@yonsuzpusula
|
1.BÖLÜM "KINALI KADININ ÇİÇEK KIZI" Şemsi Tebrizi der ki; kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatın hakimisin, ne de hayat karşısında aciz. Niye peki ben akan bu hayata karşı bu kadar acizdim. Uçamasın diye kanatları kırılmış bir kuş gibiydim. Tebrizli Şems'in dediği güzergahı da bilmiyordum. Yabancıydım ben buralara. Kaçamıyordum. Nerede o dönemeçler? Nerede o saklanabileceğim, kaçabileceğim sapaklar? Yoklar hiçbiri. Dümdüz bir yol vardı sanki önümde. Dikenlerle, sipsivri taşlarla bezeli bir yol. Biri de beni yürümem için arkamdan ittiriyordu. Nefes aldırmıyor, bir soluk çekmeme izin vermiyordu. Dizlerimde düşmekten yara olmuştu. Ne dermanım vardı ne de takatim? Bilmediğim tanımadığım yollardı buralar. Ne çiçek vardı, ne bir ot, ne de bir tomurcuk. Güneş bile kendini esirgemişti. O bile umudunu kesmişti belki de. Yarım kalmışlıkların yoluydu. Tam olamamışların. Benim gibilerin. Biri gelip tohum atmadıkça, bakmadıkça hep çorak kalacaktı. Elimdeki kağıtta yazan şiire takıldı gözlerim. Bu şiirdeki baharı özlemişti benim kalbim. Kış ise gölge gibiydi. Nereye gidersem ardımdan beni takip ediyordu. Ayak izlerimi kapatıyordu ardımdan. Peşimden biri gelip de gönlümdeki çiçekleri yeşermesin diye yapıyordur belki de. Ama bildiği bir şey vardı. Çiçekler açması gereken zamanı bilirdi. Kağıdı yaklaşık beş dakikadır evirip çeviriyordum. Bu şiir neden yazılmıştı, bal böceği ne demekti? Orman gözlünün kim olduğu zaten belliydi. Gözümün önünde elime kitabı tutuşturduğu andaki silüeti geldi. Yeşil yeşil gözlerde kaldım biraz. Kavisli kaşları, uzun boyu ve heybetli cüssesi gözümde canlandı. Sonra da kendimi toparladım. Klasik yürüme taktiklerinden biri sanırım diyerek geçiştirdim. Çok da şey etmeye gerek yoktu o halde. İçeriyi bir zil sesi doldurdu. Başımı kaldırdığımda karşımda babam vardı. Babamı unutmuştum. Kim bilir ne kadar bekletmiştim o yağmurun altında babamı. Dışarıya baktığımda ise yağmurun kesildiğini akşam karanlığının ise iyice bastırdığını fark ettim. Elimdeki kağıdı hızlıca kitabının arasına sıkıştırdım. Babam bu kağıdı görmemesi gereken kişilerden biriydi. Diğeri ise meraklı kardeşim Ahsen'di. “Hadi kızım kitaplarını alalım da eve geçelim.” “Tamam babacığım.” Bir kucak dolusu kitabımla, yeni dostlarımla evinin yolunu tuttum. 🐝 Melekler, peygamberler, koruyun bizi! İster kutsal bir varlık ol, ister şeytan, İster cennet yelleriyle gel, ister cehennem alevleriyle, İster iyiliğin belirtisi ol, ister kötülüğün Öyle garip bir geliş ki bu gelişin senin, Konuşacağım seninle, adını söyleyeceğim sana; Hamlet, kralım, babam, büyük Danimarkalı!..
Öğrencilik zamanlarımdan kalma Shakespeare piyeslerinden biri vardı elimde. O meşhur ‘olmak ya da olmamak…’ cümlesinin geçtiği kitap. Zamanında severek okuduğum ama şu an odaklanmakta zorlandığım için pek de keyif alamadığımı söyleyebilirim. Odaklanamama sebebim ise evin şu an ki ortamıydı. Klasik aile akşamlarından birini yaşıyorduk. Şu an tam karşımda her Türk ailesinde rastlayabileceğiniz bir manzara vardı. Günün iş yorgunluğunu atmaya çalışan babam Babam kanepede kurulmuş maç özetlerini izliyor, annem babamla televizyon kavgası yapıyordu. Bu akşam dizisi varmış. Çok kritik bir meseleydi tabi. Ben elimdeki kitapla bakışıyordum okumak yerine. Veterinerlik okuyan ortancamız Ahsen ise orta sehpanın önüne çökmüş dikiş atma alıştırması yapıyordu. Daha doğrusu yapamıyordu. Dikişi yorgan diker gibi atmıştı yeteneksiz kardeşim. İleride ilgileneceği hayvancıklara üzüldüm şu an. Önündeki dikiş kiti ise yeterince örselenmiş gözüküyordu. Küçük tekne kazıntımız Sevinç ise yerde uzanmış televizyondaki futbolculara garip garip sesler çıkarıyordu. Ahsen'den 18 yıl sonra dünyaya gelmişti Sevinç. Babamın üç kız hayali Sevinç ile tamamlanmıştı. “Akif ver şu kumandayı artık. Dizi var senin maç sevdan yüzünden izleyemiyorum.” Annem babamın umursamaz hallerine daha fazla kayıtsız kalamamış olacak ki muazzam bir atiklikle babamın elindeki kumandayı alıp dizisini açmıştı. “Nazan iki dakika maç keyfi yapıyorduk şurada ona da limonu sıktın.” Bir gözüm ikisinin üzerindeydi. Kavga ederkenki halleri bile keyif vericiydi. “Maçı izliyorsun zaten be adam. Özetini niye izlersin ki ben anlamıyorum.” Gayet mantıklı bir soru sormuştu annem. “O da benim bileceğim iş. Demek ki izlemek istiyorum.” Elimdeki kitap iyice sıkıcılaşmış olacak ki kitaba değil çevreme odaklanmaya başlamıştım. “Tüm gün lokantada iş güç müşteriler derken yeterince yoruldum bir televizyon keyfi yaptırmadın Nazan.” İki katlı müstakil evimizin giriş katını ve bahçeyi kaplayan küçük bir lokantamız vardı. Geçimimizi sağladığımız, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz bir yerdi. Evimizin ikinci katında da biz yaşıyorduk. “Kızlar hadi çay yapın da içelim. Belki yorgunluğumu alır.” Karadenizli babanın arşı bile titreten o cümlesi tüm salonu doldurmuştu. Çayın garip bir dinlendirici sakinleştirici tarafı vardı. Yorgunlukta, Önemli anlarda hatta kırk derece sıcakta bile kendini arattıran bir tarafı vardı. Babam ikimize gözlerini çevirmiş bakarken Ahsen'le tahtaya kaldırılmamak için öğretmenle göz teması kurmamaya çalışan öğrenciler gibi gözlerimizi kaçırıyorduk. “Hadi kızlar kime diyorum!”Felaket çanları çalıyordu. Ne yapacaktık? Tabi ki de kıdem basacaktık. “Ahsen hadi ablacım çay koy da içelim. Hem biraz mola vermiş olursun.” Mahzun mahzun bakan kardeşimle göz göze gelmiştik. Dikiş atmayı beceremedikçe kızarmış, yüzü al al olmuştu sinirden. Dokunmayın çok fenayım der gibi bakıyordu. Ama artık o dikiş setinin başından kalkması gerekiyordu. “Kızlara dokunma ders çalışıyorlar. Hem bugün onlar da yoruldu. Bu akşam sen yap çayıda içelim koca herifim hadi.” Hürrem sultan cilvesiydi bu. Her koşulda işe yarardı. Babamın yüzünde sersem bir gülüş oluştu. Hassas noktalarından darbeyi yemişti. Annem kurtarıcı cümlesini ‘koca herifim’i sonunda söylenmişti. En büyük kıdemi Hürrem sultan basmıştı. Babam hiç bir şey diyemeden yüzündeki şapşal ifadesiyle mutfağın yolunu tuttu. Ahsen’le beraber ağzımız açık onların bu hallerini izliyorduk. Ne diyebilirdi ki zaten?! Nazan hanım Valide sultanlık gücünü kullanmıştı bu sefer. Cilveyle söylenen emir kocasının demir gibi inadını kesmişti ne de olsa. Ben ise elimde can çekişen kitabı yana savurarak küçük kuzumun yanında bittim. Sayın Shakespeare’den özür dileyerek yaptım bunu. Çünkü küçük kuzumla oyun oynama vaktimiz gelmişti. Çipil çipil bakan gözleri beni davet ediyordu. Tabi benim o halimi gören Ahsen durur mu?! Benden aldığı cesaretle dikiş atmak için aldığı alıştırma kitini salonun bilinmez köşelerine fırlatmıştı. Annem temizlik yaparken bulursa bunun hesabını sorardı ya neyse. Küçük kuzumuzun yürüme zamanlarına gelmiştik. Ahsen'le beraber oyun bahanesiyle alıştırma yaptırıyorduk. Küçük bezli poposundan hafif hafif destek veriyorduk. Ellerinden tutarak yürütmeye çalışırken Ahsen de onun karşısında dikkatini çekeceği hareketler yapıyor, küçük oyuncakları sallıyordu. Ahsen bizden de sıkılmış olacak ki bizi terk edip kanepeye attı kendini. “Abla bugün kitap almışsın bakayım mı? Belki benim de okuyacağım bir şeyler vardır?” Küçük kütüphanemden ara da bir faydalanıyordu canım kardeşim. O da benim gibi kitap okumayı seviyordu. Çok büyük olmasa da bir Edebiyatçıya göre geniş bir kütüphanem vardı. İlerde bir gün kendi küçük kütüphanemi okullara bağışlamak gibi hayallerim de vardı. “Odamızda poşetin içinde kitaplar. Hazır gitmişken kitapları kitaplığa yerleştirir misin? Ayak altında kalmasın.” Bizim ufak sohbetimiz küçük kuzunun bizi kıskanmasına sebep olacak ki elini ışık hızında saçlarıma atmıştı. “Tamam abla.” diyen Ahsenin sesini o hengamede zor duydum. Gelir gelmez kitapların olduğu poşeti odaya savurmuştum. Kitapları yerleştirmeye bile fırsat bulamamıştım. “Ablaaa! Sen şiir kitabı mı aldın?” Yatak odamızdan yükselen ses benim celladımın sesiydi. Yoksa Sevinç’in saçlarımı çekiştirmesi beynimin yerine gelmesini mi sağlamıştı. Zira kitapçıda şiir yazılı kağıdı alelacele kitabın arasına tekrar sıkıştırmıştım ve hâlâ o şiir kitabının arasındaydı. O