börte’ye yetmedi, tek bir yumrukla yetinecek bir kadın değildi. Sol ayağıyla, bir avcının son ve kesin darbesi gibi, adamın sol ayak bileğine yöneldi. Ayağı bileğin çevresinde bir kement gibi dolandı ve bir an sonra terörist, iradesine karşı koyamayarak yere yığıldığında Börte’nin diğer hamlesi gecikmedi, adamın kafasından tutup sert bir hamle ile bir kaç kere yere vurduğunda kendinden geçen piç kurusu ile keskin bir soluk bıraktı ve hemen yere düşen silahına yöneldi.

“İşlevsiz kansız.” Dedikten sonra boynunu ikin yana kütleterek yere düşen silahını tek hamlede aldı.

Yere düşen silahını eline alır almaz bir avcı edası ile çevresine bakındı. Gözleri karanlığın yavaş yavaş çöktüğü araziye saklanmış en ufak hareketi bile ayırt etmek için dikkat kesilmiş, her ayrıntıyı zihninin keskin kısımlarına kazıyordu. Yüzüne yansıyan soğukkanlılık ile derin bir soluk bıraktı. Ayak seslerini dahi sakınarak gölgelere karışan bir hayalet gibi ilerlemeye başladı. Soğuk havaya karışan bir rüzgar gibi cesetlerin arasında süzüldükçe yüzünü tiksinti ile buluşturmadan edemedi. Gözlerini kirpiklerinin altından kaldırdı ve Asef Farzin’ni görmek için gözlerini kıstı lakin hiç bir hareketlilik görmedi. Canı bu duruma iyice sıkılırken arkasında vahşi bir kurdun hırıltısını andıran Öyke yüzbaşının sesini duydu.

“Börte iyi misin?” dizginlemeye çalıştığı öfkesi her an patlamaya hazır hoyrat bir EYP gibiydi. Hızlı adımlar ile Börte’ye ilerlerken yakıcı bakışları kadının her zerresinde gezintiye çıkarmıştı. Yüzünde en ufak bir acı belirtisi, kıyafetlerinde en küçük bir yırtık yada kan lekesi arar gibiydi. Bakışlarında ki tedirginlik sıcaklık ile yumruk yaptığı elleri ile yanına vardığında ancak o zaman derin ve yarım bir rahatlama ile nefes aldığını hissetti.

“İyiyim, sıkıntı yok.” Durumundaki sağlamlık ile onan için Öyke’de öyle bir hayranlık uyandırmıştı ki içindeki endişenin bir an için yok olduğuna bile şahit oldu. Gökyüzünü delen soğuk rüzgar bile ona daha az etkileyici görünüyordu. Öyle bir meseleydi...

“Sana dikkatli olmanı emretmiştim.” Bedeninden yayılan gerginlik Börte’ye de bir sis gibi dağıldığında bugün bilmem kaçıncı kez olduğunu sayamadığı sıkıntılı soluğunu dışarı bıraktı ve kendine hakim olamadan ters ve sert bir tavır ile adama baktı.

“Ben sırtımı size döndüm komutanım, o adamı ben değil siz görecek ve bana bildirecektiniz. Gerekirse bana kalmadan siz indirecektiniz!Demek ki sizde o kadar dikkatli değilmişsiniz.” Hakikatin çıplak gerçekliği suyun dibinde kalmış bir çöpün ansızın yüzeye çıkması kadar rahatsız ediciydi. Sessizlik bir tokat gibi çarptı aralarına, Öyke nefesini hışmla göğsünden söküp attığında sakin kalmak adına gözlerini bir kaç saniyeliğine kapatıp açtı.

Aralarında bir kaç saniyelik sessizlik sanki her an bir volkan patlayabilirmiş gibi ağır bir his ile oturmuştu.

Öyke kadının haklılığı karşısında farkındalık olmadan parmaklarını yumruğa dönüştürdüğünde içinde fokurdayan öfke kadının soğuk hayal kırıklığı ile bakışmaktan öteye geçemedi.

Börte düşüncelerini toparlamaya çalışarak omuzlarını dikleştirirken bakışlarını adamdan kaçırarak gözlerini birer leş yığınına dönmüş cesetlerin üzerine dikti. Bir kaç saniye cesetlere baktıktan sonra yüz başına dönmeden tekrar konuştu. “Bu noktada hata yapma lüksümüz yok.” Daha çok kendine söylüyormuş gibi bir ifade takınmış gibi devam etti.

“Hiç birimizin.”

Öyke, Börte’nin söylediklerine karşılık başını hafifçe eğip onaylayadarak sessiz bir öfke ile kabullendi. Bu basit hareketinin ardında kopan zelzelelerden bir tek kendisinin haberi vardı zira dışarıdan kontrolünü hiç bir şekilde kaybetmemiş, sakin ve ne yapacağını bilen bir adam gibi duruyordu. Kadının haklılığını yadsımak mümkün değildi elbette, asıl mesele bu haklılığın yaptığı amatörce hatanın acımasız bir ayna gibi yüzüne vurulmasıydı. Meslek hayatı boyunca ilk defa düşünmeden içgüdülerine kapılarak hareket etmişti. Yüreğindeki sessiz çığlıkları disiplinin soğukkanlı direktiflerini hiçe sayarak ilerlemişti. Ve şimdi bu hezeyanın sonucu karşısında eziliyordu... Bakışları tekrar kadına kaydığında bir gölge gibi silikeşti iç sesi.

Boynunu iki yana mekanik bir hareket ile kütletip ayak uçlarında bulunan cesetlere kısa bir bakış attı.

“O piç kurusu nerede?” Diye sabırsız ve tehditkar bir ifade ile sordu. Sorduğu soru sanki sessizliğin ortasına atılan bir taş gibi yankı bulduğunda havanın serinliği sanki bir kat daha ağırlaşmıştı. Şeytanın gölgesini andıran zifir karası gözleri birbirine şüphe ile bakan gölgeler gibi sürekli etrafı kolaçan ediyor fakat herhangi bir hareketlilik görmüyordu.

Börte’de tıpkı Öyke gibi bir şahin edası ile çevresine bakındı. “Görünürde yok.”diyerek kaygısını diline yansıtmadan yanıtladı.”Kaçmış olabilir.” Bu olasılığı dile getirirken bile kelimelerin kendisi bile onu huzursuz etmeye yetmişti. Bu ihtimalin yarattığı ağırlık üzerlerine bir örtü gibi çöreklendiğinde Asef Farzin’nin kaçmış olması bir kasvet bulutu gibi planlarının aralarına girmişti.

“Eğer kaçtıysa büyük sıkıntı.” Öyke’nin kelimeleri birer ölüm fermanı gibi yankılandı. Sesi hüküm verircesine soğuktu.”Varlığımız öğrenilirse bütün örgüt peşimize düşecektir.”bakışları hâlâ cesetler ile dolu arazide dolaşırken bir yandanda gergin bir agresiflik ile çenesindeki sakallarını düşünceli bir şekilde sıvazlıyordu.

“Fazla uzaklaşmış olamaz.” Börte elindeki silahının şarjörünü kontrol ederken sesindeki metalik tad ile konuştu. Başını kaldırmadan kirpiklerinin altından adama baktığımızda kendisi ile ilgilenmediğini fark etti.

“Haber çoktan uçmuştur, risk alamayız.” Gözleri solunda duran turan bakışlı kadına kaydığında kısık bakan bakışları daha fazla kısıldı. Zihninde bir şeyleri ölçüp biçtiği barizdi lakin daha her hangi bir sonuca varamamış gibi görünüyordu.

“Ne yapmamızı önerirsiniz?” Karanlık bakışlarında ki yoksunluk ile adamın kor bakışlarına karşılık verdi. İçinde kendine yabancılaşmaya başlamış ama bir o kadarda tanıdık Börte, görevi tamamlamaları gerektiğini, Asef Farzin’nin peşinden girmeleri gerektiğini bas bas bağırıyordu ama mantıklı olan tarafı ise örgüt gelmeden bölgeden ayrılmaları gerektiğini kafasına bir balyoz ile vuruyordu. Sıkıntılı soluğunu dışarı bırakırken içindeki diğer kişiliğine sövmeden edemedi. Operasyonlarda çift karakterli olmanın en büyük dezavantajlarından biriydi bu durum kendisi için.

“Bir süre ortalarda görünmeden bekleyelim, içerideki adamlarımız ile iletişime geçip yeni bir plan yapacağız. O adamı almadan bu topraklardan dönmek yok.” Diyerek hareketlendi, bakışları az önce kadının etkisiz hale getirdiği kansıza kaydığında boynunu iki yana kütleterek o tarafa doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda bir şeyler kayboluyor gibiydi, adımları ne kadar sağlam görünse de içinde duvarların ardında yankılanan bir boşluk hakimdi.

“Gidelim o zaman, dinlensek iyi olur.” Börte silahını beline yerleştirirken bir eksiklik fark etti. Gri bakışları çatıldı. “ Alp nerede?”

