@yonsuzpusula
|
Öncelikle merhabalar☺️☺️☺️
3. Bölümle sizlerleyiz.
Bölümle alakalı yorum yazıp beni mutlu etmeyi unutmayınız.
Öpüldünüzzz😘😘 Keyifli okumalarrr🥰🥰🥰
3.BÖLÜM
"ORMAN GÖZLÜ OĞLAN" Kırıldı kanadım kolum, ne yerim var ne yurdum. Gurbet ele düştü yolum, yuvasız kuşlar misali. Selvi boylum senin için,katlanırım bu yazgıya. Böyle yazmışsa yaradan, kara toprak yeter bana.
Unutma ki dünya fani, veren Allah alır canı. Ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca? Görev dönüşü timi taşıyan helikopterin rahatsız edici sesini beyninde kendince tekrar ettiği şarkıyla bastırıyordu. Ağır Barış Manço hayranıydı. Ezbere bildiği şarkıları kendi içinden tekrar ederek kendini dinlendiriyordu. Kendine has dinlenme yöntemlerinden biriydi bu. Göreve giderken ne kadar dinç olsalar da dönüşleri de aksi şekilde yorucu oluyordu. Karargaha gidene kadar vücudunu bir nebze de olsa dinlenmek için başını arkaya dayamıştı. Gözleri ise camdan gözüken dağları incelemekle meşguldü. Yılları bu dağlarda geçmişti. Kendi memleketinin yeşil ağaçlı dağlarıyla kıyaslamadan edemezdi. Buralarda çok az ağaç yetişir, taştan kayadan da geçilmezdi. Kendi memleketinin ciğerleri dolduran temiz havasının yerini burada toz toprak alıyordu. Memleketindeki dağlar ne kadar yeşilse buradakiler de bir o kadar sarıydı. Aklından tekrar ettiği şarkıda dediği gibi yuvasız kuşlar misali gurbet ellere düşmüştü. Ne yeri vardı ne de yurdu. Tıpkı aynı havayı soluduğu silah arkadaşları gibi. Necmettin Atalay Çelebi. Mesleği babasından hatıra bilmiş karakterini ise annesinin en büyük mirası saymıştı Çelebi komutan. Omuzlarında yüklerle dünyaya gelmişti Atalay. Çocukluğunu yaşayamadan erkek kardeşine anne baba olmaya çalışmıştı. Anneannesi ve dedesine rağmen kardeşini o büyütmüştü. Helikopterin sesi başının içinde uğuldarken düşüncelere boğuluyordu. İçinde tarifsiz bir duygu vardı. Adını koyamıyordu. Sadece memleketine dönmek istediğini biliyordu o kadar. Küçük bir tatil kafasını toparlamasına yardımcı olacaktı. O bunları düşünürken omzuna ağırlığını vermiş uyuyan arkadaşı Cihangir yine umursamaz tavrını takınmıştı. Akademiden beri devam eden arkadaşlıkları vardı. Aynı timde görev aldıkları gibi aynı evi de paylaşıyorlardı. Albay Fahreddin Temür akademi mezuniyetinden sonra ikisini de bu time aldırmıştı. Timin komutan yardımcısıydı. İki unsura bölünen timin ikinci komutanıydı. Selçuk Yüzbaşıdan sonra emir komuta ona geçerdi. Selçuk'un katılmadığı görevlerde ise tim ona emanetti. Fahreddin Temür Albay, Çelebi'yi mekanik bilgisi ve bomba yapımlarındaki üstün becerisinden bu time almıştı. Her türlü durumda silah yapabilme yeteneği vardı. Patlayıcılar konusunda da üstüne kimse tanınmazdı. Operasyonlarda ‘dönenceyi kurdum' demesi bile yeterdi. Yeri göğe katar, ortalığı dağıtırdı. Gerektiğinde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmazdı. Cihangir ise kurnazlığından dolayı bu time dahil edilmişti. Timin istihbarattan sorumlu askeriydi. Kılık değiştirmede, rollere girmede üstüne tanınmazdı. Her koşula uyum sağlardı. Tim göreve çıkmadan önce o göreve çıkar, gerekli bilgileri toplar, duruma göre tim harekete geçerdi. Bu sayede tim büyük başarılar elde etmişti. Lakabı ise tilkiydi. Kurnazlığıyla nam salan tilki. Necmettin Atalay Çelebi ne kadar disiplinli ve sorumluluk sahibiyse, Cihangir de tam tersiydi. Sorumsuz, tembel, hazırcı, beleşçi ve daha da fazlası. Ha bir de kumarbaz. Asla vazgeçemezdi kumardan. Para karşılığı oynamazdı. Kurnazlığını kullanıp egosunu tatmin ederdi yalnızca. Arkadaşının uyarılarına rağmen vazgeçememişti bu huyundan. Çelebi Komutan'ın bakışlarını izlediği tavandan ayırmasına sebep olacak bir ses yükseldi helikopterden. Karşısındaki çömezlerden biri ona seslenmişti. “Komutanım siz de hafta sonu halı sahaya gelecek misiniz?” Ses timin iki çömezin en gevezesi olanBatuhandan geliyordu. Elindeki kağıda akşam halı sahaya geleceklerin adını yazıyordu. “Ben memlekete gideceğim. Size iyi eğlenceler.” diye kestirip attı. Sık sık memleketine gitmeye çalışırdı. Özellikle uzun görevlerden sonra giderdi. Şimdi ise beş aylık bir görevden geliyorlardı. “Cihangir