@yonsuzpusula
|
KEYİFLİ OKUMALAR ÇİÇEKLERİM.
YORUM BIRAKMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN.
ÖPÜLDÜNÜZZZ 🐝🐝🐝🐝
2.BÖLÜM
"CEHENNEMDEKİ ÇİÇEK" Size bir romandan bahsetsem bilir misiniz? Ele avuca sığmayan küçük bir kız çocuğunun büyüyüp, kendini hiç de bilmediği topraklarda, yabancısı olduğu insanların arasında bulmasıyla başlar roman.Mesleğinin zorluklarını, baktığında kendini gördüğü öğrencilerini anlatır. Zor olmuştu onun için yabancı yerlere, insanlara alışmak. Çok yerler gezmek zorunda kaldı. Gittiği her yerde gurbetin zorluklarını çekti. Yüreğinde yarım kalanın özlemi ise cabasıydı. Yarım kalanlar kalbinin acısını daha da hissetmesine sebep oluyordu. Hırçın küçük kızın güçlü bir kadına dönerken ki sancılarını anlattı bize Reşat Nuri bu kitapta. Güzelliğiyle “gülbeşeker” denilen, hırçın tavırlarıyla da “çalıkuşu” denilen Feride’nin hikayesiydi. Bu kitabı okurken Feride’de hep kendimi görürdüm. Feride aslında bendim. Tek fark isimlerimlerimizdi. Okurken kendimi okurmuş gibi hissederdim hep. Şimdi ise benim hikayemin zamanıydı. Çalıkuşu’nun ince ince tüten dumanlara benzettiği dağlar ise tam karşımdaydı. Onun içinde büyüttüğü gurbet hissi ise damarlarımda akıyordu. Tam anlamıyla Çalıkuşu olmuştum artık. Sarı, alabildiğine uzun ve ağaçsızlığıyla çıplak kalmış dağlar vardı önümde. Gurbet kokan dağlar. Penceremden karşıladığım mavi göğün altında kalan dağlar. Kendime verdiğim sözü ise gerçekleştirmiştim. Gökyüzüne kendi penceremden bakıyordum. Yeşilliğe aşina olan gözlerim alışkın değildi bu kadar sarıya. Renklendirsin diye çiçeklendirmiştim penceremin önünü. Sırf daha kolay alışabileyim diye. Babamın aklına gelmişti bu küçük çiçekleri getirmek. Lokantadaki saksılarından birer kök vermişti. Biri aşkın gözyaşı denilen bir çiçekti. Kendinin bir parçasını yaprağının uçlarından toprağa bırakan bir çiçekti. Hikayesi ise adı kadar gözyaşı bıraktıracak bir hikayeydi. Sevdiği adamın savaşta şehit olmasının ardından, döktüğü gözyaşların toprakta yeşermesiyle ortaya çıkmış bu çiçek. Bu çiçeğin hikayesini de nenem anlatmıştı. Tam ona göre bir çiçek aslında. Dedemin ardından gözyaşı dökmekten, ağıt yakmaktan sarı saçlarının bir gecede beyazladığını söylerdi babam. Nenemin hikayesi de bu çiçeğin hikayesi kadar hüzünlüydü. Yaprağının uçlarında küçük tomurcuklar gözyaşı gibi büyüyüp kendini toprağa bırakıyordu. Tıpkı gözlerde doğup yanaklardan süzülen gözyaşları gibi. Görünüşü de adına şahitlik ediyordu. Yanında ise yeni başlangıçları simgeleyen nergis çiçeği. Babam özellikle bana benziyor diye sarı renkli olanını dikmiş, öyle dedi. Onun yanında ise rengarenk çiçekleri olan küçük küçük saksılar vardı. Onlar da benim gibi buralara alışmak için çabalıyordu. Benim ise büyük bir şansım vardı burada. Gülşah; dostum, sırdaşım, can bağı kurduğum kardeşim. Ben ona hep “gülüşüm” diye hitap ettim. Çünkü en zor zamanlarımda yüzümü güldüren sebebim olmuştu. Ayrıca insanları mutlu eden çok güzel bir gülüşü vardı. Bu hayatta ailem haricinde güvenebildiğim tek kişiydi. Kan bağımın olmadığı ama can bağımın olduğu kız kardeşimdi. Okulun ilk günü tanışmıştık biz. İlk günden son güne kadar hep beraberdik. Üniversite hayatım onun sayesinde mutlu ve eğlenceli geçmişti. Fakat bizim dostluğumuz üniversiteyle kalmamıştı. Birkaç sene görüşemesek de şimdi aynı şehirdeydik. Hatta karşı binada komşum olmuştu canım dostum. Birazdan da yanıma gelecekti. Küçük bir kızlar gecesi planımız vardı. Kararmaya yüz tutmuş gökyüzüne baktım. Önümdeki çiçeklerimden bir nefes çektim. Sonra küçük evimin küçük mutfağına ilerledim. İçinde karaciğeri bile iflas ettirebilecek kadar abur cubur bulunan zulamı açtım. Olası bir zombi istilasında cips, çekirdek ve çikolata konusunda yokluk çekmezdim kesinlikle. Diğer yaşamsal ihtiyaçlar bir şekilde halledilirdi zaten. Cips mühim konudur. Aksini iddia eden etmesin. Elimi en sevdiklerimden bir tanesine uzattım. Bir paket yeter miydi. Soru mu bu? Yetmez. Bir paket daha cips. en büyüğünden iki paketi büyük çerezliğe boca ettim. yanına güzel soslar. Çekirdeğe gelince de elimizi korkak alıştırmadık tabi. Bu kadar zararlı tabağın yanına meyve ile olası bir kalp damar tıkanıklığını önlemek gerekiyordu. Güzel bir fondü tabağını da büyük sehpanın üzerine bıraktım. Tatlılardan ben yiyemeyeğim ama olsundu. Malum şeker hastası bir bireydim. Zilin çalmasıyla beklenen güzellik evime intikal etti. Üzerinde siyah saten pijama takımı, gözünde güneş gözlükleri ve ayrılmaz parçası trençkotu vardı. Sırtını duvara yaslamış en cool haliyle poz veriyordu. Kolundan da bir poşet sallanıyordu. Diğer elinde ise anlam veremediğim bir çubuk kraker paketi vardı. Saçları ev topuzunun en şık haliydi. Her haliyle güzel her haliyle çekiciydi bu kadın. Koyu kahve dalgalı saçlarının topuzdan çıkan tutamları buğday tenini süslüyordu. Gözleri de kahverenginin başka bir güzel tonuydu. Dolgun üst dudağının üstünde küçük bir ben vardı. Beni yüzüne daha da bir güzellik katıyordu. Ben ise pembe peluş pijamalarımla ona bakıyordum. Gözündeki güneş gözlüğünü parmağıyla indirerek burnunun üstüne getirdi. Cilveli cilveli bana bakıyordu şu an. Ayrıca akşam akşam niye güneş gözlüğü takdıysa. Gülüş ve onun amacı olmayan davranışları. “Şarap, viski, konyak?” Kendince selam veriyordu canım arkadaşım. Alemdi bu kız. Ellerimi kapının pervazına yaslayıp aynı cilveyle karşılık verdim. Pembe pijamayla ne kadar çekici olunabilirse artık. “Gülşah tercihimdir.” diyerek onu memnun eden bir cevap verdim. İkimizden de aynı anda gür bir kahkaha koptu. Elini tutarak eve çektim. Elindeki poşeti bana uzattı. İçinden pembe çiçekleri olan bir afrika menekşesi çıktı. “Tanıştırayım, ismi Rıza. Dünyadaki erkolardan daha nazik bir kişiliği var bu arkadaşımızın. Senin gibi bereket tanrıçası çiçek manyağına da en güzel ev hediyesi olarak kendisi olurmuş. Yani Rıza söyledi bunu ben değil. Güle güle bak gülbeşekerim.” Gözlerimden şıp şıp gözyaşı damlayabilirdi şu an. “Yaaa gülüş.” diyerek kollarımı kocaman açtım. O da bu davete icabet etti. Dayanamadık dolu dolu sarıldık birbirimize. “Tamam yeto. Bu gece duygusallık yok. Yeni bir yerdeyiz. Mutluyuz, huzurluyuz. En önemlisi genciz ve çıtırız.” Haklıydı kız. Bu geceye özel neşeliydi de. Bu neşenin kaynağının ben olma ihtimali de vardı tabi. Sevgi seremonimizi bittiğinde üzerindeki trençkotu çıkarıp kenara fırlattı. Şu dakikadan sonra olacaklardan kimse sorumlu değildi. Abur cuburlara inceleyerek baktı. Adeta gözleri parlıyordu güzelliklere bakarken. “Tatlı, tuzlu, acı, ekşi karışacak bu gece desene.” Kesinlikle öyle olacaktı. Ciddi olduğu zamanlardaki ikonik hareketini yaptı. İki elini beline koyup kaşlarını çatmaya başladı.“Ama bir şey eksi bu masada?” “Ne eksik söyle donatayım önüne gülüş.” Bir nevi aşk ilanıydı bizimki de. “Türk kahvesi.” diyerek işaret parmağını salladı. Kahveden bahsederken gözleri parlıyordu adeta. Türk kahvesi bağımlısıydı Gülşah hanım. Ben de en ufak kafein damlasında bile çarpıntı geçiren o kızdım. Mükemmel uyum diye buna denirdi. “Ama seninki değil. Ben yapacağım. Bulaşık suyu içmek istemiyorum. Bu gece damarlarımda kan değil kafein aksın istiyorum.” Bu gece coşkuluydu bizim kız. Normalde nadiren gülen, kahkahasını kimseye bağışlamayan biridir. Hızlı adımlarla mutfağa ilerledi gülüşüm. Ben de Rıza’yı güvenli bir yere bırakarak peşinden ilerledim. Bu gece neler olacağını tahmin edemiyordum. O yüzden güvenlik önemliydi. “Ben de kendime çay demleyeyim o zaman.”