“Buralardadır.” Sesi düşünceli ve yorgundu. Alp’in her halükarda başının çaresine bakabileceğini biliyordu. Dikkatli bakışları yerde sere serpe uzanmış adamın üzerindeydi. Yerdeki leş kargasının hâlâ nefes alıyor olması ihtimalini göz ardı etmeyecekti. Bakışları Börte’nin tek mavi haresi ile çarpıştığında aralarında kısa ve onay dolu sessiz bir diyalog gerçekleşti. Öyke belindeki silahı çıkardığında o ana kadar her şeyin kontrolü altında olduğunu düşünüyordu.

Sadece birkaç saniye...

Sessizliği bir metal sürtünme sesi paramparça ettiğinde yerde. yatan terörist silahın kabzasını Öyke’nin dizine geçirdi, kısık sesli bir çatırtı sesi duyuldu ve Öyke’nin sol dizi beklenmedik hamle ile çözüldü ve yarım adım geriye doğru sendeledi.

Börte elini hızla beline attığında her şey için geçti...

Bir saniye, sadece bir saniye yetti.

Terörist bu kez silahını yukarı çevirdi ve tetiğe iki defa art arda bastı. Kurşunun yuvasından çıkan o tiz sesi ortalığı ayağa kaldırdığında Börte’nin bedeni geriye doğru savruldu. Ve sadece bir kaç saniye sonra bir patlama sesi daha duyuldu ve adamın dağılmış beyni, gözleri açık cansız bedeni yere tekrar yığıldı.

“BÖRTE!”

Öyke’nin acı ve öfkeli sesi dağları inletirken Börte’nin acılı soluğu dudaklarından firar ederken kendini yere bıraktı. Dizleri taşların sivri başlarına çarparken, bu acıyı fark edemeyecek kadar acı çekiyordu. Sağ elini omuzu ile göğsünün arasındaki boşluğa götürdüğünde ağız dolusu küfürü tıslayarak dışarı bıraktı.

“Hay senin olmayan ecdadına... Oruspu çocuğu.”

Öyke’nin kalbi göğsüne sığmayacak kadar hızlı çarpmaya başladığında tüm dünya aniden sessizleşmiş gibiydi. Yalnızca kendi nefesinin kesik kesik yankısı uğulduyordu kulaklarında. Gırtlağına çöken acıyı yutkunarak bastırmaya çalıştı. Gözleri Börte’nin iki dizinin üzerine düştüğü bedenine takılı kaldı. Her şey ağır çekimde gibiydi o an sanki. Zihninde çığlık çığlığa yükselen panik naralarını susturmak adına derin bir soluk alıp verdi ve yerinden fırlayarak ayaklarının altında ezilen toprağı öldürmek ister eşi koşmaya başladı. Kadın ile arasındaki o kısacık mesafe sanki kilometrelerce uzak geliyordu Öyke’ye, içinde büyüyen endişe kor gibi yakıyordu ruhunu. Börte’nin dizleri üzerindeki kanlı bedeni zihnini ve ruhunu dağlıyordu.

Yüzüne oturduğu demir gibi ifade ile Börte’nin yanına vardı ve aynı kadın gibi dizlerinin üzerine çökerek kadının sallanan bedenini kolları arasına aldı.

“Tuttum seni! Buradayım.” Derin bir soluk bıraktı.”Buradayım!” buz gibi bir fısıltı ile.

Börte yer yığılmamak için zorla tuttuğu bedenini daha fazla taşıyamayarak kendini adamın kollarına bıraktı ve alnını adamın taş gibi göğsüne koyduğunda bütün acısına rağmen yorgun bir tebessüm bıraktı.

“İyiyim.” Sesi çektiği acıdan dolayı fısıltıdan farksız çıkmıştı. Omuzundaki ve kolundaki yakıcı sızlama keskin bir bıçak gibi her nefes alışında derinleşen ağrıyı vücudunun her hücresine hükmedercesine atıyordu. Etin metal yanık kokusuyla birleşen kanın o ağır kokusu ciğerlerini yakıyor, nefesi sıkıştıkça gözlerinin önünde siyah noktalar beliriyor, yoğun bir kusma isteği uyandırıyordu.

“Nah iyisin!” Öyke öfkesine hakim olamayarak aniden gürledi. Kadının kolları arasında titrediğini fark ederek sakin kalmak adına gözlerini kapatıp içindeki kinli soluğu dışarı bırakarak gözlerini tekrar açtı. Kelimeler dilinden yuvarlanıp dışarı doğru düşmek için zihnini zorlarken kendine hakim olmak için burnundan sesli bir nefes verdi. “Tövbe, tövbe.” Sakin kalmak zor olsa da kolları arasında duran yaralı kadın için bunu yapmak zorundaydı.

Börte adamın ani çıkışı ile aniden titrese de bu çok kısa sürmüştü zira o kadar fazla acı vardı ki bedeninde sadece tek düşündü biraz uyumak ve bu acıdan kurtulmaktı, ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Şuan ne olursa olsun kendini ayık tutmalı ve yarasına baskı yapmalıydı, daha önce yaptığı gibi...

“Ağzınızdan...” duraksadı, bedenine dalga dalga yayılan acıyı görmezden gelmeye çalışarak alnını daha fazla adamın göğsüne bastırdı. Güçlü kalmak için direnen bedeni onu fazlası ile zorluyordu.“ Hiç küfür-“ her konuştuğunda acısı sanki daha fazla katlanarak onu yok etmeye hazırlanıyordu. “...eksik olmuyor.” Diye zar zor cümlesini bitirdiğinde Öyke’nin uğultulu küfürleri kulaklarını tırmalıyordu.

“Çok konuşuyorsun Börte.” Boynunda bulunan puşiyi tek hamlede çekip çıkardı ve kadını kolları arasında dikkat ederek çevirdi. Kadının ağırlaşan hareketleri kalbinde koca bir enkazdı. Börte’nin omuzundaki yaradan damlayan sıcak kan parmak uçlarındaki o soğuk his ile birleştiğinde bir kez daha küfür etmeden duramadı.

“Hay sikeyim!” dişleri arasından tısladı. “Karargah ile iletişime geçeceğim ve seni buradan çıkaracağız ama biraz dayanman gerekiyor. Tamam mı?”

“İyiyim...” acılı soluğunu dışarı bıraktıktan sonra kesik bir ifade ile devam etti. “Dayanabilirim. Biraz-” omuzundan kalbine atan sancı ile bir an nefesinin kesildiğini hissetti Börte. Dişlerini kırmak istercesine sıkarken konuşmaya devam etti. “-sakin olun.” Adamın kolları arasında döndüğünde sonunda sırtı yüzbaşının göğsüne yaşlanmış, bulanık görüşü gök yüzünü daha rahat görüyordu.

“Sakinim ben! Kendini kasıp durma canını yakıyorsun!” dedikten sonra elinde tuttuğu puşiyi durmaksızın kanayan yarasına bastırdı. Bu hareket Börte için sanki son darbe oldu. Acı dolu feryadı şah damarına atılan derin bir kesik misali dudaklarının arasından kayıp gitti.

“Özür dilerim, özür dilerim.” Börte’nin acıyla attığı feryadını duyduğunda kasılmış çenesini gevşetmeye çalıştı ama başaramadı. Gözleri kadının yarasına ve onun dayanılmaz acıyı taşıyan ifadesine takılı kaldığında içinde patlamaya hazırlanan saatli bomba infilak etti.

Öyke, Börte’nin yarasına bastırdığı puşiyi sıkıca kavrarken yüzüne taş kesilmiş bir ifade ile koluna bağlı olan karargah iletişim cihazına bağlanmaya çalışıyordu lakin içinde cayır cayır yanan ateşin hesabını dahi yapamayacak kadar dingin bir öfke hakimdi kafasında. Börte’nin zayıflayan sesi kulaklarını çınlatıyordu. Gözleri kadının kapanmak için direnen göz kaplarına kaydığında dişleri arasından tıslayarak bağırdı.

“KURT!” eli ile yaraya daha fazla bastırdı. Kadının inleyen sesini görmezden gelerek. “ O gözlerini kapatırsan döndüğümüzde sana yapacaklarımdan ben sorumlu değilim! Anladın mı?”

Börte’nin tek gözü Öyke’nin emreden bakışları ile buluştu. Bedeninde yükselen acıyı belli belirsiz bir gülümseme ile bastırmaya çalıştı lakin amansız bir çabaydı.

“O gözlerini kapatmayacaksın! Dayanacaksın, bu bir emirdir!” sanki yaralı olan kendisiymiş gibi hırıltılı bir ifade ile bağırdığında bilinci kapanmak üzere olan Börte’nin bedeni biraz daha kasıldı. Ölümcül bir yarası var mıydı, mermi hâlâ içeride mıydı bilmiyordu. Tek bildiği kaburgasının kemiğine dayanan acının bir nakış gibi bütün vücuduna yayımlası ve keskin kan konusuydu. Kendi kanını kokusu...