komutanım.” dedi Batuhan fakat karşısında muhatap olacak bir komutan bulamamıştı. Cihan başını arkadaşının omzuna yaslamış bir taraflarında pireler uçuşa uçuşa uyuyordu. Helikopterin gürültüsüne uyuyabilmesi de ayrı bir beceriydi. Atalay kolunu hareket ettirerek uyandırmaya çalıştı fakat nafile bir çabaydı. Batuhan ise gözlerini Çelebi Komutan’ına çevirmişti. “Gelir.” dedi kısaca komutanı. Arkadaşının memlekete gitmek gibi dertleri yoktu. Halısahayı da kaçırmayacağına emindi. Batuhan bu sefer de Korkut komutanına döndü. İri cüssesi, geniş omuzları ile en köşede heybetiyle oyuruyordu. “Komutanım sizi sormuyorum zaten direkt listeye ekledim.” “Ula sormayacasun tabi.” dedi klasik Trabzon ağzıyla. “Meryemle anamın dilleşmelerinin arasında kalmaktan eyidur.” Sesinde ufak bir bıkkınlık vardı. Onun da imtihanı karısı ve annesinin kavgalarının arasında kalmaktı. “Bilal komutanım siz?” ümitsiz bir şekilde baktı bu sefer Batuhan. Bilal de Korkutun yanında yerini almıştı. Korkut kadar olmasa da o da heybetliydi. Fakat heybetinin altında merhametli bir kalbi vardı. Karıncalara bile aç kalmasınlar diye ekmek kırıntısı ve su veren bir adamdı. Konu görevine geldiğinde ise dünyanın en zalim adamı olabiliyordu. Timin en iyi dövüşçüsüydü. Fahreddin Temür Albat timin taarruz gücü olarak görürdü. Ters giden durumlarda dezavantajı avantaja çevirmekte ustaydı. “Esmamı tek bırakamam kardeşim. Zaten doğuma da az kaldı. Bu seferlik beni idare edin.” Eşi Esma yedi aylık hamileydi. Memleketi Muğla'da çocukluğundan beri tanıdığı kapı komşusuydu Esma. Gizliden gizliye birbirlerini sevmişlerdi. İkisi de birbirlerine olan çekincesinden açılamamıştı. Birbirlerini beklemekten hayatlarına kimseleri de almamışlardı. En son Esma'ya görücü geleceğini duyan Bilal ailesini toplayıp görücülerden önce gidip Esma'yı kendine istemişti. “Ula kız babası olacasun he. Gız uşağı erkek adama nimettur nimet.” diye Bilal'e döndü Korkut.“Benum ki hariç.” demeyi de unutmadı. Korkut'un dört oğluna denk bir kızı vardı. Zeka küpü ayrıca çok çenebaz bir kızdı. “Anası cadı, bizim kız daha cadı.” Timin geri kalanı Korkut'un bu bezmişliğine tebessümle baktı. “Valla öyle olacak sadıç. İnşallah iyi ana baba oluruz.” dedi Bilal. “Olusun kardaşum. Senden iyi kim baba olur ki?” derken endişelerinin yersiz olduğunu belirtecek şekilde Bilal’in omzuna iki kez vurarak onu sarstı. “Polat komutanım siz gelecek misiniz?” Bu sefer de bir diğer komutanına seslendi Batuhan. Polat ise konuşmadan sadece başını salladı. Bu time en son kendisi katılmıştı. Hâlâ time alışmaya çalışıyordu. Timin sağlıktan sorumlu askeriydi. Operasyon esnasında yaralananlara anında müdahale ederdi. Sağlık bilgisi timdekilerden daha fazlaydı. “Umut sen zaten geliyorsun kardeşim. Yazdım listeye.” Umut itiraz edemeden Batuhan onu çoktan listeye eklemişti. “Şimdi bakalım kim geliyor. Selçuk komutanım, Cihan komutanım, Korkut komutanım, Polat komutanım, Umutum ve ben.” tek tek gelecek kişileri saydı Batuhan. “Ha bu gada mıyuz? Bu gada adam nereye yeter? Çelebi komutanum gelmez. Bilal’i gariştirmiyoz zaten. Ula hiç maça çıkmiyak daha iyi o zaman.” Küçük helikopterde Korkut'un sesi yankılanmıştı. Bu durumdan hoşlanmamıştı. “Çelebi komutanım, Atakan da gelir mi maça?” Atakan Atalay’ın kardeşiydi. Mardin’de tıp üçüncü sınıf öğrencisiydi. Ailelerini trafik kazasında kaybettikten sonra abisi tarafından büyütülmüştü. Atalay’ın bir eli sürekli üzerindeydi. Öyle de olması gereken biriydi. Hırçın, laf dinlemez, başına sürekli belaya sokan biriydi. Hatta kardeşi sırf gözünün önünden ayrılmasın diye tercih listesinin başına zorla Mardin’i yazdırmıştı. “Gelmez. Onu da götüreceğim bu sefer.” Memelekete gitmeyi de sevmezdi Atakan. İnternet olmaması, çamur ve toprağın bol olması en önemlisi de abisinin sürekli iş yaptırması başlıca sebebiydi. “Geçen sefer konuştuk. Kesinlikle bir daha gitmeyeceğim diyordu komutanım?” Atakan ve ekibin çömezleri Batuhanla Umut arkadaştılar. Arada beraber vakit geçirirlerdi. “Onun ne dediğine bakmayın siz.” Çelebi komutan sadece askeriyede değil evde de kardeşine emirler yağdırıyordu. Onun tek isteği doğduğu topraklardan