kitap da şu an hiç olmaması gereken yerde Ahsen'in elindeydi. Eğer görürse büyük biterdim. Yıllarca dilinden düşmezdim. Azrailimdi bu kız benim. Elindeki kitap da ölüm fermanım. Sevinç’in kıskaç gibi ellerinden kurtulup anneme çaktırmayacak kadar hızlı bir şekilde odaya koştum. Çok şükür ki dışını inceliyordu. “Öğrencilere soru hazırlamak için almıştım. Okumak için değil.” “Sen zaten pek şiir okumazsın ablacığım.” Bacımda mantık zirve. “Sen de sevmezsin zaten. Senin seveceklerin bunlar.” Diyerek aldığım diğer kitapları eline tutuşturdum. Elindeki saatli bombayı bırakması için çabalıyordum. “Tamam ablacığım ama bu da güzelmiş. Dur bakayım içinde nasıl şiirler var.” Bakmamalısın. Bakmamalılar. Bakmamalıydılar. Ne saçmalıyorsam. Al elindeki kitabı kaç işte. Elimi uzatacağım esnada kitabı açmıştı. Şansıma tam da kağıdın olduğu sayfayı açmıştı. Eyvahlar olsundu. Kağıdı kitabın arasından alıp parmaklarının arasında evirip çevirmeye başladı. “Abla bu ne? Daha doğrusu bunu kim buraya bıraktı? Orman gözlü kim? Neyse hepsini boş ver. Ne zaman evleniyorsun? Asıl sormam gereken soru bu.” Nasıl da sonuç odaklıydı canım kardeşim. Hatice hiç tipi değildi. Neticeye ulaşma çabasındaydı. “Saçma sapan konuşma canım kardeşim benim!!! Öylesine bir kağıt işte.” Konuyu bir şekilde geçiştirmeliydim. Evet bunu yapmalıydım. Tek kurtuluşum buydu. “Pek de öylesine değil bence. Kim yazdı bunu?” “Kimse yazmadı.” Cevabım oldukça netti. “Kim koydu peki bunu kitabın arasına?” Pes etmeyecekti. “Kimse koymadı.” Yine nettim. Yüzündeki bezmiş ifadeyle bana döndü. “Abla beni geçiştirme. Hayalet casper gelip yazacak hali yok ya. İllaki biri yazmış, koymuş kitabın arasına sen gör diye.” Pes ettirmişti beni. Amacına ulaşmıştı. “Susmayacaksın di mi?” Susar mı? Eline koz verdik bir kere. “Gerekli cevapları almadan asla.” İddialıydı. İpin ucuna ulaşamazsa o iple beni boğabilirdi. “Senin istediğin cevaplar bende yok canım kardeşim. Gel biz çayımızı içelim. Takma bunları kafana.” Koluna girmiş odaya çekiştirdiğim esnada hamlemi anlamış olacak ki kolunu benden kurtardı. “Abla ya!!! Anlat çabuk.” Canımdan bezmek üzereydim. İmdatttt!!! “Kitapçıda bir adam vardı. Kitap seçerken yardımcı olmuştu. Büyük ihtimal o bıraktı.” “Nasıldı? Ne konuştunuz? Boyu uzun muydu? Ses tonu nasıldı? Ya da hepsini boşver. Adam yakışıklı mıydı?” İflah olmazdı bu kız. “Ne bileyim kızım ben. Adamın tipine mi baktım?!” Baktım tabi. Uzun boyunu süzdüm biraz. Girdap gibi içine çeken gözlerine de baktım. Ay ne diyorsam ben. “Ablaaa!!!” Elindeki kağıdı tekrar evirip çevirdi. Daha detaylı inceledi bu sefer. “Şiir de güzelmiş. Ama insan bir telefon numarası falan koyar. Nereden bulacağız biz bu adamı.” Artık ciddiye alma kotam dolmuştu. “Adam da eskorttu ya zaten Ahsen. İletişim için numarasını yazmayı unutmuş ablacığım mazur gör bu seferlik. Hatta söyleyelim bir dahaki sefere kartvizit de bastırsın. Manolya masaj salonu diye de yazdıralım ha. Ne dersin güzel kardeşim benim?” Ahsen ben bunları derken gözlerini devirmiş başını yana eğmiş 'ne diyorsun ablacığım' bakışını atıyordu. O esnada aralık kapıdan emekleyerek küçük kuzumuz girdi. Ablasını kurtarmaya gelmişti. Dizleri acımasın diye kapının eşiğinden kucağıma aldım. “Artık saçmalamayacağını düşünüyorum. Hadi bizimkilerin yanına gidiyoruz. Bu mesele de bir daha açılmamak üzere kapanıyor.” Elindeki kağıdı hızlıca alıp olması gereken yere kitabın arasına koydum. Kitabı da kitaplığımın ulaşılmaz köşelerine koydum. “Gık dediğini duymayacağım. Tamam mı canım kardeşim?” Uyarı netti. Ablalık görevimizi yapmış, ufak bir fırçayla konuyu savuşturmuştuk. 🐝 Bugün hafta sonunun habercisi olan gündeydik. Cuma günü. Bütün hafta yağmurlu geçtikten sonra yeni yeni güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Gelirken etrafımdaki teyzelerden duyduğuma göre cemre toprağa da düşmüştü. Artık ekim-dikim zamanı da gelmiş. Bahar gelmiş yani. Çiçeklerin açma zamanı gelmiş. Öyle diyorlardı. Kocakarı soğukları denilen soğuklar da yakında kendini gösterirmiş. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazımmış. Öyle dediler yani. Kulak misafiri olduğum bu konuşmalar bile insana hayatta olduğunu hissettiriyordu. Hayattasın, nefes alıyorsun, acıkıyorsun, susuyorsun. Baharın gelişiyle daha da yaşadığını hissediyordu insan. Kışın kupkuru daldan ibaret olan ağaçların, küçük beyaz çiçeklerle bezeli olduğunu görünce insanın kalbinde de çiçek açıyordu. Bugünkü güneşli gün için güzel bir kazak etek kombini yapmıştım. Çünkü bunu hak eden bir hava vardı. Yürüdükçe yürüdüm. Çiçeklenmeye başlamış ağaçların, hafif soğuk esintinin, soğuğa rağmen insanı bir nebzede ısıtan güneş ışığının eşliğinde yolları tükettim ve nihayet okula geldim. Bugün diğer günlere istinaden erken gelmiştim. Pencereden güzel havayı görünce okul saatini bekleyememiş hemen kendimi dışarı atmıştım. Öğretmenler odasına girdiğimde benim haricimde bir kaç tane daha öğretmen arkadaşım vardı. Her birine günaydın dedikten sonra eşyalarımı dolabıma bırakıp üzerime önlüğümü giydim. İnce belli bardağıma yeni demlenmiş çayımı da alarak pencere kenarında kendime ayırdığım yerime oturdum. Kulaklıklarımı da takıp en sevdiğim şarkılar eşliğinde dışarıyı seyretmeye başladım. Karadeniz yine dalgalarıyla heybetini gösteriyordu. Ben dışarıyı seyrederken birinin yanıma geldiğini fark ettim. Burada muhabbetimin olduğu tek kişiydi gelen. Ayşen hoca karşımdaki sandalyeye oturduğunda kulaklıklarımı hemen çıkardım. “Yine pencerenin kenarında buldum seni Nazenin hocam.” Koyu renk saçlarıyla ve beyaz teniyle dikkat çeken bir güzelliği vardı Ayşen hocanın. “Buralar benim mekanım bilirsin.” Yüzünün ve huyunun güzelliği insanda ister istemez bir tebessüm oluşturuyordu. “Bilmem mi?” Ders başlayana kadar ikimiz de çaylarımızı sohbet eşliğinde içmeye başladık. “Mardin'e yolculuk ne zaman?” Atamam Mardin' e yapılmıştı. Güvenlik soruşturması tamamlanana kadar buradaki işime devam etmek istemiştim. “Bir ay sonraya inşallah.” “Burada tek anlaşabildiğim sendin Nazenin hocam. Sen de gidersen çok çekilmez olacak buralar.” Özel sektör kurtlar sofrasıydı. Özellikle burası okuldan çok para karşılığı karne satan bir kuruma dönüşmek üzereydi. Ayşen hoca, ben ve birkaç hoca dahil bu duruma karşı çıksak da bazı öğretmenler mecburiyetten göz yummak zorunda kalıyordu. Üstelik maaşlar eksik ve geciktirilerek ödeniyordu. Sigorta zaten hak getire. Sabır taşı çatlamak üzereydi yani. “Ben de burada bir tek seninle samimi olabildim ne yalan söyleyeyim.” “Sen gidince öğrencilerin de çok özleyecek. Artık arada bir uğrarsın.” Sesindeki temenniyi hissetmek imkansızdı. “Ben de onları özleyeceğim. Geldiğimde de mutlaka görüşürüz zaten.” Biz sohbete dalmış konuşurken yanımıza Levent denilen ayrık otu bitti. “Hanımlar sohbet koyu bakıyorum da.” Yüz arıyordu sırnaşmaya. “Aynen sohbet koyu.” diye kestirip attım. Çok acımasızım bu konularda. Kabul ediyorum. Ayşen hoca da benim gibi memnuniyetsiz bakışlarını eksik etmemişti. Bir de üstüne bu çıkıntı herif izinsiz yanımıza oturunca daha da sinir olmuştuk. Ayşen hoca da biliyordu bu herifin ne halt olduğunu. Hatta beni Levent hoca konusunda uyaran ilk o olmuştu. “Eeee sustunuz kaldınız okulumuzun güzel öğretmenleri.” Geldin keyfimizin içine limon sıktın diyemedik tabi. “Ders başlayacak zaten. Ben kitaplarımı hazırlasam iyi olacak. Ayşen hocam 10/B de hangi konuları bitirdin bana listesini ver de ona göre test ayarlayayım çocuklara.” Kendimi kurtarıp da hemcinsimi kurtarmasam olmazdı. Böyle anlarda üstün sıvışma yeteneğim vardı. Bu konuda alnından öpülesi bir insanımdır. Bizim aksimize yanımızdaki ayrık otunun yüzü düşmüştü. Anlamıştı onun yüzünden kalktığımızı. Yanından kalkmadan önce bana seslendi. “Nazenin hocam unutmadan söyleyeyim müdür bey seni çağırmıştı.” Yüz ararken yüzsüz olan insanlar aradığını bulamayınca böyle sinir bozucu bir şey oluyorlardı işte. Masaya oturana kadar müdürün beni çağırdığını söylememişti. Şimdi ne oldu da söylemeye karar verdi acaba? Haber verdiği için samimi olmayan küçük bir teşekkür edip müdürün odasına yöneldim. Kapıyı tıklattıktan sonra içeriye girdim. Çıkmak için vakit kaybetmeyeyim diye önünde ayakta bekledim. “Nazenin hocam. Oturun lütfen.” “Böyle iyi teşekkürler. Beni çağırmışsınız.” Okulumuzun baş kan emicisi bu adamdı. Ben de tam karşısında ayakta el pençe divan bir şekilde duruyordum. Görünürde saygı duyardık. Oysa saygı duyulacak bir herif değildi. Dini imanı para olmuş derler ya hani. Bu söz tam karşımda üç oda bir salon göbeğiyle koltuğuna yayılmış timsah burunlu herif için denmişti tam olarak. “Aslında her zamanki konudan çağırdım sizi Nazenin hanım. 