“K-komutanım-” kesik bir soluk bıraktı. Dayanılmaz acının o sivri ucu sanki ensesine bir mızrak gibi çarpıp duruyordu.

“ Emir tekrarlatma bana Kurt!” Bir kez daha bir şimşek gibi gürledi. Yakasına bağlı olan telsizle bir kez daha hırsla uzandı.

“3169 Bürküt konuşuyor! Yaralımız var, verdiğim koordinatlara acil destek.” Hiç bir cevap almadığında dişlerini birbirine bastırıp derin bir soluk bıraktı ve tekrar telsiz kodunu girdi. “ 3169! Tekrar ediyorum, yaralımız var vereceğim koordinatlara acil destek!”

“3169 kendini tanıt!” Telsizin çatallı sesi, geceyi delen kısa bir gök gürültüsü gibi yankılandı. Kayalıkların arasında, yalnızca rüzgârın uğultusu duyuluyordu.

“Ben yüzbaşı Öyke Çevik, yaralı personelim var acil tahliye istiyorum !” bir saniye bile beklemeden telsizin mandallayarak cevap verdi Öyke. Sesi sertti; ama o sertliğin ardında gizlenen telaş, yağmurun çamura karışan kokusu gibi burnuna kadar geliyordu.

“Yaralı durumu bildirin yüzbaşım.”

Öyke Börte’ye baktı. Toprağın üzerinde savunmasınız bir şekilde kanla sarılmış haline içi giderek baktı.

“Göğüs bölgesinden giriş yarası mevcut, mermi içeride, aktif hemorajisi baskı altına alınmış durumda. Şu an bilinci kapalı. Acil medikal destek ve tahliye gerekiyor.” Her kelimesi keskin ve ölçülüydıü ama gözleri yerde öylece uzanan Börte’den de bir an ayrılmıyordu.

“Anlaşıldı 3169. Alternatif güzergâh kontrol ediliyor. İHA-12 bölge üzerinde keşif yapıyor, mümkünse konumunuzu teyit edin!”

Öyke telzisin diğer ucundan gelen askeri hemen onayladı;

“Anlaşıldı.” Dedikten sonra koluna bağlı olan tabletten bulundukları konumu karargah GPS sistemine gönderdi.

“Konum teyit edildi, doğru.” Dedikten sonra karşıdan sabırsızca cevap beklemeye başladı.

“İHA görüntülerine göre bölge kayalık ve inişe uygun değil. Helikopter iniş noktası için yedi kilometre kilometre kuzey öneriliyor. Kara intikali en az iki saat.” Aldığı olumsuz cevap ile Öyke’nin yüzünde öfke ve çaresizliğin çizgilerini belirginleştirdi. Boetenin zayıf nefes alışları kulağında çınlıyordu ve bu onu daha fazla deli ediyordu. Telsiz mandalina basarak öfkeli bir tıslama ile konuştu.

“Olumsuz! İki saat sonra çok geç olacak. Personelimin hayatı kritik, acil tahliye talep ediyorum, tekrar ediyorum: acil tahliye talep ediyorum!”

“Yaralı nakli mümkün mü?”

Öyke Börte'ye bakarak öfkeli bir soluk bıraktı.

“Negatif! Personelin bilinci kapalı. Nakil mümkün değil.”

Telsiz bir kez daha cızırtıladı ve karşı taraftaki askerin tarazlı sesi tekrar duyulduğunda Öyke kafayı yemek üzereydi.

“Anlaşıldı. Destek timi intikal halinde. Konumunuzu emniyete alın, tahliye emri beklemede."

Öyke öfke ile yerinden doğruldu ve ellerini yumruk yaparak sakin kalmaya çalışarak hırs ile telzisi kırmak istercesine sıkarak tükürürcesine konuştu.

“Olumsuz! Zaman lehimize işliyor. BTÖ unsurlarının bölgeye yaklaşma ihtimali yüksek. Tekrar ediyorum: tahliye vakit kaybetmeden yapılmalı!” sesi ve bedeni öfkeden adeta titriyordu, gözleri her zamankinden daha koyu ve kan çanağına dönmüş bedeni kasılmaktan taş gibi olmuştu.

"Yüzbaşım, durumun farkındayız İHA’larımız şuan her zamankinden daha aktif bir durumda olası bir temasa karşı hava desteği için Atmaca-21 konuşlandırıldı. Siz konumunuzu koruyun, destek unsuru temas kurmadan tahliye yapılması riskli.”

Subayın anlayışlı ve bilgilendirici sesi Öyke'yi daha fazla çileden çıkarırken dişleri arasından tısladı.

“Anlaşıldı!”

Telsizin mandalını öfke ile bıraktığında bir süre elini üzerinde unuttu, parmaklarının titrediğini fark edince ağır ağır elini geri çekti. Gözleri bulanıklaşmıştı ama tüm gücüyle odaklanmaya çalışarak sürünür gibi Börte’ye doğru kaydı. Ciğerlerine dolan yanık barut kokusu, kanla karışıp boğazına kadar yükseliyordu ve ilk defa midesini bulandırıyordu.

Nihayet yanında sert bir kaya çıkıntısı buldu, sırtını oraya yasladı. Soğuk taşın temasını omzunda hissettiğinde gözleri istemsizce kapandı. Başını kayaya dayadı, ağır nefesler alırken tek bir düşünce zihnini kemiriyordu: Ne olursa olsun, çıkarmalıydı kadını buradan.

Kendisi bu operasyondan sağ çıkmasa bile, Börte’yi buradan sağ salim çıkarmak onun tek görevi, tek varlık sebebiydi...

...

Zaman sanki tuhaf bir şekilde donmuştu; ne ilerliyor ne de devriliyordu, yalnızca ağır bir sessizlik bütün varlığı sarıyordu. Öyke, yorgun ve kırılmış ve kan çanağına dönmüş gözleri ile dakikalarca ayırmadığı kadına kilitlenmiş bakışlarını, derin ve ölümcül bir öfke ile kayaya dayadığı başına yansıtıyordu. Her vuruş, sadece bedeninin değil, ruhunun da ağırlığını taşıyordu; yavaş ama kasvetli bir ritimle yankılanan darbeler, içindeki kin ve çaresizliği adeta dışa vuruyordu. Gözlerindeki bakış, hem öfke hem de kaybetme korkusuyla yanıyordu; dünya sanki onun öfkesine boyun eğmiş, zaman ve mekân sadece bu acının sessiz tanığı olmuştu.

Dakikaların damla damla ilerlediği bir vaktin sonunda telsizin diğer ucundan duyulan erkek sesi Öyke yaslandığı yerden hızla doğrulurken Börte’nin gözleri yarım yamalak açıldı.

“3169! Börü konuşuyor!” Bir kaç dakikanın ardından kulağına dolan tanıdık ses ile Öyke uzun bir süre sonra derin bir nefes alıp verdi.

“Agâh!” Sakin ama bir o kadar gaddar bir ifade ile cevap verdi.

“Yaralı kim?” dedi Artun Agâh, telsizin diğer ucunda ketum bir ifadeyle. Yukarıdan gelen rapora göre, Öyke, Börte ve Alp operasyon bölgesinde mahsur kalmış, üstelik ekipte bir yaralı olduğu bildirilmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır hattındaki üsleri, olumsuz hava koşulları nedeniyle herhangi bir hava aracı gönderemiyor; bu da durumu iyice çıkmaza sürüklüyordu.

“Börte! Börte yaralı.” Canı yanan kendisi gibi dişleri arasından konuştu Öyke. Öyle bir bölgedeydiler ki zihninde çizdiği her plan elinde kalıyordu.

“Siktir!” Artun’un diğer taraftan endişeli ve öfkeli sesini bir kez daha duydu Öyke. Kendisi de aynı öfke ile derin bir soluk alıp verdi. “ Durum bildir yarası ne durumda?”

“Omuz ile kalp arasında. Kurşun hâlâ içeride, üs ile iletişime geçtim lakin hava şartlarından dolayı destek sağlanamıyor.”

Dağlarda esen sert rüzgar aniden yüzüne vurduğunda havanın giderek daha da bozulduğunu gördü. Kış ayındaydılar ve kara bulutlar tepelerin ardından ağır ağır yükseliyordu.

“Bulunduğunuz bölgenin koordinatlarını gönder!” Sesi güçlü ve itiraz istemeyen bir tondaydı. Artun Agâh istedi her şeyi yaptırabilecek kararlılıkla bir komutandı. Hele ki söz konusu askerleriyse ne yapar eder gerekirse o cehennem çukuruna iner onları ordan çıkarırdı.

“Anlaşıldı!” Kolunda bulunan dijital ekranlı askeri GPS sisteminde koordinatları girdikten sonra Börte’yi iyice kendine çekti.

“Birazdan çıkacağız bu cehennemden! Dayan!”

“A-Alp?” Börte’nin kurumuş ve çatlamış dudaklarından fırlayan isim Öyke’nin bir kez daha küfür etmesine neden oldu.