vazgeçmemesiydi. Küçükken bir trafik kazasında kaybetmişlerdi anne babalarını. Atalay on yaşında Atakan ise daha kundakta bebekti. O yüzden Atalay anne babası olmuştu kardeşinin. Bir anneannesi bir de dedesi vardı memeleketinde. Onlardan da vazgeçemezdi. Hem yetim hem de öksüz kaldıklarında kardeşiyle ikisine onlar sahip çıkmıştı. “Öktemi alın. Gol garantili oynarsınız.” dedi timin komutanı Selçuk Yüzbaşı. Ciddi değildi söylediklerinde. Sadece Öktem'i de aralarındaki sohbete dahil etmek istiyordu. Öktem timin keskin nişancısıydı. Mesleğinde oldukça iyiydi. Bu zamana kadar attığının ıskaladığı görülmemişti.Timin koruyucu meleği gibiydi. Eli timin üstündeydi mutlaka. Onun haberi olmadan timin hiç bir askerinin üstünden bir kuş bile uçmaz, yanlarından bir böcek dahi geçemezdi. Azerbaycan kızıydı. Timin biricik kızıydı. Abilerinin kız kardeşi çömezlerin ise ablasıydı. Siyaha dönük koyu kahverengi gözleri, aslan yelesine benzeyen gür siyah saçlarıyla dikkat çeken bir güzelliği de vardı. Batuhan belki kabul eder düşüncesiyle komutanına bakacaktı ki Öktem’in elindeki JNG-90'ın kendisine doğrultulmak üzere hazırlandığını görünce konuşmak üzere açılan ağzını kapattı. “Anladım komutanım.” dedi önüne pusarak. “Ha benum uşakları getireyim. Bi halta yarasunlar.” diye öneri sundu Korkut. “Zaten iki çömez var Korkut.” Batuhan ve Umut Selçuk Komutan'ına alıngan bakışlar attılar. “Bir de seninkiler gelirse karargaha madara oluruz. Yanık göt gibi kalırız ortada lan.” uyarısı belliydi Selçuk Yüzbaşı’nın. “Emredersunuz komutanum.” dedi Korkut ve konu kapandı. “İnişe son bir dakika” anonsu yankılandı kulaklıklarında. Kulaklığından gelen sesle irkildi Cihangir. Çenesinden akmış tükürüğünü sildi sersemce. Atalay’a bindirdiği ağırlığını çekerek kendini toparladı. Üzerini de toparladıktan sonra çantasına yöneldi. Kilolarca ağırlıktaki çantalarını sırtlayıp iniş için son hazırlıklarını yaptılar. Helikopterin açılan kapısından teker teker indiler. Yorgunluktan hafif çökmüş omuzlarının aksine göğüslerindeki ay yıldız onlara ihtiyaçları olan gücü veriyordu. İlerledikçe askeriyenin merdivenlerinde dik duruşuyla ellerini arkada bağlamış bir şekilde timini bekleyen Fahreddin Albay'ı gördüler. Albay Fahrettin Temür. Turan timinin kurucusu. Kır saçlarıyla, dik duruşuyla, uzunca boyuyla, asaletiyle merdivenlerde dimdik duruyordu. “Turan Timi!” Diye bir ses yükseldi Fahreddin Albay'dan. Ona doğru yaklaşan tim adımlarını durdurdu. Duruşlarını daha da dikleştirdiler. Bir ses omuzlarındaki tüm yükü kaldırıp atmıştı. Tüm sorumluluklarını unuttular. Tüm vasıflarını, isimlerini bıraktılar. Babaydılar. Babalığı bıraktılar. Evlattılar. Evlat olmayı bıraktılar. Bir kadına eş oldular. Ondan da vazgeçtiler. Bir tek bu vatanın askerleri olmaktan vazgeçemediler. Her biri sırtlarındaki çantanın, zorlu günlerin yorgunluğuna rağmen yan yana dizilerek asker selamı verdi. Selçuk Yüzbaşı timin en başındaki yerini aldı. Kargahın camlarından sarkan diğer askerler bu eşsiz manzarayı izliyordu. “Dikkat!” diye bağırdı Selçuk. Merdivenleri yavaş yavaş indi Fahreddin Albay. Vakur duruşuyla timin önüne dikildi. “Asker! Tekmil ver.” dedi yeri göğü inleten sesiyle Fahreddin Albay. “Astsubay Kıdemli Çavuş Batuhan Coşar. Emret komutanım!” diyerek tekmile başladılar. “Astsubay Üstçavuş Umut Aşıkoğlu. Emret komutanım!” “Astsubay Kıdemli Üstçavuş Polat Arıkan. Emret komutanım.” “Astsubay Kıdemli Üstçavuş Öktem Balayeva. Emret komutanım.” “Astsubay Başçavuş Bilal Başbuğ. Emret komutanım!” “Astsubay Kıdemli Başçavuş Korkut Yılmaz. Emret komutanım!” “Teğmen Cihangir Ulukaya. Emret komutanım.” “Kıdemli Üsteğmen Necmettin Atalay Çelebi. Emret komutanım.” “Kıdemli Yüzbaşı Selçuk Kıraç. Emret komutanım.” diyerek tekmili tamamladı Selçuk. Bir adım öne çıkarak “Turan timi üç subay yedi astsubayla emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım.” dedi. “Nasılsın asker?” dedi gür sesiyle Fahreddin Albay. “Sağ ol.” Aynı gürlükle karşılık verdi karşısındaki tim. “Sizler de sağ olun aslanlarım. Yerine geçebilirsin Selçuk” Selçuk Yüzbaşı en baştaki yerine geri döndü. “Rahatta dinle.” diye emretti Fahreddin