9/A sınıfındaki Furkan Yalın. Babası aradı dün. Edebiyatta 1.dönem kıt not vermişsiniz. Ortalaması düşmüş. Bu dönem de aynısı olursa oğlunu okuldan alacağını söyledi. Adam milletvekili yakını Nazenin hocam. Okulun en büyük hissedarlarından bu adam. Siz bizi batırmaya yemin mi ettiniz Nazenin hocam? Ben sizi geçen dönem de bu konuda kaç defa uyarmadım mı? Allah'ım sen sabır ver ya Rabbim!!! Şeytan diyor git şikayet et. Ne hali varsa görsün adi pislik. “Ben o öğrenciye kıt not vermedim. Bonkör bile davrandım sınav kağıdını okurken. Sınıfın genel ortalaması doksanlardaydı. Çalışması gerektiğini söylemiştim. O da beni dikkate almamış kulak ardı etmişti. Bana karşı yaptığı saygısızlıkları, sınıf içi düzen bozmaları saymıyorum bile. Ayrıca dönem başına dönersek eğer size öğrencileri kayırmayacağımı, aralarından bir tanesine bile ayrıcalık tanımayacağımı söyledim zannediyordum.” Lafımı bölmesine fırsat vermeden tek solukta söylemiştim bunları. Burnumdan soluyordum adeta. Bana bunları söylerken aşağılayıcı bir şekilde beni küçümsediğini belli eder gibi kahvesini içiyordu. Karşısındaki insanı aşağılamak da ona ayrı bir keyif veriyordu anlaşılan. “Bakın Nazenin hocam burada çalışacaksanız buranın kurallarına uymak zorundasınız.” Bana bunları söylerken o küçük işaret parmağını yüzüme doğru sallıyordu. Sanki önünde insan yok da başka bir varlık varmış gibi kabaydı. “Aksi halde bizi zarara uğratmaktan başka bir şey yapmazsınız. Zaten bu dönem sizin gibiler yüzünden kaç veli öğrencisini bu okuldan aldı. Sadece yarım dönemde yarı yarıya zararımız oldu. Diğer öğretmenler de sizden cüret alıyor hep zaten. Nedir canım bu itaatsizlik. Benim dediklerimi yapmak zorundasınız Nazenin hanım. Öğretmenlik de yapamayacaksanız söyleyin ona göre biz de yolumuza bakalım.” Önündeki hesap makinesini sallamaya başladı bu seferde saygısız herif. Ben ise hareketlerini usulca izliyordum. Şeytan diyor o elinde salladığı hesap makinesini al, münasip bir yerlerine yerleştir. Fino köpeği zannediyordu bizi herhalde. “Bakın müdür bey.” İnsan yerine koyuyorum seni lütfedip. “Ben bu meslek için dört yıl okul okudum. Buradan önce çalıştığım diğer okullar da cabası. Bana ne yapacağımı söyleyemezsiniz. Şu an ve bu zaman kadar meslektaşlarınıza uyguladığınız psikolojik şiddetleri ve mobbingleri hatırlatırım size. Ayrıca mesleğimi sizin gibi bir tüccardan öğrenecek değilim. Ben bir eğitimciyim. İşim öğrencilerime bir şeyler öğretmek. Onlara yol göstermek, kılavuzluk etmek. Benim işim sizin gibi masaya geçip ondan bundan kestiğim paraları koca göbeğimi kaşıyarak saymak değil.” Dediklerim yüzünde kızgınlık artı şok ifadesi oluşmasına sebep olmuştu. Bu zamana kadar bana dediği lafları çok da umursamamıştım. Çünkü ben de dahil herkesin gözünde ona buna yalakalık yapmak için koltuğunu kullanan çapsız herifin tekiydi. Ama söz konusu mesleğimse kimse benimle bu şekilde konuşamazdı. “Haddinizi bilin Nazenin öğretmen. Yoksa sizi kovmak zorunda kalabilirim.” Dilinin ucundakini sonunda söylemişti. Odaya girerken önüme bağladığım ellerimi usulca belime koydum. Bu ciddiye alınmam gerektiğinin bir işaretiydi. “Demek dediklerinizi yapmazsam kovarsınız beni. Öyle mi?” Artık gemileri yakmanın vaktiydi. Zaten atanmıştım. Ha bir ay sonra işi bırakmışım ha şimdi. Daha ne kadar bu timsahın boş laflarını dinleyecektim ki?! “Öyle!” Bunu derken hem benden çekiniyordu hem de yersiz cesaretinin kırıntıları vardı. “O zaman ben size çok zahmet vermeyeyim.” Elimi kolumu sallayarak müdür koltuğunu arkasında kalan fotokopi makinesinin içinden boş bir kağıt aldım. Aynı sakin adımlarımla müdürün masasına kağıdı bıraktım. Odaya girdiğimden beri müdür beyin diğer elinde evirip çevirdiği kalemi elinden aldım. “Siz ne yapıyorsunuz?” Bir yandan yazmaya bir yandan da yazdıklarımı okumaya başladım. O sırada koltuğundan kalkmadan ne yaptığımı incelemeye başlamıştı. Hiç koltuğundan kalkar mı zaten? Bir tarafları yapıştı o koltuğa. "Çalışmakta olduğum kurumdan düzensiz ve düşük yatırılan maaşlar, aksatılan sigortalar ve müdür beyin eğitimciliğe aykırı tutumları sebebiyle kurumunuzdan istifa ediyorum. Gereğinin yapılmasını arz ederim." En son da imzamı atarak dilekçeyi önüne savurdum. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Onun bu zamana kadar ki davranışlarını göz ardı edeceğimi zannetti büyük ihtimal. Elinde ise tam olarak bir bomba tutuyordu. Dilekçeyi işleme koyarsa hakkında soruşturma açılabilirdi. “Size kalan tüccarlık maceralarınızda başarılar müdür bey. Şimdi izninizle öğrencilerimle vedalaşacağım.” Hızlı adımlarla kapıya ulaştım ve en gıcık olduğu şeyi yaptım. Kapıyı ardına kadar açık bırakıp eşyalarımı toplamak için öğretmenler odasına ilerledim. Güne nasıl güzel başlamıştım oysa. Ben ne düşüncelerle okula gelmiştim. Atanmamış olsaydım da zaten o istifa deliliğini nasıl yapacağımı bilmiyordum tabi? 🐝 Elimde eşyalarımın olduğu kutuyla sınıfın kapısının önünde bekliyor, onlara nasıl veda edeceğimi düşünüyordum. Buradan gitmek değil de onlara veda etmesi zor gelmişti. Son bir derin nefes alıp yüzüme güzel bir gülümseme yerleştirdim. Kapının kolunu kavradığım gibi kendimi sınıfın içine attım. “Günaydın çocuklar.” Yine kendi hallerinde bir şeylerle uğraşan öğrencilerimin dikkati elimdeki kutuya kaymıştı. Onlara göre geç de kalmıştım. Ders işleyeceğimizi zannediyorlardı. Ayağa kalkacakları esnada lafa girdim. “Kalkmayın çocuklar.” Şaşkınlıkları artmaya devam ediyordu. "Öğretmenim bu kutu ne? Ne var içinde?" diye lafa giren ilk Arda oldu. Yine daimi köşesi duvar dibindeydi. Önceki ders çizdiği duvarı yine alçıyla kapatmıştı. "Hocam etkinlik mi yapacağız yine?" diyen kişi tabi ki de burcu'ti. Her daim dikkati dersteydi. Geleceği de parlaktı. Bu ülkenin değerli evlatlarından biri olacağı da belliydi. "Ders işlemeyecek miyiz öğretmenim?" diyen de elinden törpüsü eksik olmayan Merve'ydi. "Merve sen törpüne dön kanka. Nazenin hoca ne zaman ders işlememiş ki bugün işlemeyecek." dedi Eymen. Bu sınıfın neşe kaynağıydı bu çocuk. “Aslında Merve doğru tahmin etti Eymen. Bugün ders işlemeyeceğiz.”Her birinin yüzünde şaşkınlığın komik ifadesi vardı. "Nasıl??" Ardanın misket gibi gözleri ortaya çıkmış bana bakıyordu. "Öğretmenim gerçekten mi?" diyen Burcu'ydu. Çocuğum inanamamıştı tabi. Herhalde başıma saksı falan düştüğünü bile düşünüyor olabilir. "Öğretmenim şaka mı yapıyorsunuz yoksa???" Merve'yi bile şaşırtmıştım helal olsundu bana. "Merve kankam Nazenin hocam hiç şaka yapar mı? Sen de yani. Bak törpünü aksatıyorsun. Baş parmağını da yamuk yapmışsın. Buradan bile tırnağının yamukluğu belli. Gözlerim kanadı açıkçası. Çabuk düzelt onu." Bu sefer ciddi ifademi bozarak küçük bir kıkırtıyla gülümsemiştim. Bu sınıfın bu hallerini kesinlikle özleyecektim. "Eymen işine bak uğraşma benimle." diye Eymen'i susturdu. Artık lafa girmenin vaktiydi. “Çocuklar şimdi beni güzelce dinleyin bakalım.” Dikkatler tekrar üzerime toplanmıştı. “Hatırlıyor musunuz size bir romandan bahsetmiştim? Çalıkuşu Feride'yi anlatmıştım. Anadolu'da köylere, kasabalara gider öğretmenlik yapardı. Şimdi benim de Çalıkuşu Feride olma zamanım geldi. Maalesef artık bu okulda çalışmayacağım.” "Neden hocam?" diye sordu Arda. “Öyle olması gerekiyordu çocuklar.” "Öğretmenim nereye gidiyorsunuz?" diye hüzünle konuştu Burcu. “Atamamın yapıldığı Mardin'e gideceğim. Orada da aynı sizin gibi güzel güzel çocuklarım olacak. Biraz da onlara ders anlatacağım. Biraz da onların kopyalarını yakalayacağım. Artık Arda benden bıkmıştır. Sürekli kopyalarını ifşa ediyordum.” "Ben o kopyaları hazırlarken