“Hay sikeyim onu da!” Tekrar sinir ile telsize sarıldı. Sağ eli yumruk olmuştu, parmak eklemeleri bembeyaz kesilmis göğsü bir körük gibi kalkıp iniyordu.

“3169 Bürküt’ten Alp’e?” Telsizin diğer tarafından beklediği cevap gelmeyince dudaklarının kıyısı endişe ile kasıldı. “Bürküt’ten Alp’e! Beni duyuyor musun aslanım?”sesinde öfkesinin çığlıkları vardı. Alp’e ulaşamamak Börte’nin yaralı olması ve desteğin hâlâ gelmemiş olması öfkesini daha da harlıyordu.

“Alp ses ver aslanım?” Çenesi kitlenmiş dişleri birbirine sürtünerek ince bir ses çıkardı. Boynunu iki yana kütletirken burnundan bir kaç derin soluk alıp verdi.

“Alp eğer o telsizi götüne sokmadıysan ses ver!” Telsiz de küçük bir cızırtı oluşsada herhangi bir cevap gelmedi.

“İnşAllah yaşıyorsundur Alp! İnşAllah yaşıyorsundur, yoksa o telsizi bir tarafına ben sokacağım. Artık ordan haberleşiriz!”

Gözlerindeki kararmış ifade ile çevresine bakındı. Alp’i şimdilik burada bırakması gerekecekti. Onu bu çakal kalanında bırakmak hiç içine sinmiyordu ama burdan bir an önce çıkması gereken bir askeri daha vardı. Alp kendi başının çaresine bakabilirdi ama kendisi yaralı bir asker ile bir noktaya kadar savaşabilirdi. Başını geriye doğru yasladığı sırada gizlendikleri kayalıklara doğru yaklaşan birinin sesini duydu Öyke. “Lera tıştek heye!”

Başını biraz kayalıklardan doğru uzattığında on kişilik bir teröristin bölgeyi abluka altına aldıklarını gördü.

“Siktir, siktir, siktir!” Börte’yi biraz daha kendine doğru çekti, içinde biriken öfke bulundukları bölgeyi ateşe verecek kadar büyüktü lakin kolları arasında bulunan kadın elini kolunu bağlıyordu sanki. Göğsü yaralı bir aslan gibi hızla inip kalkarken kendini oluşacak yeni bir sıcak temasa hazırladı.

“Börü konuşuyor, beni duyuyor musun Öyke?” Artun Agâh’ın tekrar duyulan sesi ile Öyke elini yakasındaki telsize atarak öfke ile tısladı.

“Duyuyorum seni Agâh...” Yüzünü öfke ile buruşturduktan sonra devam etti. “ Hemde çok iyi duyuyorum”

“Pusulandınız mı?” Artun Agâh can dostunun sesinden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı ve cevabı gayet iyi bilmesine rağmen sormadan edemedi.

“Ehh on piç ile saklambaç oynuyoruz, ben sobelendim gibi. Eğer yardım biraz daha gelmezse oyunu kurallarına göre oynamam gerekecek… ki bu biraz kanlı olabilir, haberin olsun.” Kayaya yasladığı omuzunun üzerinde kendine yakın duran teröriste kısa bir bakış attı.

“Yanında yaralı personel varken temas riskine girme. Mevcut pozisyonunu koru. İntikal desteği yolda fakat bulunduğun noktaya helikopter inişi mümkün değil. Sana ileteceğim koordinatlara kadar yaya intikal etmeniz gerekecek.” Agâh’ın sıkıntılı sesini duyduğunda gözlerini hırs ile yumdu. Yaya ilerlemek sorun değildi lakin Börtü onu fazlası ile yoracak ve yavaşlatacaktı bu da daha fazla risk demekti.

“Alacağım riskin farkındasın değil mi? Yanımda Alp’te yok!”

“Siktir.” Telsizin diğer ucundan bir kaç telaşlı ses daha duyuldu. “Alp’in konumunu biz takip edeceğiz sen ordan Börte ile çık ve vereceğim konuma elinden geldiğince hızlı bir şekilde intikal edeceksin. Anlaşıldı mı?” Öyke zihninde bütün olasılıkları hesap ediyor olacak ki bir kaç saniye ses vermedi.

“Öyke cevap ver!” Artun Agâh can dostundan cevap gelmeyince gergin bir endişe ile daha keskin bir şekilde konuştu.

“Anlaşıldı Agâh! Anlaşıldı kardeşim!” Ses fazlasıyla öfkeli ve gergindi ve Artun Agâh’ta bunun fazlası ile farkındaydı.

Öyke’nin bakışları kolunadaki titreme ile GPS cihazına kaydı. Agâh’ın göndermiş olduğu koordinatlar gelmişti.

“Çıkış için vaktiniz kısıtlı. Börte’nin durumu ağırsa hızınızı kesmeyin, tahliye noktasına ulaşmanız öncelik!”

Öyke yanındaki Börte’ye baktı, kan kaybından solgunlaşmış yüzü nefeslerinin düzensizliği her şeyi belli ediyordu.

“Duydun mu beni Öyke?!”

Öyke dişlerini kırarcasına sıktı ve Artun Agâh görmezse bile başını yavaşça salladı.

“Anlaşıldı!”

Artun Agâh’ın göğsünde fırtına kopuyordu; öfkesi dudaklarından taşan solukla dışarı sızarken, içinde yanıp duran endişeyi kimse görmüyordu, o da kimseye göstermemek için fazlası ile çaba sarf ediyordu. Bulunduğu odada herkes kendisine endişe ile bakarken derin bir soluk aldı ve oldukça diri ve profesyonel bir eda ile tekrar konuştu.

“ Şimdi biz Alp’in mevcut konumunu bulacağız, bu sırada seninle iletişime geçemem. Sağ sağlim tahliye noktasına varın, kendine dikkat et, Allah’a emanetsin kardeşim!” Kardeşine vedasında sertlik vardı, ama o sertliğin ardında saklanan şey korkunun en ağır, en sessiz hâliydi. Savaşın ortasında bile dimdik duran kalbi çaresiz ama güçlüydü.

“Sende Allah’a emanetsin kardeşim...” Yorgun bir ses tonu ile duraksadı ve tekrar konuştu.”Agâh...” Can dostunun hâlâ orada olduğunu bilmenin ağırlığı, sesinde hafif bir gülümsemeye dönüşmüştü.

Artun Agâh Öyke’nin sesindeki gülümsemeye benzer vedasını sezmiş gibi yutkunarak cevap verdi. “Öyke?”

“Hakkını helal et kardeşim...” Agâh’ın gözleri karardı, elleri istemsizce yumruk olduğunda arkasında duran Leyal ve Umay, Zeren, Gaye, Çolpan’ın gözlerinden usulca göz yaşları döküldü, Barış ve Sökmen, Akın, Kağan öfke ise küfürler savururdu. Abilerinin, sesinde vedanın kokusu vardı, o kokuyu savaş meydanında en keskin barut bile bastıramazdı.

“Sus!” Bir haykırış değildi bu, dağın yamacına çarpan gök gürültüsüydü sanki. “Helallik” sözü, onun zihninde teslimiyet demekti ve onun teslimiyete tahammülü yoktu. Hele ki kardeşinin teslimiyetine asla.

Öyke onun bu öfkesini görmezden gelerek devam etti konuşmaya.

“Eğer şehit olursam, anama-babama haberi sen götür. Gururla assınlar al bayrağımı evime, büyüdüğüm mahalleme. Yaşadığım memleketime...”

“Öyke sus kardeşim...” Agâh dişlerini birbirine kenetlendi. Öfkesinin altındaki gerçek duygu, boğazına düğümlenen acıydı. Kardeşini kaybetme ihtimalini duymak bile ciğerlerini yakıyordu.

“Birde...” Derin bir soluk alıp verdi.”Naaşımı...” Durdu ve hemen yanı başında kanlar içindeki Börte’ye baktı gözlerini yumarak devam etti. “Naaşımızı burda bırakma, kurdu çalkala yem etme...”

Artun Agâh sinir ile gülümsedi, karşısında duran ekranlara bakarken yumruk yaptığı elini masaya yavaş yavaş vurmaya başladı.

“Sen bir Börü’sün ve bir Börü gibi çıkacaksın ordan! Anladın mı?”

Öyke ne derse desin Agâh’ın onu anlamak istemediğini biliyordu bu yüzden gözlerini kapatıp açarak pes eden bir ifade ile başını salladı.

“Anlaşıldı kardeşim.” Dedikten sonra telsiz bağlantısını kesti.

Öyke, telsizi kapattıktan sonra derin bir nefes aldı ama göğsündeki sıkışıklık bir türlü hafiflemedi. Agâh’ın öfkesi ve kararlılığı, ona bir yandan güç verirken diğer yandan kendi çaresizliğini hatırlatıyordu. İçinde bir fırtına vardı: görev bilinci, Börte’yi koruma arzusu ve kontrol edemediği öfke… Pes etmiş gibi görünse de, zihninde planlar dönüyor, hâlâ bir çıkış yolunu arıyordu. Her bir düşünce, her bir olasılık, bir sonraki hamlesini önceden hesaplamaya çalışıyordu. Öyke, gözlerini kapatıp tekrar açtı; sessiz ama kararlı bir kararlılıkla, içindeki Börü ruhunu yeniden hissetti.

