Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.BÖLÜM:"GEÇMİŞİN İZLERİ"

@yildiztozuyazari7

Yeni bölümden kocamaaaan merhabalaaarrr. Uygulamaya bir türlü alışamadım yahu 😅 Kelime sayısını neden eksik gösteriyor anlayamıyorum yaa. :/ Neyseeee umarım beğenirsiniz bölümleri🤍 Bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayalım lütfen.✨

 

Ocak 2003 ANKARA

Derler ki "Bazı hayatlar zaman içinde bağlıdır birbirine." bu yüzdendir ki hayatımıza giren insanların bize yabancı hissettirmemesi, bu yüzdendir ki öylesine gördüğümüz birinin bize hiç yabancı gelmemesi. Bazen yanımızdan geçen birinin size tanıdık gelmesi yada hayatınıza giren kişi ile yaşadığınız şeylerin ortak olması kaderin hayatlarınızı birbirine bağlamasına sebeptir belki.

Ocak ayının yakıcı soğuğu Ankara'nın üzerine bütün ağırlığı ile çöktüğünde bu Ankara ayazında evlerine bir an önce varmak için çırpınan insanların telaşı sarmıştı bütün şehri. Koyu grinin kavradığı gök yoğun bir kar yağışının habercisiyken okulların tatil olması için dua eden küçük çocukların sessiz fısıltıları yankılanıyordu bütün evlerde. Yüksek taş binaların bacalarında tüten siyah dumanlar o binalarda yaşayan kişilerin sıcacık bir yuvada yaşadıklarını tahmin edebilir ve sevgi dolu bir aile saadeti yaşadıklarına kendilerini inandırabilirdi.

Koca şehrin kuytularında kalan, huzursuz sokakların kol gezdiği, kasvetin eksik olmadığı,soğuk havaların daha fazla hissedildiği küçük bir mahalle varlığını kanıtamak istermişsecinse yaşam soluyordu. İnsanların zorlukla geçimlerini yapmaya çalıştıkları, içindeki kötü insanlara rağmen hâlâ merhametini koruyan iyi kalpli aileler çocuklarını kışın acımasız soğuğundan korumak için çabalarken diğer yandan altı yaşında küçük bir kız çocuğu soğuktan titreyen bedeni ile soğuk havaya meydan okurcasına dışarıda saklanacak bir yer arıyordu. İnsanların yanından öylece geçip gittiği o küçük kız babasının gazabından çıkmış kanadı kırık bir serçeydi.

Daha ufacık olan bedeni ile savaşmak zorunda kaldığı yükler omuzlarına ağır geliyordu. Yorgun bakan küçük gözleri, soğuktan kıpkırmızı olmuş burnu ve kurumuş çatlak dudakları ile dışarıdan hiç olmadığı kadar acınası dursa da küçük kızın çatık kaşları ve korkusuz bakışları buna engel olmak için yoğun bir savaş içerisindeydi. Burkulmaya mesken tutmuş yüreği şimdilerde babasının kendisini sevmemesi üzerine içerleniyor attığı her dayağın bir sebebi olduğuna inanmaya çalışıyordu. Küçük yüzüne inat kocaman ela gözleri soğuktan dolmuştu ve ağlamasının onun için iyi olacağının farkındaydı. Göğün grimsi rengi yerini akşamın kör karanlığına yavaş yavaş bırakırken sokakta yürüyen bir kaç kişi her zaman ki gibi kendisini görmezden gelerek aceleci adımlar ile evlerine ilerliyordu.

Alışmıştı küçük kız insanların kendisini görmezden gelmesine zira kendisi belalı bir adam olan ve herkesin nefret ettiği, bulaşmak bile istemediği Hüseyin'in kızıydı. Hak veriyordu küçük kız, annesi bile babasından bu denli korkup köşe bucak saklanırken insanların babasından korkmasını normal karşılıyordu artık. Sevginin ne olduğunu bilmeyen yüreği küçücük bir sevgi kırıntısına muhtaçtı. Şefkat isteyen bedeni şimdi soğuk havanın etkisinden tir tir titriyor ve sıcak bir bedenin kendisini sarmalamasını bekliyordu. Küçük bedeni acımasızlığın kollarına savrulmuştu, sıcak bir yuvada sıcak bir aile ile olmak varken şimdi kış ayının keskin sancılarına maruz kalıyordu.

Yürüdüğü yolda sarsak adımlar ile zorlukla ilerlerken ayağının burkulması ile yere kapaklanan küçük kız dizlerinin acısı ile gözleri doldu. Küçücük bedeni ile zorlukla ağlamamak için kendini sıkarken büyük badem gözlerinin açısına bir çift eldivenli el girdi. Kendisini kollarından tutarak kaldırdığında çenesi hem soğuktan hemde dizlerinin yoğun acısından titriyordu. Kafasını zorlukla kaldırdığında karşısında duran kamuflajlı polis üniforması giyen yüzü kapalı dev adam ile bir an ne yapacağını bilemedi.

"Bu soğukta burada ne yapıyorsun ufaklık?" Adamın bariton sesini duyan küçük kız sanki bu soruyu bekliyormuş gibi ufak bir hıçkırık bıraktığında genç polis şaşkınlıkla kıza baktı fakat onu sarmalamaktan da vazgeçmedi. Kızın titreyen bedeni kolları arasında küçücük kalmıştı, kalbi şefkat ile dolarken kızın saçını okşayarak sakinleştirmek istedi.

"Şhhhh tamam, tamam geçti ufaklık? Bana ne olduğunu söyle." Güven veren sesi ile küçük kız göz yaşları dinmeden geri çekilerek küçük elleri ile yüzünü silmeye çalıştı fakat başarısız olunca pes edip burnunu çekerek karşısında ki dev cüsseye baktı. Oldukça iri duran bu adam üstündeki üniforma ile güven veriyordu. Hafifçe elini dizilerine koyduğunda adamın bakışları gösterdiği yeri buldu, giydiği ince çoraplının diz kısmı yırtılmış görünen dizleri yer yer soyunmuş ve kanlanmıştı. Canının yandığını oldukça açıktı, küçük kızın avuç içleri de acıyordu ve hem dizlerinin hemde avuç içlerinin acısı ruhunu yakıyordu. Genç adam kızın dizlerini görünce derin bir soluk alıp verdi, küçücük bir kızın bu soğukta bu durumda olması onu öfkelendirmişti fakat bunu kıza belli etmek istemiyor kendini sakinleştirmek için yoğun bir çabaya giriyordu.

"Pekala, bir şey yok güzelim tamam mı? Şimdi sakinleş seni yavaşça kucağıma alacağım." Küçük kız adamın sesi ile kafasını hafifçe salladı. Annesi ona kimseye güvenme fakat üstünde Türk bayrağını taşıyan askerine de polisine de güven demişti şimdi karşısında Türk bayrağını taşıyan bu adama nedensiz bir güven duyuyordu. Annesinin ona ilk öğrettiği kişilerdi poliser ve askerler daha babasını bile doğru düzgün tanımazken kendisi onları tanımak mecburiyetinde kalmıştı. Ne demişti annesi ' Bir gün ben olmazsam ve yardıma ihtiyacın olursa, baban canını yakarsa hiç düşünmeden anlat güzel kızım, seni koruyacak onlar olacak onlara güven ve inan.' Şimdi annesi vardı fakat babası hiç olmadığı kadar canını yakmıştı, anlatsa yardım eder miydi kendisine? Korur muydu onu bütün kötülüklerden, babasından?

Genç polis kızı yavaşça kucağına aldığında küçük kız sesli bir nefes verdi fakat bu ne canının asından verdiği bir soluktu nede Ankara'nın keskin soğuğun yüzüne vurmasındandı. Güvenli kollar arasında olmanın vermiş olduğu rahatlıktan verdiği bir soluktu. Türk polisinin güvenli kolları arasında olmanın vermiş olduğu huzurdu... Oldukça heybetli olan bu adamın kolları bir anda kendisine güvenli bir yuva olmuştu sanki. Soğuktan titreyen bedeni güvenli kolların sıcaklığı ile ısınırken ne dizlerinin acısını nede avuçlarının acısını hissediyordu, tek hissettiği huzurdu. Evinde, ailesinde bulmadığı huzurdu...

Genç polis ne yapması gerektiğini bilmiyordu az önce bitmişti mesaisi ve eve gidip dinlemek istiyordu fakat bu küçük kızı da bırakmak istemiyordu, çok ayrı bir duygu kaplamıştı şuan yüreğini sanki kucağındaki kendi kızıymış da bedeninde açılan yaralar kendisinde açılmış gibi hissediyordu. Kucağında ki bu küçük bedeni bırakmak şöyle dursun kolları arasından bile indirmek istemiyordu oysa ki ilk defa görmüştü bu kızı. Tayini çıktığı için bir senedir mahallenin daha üst kesimlerine taşınmıştı eşi ve oğlu ile, polis lojmanları için başvuru yapsalarda şimdiye kadar hâlâ sıra gelmemişti kendilerine. Mahallenin pek tekin bir yer olmadığını anlamıştı bu yüzden daha güvenilir bir yerde kendilerine lojmanlarda bir ev çıkana dek küçük kendilerine göre bir ev tutmuştu genç polis ve bir kaç güne taşınacaklardı. Şimdi kucağında ki bu kızı evine mi götürmeli yoksa kendisi ile evlerine mi götürmeliydi bilmiyordu.

"Evin nerde? Seni evine götüreyim ama önce şu dizlerine bir bakalım." Hemen karşıda bulunan bakkala doğru ilerlerken genç kız duyduğu ev lafı ile kaskatı kesildi. Evine giderse ve babası polisi görürse daha kötü şeyler olmasından korkuyordu. Genç polis kucağındaki kızın gerildiğini hissettiğinde çatık olan kasları daha fazla çatıldı. Bir kaç büyük adımda bakkalın önüne geldiğinde beklemeden içeri girdi.