sınava çalışmış da oluyorum öğretmenim." Hüzünlü bakışlarının arasından güzel bir kahkaha koptu. “Benim bir de slay queenim vardı. Elinden törpüsü hiç eksik olmazdı.” Merve başını eğmiş şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırarak bakıyordu. "Siz kimsiniz çabuk söyleyin? Siz Nazenin hoca değilsiniz. O bize Türkçe konuşmuyoruz diye kızardı hep. " Bir kahkaha tufanı daha koptu gitti. “Eymen bu esprilere devam tamam mı oğlum? Bu sınıfın neşe kaynağı sensin.” Kimseye fark ettirmeden gözleri ufak ufak dolmaya başlayan Burcu'nun yüzünü okşadım. “Şimdi biraz ciddi olmamız lazım. Sizden bir kaç isteğim olacak.” "Hayır ya. İki saniye önceki kraliçeyi istiyoruz biz hocam." “O kraliçe hep yanınızda olacak merak etmeyin. Şimdi asıl konuya gelelim. Sizinle tanışalı çok zamanımız olmadı. Ama sınıf öğretmeniniz olmam o kısa zamanda çok anı biriktirmemizi sağladı. Bu zamana kadar her dersimde dediğim gibi hepiniz benim için çok değerlisiniz. Bu vatan için bu ülke için daha çok değerlisiniz. İleride bir gün hepiniz meslek sahibi olacaksınız. Bazılarınız doktor olup hayat kurtaracak, bazılarınız mühendis olacak, bazılarınız da benim gibi öğretmen olup sizin gibi gençler yetiştirecek. Bazılarınız yurt dışında ülkemizi temsil eden başarılı sporcular olacak. O yüzden sizden bir isteğim var. Bazılarınızın yurt dışında yaşama hayalleri var biliyorum. Olacak da zaten. Ama yetiştiğiniz bu vatan toprağını unutmayın. Sizin kökleriniz bu vatan toprağına bağlı. Bu topraktan koparırsanız kendinizi kurur kalırsınız. Bu ülkenin geleceği sizlersiniz. Sizsiz bu ülkenin geleceği de olmaz. Bu ülke de bize Atalarımızın emaneti. O emanete gözümüz gibi bakmak da bizim boynumuzun borcu. Sizden de o emanete sahip çıkmanızı istiyorum.” Her birinin gözlerine son kez baktım. Geleceğimiz bu gençlerdi. Her biri ışıldayan birer elmastı. “Emanetiniz bizim için çok değerli hocam. Gözünüz arkada kalmasın.” Eymen ilk defa ciddi bir şekilde konuşmuştu çocuğum. Az kalsın ağlatacaktı beni. “O zaman sözümü de aldığıma göre…” Çantamdan telefonumu çıkarıp ders harici kullanmadığımız sınıf grubunu açtım. "10/B sınıfı" yazan grup ismini silerek yerine "Nazenin Hocanın çiçekleri" diye değiştirdim. “Şimdi o ders zamanı benden gizli gizli baktığınız telefonlarınızı çıkarın bakalım.” Kitap aralarından, sıra altlarından, çantalardan çıkan telefonlara bakmaya başladı hepsi. “Bu grup canımız sıkıldığında, özleştiğimizde, ihtiyacımız olduğunda kullanabileceğimiz bir grup olarak kalacak. Ben gidiyorum diye bağlarımız kopacak diye bir kural yok.” Elimdeki telefonu çantama koyup masaya bıraktığım kutuyu kucağıma aldım. Artık gitme vaktiydi. “İlerde güzel yerlerde karşılaşırız umarım. Hepiniz Allah'a emanetsiniz. Verdiğiniz sözü de unutmayın sakın. Aklınızda, kalbinizde olsun hep.” Kapıya doğru ilerlediğimde her birinin ayağa kalktığını gördüm. “Siz nereye?” "Sizi uğurlayacağız öğretmenim." dedi Eymen. “Hadi bakalım o zaman.” Koridorda önde ben, arkamda öğrencilerim ilerlemeye başladık. Koridorun başında ise kapının kenarından bizi izleyen müdür vardı. Gözlerimi bile değdirmeden yürümeye devam ettim. Merdivenleri koşarak inen Ayşen hoca önümüzü kesti. ders olduğu için veda edemeden gideceğim diye üzülmüştüm Fakat o haberi almış koşa koşa yanımıza gelmişti. “Nazenin Hocam. İstifa mı ettiniz?” Öğrencilerimin yanında bu mevzuları konuşmak istemiyordum. “Öyle oldu hocam. Detayları sonra konuşuruz.” diye savuşturdum mevzuyu. O da anlamıştı tabi çocukların yanında konuşmak istemediğimi. “O halde ben de katılayım uğurlama kervanına.” Küçük bir tebessümle cevap vermiştim. Ayşen hoca da öğrencilerimin yanında yerini almış bir şekilde dış kapıya kadar geldik. Yüzümü onlara çevirdim. “O halde hepiniz Allah' a emanet olun.” Öğrencilerimin tamamına sarıldıktan sonra Ayşen hocaya yöneldim. Sarılırken kulağına küçük bir şey fısıldadım. “Tez zamanda atan arkadaşım. Bu öğrencileri umursamayan ticarethaneden kurtul. Kendine dikkat et.” En son küçük bir el sallamayla arkamda bıraktım bir sürü hüzünlü bakışı. Babaannem hep gittiğin yerde çiçek açtır derdi. Onun dediğini yapmıştım. Burada da çiçekler açtırmıştım. Şimdi o çiçekler arkamdan el sallıyordu. Ben ise başka topraklarda can olmak için bir adım daha attım. Geldiğim yoldan değil de denizin kenarından rüzgarın en sert estiği yerden ilerledim. Evimin yolunu sessiz sedasız tuttum. Ne kadar süre geçti bilmiyordum. En son başımı kaldırdığımda ’Sevinç Mutfağı’ vardı. bizim küçüğümüz adını bu emektardan almıştı. İki çocuk okutmuş iki eve rızık kapısı olmuştu bu emektar. Elimdeki kutunun ağırlığı daha da artmaya başlamıştı. Ayağımla bahçe kapısını iteleyerek küçük masalarla dolu bahçeye girdim. Dışarıdaki soğuktan olsa gerek bahçede müşteri yoktu. Ama camdan gördüğüm kadarıyla içerisi tıklım tıklımdı. Küçük adımlarla ilerledim mozaik taşların üzerinde. Ahşap çerçeveli cam kapıyı güç bela açıp içeri girdim. Can elinde not defteri siparişleri almaya hem de servise bakmaya çalışıyordu. Başını kaşıyacak vakti olmamasına rağmen beni fark etmişti. “Abla senin bu saatte ne işin var burada.” Merakı yersiz değildi. Bu saatlerde hep okulda oluyordum. Ama sorusu cevapsız kalmıştı. “Serviste bir tek sen mi varsın?” Lokantaya baktığımda boş masa yoktu neredeyse. Tek başına üstesinden gelmesi zordu. “Bir tek ben kaldım serviste. Kasa da bende.” Günün erken saatine rağmen sesi yorgun çıkıyordu. “Babamla annem nerede?” İkisi lokantayı tek bırakmazdı normalde. “Akif amca balıkçıya gitti. Taze balık gelmiş. Nazan teyze Sevinç mızmızlanınca onunla ilgilenmek zorunda kaldı. Ahsen abla da ders çalışıyor yukarıda.” Tek nefeste durum değerlendirmesi yapmıştı. “Ayşe teyzeyle Harun amca mutfakta mı?” Ayşe ve Harun çifti. Hem komşumuz hem de lokantamızın aşçılarıydı. Can da biricik oğulları. Lise ikiye giden Can bazı günler burada çalışır harçlığını kazanırdı. Uzun boyu beni geçmişti. Ahsenle sürekli elimizi atıp karıştırdığımız uzun sarı saçları vardı. Elimizde büyümüş sayılırdı. “Onlar da mutfakta. Bir şekilde idare ediyorlar.” Yardım dilenen bir ifadesi vardı. Tek hareketle üzerindeki önlüğü çıkarıp elindeki not defteri ve kalemi elime aldım. kucağımdaki kutuyu eline tutuşturdum. “Kutuyu kasanın arkasında bir yerlere koy. Sobaya odun at. Ortalık soğumaya başlamış. Sonra da kasaya geç. Servisleri ben yaparım.” El birliği ile burayı da biz halledebilirdik. “Valla hızır gibi yetiştin abla.” Kucağındaki kutuyu alıp kasa tarafa ilerledi. Elimdeki önlüğü üzerime geçirip saçlarımı gelişi güzel topladım. Ayağımdaki topuklu botları da çıkarıp yerine burada kolay hareket edebilelim diye giydiğimiz terliklerden birini giydim. Cam kenarında boşalan bir masayı toparlamak için harekete geçtim. Oradan da bana seslenen masaya ilerledim. Küçücük lokantada sesim yankılanmaya başlamıştı: “Beşinci masaya iki porsiyon pancar sarması, mısır ekmeği, Gürcü kavurması.” O gün, gün boyu ya masa sildim ya yemek servisi yaptım ya da mutfakta bulaşık yıkadım. Kafamın doluluğunu iş yaparak dindirdim. En son ben taze demlenmiş çayımı alıp Can’a da bir bardak çay uzatıp buradaki en sevdiğim köşeme geçtim. Cam kenarında dışarıda yağan yağmuru izlemeye başladım. Güneşli gün yağmurla sonlanıyordu. Çayını alan Can usul usul yanıma yaklaştı. Önümdeki sandalyeyi çekip karşıma oturdu. Gözlerini kısa kısa bana değdirip merak ettiği bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyordu. “Söyle söyle içinde kalmasın.” İstediği fırsatı eline vermiştim. “Abla sen bugün niye erken geldin?” Beklentiyle bakıyordu. “İstifa ettim.” Benim rahatlıkla söylediğim duruma o öksürerek karşılık vermişti. Zira içmekte olduğu çay boğazına kaçmıştı. “Helal, helal!” diyerek sırtını sıvazlamaya başladım. “Oğlum neyine bu kadar şaşırdın. Bir ay sonra zaten istifa edecektim. Ha şimdi etmişim ha bir ay sonra.” Öksürmesi kesilmiş, kendini toparlamaya çalışıyordu. “Şimdi ne olacak peki? Mardin’e erken mi gideceksin?” Bu çocuk da Ahsen gibi çok soru soruyordu. Tabi Ahsen’in eline su dökülmezdi ama onun seviyesine ulaşma yolundaydı. “Öyle olacak. Erkenden gideceğim. Ama önce yapmam gereken bir şey var.” Ne dediğimi anlamıştı Can. Ne yapacağımı da nereye gideceğimi de anlamıştı. 