@ymaiii0
|
Bazen hayatının iplerini ne kadar sıkı kavrarsan kavra elinden kayıp gidiyor. İşte en güzel örneği kendimden vereyim. Ben ki doğunun hanımağası, Zadeoğlu aşiretinin biricik kızı ve coğrafyamın kadınları üzerine verilen hükümleri yıkıp kendim kadınlar üzerine en hafif hükümleri koyan kızım ama bugün hayatımı ilk defa başkaları yönlendiriyor. Asiliğim ile bilinen ben bugün bu olanlara karşı oldukça uysal davranıyordum. Birkaç saat sonra gelecek Mirhanoğlu aşireti ile hayatım onların ağasına bağlanacak, bu hükmü koymak isteyenler ve bu karar için can atanlar rahat bir nefes alırken benim nefesim benden alınacaktı.
Bitkindim. Yorgundum. Kızgındım. Ama en çok kırgındım. Beni ateşe atan ağabeyime, ben çok kırgınım. Ama yıkılmadım. Yıllardır yapmaya çalıştığım şeyde başarılı olmuştum. Bu sabah tüm doğuda duyulan zılgıt sesleri benim ruhumun yaralarına merhem oldu. Bir Mardin'in değil tüm doğunun kadınları benim acıma ortak oldu. Elimden tuttular. Mirhanoğlu konağından bile yükselen zılgıtlar en büyük galibiyetimin sembolü olmuştu.
Aynanın karşısında elbisemin belini düzelttim. Renkli giyinmiştim. Yıkılmadığımı tüm aileme göstermiştim. Birazdan gelecek aile için tüm konakta canhıraş hazırlık yapılıyordu. Ne olursa olsun en güzel şekilde ağırlanacaklardı. Ne de olsa doğunun hanımağası başağa ile sözlenecekti.
Elbisemin belimdeki dekoltesini düzelttikten sonra seçtikleri takılara doğru ilerledim. Herşeyimi uğraşmak istemediğim için yengem hazırlamıştı. İnce zarif bir altın kolye, birkaç eklem yüzüğü, bir iki ince Azra bilezik ve onu ilk gördüğüm gün taktığım şahmeranı seçmişti. Hepsini sırayla taktım, şahmeranı takarken aklıma gelen zifiri gözleri ile biraz oyalandım. Sadece elbiseyi seçmiş ve kalan herşeyi ona bırakmıştım. İçimden o adama hazırlanmak gelmiyordu ama berbat halde gözükmek istemiyordum. Hiçbir zaman kimsenin önünde yıkıldığımı göstermemiştim. Bugün bir erkek için asla göstermezdim.
Sarıya çalan krem tonlarında önü bağlama detaylı bir elbiseydi. Bel kısmım bağlama detayının alt kısmında olan küçük bir dekolte ile açıktaydı. Çok değildi ve zarif duruyordu. Elbisenin üzerinde yer yer siyah çiçeklerin desenleri vardı. Boyu ayak bileğimden iki karış yukarıda bitiyordu. Sade ama zarif bir elbiseydi ve bugün için fazlaydı bile hazırlığım. Oysa o olsaydı şimdi gelecek olan...
Niye yaptın ki bunu Ferzan... Niye beni yaktın? Ben bir umut oraya kadar geldim. Dedim ki benim Ferzan'ım yapmaz. Vardır bir sebebi, bu işte bir yanlışlık vardır. Gelmedin eğer gelseydin ölsem de berdeli kabul etmezdim. Belki inat diyeceksin, inadıma berdeli kabul ettin. Değil kaybedeceğini bir sevdiğim olmadığını, değerimi, yerimi ve zaten senin benden çoktan gittiğini oraya gelmeyerek gösterdiğinde en azından ağabeyimi kaybetmeyeyim dedim.
Onu affedebilir miydim bilmiyorum ama onu benim berdeli kabul etmeyişim yüzünden öldürselerdi kendimi affedemezdim bunu çok iyi biliyordum. Annemin gözündeki yaşa, babamın boynundaki yüklerin ağırlığına, abilerimin ve kardeşlerimin kalplerindeki o boşluğu gördüğümde zaten ölecektim ben, en azından ağabeyim yaşasın ama ben yine öleyim dedim. Asıl soru bu değildi ki zaten. Asıl soru ölen birini tekrar öldürebilir miydik?
Abim sabah hastaneden taburcu olmuş ve geldiğinden beri de avluda oturuyordu. Odasında kalmak istememişti. Yüzümüze bakamazken bile aramızda olmak istemişti. Geldiğinden beri odamdan çıkmamıştı ve aşağıya inmemiştim. Onu görsem affedecekmişim gibi geliyordu. Yüreğim abimin özlemi ile yanıp kavruluyordu. Oysaki sadece iki kat aşağı da ve birkaç adımlık mesafedeydi. Lakin yüreğime ondan kilometrelerce, okyanuslarca, kıtalarca uzaktaymış gibi geliyor.