Yaşlı bakkal kapıdan içeri giren özel harekat polisinin görünce hemen ayaklandı, daha sonra adamın kucağındaki kızı görünce gözleri kocaman açıldı. Belalı Hüseyin'in kızıydı bu, neden bir polisin kucağındaydı? Neden kendi bakkalına getirmişti? Aklındaki düşünceler ile kendisine doğru yaklaşan polise doğru ilerledi.

"Buyrun komiser bey birşey mi istediniz?" El pençe divan genç polisin karşısında durduğunda aslında içinden küfürler ediyordu. Yıllardır mahalleli olarak görmezden geldikleri kızın şuan bakkalında olması onu öfkelendirmişti. Kendisini babası denilen herif ile yüz göz mü etmek istiyorlardı?

"İlk yardım çantası var mı?" Diyerek sorduğunda yaşlı bakkalcı kafasını yana sallayarak red etti. Ne arasındı ilk yardım çantası.

"Yoktur komserim valla ne arasın ilk yardım çantası bu el kadar bakkalda." Genç polis öfkeli bir soluk bıraktı. Sorsan ilk yardım çantasının ne olduğunu bilmezlerdi, kimden neyi istiyorum diye kendine kızdı.

"Olsa şaşarım zaten. Ordan bir su birde yara bandı ver." Diyerek öfkeli bir tonda konuştu. Daha sonra küçük kızı orda bulunan sandalyeye bırakıp önüne diz çökerek saçlarını hafifçe okşadı. Çok güzel bir kız çocuğuydu, kocaman ela gözleri, küçük burnu ile gerçekten güzel bir kız çocuğuydu. Hep hayalindeki gibi küçük bir kızdı...

"Buyrun komserim." Elinde bir su birde yara bandı kutusu ile gelen bakkalcıya ters bir bakış attı. Elindeki suyu açarak kıza uzattığında küçük kız kirpiklerinin altından kendisine bakan polise ve bakkalcıya bakarak titrek bir soluk bıraktı. Aslında susamış ve acıkmıştı fakat kendisine ters gözler ile bakan bakkalcı Veli amca ile arkasına bakmadan kaçmak istiyordu, bir suçu olmazsa da herkesin kendine bu kadar kötü bakması küçük kalbini kırıyor ve herkesten korkmasını sağlıyordu.

"Biraz su iç ufaklık sonra da yaralarına bakalım olur mu?" Küçük kız duyduğu yumuşak ses ile bakışlarını bakkalcıdan çekerek kendisine şefkatle bakan gözlerin sahibine döndü. Elinde tuttuğu suyu kendisine uzatan polise ufak bir tebessüm edip küçük eli ile su şişesini kavrayıp bir kaç yudum su içti. Daha sonra suyu geri polise verdiğinde hâlâ kendisine öfke ile bakan bakkalcı ile göz göze gelince oturduğu sandalyeye iyice sindi ve bu önünde diz çökmüş olan polisin gözünden kaçmadı. Arkasını dönerek bakkalcı ile göz göze geldiğinde kaşını kaldırarak soru sorar gibi başını salladı

"Hayırdır? Tanıyor musun kızı?" Aslında tanıdığını anlamıştı fakat neden geldiklerinden beridir kıza öfkeli baktığını anlayamamıştı.

"Tanımaz olur muyum komserim, bu velet arka sokakta ki kansız Hüseyin'in kızıdır. Babası belanın tekidir." Bakkalcı Veli rahat bir şekilde konuştuğunda genç polis küçük kıza velet diyen adam ile daha fazla öfkelendi.

"Belalı derken, nasıl bir bela?" Diyerek adam ile ilgili bilgi almak istedi. Bakkalcı bile bu kadar tiksinerek bahsediyorsa yaptığı şeyler iyi olmasa gerekti.

"Valla komiserim ben kendim görmedim lakin duyduğuma göre terör yanlısı bir adammış. Silah taşımacılığı, uyuşturucu sevkiyatı ve daha bir sürü pis işle uğraşıyormuş." Genç polis duyduğu şeyler ile kaskatı kesildi. Duydukları doğru mu diye gözlerini hafifçe kısıp karşısında duran buruşmuş yüzü ile kendisine bakan adama daha dikkatli baktı.

"Sen nereden biliyorsun bunları?" Diyerek tek kaşını kaldırarak sorduğunda yaşlı adam hemen telaşla kıpırdanmaya başladı. Diline hakim olamayıp bunları anlatmış olması kendi sonunu kendi elleri ile hazırlıyor olmak demekti. Kendine içinden küfürler ede ede aklına gelen ilk yalanı söyleyedi.

"Valla bende mahallelinin yalancısıyım komserim. Görenler,duyanlar olmuş. Eee kıraathanede oturunca da duyuyoruz haliyle yoksa nerden bileyim." Telaşlı açıklaması pek tatmin etmemişti polisi, mesleğinden dolayı herşeye ve herkese şüpheli davranıyordu fakat karşısında ki adamın vücut dilinden yalan söylediğini hemen anlamıştı. Zira duymaktan ve görmekten daha fazlasının olduğu aşikardı.

"Bu kadar kabarıksa sabıkası neden polise gitmediniz o vakit?" Ses tonunu meraklı çıksa da bu bir oyundu aslında, zira zeki bir polisti, sadece karşısında duran yaşını başını almış bu adamın ne yalan söyleyeceğini merak ediyordu.

"Kaç defa gittik komiserim fakat delil olmadığı ve bunu kanıtlayamadıkları için birşey yapamayacaklarını söylüyorlar hem artık kimse o adama bulaşmak istemiyor. Çok tehlikeli, karısına kızına bile acımıyor ki bize neler yapar kim bilir." Bu konuda doğru söylüyordu yaşlı adam, mahallede Hüseyin'i şikayet edenler çok olmuştu fakat her seferinde olumsuz sonuç almış üstüne de Hüseyin denilen adamın gazabına maruz kalmışlardı. O yüzden kimse artık evlerinin bulunduğu sokağa bile ayak basmıyor, çocuklarının o adamın kızı ile oynamasına bile izin vermiyorlardı.

Genç polis duydukları ile hafifçe kaşını kaşıyarak kızın güzel yüzüne baktı. Öyle bir adamın bu kadar güzel kızı olması ve böyle temiz çocukların kalbi kirden görünmeyen babalarının olması kaderin kör talihi olmalıydı. Karışısında bütün masumluğu ile oturan küçük kıza baktı, şimdi anlıyordu neden bu saatte bu soğukta dışarıda olduğunu. İçi acıdı bir an, bu kadar küçük bir çocuğu dışarıya atacak kadar mı kirlenmişti kalbî? Peki annesi diye düşünmeden edemedi o neredeydi, neden sahip çıkmıyordu kızına?

"Gören oldu diyorsun nasıl delil yok nasıl kanıtlanamadı?" Ülkesinde yaşayan insanların ülkelerine bu denli ihanet etmelerini hazmedemiyordu genç adam. Her gün yüzlercesi ile uğraşıyor ve kendilerinin uğraşıpta yakaladıları adam sıfatını bile hak etmeyen kişilerin tek tek serbest bırakılmasını izliyordu.

'Adalet;vicdanın sustuğu, merhametin köreldiği ve insanlığın unutulduğu bu zamanda çölde aranılan bir damla su gibiydi.'

"Valla komiserim o kadarını ben bilemiyorum. Bizden uzak olsun yeter." Adamın bu kadar gevşek olması genç adamı daha fazla öfkelendirdi.

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorsun anlaşılan." İma ile söylediği ile yaşlı bakkalcı gevşekce sırıttı.

"Öyle valla komiserim. O adamın belasını çekmeye hiç niyetim yok." Diyerek ima ile küçük kıza baktı. Genç polis adamın ne demek isteğini anladı, al kızı burdan götür demek istiyordu.

"Sana dokunmayan yılan gün gelir yine seni sokar bakkal efendi. Aklında bulunsun." Polis kızı tek hamlede kucağına alarak sert adımlar ile bakkalın çıkışına doğru yürüdü. Çıkmadan önce suyun ve yara bandının parasını masaya atıp öyle bakkaldan çıkarak karşı kaldırımda bulunan arabasına doğru sert adımlar ile ilerlemeye başladı. Küçük kız tanımadığı ama güven duyduğu bu adamın kucağında ordan oraya sürüklenmesini şaşkınlık ve sessizlik içinde izliyordu. Şaşkındı çünkü ilk defa birine bu kadar güveniyor, sessizdi çünkü eğer konuşursa adamın kendisini babasına götüreceğinden korkuyordu. Dizlerinin acısı hâlâ bâkiydi. Avuç içleri kapanmayacak yaralar almıştı sanki, ruhu oluk oluk kanıyordu ve kim gelirse gelsin ne yapılırsa yapılsın o derin yaralar kapanmayacak gibiydi.

Genç adam kızı arka koltuğa oturtup ayaklarını uzatarak rahat bir pozisyon almasını sağladı. Aslında bu yaptığı şeyin doğru olmadığını biliyordu, şuan kızı karakola götürmeli ve çocuk şubeye teslim etmeliydi fakat kalbinde kıza olan yoğun sevginin çekimi buna engel oluyordu.

Bazen birşeyi içinizden geldiği için yapardınız, bazen kalbinizin sesi mantığınızı alt ederdi ve bazen yürek mahkemeniz ruhunuza da zihninize de hükmederdi.