🐝 Evliya Çelebi Seyahatnamesinde; Karadeniz'den, havasının suyunun güzel, insanlarının ise sadık ve dost canlısı olduğunu söylemiş. Ormanına, denizine sahip çıkan bir milletmişiz dediğine göre. Çünkü buraların denizi de ormanları da bereketlidir. Cömerttir tıpkı insanı gibi. Gelen yolcusunu bereketiyle şefkatiyle doyurur buralar. Gelene nefes aldırır. Yüreğini doyurur. Ruhunu doyurur. Kendine aşık eder. Öyle yollarmış. Gittiği yerlerde arattırırmış kendini. Alabildiğine yeşilliğiyle kucaklar insanı. Yağmurlarıyla gönüldeki ateşi söndürür. Ruhu dingilinliğiyle sarar. İnadının ateşiyle de yakar. Ormanlarıyla da şifa olurmuş insana. Mavi denizi ise berekettir. Bir istersin bin verir. Hüznü alır cesaret verir. Küskün gelirsin gönlünü alır. Dalgasıyla öfkelendirir, serinliğiyle sakinleştirir. Kayalara çarpa çarpa alır içindeki hırsını. Öyle bir yer işte burası. İnsanları da kendi gibi. Öfkesinin, inadının içinde merhameti de vardır. Buraların sivri dağlarına benzeriz biraz da. Aksi, ulaşılmaz ama hep kucaklayanız. Elimi arabanın arabanın camından hafifçe sarkıtmış önümdeki, ardımdaki dağları izleyerek virajlı, eğri büğrü yolları gidiyordum. Çocukluğumdan beri aşinasıydım bu dağların. Az buz arşınlamamıştım. Hafize sultanın peşinden düşe kalka gittiğimi bilirim. Sisin pusun arasından geçerdik beraber. O önde ben arkada onu izler, adım attığı yerlere adımımı atardım. Beş yaşıma kadar burada yaşamışız. Babam bu dağlarda köy koruculuğu yapıyormuş o zamanlar. Sonra ne olduysa ilçeye yerleşmeye karar vermişiz. Öyle böyle bir şekilde dikiş tutturmuşuz ilçede. Evimizin altına küçük lokantamızı açmış öyle geçinmişiz. Ama benim ruhum dikiş tutmuyordu. Hafize sultanın peşinden gezdiğim dağlar hep gözümün önüne geliyordu. Özellikle bir yer vardı sürekli gittiğim. Uzun büyük bir çayırın ortasında bir ağaç vardı. Meyve vermezdi. Ama dallarından da yemyeşil yapraklarını eksik etmezdi. Dalları genişçe, gölgesi de kendisinden büyüktü. Bir insanı kucaklayabilecek kadar büyük bir kovuğu da vardı. Babaannemin ardında gezerken topladığım çiçekleri bu kovuğa saklardım. Hafize sultanın peşinde yorulduğumda yine bu kovukta dinlenirdim. Evden kaçırdığım tek tük oyuncakları annem kızsa da burada bırakırdım. Oyunlarımı da burada oynardım. Hiçbir yere ait hissetmezdim kendimi. Bir tek buraya ait gibiydim. O ağacı Hafize sultandan başka bileni de yoktur. Sadece kendime ait gizli bir sığınak gibiydi. Evim gibiydi ve o evin bu zaman kadar tek bir misafiri oldu. O misafir de hemen kaybolup gitmişti. Şimdi ise ait olduğum yere geldim. Önümde iki katlı ahşap eski ev vardı. Küçük el çantamı alıp, sadece buraya gelebilmek için babama dil dökerek istediğim küçük arabamızı evin geniş bahçesine park ettim. Bana arabayı çok emanet etmek istemezdi. Ehliyetim olmasına rağmen araba kullanma özürlüsüydüm ben. Her an bir kazaya davet çıkarabilirdim. O yüzden yalvar yakar istemiştim arabayı. Bu seferki gelişimde babaannem değil, evin etrafında sıcak güneşin keyfiyle toprağın içinde eşelenen tavuklar karşılamıştı. En son tilki dadandı diyordu Hafize sultan. Eksik tavuk gözükmüyordu oysa. Tilkiye bile fırsat vermemişti babaannem. Şaşırt beni kadın. Yine de yoklamamızı almakta fayda vardı. Hayriye, Huriye, Nuriye, Sakine, Şerife, Arife, Zarife ve en sonda da kuytu duvar dibinde Hürrem'le yanında kabarık kabarık tüyleriyle heybetlenen Süleyman vardı. Televizyonda izlediği dizilerden koyardı bu isimlerin çoğunu. Ahşap kapının iri tokmağına kaç kere çalmama rağmen açan yoktu. Evde tek yaşadığından gittiği yere anahtarını da alır öyle giderdi. Küçük çantamı kapının kenarındaki köşeye sakladıktan sonra komşusu Emine teyzenin kapısını çaldım. Altmışlarında çok yaşlı olmasa da elindeki bastonundan destek alan Emine teyzem açtı kapıyı. "Emine teyze. Benim Hafize'nin torunu." "Hee biliim biliim. Sen Nazeninsun." dedi hafif yüksek çıkan sesiyle. Yanlış anlaşılma olmasın sinirden değil normal konuşması böyle. Klasik Karadeniz insanı işte. Dışarıdan gören yabancılar bizi kavga ediyor zanneder oysa. "Nenem nereye gitti. Evde bulamadım." dedim hemen. "Ne diin? Duyamiyom. Az sesli gonuş?" Çok erken yaşlanmışsın be Emine teyzem. Babaannem kaç defa dedi sana kös kös evde oturma tez yaşlanırsın diye. "Ebe nine nerede? Evde bulamadım." diye bu sefer bağırarak tekrar şansımı denedim. Köyde babaannemi ebe nine diye bilirlerdi. Eskiden buralarda doktor olmadığından nerede doğum varsa ona giderdi. Gece gece doğumu başlayan kadınların kocaları, babaları kapıya dayanır nenemi alıp doğuma götürürdü. Kimin ne derdi varsa onun yanına gelirdi. Dağlardan topladığı otlardan çiçeklerden merhem yapardı. "Ne bağrıyon kız. Sanki sağaruz.” Bu sefer de ayarı tutturamamıştık ya. “Hafize Kadir'i de aldı ot toplamaya gitti. Çok gezme dağlarda. Gaçurular seni." Kendince uyarmayı da ihmal etmedi. “Bir şey olmaz bana korkma Emine teyze.” Bu sefer de duymamış olacak ki kulağını yazmasından çıkarıp bana çevirdi. “Kaçırmazlar beni korkma.” Umursamazca baktı bana. “Eyi ha eyi.” diyerek yüzüme ahşap kapıyı kapattı. Babaannemin yaveri biriciği Kadir'i. Has bir Karadenizli olan Kadir İnanır hayranıydı babaannem. En sevdiği filmi de 'Selvi boylum al yazmalım'dı. Atının adını İlyas verecekmiş normalde. Filmde Asya'yı terk edince İlyas'a sinirlenmiş bu tercihinden vazgeçmiş. Ama yine de içi el vermemiş atının adını Kadir koymuş. "Sağ olasın Emine teyze." diye seslendim belki duyar ihtimaliyle. Oysa Emine teyze evini soğutmadan tekrar içeri girmişti. Patika köy yollarını geçerek evin altındaki ahıra girdim. Karanlık ahırın içinden akça pakça rengiyle Asya parıldadı önümde. Hiç değişmemişti. Eskisi gibi güçlü kuvvetliydi kızım. Babaannemin hediyesiydi Asya. Kadir ona yoldaşlık ederken Asya da benim yoldaşım olmuştu. Âsiliğiyle kimseyi yaklaştırmazdı yanına. Güzelliğiyle de mest ederdi. Bir tek benim yanımda uysallaşıyordu. Beni tanımış olsa gerek yanına geldiğimde başını sallamaya heyecanlı heyecanlı kişnemeye başlamıştı. "Kızım. Sen beni tanıdın mı?" Yanına gelip başını okşamamla sakinleşti. Yeleleri düğümlenmişti yine. Babaannemin yaptığı gibi duasını okuyarak çözdüm düğümleri. "Hep güzelliğinden oluyor bu düğümler di mi kızım?!" Başını göğsüme yaklaştırıp biraz orda durdu. "Ebe nineyi bulalım haydi." Köşede hazır bekleyen eyeri alıp Asya'nın üzerine yerleştirdim. Her şeyini hazırladıktan sonra elimde yularıyla ahırdan çıktık. Ayağımı üzengiye attığım gibi Asya'nın üstünde buldum kendimi. Kafasını sağa sola sallayıp ani hareketlerini yelelerini okşayarak sakinleştirdim. Küçüklükten beri Asya'ya binerdim. O yüzden at binmeye alışkındım. Hızımı alarak eskiden ot topladığımız dağlara çıktım. Yabancısı değildim buraların. Taşın altındaki böceklere kadar bilirdim. Hangi ağacın dibinde hangi ot yetişir bilirdim. Asya hızlandıkça oluşan rüzgar yüzümü okşamaya, kıvırcık saçlarımı savurmaya başlamıştı. Bütün gün bulutlu havanın ardından çıkan güneş ise kendi renginden olan saçlarıma dokunuyordu. Dağın yokuş patika yolunu çıkıp otların olduğu ormana vardım. Asya'nın üzerinden inip yularını elime aldım. Bundan sonraki yolu beraber yürümemiz gerekiyordu. Burada babaannemin her istediği ot bulunurdu. Büyük ihtimal anason toplamaya çıkmıştı. Ağrı kesici niyetine içerdi ara sıra. Çok olmasa da köyde bir kaç kişi hala onun yanına gelip doğal ilaç, merhem yapmasını isterdi. Tahminim de doğru çıkmıştı. Biraz ilerde önünde küçük sepeti sırtında da güvenlik kaynağı çiftelisiyle anason topluyordu. Biraz yanında da Kadir dibindeki otları yemekle meşguldü. Usulca yanına yaklaştım ve yapmam gerekeni yaptım. "Alacali bolacali ati var. Elinde de sebedi var. Çıkmış karadeniz dağlaruna Belli ki alacaklısi var." Normal bir iletişim şekli değil kabul ediyorum. Ama biz böyle anlaşıyoruz. Usulca başını önündeki ottan kaldırıp bana baktı. Ama normal bakmadı. Sinirliydi. Asabiydi. Belli ki bir şeye kızmıştı Hafize sultan. "Ne alacaklısi var ne soracaklısi. Bir evi var bir de Kadiri Büyüttüğü bir yosma toruni Arşunlayamadi