Albay. Yan yana dizilmiş askerler kollarını arkada dolayarak daha rahat bir pozisyon aldılar. Karargahta bu manzarayı seyredenlerin sayısı çoğalmıştı. Çoğu asker bu timde olmanın hayalini kuruyordu. Çok azının bu hayali gerçekleştirme şansı vardı. “Yine beni şaşırtmadınız evlatlar. Bu görevi de hakkıyla tamamladınız.” Fahreddin Albay'ın timine güveni tamdı. Turan timi verilen her görevi layıkıyla yerine getirirdi. “Milletimiz ve komutanlarınız olarak bizler sizinle gurur duyuyoruz.” Karşısındaki askerlere bakarken gözleri parlıyordu Fahreddin Albay'ın. Karşısındaki adamları sadece asker değil kardeş, evlat biliyordu. “Sağ ol.” Bu sefer daha gür sesle karşılık verdi tüm tim. Komutanlarının gurur kaynağı olmak onlar için büyük onurdu. Verilen vazifeyi kusursuz yerine getirmek ise daha büyük bir onur. “Oldukça uzun bir görevdi. Yorgunsunuzdur şimdi siz. Ailelerinizi de özlemişsinizdir.” diyerek önlerinde yürümeye başladı Fahreddin Albay. Cümlelerin ardını merak etmeye başladılar. Fahreddin Albay bu yorgunluğun üstüne ‘eğitime çıkın' derse şaşırmazlardı bile. Zamanında yapmışlığı vardı. Çömezler bilmezdi ama timin en eskileri olarak Korkut ve Bilal çok iyi biliyordu. “Açsınızdır da.” dedi Fahreddin Albay. Batuhan kendi içinden ‘hem de nasıl’ diye geçirdi. “Bir haftalık izin ayarladım hepinize.” duyduklarıyla tüm tim mutlu olmuştu. Çoğu zaman dinlenmeye fırsatları kısıtlıyken şimdi rahat rahat görevin yorgunluğunu atabileceklerdi üzerlerinden. “Teçhizatlarınızı teslim edin. Bugünden itibaren izniniz başlıyor.” dedi Fahreddin Albay. “Yüzbaşım! Operasyon raporlarını çıkışta bana ilet.” diye son emri de verdi Selçuk'a. “İyi tatiller Turan timi. Tatilin keyfini iyi çıkarın çocuklar.” dedikten sonra merdivenlere yöneldi. Selçuk kendisine verilen emri duymuştu. Yanındaki Atalay'a döndü. “Operasyon raporlarını sen ilet Üsteğmenim.” dedi. Uzun süren görevlerden sonra eşi Sevda'nın sitemlerine alışkındı. Bir kaç saat de olsa eve erken gitmek istiyordu. Önündeki Üsteğmen ise komutanının emrine uymak zorundaydı. Selçuk Yüzbaşı her ne kadar Fahreddin Albay'ın duymadığını zannetse de o her şeyin farkındaydı. Selçuk Yüzbaşı ailesiyle mesleğini birbirine karıştıran bir askerdi. Bu da ister istemez onun mesleki itibarını etkiliyordu. Fahreddin albay'ın arkasından tüm tim merdivenleri çıktılar. Batuhan yanındaki Umut'a dokunarak ona dönmesini sağladı. “Lan Umut. Açım ben.” Umut yorgun bakışlarını Batuhan'a çevirdi. Aklına ilk gelen fikri Batuhan'a söyledi. “Yemekhanede yemek vardır yeriz bir şeyler Batu.” Umut'un dedikleri Batuhan'ın yüzünün ekşimesine sebep oldu. “Ciddi değilsin di mi lan?” “Niye ki? Yemekhanede yeriz işte bir şeyler.” Umut'un fikri kendine göre oldukça iyi olsa da Batuhan bu fikirden hoşlanmamıştı. “Yemekhanedeki nohutla şeytan taşlanıyor. Pilav pilavlıktan çıkıp sütlaca dönüyor. Sen de yemekhanede yemek yiyelim mi diyorsun mal kardeşim benim.” Açlık Batuhan'ı iyice asabileştirmişti. “Başka fikrin var mı peki mal kardeşim?” Batuhan elini Umut'un oğuzuna attı. “Aslında var.” “Dinliyorum.” dedi Umut. “Yengelere mi gitsek?” diye kendince en makul fikri sundu. “Hangisine?” dedi Umut. Batuhan'ın fikri güzeldi. Yemekhanenin yemeklerini yemektense ev yemeği yemeyi tercih ederdi. “Esma Yenge?” Aklına ilk gelen ismi söyledi. “Lan kadın hamile. Biraz insaflı ol. Hem Bilal Komutanım bizi eve bile almaz.” Haklıydı Umut. Bilal eşine düşkündü. Esma'nın yorulmasına bile izin vermezdi. Onlara giderlerse yiyecekleri tek yemek sahanda yumurta olurdu. “O zaman yengelerin en yengesine gideriz biz de.” dedi Batuhan. Yüzünde sinsi ve yemek yiyeceği mutlu bir ifade vardı. Duydukları Umut'u da memnun etmişti. “Kuymak yapar yengem.” dedi Umut. Aklında ilk canlanan yemeği söylemişti. “Korkut Komutanım geliyor diye karalahana sarması da yapmıştır.” Batuhan'ın da zihnine en sevdiği yemek düşmüştü. “O zaman.” Bakışlarını Korkut'a çevirdi Batuhan. İkisi önlerindeki merdiveni tırmanan Korkut'a döndü. “Korkut Komutanım!” diye seslendiler. Cevap ise belliydi. “Ne var ula!” 