O kıza yani Zerda'ya ne olduğunu sordurmuş ve sabah abim gelmeden önce haberini almıştım. Biz abimi hastaneye yetiştirirken abisi kızı kendi evlerine götürmüş. Ne olur ne olmaz diye konaklarına yakın bir yere iki adam göndermiştim. Mir Mirhanoğlu'nun sinirini de zalimliğini de duymuştum. Fakat hiç yüz yüze gelmemiştik. O kendi yoluna ben kendi yoluma bakardım ve birbirimizin işine çok el atmazdık. İlk gördüğümde sanki her zaman hayatımdaymış gibi hissettim. Sebebi neydi bilmiyorum ama sanki o zifiri gözlerinde kendime ait bir parıltı görmüş gibi oldum. Ama bu imkansızdı sadece bir his işte, beni korkutan hislerimin çoğu zaman doğru çıkmasıydı.
Kapım yavaşça tıklatıldığında kucağında biriciğim ile yengem bilmem kaçıncı kez odama girdi. Resmen tüm gün odamın yolunu arşınlamıştı. Ellerini bana doğru uzatıp avuçlarını iki kez açıp kapatan yeğenime ellerimi uzattım. Minik bedenini kucağıma aldığımda benimkiler gibi simsiyah olan buklelerinden öptüm. Yüzündeki gülümseme ile bizi izleyen yengem telefonunu çıkarıp fotoğrafımızı çekti. Daha 1,5 yaşındaydı. Bıcır bıcır hareketleri bugünün tüm stresini ve gerginliğini üzerimden atmıştı. Bir gülüşü benim için yaşam sebebiydi. Hani derler ya 'kız çocuk halaya benzer' diye bu algıyı tamamen yıkan yakışıklı yeğenim benim kopyamdı. Zaten dünden razı olan yengem tüm hamileliği boyunca yanında olduğum için oğlunun bana çektiğini söyleyerek naz yapar dururdu. Kısacası evimizin neşesi, miniği ve bana hayat olmuştu.
Kollarım arasındaki yeğenim ile yatağıma ilerledim. Oturttu onu yatağıma bol bol okşadım, sevdim, öptüm yanaklarını çünkü belki de bunlar onu doya doya son öpüşlerimdi. Atlas boynunu her öpüşümde gıdıklandığı için minicik ellerini iki yanağıma koyup uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yüzümü uzaklaştırdığımda çenemi ısırmaya çalıştı. Ne zaman kucağıma alsam çenemi salyaları ile ıslatıyordu ve sevdiği için birşey demiyordum. O kadar çok oynadık ki yatağımda kollarım arasında uyudu, kaldı. İki kişilik yatağımda tam orta kısıma minik bedenini yerleştirdim. Yavaşça üzerindeki hırkayı çıkardım. Üzerini her daim odamda bulunan battaniyesi ile örtüp kenarlarına yastıklarımı yerleştirdim. Çok hareketli bir bebekti. Ne olur ne olmaz önlem alayım.
Yengem zaten ben Ahlas ile oynarken annem çağırdığı için gitmişti. Bende oturup biraz makyaj yaptım. Saçlarımı taradım ve sıkı bir topuz yaptım. Tel tokalar ile sabitledim. Elimdeki şahmeran kendini hatırlatırcasına gözüme takıldığında çoktan zifiri gözleri zihnimde canlanmıştı. Ne diye bu zifiri gözlerde takılı kalmıştım? Oysa ben bir çift yeşile aşık olmamış mıydım? Neredeydi peki o yeşiller şimdi? O kızın yanında mıydı, dahi kimdi ki o kız? Galiba kendime acı çektirmeye gerçekten bayılıyorum.
Kapım yavaşça üç kere ritmik bir şekilde tıklandı. Gülümsedim. Bu kadar acım içinde gülümsedim. Şifresi ile bana geldiğini bildiren kardeşim yine yavaşça kapıyı araladı ve kafasını içeri uzattı. Sonra bir kafa daha içeriye başını uzattı ve bir tane daha...
Aren, Kuram ve Sonat yani üç silahşörler yan çar. Kardeşim Aren ve kuzenlerim uzattıkları kafaları ile tatlı olduklarını düşündükleri gülümsemeleri ile bana bakıyorlardı ve bir anda yere düştüler. Acılı sesleri odada yankılanırken kendimi tutamadım ve kahkaha attım. Onların da gülmesi ile odayı hatta konağı gülüş seslerimiz sarmaladı. Sanki hiçbir sıkıntımız yokmuş gibi, sanki zorla bu gece bir adama mahkum edilmeyecekmişim gibi, sanki abim sevdiği kızı seçerek beni kendine kurban etmemiş gibi, sanki sevdiğim, yüreğim, nefesim ve diğer tüm varlık sebeplerimde vuku bulmuş sevgilim beni yarı yolda bırakmamış gibi...
Sırayla birbirlerini kaldırdılar sonra benim varlığımı hatırlayıp aynı anda bana döndüler. Evet, benden birşey isteyeceklerdi. Birbirlerine bakıp hangisinin söyleyeceğinde karar vermeye çalıştılar ve en son üçlünün garibanı Kuram yavaşça elleri ile oynayarak bana baktı.