Belindeki silahı sağ eli ile kontrol ederken kendisine yaklaşan ayak sesleri ve düşük tonda fısıldayan sesler ile bulunduğu yerden hızla doğruldu ve omuzlarını gerginlik ile kaldırdı. Eli belindeki tabancanın üzerinde durdu ve gözleri kapanmakta olan Börte’ye kısa bir bakış attı. Kendini geriye doğru attı ve görüş alanına giren düşman unsurlar ile girdiğinde öfkeli bir küfür firar etti dudaklarının arasında. Hızlı bir hamle ile Börte’nin belinden tuttu ve onunla birlikte kendini geriye doğru kayalıkların birleştiği kısma doğru çekti.

Hay sikeyim, ben böyle isin gelmişinin geçmişinin amına koyayım.” Başka terörist unsurların gelmesini zaten bekliyordu lakin onlar gelirken kendilerinin bu bölgeden çoktan ayrılmış olmaları gerekiyordu.

"Seninde olmayan amına koyayım Alp!” Burada ölecek olanlar, planı bozdukları için kendilerini kovalayanlardı ama Börte’nin durumu ve Alp’in hâlâ ortada olmaması dengeyi bozmaya yetmişti.

Bir dizinin üzerinde durarak teröristin kendisine doğru yaklaşmasını beklediği.

“Gelin gelin, gelinde nasıl eceliniz oluyorum oruspu çocukları!” dedi alçak ve cayır cayır yanan bir sesle. Hızlı düşünüp, hızlı karar vermesi ve hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Belinde duran tabancasını hızla çıkarıp sürgüsünü tek eli ile hızla çekti.

“Olmayan ecdadınızı kökünü kazıyacağım siktiğimin piçleri! Gel gel eceline gel, aferin!” Sesini esir alan öfkenin karanlığı bile onları yok etmeye yeterdi.

Teröristlerin yaklaşan ayak sesleri, Öyke’nin zihninde bir saatli bombanın tik takları gibi yankılanmaya başlamıştı. Kendilerine doğru attıkları her adım, ölümün iki taraf için ne kadar da yakın olduğunu ve azrailin gülerek kendilerini izlediğini hissettiriyordu. Tek başına ne kadar direnebileceğini bilmiyordu ama öleceğini bilse dahi kanı beş para etmezlerin karşısında diz çökmeyecekti. Bu cehennemden ya zaferle ya da tamamen tükenerek çıkacaktı ama hepsinin kökünü kazıyacak ve öyle ruhunu teslim edecekti.

Dizlerinin kırarak sırt üstü kucağında duran Börte ile geriye doğru kendini sürüklemeye başladı. Maksadı Börte’yi güvenli ve görünmeyecek bir noktaya taşımaktı. Öyke dişlerini sıkarak Börte’yi sıkıca kavradı ve biraz daha geriye çekildi. Ardı sıra yuvarlanan taşlar ve çıkan hafif toz bulutu bulundukları noktayı ifşa edebilir diye endişelendi ama yapacak bir şey yoktu. Börte’nin düzensiz solukları Öyke’yi daha fazla endişelendiriyordu. Dişleri arasında acılı bir soluk bıraktı ve geriye doğru biraz daha kaydı, nihayet bir kaya çıkıntısının ardına ulaştığında durdu ve Börte’yi kendisi ile beraber canını yakmaktan korkarcasına çevirdi sağa doğru dikkatlice yere yatırdı, çevresine hızlıca göz gezdirdi sessizlik, operasyon alanında en tehlikeli şeylerden biriydi... Her an yeniden saldırıya uğrayabileceklerini biliyordu ve öylede olmuştu. Teröristler soluğu burada almışlardı ve birazdan onlar için büyük kendisi için küçük bir kıyamet kopacaktı...

Elindeki silahın mermi yuvasını kontrol ettikten sonra başını iki yana kütletti. Ruhunda yükselen kasvet ile bayık gözler ile kendisini izleyen kadına baktı.

“Dayan Börte!” Sol elini Börte’nin omzuna koyarak hafifçe sarsıp tepkisini kontrol etti.

“D-dayanmaktan b-başka şansım var mı komutanım?” gülümsemeye çalışarak verdiği cevap Öyke’nin de belli belirsiz gülümsemesine neden oldu.

“Başka şansın yok teğmen Börte Kurt!” Alayla karışık garip bir ciddiyet ile kurduğu cümle ile Börte öksürerek yüzünü buruşturmasına neden oldu. Canı yanmıştı ama adamın haklılığı karşısında gülme isteğinede engel olamadı o anda.

“Mesleğin şanındandır, alışığım merak etmeyin.” Ses tonu o kadar kısıktı ki Öyke verdiği cevabı bile zor duymuştu.

“O zaman şanımıza yakışır bir şekilde çıkalım bu cehennemden.” İçli bir soluk bıraktı ve Börte’nin sağ eli ile sol elini yaranın üzerindeki bez parçasının üzerine koydu. Kadının soluk yüzüne bakarken içindeki çaresizlik hissi omuzlarına ağır bir yük gibi binmişti. Bir yandan güvenli bir çıkış yolu bulmak zorundaydı, diğer yandan Börte’yi hayatta tutmalı ve onu hemen bir hastaneye götürmeliydi. Silahını tekrar eline aldı, çevrede en ufak bir hareketliliği dahi kaçırmamaya çalışarak tetikte beklemeye başladı.

Gözleri bir an için uzaklarda, düşman mevzisinin gerisindeki ağaçlık dağlık bölgeye takıldı. Belki de oraya ulaşabilirlerse, Börte’yi kurtarmak için bir şansları olabilirdi. Ama tek başına mı? Bu düşünceyi kafasından uzaklaştırmaya çalışarak, “Seni buradan çıkaracağım sarışın.” Diye fısıldadı kendi kendine, sesi hem bir yemin hem dua eder gibi çıkmıştı.

Teröristlerlerin biçimsiz siluetleri onlara doğru yaklaşmaya başladığında Öyke’nin de küfürleri artmıştı. Gruptan biri el işaretiyle diğerlerini durdurdu. “ Fazla uzaklaşmış olamazlar, dağılın bulun bana onları!” diye bağırdı çatallı bir ses. İleride kendilerinin gidebilecekleri yerleri işaret etti. Yavaş yavaş araziye yayılmaya başladıklarında Öyke bir kez daha küfür etmeden duramadı. Çıkış yolları daralmıştı... Toprak teröristlerin botlarının altında ezilirken çıkan gıcırtılar Öyke’nin damarlarını çatlatan bir öfkeyle germeye başlamıştı.

“Beni burda bırakan aklını sikeyim Alp!” Gerginlik ile ensesini ovdu, tek başına olsa sıkıntı olmazdı lakin kadını burda daha fazla tehlikeye atmak istemiyordu. Hele ki bu haldeyken...

Alp’in yokluğu ve Börte’nin durumu onu öyle bir köşeye sıkıştırmıştı ki nefes alamaz duruma gelmişti... Derin bir soluk alırken bir kez daha çevresine bakındı, Agâh onları ordan çıkaracağını söylemişti lakin iletişim hatları tamamen kopmuştu ve artık herhangi bir iletişime geçemiyordu.

Tam bu sırada, düşman grubundan biri, onları gizleyen kayanın yalnızca birkaç metre uzağında durdu. “Burada bir şey var!” diye bağırdı adam, tüfeğini doğrultarak. Öyke derin bir nefes aldı, ama tetik parmağı titremedi.

Yüzü puşi ile kapalı olan teröristin elindeki namlu göründüğünde Öyke beklemeden namlunun ucundan tutarak kendine doğru çekti ve daha bağırmasına bile fırsat vermeden eli ile ağzını kapatıp kolunu boynuna doladı.

“Şşhh!” diyerek hedefinin saçlarına asıldı ve kulağına doğru yaklaştı. “Azrailinin kolları arasındasın rahatla.” Terörist ani hamleyle nefes almakta zorlandı, gözleri panikle açıldı. Öyke, dizlerinin gücüyle onu yere bastırırken kolunu boynuna daha da sert doladı. Namluyu kendine doğrultmaması için silahı bileğinden kavrayıp toprak zemine bastırdı. Adam boğuk bir ses çıkardı, çırpındıkça çırpındı ama Öyke’nin kolları taş gibiydi ve nefes almasına izin dahi vermiyordu. Birkaç saniye boyunca mücadele sürdü; ardından teröristin direnci zayıflamaya başladı ve en sonunda cansız bedenini kenara iterek geriye doğru kaydı.

Etraf sessizleşmişti. Diğerleri henüz fark etmemişti. Öyke, teröristin parmaklarını bir bir tetikten ayırdı, silahı aldı ve göğsüne bastırdı.