Karadeniz dağlaruni" Hiç durur mu? Üstün mani söyleme yeteneğini hemen kullandı. Alttan da lafını sokmayı ihmal etmedi. Elimdeki yuları hafif çekiştirerek yanına yaklaştım. Çok da yaklaşamadım tabi. Barut gibiydi neticede. Dikkatli olmak lazımdı. "İnsan torununa hiç yosma der mi nene? Aşk olsun sana." İnce bir sitemle konuştum. Çok da karşı gelemedim korkudan. "Senin gibi nenesini unutana yosma da derler. Daha neler neler derler de. Edebim el vermez." Sinirlendiği kişi benmişim anlaşıldı. Biraz ihmal etmişim sanırım. Ağaca dayadığı bastonunu alıp önüme doğru yürümeye başladı. Hâlâ daha sinirliydi Bastonu kaldırdığı gibi bana sallamaya başladı. "Sen nerelerdesin ha! Hiç mi acıman yok bu kadina? Bir başına buralarda koydun gittun neneni." Kaba etlerime bastonu salladıkça kaçmaya çalışıyordum. Fakat nafile. Birkaç darbeden nasibimi almıştım bile. "Neneee! Vurma kız. Acıttın her yerimi." Bu baston bu kadar acıtıyor muydu ya? Kıymetli yerlerimi tuta tuta Asya'nın arkasına saklandım. Bana kıyardı ama ona kıyamazdı. "Ha öyle götü tuta tuta saklanusun işte." "Valla özür dilerim nene. Okuldan gelemedim. Yoksa ilk fırsatta yanına gelirim bilirsin." Bastonunu sakince indirdi. "Şimdi ne bok yemeye geldin ya?!" Babaannemin bağlaçları küfürleriydi. Severdi kullanmayı. "Beni sopalamayı bıraksan anlatacağım?" Çatık kaşlarını da düzeltti bu sefer. Asya'nın arkasından çıktım. Önüne gelip nasırlı, yaşlılıktan kırışmış ama şifa dağıtmaktan usanmamış elini öptüm. Daha sonra kollarımı yana doğru uzunca açtım. "Sarılsana kız. Özlemedin mi beni?" Önce biraz durdu baktı. Sonra sinirli bakışı yumuşadıkça yumuşadı. "Ben seni çok özledim ama." Artık dayanamamıştı. İkimiz de birbirimize gülerek sarıldık. Boyu benden kısaydı. Kınalı saçlarına yukarıdan küçük bir öpücük kondurdum. "Ah çiçek kızum! Nasıl özlemişim çiçek kokuni." Bir yandan birbirimize sarılıyorduk. Bir yandan da babaannem özleminin hasretinin hırsını beni sağa sola sallamakla çıkarıyordu. O da beni çok özlemişti belliydi. Beni kendinden ayırarak baştan aşağı inceledi. "Sen yine mi zayıfladun? Bir şeye mi boğaldun da ha bu gada inceldun?" Kolumdan tutup sağa sola çevirdi daha iyi incelemek için. İncelemekle de kalmadı bastonuyla bir tane daha geçirdi kıymetlime. "Acıdı ya nene" İsyanım haklı bir isyandı. "Göt baş da galmamamış Yarabbim! Hepten kuru göt olmuş ha bu gız." Dedikleriyle beni gülme krizine soktu biriciğim. "Geç bakayım önüme. Açsındır sen şimdi. Onca yol geldun." Beni Asya'nın yanına götürdükten sonra kendi de Kadir'in yanına gitti. Yerdeki sepeti eyerin bir tarafına astıktan sonra atına bindi. Ben de onun ardı sıra Asya'yla beraber geldim. Yaşına rağmen hala iyi ata biniyordu. Gezdiği dağların yaylalar onu gençleştiriyormuş dediğine göre. Eve vardığımızda kolumdan tutup beni kuzinenin yanına oturttu. Hemen kuzineyi de yaktı. Hızını da alamayınca kendini mutfağa attı. Şimdi ise önümde bir orduyu doyurabilecek kadar büyük bir sofra vardı. Babaannem evde ne varsa önüme doldurmuştu. Arifeyle Zarife'nin yumurtası, kaç çeşit olduğunu sayamadığım kadar peynir, emine teyzenin kara kızının sütü, kuzinede çıtır çıtır kızarmış köy patatesi, sıcacık köy ekmeğiyle bir kuş sütü eksikti desem yeridir. Şimdi de onları sağıyordu büyük ihtimalle. "Nene yeter bu kadar, çok şey var burada. Gel haydi." Bu büyük sofraya rağmen mutfakta yine bir şeyler getirmekle uğraşıyordu. Elinde bakır sahanda bir şeyle yanıma geldi. "Tereyağlı pekmez yaptım. Kan yapar az kilo alusun." Koca sahanı önüme bıraktı. "Kuzineden uzakta otuma soğuk alacasun çiçek kizum." Kolumdan tuttuğu gibi sıcak sobanın yanına yaklaştırdı beni. Dışarıdan gören yaşlı zanneder. Oysa seni beni devirir cinstendi bu kadın. Gücü kuvveti şaşırtıyordu. "Hadi sen de otur. Çok yorulmuşsundur." Beni dinledi bu sefer. Küçük bir minder çekip yanıma oturdu. Sehpanın üzerindeki otlarını bakır havanında karıştırmaya başladı. "Onu kime yapıyorsun nene?" "Emine teyzenin romatizması azmış yine. Ona merhem yapayrum. Otur otur kemikleri kartlaşti karının." Yine sitemkar, yine agresifti. "Sen ne diye düştün ha bu yollara de bakayım?" İfade verme zamanıydı. Ne desem de anlatsam ki şimdi. "Nene?" "Söyle bakam nenesinin çiçek kızı." Sesinde sinir yoktu bu sefer. Tam zamanı. "Ben atandım. Mardin'e gideceğim bu hafta." Patlattık bir bombayı. Hadi hayırlısı. "Nereye gidecesun? Nereye?" "Mardin'e." "Orası neresiymiş." "Hani sen eskiden bir dizi izliyordun ya.”Anlamadığını belli eden bir bakış vardı yüzünde. "Hani kızın saçında altın toka vardı? Bana da al diye senden istiyordum. Sen de senin saçlarının arasında kaybolur o toka diyordun." O tokayı almalıydın babaanne. Böyle başına kakarım işte. İntikam soğuk yeniyordu neticede. "He hatirladum." "Oraya gidiyorum işte." "Ha o böyük böyük konakların olduğu, boz sarı topraklara mı gidecesun?" Merakla bakıyordu bu sefer. "Oraya gideceğim nenem." Yüzüne hüzün çöktü bu sefer de. "Sen nasıl duracaksın ha oralarda a kizum. Okumaya gittiğinde bile duramazdın her ay yanıma gelirdin." Dizlerini dövmeye başladı bu seferde. Savaşa gitmiyorum ya Hafize sultan. "Duracağım nene. Orada bir ev kuracağım kendime. Hep istediğim gibi büyük bir kütüphanesi olacak. Camımın dibinde çiçeklerim olacak. Aynı senin camının dibindekiler gibi. Bu sefer kendi evimin penceresinden gökyüzüne bakacağım." Dizlerini dövmeyi bırakıp beni dinlemeye başladı. Gözleri dolu dolu bakıyordu bu sefer. En son ben üniversiteye giderken de böyle olmuştu. "Hem sen de gelirsin yanıma. Kalırsın yanımda. Gitmezsin hiç." Böyle bir şey pek mümkün değildi. Babaannem buralara alışkındı. Yapamazdı yanımda. Hem burada insanların ona ihtiyaçları vardı. Tüm bunlara rağmen yine de şansımı denemeden geçemedim. "Ben gelirsem ha o emine hepten yatalak olur. Hem senin alışman için tek başına olman lazum gelur." Bahanesi emine teyzeydi. "Arada gelirsin o zaman. Söz mü?" "Söz. Söz." Yüzünü eğerek yaptığı işine devam etti. En son gözünden bir damlanın hafif kırışmış yanağından akıp gittiğini gördüm. "Kara kızın da orada hem. Aynı okulda çalışacağız." Benim gülüşüm, dostum, kardeşim Gülşah'ım de Mardin'deydi. O benden bir yıl önce atanmıştı okula. Şimdi ise ben yanına gidiyordum. "Kara kızım da mı orayadu?" Hüznünü dağıtmayı başarmıştım. "Orada ya. Beraber çalışacağız." Bir tatilde fırsat bulmuş, Neşe'yi buraya getirmiştim. Babaannem de kara kızım diye sevmeye başlamıştı. Gülşah’a sürekli kahve yaptırmış, fal baktırıp mistik yeteneğinden sürekli faydalanmıştı. Gülşah’ın baktığı fallar dikkatini çekiyordu. "Sonra yaparsın o merhemi. Sen de benimle beraber bir şeyler ye." Dediğimi yapmış önündeki malzemeleri kenara çekip bir şeyler yemeye başladı. Arada ekmeğin üstüne ne bulduysa koyup bana yedirmeyi de unutmadı. 🐝 Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir. Dışı sükût ile zahir, derûnu mahşerdir. Demiş Abdülhak Hamit Tarhan. Önümdeki soğuk, yılların eskitmişliğiyle kararmış mermere her baktığımda bu dizeler aklıma gelirdi. Bir tek başucundaki kırmızı beyaz bayrak eskimemiş, kirlenmemişti. Dedemin mezarıydı geldiğim. Kıbrıs şehidi Alaaddin Ali Akdoğan’ın mezarıydı. Hiç görmediğim ama Hafize sultanın dilinden düşmeyen dedemdi. Uzun boylu, cevval gibi yiğitmiş dediğine göre. Köydeki herkes saygı duyar, çekinirmiş. Kıbrıs’ta savaş çıktığında durmamış köyde. Nenem ne kadar gitme dese de duramamış eli kolu bağlı. Çok geçmeden cansız bedeni gelmiş köye. Nenem senelerce bu mezarın başına gelip ağlamış. ‘Gitme dedim’ diye feryat eder o feryadın sesi tüm köyü sararmış. Babam ise daha küçücükmüş. Hayal meyal hatırlıyormuş babasını. Nenemin o hallerini hâlâ anlatır. O zamanlarda ikisi birbirine destek olmuşlar. Babam büyüyüp eve üç kuruş para getirene kadar nenem otlardan yaptığı merhemlerden, baktığı hastalardan aldığı parayla geçinmişler. “Asker! Bak torunun geldi.” Onun mezarı başında ona dede demezdim. Hep ‘asker’ diye hitap ederdim. “Gidiyorum ben artık.” Toprağı incitmekten korkarcasına yavaşça eşelemeye başladım. “Nereye gidiyorsun diye sorma. Çok uzaklara gidiyorum.” Eşelediğim yere Getirdiğim aynısefa fidesini