- "Abla çok güzel olmuşsun. Sana Doğu'nun güzeli diye boşuna demiyorlar zaten bugün yine bunu ispatlayacaksın. Abla şey ben yani biz senden birşey isteyecektik. Daha doğrusu of uzatmayacağım abla biz senin yanında olmak istiyoruz. Annemler istemeye katılmamıza izin vermediler ama bir senin yanında olmak istiyoruz. Lütfen izin ver." Gözyaşı yanağından süzüldükten sonra hızla kollarıma aldım onu. Aren neyse onlarda benim yüreğimde aynıydı. Kardeşimdi onlar benim ve canım acısa en çok onlar ağlarlardı. Kollarımda artık hıçkırarak ağlayan gözümde asla büyümeyen bu minik oğlan ise acımı kendi yaşıyormuş gibi ağlıyordu. Aren ve Sonat ise uzakta biri yere biri duvara bakarak ağlıyorlardı. Bizi bu hale düşürdün ya abi Rabbim seni bu hale düşürmesin...
Sırtını yavaş yavaş okşayabildim sadece çünkü dilimden hiçbir teselli çıkmazdı. Yaşadığım, yaşadığımız şeyin hiçbir tesellisi olamazdı. Ne ben artık teselli ile mutlu olurdum ne de ailem teselli ile yaralarımı sarabilirdi. Ben bu berdeli kabul ettim çünkü benim artık sadece ailem kalmıştı kaybedeceğim. Sevdiğim gitti, abim gitti, ben bittim.
Yavaşça iç çekişlere dönen ağlaması ile yüzüme baktı. Yaşlarının ıslattığı yanaklarını avuçlarım ile sildim. Ağlamaktan kızaran yanaklarına bir buse kondurdum. 17 yaşındaydı üçü de ama bugün büyümüş ablasının yanında olmak için çabalıyorlardı. Benim kardeşlerim ne ara büyümüştü? Daha dün avluda koşuyorlardı. Okuldan geleyim diye bekliyorlardı. Şimdi kaderimin zalimin biri ile bağlanacağı aileyi benimle beklemek istiyorlardı. Ben bunu nasıl kabul ederdim ki? Bunu onlar için yapıyorlardı, zaten bunu isteyen de bendim.
- Sizin katılmamanızı isteyen bendim. Ablam bak eğer bir sorun çıkarsa olur da size yetişemezsem ben asıl o zaman yıkılırım. Abilerimiz başının çaresine bakar. Annemleri de el birliği ile koruruz ama size yetişemezsek ben ne yaparım. Siz bu ailenin geleceğisiniz. Size her zaman ne dedim ben, bende önce kendi canım değil sizin canınızın önceliği var, bana eğer ki zaten huzursuz geçireceğim bu gecede bir de gönlüme sizin korkunuzu yerleştirmek istemiyorsanız beni dinleyin. Her zaman beni dinlediniz bir dediğimi iki etmediniz bugün de dinleyin. Bu gece bitsin sadece size ayıracağım kalan gecemiz tamam mı?
Gözlerinde buruk bir ifade vardı kardeşlerimin. Lanet ettim bu duruma, onların gözlerine bu burukluğu bırakan zihniyete...
Sadece kafa sallayarak onayladılar. Ama gözlerinde haylazlığı ile Sonat susmadı, susmasını da beklemezdim.
-"Eğer ki sana yükseltilen tek bir ses duyayım veya bize ters gelen bir hareket olsun düşünmeden aşağıya inerim. Konakta ayrılmayacağız. Seni burada odanda bekleyeceğiz ama dediklerim olursa bu sefer sözünü dinlemem ablam. Sonra bana kızma niye geldin diye." dedi. O hep böyleydi. Susmazdı, dili sivriydi ve bunu kullanmaktan da asla çekinmezdi. 'Üzüm üzüme baka baka kararmış seninle büyüdüm senden aldım dilimin sivriliğini' derdi. Yapardı dediğini, yaparlardı. Derin bir nefes aldım, verdim. Gözlerimi yumdum onay verdim.
Araba korna sesleri duyulmaya başladı. Geliyorlardı. Sonum olan başlangıcı yazmaya geliyorlardı. Zılgıtlar çekiliyor, kornalara ardı arkası kesilmeden basıyorlardı. Çok mutluyuz da bir bu eksikmiş gibi coşkuyla geliyorlardı. Üçü de bana yaklaşıp aynı anda sıkı sıkı sarıldılar. Bedenim onların kolları arasında kayboldu. Sözde ben ablalarıydım ama bedenim onlardan küçüktü. Ayrıldığımızda üçünün de yanaklarını okşadım ve gülümseyip kapıyı açıp kendimi dışarı attım.
Hafiften kararan semaya bakıp iç çektim. İçimden ettiğim dualara bir Rabbim şahitti. "Sen en iyisini bilirsin Rabbim, yaşatmayacağını veya yaşama seçimini elimize verdiğini hayal ettirmezsin. Sen bana yol göster, yüreğimdeki cehennem ateşini cennet ırmakları ile dindir. Tüm Doğu, Mardin, bu yer bu gök ve en önemlisi sen şahitsin ki ben bu ateşle nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum." İçli bir nefes daha aldım, yarım saat orada öylece durup ne yapacağımı düşündüm. Bir mucize bir yol diledim 'sizden haberdarız' diyen Rabbimden sonra birşey oldu. Küçük bir gölge işlemeli taş duvara düştü. Kahverengi süslü kanatlarındaki motifleri buradan bile belli olan bir kelebek...