2 saat sonra Gece iyice ilerlemiş, saatin akrebi kaçıncı kez turunu atmıştı belirsizdi. Gülşah koltukta boylu boyunca uzanmıştı. Bir bacağını kanepenin baş kısmından sarkıtmış diğer bacağı ise yerden güç almak ister gibi kanepenin aşağısına sarkıtmıştı. Ben ise daha beter haldeydim. Başımı Gülşah’ın başının yanına koymuş bedenimi de patates çuvalı gibi kanepenin diğer tarafına bırakmıştım. Büyük L koltukta çise yemiş fındık çuvalı gibi uzanmıştık. Ağırdık ve kalkmamız imkansız gibiydi. “Yıllardır küllenmiş aşkın var bende. Aşkım mekan kurmuş yanan gönlümde. Beni terkedipte gittiğin halde. Sana intizara kıyamıyorum.” Dertli dertli nameler dökülüyordu gülüşümün dudaklarından. Sesi de oldukça güzeldi. Kırşehirli bozlak kızından ne bekliyorsak. Tabi ki güzel olacaktı. Ama ben bu kedere daha fazla tahammül edememiştim. “Değiştir. Bu çok kederli.” dedim. “Kahrolmadan ikimiz, bitmeli bu sevgimiz. Bu bizim kaderimiz, dayan yüreğim dayan. Unutma ki evlisin. Yuv…” “Bu da çok kederli.Değiştir.” Gülşah başını kaldırıp tersten ama oldukça ters bir ifadeyle bana baktı. “Sana da şarkı beğendiremiyoruz gülbeşeker.” Çok sitemkardı. “Gözlerimde senin gözlerin kaldı. Ellerimde senin ellerin kaldı. Giden yıllarımda yıllarım kaldı. Seni düşündüm sabah olmadan. Seniii…” Şarkının yükseldiği yerde ağzına küçük bir tokat çarptım. “Düzgün bir şarkı çıkmayacak mı senin ağzından.” “Repertuvarımda yok. Üzgünüm.” Küçük bir sessizlik çöktü aramızda. “Gülbeşeker? Biz çok mu tıkındık ne yaptık? Mide fesadı geç..” Gülşah'ın küçük serzenişini engelleyen ağzına giren benim kıvırcık saçı oldu. Gülşah ağzına girmeye hazırlanan saçları itip başını çevirdiğinde benim acı dolu yüz ifademi gördü. Ben de kendisinden farklı değildim. “Kaç fincan içtin o kahveyi?” dedim. Sesim oldukça baygınca çıkmıştı. “En son beşti. Gerisini saymadım.” dedi gülüşüm. “Bereketi kaçmasın diye mi saymadın gülüş?” “Asıl sen söyle kaç bardak çay içtin? O çay kaçak çaydı bir de.” Ev alışverişini birlikte yapmıştık. Gülüşüm beni hiç yalnız bırakmamış evin tüm eksiklerini beraber halletmiştik. Yorulmama bile müsaade etmemişti. “Ben de diyorum bu çay niye bu kadar acı.” Bizim oraların çayı gibi değildi kesinlikle. Ben de çay çaydır diyerek içmiştim önüme geleni. “O cipsleri de abartmayacaktık. Çekirdek de tuzluydu. Allahım sivilce tarlasına dönecek yüzüm.” Gülüşüm dış görünüşüne dikkat eden bakımlı bir kızdı. Sağlıklı beslenmeye de özen gösterirdi. Adını bile bilmediğim her şeyi yapardı. “Babaannemin bir merhemi vardı onu getirdim. Çıkan sivilcenin üzerine onu süreriz. İz de kalmaz hemen iyileşir.” “Öyle yaparız artık.” Gülüş kendini biraz toparlayıp bana döndü. Kıvırcık saçlarımın buklelerini parmaklarına sararak kendince bir oyun oynuyordu. “Gülbeşeker keşke hayatımızdaki sorunları da bir merhemle halledebilseydik.” Duyduklarımla uzandığım yerden doğrularak Gülşah’ın karşısına geçtim. “Gülüş sen benden gizli aşk acısı mı çekiyorsun?” Sesim oldukça tehditkârdı. Bu sefer o da tamamen doğrulup bana baktı. “Estağfirullah gülbeşeker. O benim her zamanki melankolikliğim.” Kaşlarımı kaldırarak ‘İnanayım mı?’ dercesine baktım. O beni konuşmadan da anlardı sonuçta. “Bir şey yok. Hem ben sana hangi derdimi anlatmadım ki gülbeşeker? Sigarayı bıraktım ya ondan böyleyim.” Cidden sigara yoktu elinde. Normalde de çok içmezdi ama eksik de etmezdi yanından. “Nasıl oldu da bıraktın sen o zıkkımı?” Sigara içmesinden hoşlaşmazdım. Üniversitedeyken yanımda içmemeye gayret ederdi ama kokusundan içtiğini anlardım. Sağlığına zararlıydı ve ben göz göre göre kendine zarar vermesine göz yumamazdım. “Çok gurur kırıcıydı.” Böyle gizemli gizemli konuşup beni merakta bırakmayı severdi. “Ne çok gurur kırıcıydı?” “Sigaranın kokusunu parfümlerle gizlemek çok gurur kırıcıydı. Ben de bıraktım. Bir senedir içmiyorum.” Açık açık yalan söylüyordu. ‘İnanayım mı?’ bakışını tekrar attım. “Doğruyu söyle.” dedim. “Nenem bir şey dedi di mi sana?” En son bir yıl önce bize gelmişti. Nenemin yanında kalmıştık uzunca bir zaman. O zamanlarda da neneme çaktırmadan sigara içmeye çalışırdı. Ama anlaşılan başarısız olmuştu. “Hafize nene beni tuvaletinde sigara içerken yakaladı. Bastonuyla da dövdü.” dediğinde hakettiği tokatı bu sefer ağzı değil poposu yedi. Bir sopa da benden yemiş oldu. “Evi mi yakacasun? dedi bir de.” Nenemin taklidini çok iyi yapıyordu. Ama benim kadar iyi değildi. “O yüzden mi geldiğinden beri bunu kemirip duruyordun?” Geldiğinden beri elinden bırakmadığı çubuk kraker paketini önüne savurdum. “Ne yapayım gülbeşeker. sigarasızlık zor. Dayanamıyorum. Bununla idare ediyorum ben de.” Önündeki kraker paketinden bir tane kraker alıp dudaklarının arasına bıraktı. Onun için geçici bir tatmin sağlıyordu. “Zor oldu ama bıraktım. Bir aferim alırım çiçeği burnunda öğretmenim.” Bu onun için büyük başarıydı açıkçası. Helal olsun dercesine küçük bir alkış tuttum. “Aferim sana. Hep böyle ol canımı ye.” Gülüşümün yüzünde koca bir tebessüm oluştu. “Yarın için heyecanlı mısın? Yeni şehir, yeni insanlar.” Yarın okuldaki ilk günümdü ve kalbimde yeni bir şeylere başlamanın garip bir sancısı vardı. Yeniden bir hayat kurmanın sancılarıydı bunlar. “Normal olarak biraz heyecanlıyım.” İnanmamıştı. O beni bilirdi. Yabancı yerlere kolay uyum sağlayamadığımı, uzun süre yabancılık çekeceğimi de biliyordu. “İyi bakalım, öyle olsun. Hadi ben kalkıyorum. Erken yatıyoruz, yarında erken kalkıp okula beraber gidiyoruz.” Ayaklanıp kanepeye fırlattığı trençkotunu alıp üzerine giydi. “Emredersiniz komutanım.” dediğimde bu sefer de o benim popoma küçük bir tokat attı. Birbirimize küçük de olsa böyle el şakaları yapmayı seviyorduk. Aramızda altı senedir arkadaş olmanın getirisi güzel bir samimiyet vardı. İkimiz de birbirimize kolay kolay darılmazdık. Biz konuşmadan anlaşabilen, anlaşmak için kelimeleri fazlalık gören iki kişiydik. Bir bakışmamız yeterdi. Bir susuşumuz yeterdi anlaşmaya. “İyi geceler gülbeşeker sabah görüşürüz.” “İyi geceler.” Pervaza yaslanıp onun gidişini seyrettim. Apartman kapısının kapanma sesini duyduğumda onun evine bakan oturma odamın büyük penceresine yöneldim. Eve sağ salim girip girmediğini kontrol etmem gerekirdi. Sokakta evine doğru giderken arkasına dönüp bana baktı. Onu pencereden kontrol edeceğimi biliyordu. Cebinden çıkardığı elini yüzündeki tebessümle sallamaya başladı. Ben de aynısını yaptığımda arkasını dönerek hızlıca kendi apartmanına girdi. Onun apartmanının yanında küçük bir çocuk parkı vardı. Küçük ve kırık salıncakları hâlâ varlığına şaşırdığım tahterevallisiyle, kırık dökük kamelyaları olan bir parktı. Gökyüzündeki büyük dolunayın beyaz ışığı aydınlatıyordu küçücük parkı. Çocukluğumu hatırladım bir an. Aklıma gelen fikirle sırf antika olduğu için aldığım konsoldan fotoğraf makinemi çıkardım. Bu değerli manzarayı unutmamak için fotoğrafını çektim. Gülüş erken yat demişti ama benim aksine hiç uykum yoktu. Bir koşu yatağımın yanına bıraktığım yarım kalmış kitabımı alıp küçük penceremin kenarında güzel ay ışığı altında okumaya başladım. Ben okudukça ay ışığı kitabıma düşmeye başladı. Beyaz ışığın altında cümleler parıldadı. “Ben genç yaşında ölmüş gibiyim, yaşayan bir ölüyüm. Hayatım boyunca böyleydi.” “Hayır Mr. Carton. En güzel günlerinizi henüz yaşamadığınızdan eminim. Eminim ki hak ettiğiniz şeylere kavuşacaksınız.”