Bir volkan misali kaynayan benliği ellerine teslim ettiğinde bütün öfkesini kusmak istermişcesine direksiyonu sıkarken dikiz aynasından küçük kız ile göz göze geldi. Kendini tebessüm etmeye zorladığında bunun zor olduğuna kanaat getirerek tekrar önüne döndü ve arabayı çalıştırdı. Kar usul usul semadan yer yüzüne narin inişler yaptığında küçük kız oturduğu koltuktan pencereye bakıyordu. O küçük bedenine inat omuzladığı ağır yükler zihnini tırmalıyordu, bundan sonra ne yapacağı ise tam bir muammaydı zira tekrar o eve dönmek küçük benliği için işkenceden farksızdı. Sonra annesini düşündü, babasının yanında olan annesini, kader arkadaşını. Kendisi için dayak yiyen, bütün hakaretlere maruz kalan gül güzeli annesini...

Ruhunu sızlatan acılarının başrolünü üstlenen annesi, babasının yaptığı her zulme sessiz kalan annesi, daha on yedisinde kendinden on bir yaş büyük bir adama namusu iki bacak arasında sananlar tarafından beş kuruş paraya satılan gül tenli annesi... Daha yirmi üçünde gencecik kadınken ruhu yetmişindeki bir bedenin ruhuna ev sahipliği yapıyordu. Açmamış bir güldü, el birliği ile kökünden kopardıkları, ötmeye hasret bir bülbüldü susturmaya zorladıkları, aydınlık gökyüzü gibiydi karanlığa mahkum bıraktıkları. Yüreğine ektiği bahçelerin talan edildiği gibi ruhunu talan edip çorak bir çöle çevirmişlerdi.

Ah pamuk yürekli annesi, kendi yaralarını bırakıp küçük kızına merhem olmaya çalışan merhametli annesi. Yüzü bir kez gülmeyen, küçük bir tebessüme hasret kalan annesi. Kendi kaderini yaşamasın diye çabalayan güzel annesi, yere göğe sığamayan ruhu dört duvar arasına mahkum edilen, canından can alınan ama gıkını bile çıkarmayan annesi... Şimdi onu o adamın eline bırakıp tanımadığı bir adam ile mi gidecekti. Yapamazdı ki, onu ne bugün ne yarın nede gelecekte bir gün yalnız bırakmazdı.

Küçük kız zihinini talan eden düşünceler ile ufak bir hıçkırık bıraktığında genç adam yavaşça arabayı durdurup hızla arkasına döndü. Dakikalardır kızla iletişime geçmeye çalışsa da kendisini duymayan ve sadece giden yolu izleyen kız ile ne yapması gerektiği bilmiyordu fakat duyduğunu ağlama sesi ile arabayı durdurmak zorunda kalmıştı. Canı çok mu yanıyordu? Eve gidene kadar dayanamaz mıydı? Hemen kemerini çözerek arkaya doğru döndü.

"Şşşhhh ne oldu ufaklık canın çok mu yanıyor?" Küçük kız adamın yumuşak sesi ile sorduğu soru ile daha fazla ağlamaya başladı. Başını sallayarak adamı onayladı.Canının yandığı doğruydu fakat nedeni düştüğü için açılan yaraları değildi, nedeni ruhunda kapanmayan yaralardı.

"Tamam, bir kaç dakikaya eve varmış olacağız. Eşim hemşire ve canının acısını dindirecektir. Ağlarsan canın daha fazla acır." Kızı telkin etmek amaçlı kurduğu cümleler bir işe yaramıyordu. Kızın neden bu denli acılı bir şekilde ağladığını anlayamıyordu.

"A-annem..." Küçük kızın ağlaması arasında söylediği kelime ile genç adam daha fazla dikkat kesildi zira saniyelerin dakikara devrildiği bu zaman dilimine kadar bir kere bile ağzını açıp tek laf etmemişti.

"Annene mi gitmek istiyorsun?" Yumuşak çıkarmaya zorladığı ses tonu ile küçük kızı korkutmamaya çalışarak konuşuyordu. Normalde sesi kalın, gür ve tok bir adamdı lakin küçük çocuklara karşı her zaman sevecen olmaya dikkat ederdi. Çocukları severdi, özellikle kız çocuklarına ayrı bir hayranlığı vardı. Hep bir kız çocuğu olsun istemişti ama Rabbi ona bir erkek çocuğu armağan etmişti, bunun için ne kadar şükür etse azdı. Oğlu onun canıydı, kanıydı...

"Annemi kurtar..." Sadece on iki harf, beş hece, iki kelime. Bir insanı nasıl duruma uğratır kalbini acıtırdı, işte bu iki kelime insanın ruhuna bir ok gibi saplanıp yüreğini kanatıyordu.

"Lütfen annemi kurtar!" Küçük kızın cılız bağışı ile genç polis arabadan inerek arka kapıyı açıp kızı kendine çevirerek önünde diz çöktü.

"Tamam, tamam bana ne olduğunu annenin nerde olduğunu anlat. Hadi güzelim." Küçük kız adamın söylediklerini duymuyordu, zihni babasının sesi ve görüntüsü ile dolarken aynı anda annesinin sessiz çığlıklarına ev sahipliği yapıyordu.

"Lütfen." Bir hıçkırık daha bıraktığında bulanık görüşü ardından gördüğü adama tek hamlede atılarak sarıldı.

Genç adam boynuna sarılan küçük kollar ile neye uğradığını şaşırırken iki kolu da küçük kızın yanında havada öylece kalmıştı. Küçük kızın ağlaması şiddetlenirken kolları ile kızı sarmalayıp güzel siyah saçlarını eli ile okşayıp sakinleştirmek istedi. Bu kadar küçük bir kızı bu denli ağlatan nedene içinden küfürler savururken ilk defa bocaladığını ve ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

"Beni kurtardığın gibi annemi de kurtar." Oyun oynama çağında olan küçük bir bedenin çırpınışları canını yakmıştı. Annesine muhtaç bir kızın bu halde olması içini parçalanmıştı.

Birini kurtarmak, bir insanı, bir canı, herşeyden önce bir anneyi. Özel harekat polisi olan Mete hayatında ilk defa bu kadar zorlandığını hissediyordu, yüzlerce operasyona gitmiş, bir çok çatışmadan sağ çıkmıştı şimdi karşısında kendisine hüzünlü ve yalvaran gözler ile bakan küçük kızın bakışları yüreğini zorluyordu, canını yakıyordu. Bu kadar çaresizce yakarışı insanı kör kuyulara atıp, karanlığın o sonsuzluğuna hapsediyordu...

Derler ki bazı hayatlar zaman içinde bağlıdır birbirine. Bu iki bedenin hayatları birbirine bağlanması kaderin onlara ufak bir oyunuydu. Çok zaman sonra bu hayatlar kör bir düğüm ile birbirine daha sıkı bağlanacaktı...

GÜNÜMÜZ ANKARA

Leyal Bige'den

Dünya üzerinde yaşayan bir çok insan vardır. Bu insanların bazıları kötü tarafta iken bazıları iyi tarafın savunucularıydı. Günahkârlar ve masumlar, günah işledikleri halde kendilerinin hiç bir hata yapmadıklarına kendilerini inandıranlar, işledikleri günahların doğru olduklarına kendilerine yol sayanlar. Cehenneme en önden gidecek olanlar, ve cennet için çabalayanlar. Birde arafta olanlar vardı, ne iyiliği seçer nede kötülüğe adım atarlardı. Ne günahkar sayılır nede masumiyetin o beyazlığını taşırlardı, onlar griydi.

Siyah ile beyazın arasında kalanlardı.

Onlar araftı, cehennem ile cennet arasındaki o ince çizgi arasında kalmış ruhlardı. Ne tarafa adım atacakları yada yaradanın onlara o adımı atması için izin vereceği ise muammaydı. Ben hangisiydim? İyi miydim, yada kendini günahkârlıha itecek kadar kötü mü? Masum muydum peki? Küçükken bir böceğin bile incinmesinden korkan o küçük kız çocuğu şimdilerde elinde belkide yüzlerce hainin kanını taşıyacak kadar kirliydi. Belki de masumdum, yüzlerce küçük çocuğa can verdiğim, yüzlerce anneyi evladına kavuşturduğum yada ülkemdeki milyonlarca insanın rahat yaşayabilmesi için kendi hayatımdan bile vazgeçecek kadar cesur ve fedakar. Bunlar beni masum yapar mıydı? Elimdeki silah, yüreğimdeki masumluğu yok eder miydi?

Bir bilinmezliğin içinde yürüyen aklı başında bir askerdim, daha çok küçükken doktor olacağım diye hayaller kursamda büyüdükçe bu hayalimde hedefimde yön değiştirmişti. Altı yaşında doktor olmak isteyen o küçük kız on yaşında polis olmaya karar vermiş daha sonrada bir asker olmuştu. Halbuki dizimi kaybettiğimde ne çok ağlamıştım. Daha ilk okul çağında bir çocuk için bu denli ağır şeyler yaşamak ne kadar adildi. Dışarıya çıkamamak, oyunlar oynayamamak hele ki sevdiklerinden ayrı kalmak ne kadar ağır travmalar bırakmıştı ruhumda. Bugün ki güçlü duruşumu kazanmak için ne çabalar vermiş ne zor yollar kat etmiştim, sarsılmaz duruşumun arkasında yatan küçük çocuğu kimse gün yüzüne çıkaramaz diye yaşayıp giderken şimdi yanımda sırtına astığı çantası ile yürüyen ve herkesin dikkatini çeken bu adamın gün yüzüne çıkarmasından ölesiye korkuyordum.

Onda geçmişimden izler vardı sanki. Onu görüyor, onu tanıyor fakat hatırlayamıyor gibiydim. Onda tanıdık olan birşeyler olduğunu seziyordum, hislerinde hiç bir zaman yanılmayan biri olarak bu adamın geçmişimden biri olduğunu söyleyen içimdeki benliğim zihnimi dürtüyordu, o restorandan öncesi olduğunu çığlık çığlığa bağırsa da zihnim şimdilik bu ihtimali geri plana atmaya kararlı gibiydi.