🪖 Hayat Atalay için hiçbir zaman beş kelimeden ibaret değildi. Sanki Karadeniz'de sürüklenen küçük bir kayık gibi o da bu beş harfli kelimede savrulup duruyordu. Vatanını korumaktan başka bir amacı yoktu. Hislerinin, duygularının makineleştiğini hissediyordu bazen. Belki de tek varlığı vatanı olduğu içindir. Hayatındaki çok az kişi onu yaşıyormuş gibi hissettirirdi. Biri kardeşiydi. Diğeri aile bildiği insanlardı. Normal insanların zaafları olurdu. Onun ise hiç bir zaafı yok gibiydi. Zaafların insanları zayıflattığına inanırdı çoğu kişi. Oysa Atalay için insanın zaafı yoktur. Yaşamak için sebebi vardır. Yanında güçlü kalmak istedikleri vardır. Cesaretini göstermesine sebep olacak durumlar vardır. Pikapa taktığı plağı çıkarıp yerine farklı bir plak taktı Atalay. Annesinden kalma bir alışkanlıktı plaktan müzik dinlemek. Annesi mutfakta yemek yaparken müzik dinlerdi. Bazen de onu izlemeye gelen oğlunu kucağına alıp dans ederdi Gazel Çelebi. Eski evlerinde annesinden yadigar pikapa ve plağa dokunmaya kıyamamıştı Atalay. Kendi evine aldığı yeni pikap ve plaklar da onun için iş görüyordu. Hatta annesi gibi plak koleksiyonu bile vardı. Gazel'in koleksiyonu kadar geniş değildi belki. Ama yine de ona yetiyordu. Barış Manço plağını yerleştirdi pikapa. En sevdiği şarkılardan birinin sesi büyük odayı doldurdu. Bana “Yolun seç” diyorlar Bozuk yolu seçer miyim? … Yatağının üzerinde açık duran valize gardırobundaki kazaklardan bir kaç tanesini doldurdu. Küçük valizi hazırlarken pikapta çalan güzel şarkıyı kendi kendine mırıldanıyordu. Memleketine gideceği için ayrı mutluydu. Köklerini arayan ağaçlar gibiydi. Göklere kadar uzanan kökleri yere bağlı bir ağaç gibi. Nerede olursa olsun köklerine bağlı kalmaya ihtiyacı vardı. Yaşayabilmesi, yaşadığını hissedebilmesi için. Gardırobundaki diğer valizi de alıp kardeşinin odasına yöneldi. Tam odadan çıkacakken pikapın sesini biraz daha yükseltti. Kardeşinin odası kendi odasının yan tarafındaydı. Barış Manço'nun sesi yan odaya kadar gelmeliydi. Bana “yârin seç” diyorlar Vefasız yâr seçer miyim? … Kapını kolunu çevirip oldukça dağınık odaya kendini attı. Atakan üçüncü sınıf Tıp öğrencisiydi. Normalde oldukça titizken sınav dönemlerinde nasıl oluyorsan dünyanın en dağınık insanı olabiliyordu. Odanın hali ise sınav dönemi olduğunu açık ediyordu. Odayı toplamak istese de Atakan'ı kendi habitatına bırakmanın en iyisi olduğunu düşündü. Atalay açık kitapların arasından geçerek gardıroba döndü. Kardeşi için de küçük bir valiz hazırlayıp odadan çıktı. Şarkı artık sonlara yaklaşmıştı. Barış demek, toprak demek Ben kendimi verir miyim? Dinlediği şarkılar ona küçüklüğünü, kaybettiği ve ihtiyacı olan anne babayı hatırlatıyordu. Anne ve babasını bu şekilde anıyordu. Kendince bir saygı göstermeydi. Kendince bir özlemdi. Dış kapının örtülme sesi doldu kulağına. Atakan gelmişti. Normalde yurtta kalırken arada abisinin zoruyla eve gelirdi. Aradan beş dakika geçti. Pikapta başka bir Barış Manço şarkısı çaldı ve bitti. Ama Atakan hala eve girmemişti. Atalay en sonunda dayanamayıp portmantonun yanındaki kapıya yöneldi. Kapıyı hızlıca açtı. Karşılaştığı manzaraya ise şaşırmamıştı. Çatıya giden merdivenlerdeki kardeşi onun hayatındaki hem en büyük şansı hem de en büyük imtihanıydı. “Abi!” Atakan çatıya kaçıp saklanmayı planlarken abisine yakalanmıştı. Bugün köye gideceklerini biliyordu ve bu hiç istemediği bir şeydi. “Kardeşim!” Atalay'ın bakışları ne kadar korkutucu olsa da bir yanından da merhamet akıyordu. Kardeşi ise o merhametli tarafına oynamayı tercih ediyordu. Atakan abisinden tarafa döndü. “Eve fare girmiş. Onu yakalıyordum ki çatıya kaçtı abiciğim.” Köye gitmek istemiyorum diyememişti. Abisi onu zorla da olsa götürürdü. Biliyordu. “Beş dakikadır fare peşindeydin demek ki.” dedi Atalay. Kapıyı daha çok açarak kardeşini içeri girmesi için yönlendirdi. Atakan da boynunu büküp, başına örttüğü kapşonu çekiştire çekiştire içeri girdi. İçeri girmeye mecburdu. Tam odasına ilerleyecekken Atalay kapşonu çekerek Atakan'ın uzun saçlarını ortaya çıkardı. “Bu saçlar ne abiciğim?” Atakan saçlarına önem veren bir erkekti. Sürekli uzatırdı. Atalay ise bu durumdan hiç hoşlanmazdı. “Ben sana kestir demedim mi oğlum?” dedi