🐝
Yaratılış mitine göre dünya var olmadan önce her yer suyla kaplıydı. Çoğu yaratılış destanı da böyle başlar. İnsanların, uygarlıkların varoluş hikayeleri hep suyla başlamıştır. Kuru topraktaki tohum bir damla suyla filizlenir, insanoğlu ihtiyacı olan suya yakın olmak için elinden geleni yapardı. Dünyada kutsal kabul edilen üç nehir varmış. Bunlar nil, fırat ve dicle nehirleriymiş. İki kutsal nehrin arasındaki bereketli, bakir Mezopotamya'nın ortasındaydım ben de. Burada anlatılanlara göre Danyal peygambere bir vahiy iner. Yaradan Danyal Peygambere ‘’Ufak derenin ağzına asanla bir çizgi çiz.Ordan Basra Körfezi’ne doğru yürü. Dicle seni takip edecektir.’ diye emreder. Allah’ın hikmetini ve kudretini taşıyan peygamber elindeki asayla kuru toprağın üzerinde küçük çukurlar açarak ilerler. Arkasına baktığında ise dağlardan, nehirlerden, derelerden, küçük çaylardan akan sular onun asasıyla oluşturduğu küçük yarıktan aktığını fark eder. Sonra Danyal Peygambere bir vahiy daha iner. Ona güzergâhını belirlerken dikkat etmesi gerektiği söylenir. Yolunun üzerinde yoksul, yetimin evi varsa oranın etrafından geçerek Allah’ın kullarının haklarını korur. Bu yüzdenmiş Dicle Nehri’nin bu kadar dolambaçlı, girintili çıkıntılı olmasının sebebi. Derin vadilerden, geniş ovalardan geçer Danyal Peygamber. Su sesi koca Mezopotamya'yı sarar. Toprak daha bereketlenir. Dicle nehri en son Musul’a Bağdat’a ulaşır. Orada Fırat’ına kavuşur. Yolunun sonu ise Basra Körfezi olur. Burası Mardin’in Mazıdağı ilçesi. Çalıkuşu oldum geldim. Çiçek olup çiçek açtırmaya geldim. Tam karşımdaydı yeni görev yerim. Mazıdağı gibi küçük bir ilçenin kendine has küçük lisesi. Dün gece gülüşün dediği gibi sabah beraber evden çıkıp okula beraber gelmiştik. Alışmam gereken bir rutindi. Kendi memleketimdeyken hep kendi başımaydım. Her yere yalnız gider yalnız kalmayı severedim. Okulun geniş bahçesinde İstiklal Marşı okunmuş öğrenciler sırayla sınıflarına ilerliyordu. Okulumuzun kısa boylu zayıf müdürü Nizami Bey ise “Evladım burası şantiye mi? O sakallarını yarın görmeyeceğim. Kızım sen de yüzündeki makyajı sil çabuk tuvalette.” isimli şiirini okuyordu. Eline aldığı ıslak mendille makyaj yapmış kız öğrenci avına çıkmıştı. Hayatını okuluna adamış bir müdür olduğu belliydi. Gülşah'tan duyduğuma göre okulun düzenine, disiplinine çok dikkat eden biriymiş. Adı boşuna Nizami değilmiş yani. Ayaklarımın üzerinde dimdik ama yine de heyacandan kalbimin yerinden çıkacak kadar atmasına rağmen yeni yuvama baktım. Yeni görev yeri. Yeni yüzler. Yeni kalpler. Sonra soğuk parmaklarımı kavrayan bir sıcaklık. Gülşah'a döndüğümde ise cesaret veren o gülüşü vardı yüzünde. Yapabilirsin diyordu. Sen bunu hakettin diyordu. Konuşmuyordu fakat ben onu anlıyordum. Ne zaman anlamadım ki? Ne zaman birbirimizi anlamadık ki? Sıcak eline daha bir sarıldım. Gözlerine baktım. Koyu kahve, toprağı andıran gözlerine. Onun cesareti bana aktı geçti. Başım daha dikleşti. Duruşum daha bir cesaretlendi. İkimiz de aynı anda adımımızı attık. Okulun koridorlarından beraber geçtik. O topuklarını tıkırdata tıkırdata ben ise düz taban ayakkabılarımla sessiz sedasız ilerledim. Elimdeki ders programına bakındım. Dersine gireceğim sınıfın kapısına geldik. Gülşah beni bırakıp kendi sınıfına doğru ilerledi. Onun ardından uzunca baktıktan sonra elim kolyeme gitti. Bana şans getirmesi gereken bir zamandı. Parmak uçlarım gül kabartmasının üzerinde gezindi. Nenemin dedikleri aklıma geldi. “Özüni unutma çiçek kizum.” Onu andığımda, hatırladığımda dudaklarımda oluşan küçük tebessüm tekrar oluşmuştu. Aldığım güçle kapının kolunu kavrayıp açtım. İlk defa ders anlatmayacaktım. Yine de içimde tarifsiz, sebebi belirsiz bir heyecan vardı. Kalan gücümü de kendimi sınıfa atmakla harcadım. Öğrencilerimin ise bana yaptıkları küçük karşılama mükemmeldi. Üzerime doğru gelen küçük karartıya elimi uzattım. Avucuma baktığımda içinde kağıttan basket topu vardı. Kağıdı buruşturup basket topu yapmışlardı. Başımı kaldırdığımda ise kapı pervazının yukarısında duvara sabitlenmiş bir çöp kutusu vardı. Orta boylu kumral saçlı öğrencimin yüzünde ise mahçup bir ifade. “Iska!” Kağıttan yumağı ona gösterdim. Dibini sıyırdığım özgüvenimi zor da olsa devam ettirerek küçük masama ilerledim. Ben hareket ettikçe öğrencilerimin hepsi çil yavrusu gibi dağılıp yerlerine geçme telaşına girdiler. Eşyalarımı masaya bırakıp onlara döndüm. “Okulda basket sahası vardı diye hatırlıyorum.” Elimde kalan basket topuna benzetilmeye çalışılmış kağıt yumağını kapının üstünde ‘Ben burada ne alaka?’ diyen çöp kovasına fırlattım. Mükemmel bir atışla küçük top çöp kutusunun içindeki yerine ulaşmıştı. Küçük ve başarılı atışımla gurur duydum. Önüme döndüğümde ise hayranlıkla bakan gözler vardı. Ayıptır söylemesi iyi nişancıyımdır. Nenem evdeki çifteyi kullanmayı öğretirken bu yeteneğim de gelişmişti. “Basket potası olarak çöp kutusunu kullanmanız çok yaratıcı. Ama onu olması gerektiği yere indirirsek daha doğru olur.” Göz ucuyla baktığımda sayısı yirmiyi geçen öğrencilerim meraklı gözlerini bana dikmiş bakıyorlardı. Benim kim olduğumu bilmiyorlardı. Kendimi tanıtmamı bekliyorlardı. “Öncelikle kendimi tanıtayım. İsmim Nazenin Akdoğan. Yeni Edebiyat öğretmeniniz.” Buraya kadardı heyecan. Soğuk ellerimin yavaştan ısındığını hissettim. Ait olduğum yerdeydim. Özlemini duyduğum yer. Olmak için yıllarımı verdiğim yer. Emekle, tırnaklarımı kazıya kazıya geldiğim yer. Yeni birini tanımanın belirsizliği vardı gözlerinde. benim nasıl birisi olduğumu çözmeye çalışıyorlardı. “Sizi de tanımak için sabırsızlanıyorum. Ama bu tanışma işini basitleştirmek yerine eğlenceli bir şekilde yapmak istiyorum.” Gözlerinde beklenti ve minik heyecanın kıpırtıları vardı. Çantamın içerisinden bugün için hazırladığım yaka kartlarını ve iğneleri çıkardım. Her birine teker teker dağıtıp onlara döndüm. “Önce bu yaka kartlarına isimlerinizi yazmanızı istiyorum. Size daha iyi hitap etmemi sağlayacak bu yaka kartları.” Sınıftaki merak atmosferi gittikçe artmaya başlamıştı. Hissediyordum. Ortam ‘Hiç panik yok. Çok eğlenecuk.’ repliğini söylemek için mükemmeldi. Ama hanım hanımcık öğretmen imajını çizdiremezdim. İçimdeki Tüpçü Fikret'in uslu uslu yerinde oturup susması gerekiyordu şu an. “Şimdi herkes üzerine montlarını alsın. Bahçeye çıkıyoruz.” Ben de kabanımı hızlıca üzerime geçirdim. “Öğretmenim Nizami Hocamız ders saatlerinde sınıftan çıkmamıza kızıyor.” diyen ela gözlü bir kız döndü bana. Üzerindeki kağıda baktım. Adı Zeynep'ti. “Yanınızda ben varken kızmaz. Hem havalar ısınmaya başladığında dışarıda ders işlediğimiz günler olacak.” Müdür bey şimdiden alışsa iyi olacaktı. Arka sıralarda dersi kaynattık diye sevinen her sınıfta olan kutsal dörtlü vardı. Onlarla da ilgilenecektim yavaş yavaş. “Sınıf başkanınız en önden gidecek biz ise arkasından ilerleyeceğiz.” Sınıfın büyük çoğunluğu talimata uyup sınıftan çıkarken sıradan kaçmaya yeltenen iki küçük mirket takıldı gözüme. Sınıfa girdiğimde basket atmaya çalışan ikiliydiler. Sizi gidi Michael Jordan'ın yan çarları sizi. Çevikliğimi kullanarak ikisinin arasına geçip bahçeye ilerleyen küçük mirket sürüme ilerlettim. “Ben en yavaşınız olarak en arkanızdan gitsem iyi olacak. İkiniz bana eşlik eder misiniz beyefendiler?” diyerek kollarına girdim. Artık kaçamazlardı. Yaka kartlarından gördüğüm kadarıyla birinin adı Ahmet'ti. Diğerinin ise Baran. Küçük mirketlerimi önüme katmış koridor boyu ilerlerken müdür beyin kapı kenarından bizi izlediğini fark ettim. İçinden ‘Yeni geldi. Hevesli. Kendince bir şeyler deniyor.’ demiyorsa ben de Nazenin değildim. Uzaktan küçük bir baş selamı verdim. O da aynı şekilde karşılık verdi. Bahçenin tam ortasına geldiğimizde bana döndüler. “Şimdi sizinle küçük bir oyun oynayacağız. Oyunumuzun adı ‘karışık salata'. Hepsi birbirine bakıyordu. Bu oyunu ilk defa duyduklarında emindim. Aralardan “Sen biliyor musun bu oyunu?” fısıltıları duymaya başladım. Büyük bir daire oluşturalım.” Talimatları verdikten sonra oluşan dairenin tam ortasına geçtim. Oyunun nasıl işlediğini kısaca anlattım. “Kol saati takanlar yer değiştirsin.” diyerek oyunu başlattım. Ortada benim de karıştığım küçük bir hengame oluşmuştu. Ben de dahil herkes yerine geçtikten sonra ortada yerini bulamayan ‘’Dilan’ kalmıştı. İsim kartları görevini yerine getiriyordu. Bugün neredeyse hepsinin ismini öğrenecektim. Dairenin merkezindeki Dilan “Beyaz ayakkabı giyenler yer değiştirsin.” diyerek ben de dahil bir kaç mirketimin karıştığı küçük kargaşa tekrar oluştu. Yerimi bulduğumda bu sefer de ortada kalan ‘Kamil’ “Kızlar yer değiştirsin.” dedi. Ortalık yine karıştı. Fakat Kamil olduğu yerde dairenin tam merkezinde duruyordu. “Etek giyenler yer değiştirsin.” dedi bu sefer de. Yine aynı şekilde Kamil dairenin en merkezindeydi. “Kamil sen niye ortadasın kardeşim?” dedi Eren. Kamil alık alık bakmaya başlamıştı. Sanırım oyunu tam olarak anlamamıştı. “Etek giymiyorum çünkü kardeşim.” Cevabı basitti Kamil'in. Ama yine de ortada bir şeylerin ters gittiğini hissetmeye başlamıştı. Olaya hemen el attım. “Ortadaki oyuncu da yer değiştirmek zorunda Kamilciğim.” dedim. “Şimdi kendinde de olan bir özellik söyle de ortadaki oyuncu yer değiştirsin.” Kamil kendini incelemeye başladı. Kendisinde de olan bir özelliği bulmaya çalışıyordu. Yüzünde kafasında ampul yanmış gibi bir ifade oluştu. “Bu sene edebiyat dersinden kopya çekenler yer değiştirsin.” diye şahane bir cümle kurdu. Önce kimse ortaya çıkmadı. Sonra yaprak dökümü misali her biri teker teker ortaya döküldü. Küçük bir kargaşa sonunda ortaya ‘Ahmet’ geçti. “Bu soru için Kamil'e teşekkür etmem lazım sanırım. Sınav yaparken kimlere dikkat etmem gerektiğini öğrendim sayesinde.” Kamil'in yüzünde tarifsiz bir gurur oluştu. “Kendini de çok güzel açık etti Kamiltom. Ben kopya isterken vermezdi. Ahım tuttu herhal.” dedi Ahmet. Sert, gırtlaktan gelen sesi ve buraya özgü konuşma şekliyle. Araya komedi de serpiştirmeyi unutmamıştı. Kulağıma ilk başta yabancı gelse de hoşuma gidiyordu böyle şeyler. Bizim oraların da kendine has konuşma şekli vardı neticede. “Kamil de kırmızı listeye alındı.” deyip kendimce ortamdaki mizaha katıldım. Kamil'in ise yüzündeki gururlu ifadenin yerini mahcup ve masum bir ifade almıştı. Bolca gülmeyle bolca koşturmacayla geçirdik tüm oyunu. Onlar bana ısındı. Ben onlara. Onlar beni tanıdı. Ben onları. Gülüşmelerini izlerken bakışlarım pencerenin ardından beni izleyen Gülşah'a takıldı. Kollarını göğsüne bağlamış, yüzünde muzip bir gülüşle bana bakıyordu. Onun aksine ben de ona dolu dolu gülümseyerek karşılık verdim. Dolgun dudakları daha bir gerildi. Kahverengi gözleri daha bir küçüldü. O küçük muzip gülüş büyüdü. Bütün yüzüne yayıldı. Sonra aklından bir şey geçirdi. “Gülbeşeker yine gülbeşekerliğini yaptı.” Gözlerimi kapattım, bir soluk nefes aldım. Nenemin dedikleri kulağıma ilişti. “Çiçek olup çiçek açtır.” Saldım köklerimi toprağa. Tutunduğum toprak beni besleyip çiçek mi açtıracaktı? Yoksa zehir olup taze yaprağımı mı solduracaktı?