Toplantıdan sonra konuşma fırsatımız olmamıştı ama kendisi konuşmak için her an fırsat kolluyor gibiydi. Söylediği gibi kendine verilen dosyayı hiç açmamıştı bu da herşeyi benden öğrenmek istediğinin en büyük kanıtıydı. Zeki bir adam olduğu aşikardı, albay ona ne kadarını anlatmıştı ama daha fazlasını bildiğini biliyordum yinede bana sormak istediği soruları özellikle albaydan öğrenmek istememiş gibiydi. İki timde üstlerin ayarladığı helikopterler ile ülke sınırına inmiş ordan da verilen izinlerini geçirmek için ailelerine veya evlerine gitmek için yola çıkmışlardı. Kaderin bizim için oynadığı küçük oyunları bitmemiş olmalı ki ben ve yüzbaşı aynı uçağa düşmüştük. Tek temennimin yan yana olmamamız olması iken bu temennim kabul olmuş fakat yüzbaşı tarafından hemen bertaraf edilmişti. Kendisi hemen bir kaç sıra önümde oturuyordu fakat ne yapmış ne etmiş benim yanıma oturmayı başarmıştı, bunu nasıl becermişti bilmiyorum ama bir anda kendimi onunl yan yana yolculuk yaparken bulmuştum. Velhasıl kelam tuhaf bir adamdı hemde fazlası ile tuhaf...

"Karargaha mı gideceksin?" Kulağıma dolan tok sesi beni düşüncelerimden ayırırken başımı sağıma çevirerek siyahlar içindeki adama baktım. Giydiği siyah boğazlı kazak ile bacaklarını saran siyah kotu ve deri ceketi ile sarsılmaz bir görüntüsü vardı, ilk defa onu sivil görmüyordum lakin bu hali başka gibiydi. Gerçekten de Zeren'in dediği gibi manken gibi duruyordu, fazlası ile dikkat çeken bir adamdı.

"Evet önce karargaha, sonra evime geçeceğim komutanım." Sakin bir ses ile izahat verdiğimde havalimanının çıkışına doğru ilerliyorduk. Onunla yan yana olmak bana tuhaf hissettiriyordu, sanki yıllardır birbirimizi tanıyorduk zira bana hiç yabancı hissettirmiyordu.

"Bende geleceğim, şu gizli karargahınızı bir görelim." sesindeki imayı sezmiştim. Pekala yeri geldiğinde fazlası ile gıcık bir adam olabiliyordu ve ukala.

"Nasıl isterseniz komutanım." Kapıdan çıktığımızda arkamdaki baskın adımlar ile beni takip ediyordu. Göreve çıkmadan önce arabamı havalimanı parkına bırakmıştım bu yüzden taksi veya herhangi bir araç arama zahmetine girmeyecektik.

"Bana komutanım demeyi bırak Leyal, görevde değiliz. İzinde ve sivildeyiz!" Hem varlığını belli eden sert adimlar ile beni takip ediyor hemde öfkesini dile getiriyordu. Dünden beri bu konuda beni kaç defa uyardığını saymamıştım ve bunun onu öfkelendirecek kadar fazla olduğunun farkındaydım.

"Ama komutanım..." Hem keskin hemde isyan dolu sesim ile arabamın önüne geldiğimizde çevik bir hareket ile önüme geçti. Aramızdaki mesafeyi kapatarak çatık kaşları ve gergin yüzü ile bana baktığında burnumdan sert bir soluk verdi.

"Sivilde veya görev dışında bana komutanım dersen o çok gizlediğin mesleğin ortaya çıkar bunun öğrenilmesini ikimizde istemeyiz. Değil mi?" Öfkeli soluğu yüzümü okşayıp geçtiğindesöylediklerine hak vermiştim.

"Haklısınız lakin sizin de unuttuğunuz birşey var biz sizinle yeni tanıştık ve benden rütbesi yüzbaşı olan ve komutanım olan size hemen yakın davranmamı bekleyemezsiniz. Siz bu konularda oldukça rahat olabilirsiniz ama ben değilim." Diyerek dişlerimin arasında konuştuğumda onunda kaşları sonunda yaptığım ima ile daha fazla çatıldı. Komutanım dahi olsa bir nokta da haddini bilmeliydi.

"Pekala öyle olsun üsteğmenim şimdilik dediğin gibi olsun." Ses tonu kendinen oldukça emindi, ben yaptığım imaya kızmasını beklerdim ama aksine bunu görmezden gelmeyi tercih etmişti yada daha sonra bunun hesabını bana kesmek için zihninin bir köşesine not etmeyi tercih etmişti.

"Öyleyse, gidebilir miyiz komutanım?!" Komutanım kelimesinin üstüne bastırarak bozulan sinirim ile konuştum.Tanıdığım günden beri beni sinirlendirmek için elinden geleni yaptığını düşünmüyorda değildim. Bu adamla nasıl bir kaç yıl geçerdi işte orası tam bir soru işaretiydi.

"Tabi, gidebiliriz Leyal." Benim gibi aksine dilimden yine ismim dökülmüştü. Arabamın arka kapısını açarak çantalarımızı bırakarak ikimizde aynı anda ön tarafa geçtik. Ben şoför koltuğuna geçerken o da bütün heybeti ile yan koltuğa yerleşti. Bir an heybetinden arabamın ne kadar küçük olduğuna şahitlik ettim. Her zaman mı bu kadar küçüktü yoksa yanımdaki adamın kocaman olmasından mı kaynaklanıyordu? Sinirim bozulmuş bir şekilde kontağı çevirdim, kafayı yemeden bu görevi sağlıklı! bir şekilde bitirmek istiyordum.

"Kemer." Genzinden gelen tok sesini tekrar duyduğumda anlamayarak yüzüne baktım.

"Kemer?" Yüzüne bakarak sorgu dolu bir bakış attığımda çenesi ile sağımdaki kemeri gösterdi.

"Kemerini tak Leyal!" Kurşun geçirmez sesi ile kemerimi takmamı söylediğinde gözlerimi devirerek kemerimi taktım, yirmi altı yıllık hayatımın her anında sakin kalabilen ben şimdi sinir krizlerinin kıyısından dönüyordum ve sebebi şuan yanımda, gözlerini kırpmadan beni izleyen adamın suçuydu. Güzel bir suçtu...

"Oldu mu komutanım?" Kemerimi bağlandıktan sonra düz bir şekilde kafamı yanımdaki adama çevirip kısa bir bakış atarak direksiyonu çevirerek park alanından çıktım. Sakin Leyal sakin...

"Oldu!" Alayvari sesine burnumdan derin bir soluk vererek yola odaklandım.

"Ben biraz kestirecegim. Sessiz ol!" Artun yüzbaşının sesini tekrar duyduğumda yandan kısa bir bakış attım. Operasyondan çekilsem ne olurdu? Güzel bir fikir gibi duruyordu...

"Sessizim zaten komutanım." Tıslar bir şekilde cevapladığımda beni takmadan koltuğu geriye yaslayarak kollarını birleştirip gözlerini kapattı. Bu adamın derdi neydi? Beni çıldırtmaksa başarıyordu...

Direksiyon elimin altında kıvrak bir dansçı gibi hareket ederken arabada süre gelen bir sessizlik hakimdi. Sadece radyodan gelen bir türkünün sözleri duyuluyor onun haricinde ben kendi sessizliğim içinde boğulurken yüzbaşı kendi uykusu ile meşguldü. Gözlerim arada bir yanındaki adama kaysa da aldığım tek karşılık sadece huzursuzluk ile bezenmiş soluk sesleriydi. Zihnimde kırk takla atan düşüncelerime bir son vermek istiyordum, özellikle yanıbaşımdaki adamı zihnimden atmam gerekiyordu. Kararım kesindi yanımda oturan bu adam ile sadece mesleğimiz gereği iletişime geçecek ve sadece görevler için bir araya gelecektim. Oldukça kararlıydım, bunun için elimden geleni fazlası ile yapmaya hazırdı zihnim fakat kalbim için aynı şeyi söyleyemezdim zira kendisi bu süreçte bana hiç yardımcı olmuyordu. Bu yüzden kendisine öfkem bâkiydi...

Yaklaşık bir saat on dakika sonra araba yolculuğundan sonra geldiğimiz şehrin dışındaki ormanlık ve dağlık bir alanda arabayı durdurduğumda yüzbaşının hareketlendiğini hissetim lakin dönüp bakmadım. Ağaçların sessiz gürültüsü eşliğinde düz bakışlar ile önümdeki geniş ormanı izliyordum. Yüzbaşı çakır hareleri önce beni bulmuş sonra ise nereye geldiğimizi anlamak adına etrafı keskin bir şekilde taramaya başlamıştı.

"Issız bir orman. Gizli bir üs için güzel ama tehlikeli bir seçim." Yüzbaşının ifade barındırmayan sesini duyduğumda kemerimi çözerek arabanın koluna uzandım.

"Bundan sonrasını yürüyeceğiz komutanım." Kendimi ormanın sisli soğuğuna bıraktığımda ön yolcu kapısının da ardımdan açıldığını duydum.

"Ankara havasını özlemişim." Temiz soğuk havayı içine çekerken bir yandanda heybetli duruşu ile bir şahin edası ile çevreyi taramaktan geri durmuyordu.

"Bende..." Mırıldanarak ona katıldığımda çakır hareleri beni buldu. Gözlerinin ardındaki düşünceleri bilmek isterdim...

"Neden dağlık bir orman?" Belimdeki silahı kontrol ederek yürümeye başladım. İtiraz etmeden beni takip ettiğinde karargah hakkında bilgiler almaya çalışması beni gülümsetti. Bana bu kadar güvenmesi garipti.