İki kişi daha yaklaşıyordu.

Sessizce dizlerinin üzerine çöktü, gözlerini karanlıkta yaklaşan gölgelerde gezdirdi.

Teröristin boynunu bileğiyle bastırırken kendi kendine mırıldandı:

“Sen cehennem kapısını araladın, ben ardına kadar açacağım.”

Hem tabancasını hemde teröristten aldığı silahın mühimatlarını kontrol ederken kendisine yaklaşan adımlar ile bedeni daha fazla kasılıyor öfkesi daha da harlanıyordu. Burdan sağ çıkmayacağının farkındaydı ama onları da canlı bırakmayacaktı. Bundan son derece emindi. Adım sesleri ne kadar yaklaştıysa, onun bedeni o kadar gerildi. Kasları taş gibi kesilmiş, nefesi giderek derinleşmişti. Gözlerinde öyle bir öfke vardı ki, sanki o an dünya üzerine çökse, o yine de tetiği çekmekten geri durmayacaktı. Ölüm onu köşeye sıkıştırsa bile, onların zaferle çıkmasına asla izin vermeyecekti.

Şarjörü indirip yerine oturtmasıyla beraber parmağı tetiğe kaydı. Dudaklarından kanlı bir nefes çıkarken gözleri kısılmıştı. Bu, teslimiyetin değil; son bir kurt hamlesinin sessiz işaretiydi elinden ne geliyorsa yapacak ve bu çakal kapanında kimseyi sağ bırakmayacaktı. Kendisine yaklaşan adım sesleri tam diplerinde bittiğinde silahın namlusunu öne doğru sürdü. İleri doğru bir adım attı ve kendini sıcak temasa hazırladı ancak tam o anda uzaktan gelen keskin bir ses havayı yarıp geçti. Metalik bir uğultu dağların eteklerini yakıp geçtiğinde bütün teröristlerin bakışları panik ile yukarı kalktı. “Tırk hatin!(Türk’ler geldi)” diye bağırdı aralarından biri ve gökyüzünde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait bir F-16 uçağı belirdiğinde teröristlerin çil yavrusu gibi dağılmalarına fırsat kalmadan uçağın ağır makineli tüfeğinden çıkan mermilerin sesi havayı doldurdu. Yerden kalkan toz ve duman etrafı sararken görüşü tamamen engelledi ve Öyke’nin rahat bir soluk vermesine neden oldu.

F-16 metalik bir yırtıcı gibi gökyüzünde süzülüyordu. Kanatları rüzgarı bir bıçak gibi keserken namludan çıkan mermiler çelikten bir melodiyle havayı delip geçiyordu. Teröristleri hedef alan her bir mermi gözle seçilemeyecek hızla bir yıldırım gibi toprağa ve hedefe saplanıyor, teröristler panik ile kaçışırken göğüslerine, kafalarına ve bedenlerinin bir çok yerine saplanan mermiler kaçmaların olanak dahi sağlamıyordu. Her bir mermi tam bir cerrah hassasiyetiyle hedefi şaşırmadan vururken yerden yükselen toz duman daha da artırıyordu.

“Sungur’ dan Börü 3169’a ben teğmen Kürşat Altay hedef sahası temiz komutanım. Sizin için yuvaya dönüş zamanı, yaralı raporu verin.”

Öyke derin bir soluk alıp verdi.” Yüzbaşı Öyke Çevik konuşuyor. Teğmen Börte Kurt, sol göğsünden yaralandı, aktif kanama mevcut ve geçici olarak baskı altına alındı. Bilinci şuan için kapalı acil tıbbi müdahale ve tahliye gerekiyor.”

“Anlaşıldı komutanım. Acil tahliye timi yolda, ETA 2 saat. Kanama kontrolü için baskıyı sürdürün ve şok önleme protokolünü uygulayın. Bölge güvenliği şimdilik bende.”

“EyvAllah aslanım! EyvAllah gökyüzünün aslanları!” Derin bir nefes aldı ve başını kayaya yaslayarak gözlerini kapatıp açtı, bir süre sorularını düzene sokmaya çalıştı.” EyvAllah! Bizi yine yalnız bırakmadınız!”

Kürşat kokpitten aşağı doğru kısa bir bakış attı ve aynı şekilde elini alnına koyarak yüzbaşının selamını aldı. "Sizi yalnız bırakmak mı komutanım?” Elinin altındaki direksiyonu sağa manevra yapacak şekilde kırdı. “Biz kanımızdan canımızdan olanı düşman topraklarında bırakmayız. Gökyüzü bizimle olduğu sürece hiçbir gölge sizi yutamaz!”

Öyke, Kürsat'ın verdiği güvenle derin bir nefes aldı. Omuzlarını dikleştirdi, acıya aldırmadan Börte’nin bilincini yitirmemesi için birkaç kez seslendi lakin hiç bir cevap alamadı. Bu Öyke'yi endişelendirirken bir an bile düşünmeden hiç tereddüt etmeden silahını belindeki yuvasına koydu, kadının canını yakmamaya dikkat ederek kollarını dikkatlice omuzlarının üzerinden geçirip sırtına aldı. Börte’nin kanı üstüne bir düğüm gibi sinerken, Öyke’nin her adımı sanki bir dağın ağırlığını taşır gibiydi; ama dizleri asla kırılmadı.

Açık alana çıktıklarında başını gök yüzüne kaldırarak derin bir nefes aldı. Şimdi yürümeleri gereken uzun bir yol vardı. Çevreye kısa bir göz gezdirdiğinde aklı hâlâ Alp'teydi lakin artık bekleyecek vakti yoktu. Sağlam ve toprağı sarsan adımlar ile yürümeye başladığında arkasında duyduğu tanıdık ses ile saatler sonra ilk defa derin bir soluk alıp verdi.

"Beni almadan mı gidiyordunuz komutanım? Kırılırım ama..."

Alp, Asef Farzin'i yaka paça sürükleyerek Öyke'nin önüne kadar getirdi. Adamın yüzü kan içinde, bilekleri sıkıca bağlanmıştı. Alp’in sağ eli bir pençe gibi adamın ensesine kapanmış her itişte adam sendeleyerek yere kapanıyor, sonra yeniden zorla kaldırılıyordu...

"Senin geçmişini sikeceğim lan." Alp Öyke'nin hiç bir duygu barındırmayan sesini duyduğunda yarım ağız gülümsedi ve gökyüzüne kısa bir bakış attı. Gökyüzünün aslanlarından biri kendilerine yine kol kanat olmuştu anlaşılan.

"Başım gözüm üstüne be abi." Sanki bir robotmuş gibi mekanik bir hareket ile yürümeye başladığında Öyke'de onu takip etmeye başladı. Hiç ses çıkarmadı Türkiye'ye döndüklerinde bunun hesabını keseceğini Alp'te çok iyi biliyordu.

"Durumu nasıl?" Alp'in Durgun suyu andıran bakışları Börte'ye saplandığında içinde fokurdayan öfkenin daha da harlandığını hissetti. Yine bu kansızlar yüzünden bir arkadaşının, bir kardeşinin canı yanmıştı ve bunun bedelini çok ağır ödetecekti.

Öyke omzunun üzerinden kadının solgun yüzüne kısa bir bakış attı ve derin bir soluk alıp verdi.

"Pek iç açıcı değil, Agâh'ın verdiği konuma kadar yürüyeceğiz, destek tim burayı halledecek." Tek düze yaptığı açıklama ile Alp sadece başını salladı ve yakasından tuttuğu Asef Farzin'in dibine girerek tıslarcasına konuştu..

“Türk'ten kaçış yokmuş değil mi Asef?” dedi Alp, nefesinden öfke fışkırarak. Gözleri kısılmış, çenesindeki kaslar kilitlenmişti. “ Senin içinde hesap günü geldi çattı.” diyerek tehlikeli bir ifade ile Asef denilen kansızı bir kez daha ileri ittiğinde Öyke başını gökyüzüne kaldırarak Kürşat'a kısa bir selam verdi ve sırtında bilinci kapalı olan Börte ile yürüme başladı.

Kürşat Öyke’ye son bir selam selam verdikten sonra yüzündeki sakin kararlılıkla ellerini kontrol paneline kaydırdı. Elini gaz koluna yerleştirdi ve hafifçe ileri doğru narin bir şekilde itti. Uçak gökyüzünde bir kuş gibi süzülürken motorun iç gıdıklayan güçlü uğultusu düşman topraklarında bir aslan gibi kükrüyordu.