🐝
Günün büyük kısmını tamamlamıştım. Biraz da olsun dinlenmek için elimdeki çay bardağına sıkı sıkı sarılmış öğretmenler odasındaki büyük kanepeye kendimi bırakmıştım. Yanımda ise benden daha dinç duran Gülşah vardı. Elinde ise çantamdan bulduğu şeker ölçüm cihazı bir de nerden bulduğunu bilmediğim küçük bir sandviç vardı. Kenardan sarkıttığım elimi alıp şekerimi ölçmeye başladı. “Soğuk soğuk terlemeye başladın yine. Ara öğününü yapmadın mı sen?” Bana kızıyordu. Haklıydı da. Kavisli kaşlarını çattıkça korkutucu bir insan oluyordu. “Hengameden unutmuşum.” dediğimde parmağıma küçük iğneyi biraz daha sert batırdı. Yine de canımı acıtamamıştı. İçindeki yumuşak taraf bana kıyamıyordu. Bu ‘Bir daha unutma.’ demekti. Unutursam baygınlık geçirme olasılığım yüksekti. “Unutmuşum ne demek? Rica ediyorum bana açıkla gülbeşeker.” Elindeki cihaza odaklanmıştı. Ama beni de azarlamayı unutmuyordu. Onu telaşlandırmıştım yine. “Ya bayılsaydın? Al bak şekerin düşmüş yine.” diyerek cihazı bana doğru uzattı. Haklıydı. Yine şekerim düşmüştü. “Kucağına bayılırım işte ne güzel. Sen de beni tutarsın. Tutmaz mısın yoksa?” Şirinlik yapıp azarından kurtulmam lazımdı. Başım dönmeye, göğsümün altındaki hareketlilik ise artmaya başlamıştı. “Bu zamana kadar tutmadım mı sanki? Şimdi olsa yine ilk ben tutarım.” Elindeki ilacımı ve getirdiği suyu bana uzattı. “Bunu iç, sonra sandviçini ye.” “Hayatımda senin kadar iyi bir hasta bakıcı görmedim gülüş.” ‘Artık sus.’ Bakışı atıyordu. Şımarma kotamı doldurmuştum ama bana hala sinirliydi. Alttan alttan ters ters bakıyordu. Bana uzattığı sandviçi alıp yemeye başladım. Fark etmesem de cidden acıkmıştım. Üniversitedeyken her gün bugün olduğu gibi benim için yanında ara öğün taşırdı. “Şu hastalığı günlük hayatından itmeye çalıştıkça zarar uğrayan sen oluyorsun. Alış artık. Senin yeme içme saatlerine dikkat etmen gerekiyor.” O böyle haklı haklı konuştukça daha da utanmaya başladım. “Her neyse. Artık ben varım. İlaç saatlerini de ara öğün saatlerini de biliyorum. Benden kurtuluşun yok gülbeşeker. Eski düzene devam ediyoruz.” Mahcubiyetimi görmüş olmalı ki biraz da olsa yumuşamıştı. “İyi ki varsın be gülüşüm. Sen olmasan sefil kalırdım ben. Çulsuz çulsuz gezerdim sokaklarda.” dediklerimle somurtkan yüzünde kocaman bir gülüş belirdi. Bu gülüşü yüzünden ‘gülüş’ demiştim ona. “Ben varken asla o durumlara düşmezsin. Bunu sen de biliyorsun.” Koruyuculuk ve sahiplik hissi yine üst noktalardaydı. “Konuş kraliçem konuş. Sanki daha fazlası mümkünmüş gibi biraz daha tutulayım sana.” Dudaklarından o kendine has kadınsı kahkahası döküldü. Onunla beraber ben de gülmeye başladım. Bütün sinirini asabiyetini almıştım. Biz ikimiz kendi dünyamızı yaşarken “Gülşah Hocam?” diyerek yanımıza gelen okulun biyoloji öğretmeni Esma hocaydı. Evrak teslim ederken tanışmıştık kendisiyle. “Nazenin’di di mi hocam?” diyerek ismimi kendince teyit etti. Çok da büyük olmayan karnını tutarak kanepeye temkinli bir şekilde oturdu. Tahmini 7 aylık hamileydi. Elindeki limonlu sudan anladığım kadarıyla şimdiye bitmesi gereken mide bulantıları devam ediyordu. “İkinizin yakın arkadaş olduğu o kadar belli ki. Gülşah hocamı tanıdığımdan beri böyle gülerken hiç görmedim.” Kendince küçük bir tespit yapmıştı. Gülşah’ın sadece bana gösterdiği bir tarafı vardı. Göstermek istemediği, sakladığı, zarar görür diye korktuğu, sadece benim gördüğüm. “Bensiz gestapo gibidir gülşah. Gülmeyi unutuyor bazen. Ben de hatırlatıyorum.” dediğimde hepimizden bir kahkaha daha koptu. Resmen gülüşümü başkalarına ispiyonluyordum. “Duyduğuma göre üniversiteden tanışıyormuşsunuz.” Elindeki limonlu sudan küçük küçük yudumlar aldı Esma hoca. Midesinin çok bulandığı belliydi. Suyu bile zorlana zorlana içti. “Evet, üniversitedeyken tanıştık. Sıra arkadaşıydık.” dedi Gülşah kısaca. “Sonra birbirinize bu kadar bağlandınız sanırım.” Gülşah'la aramızdaki bağı kendince anlamlandırmaya çalışıyordu. Elindeki bardaktan kesik kesik yudumlar almaya devam ediyordu. Su daha çok midesini bulandırıyordu oysa. Farkında değildi. Pirinç, patates gibi nişastalı yiyecekler midesine daha iyi gelirdi. İçimdeki ebenine acil içimden çıkman gerekli bence. Esma hoca artık dayanamamış olacak elini ağzına kapatarak lavaboların olduğu tarafa koşmaya başladı. Biz dururmuyuz. Asla. Gülşah'la arkasından koştuk. O kadar hızlı koşuyordu ki hamile haliyle bizi pert etmişti kadın. Tuvalete girdiğimizde lavaboda kusmaya çalışırken yakaladık. Gülşah Esma hocanın önüne düşen saçlarını toparlarken ben de yavaşça sırtını sıvazlamaya başladım. En son yüzünü de yıkayıp lavabodan çıktık. “Yakında doğdu doğacak hâlâ midemle oynamaya devam ediyor küçük hanım.” Tatlı bir serzeniş vardı sesinde. Aynı zamanda yakında evladını kucağına alacak olmasının da haklı bir heyecanı. “Mide bulantınız için patates ve pirinç yiyin hocam. Midenizi daha iyi toparlar. Su midenizin daha çok bulanmasına sebep oluyor.” İçimdeki ebenine kendisini ortaya atmıştı. Esma hoca ise şaşırmıştı. Bütün buları nereden bildiğimi merak ediyormuş gibi baktı bana. Gülşah ben konuşmadan kendisi durumu açıkladı. “Nazenin’in nenesi ebe. Ondan biliyor böyle şeyleri.” “Nenem yetiştirdi beni. Ne biliyorsa bana da öğretti.” diye devamını da ben getirdim. Öğretmenler odasında bıraktığımız kanepeye geri döndük. Esma hocanın dersi bitmiş olsa gerek çantasını yavaş yavaş toparlamaya başladı. Bizim Gülşah’la daha çok dersimiz vardı. Çantasındaki telefona baktığında yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Gelen bir mesaj mutlu etmişti büyük ihtimalle. Yüzündeki solgunluk gitsin diye çantasından çıkardığı allıkla yanaklarını ufak ufak renklendirdi. Bakışları kapıya döndüğünde ise tebessümü daha da büyüdü. “Esma'm!” diye bir ses geldi kapının olduğu yönden. Muhtemelen seslenen kişi kocasıydı. Sahiplik bildiren iyelik ekimiydi o. Vay anasını böyle aşklar da varmış demek ki. “Bilal’im!” diyerek kocasının kollarına attı kendini Esma hoca. Yumoş yumoş aşk kokmuştu ortalık. ‘mükemmel çiftiz' diye bağırıyorlardı adeta. Onlar birbirleriyle ilgilenirken biz Gülşah'la bakışıyorduk. İçinden ‘Hac kervanı mı taşladık biz?’ diye serzenişte bulunduğuna emindim. En sonunda ‘Erkek sinek bile uzak dursun benden.’ diyerek kendi içindeki kavgayı sonlandırdığına da emindim. “Bir hafta demiştin. Geç kaldınız. Birine bir şey olmadı daha?” Kendi aralarında küçük bir sohbet başlattılar. “Kimseye bir şey olmadı Esma'm. Bir kaç aksilik oldu sadece. Ondan geç bitti görev.” Aralarında geçen görev kelimesine şaşırarak Gülşah'a ‘Adam asker mi?’ der gibi döndüm. O da ‘evet’ der gibi bakmıştı. Bu kızla konuşmam için sözcükleri kullanmamıza gerek yok demiştim. Telepatinin dibini ekmekle sıyıran bir ikiliydik biz. “Yüzün solgun. Miden mi bulanıyor yine?” dedi adının Bilal olduğunu öğrendiğimiz, türünün son örneği, ideal erkek. “Biraz bulandı. Nazenin hoca patatesle pirincin mide bulantısına iyi geldiğini söyledi. Eve gidince onlardan yersem geçer belki.” dedi. Kocası da onaylayan bir baş sallamasıyla karşılık verdi. İkisi aralarındaki küçük sohbeti bitirip bize döndüler. “Seni Nazenin hocayla tanıştırayım. Buraya yeni atandı.” diyerek bize yöneldiler. “Selamın Aleyküm hocam.” diyerek elini uzattı. “Aleyküm Selam.” diyerek tokalaştık. “Gülşah hocayı tanıyorsun zaten.” dedi Esma hoca. Gülşah bu okulda benden eski olduğu için önceden tanışıyorlardı. “Memleket neresi hocam?” diye tekrar bana döndü. Yeni gelenlere ilk bu soruluyordu anlaşılan. OKula geldiğimden beri en az kırk kere bu soruya maruz kalmıştım. Bu da kırk birinciydi. Burada herkes gurbetçi olduğundan mıdır bilmem insanlar tanıdık arama peşindeydi. Belki de bu yüzden sordukları ilk soru ya ‘nerelisiniz?’ ya da ‘nereden geldiniz?’ oluyordu. “Ordu. Ordu'luyum ben.” dedim “Bizim Çelebi'nin hemşehrisisiniz demek ki.” dedi. Çelebi denilen şahsın kim olduğu hakkında ise bir fikrim yoktu. “Atalay da Orduluydu di mi?” dedi Esma hoca. “O da Ordulu ya. Geçende memlekete gitti hatta.” Muhabbet tanımadığım insanlara dönmüştü şu an. “Alışabildiniz mi buralara?” dedi Esma hocanın kocası. “Daha yeni geldi nasıl alışsın kız.” diyerek benim adıma cevap verdi Esma hoca. “Haftaya Nevruz kutlaması olacak. Siz de gelin hem buranın kültürünü, insanını tanımanıza da yardımcı olur.” diye öneri sundu adam kendince. “Hakikaten nasıl unuttum ben onu. Seninle gideriz diye düşünüyordum hatta.” dedi gülüşüm. Büyük ihtimal bana bu düşüncelerini söylemeyi unutacak, kutlamanın olduğu gün ‘hadi gidelim' diye kapıma dayanacaktı. “Gideriz neden olmasın ki?” dedim. “Buranın kutlamaları çok güzel olur Nazenin hocam. Çok eğlenirsiniz. Keyifli vakit geçirirsiniz. Yemekleri de güzeldir. Hatta harire tatlısı vardır. Çok güzeldir.” Anlatırken bile mest oluyordu Esma hoca. “Geçen ay hep harire aşerdim. Bizim küçük hanım çok iştahlıydı.” Hamilelikten olsa gerek sanki tatlı anlatırken aynı zamanda tadını da alıyordu. Şimdi de canının harire tatlısı çektiğine emindim. Yanında onu dikkatlice dinleyen eşi de anlamıştı. Başka bir bakışları vardı birbirlerine. Esma hoca bize basit bir tatlıyı anlatırken bile eşi yüzünde belli belirsiz tebessümle onu izliyordu. Bakışları birbirine değdiğinde ise ikisinin de gözleri parlıyordu. “Mutlaka deneyin.” dedi Esma hoca en son. Tatlıya methiyeler dizmesi bitmişti. Ama benim şeker hastası olduğumu bilmiyordu tabi. “Denerim mutlaka.” diyerek geçiştirdim. Tabi o esnada Gülşah'ın tehditkâr bakışlarıyla karşılaştım. ‘Tamam yemeyeceğim.’ İstediği cevabı almış olmanın sakinliği çöktü yüzüne. Kızdırmaya gelmiyordu. “Belki biz de geliriz şenliğe. Di mi Bilal?” Esma hoca hevesle sorduğu sorunun cevabını onaylayan bir mırıltı duydu. Öğle arasının bittiğini belirten zil sesi sohbetimizi böldü. Gülşahla benim kalkıp derslerimize girmemiz gerekliydi. İlk gün olmasına rağmen uzun ve yoğun bir gündü. Bizim derse gireceğimizi anlayan Esma hoca son kalan eşyalarını toparladı. Eşi ise elindeki eşyaları ona bırakmayıp kendisi aldı. “Size iyi dersler Nazenin hocam, Gülşah hocam.” “Teşekkürler.” Dedi Gülşah kısaca. Ben de “Teşekkür ederiz.” dedikten sonra eşinin koluna girerek öğretmenler odasından çıktılar. Biz ise arkalarından tren gözleyen inekler gibi bakakaldık. “Bu ikiliyi gördükçe acaba Kabe kervanı mı taşladım diye kendimi sorguluyorum.” dedi Gülşah. Yeri geldiğinde lafı gediğine oturtmakta bir numaraydı. “Ne yalan söyleyeyim sorgulatıyorlar gülüş.” Bakışlarımız boş koridordan birbirimize döndü. “Boşver biz aşkımızı mesleğimizle yaşayalım gülbeşeker.” dedi. “Haklısın. Bizi anca mesleğimiz kurtarır.” Diyerek onun dediklerini destekledim. “Dedikleri şenliğe gidecek miyiz?” diye sordum. “Gideceğiz tabi. Seni o şenlikten mahrum bırakamam.” Bana kıyasla gülüş benden iyi biliyordu buraları. İkimiz de aynı anda ayaklanarak sınıfa götüreceğimiz kitapları kucağımıza aldık. Esma hocanın aksine ben gülüşümün koluna girdim. “Bu akşam bana gelsene. Dizi izleriz.” Okulun uzun koridorunda sınıflarımıza ilerledik. “Hem sana çay da yaparım.” Gülüşüm beni hassas noktamdan vurmuştu. “Ama kaçak çay olmasın geçen akşam mahvoldum.” “Tamam. Tamam. Normal Karadeniz çayı demlerim sana.” Şu an elimizde bir tek çekirdeğimiz eksikti. Esma hocanın eşiyle kol kola yürüdüğü koridoru ben gülüşümle kol kola yürüyordum. Uzunca koridorda kahkahalarımızın da karıştığı sesimiz yankılanıyordu. Koşul farketmezdi. Biz birlikteyken her koşulda neşemizi buluyorduk.
🐝
“Durma yürüsene üstüme bir anda…” zihnimde beliren belli belirsiz melodi şuurumun açılması için beni zorluyordu. Uyku halindeki zihnimin bana oyunu muydu bu? Tövbe estağfirullah. Yoksa beynim kendi kendine şarkı mı söylüyordu içerde. Ya da daha olası ihtimal yan komşunun ergen kızı müziğin dozunu kaçırmış olmalıydı. Sabah sabah olacak iş miydi ya hu? Asıl benim bunları gözüm kapalı uyurken düşünmem olacak iş mi? Gözlerim kapalı yanımdaki komodini üzerindeki gülpembeyi alıp komşu taraftaki duvara fırlattım. “Sabah sabah kargalar daha bokunu yemedi. Hafta sonunda yapılır mı bu?” Tüm bunları yaparken hala gözlerim kapalı ve hala uyuyordum. Top patlasa uyanmaz dedikleri o insan bendim. Atalarımız sanki beni görmüş de öyle söylemiş bu sözü. Müziğin sesinin kesildiği kısa bir zamanda tekrar derin uykuya daldım. Biraz daha uyusam yeterdi. Yeter ki sessizlik olsun. Diyordum ki sessizlik o kadar da uzun sürmedi. “Bir taraf seç o ben olayım…” Normalde böyle şarkıların gece aşk acısı çekerken dinlenmesi gerekmiyor muydu? Ben mi yanlış biliyordum yoksa. Sabah sabah bu nasıl bir efkâr. “Gülüş. Kalk şu komşu kızını döv.” Akşam bende kalan gülüşüme seslendim. Çift kişilik yatağımın diğer tarafında yattığı için hemen ses vermesi gerekirdi. Önce “Hıı.” demeli beni duyduğunu belli etmeliydi. Sonra da ağzının içinden belli belirsiz “Tamam.” diyerek bir gözü kapalı diğer gözü açık komşunun kapısına dayanıp ses kaynağını imha etmeliydi. Evet tam olarak böyle yapmalıydı. Fakat ne yanımda bir hareketlilik vardı ne de lanet olasıca müzik kesilmişti. Yorganın içinden elimi gülüşün olduğu tarafa uzattım. Koca bir soğukluk vardı. Başımı onun tarafına çevirdim. Gözümün önünü işgal eden saçlarımı hunharca geri savurdum. Yatağın sağ tarafında koca bir boşluk vardı. GÜLÜŞ YATAKTA YOKTU!!! Yatağın üzerindeki yığın olmuş yorgandan kurtulup yataktan çıkmaya çalıştım. En sonunda kendimi yatağın altındaki tozlarla selamlaşırken buldum. Yorgana ayağım takılmış ben de iki seksen yere serilmiştim. Hazır yerdeyken işaret parmağımı tozlu zemine sürdüm. Ne kadar toz var bakmam lazımdı. Ona göre bugün temizlik yapmam gerekti. Tozdan kararmış işaret parmağım yeterli işareti vermişti. Uzaklardan gelen müzik bu sefer de değişti. “Şimdi gel de gör beni bambaşka biri…” Aşk acısı kısa sürmüştü anlaşılan. Efkarlı müziklerin cerini cesur müzikler almıştı. Yatağın altındaki tozla muhabbeti kesip ayağa kalktım. Şuurum artık açılmıştı. Müzik sesi de sandığımın aksine daha yakından geliyordu. Tekrar önüme düşen kıvırcık buklelerimi geri attım. Sesin kaynağı komşunun ergen kızı değildi anlaşılan. Duvarın dibine fırlattığım Gülpembeyi kucağıma aldım. Ona çok büyük saygısızlık yapmıştım. “Özür dilerim Gülpembe. Affet beni.” Yün iplikten yapılan sarı saçlarının arasına küçük bir öpücük bıraktım ve sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Gördüğüm manzara tabi ki beni şaşırtmadı. Canım mutfağım darmadağın olmuş, yere süt dökülmüş, ardına kadar açık buzdolabı ‘’beni kapat' diye bağırıyordu. Bağırma konusunda ciddiyim bu arada. Buzdolabının kapısının alarmı çalıyordu. Gülüşün telefonundan yankılanan müzik ise hala devam ediyordu. Önündeki kaseleri ve kupaları masaya yerleştirirken bana döndü. “Aaa uyandın mı Gülbeşeker? Ben de kahvaltı hazırladım hadi gel sofraya.” Uyandım mı ben cidden? Yoksa bu gördüğüm kabus mu? Masaya koyduğu kaseye uzandım. İçindekini merak etmiştim ki cevabımı almam hızlı oldu. Sütün içinde yüzen garip cisimler ve siyah siyah çörek otuna benzer bir şeyler vardı. Ayrıca filtre kahvesi de yanında eşlik ediyordu. Sabah çay varken zift gibi kahveyi nasıl içiyordu. Hala anlamıyordum. “Bu ne? Talaş mı bu?” Gözlerini devirerek baktı. “Ben sütün içinde yüzen talaş ve çörek otu yemeyeceğim gülüş. İnsan kahvaltısı hazırlayacağım. Sen de ister misin?” Artık bağırmaktan sesi soluğu kesilen buzdolabının içinden sağlam bir yumurta alıp kapısını kapattım. Gülüş de çalmaya devam eden şarkıyı susturdu nihayet. “Bu yulaf ezmesi bir kere. Ayrıca bunun neresi çörek otuna benziyor? Chia tohumu bu bir kere.” Kaşığının içindeki siyah noktacıkları gösterdi. “Valla ne yalan söyleyeyim tohumdan çok çörek otuna benziyor.” Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. “Sen de ister misin?” Diyerek elimdeki yumurtayı gösterdim. “Hayır Gülbeşeker. Ben sağlıklı besleniyorum. Bence sen de elindeki yumurtayı bırak ve yulafından ye.” Önündeki tabak daha zarar verici gözüküyordu ya neyse. “Emin ol bu daha sağlıklı.” dedim. Elimdeki yumurtayı haşlanması için ocağın üzerine koydum. Küçük çaydanlıkla da çay için ocağa su koydum. Yerde kırık haldeki yumurtayı da kağıt havluyla temizledim. Elimi yüzümü yıkayıp daha da ayılmak için lavaboya girdim. “Bugün şenlik var meydanda. Beraber gidecektik. Unutmadın di mi?” Mutfaktan yankılanan sesi güç bela bana ulaşmıştı. Geçen hafta Esma hocanın bahsettiği şenliği söylüyordu. “O bugün müydü?” diye söylendim. Bugün temizlik yapma planlarım vardı oysa. “Evet bugün.” Cevabı kısa ve netti. Bana itiraz hakkı sunmayacak kadar kısa ve net. “Saat kaçta çıkarız evden.” Diyerek benden istediği soruyu sordum. Lavabodaki işlerimi halledip mutfağa tekrar döndüm. “Öğlende çıkarız. Mesafe uzak biraz ama Tosba’yla gideriz sorun olmaz.” Tosba Gülüşün arabasıydı. Yeşil renk bir vosvostu. Normalde Gülşah ve ikisini yan yana getirmek biraz absürttü. Gülşah ne kadar siyah insanı olsa da arabası yeşil renk bir vosvostu ve oldukça yavaş bir arabaydı. Bu yüzden adını Tosba koymuştu. “Tamirden geldi mi?” Eski olduğu için sürekli arızalanırdı. Gülşah da sürekli tamire gönderirdi. Onun için hatırası olan bir arabaydı. Yeni araba almak yerine onu kullanmak daha çok hoşuna gidiyordu. Rahmetli Oğuz abisinin hatırasıydı. “Geldi. Artık okula yürüyerek değil Tosba'yla gideceğiz.” Tabağıma kahvaltılıkları ve haşladığım yumurtayı yerleştirip demlediğim çayımı alıp gülüşün karşısına yerleştim. “Ben de bugün temizlik yaparım diye düşünüyordum.” Şansımı ufaktan zorluyordum. Kasesine bakan gözleri yüksekten yüksekten bana bakmaya başladı. Şu hali oldukça ürkütücüydü. “Yarına kaldı artık temizlik.” diyerek korkutucu bakışlarına son verdim. “Bu arada senin yüzünden sabah sabah günah batağına battım gülüş.” dedim. ‘O niyeymiş?’ bakışı attı. “Sabahın köründe dinlediğim eşsiz müziklerin komşunun aşk acısı çeken ergen kızından geldiğini zannettim.” Dudaklarında büyük bir gülüş belirdi. Bu gülüşü bir erkek görse çok kolay aşık olabilirdi. “Yeterince günahım yokmuş gibi kızın günahlarını da sırtlandım. Olacak iş değil.” Sıcak gülüşünün yerini şen kahkahaları aldı. “Cehennemde beni yalnız bırakmazsın işte ne güzel.” Çok yersiz bir cümleydi. ‘Kendine haksızlık ediyorsun.’ der gibi baktım bu sefer de. “Duyan da seni Ebu Cehil zannedecek. Ayrıca ben seni ne zaman yalnız bıraktım.” O kendini sevmeyi beceremiyorsa ben ona öğretirdim. Bu hayatta herkese gösterdiği sevgiyi ve merhameti en çok kendinden mahrum ediyordu. “Ebu Cehil'in bile seveni vardı Gülbeşeker.” Korkutucu bakışlar atma sırası bendeydi. Boş boş konuşma demekti bu. “Bu deduklerine taş osirur, deve güler.” Başını talaşla dolu kaseden bana çevirdi. Ağzındaki sütü püskürmeden zorlukla yuttu. Benden böyle şeyleri sık sık duymazdı. Boş bulunmanın şaşkınlığı vardı yüzünde. “Ben demedum. Nenem dedu.” Şaşkınlığının yerini tekrar kahkahası aldı. Onun kahkahası ise bulaşıcıydı. Birlikte olduğumuz her yer, mutfak bile olsa, bizim kahkahalarımıza, dostluğumuza, kardeşliğimize şahit oluyordu. Hep dediğimiz gibi ‘kan bağı değil can bağı'.
🐝
Kader kavramı oldukça karmaşık aynı zamanda içinde gizli bir büyüsü olan bir kavramdır. Bir filmin ya da kitabın en ulaşılmaz en karmaşık anında devreye girer. Kalemini oynatır. Kendi büyüsünü yapar ve bütün seçenekleri kontrol altına alır. En olmazları oldurur. En büyük ihtimali ise imkansıza çevirir. Tüm sırları çözen de kaderdir. Bir nakış gibi işleyen de. Zayıf insanoğlu ise tüm kontrolün kendisinde olduğunu zanneder. Fakat sadece zanneder. Bilmez ki kaderin kırmızı ipi bileğine bağlı olduğu sürece kendi hayatının sadece seyircisi olur. Bu öyle bir iptir ki arada ne kadar mesafe olursa olsun asla kopmaz. Aradaki mesafeler ipi esnetse de, kör düğüm olsa da yine de kopmaz. Zamanı geldiğinde bu ip iki taraftan da çekiştirerek o iki insanın kaderlerini birbirine bağlar. Asla kopmayan ipin bağladığı kader de asla çözülmez. İkisi de ne kadar uzak durmaya çalışsa da ip onları sürükleye sürükleye de olsa birleştirirdi. Nazenin’in bileğindeki görünmeyen kırmızı ip onu Mardin'e kadar getirmişti. Hayatında kader kalemi kendini göstermeye başlamıştı artık. En olmaz dedikleri olacak en yapmam dediklerini yapacaktı zamanı gelince. En büyük doğrularını da burada yaşayacak en acı yanlışlıklarının da cezasını burada çekecekti. Kalbinin sesinin eksik olmadığı zamanlardan geçecekti. Aklının rehberliğini ise çoğu zaman kulak ardına atacaktı. Kader bugün; Nazenin'in görünmeyen, sırlarla dolanmış, unutulmuş anılarla örülmüş ipini artık ateşe vermişti. Ateş yandıkça kısalacak, kısaldıkça kaçınılmaz olanı daha da yaklaştıracaktı fakat o henüz bunların farkında değildi. Nazenin yanında Gülşah'la beraber önlerinde geleneksel ürünlerin yer aldığı tezgahları tek tek geziyordu. Önlerindeki tezgahlarda bilmedikleri yemekleri birbirlerine tattırıyor, tattıkları yiyecekleri de kendilerince yorumluyordu. Nazenin bir yandan da hoşuna giden şeylerin fotoğrafını çekiyordu. Babaannesinin evinde kendine verdiği sözü yerine getirmeye başlamıştı şimdiden. Hatta geç kaldığını bile hissettiği oluyordu. Fotoğraf makinesini bazen de Gülşah'a çevirerek onun zamansız aynı zamanda zarif gülüşlerini yakalamaya çalışıyordu. Fotoğraf makinesinin kendisine döndüğünü fark ettiğinde ise ya makinenin önünü kapatıyordu ya da kendi yüzünü gizliyordu. En sonunda ise Nazenin'e isteğini veriyordu. Tüm dünyadan gizlese de kendini bir tek Nazenin'e açardı. Nazenin ise bütün saklanmalarına rağmen