"Güvenlik güçleri de dahil girişi yasak bir bölge. Tim kurulmadan önce tasarlanmış yedi yirmi dört İHA'lar ile takipte ayrıca ormanın her girişinde ve bir çok kısmında karargaha bağlı kameralar mevcut. Jammer destekli, yani komutanım her anlamda gizli bir karargah için güzel bir yer." Omuz silkerek açıklama yaptığımda etkilenmiş bir ifade ile beni izledi bir süre. Onu etkiliyor muydum?

"Haklısın güzel bir yer." Yolumuza devam ederken kısa süreli bir sessizlik oldu. Ayaklarımız altında çıkan hışırtılar dışında herhangi bir ses yoktu. Bu sessizlik yüzbaşıyı rahatsız etmişti ki tekrar bariton sesi duyuldu aramızda.

"Ankara'da mı yaşıyorsun Üsteğmenim?" Sorusu biran beni şaşırtsa da belli etmeden kafamı salladım. Hâlâ sorgusuz sualsiz beni takip ediyordu. Onu kandırıp başka bir yere de götürsem hiç itiraz etmeden benimle gelecek gibiydi. Kendine fazlası ile güveniyor olması beni hiç olmadığı kadar etkiliyordu. Zeki ve kendine güvenen erkekler her zaman dikkatimi çekmişti fakat bu başkaydı, beni ona çeken başka birşey vardı.

"Ankara'da yaşamıyorum, Ankara'yı yaşıyorum ben." Kış ayına doğru giden şehrin sessizliği ormanı bütün kasveti ile kaplamıştı. Şehir merkezinin kalabalığına nazaran burası sadece biz aitti.

"Peki Leyal ne zamandan beridir Ankara'yı yaşıyor?" Yüzbaşının güçlü sesi zihnimde tekrar çınladığında bakışlarım hemen yanımda bir adım solumda benimle aynı hızda yürüyen adamı buldu.

"Kendimi bildim bileli Ankara'dayım. Aslen Mardin'li de olsak, doğup büyüdüğüm şehir bu şehir." Ses tonumda hem sevgi, hemde nefretin tohumları vardı. Ankara benim için bir felaketin anlamıydı, bu şehir bana hiç iyi davranmamıştı. Yinede seviyordum, yüreğime bir çok insanı katmıştı.

"Öfkelisin..." Yaptığı tespit ile yorgun ve ifadesiz bakışlarım kendisini buldu. Nasıl anlamıştı?

"Sadece..." Diyerek ciğerlerime derin bir soluk doldurdum. Bazen bütün hayatımı asker olarak idame ettirmek istiyordum, çünkü sivil hayatta fazlası ile dramatik bir insandım. Çoğu zaman geçmişime takılırarak derin düşüncelere dalardım, annem sağolsun hâlâ beni bu işkencelerden kurtarmayı kendine görev bilmiş gibi her seferinde bu yoğun düşünce trafiğinden kurtarırdı.

"Sadece bu şehir sana hiç iyi davranmadı değil mi?" Benim devam ettiremediğim gerçeği yanındaki adamdan duymak beni dumura uğratmıştı ama haklıydı söylemek istediğim buydu. Bütün öfkem bundaydı.

"Öfkelenmek bir işe yaramaz Yüzbaşım zira bir çoğumuz bir şehrin acımasızlığına maruz kalarak büyümüşüzdür belkide. Bizi büyüten acılarımızdır." Durgun sesimin aşılmaz duvarları vardı. Bu konuda hassastım bu şehri, bu şehrin yaşattıkları her zaman beni hassas bir kadın yapmıştı. Güçlü duruşumun ardında kanadı kırık bir serçe vardı ve ben bunu kimseye göstermeyecek kadar öfkeli, dir duruşlu güçlü bir kadın olmayı başarmıştım.

"Öfke bizi ayakta tutar Leyal ama sakın öfkenin kalbine ilişmesine izin verme. Işığını söndürür seni karanlığa mahkum eder." Haklıydı, bugüne kadar öfkemi hep diri tutmuş ama kalbime ilişmesine izin vermemiştim. Bu beni kötü bir asker herşeyden önce kötü bir insan yapardı.

"Kalbim, zihnim ve ruhun arasında bir köprü olsada asla öfkemin o köprüden geçmesine izin vermem Yüzbaşım." Onca sessizliğin içindeki tek kalabalık bizdik sanki. Gitmemiz gereken yeri unutmuş ve sanki öylesine yürüyorduk, bu iyi birşey miydi?

Yüzbaşına yandan bir bakış attığımda gözlerindeki parıltıların arttığını fark ettim. Bana herhangi bir cevap vermemişti, bende bir cevap beklememiştim. Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yürüyüşten sonra varmamız gereken yere geldiğimizde ikimizde karışımızda duran geniş kapılı ve yer altı sığınağı kapısına benzeyen girişe bakmaya başladık. Dışarıdan sadece bir kapı olarakda görünse bizi başka bir dünyaya çağıran ve sadece bizim anladığımız gizli bir üssün giriş biletiydi.

"Bir sığınak?" Diyerek sorduğunda önüme dönüp kapıya doğru adımladım.

"Hadi merak ettiğin soruların cevabını bulmaya gidelim Artun yüzbaşım." Meydan okuyan sesimi duyduğunda sağ dudağı hafifçe kıvrıldı ve bu o kadar belirsiz bir kıvrılmaydı ki çok dikkatli bakmadığın sürece belli bile olmuyor gibiydi.

"Gidelim bakalım Leyal Üsteğmenim." Kullandığı sahiplik eki bazen kalbimi tekletiyordu. Buna takılmamam gerektiğinin farkındaydım fakaf buna engel olamıyordum.

"Bir sığınak olarak görünebilir fakat emin olun daha fazlası." Ben anlatırken kapı girdiğim şifre ile açılmış ve biz içeri girmiştik. Kapı ardımızdan kapandığında yüzbaşı da beni hem beni takip ediyor hemde dikkatle dinliyordu.

"Daha fazlası olduğuna eminim Üsteğmenim." Ehh en nihayetinde herşeye hakimdi.

"Aslında daha öncesinde bir rezidansın sıfır noktasında küçük bir karargahtaydık." Kapıdan girer girmez ayak bastığımız platform aşağı doğru inmeye başladığında ben anlatmaya devam ediyordum.

"Neden bir rezidans?" İşte bu dikkatini çekmiş olmalıydı.

"Bir kaç yıl önce bizimde dahil bütün TSK ve emniyetin radarına biri girdi ve bizde daha yakın olabilmek için şahsına ait bir rezidansa sızmak zorunda kaldık. Ayrıca öyle dışarıdan görüldüğü gibi bir aile binası da değild. Terör yandaşlarnın ikamet ettiği ve eylem öncesi planlar kurduğu bir rezidans.." Platform sonunda durduğunda inerek geniş koridorda yürümeye başladık. Hâlâ üssün bu soğuk havasına alınamıyordum ama bana evim gibi hissettiriyordu.

"Kim?" Dosyayı tam okumadığı aşikardı zira o dosyada bütün bilgiler vardı. Yada bilerek beni konuşturuyordu, yinede buna karşılık bir imada bulunmadan sorusunu cevapladım.

"Dinçer ARSLAN." Duyduğu isim ile kaskatı kesilirken onunda tanıdığını anladım.

"Arslanlar holdingin sahibi olan ve terör ile bağlantısı olduğu söylenilen adam?" Gergin sesi ile sorduğu soru ile başımı sallayarak onayladım.

"Dinçer ARSLAN MİT'in peşinde olduğu bir şahıs fakat bugüne dek herhangi bir açığı bulunmadı. Başlarda adamın normal kendi halinde holding yöneten bir adam olduğunu düşündük zira herhangi bir açığı, hatası yoktu. Yakın takibe alsak bile, holdinge, ailesine, çevresinde şüphe edilecek dikkat çekecek bir yanlış yoktu. Hatta adamın hayatı fazla mükemmeldi, hiç bir sorunu yoktu." Bir kaç dakika sonra uzun koridorun soluna dönerek bir kapının önünde durduk.

"Bu kadar mükemmel olması elbette ki dikkatinizi çekti değil mi?" Yüzbaşının yaptığı tespit ile onu onayladım. Sivil halk için adamın hayatı her ne kadar normal ve düzgün görünsede profesyoneller için bu mükemmellik bir eksi puandı.

"Aslında evet bu da dikkatimizi çekmişti lakin başka birşey daha vardı." Avucumu kaldırarak önünde durduğumuz çelik ve ağır kapının yanındaki göstergeye bastığımda, onaylama sesi geldi. Bir kaç saniye sonra kapı iki yana kayarak açıldığında yüzbaşı hiç şaşırmış görünmüyordu.

"Başka olan neydi?" İçeri girdiğimiz gibi kapı tekrar eski halini aldığında bizi karşılayan koridorda tekrar yürümeye başladık.

"Hayatında olan bir adam." Diyerek cevapladığımda yüzbaşının bir an duraksadığını hissettim. Arkamı dönüp baktığımda bana ciddi olup olmadığımı sorar gibi bakıyordu.

"Doğru anladınız Yüzbaşım, hayatında bir adam var." Koridorun sağına döndüğümde yüzbaşı da beni tekrardan takip etmeye başladı.

"Dinçer ARSLAN'nın evli olduğu biliniyor." Kaskatı kesilmiş yüz hatları ile konuştuğunda, camlı çelik bir kapının önüne varmıştık bile. Kapının yanında bulunan ve el taraması olan şifreli göstergeye elimi yerleştirdiğimde, benim olduğumu doğrulayan bir ses duyuldu. Aynı anda göz taraması da yapmıştı.

"Üsteğmen Leyal Bige KILIÇ, doğrulandı." Robotik bir kadından duyulan sesten sonra çelik kapı iki yana açılarak bize giriş izni verdiğinde beklemeden içeri girdik.