Atalay. Sesini yumuşak çıkarmaya çalışıyordu. Sinirli değildi fakat kardeşi için en iyisine kendisinin karar vereceğine inanan bir insandı. Atakan da onun verdiği kararlara uymayacağını açık açık belli eden bir karaktere sahipti. “Ben de kestirmeyeceğim dedim abiciğim.” Atakan içinde mahcup hissetmemenin verdiği bir özgüvenle abisine döndü. Atalay ise kardeşine kıyamıyordu. “Ahdım var. Askere giderken seni merinos koyunu gibi kırkmazsam bana da Çelebi demesinler.” Atakan sonunda abisini bezdirmişti. “Üzerini değiş beş dakikaya çıkıyoruz.” dedi Atalay. “Nereye gidiyoruz abi?” Atakan cevabı biliyordu oysa. “Köye gidiyoruz. Valizini hazırladım. Hazırlan da çıkalım kardeşim. Hadi!” Atalay kardeşine itiraz hakkı bile sunmamıştı. “Ama abiciğim ben gelemem ki köye.” Atakan son kozunu kullanmaya hazırladı kendini. “O niyeymiş abiciğim?” Atalay kardeşinin bahanesini merakla bekliyordu. Her türlü yalana hazırlıklıydı. “Sınavlarım bitmedi daha.” Atakan abisinin huyunu bilmez gibi bu yalanı bulmuştu. “Yalan söyleme. Bugün son sınavı vermişsin.” Atalay üniversitenin akademik takviminden sınav tarihlerine bakmıştı. Atakan ise yeni yalanını abisinin önüne sundu. “Bir dersten kaldım. Bütünlemeleri beklemek zorundayım. Yoksa sınıfta kalacağım.” Bu seferki sağlam bir bahaneydi kendince. “Yine yalan söylüyorsun abiciğim. Sistemden kontrol ettim. Bütün notlarının maşallahı vardı.” Atalay öğrenci sistemine girip kardeşinin notlarını kontrol etmişti. Bütün derslerden de en yüksek notla geçmişti. “Sen benim notlarıma mı baktın abi? E-okul sistemi değil orası. Ben de lise öğrencisi değilim.Notlarımı kontrol etmediğin kalmıştı. Onu da yaptın.” Atakan kendince bir sitem etti fakat abisine geçmiyordu bu küçük sitemler. “Lise mi üniversite mi onu bilemem ama o notlar küçük bir mükafatı hak ediyor bence.” Duydukları Atakan'ın tüm siteminin üzerinden akıp gitmesini sağlamıştı. Abisinin ne alacağını düşünmeye başladı şimdiden. “Ayrıca o şifreyi de değiştir. Aşırı kolaydı çözmesi. Birisi çözmek istese çocuk oyuncağıydı.” Atalay kendince abilik gereği uyarısını yaptı. “Emredersin Çelebi Komutan'ım.” dedi Atakan. Asker selamı vermeyi de ihmal etmedi. Fakat onu bile yanlış yapmıştı. Asker çocuğuydu. Abisi de askerdi fakat askerliğe oldukça uzaktı. Atalay kardeşinin yamuk duruşunu düzeltti. Kendi içinden ‘Bu çocuk da askere gidecek ya.’ diye söylendi. “Hadi zaten geç kaldık. Hazırlan da çıkalım.” diye tekrar uyardı Atalay. “Lavaboya gidip geliyorum hemen.” dedi Atakan. Abisi ise aldığı cevaptan oldukça memnundu. Evden hemen çıkabileceklerdi. İki saattir dikildikleri holden çıktılar. Atakan az önce girdiği lavabodan burnunu tutarak geri çıktı. “Allahım! Gördüklerimi unuttur ya Rabbim.” Sesi burnunu tıkadığı için boğuktu ama ne dediği anlaşılıyordu. Koridordan dönerek abisine baktı. “Cihangir abi evde mi?” Az çok ne olduğunu tahmin ediyordu Atalay. “Odasında uyuyor.” dedi kısaca Atalay. “Cihangir abim bağırsağını bırakmış bu sefer. Halk sağlığı için şu adamı karantina altına alın artık.” Hışımla Cihangirin odasına daldı. Gördüğü manzara ise hiç şaşırtıcı değildi. Evin en pis odası bu odaydı. Kapısının yanından geçerken bile odanın kokusu insanın yüzüne vururdu. “Abi senin yüzünden evi çöp ev diye ihbar edecekler.” Cihangir'in kamuflajla yattığı, çarşafın bile sarardığı yatağa yöneldi Atakan. Cihangirin üzerindeki yorganı kaldırdı. Fakat ortamı büyük bir ayak kokusu sarmıştı. “Noluyo lan.” diye afalladı Cihangir. “Benim abi, benim.” dedi Atakan. Atalay ise kapı pervazından bu ikiliyi izliyordu. “Klozetteki emanet sana ait diye düşündüm. Muhattabıma geldim ben de.” Atakan kendi abisi gibi Cihangir abisiyle de uğraşmayı seviyordu. “O mu? Evet bana ait.” Yalan söyleme veya mahcup olma gereksinimi duymadı Cihangir. Atakan'ın emanet derken neyden bahsettiğini biliyordu. Avuç içleriyle çapağa bulanmış gözlerini ovuşturdu. “Öncelikle bir doktor adayı olarak ilk uyarımı yapmalıyım. O gözlerini hatır hatır ovuşturmaya devam edersen ilerleyen yaşlarda sıçtığın boku bile göremezsin Cihangir abi” dedi Atakan. Bunları derken ciddiyetin son kırıntılarını kullanıyordu. “İkinciye geç.” dedi