Kürşat gözlerini kızıla boyayan gökyüzünde gezdirdi. Aklında yapmak istediği şeyin görüntüsü belirdiğinde şeytani bir eda ile gülümsedi. Gaz kolunu tekrar ileri itti ve F-16’yı yükselişe geçirdi. İrtifa göstergesi hızla 30.000 feet’i gösterdiğinde uçağın hızını ayarladı ve contrail oluşturmak için gerekli koşulları hazırladı. Aklındaki şekli çizebilmek için önce joystick’i sağa doğru çekerek uçağı yatış pozisyonuna getirdi. Yanlış bir hareket vereceği mesajın bozulmasına neden olabilirdi bu yüzden ADI ekranından dönüş acısını dikkatle izledi. İlk yarım çemberi tamamladığında gaz kolunu hafifçe geri çekerek dönüş hızını düşürdü ve ikinci yarıya geçti. Uçağın her dönüşünde göğsüne oturan basınç onu biraz daha zorlasa da nefesini düzenli tutarak kontrollü bir şekilde ilk şekli tamamladı. Contrailin oluşturduğu duman izi kızıl mavisi gökyüzünde bir hilal şekli almaya başladığında. Hilalin kıvrımları mükemmel bir şekilde gökyüzüne mühürlendiğinde teğmen Kürşat sonraki manevra için gözlerini radar ekranından kaldırıp vizöründe beliren hedef noktayı dikkat ve sakinlik ile izledi. “Aferin benim kızıma, kurban olurum be sana!” Diye heyecanlı bir şekilde bağırdı kokpitin içinde. Gaz kolunu bir kez daha öne doğru iterek uçağın hızını bir kez daha arttırdı ve yukarı doğru dik bir tırmanışa geçti.

İlk çizgiyi tamamladıktan sonra ani bir manevrayla sola doğru keskin bir dönüş yaptı. Sol alt köşeye inerken aynı zamanda gaz kelebeğini sabit tutarak izlerin birbirinden kopmamasını sağlıyordu. Alt merkeze vardığında düz bir hat çizmek için joystick’i sabit tuttu. Gözleri hem göstergede hem de gökyüzünde gidip geliyordu, sağ tarafa doğru tekrar yumuşak bir dönüş yaptıktan sonra uçağı tekrar yukarı doğru yönlendirdi. Havanın direncini, havanın direncini motorun kokpitteki hafif titreşimini iliklerine kadar hissediyordu Kürşat ve bu hissi hiçbir şeye değiştirmezdi. Onun için tek aşk; vatanı, bayrağı, mesleği, uçağı ve gök yüzüydü...

Son noktaya ulaşırken nefesini tuttu. Uçağı başlangıç noktasına geri getirip izleri birleştirdiğinde gökyüzünde beyaz altından serpilmiş ay ve yıldız boy gösteriyordu.

Kürşat bir yıldıza hayat verirken onu aşağıdan hatta kilometrelerce uzaktan izleyenlerden habersiz ama onlara göz dağı verecek kurnazdı. Son bir manevra ile yıldızın merkezini belirginleştirmek için uçağa bir daire daha attırdı. Motorların sesi gökyüzünde küremeye devam ederken şanlı bayrağın ay ve yıldızı göz kamaştırıcı bir şekilde tamamlanmıştı.

Kürşat, manevrayı tamamladıktan sonra kaskındaki telsiz kanalını tekrar açtı.

“Türk, yalnızca toprağında değil, göklerde de ebedidir. Gölgeye ve ürkençe yer yok; biz her zaman her yerdeyiz.”

 

ANKARA/ ZEUS SPOR SALONU

Spor salonunun otomatik kapısı açıldığında içeriden dışarıya, terin keskin kokusu, demir ağırlıkların birbirine çarpan metalik iniltileri ve müziğin ritmiyle birleşmiş uğultusu bir sel gibi taştı. Sanki salonun içi, kas ve irade ile örülmüş başka bir evrendi; kapı her aralandığında o evrenin sıcak soluğu dışarıya sızıyor, geleni daha ilk adımda içine çekiyordu. Sökmen ve Barış, herhangi bir müşteri gibi görünmelerine rağmen bakışlarındaki ölçüp biçen serinlik ve duruşlarındaki keskin disiplinle o kadar dikkat çekiyorlardı ki resepsiyonda duran genç oğlan onları görür görmez tuhaf bir heyecan ile ayaklandı. Onların varlığı, kalabalığın içine düşen bir gölge gibiydi; fark edilmese bile hissediliyordu.

Adımlarını zeminde yankı bırakan bir sakinlikle Zeus’tan içeri doğru aynı anda attılar. Barış, fazla dikkat çekmeden resepsiyondaki genç adama yöneldi; yüzüne ölçülü bir ilgisizlik maskesi vardı, gözlerinde ise tetikte olma hali.. Sökmen ise adımlarını yan tarafa kaydırarak broşür standına yöneldi. Renkli kâğıtlara göz gezdiriyor gibi görünse de, gerçekte gözleri mekânı bir harita gibi tarıyordu: girişteki güvenlik kamerasının açısı, ağırlık aletlerinin düzeni, koşu bandında ter dökenlerin tempo uyumu, antrenörün sporcular üzerindeki hakimiyeti... Her şeyin nabzını tek tek yoklarken o kadar ilgisiz ve meraktan yoksundu ki onu tanımayan genç oğlan bile onun sadece salonu merak eden seçili müşterilerden biri olduğuna inanmış gibiyidi.

Sökmen ve Barış, sıradan bir müşteri maskesi ardına gizlenmiş iki gölge gibi içeri sızmışlardı. İkisininde heybetli bedenleri ve ölçüp biçen bakışlarının soğukkanlılığı onları ister istemez diğerlerinden ayırıyordu. Ne kadar sıradan görünmeye çalışsalar da, duruşlarındaki disiplin ve adımlarındaki dengeli sertlik hemen fark edilmelerine sebebiyet veriyordu ve maalesef ki içeri girdikleri andan itibaren inanılmaz bir oyunculuk sergilemek zorundaydılar...

Resepsiyon görevlisi genç, kulaklığını çıkarıp hafif sıkılmış bir gülümseme ve aynı zamanda keskin bir merak ile sordu:

“Hoş geldiniz efendim üyelik için mi gelmiştiniz?”

Barış, sanki çoktan düşünülmüş bir cevabı varmış gibi hiç duraksamadan tek düze bir karşılık verdi:

“Aslında sadece bakınmak istedik. Bir arkadaşımız tavsiyesi ile geldik ve ortamı görmek, belki birkaç deneme dersi almak… Malum, karar vermeden önce bir havasını solumak lazım, değil mi?”

Görevli başını gerginlik ile salladı.

“Sizi biraz bekleteceğim...” Dedikten sonra elindeki tabletle birkaç şey işaretlerken Barış’ın gözleri kısa bir anlığına onun ekranına kaydı. İçinde üyelik bilgileri, giriş çıkış kayıtları ve kimin hangi saatlerde burada olduğuna dair detaylar vardı; asker gözüyle o ekran, sıradan bir müşteri veritabanından çok daha fazlasını anlattığını hemen fark etti.

Bu sırada Sökmen, broşürlerden birini eline aldı, göz ucuyla arkadaşına bakarak hafif alaycı bir sesle mırıldandı:

“ Kardiyo mu, kas mı? Hangisine yazılıyoruz?”

Barış gözlerini resepsiyon görevlisinden ayırmadan dudaklarının kenarına ince bir gülümseme yerleştirdi.

“Senin ikisine de ihtiyacın var gibi? Ne dersin?”

Sökmen, sinirli kahkahasını boğazında bastırarak broşürü katladı, bakışlarını yeniden salonun derinliklerine kaydırdı. Bir köşede, kaslı gençler ağırlıkları indirip kaldırırken çıkardıkları hırıltılar sanki savaş meydanındaki nefeslerle yarışıyor gibiydi.

“Bende aynısını senin için düşünüyorum?” kısa bir duraksadı ve elini cebine atarak Barış’ın yanına vararak hafifçe eğildi ve eliyle sakallarını kaşıyormuş gibi yapıp sessizce mırıldandı.

“Karargâhta kimin neye ihtiyacı olduğunu göreceğiz aslanım?” Barış yüksek sesle boğazını temizlerken bir elini ensesine atarak gülümsemeye çalışarak yutkundu.

“Çıkışta bir takım işlerim var aslında...” sesine yansıyan tedirginlik Sökmen’in hoşuna gitmişti. Yarım ağız gülerek hayırdır der gibi göz kırptı.

Barış, resepsiyondaki genç çocuğun üzerine kilitlenmiş bakışlarını bir an olsun kaydırmadan, ilgisizmiş gibi görünen ama içinde hafif bir alay gizli duran bir edayla omuzlarını silkti. Çocuğun yüzünde önce kısa bir tereddüt belirdi; sanki ne yapması gerektiğini tartıyormuş gibiydi. Sonra, gözleri yan tarafta duran ve kendisinden yaşça ondan büyük, yüzündeki çizgilerden eğitmen olduğu belli olan adama kaydı. O an Sökmen ile aynı anda kaşları çatıldı.