"Evli olduğunu biliyoruz Yüzbaşım fakat bu da bir kurmaca. Mükemmel hayatının arkasında yatan bir sürü sorun olduğu açık, oldukça zeki bir adam ve bu sorunlar ustalıkla kamufle edebiliyor." İçeri girdiğimiz anda bizi büyük bir teknoloji odası karışıladı. Duvarlardaki dev ekranlar, daire şeklindeki masa, timdeki her üye için tahsis edilmiş bilgisayarlar ve ortasındaki üç boyutlu projeksiyon cihazı ile oldukça donanımlı bir odaydı. Hemen yanında cam bir bölmeden oluşan küçük bir oda vardı. Önemli toplantılar genelde bu odada yapılırdı, hemen yan tarafında ise küçük bir mutfak bulunuyordu. Odanın her iki tarafında görsel tanımlama ile açılan kapılar vardı. Bu kapılar, mühimat odaları, timdekilerin eğitim yapabilmesi için eğitim odaları ve koğuşlara çıkıyordu. Ayrıca bir alt katı dahi vardı. Çok büyük bir alandı ve gerçektende çok ince düşünülerek tasarlanmıştı. Burda olduğumuz kimse tarafından bilinmiyordu, karargahın dışarıya çıkan gizli giriş-çıkış kapıları da mevcuttu. Her yönden düşünülmüştü, kimsenin kolay kolay bulacağı bir yer değildi, hem ev hemde iş yeri olarak yaşanılabilir bir alandı.

"Ne zamandan beri var burası?" Yüzbaşı odayı yavaş adımlar ile dikkatli bir şekilde tararken bende dinlenmek amacı ile bir sandalyeye geçerek oturdum. Yorgun değildim fakat kendimi onlarca iş yapmış kadar yorgun hissediyordum.

"İki yıldır." Diyerek cevapladım. Burası daha yeni kurulmuştu, öncesinde daha küçük bir yerde daha doğrusu bir rezidansın en altında görevleri yürütüyorduk.

"Ne zamandan beridir Dinçer ARSLAN'nın peşindesiniz?" Odayı tarayan bakışları beni bulduğunda hemen karışımdaki dönen sandalyeyi çekerek oturdu.

"Üç yıldır." Pürüzlü sesim ile cevapladığımda arkasına yaslanıp rahat bir şekilde oturmaya başladı.

"Hayatında olan bir adamdan bahsettin kim bu adam ve neden bu kadar dikkatinizi çekti." Mekanik bir sesini duyduğumda derin bir soluk aldım.

"Börü timi ile zaten bir toplantı yapılacak Yüzbaşım. Ama illaki soruyorsunuz söyleyeyim, Dinçer ARSLAN aslında bir terör destekçisi bunu nereden anladınız, hani bunu kanıtlayacak hiç birşey yoktu diye soracaksınız? İşte orda devreye hayatında ki adam giriyor yani, Arda Devtyan." Sert sesim ile tek kaşı yukarı kalktığında devam et dercesine başını salladı.

"Arda denilen herif, annesi bir Türk babası ise bir Ermeni, ufak bir araştırma sayesinde Amerika'da okuduğunu ve yaşadığını öğrendik. Babası Ermenistan'ın en köklü ailelerinden biri ayrıca anlamı özgürlük olan bir örgütün liderliğini yapmakta. Bu örgüt her sene, sınır dışındaki terör örgütlerine mühimmat ve askeri destek yardımı sağlamakta. Tabi Dinçer denilen adamın bundan haberi olmadığını düşündük araştırma yaparken sonuçta özel hayatı bizi ilgilendirmezdi değil mi?" Kuru sesim ile açıklama yaparken oda dikkatle beni dinliyordu.

"Fakat daha sonra Dinçer ARSLAN'nın holdinginden bir para akışı olduğunu fark ettiniz değil mi?" Tahmin yürütmüyordu aslında bilgisi olduğunu açığa vuruyordu. Peki neden benden dinliyordu, neden benim anlatmamı istiyordu?

"Bilginiz olduğu çok açık yüzbaşım peki neden benim anlatmamı istiyorsunuz?" Düz bir şekilde yüzüne baktığımda, sandalyesini bana doğru sürükleyerek tam dibime girdi. Başını yana yatırarak dikkatle yüzümü izlemeye başladı.

"Sana söylemiştim, herşeyi senden dinlemek istiyorum diye." Alnına düşen siyah saçları, gür kirpiklerinin sardığı çakır gözleri ile karşımda bir manzara gibi duruyordu.

"Neden?" Tek kaşımı kaldırarak başımı yana yatırdığımda bu hareketim onun hoşuna gitmiş olmalı ki ufak bir tebessüm etti.

"Bana birini hatırlatıyorsun Üsteğmenim." Esrarengiz sesi ile beni cevapladığında yerimden dikleşerek anlamlı bakışlar ile bana bakan adama baktı. O da mı benim gibi hissediyordu?

"Kimi hatırlatıyorum Yüzbaşım?" Doğrudan gözlerine bakarak sorduğum soru ile ağırca yutkundu. Vereceği cevabı zihninde tartıyor olmalıydı.

"Ay yüzlü, ay tenli bir kadına..." Yoğun bir duygu barındıran ses tonu benimde yutkunmama sebep oldu. Zihnimde yankılanan ses ile vücudumda ufak bir titreme geçti.

"Ben senin abin değilim ay yüzlü bana abi demeyi kes."

Zihnimde yankılanan tanıdık ses ruhumu sarstığında, kalbim büyük bir afallama yaşadı. Hissettiğim tanışıklık hissi bocalamama sebep olurken karşımda bulunan adam ne hissettiğimi anlamaya çalışıyormuş gibi dikkatli bir şekilde tepkilerimi ölçüyordu.

Kalbim sana geçmişimin aynası, ruhum kör bir düğüm ile bağlanmış sana çakır gözlü, zihnim ise puslu havada kaybolmuş bir bedevi...

"Herkeste o kadını mı ararsınız Yüzbaşım?" Meydan okurcasına söylediklerim ile aynı meydan okuma ile yüzüme bakmaya devam etti.

"Sen herkes misin Leyal?" Böyle konuşmamalıydı, böyle konuşupta kafamı karıştırmamalıydı.

"Ben kimseyim Yüzbaşım." Sert sesim ikimizin arasına düştüğünde bütün bedeninin kasıldığına şahit oldum. Oturduğum sandalyeyi tek hamlede kendisine çektiğinde aramızdaki bir karışık mesafede de böylelikle kapanmış oldu. Hâlâ çatık kaşlar ile kendisine bakarken ellerim kendiliğinden yumruk haline geldi. Tırnaklarım avuç içlerime batarken sızılarını kalbimde hissettim.

"Sen kimse olmayacak kadar tanıdıksın Leyal. Herkes olmayacak kadar yakınsın, hiç olmayacak kadar bensin." Sert solukları yüzüme çarptığında yumruk yaptığım ellerimin üzerinede başka eller hissettim. Yavaşça avuç içlerimi açtığında baş parmakları ile tırnak izlerimin çıktığı yerleri okşayarak derin bir soluk çekti içine.

"Bir daha canını yakma." Bir daha canımı yakma... Öyle bir konuşuyordu ki sanki onun canını yakmışım gibi kederliydi. Hırsla ellerimi ellerinden çekerek ayaklandığımda bir süre boş kalan ellerini izledi, daha sonra ağır bir şekilde kafasını kaldırdığında öfke saçan çakırları ile buluştu elalarım.

"Sizde bir daha bana bu kadar yaklaşmayın yüzbaşım!" Ruhsuz sesim kendisine ulaştığımda sıkkın bir şekilde yerinden hareketlendi.

"Bu konuda söz veremem Üsteğmenim." İrislerinde ki çakır taşlar bana geçmişi vaadediyordu.

"Soracaklarınız bittiyse ve gizli karargahı da gördüyseniz gidelim artık yüzbaşım." Dişlerimin arasında tıslayarak konuştuğumda iyice arkasına yaslanarak hâlâ öfkeli gözler ile bana bakmaya devam etti.

"Neden siz?" Diyerek sınırdışında ki yarım kalmış konuşmamızı ortaya getirdiğinde saçımı kaşıyarak kendisine en uzak sandalyeye oturdum.

"2018 yılında bir iki istihbarat askeri, Albay Mehmet Yücesoy ile görüşmem için beni evimden aldılar. Başta çok tedirgin oldum, çünkü neden bir albayın benim ile görüşmek istediğini anlayamamıştım. Daha sonra albay ile görüştüm, bana bir teklifi vardı. Gizli bir timin kurulacağını, bu timin hem destek, hem savunma hemde saldırı hattında olacağını ayrıca bir çok gizli görev için kurulacağını anlattı. Komik geldi en başında çünkü beni nasıl bulduklarını, neden time istediklerini anlamlandıramadım. Beni kandırdıklarını, hatta dolandırıcı olduklarını bile düşündüm. Ama bütün düşüncelerimi yıkarak asıl amaçlarını tek tek anlattılar. O gün benimle beraber tam on altı kadın ordaydı, hepimiz ayrı odalarda ayrı kişiler ile görüşüyorduk." Soluklanmak için bir müddet beklediğimde yüzbaşının neler düşündüğünü merak ediyordum. Yüzü dümdüzdü, hiç bir ifade yoktu.

"Seni nerden bulmuşlar peki?" Neden bu kadar kurcalıyordu bu durumu. İçine sinmeyen neydi? Neyi merak ediyordu?

"Babam bir terörist..." Diyerek söze başladığımda hızla oturduğu yerden doğruldu. Gözlerimi cesur bir ifade ile gözlerine diktiğimde öfkesi daha da bağlanmış gibiydi.