Cihangir. Atakan'ın uyarıları umurunda değildi. Bir an evvel uykusuna dönmek istiyordu. “Cerrahi lisansımı aldığımda bana bir uğraman gerekebilir.” Gelmek istediği noktaya yavaş yavaş ilerliyordu Atakan. “O niyeymiş? Hem sen kadın doğumcu olmayacak mıydın? Ben ne alaka?” dedi Cihangir. Atakan artık odağına girmişti. “Tuvaletteki varlığı görünce bir dahaki sefere sezaryene ihtiyaç duyabilirsin gibi geldi. Yabancıya gitme diye dedim. Ben ameliyat ederim seni.” Atalay arada geçen muhabbete tebessüm ederek bakıyordu. Kardeşinin Cihangirle uğraşmasından zevk alıyordu. “Lan! Taşşak mı geçiyorsun sen benimle.” diyerek başının altındaki yastığı kavrayıp Atakan'ın yüzüne savurdu. “Abi kardeş bir uyutmadılar. O abine söyle kapatsın şu şarkıyı. Kulağımın zarını sikti attı.” Atalay artık müdahale etmesi gerektiğini anladı. Yaslandığı kapı pervazından uzaklaşarak yerdeki yastığı aldı. Cihangir arkadaşının yastığı ona vereceğini zannederken Atalay pencereyi açıp yastığı dışarı fırlattı. Atakan abisini hayranlıkla izliyordu. “Seni bu evden ha bu yastık gibi atarım Cihangir. Parazit misin lan sen? Kira vermezsin, fatura ödemezsin. Senden kurtulamadığım gibi sıçtığın boktan da kurtulamıyorum.” Cihangir karşısında konuşan arkadaşını umursamadan kenardaki yorganı yastık yapıp yattı bu sefer de. Atalay dediklerinin Cihangir'e geçmediğini anladığında bu sefer de başka bir hamleye yöneldi. Cihangir'in sarıldığı yorganı ondan çekip camdan attı. “Üçüncüsü sen olursun Teğmen'im.” Olay rütbeye geldiğinde Cihangir'in gözleri fal taşı gibi açıldı. Gevşek gevşek yattığı yataktan doğruldu aniden. Atalay amacına ulaşmanın rahatlığıyla Atakan'ı önüne katarak kapıya ilerledi. “O tuvaletteki eserini de ortadan kaldır. Yoksa senin peşinden o klozeti de camdan aşağı atarım.” diyerek odadan çıktı. Valizleri alıp kapıdan çıkacakken pikapta çalmaya devam eden şarkı bitti. Yeni başlayan şarkı ise onu on yaşına götürdü. Geri dönüp pikabı kapattı. Cihangir için bu şarkılar fazla iyiydi. 🪖 “Abiiii! Hala gelmedik mi?” Yan koltukta canından bezmiş halde yatan Atakan uzayan yoldan dolayı canının yarısını koltuğa teslim etmişti. “Az kaldı. Geldik sayılır.” Karadeniz'in virajlı yolları kardeşine ağır gelmişti. Dolambaçlı yollar bünyesini yormuştu. “Ne kadar az?” dedi Atakan. Bunalmışlığın sonucu olarak kafasını açık camdan dışarı uzattı. Midesi bulanıyordu. Ciğerlerini oksijenle bol bol doldurdu. Bir nebze midesine iyi gelmişti. Gelmek istemiyordu ama yine de geldiğine pişman değildi. “Geldik.” Atalay arabasını büyük çiftlik evinin önüne çekti. Çiftli evinin geniş merdivenlerinden koşa koşa inen anneannesine baktı Atalay. Yüzünde kocaman bir tebessüm oluştu. “Oğullarım gelmiş.” Elindeki mutfak havlusunu kenara savurdu Dudu. Torunlarına kucağını açarak ilerledi. Atalay arabadan hızlıca inerek anneannesine koştu. Önce elini sonrada tombik yanaklarını öptü. Atakan da arabadan indikten sonra anneannesinin elinden öptü. Dayanamadı anneannesine kocaman sarılarak havaya kaldırdı. “Fatma koş sofra kur uşaklarıma. Mustafaya da söyle Hüseyin'e haber versin. Torunları geldi. Hemen gelsin eve.” Dudu küçük torununun kollarının arasından çiftliğin yardımcısına seslendi. “Hemen söylerim Dudu abla.” Tıknaz vücutlu kadın koşa koşa kendine söylenenleri yapmaya gitti. Atakan kucağındaki anneannesini yavaşça yere bıraktı. “Hadi durmayın burada soğukta. İçeriye geçin. Sıcacık sobada ısının hemen.” Dudu torunlarının sırtından ittirerek evin içine soktu. Kızından kalan iki emanetti Atalay ve Atakan. Canından kalan iki can parçasıydılar. Dudu ve Hüseyin canlarına olan hasretlerini canlarından kalanlarla dindirmeye çalışmışlardı. Evlat hasreti ancak evlattan kalanlarla dindirilirdi. Dudu torunlarının önüne büyük bir sofra kurdurdu. Tereyağından balına, yöresel peynirden pekmeze kadar her şey vardı. İki torununu da elleriyle besledi Dudu. Onları izleyen Hüseyin ise kendini ancak bu manzarayla avutuyordu. İyi ki dedi bazı geçmişlere. İyi ki dedi geçmişi kurtaran, bu çocukları kurtaran kararlarına. “İçmeyeceğim anneanne. Ben köy sütü sevmiyorum. Kötü kokuyor.” Atakan anneannesinin kendisine uzattığı süt