yerleştirdim. Turuncu rengi babaannemin saçlarına benziyordu. Onu hatırlasın istemiştim. Avuç avuç toprağı usulca çiçeğin dibine yerleştirdim. Ne çiçeğin canı yansın istiyordum ne de dedemin ruhunun. Yanımda getirdiğim suyu çiçeğin dibine döktüm. “Ama korkma gittiğim yerde senden bir parça var.” Soğuk mermerin üzerindeki ay yıldıza gitti elim. “Nenem bana emanet gözün arkada kalmasın.” Başucundan ayağa kalkıp son bir kez baktım. Veda etmedim tekrar gelecektim buraya. Yine çiçek getirecektim yanımda. hiç kurumayan nemli toprağına dikecektim yine. Bugünkü gibi ve öncekiler gibi. Ellerimi çırparak kalan toprağı silkeledim. “Geride bıraktıkların bana emanet. Allahaısmarladık asker!” Arkamı dönüp büyük kabristanlıkta ilerledim. Nenem gibi büyük gözyaşları dökmedim. Göğsümdeki gururla geldim buraya. Aynı gururla gidiyorum. Kaç mezarın yanından geçtim saymadım. taşlı yollardan büyüklü küçüklü mezarların arasından ilerledim. Köylerdeki mezarlıklar böyle iç içeydi. Evler birbirine ne kadar uzaksa mezarları da bir o kadar yanyanaydı. Bulutların arasından tepeye çıkmak için kendini gösteren güneş ‘ben de varım’ dercesine gözlerime vuruyordu. Ellerimle güneşin ışığından acımaya başlayan gözlerimin önüne perde yaptım. İki büyük servi ağacı dikkatimi çekti. Diğerlerine göre daha uzundular. Gövdeleri daha kalın yaprakları daha yeşil yeşildi. Diplerinde ise iki mezar vardı. Elimde ise kalan iki çiçek. Yağmurdan yosunlaşmış taşların üzerinde dikkat ederek yanlarına gittim. İki isim çarptı gözüme. “Necmettin Çelebi” ve “Gazel Çelebi” Ölüm tarihi: 29 Şubat 2005 İkisi de aynı gün vefat etmişti. Hüzünlenmemek elde değildi. Bir yandan da herkese nasip olmayacak bir lütuftu. İkisi de birbirini ardında bırakmak istememişti anlaşılan. İki kardeş miydiler yoksa? Hayır. Mezar taşlarında yazan baba adları farklıydı. Bir yastığa baş koyan karı-kocaydılar. Ölüm bile ayıramaz derler ya. Öyle olmuş işte. Ölüm bile ayıramamış. İkisinin mezarı da yan yanaydı. Başlarında ise koskoca iki servi ağacı. Muhafız gibiydiler. Köklerinin uzandığı bedenleri korumak için buradaydılar sanki. Gözlerim elimde kalan iki çiçeğe kaydı. Onların da nasibi bu iki hayat yoldaşıymış demek ki. İkisinin de mezarlarına çiçekleri güzelce dikip cansularını verdim. Nenemin küçüklüğümde ezberlettiği duaları okudum. Arkamı dönüp gidecekken az önce gözüme vuran güneşin şimdi bu iki mezarı aydınlattığını farkettim. Önüme dönüp Asya'nın yanına yaklaştım. Gidenlerle vedalaştım, kalanlarla yoluma devam edecektim. Hayatın kanunu buydu. 🐝 Üç gündür buradaydım. Odamda dağlara bakan penceremin kenarına oturmuş ince belli bardağımdaki çayımla bu odadan neleri götüreceğimi düşünüyordum. Yarın yola çıkacağım için artık çantamı hazırlamam gerekiyordu. Sıra sıra dizilmiş puslu dağlara mest oluşumdan mıdır bilmiyorum yerimden kalkıp işlerimi halletmek oldukça zor geliyordu. Oturduğum koltuktan ahşap yatağımın altına elimi atıp babaannemin benim için sakladığı kutuyu önüme çekip kucağıma aldım. Çocukken giydiğimiz kıyafetler, babaannemin Ahsen'le bana ördüğü atkılar bereler, bez bebeklerimiz, oyuncaklarımız hep bu kutunun içindeydi. Hatıra olsun diye bir kaç bir şey götürecektim. Elime oranın soğuklarında takabileceğim uzun bir atkı geldi. Bunu yanıma almalıydım. Babaannemin bizim için kendi elleriyle yaptığı bez bebeği de elime aldım. Adı Gülpembeydi. Benim gibi sarı saçları vardı. Çocukken çok arkadaşım yoktu. Babaannem ben çok küçükken bana arkadaşlık etsin diye kendi elleriyle yapmıştı bu bez bebeği. Elimden hiç düşmezdi. Ben çamura düşsem o da benimle beraber çamur olur, geceleri ona sarılarak uyurdum. Küçük nazinden bir hatıraydı. Onu da yanıma alacaktım. Komodinin çekmecesinden öğrencilik yıllarımdan kalma fotoğraf makinemi de aldım. Fotoğraf çekmeyi seven biriydim. Özellikle doğa fotoğrafçılığına meraklıydım. Okulum bittikten sonra zamanım olmadığı için bu hobime ara vermiştim. Ama artık beni mutlu eden şeylere daha çok yoğunlaşacaktım. Bu kendime verdiğim bir sözdü. Tekrar kutuya döndüğümde en diplerde bir şey gözüme çarptı. Ahşap küçük bir tekerlek temiz verniğiyle diplerde parlıyordu. Elimi en dibe daldırıp onu kutunun en derinlerinden çıkardım. El yapımı olduğu belli olan, temiz kalsın, yıpranmasın diye verniklenmiş ahşap oyuncak bir arabaydı bu. Varla yok arası bir anı düştü zihnime. Gözlerimi kapattım. 9’lu yaşlarda bir erkek çocuğu silüeti geldi gözümün önüne. Anısı gibi kendisi de varla yok arasıydı. Sanki rüyaydı. Elimdeki ahşap arabası ise onun varlığının tek deliliydi. Misafirimin arabasıydı. Giderken ardında bırakmış, bizimkiler de benimdir diye almıştı. Yıllardır bu kutudaydı. Zarar gelmesin diye elime bile almazdım. Kimseye bu benim değil de dememiştim. Sahibini bekliyordu bu derin kutuda. Başka bir kutuya koysam iyi olacaktı. Buradaki eşyaların arasında zarar görmesi olasıydı. Komodinin üzerinde mavi bir kutu gözüme çarptı. İçine güzelce yerleştirip komodinin çekmecesine koydum. Kapının şiddetli vurulma sesiyle olduğum yerden ayrıldım. Kapıdaki her kimse belli alacaklıydı. Hızlıca kapıyı açtığımda önümde ellili yaşlarına gelmiş bir adam duruyordu. "Buyur bey amca. Hayırdır alacaklı gibi çaldın kapıyı." "Ebe nine lazım bana. Nerede o?" Sesi soluğu kesilmişti. Telaşı sesinden belliydi. İçeriden babaanneme seslendim. Babaannem dik duruşuyla geldi yanımıza. "Buyur Mustafa efendi." "Ebe nine karımın doğumu geldi. Ambulans da bulamadı bizim evi. Gelesin bi bakasın. Çok sancısı vardır." "Bekle, Geliyorum hemen." Babaannem odasına girip bir kaç eşyasını almaya gitti. Ben de kabanımı ve çantamı alıp arabanın anahtarını da aldım. "Ev çok uzakta mı?" "Yürüme yarım saattir." "Arabayla gidelim. Yolda vakit kaybetmeyelim." Babaannem yaşının elverdiğince hızlı hızlı hareket ediyordu. Ben arabayı çalıştırdım, onlar da ardımdan arabaya bindiler. Gidebildiğim kadar hızlı bir şekilde eve ulaştım. Araba kullanmak konusundaki özrüm bu sefer kendini belli etmemişti. Panik anlarında yok mu oluyordu yoksa? Ahşap evden içeri girdiğimizde büyük divanda doğum yapan kadın ve etrafındaki bir sürü kadın vardı. Kapı eşiğinde ise sancı çeken kadını izleyen bir sürü kız çocuğu vardı. "Çocuklar siz dışarı çıkın hadi bakayım. Burada ayak altında kalmayın." Çocukların bu durumu izlemesi doğru değildi. Çıkmak istemeseler de sırtlarını sıvazlayarak onları zorla dışarı çektim. Hepsini dışarıya yolladıktan sonra da kapıyı kapattım. "Bu kalabaluk nedu böyle?! Doğumda bu gada kalabaluk olur muymuş hiç? Yardım edecek iki kari dursun gerisi dışari. Hadi bakim." Babaannem fırçayı basmış yanında orta yaşlarda iki kadın bırakmış gerisini dışarı yollamıştı. Kadının da durumuna baktıktan sonra kapıdan dışarı çıkıp kadının kocasının yanına gitti. "Bu kizun doğumu çoktan başlamış. Çocuk da yola girmiştir. Evde doğurtmaktan başka çare yoktur." "Ne gerekiyorsa yap ebe nine." Çaresizliği sesinden bile belliydi zavallı adamın. Babaannem tekrar kadının yanına gelip başındaki örtüsünü onu rahatsız etmeyecek şekilde bağlamıştı. Turuncu kınalı saçları ortaya çıkmıştı. "Kizum sen git bol bol su gaynat. Sen de temüz çarşaf, havlu ne bulusan getü. Temüz olsun bak. Makas da getü." Yanındaki kadınlara ne yapması gerektiğini söyledikten sonra sancıdan halsiz düşmüş kadına döndü. "Kizum. Yavrun düşmüş yollara sana geley. Birazdan alacasun kucağına. Az sık dişini he mi?" En son da bana döndü. "Sen ne edeysun burada?" "Ne bileyim nine? Belki yardım ederim diye duruyorum." Bunları derken gayet masumdum. Ama babaannem yeterince gaddardı. "Bok yardım edersun. Bekar gızun doğumda ne işi varmış, bunca kari dururken?!" En sonda ayağından çıkarıp savurduğu terlikten son anda kurtulup kendimi evden dışarı attım. Bu kadının sevgi dili dövmekti. Yirmi beş sene sonra da olsa öğrenmiştim. Bahçeye çıktığımda ağaç dibinde oturmuş, sessiz sedasız ayaklarının dibindeki çiçeklerle oynayan çocukları gördüm. Babaları ise ambara sırtını dayamış doğumun bitmesini bekliyordu. Çocukların yanına gittim. En iyisi burada durmaktı. "Çocuklar ne yapıyorsunuz bakayım?" Onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için biraz