O kadar güzeldi ki, dudak uçuklatacak bir güzelliği vardı. İnsanda alıp bir kavanoza koyup saklama isteği uyandırıyordu. Zaten insanoğlunun en büyük zaafı bu değil miydi? Zarar vereceğini bile bile umursamadan güzeli hapsediyor, elimizden kayıp gittiğinde ise hiç bize ait olmamış o güzellik için üzülüyor hatta isyan ediyoruz.
Uçan kelebek balkonun taş korkuluğuna konduğunda oraya yaklaştım. Gözyaşım tam göz pınarımda dururken onu salmamak için savaş veriyordum. Ana terasa düşen gözlerim bir çift zifiri ile karşılaştı. Dikkatle incelediği ben kavanoza kapatacağı o kelebek miydim? Hayır, kesinlikle değildim. Şu zamana kadar hiçbir avcı beni o kavanoza kapatamamıştı. O da kapatamayacaktı.
İhra Nova Zadeoğlu'nu Mir Mirhanoğlu'na bağladıklarında hayat İhra için duracaktır belki ama tüm doğu halkının bilmedikleri birşey vardı. Hanımağaları onun hayatını durduranları 'hayatımı durdur' diye yalvartacak hale getirirdi.
İnce kemikli parmaklarım trabzanları o kadar sıkmıştı ki parmak uçlarım buz tutmuş ve hissizleşmişti. Kapıyı onlara ben açmamıştım ama karşılamam gerekiyordu. Herşeyden önce bana öğretilen değer ve ilkelerime sadık kalmalıydım. Şu an kapıda büyüklerim vardı ve onları karşılamam gerekiyordu. Elbisemi düzeltip merdivenlerden aşağı inmeye başladım.
Adım atıyordum ama sanki her attığım adım birbirine dolaşıyor ve beni oraya gitmemem için zorluyordu. Ana avluya geldiğimde topuk seslerimden odak noktası oldum. Kulağımın üzerine çıkan küçük saç tutamımı kulağımın arkasına sıkıştırıp onlara doğru yaklaştım. Mirhanoğlu ailesinin en büyüğü olan Agit Mirhanoğlu'nun yanına gittim ve elini tutup öptüm ardından da alnıma değdirdim. Elini yanağıma koyup "Sağolasın güzel gelinim."dedi. Ne kadar çabuk kabullenmişlerdi?
Başımı hafif eğip yanında duran eşi Avşin Hanıma döndüm bu sefer, onunda elini öpüp alnıma koydum. Sırada kim varsa tam ona yönelecekken kollarımdan tuttu ve sarıldı. Durdum daha doğrusu dondum. Kal geldi o an bana, Avşin Hanım'ın kolları şevkatini hissettiriyordu. Ayrıldı benden yavaşça ve bende Mihriban Hanım ve Merdan Ağa'ya yani kayınpederim ve kayınvalideme döndüm. Onlarında ellerini öptüm ve Mihriban Hanım da bana sarıldı ama o daha farklı ve kalbimi derinden sarsan bir şey yaptı. Yüzümü iki yanağımdan kavradı ve alnımdan öptü. Ellerini öptükten sonra hepsine "Hoşgeldiniz" dediğim için ona ithafen "Hoşbulduk güzel kızım." dedi. Beni kızı yerine mi koymuştu yoksa laf icabı mı demişti? Peki benim kalbim niye böyle birden ısınmıştı?
Ona da başımı eğerek cevap verdim. Yüzü düşer gibi oldu ama hemen toparlandı. Bir anda bedenim iki çift kol ile sarmalandı. İki kız bana sımsıkı sarılıyordu. Gerçekten çok sıkı sarılıyorlardı ve bu nefes darlığı olan benim için pek iyi bir durum değildi. Çünkü yavaş yavaş nefes almam zorlaşıyordu. Kızların arkasına doğru geçip bizi ayıracakken kızlar kendileri ayrılmışlardı. Ama ayrılır ayrılmaz ikisinden de birer şaşkınlık nidası elleri ile kapattıkları dudaklarından firar etti. Bu da ailemin çevremi sarmasına neden oldu. Büyük ihtimalle yüzüm kızarmıştı. Ne zaman en ufak bir süre bile nefessiz kalsam yüzüm kızarırdı. Gülümsemeue çalıştım ve soluklanmaya çalıştım. Yengem de ne olduğunu soran Mirhanoğlu ailesine ve korktuğu belli olan kızlara nefes darlığım olduğu için böyle olduğunu anlatıyordu.
Bera ve Kara aile üyelerini biraz daha benden uzaklaştırdı ve bir bardak su içirdiler. Zaten sorunsuz şu geceyi geçirsem dişimi kırardım. Baştan böyleyse sonuna kadar neler olur tahmin bile etmek istemiyorum. Herkes sakinleşmiş ve ben de nefeslerimi düzene sokmuştum. Tabi ki merdivenlerden koşarak inen üçlüyü görene kadardı bu düzen.