"Yıllar önce yurt dışına kaçtı. Yaşadığım bir olay, bacağımı kaybetmeme neden olan bir olay sonrası yıllarca devlet korumasında kaldım. Beni bu sayede tanıyorlardı, neden engelli bireyler diye soracak olursan bize sadece devletin engelli bireylerin başarılı olup olmayacaklarını görmek istediklerini söylediler. O gün bir çok şey konuşuldu, anlatıldı, sebepler-sonuçlar, amaçlar. Bir çok şey konuşuldu Yüzbaşım, belki sizin bile görmediğiniz eğitimlerden geçtik, kaç defa pes etmek istedik. O gün tam on altı kadın vardı ve sadece sekiz kadın eğitimleri geçebildi. O kadınlardan biri de benim, herkesin gözünde aciz bir engelliyim ama yıllarımı bu uğurda heba etmeyi göze almış güçlü bir kadınım." Kendimen emin bir şekilde konuştuğumda gurur ile yüzüme baktı.

"Güçlü bir kadınsın ay tenli, hemde görüp görebileceğim en güçlü kadınsın." Puslu ve tok sesini işittiğimde buruk bir tebessüm bıraktım. Güçlü olmak için çok şey yaşamıştım, şimdi güçlü olmayı en çok hak eden kadınlardan yalnızca biriydim.

"Teşekkür ederim Yüzbaşım." Bana ay tenli demesini es geçerek cevapladığımda bir süre ikimizde konuşmadan birbirimize baktık. Neler düşündüğünü kestiremiyordum, yoğun bakışları altında eziliyordum. Yüzü ölümcül bir silah gibiydi, güzeldi ve bu güzellik kalp zehirlerdi.

Zihinlerimizin ezilip ölen saatler diliminde hapsettiğimiz sessizlik huzurun ayak seslerini anımsatıyordu. İkimizde olağanca sessizdik, sanki tek bir kelime etsek bu huzur bozulacak gibiydi. Yinede artık giymeliydik, ben gidip annemi görmeliydim, o da gidip dinlenmeliydi.

"Başka sorunuz yoksa gidelim mi Yüzbaşım?" İfadesiz sesime karşılık aynı ifadesizlikle ayağa kalktığında tekrar etrafa kısa bir bakış attı.

"İznimiz bittikten sonra, artık hep burda olacağız. Bugün fırsatımız olmadı ama sonrasında çok olacak o zaman her tarafı gezer ve tanırsınız." Kafasını sallayarak beni onayladığında bu kadar sessiz olması ile kaşlarım havalandı yinede bu duruma sessiz kaldım zira konuşmaması benim açımdan iyiydi.

"Gidelim o vakit." Yere bıraktığımız çantalarımızı alarak çıkmak için başka bir tarafa yöneldiğimde hiçbir şey sormadan beni takip etti. Gözleri sürekli üzerimdeydi, büyük bir ihtimalle yürüdüğümüz her yolu adım adım aklına kazımış olmalıydı.

İkimizinde sessizliğini koruduğu bu zaman diliminde yanımda bulunan adamın oldukça düşünceli olduğunu görebiliyordum. Zihinde bir savaş hakimdi, yüzünde tek bir kas dahi oynamazsa bile çakırlarının ardında oluşan karmaşayı görebiliyordum. On beş dakika sonra karargahtan çıktığımızda kulakları sağır eden bu sessizlik beni rahatsız etmeye başlamıştı. Şimdi ne yapacaktı, nereye gidecekti, evli veya nişanlı olmadığını öğrenmiştim. Hayatımda ilk defa birini araştırmış ve hakkında bilgi edinmiştim, otuz yaşında olduğunu öğrenmiştim mesela, o gün o restoranda bir görevde olduklarınıda öğrenmiştim. Bunları neden yapmıştım, neden kalbime yenik düşmüştüm? Pişman mıydım? Değildim...

Kader bazen iki hayatı birbirine bağlardı. Yanımda benimle beraber yürüyen bu adamın hayatın bir noktasında bana bağlandığını hissediyordum. Kaderin küçük oyunları bizi bir araya getirmeye yeminli gibiydi.

Kalp aşk sarhoşluğundan adımlarını sarsak atardı. Akıl ise onu ayık tutmaya çalışan bir sıradaş...

☪️

YAZAR ANLATIMI

Geçmiş geleceğin kapılarına dayanan birer düşman askerî gibiydi. İnsanların çoğu geçmişlerinde yaşadıkları olaylar zincirinde hayatta kalmayı başarmış birer kurşun asker gibi yaşam ipine sıkı sıkıya sarılarken geçmiş bir düşman misali yapışıverirdi yakalarına. Geçmişin o tozlu sayfaları bizi olduğumuz insanlara dönüştürürken aslında içimizde var olan kişiliğimizi ortaya çıkardığından habersizidir. Şimdi yanında bulunan kadının bu denli güçlü olmasını geçmişte yaşadıklarına yoruyordu yüzbaşı Artun Agâh. Geçmişte yaşadıklarına...

Karargahın olduğu bölgeden sessiz bir şekilde ayrılmış ve şehir merkezine inmişlerdi. Leyal bir kaç işi olduğunu söyleyerek arabayı bir yere park etmiş, Agâh yüzbaşı da onunla beraber inerek yolları ayrılana dek kadın ile yürümeye başlamıştı.

"Sessizsiniz?" Diyerek sorar bir şekilde konuşan kadına döndüğünde düz bir ifade ile yüzüne baktı genç adam. Çok soğuk bir yapısı vardı, hiç içten bir şekilde güldüğü görülmemişti mesela, bazen dudağı kıvrılıyordu lakin onunda insanların hayal gücümden ibaret olduğu sanılıyordu.

"Sessizliğini soluyorum." Sensizliği soluyorum... Söylemek istediği tonlarca cümle varken, susup kalıyordu genç adam. Halbuki o hep susmuştu, şimdi hiç susmadan konuşmak istemesi niyeydi.

"Evinize mi gideceksiniz?" Diyerek tekrar soran kadın ile Ankara'nın soğuk havasını içine çekti. Gök yüzünde toplanan bulutlar sıkı bir yağmurun haberciydi.

"Evime gideceğim Üsteğmenim." Evimden gideceğim, şimdilik...Dilinin ucuna gelen kelimeleri geriye doğru itip kuru bir ses ile cevapladığında karşısındaki güzeller güzeli kadının başını salladığını gördü. Yüzüne düşen bir kaç tutam saçını geriye atan kadın ile bir iç çekti istemsizce.

Hiç insan birkaç saç tutam, yada tenine değer birkaç yağmur damlası olmak ister miydi? Yürek işte istiyormuş ay tenli kadın...

"Pekala o zaman herhangi bir isteğiniz var m?" Tek kaşını kaldırarak kendisine soru soran bu kadının varlığını son bir kaç aydır sorgulamıyor değildi.

"Bu civarda mı oturuyorsun?" Bunu sormak değildi niyeti fakat aklına takılmıştı, belkide uzaklaşmak zor geliyordu.

"Hayır." Yüzbaşı kafasını onayladığında Bige adamın birşey söylemeyeceğine kanaat getirerek baş selamı verip arkasını dönerek Agâh'ın tam tersi yöne sert adımlar ile yürümeye başladı. Agâh gitmekte olan kadının arkasından kayboluncaya dek uzun uzun baktı.

"Allah'a emanet ol ay tenli kadın." Dilinden dökülenleri Bige duymamıştı belki ama Agâh onu Allah'a emanet ederek yüreğini ferahlatıştı.

Giden kadının ardından bir müddet sonra kendisi de diğer istikamete dönerek yürümeye başladı. Nereye gideceğini bilen adımları sarsılmaz bir şekilde ilerken dışarıdan oldukça dikkat çektiğinin farkında değildi. Sert duruşunun ardında yatan kavruk düşünceler zihinini çepeçevre sarmış durumdaydı. Ankara'nın ruhsuz sokakları bir insan kalabalığının akımına uğramıştı. Bir koşuşturma içinde olan insanlara inat sakin bir şekilde ilerliyordu Yüzbaşı. İnsanlara ördüğü duvarları vardı,en son ne zaman ağladığını, ne zaman içten bir şekilde güldüğünü veya şaşırdığını kısacası ne zaman insani bir duyguyu yaşadığını hatırlamıyordu. Bazen aynanın karşısına geçip saatlerce kendini inceliyor, gözlerinin derinliklerine bakarak geçmişindeki o küçük Agâh'ı arıyordu. Boş bir çaba mıydı? Hiç gelmeyecek birini aramak, samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Yinede aramaktan vageçmeyen benliği çaresizliğin lavlarında diri diri yanmaktan geri durmuyordu.

İçinde yanan ateşe inat gök yüzünden damlayan yağmurun damlaları yüzünü ıslatmaya başladığında gitmek istediği yere bu yağmurda yürüyerek gidemeyeceğini anlayarak bir taksi çevirerek gitmek istediği yerin adresini vererek arkasına yaslanarak başını geriye atıp gözlerini kapattı. Zihnine doluşan kadının yüzü ile dudakları ruhsuz bir gülümsemeye ev sahipliği yaparken aslında yıllar sonra ilk defa içten tebessüm ettiğinin pek tabi farkında bile değildi. Dışarıdan duyulan gök gürültülüsü içindeki çığlıkları susuturamıyordu. Bu çığlıklar bir tek zihninde kendine yer edinmiş kadının yanında susuyordu, sadece o kadının yanında...

Taksi Agâh'ın verdiği adreste durduğunda, Agâh deri cüzdanını çıkararak gerekli miktarı ödeyip yağan yağmura inat kendini dışarı attı. Taksi kendisini geçip giderken kendisi geldiği yere bakarak beklemeden tavizsiz adımlar ile sahaf dükkanına ilerledi. Sahaf dükkanından içeri girdiğinde kapıda buluan zil birbirine vurarak çaldı. Sesi duyan yaşlı adam kitap raflarının arasından çıkarak kimin geldiğine baktığında gördüğü sima ile iki kolunu genişçe açarak kocaman gülümsedi.