Gülşah'ın unutmaya başladığı gerçek karakterini ortaya çıkarıyordu. Babaannesi çiçek açtır derken, Nazenin arkadaşının kalbinde de çiçek açtırıyordu. Gülşah'ın tek ailesi olmayı başarmıştı Nazenin. Hiç kimseyi bilmesen de beni ailen bil demişti. “Bu fotoğraflarını özel olarak basacağım. Sonrada gözünün gördüğü her yere asacağım. Kendinden, ve insanlardan ne sakladığını fark etmen için yapacağım hem de.” Nazenin'in tek amacıydı Gülşah'ın kendisini sevmesini sağlamak. Hak ettiğini düşünürdü hep. “Eğer mutlu olacaksan yap. Hakkındır.” Gülşah'ın tek amacı ise Nazenin'in mutlu olmasıydı. Şimdi de mutluydu fakat içinde bir şeylerin eksik olduğunu hissederdi. Sanki yapbozun eksik parçası gibiydi hayatı. O eksik tamamlanınca Nazenin'de tam olacakmış gibi hissederdi. “Bunu Hafize neneye hediye mi alsam? Beğenir mi?” Gülşah elindeki Mardin yöresinin beyaz başörtüsünü Nazenin' e uzattı. “Seni sopayla dövdüğü için kendini mi affettireceksin yoksa?” Gülşah'a takılmak hoşuna giderdi Nazenin'in. “Kadının evini yakacaktım az kalsın. Az bile yaptı bence.” Nazenin Gülşah'ın mahcubiyetini anlıyordu. “Nenem sana 'kara kızıma ver’ diyerek pekmez yollamış. Sence hala sana kızgın mı? Ama istersen al tabi. İçimden geldi dersin. Hediye edersin.” Nazenin Gülşah'ın içini bir nebze de olsa ferahlatmıştı. “Kara kızım mı dedi? O zaman daha güzel bir başörtüsü seçip hediye ederim ben de.” Gülşah için sevilmek bu kadar kıymetli bir duyguydu. Ona kuru yaprak uzatana o meyveyle karşılık verirdi. Kalbi zamanında sevginin kırıntısına muhtaç kaldığı için kuru yaprağı bile arar olmuştu. “Sen seç. Ben şuradaki yemek yapan ablaların fotoğraflarını çekeceğim.” Nazenin'in amacı farklıydı. Gülşah önündekilerle meşgul olurken az önce gözüne takılan yiyeceklerle ilgilenmek istiyordu. Bunu Gülşah'ın önünde yapamazdı. Çünkü arkadaşı onun sağlığını düşündüğü için engel olurdu. Hızlıca yemeklerin olduğu tezgahın yanında gitti. “Bu ne yemeği abla?” Dedi önündeki bol salçalı yemeğin olduğu kazanı göstererek. “Kibedir o. İşkembeden yaparız.” diye yanıtladı kazanın başındaki kadın. Nazenin içinden işkembe sevmem diyerek yandaki kazanın dibinde bitti bu sefer de. Bu seferki yemeği biliyordu. Soğan dolmasıydı. O yüzden sormadan yandaki kazana geçti. “Bu ne yemeği?” diye tekrar sordu. İçinde yeşil eriklerin ve etin olduğu kazan dikkatini çekmişti. “Alluciye deriz ona. Ekşi erik yahnisi.” Kadının dedikleri iştahını daha da açmıştı. “Alluciyeden alabilir miyim biraz?” dedi ve yan tarafta tek tek sıralanmış kaselere göz dikti bu sefer de. “Hariredir bu.” Esma hocanın bahsettiği tatlı tanıdık gelmişti Nazenin'e. “Neyden yapılıyor bu tatlı?” diye merakını daha da belli etti Nazenin. “Pekmez vardır. Tarçın vardır.” Önündeki tatlıyı anlattı kadın. Hastalığını yok saydı ve “Bundan da alayım abla.” dedi. Yemek başındaki kadınlar ona tepsiyle istediği yemekleri uzattı. Köşelerde, Gülşah'ın gözlerinin değmeyeceği bir masaya oturdu Nazenin. Önceliği ‘Harire’ denilen tatlı oldu. Tüm kaseyi bitirmiş kasenin dibini kaşıklarken önünde bi karartı belirdi. “Lütfen onun tatlı olmadığını söyle bana.” Önündeki karartı Gülşah'a aitti. Nazenin çok fena yakalanmıştı. “Tatlı değil.” yalanını attı ortaya fakat karşısındaki kadını inandıramamıştı. Gülşah kızgın bakışlar atmak istese de yapamadı. Karşısındaki kadını hastalığı fazlasıyla zorluyordu. “Alluciyeyi yiyebilirsin izin veriyorum. Hatta beraber yiyeceğiz.” diyerek bir tabak yemek de kendine alıp Nazenin'in karşısına oturdu. “Şekerin çıkarsa bana söyle ilacını içirelim.” Arkadaşına bir şey olmasın diye kendince önlem alıyordu. Nazenin ise bu önlemi umursamaz bir baş sallamasıyla önünden savdı. “Yemeklerimizi yiyelim. Nevruz ateşini yakarlar birazdan. Gösteriler de başlar ateşin yanmasıyla.” Gülşah'ın aşinası olduğu geleneklerdi bunlar. Nazenin'e şenliğin küçük bir özetini geçti. Önlerindeki yemeklerini yiyip yeni yanmaya başlayan Nevruz ateşini izlemeye başladılar. Ateşin etrafında halay çeken insanlar ve yöresel türküler söyleyen sanatçılar vardı. Nazenin'in bu zaman kadar gördüğü şenliklere benziyordu ama ilk defa bu kadar renklisine şahit olmuştu. Kalabalığın içine karışıp ateşin üzerinden atlayan insanları izlemeye başladılar. Herkesin odağı ortadaki yanan ateşte ve üzerinden atlayan insanlara kaydı. Nazenin'in ise ateşe döndüğü anda gözünü büyük bir ışık hüzmesi rahatsız ediyordu. Eliyle gölgelik yaptı, kendini kenara çekti yine de güneşin acıtıcı ışığından kaçamadı. Gösteriyi izleyemiyordu ve bu oldukça canını sıkmıştı. Başını kaldırıp gözlerine dikilen güneşe baktı. Güneş artık güçlü ışığını Nazenin’in mavi gözlerinden çekmiş, rengarenk çiçeklerle dolu bir balkona çevirmişti. Balkona baktığında içinde bir yerlerde merakın cezbedici dürtüsünü hissetti. Çiçeklere olan zaafı ise o dürtüyü daha da perçinliyordu. Yanında gösteriyi izleyen Gülşah'a seslenmeden yanından ayrıldı. O fark etmeden geri dönecekti. Gülşah'ı telaşlandırmak en son istediği şey bile değildi. Kalabalıktan uzaklaştı. Merdivenler aştı, ahşap kapılardan geçti. En sonunda uzaktan balkona benzeyen avluya vardı. Avlu baştan sona sarmaşık çiçeklerle, güllerle ve saksı çiçekleriyle bezeliydi. Burda gördüğü tek renk sarıyken bu manzara ona gerçek Nazenin'i hatırlattı. İhtiyacı olduğu Nazenin bir çiçekle, bir renkle kendini gösteriyordu. Girişten uzaklaşarak çiçeklere daha da çok yaklaştı. Küçük baş dönmeleri bile onu durdurmaya yetmedi. Çiçeklerden etkilenmesine bağladı baş dönmelerini. Daha da yaklaştı. Her birinin yaprağına dokundu, çiçeklerini okşadı. Omzunda asılı duran fotoğraf makinesiyle hiç birini atlamadan fotoğraflarını çekti. Koskoca avluda tek başınaydı. Aşağıda insanlar gösterileri izlerken o ise kimsenin farketmediği güzellikleri izliyordu. Onu da bir çift yeşil göz. Baş dönmeleri şiddetlenmeye başlamıştı. Elinde tuttuğu fotoğraf makinesinin küçük sarsıntılarından elinin de titremeye başladığını fark etmişti. Yaklaşık bir saat önce yediği tatlının acısı çıkıyordu. Bayılmanın eşiğine gelirken elini çantasına attı. Çantasının içini eliyle yoklamaya başladı. Gözleri bir şeye odaklanamayacak kadar kararmaya başlamıştı. Tek yapabildiği içinin oldukça dağınık olduğunu bildiği çantadan ilaçlarını aramaktı. İçi fazlasıyla karışık ve dopdolu olan çantadan aradığı ilacı bulamayınca çantayı ters çevirip içinde ne varsa avlunun ortasına boca etti. Fakat nafile çabaydı. Bilincini yitirmeye başlamıştı bile. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Bayılacağını biliyordu artık. Tek temennisi Gülşah'ın onu bulmasıydı. Bir an tatlıyı yediğine bile pişman olmuştu. Bacakları onu taşıyamayacak hale geldiğinde yere doğru savruldu. Sert ve soğuk zeminle temas edeceğini düşünürken bir çift kolun onu sarmaladığını hissetti. Kim olduğunu anlamak için gözlerini açamak istedi fakat ona bile gücü yoktu. Bilincini iyice yitirmişken bir cümle üflendi kulağına. “Senin bu cehennemde ne işin var BALBÖCEĞİ.” Nazenin'in bileğindeki ip yanmaya başlamıştı. Kendini tutan bedene bağlı ip yana yana yaklaşmıştı artık. Aralarında yanan tek şey kaderin kör düğüm olmuş ipi olmayacaktı.
|
0% |