Üçü de yanına gelmiş ve sinirli gözlerle Mirhanoğlu ailesine bakıyorlardı. Aren elimi tuttu ve bana dönüp fısıltı ile gitmeyeceklerini söyledi. Söz vermiştim, en ufak sıkıntıda geleceklerini söylemişlerdi ve daha ilk dakikada nefessiz kalmıştım. Kuram nefes spreyimi getirebileceğini söylediğinde gerek olmadığını söyledim. Galiba herkesi toplamak yine bana düşmüştü. Ellerim ile birbirlerine girdi girecek olan iki aileye hitaben salona geçmeyi teklif ettim. Babam bana bakıp yumuşak bir şekilde saçlarımı okşadı ve Mirhanoğlu ailesini önden içeriye buyur etti. İçeri giren aile ardından bana dönüp hasar kontrolü yaptı.
"İyiyim ben babam. Bu gece de bitsin rahat bir nefes alalım oturup konuşalım." dedim. Çaresiz bir nefes koyverdi. Gözlerini yumup onayladı ve saçlarımdan son kez öperek içeri geçti. Tüm abilerim de sırayla öperek içeri girdi. Üçüzlerim Bera ve Kara ile kuzenlerim Kuram ve Sonat yanımda kaldı. Birbirimize bakarken omuz silktim ve sinirlerimin bozukluğu ile kısık bir gülüş dudaklarımdan çıktı. Onları da içeri kovup mutfağa geçtim. Kahveyi pişirmeye başladım. 24 tane kahve fincanı çıkarttım. Bir de damat kahve setini çıkarmışlardı. Ne gerek varsa dedim içimden ama sonra bir dürtü ile 'olsun bunuda yapayım' dedim.
Bizim çocuklara ve kendime yapmama rağmen 25 fincan kahve çıkmıştı. Herkese orta şekerli yapacaktım. Bir fincana 5 bardaklık kahve sığıyordu. Çok sükür ki iki tane ocak vardı. Beş cezveye fincan ile sayı kadar soğuk su koydum. Üzerine kahveleri ve şekeri koyup soğuk hali ile karıştırdım. Böyle olunca bol köpüklü oluyordu. Ocaklara yerleştirdim ve elimdeki Şahmeran ile oynamaya başladım. Mutfak kapısından içeriye bana sarılan iki kız girdi ve arkalarından da başka bir kadın girdi. Yanıma gelip mahçup bir ifade ile gülümsediler. Çok güzellerdi ve birbirlerine benziyorlardı. Muhtemelen ikiz kızlar bunlardı. Aileyi araştırmış ve birkaç bilgi almıştım. Ama çok yüzeyseldi sadece kaç kişi olduklarını biliyordum.
Kızlardan biri elini uzattı ve yanımdaki çalışanlara bakarak çekingen bir ifade ile kendini tanıttı.
- "Merhaba yenge ben Mihri, yanımdaki de ikizim Mihriban. Görümceleriniz." dedi. Çok şirin gelmişti ve elimde olmadan elini tutarken kendimi ona gülümserken buldum. Mihriban'a dönüp ona da gülümsedi ve "memnun oldum, bende İhra Nova." dedim. Yanımızdaki kadın ikide bir yerinde kıpırdıyor, elleriyle oynayıp duruyordu. Ona doğru baktığımda bir anda sarıldı.
- "Merhaba elticim ben Rema dediğim gibi eltinim. Boran'ın eşiyim." dedi. Kıpır kıpırdı ve çok şirindi. Bu kızlar bana samimi geldiği için sanırım onlara sıcak davranıyordum. Kimi kandırıyorum ki zaten soğuk yapmayacaktım. Hele hemcinsimse asla ilk dakikadan soğuk yapıp kalplerini kırmazdım.
O böyle kıpır kıpırken sadece ailem ve yakınlarımın bildiği ve gördüğü içimdeki küçük kız çocuğu ellerini birbirine vurarak zıplıyor, gülüp duruyordu. Yanaklarını içini ısırıp gülümsedim. Koluma dokunan Makbuş ile ona döndüm. Kaşları ile ocağı gösterince telaşla oraya döndüm. Allah'tan taşmamıştı. Köpüklerden tatlı kaşığı ile eşitçe bardaklara paylaştırdım. Sonra kahveleri de üzerine ilave ettim. Kızlar aralarında kıkırdasalar da kulak asmadım. Sunumların yanına küçük Mardin lokumu ve makaron yerleştirdim.
Kızlar yardım etmek isteyince diğer tepsileri ellerine verdim ve bir tepsiyi de kendi elime aldım. Yengem de elinde O'nun! kahvesini getiriyordu. Kızlar odaya geçtiğimizde diğerlerine kahveleri dağıtırken bende önce dedelere ve eşlerine, sonra Mihriban Hanım ve Merdan Ağa'ya, anneme ve babama kahvelerini ve sularını verdim. Sıra ona gelmişti ve herkes susmuş bizi izliyordu. Yengemden onun sunumunu alıp tepsiyle önüne eğilip koydum. Yüzüne bile bakmamıştım ama onun sert soluğunu duymuştum. Yanındaki yerime oturduğumda kulağıma hafif eğilip "Bu elbisenin beli niye dikişsiz! Terziye vermeyi mi unuttun kadın!" dedi. Sesi sert ve sinirliydi. Ama bana yaklaşıp konuştuğunu kimse fark etmemişti. Bende duymamazlıktan geldim hatta yukarıya çıkan dekolteyi aşağı çekerek düzelttim. Sinirli bir nefes aldı ve kahvesine uzandı. Tuzla falan uğraşmamıştım. Bunun onunla zorunlu olarak evlenmem ile bir alakası yoktu. Sevmediğim bir adettir ve yapmadım.