"Ooo! Çakır oğlan gelmiş." Agâh kendisine kollarını açan sahafın sahibi olan ve yıllardır dertlerine ortak olan Salih dede ile ufak bir tebessüm ederek bellemeden ellerini öpüp sarılmasına karşılık verdi.

"Hoşgeldin evlat." Diyerek sırtına şefkatle bir kaç defa vurdu. Kendi çocukları olmazsa da kendine evlat olan bu çocuğu kendi evladı gibi sever sayardı.

"Hoşbulduk Salih dede." Yaşlı adamdan ayrılıp sahafı keskin gözler ile taramaya başladığında herşeyin bıraktığı gibi olduğunu gördü. Kendisine huzur veren bir diğer yer ise bu küçük dükkandı. İnsanların önünden geçip gittiği ama bir dünyayı içine sığdıran bu küçük sahaf kendisine dünyaları bahşediyordu.

"Nasılsın evlat, bir problem yok. Yaralı değilsin değil mi?" Kendisine merkla bakan yaşlı gözlerin telaşını gidermek için kafasını salladı.

"İyiyim dede sorun yok merak etme. " Yaşlı adam genç adamın iyi olduğunu anlayınca bir kere daha gülümsedi.

"Geç otur sen ben çay getireyim, hemen gitme." Agâh zaten hemen gitmek için gelmemişti. İçini dökmek için gelmişti, şuan kendini anlayan birine ihtiyacı vardı.

"Sen otur dede ben getiririm çay." Adamın itiraz etmesine fırsat vermeden arka kısma geçerek iki ince belli bardağa çayları doldurmaya başladı. Yıllarını burada geçirmişti neredeyse, sınavlarına burda hazırlanmış, sevdiği kitapları burda okumuştu. Hüznünü de mutluluğunu da bu sahaf dükkanında kendisini bekleyen adam ile yaşamıştı.

Doldurduğu iki çayı da alıp içeri geri döndüğünde yaşlı adamın kendisini pencere kenarındaki küçük masada oturarak beklediğini gördü. Yeri sarsan adımları ile adamın yanına vardığında beklemeden çayları bırakarak kendisi de karşısına oturarak çayından bir yudum alarak dışarıda yağan yağmuru izlemeye başladı. Biraz ruhu dinlensin istiyordu.

"Hâlâ bıraktığım gibi dükkan." Diyerek yaşlı adama takıldı.En son beş ay önce gelmişti dükkana.Hiç bir zaman değişmemişti dükkan, hiç değişmezdi. Her geldiğinde bir değişiklik arar ama yinede bulamazdı.

"Alışkanlıklar kolay değistirilmiyor be evlat. Hem ben dükkanımı bu halinden memnunum." Sahte bir kızgınlık ile söylendiğinde Agâh bu duruma belli belirsiz gülümsedi ve sessizliğini koruyarak dalgın bir şekilde camdan dışarı bakmaya devam etti.

Salih dede Agâh'ın bir derdi olduğunu anlamıştı. Ne zaman bir sıkıntısı olsa soluğu burda alırdı genç adam bunu çok iyi biliyordu. Zorlu bir gençlik geçirmişti Agâh ve bunun en büyük tanığı kendisiydi. Her zaman elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışmış, dertlerine ortak olmuştu.

"Bir derdin olduğu aşikar çakır oğlum anlatta bir derman arayalım beraber." Normalde Agâh'ın anlatmasını beklerdi fakat bugün başka bir derdi olduğunu ve bunun canını çok sıktığını ilk bakışta anlamıştı.

"Bazen beni bu kadar iyi tanınan beni korkutuyor değil dede." Alay ile karışık söyledikleri yaşlı adamı güldürdü. İnsan sarrafı bir adamdı ve insanlı oldukça iyi analiz ederdi. Bu yılların vermiş olduğu bir yetenekti.

"Eee olsun o kadar evlat, elimde büyüdün sayılır." Haklıydı ne diyebilirdi ki? Onu bir tek karşısında ki adam bu kadar iyi tanıyabilirdi belki. Belki de ay tenli kadın...

"Onu buldum dede." Diyerek gözlerini yağan yağmurdan ayırmadan konuştuğunda yaşlı adam bir anda dikleşti.

"Nasıl buldun? Nerde buldun?" Şaşkındı yaşlı adam yıllardır Agâh'ın yana yakına aradığı kişiyi bir anda bulması kendisini şaşırtmıştı.

"Operasyonda buldum, gerçi öncesinde de görmüştüm bir restoranda ama ihtimal bile vermek istememiştim." O güne gitti aklı, nasılda kalbi tanıdık bir hisle çarpmıştı kadını gördüğünde.

"Operasyonda ne işi var bu kızın evlat?" Yıllardır dinlemişti Agâh'tan kadını. Yeri gelir günlerce konuşur, yeri gelir günlerce susardı ama bilirdiki derdi hep aynıydı.

"Onurlu bir Türk subayı olmuş dede, görsen..." Ah bir de benim gözümden görsen... Diyerek iç geçirdi Agâh. Karşısında duran adamın merak ile kendine baktığının farkındaydı lakin zihni kadının yüzüne dalıp gitmişti.

"Peki neden bu kadar hüzünlü bakıyor bu çakır gözler?" Salih dede şefkat ile sorduğuda Agâh yavaşça kafasını çevirerek yaşlı adam ile göz göze geldi.

"Hatırlamıyor." Kısa cevabı ile ikiside bir müddet sustu.

Yüreğimin aynasıydı, nasıl bu kadar yabancı bakar anlamaz ki divane yüreğim. Nasıl bakarda görmezdi? Akıl unuturda kalp nasıl unuturdu çakırlarımdaki ihtilali?"

"Konuştunuz mu?" Salih dedenin sorusu ile buruk bir gülümseme oluştu Agâh'ın dudağında. Ay tenini bile solumuştu...

"Yanından geliyorum işte." diyerek kısa bir cevap verip tekrar bakışlarını tekrar yağan yağmura çevirdi.

"Bir sebebi vardı evlat, inan bana vardır." herşeyin bir sebebi vardı bu dünyada buna inanırdı yaşlı adam. Buna inanır ve buna göre yaşamaya devam ederdi hayatını.

"Bir çok sebebi var dede biliyorum, o kadar güçlü bir kadın olmuş ki dede görsen hayran kalırsın ama gözlerinin ardındaki o hüznü hâlâ bir tek benden saklayamıyor." Düşüncelere daldığı ses tonu yaşlı adama ulaştığında Salih dede sıkıntılı bir soluk verdi. Agâh'ın artık mutlu olmasını ve yüzünün gülmesini istiyordu lakin bu zor duruyor gibiydi.

"Peki ne yapmayı düşünüyorsun?" Kadın ile ilgili merak ettiği bir çok şey vardı ama önceliği evlat saydığı bu genç delikanlıydı.

"Ne gerekiyorsa onu yapacağım dede." Kendinden emin sesi yaşlı adamı gülümsetti. Her zaman ne yapmasını gerektiğini bilen bir adam olmuştu Agâh ve bu her zaman yaşlı adamı gururlandırmıştı.

"Ne olursa olsun senin yanındayım evlat lakin ne yaparsan yap ama sakın kalp kırma hele ki bir kadının kalbini asla ama asla kırma. Onlar narindirler, naiftirler. Dışarıdan sert görünürler ama kırılmaya yüz tutmuş kalpleri vardır." Agâh bu cümleleri hep duymuştu yaşlı adamdan, ondan öğrenmişti belkide bir kadını kırmamayı.

"Kırmam dede hele onun kalbini hiç kırmam, dilim söylese yüreğim izin vermez merak etme." Soğumaya başlayan çayından bir yudum daha aldı. Dertleşmek için gelmişti buraya lakin içindekileri bir türlü dökemiyordu. Son bir kaç gündür fazlası ile yorulmuştu belki de bu yüzdendi hiçbir şey anlatamaması.

"Nasıl hissediyorsun peki?" Agâh Salih dedenin sesini tekrar duyduğunda sıkıntılı bir soluk alıp verdi.

"Çok sevdiği oyuncağını kaybetmişde bir anda bulmuş küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Bir yanım sevinç bir yanım hüzün. Garip bir ikilemdeyim, canımı alsalar gıkım çıkmazda yüreğime el sürseler o eli kırar atarım gibi. Herşeye herkese karşı dururumda o gelse dizlerimin üzerine çökermişim gibi hissediyorum." Agâh şiir gibi adamdı vesselam. Salih dede genç adamın konuşmasını sesini etmeden dinledi. Kendi içinde bir hesaplaşması vardı bunun farkındaydı.

"O zaman evlat herkese karşı dik duruşunu kaybetme, çökecekse de o dizler bir kadın için çoksün. Sen yürekli bir adamsın Agâh yüreğini yüreğinde olana teslim et." Ayağa kalkarak bardağını alıp sessizlik içinde arka tarafa doğru ilerlediğinde Ağah tek başına oturmaya devam etti.

Hayatın omuzlarına bindirdiği yüklerin arasına bir yenisi daha eklenmişti fakat o bir yük değildi ki kendisi için. Ne omuzlarına nede yüreğine yük değil güzel bir emanetti. Şimdi yapılması gerekeni yapacak ve yüreğini sahibine teslim edecekti. Belki de çok zor olacak belki de çok yıpranacak ve fazlası ile darbe alacaktı yinede bunlar onu durdurmaya yetmiyordu. Aklına koyduğunu yapan bir adamdı, aklına koyduğunu bugünden sonra yüreğine de koyacak öyle ilerleyecekti. Babası gibi yürekli bir adam olacaktı...

Düştümü cemre yüreğe, ruh esir olurdu baharın eşsiz renklerine...

 

Bölüm hakkında ki düşünceleriniz nelerdir.?

Loading...
0%