“Neymiş o işler?” Derken gözleri, ileride hararetle konuşan ikiliye kilitlenmiş bir şekilde hâlâ öylece duruyorudu; sözcükler, dudaklarından ateş gibi dökülürken yüzlerindeki gerilim her ayrıntıya sirayet ediyordu. Eğitmen olduğu her hâlinden belli olan genç adam, bir an için başını kaldırıp onlara çevrildiğinde, bakışları hançer gibi keskinleşti. O keskinliğin üzerine Sökmen, en az onunki kadar sert, belki de daha çetin bir ifadeyle karşılık verdi.

Barış, abisinin bu tavrını görünce omuzlarını hafifçe dikleştirdi; yandan belli belirsiz bir bakış atarken dudaklarının kıyısına sinmek isteyen gülümsemeyi bastırmaya çalıştı. Umursamaz bir edayla omuz silkti:

“Sizlik konular değil abi.”

Sökmen ise bu sözle birlikte bakışlarını yavaşça Barış’a çevirdi. Gözlerini kısarak, yüzüne ciddi bir ifade yerleştirdi;

“Hayırdır lan sen?Ne karıştırıyorsun?” diye sordu Sökmen, sesini kısmasına rağmen sertliğini gizleyemeyerek.

Barış, abisinin keskin bakışlarını üzerinde hissedince göz kapaklarını hafifçe araladı, başını olumsuzca salladı. Tok ve kendinden emin bir ses tonuyla, belli belirsiz bir telaşla cevap verdi:

“Abi ne karıştıracağım ya! Dönünce anlatırım.” Dedi hızlıca; sözleri bir açıklamadan çok geçiştirme çabası gibi çıkmıştı ağzından ama Sökmen’in yüzündeki gölge değişmedi. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti ve gözlerindeki şüphe ile ters ters Barış’a bakmaya devam etti.

Bunun üzerine Barış, dudaklarını bükerek abisinin bakışlarından kaçmaya çalıştı; hafif bir gülümsemeyi zorla bastırdı ve yalvarırcasına seslendi:

“Abi bakma öyle ters ters kurban olayım ya!”

Sökmen ise dudaklarının kenarında sert bir kıvrımla, sakin ama tehditkâr bir tonda dişleri arasında tıslarcasına cevapladı.

“Dua et iş başındayız, yoksa sana kim kurban kim avcı, gösterecektim ben,” diye hırladı Sökmen, sesinin altındaki tehdit, sanki havada asılı kalmıştı.

“...Sökmen abi,” diye mırıldandı Barış eliyle ensesindeki saçlarını kaşırken gerilimi dağıtmaya çalışırcasına. Tam o sırada resepsiyon masasının gerisinden genç görevli yeniden söze girdi ve ikisi arasındaki kısa sohbetin dağılmasına neden oldu.

“Kusura bakmayın, biraz beklettim,” dedi, cümlelerine yapmacık bir nezaket serpiştirerek. “Bir takım görüşmeler yaptım. Öncelikle bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ancak spor salonumuz yalnızca seçili üyeleri bünyesinde barındırmakta.”

Sökmen’in bakışları bir anlık keskinlik kazandı; başını yana doğru eğdi ve sesini yavaş, ölçülü ve meraklı bir tona bürüyerek sordu:

“Seçili üyelerden kastınız nedir?”

Genç adam, kısa bir tereddüdün ardından gözlerini kaçırdı, sesini biraz daha alçaltarak konuştu:

“Bunu benle değil, salon sahibimiz ile konuşmanız gerekiyor. Kriterleri kendisi belirler.”

Barış, Sökmen’le göz göze gelerek hafifçe başını eğdi; alttan alta ikisinin de istediği kapı işte o anda aralanmıştı. Sökmen hiçbir duygusunu belli etmeyen bir yüz ifadesiyle kısa bir cevap verdi:

“Görüşelim o zaman.”

O an resepsiyonun üzerindeki ışıkların yansıması, sanki ortamın havasını biraz daha ağırlaştırmıştı. Barış’ın gözleri kısa süreliğine yanındaki abisine kayarken, yüzünde sinsi bir memnuniyetin izi belirdi. Belli ki bekledikleri asıl oyun daha yeni başlıyordu.

“Bu mümkün değil,” dedi görevli, sesine kibarlık katmaya çalışarak. “Üye kontenjanımız dolmak üzere, bu yüzden sizinle görüşmek isteyeceğini pek sanmıyorum.”

Sökmen, bakışlarını hiç kırpmadan üzerine dikti:

“Biz yine de bir görüşelim,” dedi tok bir kararlılıkla.

Görevli, hafifçe gerileyerek eliyle telefona uzandı. “Ben kendisine durumu ileteyim o zaman…”

Tam o sırada, arkadan soğuk ve otoriter bir ses duyuldu:

“Hiç zahmet etme, Efe. Ben hallederim.”

Barış ve Sökmen aynı anda başlarını çevirdi. Uzun adımlarla yaklaşan kadın, varlığını sorgusuz sualsiz hissettiren bir özgüvenle resepsiyon alanına girdi. Gözlerinde buz mavisi bir keskinlik vardı.

“Hoş geldiniz beyler,” dedi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessümle. “Ben Daria Shalprovic. Size nasıl yardımcı olabilirim?” fazla belli olmayan bozuk Türkçesi ile konuştuğunda Barış hafifçe gülümsedi, sesini kontrollü bir şekilde alçak tuttu. Uzun zamandır sadece fotoğraflarda gördüğü kadın bütün güzelliği ve ardında sakladığı sırlar ile karşılarında duruyordu.

“Belki de dolu olan kontenjanınızdan iki kişilik bir yer açabilirsiniz?”

Daria başını yana eğdi, gözlerini kısıp merakla sordu:

“Neden bunu yapayım?”

Barış, hafifçe eğildi, sesini oyunbaz bir tonda fısıldar gibi bıraktı:

“Doğru insan ve doğru zaman diyelim.”

Kadının yüzündeki tebessüm silindi, yerini kayıtsız bir soğukluk aldı. Karşısında duran iki adamı şüphe ile süzüyor ve kim olduklarını anlamaya çalışıyordu.

“Bu, kontenjan açmak için geçerli bir sebep değil,” diye karşılık verdi.

Bu sefer Sökmen araya girdi, sesi ağır ve oldukça ölçülüydü, duruşunda yayılan o güçlü aura kadını o kadar etkilemişti ki Sökmen’i baştan sona süzmeden edemedi.

“Kontenjan aslında bahanelerden ibarettir. Asıl mesele kimin ne kadar değerli olduğudur. Doğru isimler, her kapıyı açar.”

Daria etkilenmiş bir şekilde gözlerini onlardan ayırmadan dudaklarını araladı: “O hâlde sizin anahtarınız kim?”

Sökmen belli belirsiz, gülümsedi ve kadına doğru bir adım atarak başını hafifçe eğildi kelimeleri ağır ağır telaffuz etti.

“Şah…”

Daria’nın gözlerinde bir anlık kıvılcım çaktı. Ardından başını dikleştirdi, sert ama meraklı bir edayla: “Odamda konuşalım, beyler…” dedikten sonra omzunu bilerek Sökmen’nin koluna değdirerek yanlarından geçip koridorun loş ışığında kayboldu.

Sökmen ve Barış, kadının adımlarının yankısı koridorun sessizliğine karışıp uzaklaşırken, ağır ve temkinli bir sükûnet içinde kadının ardından bir müddet baktılar.

Barış’ın dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı; yüzünde beliren o keskin tebessüm, hem zaferin hem de yaklaşan oyunun habercisiydi. Gözlerinde parlayan kıvılcım, sıradan bir bakıştan öteydi; ince, derin bir oyunbazlıkla saklanan tehdidin ta kendisiydi. Dudaklarından neredeyse fısıltıya karışan bir ses döküldü:

“Ve mat…”

Sökmen, sessizce kollarını göğsünde kavuşturdu. Onun duruşunda bir dağın sarsılmazlığı, sesinde ise kuyulardan yükselen derin bir yankı vardı. Kararlılığı, kelimelerine ağır bir mühür gibi işliyordu.

“Şu an sadece taşları diziyoruz ve hamlelerimizin sırasını bekliyoruz.” Bir an durdu; bakışlarını, hâlâ kadının kaybolduğu ne sabitledi. Gözleri buz kadar soğuk, ama altında gizlenen bir kıvılcım kadar oyunbazdı. Sanki ruhsuz bir maskenin ardından konuşuyordu, fakat sözlerinin arasında gizli bir alay vardı. Barışa doğru yandan bilmiş bir eda ile baktı.

“Ve nihai zafer… bizim hanemize yazılacak gibi. Ne dersiniz?”

 

Ay sanki kendim yaşıyormuşum gibi hissediyorum yahuuu. Yazarken bitiyorum vallahi beni benden alıyor bu beyefendi ve hanımefendileeerr. 🙈

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?✨

Sizce ileride neler olacak?✨

Şehit olursa çok üzülürüm dediğiniz bir karakter var mı?✨

Kendinizi en çok hangi karaktere yakın buluyorsunuz?✨

Kürşat hakkında ne düşünüyorsunuz? ✨

Bölüm : 08.10.2025 17:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...