Kahvesini içerken yandan yüzüne bir bakış attım. Sert çehresi, keskin yüz hatları ve giyindiği takım ile kesinlikle kusursuz görünüyordu. Ne de olsa yiğidi öldür hakkını yeme demişler.
Yüzü içtiği yudumdan sonra bana döndü. Gözlerini kısmış sinirle bakıyordu. Fincanı tek seferde kafasına dikti. Sanki kötü yapmışım gibiydi surat ifadesi, ama herkes beğenilerini sıralamıştı. İnadına yapıyordu, mis gibi kahvemi beğenmemiş gibi yapıyordu. Sağ eli ile suya uzandı ve onu da tek dikişte kafasına dikti. Zorla yutkundu ve yutkunuş sesi odada duyuldu. Ardından herkes onun bu haline kıkırdadı ama ne oluyordu Allah aşkına?
Mihri ve Mihrimah abisine yaklaşıp "Tuzu çok kaçtıysa ondandır. Al abim lokum ye de ağzın tatlansın." dedikleri an mutfaktaki gülüşmeleri geldi aklıma ve neler olduğunu anladım. Kızlara gözlerimi kısıp baktım ama daha çok güldüler. Abilerine lokum yedirdiler ve o an Mir öksürmeye başladı. Kızlar gülerken ben telaşla ayağa kalkıp sırtına vurdum. Yengemin verdiği suyu alıp ona uzattım. Sertçe elimden çekip aldı ve kafasına dikti. Lokumlara da yapamazsınız ya abimiz bu adam sizin!!
Gülüşmeler bitmiş herkes eski yerine geçmişti. Benim abilerim onun yüzüne yüzüne sırıtıyorlardı. Tabi büyük abilerim hariç. Agit Ağa boğazını temizler gibi yapıp sessizliği sağladı ve o malum sahneye geçmiş bulunduk. Dedemler toparlandı ve abimler de az önceki sırıtmalarını sildiler. Agit Ağa dedemden müsade isteyip konuşmaya başladı.
- " Bilirim pek iyi bir ziyaret sebebi değildir bu ama inşallah hayırlara vesile olur. Kızımızın ve oğlunuzun yaptığı hata abi ve kardeşlerine maal oldu. Öncelikle şunu altını çizerek belirteyim Adil Ağa torunun artık benim kızımdır. Bana emanettir. Canımdan bilip, canına zeval gelmesine müsaade etmem, etmeyiz. İçiniz rahat olsun kızınız kızımızdır ve en iyi şekilde yaşamına devam edecektir." Uzun konuşmasından sonra bir nefes aldı. " Allah'ın emri peygamber efendimiz Hz Muhammed (sav) kavli ile kızınız İhra Nova'yı oğlumuz Mir'e istiyoruz."
Dedem acılı gözlerini babama ve bana çevirdi. Babam ve ben bakıştık. Gözlerimi yumdum ve açtığımda gözlerimin odağı başı yerde karşımda oturan Ahdar ağabeyimdeydi. Babam "iznim vardır" deyince saniyelik kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama ben onun gözlerinde saf acı ve pişmanlığı gördüm. Bu bakışlar içimi bir nebze olsun ferahlattı. En azından pişman dedim, en azından hatasının nelere maal olduğunun farkında dedim.
- "Fakat kızım benim kıymetlim, biriciğimdir Agit Ağa. Tek kirpiği bile titresin Allah şahidimdir ki Mardini başınıza yıkarım. Ben onun tek bir anda bile canının yanmasına müsade etmedim. Eğer bir gün olsun kızımın üzüldüğü kulağıma gelsin yada üzüldüğünü hissedeyim yine Mardini başınıza yıkar kan davası falan dinlemem kızımı alırım. Bir Ah! deyişine bakar koşup gelmem. Sözlerimi tehdit olarak algılamayın sadece başınızı çevirin ve Zadeoğlu aşiretinin biricik kızı uğruna hem ölecek hem de öldürecek olan bu adamlara bakın, sözlerim olurda dediklerim olursa yapacaklarımın teminatıdır!" dedi ve benim bir damla gözyaşım gözlerimden firar etti. Dayanamadım ve kalkıp önce dedemin sonra babamın elini öptüm, alnıma koydum. Herşeyimi onlardan öğrenmiştim. Hiçbir şeyimi eksik etmemişlerdi. Maddi ve manevi...
Herkes ayağa kalkmış ve ben ile Mir Ağa yan yana gelmiştik. Kulağıma hafiften eğilip " Tuzun hesabını sonra soracağım, verdiğin mesajı da ayrı konuşacağız Zadeoğlu!" dedi. Ne mesajından bahsediyordu bu Zalim Ağa?
" Ne mesajından bahsediyorsun bilmiyorum ama ben tuzla falan uğraşmam. Yapsam zaten anlardın." Onunla ilk konuşamı da böylelikle yapmıştım. Gözlerime baktı ve kafasını yavaşça salladı. Mesaj dediği şeyi de şimdi anlamıştım. Eskiden tuzlu kahve yapılan damat gelinin onu istemediğini anlar ve evliliğini ona göre yönlendirirdi. Bundan bahsediyordu. Evet, onu istemiyordum ama yine de mecburdum. İşte bu mecburiyet ve elime takılan bu yüzük beni yakıyor lakin kül olmama izin vermiyordu. Çünkü cehennemde azap çeken günahkâra yapılan gibi tekrar tekrar yakıyordu. Lakin burada günahı işleyen ben değildim, ama yanan bendim.