çömeldim. "Annemizi bekliyoruz." dedi benim gibi yere çömelmiş, elindeki çubukla toprağı eşeleyen kız. "Siz hepiniz kardeş misiniz?" Sesimin tonundan bile şaşkınlığım belli oluyordu. Bu çocukların bazıları komşu çocuğu zannetmiştim oysa. "Evet" Önünde eşelediği topraktan başını kaldırmadan konuşuyordu benimle. En büyüğü onlu yaşlarda, en küçüğü iki yaşında bile olmayan beş kız çocuğu vardı. Bu kadar çok çocuğu doğurmak o kadını kim bilir ne hale getirmişti. "Annen iyi olacak. Ninem iyi bakar ona. Üzme tamam mı kendini?" Sırtını sıvazlayıp teskin etmeye çalıştım elimden geldiğince. En küçüğü diğer ablasının kucağından kalkıp yanıma geldi. Küçük elini saçıma uzatıp buklelerle oynamaya başladı. "cücel saç" Ne dediği az çok anlaşılıyordu. Tatlılığı ise boyundan fazlaydı. Dayanamayıp kucağıma çektim. "Bence senin saçların daha cücel." Dudaklarından küçük bir kıkırtı koptu. Saçım dağınık durmasın diye arkaya doğru ördüğüm küçük tutamı alıp kendi saçıyla yan yana koyup bakmaya başladı. "Ögü." Saçımdaki örgü dikkatini çekmişti. "Seninkini de öreyim mi?" "Ör" İstek belliydi. Bize de yapması düşerdi o zaman. Yere oturup küçük kızı kucağıma çekip örmeye başladım. Örüklerinin arasına da yerde büyüyen beyaz papatyalardan yerleştirdim. Bunu gören diğer kızlar da saçlarının örülmesini istedi. Onlara da aynısını yaptım. Küçükken ben de böyle gezerdim. Sarı kıvırcık saçlarım örgülü, örgülerin arasında ise renk renk çiçekler olurdu. Büyük abla hâlâ olduğu yerde duruyordu. Diğerleri ise ne olduğunu bilemediğinden kendi hallerindeydiler. Yanına yaklaştım yine. "Anneni mi düşünüyorsun bakalım sen? Hı?" yüzüne eğilerek bakmaya çalıştım. Fakat o cevap bile vermedi. "Okul nasıl gidiyor?" Başka konular açmak en iyisiydi. "İyi." Cevap netti. "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" "Öğretmen." Bu da gayet netti. Ama elime koz vermişti küçük hanım. "Biliyor musun? Ben de öğretmenim." Önce toprağın içinde ileri geri hareket eden çubuk durdu. Sonra da önündeki topraktan başını kaldırıp bana baktı. "Gerçekten mi?" Merakını kazanmıştık güzel kızın. "Evet. Hatta bir sürü de öğrencim var." Cebimden telefonumu çıkarıp öğrencilerle olan fotoğraflardan bir tane açıp bakması için uzattım. "Bak bu abiler, ablalar benim öğrencilerim." Meraklı gözleriyle fotoğrafa baktı. "Ben de böyle beyaz önlük giyeceğim." "Giy tabi. Hem senden çok güzel öğretmen olur bence." Bu dediğim hoşuna gitmişti. "Ben de doktor olacağım." Diye arkadan bir kardeşi lafa girdi. "O zaman ben de avukat olacağım. Avukatların giydiği ceketten giyeceğim." "Olun tabi hepiniz de zeki kızlarsınız." "Benim de saçlarımı örer misin?" Diye sordu müstakbel meslektaşım. "Tabi ki de örerim gel bakalım." Yanıma gelmiş saçlarını örmem için bana dönmüştü. Onun da saçlarına diğerleri gibi güzel çiçekler yerleştirdim. En son kendi saçımı da onlarınki gibi yaptım. Hepimiz örüklü ve çiçekli kızlar olmuştuk. Adeta kendi örgütümü kurmuştum. Örgü işi bittikten sonra küçük bir oyun üretip çocukları biraz daha oyaladım.Babaannemin kapıdan çıktığını görünce yanına gittim. Çocuklar da annelerini görmek için koşa koşa eve girdiler. "Bu kariya daha doğum yaptırtma. Bir dahakine ölüsü çıkar ha bu kapidan." Uyarısı netti babaannemin. "Erkek uşağım olsun istedim ebe nine." Ben bu adama başta zavallı demiştim di mi? Lafını misliyle geri alıyorum. "Evladın erkeği kızi olmaz. Bak boy boy kizlarun var. Hepisi de hayırlı evlat olacak inşallah. Tez zamanda da hastaneye gidun. Bi de doktorlar baksun." Olabilecek en ters bakışımı attım yanımda kalıbına tükürdüğüm adama. Babaannemle beraber doğum yapan kadının yanına gittik. Çantamın içinden cüzdanımı çıkarıp içinden bir miktar para çıkardım. Buralarda adettendir. Yeni doğum yapmış kadına para, altın takılırdı hem nazar değmesin diye. Hem de çocuğun ihtiyacı için harcansın diye. Yanındaki yeni doğmuş bebeğiyle ilgilenen kadına dönüp battaniyenin yanına parayı iliştirdim. "Geçmiş olsun." "Anne bu abla bizim saçlarımızı ördü bak. Çiçek de taktı saçımıza." Ortanca kızlardan bir tanesi saçını uzatarak annesine gösterdi. "Allah sizden razı olsun. Ebe nine olmasa halimiz nasıl olurdu?" Sesinde geçirdiği doğumun yorgunluğu vardı. "Ninem yapması gerekeni yaptı." Büyük kız annesine daha da yaklaştı. "Anne bu abla öğretmenmiş biliyor musun?" Annesi usulca başını sallamıştı. "Sen de büyüyünce öğretmen olacaksın. Meslektaş olacağız seninle. Belki aynı okulda bile çalışırız ilerde." Yüzündeki gülümseme daha da büyümüştü. Annenin yanına yaklaşıp kulağına eğildim yavaşça. "Bu kızların hepsini okut. Hepsi de okumaya istekli. Erkek çocuğu isteyen eşine de kanma. Kızlarının hepsinin de pırıl pırıl bir geleceği olacak inşallah. Onların arkasında dur yeter." Sessizce söylemiştim tüm bunları. O ise usulca başını salladı tekrar. Babaannem elindeki küçük çantayla içeriye girdi. "Hadi kizum biz gidelum." Artık gitmemiz gerekti. "Kızlar biz gidiyoruz. Kendinize ve annenize iyi bakın tamam mı?" diyerek vedalaştım hepsiyle. "Sana verdiğim otları kaynat iç kizum. Gocana da söyledum. Sana da söyleyim. Tez zamanda doktora görün. Bir de onlar baksun. Hadi Allah sağlıcakla büyütmeyi nasip etsun." Başındaki yemeniyi düzeltip beni de önüne kattı. Arabaya bindiğimizde beni incelemeye başladı. "Ha bu dört tekerleklüyü götürmeyi bili musun sen?" "Bilmem mi Hafize sultan?!" "Benim torinuma bak hele. Çiçek gızım." Araba kullanmamdan gurur duymuştu. Yan koltuğa böbürlenerek binmesinden bile belliydi. 🐝 Son defa çantamı kontrol ettikten sonra fermuarını kapatıp kapının dibine koydum. Sabahtan yola çıkacaktım. Önce ilçeye eve gidecektim. Bizimkilerle de bir kaç gün geçirdikten sonra Mardin'e, yeni hayatımın geçeceği şehre gidecektim. "Nazenin, çiçek kizum yanıma gel hele." İçeriden gelen babaannemin sesi odayı doldurmuştu. Odadan çıkıp yanına ulaştım. "Buyur nine." Elindeki bakır kapta ne olduğunu anlamadığım bir şey karıştırıyordu. Odaya saran kokudan kına olduğu anlaşılıyordu sadece. "Gel ha buraya. Ellerine kına yakayım." Arada bir ellerime kına yakardı. Uğur getirirmiş öyle söylerdi. Üstelik eski bir adetmiş. Bahar gelirken kına yakılırmış. Yavaş yavaş yanına gelip dibine oturdum. Ellerimi açık vaziyette kucağına bıraktım. "Beni kınalayıp mı yolluyorsun Mardin'e Hafize sultan. Askere mi gidiyorum ben yoksa?" "Benim gözümde askerden farkun ne ki? Hem gurbete gitmey misun? Aynı şey işte." "Ben vatanı savunmaya değil vatana hayırlı evlatlar yetiştirmeye gidiyorum ninem." "O yüzden kına yakim ya sana. Askere vatana kurban olsun diye kına yakılır. Seni de o yetiştirdüğün uşaklara kurban edeyim ben." Kırk yerimden bıçakladın beni be Hafize sultan. "Kapida çanta var. İçine pekmez koydum. Dikkatli ye şekerun azmasun. Bir gavanoz çiçek kızıma, bir gavanoz kara kızıma. Ari bali da vardur. Arici Muhtar'dan almişim taptaze. Üç gavanoz goydum. Birini Ahsen'e ver. Astımına eyi gelur. Katmer de etdum. Yaban ellerde aç galma." Her zamanki haliydi bu. Geldiğimde elim boş yollamazdı. "Lekene de süreyim mi kınayı?" Doğum lekemi kastediyordu. Kına yaktığında gözükmezdi bu leke. "Yak nenem." Avucumun içini Tırnaklarımı kınayla kaplamış, bulaşmasın diye de güzelce sarıp sarmıştı. Şimdi bile elime kınayı sürdüğü işaret parmağı kıpkırmızı olmuştu. Yarın kim bilir benim elim nasıl olacaktı. "Boynundaki ha o kolyeyi sana niye verdiğimi hatırla. Özünü unutma ha çiçek kizum." Buralara gelmeyi unutma, beni de tek bırakma demekti bu. Kendine sahip çık anlamı da vardı tabi. Yabancı biri seni çağırırsa gitme demek de olabilir. Ya da tanımadığın biri bir şey verirse yeme demek istemiş de olabilir. Kınayı yaktıktan sonra beni yatağıma kendisi yatırmış üzerime de üşümeyeyim diye bana özel yaptığı en kalın yün yorganını örtmüştü. Işığı da kapattıktan sonra, sadece ay ışığı kaldı geriye. Üzerime örtülen yorganı kaldırıp penceremin önündeki küçük divana oturdum. Boylu boyunca uzanan dağları gecenin karanlığı bile örtememişti. Ay ışığı hepsini ortaya çıkarmıştı. Bu dağları, bu ahşap evi, babaannemin kokusunu özleyecektim. Belki Arife'yle Zarife'yi de özlerim. Sık sık gelmek farz olmuştu artık. |
0% |