Kurdeleyi dedem Adil Ağa kesti ve dönüp derince alnımı öptü. Bileğime aile yadigarı bilekliği, Mir'e de adet olduğu için antika bir saat taktı. Bu bileklik ailenin kızlarına evliliğe ilk adım olan istemede söz kesildikten sonra takılırdı. Yıllar sonra doğan tek Zadeoğlu kızı olan ben berdel hükmü üzerine bu bilekliği takıyordum. En büyük farkım buydu. Mirhanoğlu ailesi de birkaç bilezik, iki set, birkaç yüzük ve birde saat takmıştı. Söz için çok fazlaydı bunlar, daha nişanı, kınası, düğünü vardı bunun. Neyse en azından altın seviyordum ve takılanlar da eski motifli değildi.
Mihriban Hanım yanıma gelince ona döndüm. Elinde kadife bir kutu ile bana gülümsedi ve kutunun kapağını açtı. Kutuda ikili tasarım bir yüzük vardı. Antika olduğu ortada olan yüzüğün işlemeleri oldukça modernize işlenmiş ve taşları ile de tamamlanan son görüntüsü her çağa uygun olduğunu belli etmişti. Gözleri dolu dolu bana gülümsedi ve elime uzandı. Ardından oğlunun da eline uzandı. İkimizin elini üst üste koyup sıkıca tuttu.
- " Gelinime bir hediye vermek istedim ve bunun en uygun hediye olacağını düşündüm. Hediyeden çok sana vereceğim bir emanet bu kızım. Bu da benim ailemin bana emanetiydi. Bu yüzüğün kolyesi şu an diğer kızım, gelinim Rema'm boynunda taşıyor. Yüzüğü de senin parmaklarında can bulsun istedim. Eğer kabul edersen beni çok mutlu edersin. Etmezsen de asla kırılmam, canın sağolsun derim." dedi. Ben bu hediyeyi kabuk edemezdim. Çok değerliydi. Maddi olarak da ne kadar değerli olursa olsun bu Mihriban Hanıma ailesinden yadigârdı. İtiraz edecektim lakin annem ve babannem bana gülümseyerek yüzüğü işaret ettiler. Nefesimi verdim ve gözlerimin içine bakan kadına gülümseyerek başımı salladım. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Kutudan yüzüğü çıkardı fakat kendisi takmadı. Oğlunun eline tutuşturdu. Kendi elini elimizden çekince, ikimizin elleri birleşmiş haliyle ortada duruyordu.
Elimi nazikçe tuttu ve yüzüğü parmağıma taktı. Herkes birbiri ile vedalaşırken bizde ellerimizi ayırmıştık. Ben onun ailesi ile oda benim ailem ile vedalaşmıştı. Çok şükür bir sıkıntı daha çıkmadan bu gece bitmişti. Herkesle beraber dışarı konağın kapısının önüne çıkarken o yanıma adımlamış bedenimi, belimden tutarak kendine çekmişti. Kulağım ve boynum arasında nefesini hissettiğimde nefesimi tuttum. Bu yakınlık fazlaydı. Ellerimi omuzlarına koyup onu itmeye çalışsam da nafileydi. Bedeni milim oynamamıştı, aksine belimi daha sıkı kavramıştı. Kimse etrafta yoktu ve kimse görmeden bu halden kurtulmam gerekiyordu. Birisi görse yanlış anlayabilirdi çünkü yanlış anlaşılmaya çok müsait bir haldeydik. Dudakları kulağıma iyice yaklaşmış ve sesi kulağıma geldiğinde bedenim alev almıştı.
- " Evime, yanıma ve hayatıma hoş mu geldin gök gözlü yâr..."
Gök gözlü yâr mı? Allah'ım bu nasıl bir hitap böyle. Sanki beynim, bedenim, düşüncelerim onun buyruğu altındaydı ya da çoktan benim emirlerime itaatsizlik ediyorlardı. Hâlâ benden uzaklaşmamış olması ise cabasıydı. Kafası hala boynumdaydı ve nefesi boynumu huylandırıyordu.
Burnu boynuma değdiğinde bedenimden bir elektrik akımı geçti. Yüzlerce volt elektrik yemişe döndüm. Burnu boynuma sürttüğünde huylandım ve geri adım attım, atmaya çalıştım. Bedenimi tutmuş bırakmıyordu.
- " Hoş mu geleceksin evime, odama, aileme İhra Nova Mirhanoğlu? Yoksa seni de beni de yakacak mı bu alevler?" dedi ve boynumu öptü. Son kez burnunu boynuma sürtüp uzaklaşmaya başladı ama o iş o kadar kolay değildi. Takımının yakasından tutup kendime çektim. Burun buruna duruyorduk. Beni etkileyeceğini düşünüyorsa avucunu yalardı. Her erkeğin teması veya yakınlığına etkilenseydim şu an bu konumda olmazdım.
Bu sefer ben onun boynuna yaklaştım ama hesaba katmadığım kokusu ciğerlerimi doldurunca kısa bir an duraksadım. Çok kısa bir süreydi ve bu süre bana artı olarak dönmüştü. Bedeni kasılmış öylece duruyordu. Burnum boynuna değdiğinde durdum ve nefesimi bilerek boynuna üfledim.
- Peki sen Mir Mirhanoğlu? Hoş mu geleceksin yoksa seni yakmama izin mi vereceksin? Eğer böyle yakınlaşarak beni etkileyeceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Bir erkeğe en ufak şeyde kapılıp gitmem. Ben senin ailene yaraşırım da senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim Zadeoğlu damadı. Bakalım sen aileme yaraşır bir damat olacak mısın? Sonuçta Zadeoğlu aşiretinin biricik damadı olacaksın. Kolay iş değil!
Söylediklerimi desteklercesine ondan uzaklaşıp gözlerinin en içine bakıp meydan okudum. Bakışları öyle yoğundu ki insanı zifirilerine hapsediyor, kilitliyordu. Ona içten bir şekilde güldüm. Gerçek gülüşümdü bu, öyle ki iki yanağımdaki gamzelerimi gözleri önüne sermiştim. O gamzelerime bakakalırken ben çektiğim yakasını ellerimde düzelttim. Tam o an arkasında onu gördüm. Ferzan'ı...
Silmedim gülüşümü yüzümden, çekmedim ellerimi yakasından. Bunu o istemişti. Beni o kaybetmişti. Ben onun elinde bir oyuncak değildim. Hiçbir kadın veya erkek karşısındaki kişiyi seviyor diye ona esir olacak değildi. O gidecek ben bekleyeceğim, o gelecek ben yanında olacağım. Yok öyle...
Yakasını düzelttim ve şahmeran olan elimi Mir'e uzattım. Elime ve elimdeki şahmerana baktı. Gözlerinde bir parıltı gördüm. Elimi tutup kendine çekti ve alnıma derin bir öpücük kondurdu. Elleri ile yüzümü iki yandan avuçları arasına aldı ve " Sana nasıl geleceğim senin elinde Zadeoğlu kızı. Senin seçimin benim davranışlarımı etkileyecek. Biliyorum Zalim Ağa'yım ben fakat benim zalimliğim kötü olana, kötüye karşı çıkmayanadır. Abisi ve kız kardeşim uğruna feda edilen bir kadına değil. Hele de bu kadın benim hayatıma giren kadınsa asla!" dedi ve telefonumu istedi. Açıp eline verdiğimde galiba numarasını kaydediyordu. Kendi telefonunu da benden çaldırdı ve beni de kendine kaydetti.
Telefonun ekranını kapattı ve bana uzattı. Topuzumun kenarından kaçan bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve boyunu boyuma eşitlemek için eğildi.
" Sen artık zahmet etme, ben elbiselerini büyük bir zevkle terziye veririm. Sen vermeyi unutuyorsun malum." diyerek hala eli üzerinde bulunan açıkta kalan belimi işaret etti. Şirince gülümsedim ve aramızda bir savaşın yaşanmayacağı huzuru ile son kelimemi Ferzan'ın gözlerine bakarak söyledim.
- Ben giydiğimde karışamayacaksın ve terzi işine gelirsek. Tasarımını kendim yaptığım elbisemi bu kadar beğenmen gururumu okşadı müstakbel kocacığım.
Arkamı dönüp konağın kapısına kadar ilerledim. Arkama dönmeden çaktırmadan yandan baktığımda elleri cebinde arkamdan bakıp, içeri girmemi bekliyordu. Ferzan ise aynı yerinde kilitlenmiş gibi bana bakıyordu. Burnum sızlıyordu. Tepeye gelmeyen adam bugün söz günümde kapıma geliyordu.
Elimdeki telefon ardı ardına titredi. Burnumu çekip içeri girdim, kapıyı da ardımdan kapadım. Ekranı açtım ve bildirimlere baktım. Mihri, Mihrimah ve Rema takip isteği atmış ve kesilen söz kurdelesinden dökülen inci tanelerinin olduğu bir fotoğrafımızı bizi etiketleyerek paylaşmışlardı. Bir yerden başlamam lazımdı. Eğer dediği gibi benim ona yaklaşımım onun bana olan yaklaşımını etkileyecekse elimden geldiğince ve onun da yaklaştığı miktarda iyi yaklaşacaktım. Fotoğrafları beğendim ve isteklerini kabul ettim. Numaralarını zaten Mihri kaydetmişti.
Tam o an aklıma onun kendisini ne diye kaydettiğine bakmadığım geldi. Rehberime girdim ve aramaya başladım. Gözümden bir damla yaş düştü ve onun kendini kaydettiği sembole damladı. Kendini bir sembolle kaydetmişti. Beni balkonda gördüğünde bir kelebeğe mucizem olarak bakmış ve onaumut bağlamıştım...
O kelebeği sadece ben gördüm sanmıştım ama kendini kaydediş şekli onun da gördüğünü göstermişti. Çünkü kendisini kelebek sembolü ile kaydetmişti...
🦋 Kişisi kaydedildi... (22.43)
..........3. Bölüm sonu..........
|
0% |