dolu bardağı reddetmeye çalışıyordu. “Market sütleri gibi değil oğlum bu. Yeni kaynattım ondan kokuyor. Hem içine bal da koydum daha da şifalansın diye.” Dudu torununun burnunu tıkayarak içirmeye çalıştı bu sefer de. Bu sefer de içmeyince abisine ‘yardım et’ bakışlarını yolladı. Atalay daha fazla dayanamamıştı kardeşinin bu haline. Anneannesinin elindeki bir bardak ballı sütü kafasına dikleyip içti. “Atakan bunun kıymetini ne bilsin anneanne.” Elindeki boş bardağı kendi bardağının yanına bıraktı. “Fırsatını buldun hemen göm beni abi.” Atakan abisine gözlerini devire devire baktı. “Dilleşmeyin birbirinizle. Siz Mardin’de de mi böylesiniz?” Dudu her zamanki otoritesini sağlamaya çalışıyordu. “Yok anneanne. Bazen yurtta kalıyorum, kafamı dinliyorum. O zamanlar bana karışamıyor.” dedi keyifle Atakan. “Yurdu bastırtma bana Atakan.” Dudu dayanamadı torununun kulağına asıldı. “Tehdit etme kardaşını.” Dudu’nun sinirlendiğinde konuşma şekli değişirdi. Şimdiki gibi. “Ne kadar yara alsam da şu kulak çekme kadar acıtmıyor be Dudu Hanım.” Torununun kulağına ne kadar asılsa da acımadığını bilirdi. Askerdi bir kere. Buncacık şeylere canı acımaması gerekirdi. “Kız Dudu! Bırak çocuğumun kulağını. Yelken gibi olacak sonra çocuğun kulakları. Hiç bir kız beğenmeyecek, evde kalacak.” Kapı kenarından mevzuya daldı Hüseyin. Dudu kocasının ikazı sonucunda hemen bıraktı Atalay’ın kulaklarını. “Abim zaten evde kaldı.” diye dalga geçti Atakan. “Seni yurttan alsam da bizim evde mi kalsan ha abiciğim.” Atalay’ın tehdidi büyüktü. Atakan ağzını fermuar çekme işareti yaparak sustu. “Bıraksın Mardin’i. Burada okusun oğlum. Biriniz bari yanımızda olun.” dedi Dudu. “Olur. Hatta notlarım da yüksek hemen alırlar beni buradaki üniversiteye.” dedi Atakan. Yeme tutunan balık gibiydi. “Olmaz anneanne. Gözümün önünde olması lazım.” Atalay’ın söyledikleriyle kardeşinin yüzü düştü. Abisinin onu gözünün önünden ayırmayacağını biliyordu. Okulunu oraya aldırırsa Atakan’ın onlardan kopacağını ise Atalay hariç kimse bilmiyordu. Kainat asla boşluk kabul etmezdi. Birinin dolduramadığı yeri başlası kirle pislikle doldururdu. Atakan’ın anne ve babası yoktu. Onlardan kalan boşluğu başkasının yalan yanlış duygularla, düşüncelerle doldurmasını istemiyordu Atalay. Bu yüzdendi kardeşinin üzerine bu kadar düşmesinin sebebi. “Olsun ben abimle mutluyum zaten anneanne.” Atakan arada bir de olsa abisinin bunları onun iyiliği için yaptığını biliyordu. Atalay kardeşinin dediklerine şaşırsa da hoşuna gitmişti. Yanındaki kardeşinin kafasını kolunun altına çekti. Canının acımasına müsaade etmese de onu zorlayacak şekilde sevgisini gösterirdi. “Abi! Boğma beni abi. Boğuluyorum anneanne.” Atakan yardım didinir gibi anneannesine elini uzattı. “Döğüşmen oğlum.” Dudu’nun konuşma şekli yine değişmişti. Hüseyin karısının torunlarını ayırmasına engel olmak için aklına ilk geleni yaptı. Hafif kilolu olan Dudu belinden gıdıklanırdı. Torunlarının yanında onları ayırmaya çalışan kadını gıdıklamaya başladı. “Karışma oğullarıma kız Dudu.” Gıdıklanmanın etkisiyle kahkaha atmaya başladı Dudu. “Çocukların önünde ne yapıyorsun Hüseyin. Ayıp ayıp.” Kahkahaları ve gıdıklanmaları müsaade ettikçe konuştu Dudu. Atalay ve Atakan kendilerini bırakkıp anneanne ve dedelerine odaklandılar bu sefer de. Dudu ve Hüseyin ikilisi yetmişlerinde bir çift olsa da gençlik neşelerini ve aşklarını kaybetmeyen bir çiftti. Yanlarındaki torunları ise artık alışıktı onların bu hallerine. “Siz bu cilveyle tek çocukta nasıl kaldınız anneanne. Yapsaydınız bize bir dayı teyze.” dedi Atakan. Dediği gibi de abisinin kafasına attığı şaplağı hissetti. Abisinin muazzam tokadıyla uzun sırma saçları önüne savruldu. Küçük tutamları kulağının arkasına atarak abisine mahzun mahzun baktı. Büyük salonun ortasındaki yer sofrası kalktıktan sonra Atakan kendini odasına attı. Saatlerce süren yol onu oldukça yormuştu. Uçak yerine arabayla gelmişlerdi üstelik. Türkiye’nin en güneyinden en kuzeyine çıkmışlardı. Atalay kendi eşyalarını ve kardeşininkileri yerleştirdikten sonra kendini büyük ahırda buldu. Burası büyük bir çiftlik evi olduğundan çoğu hayvan vardı. Atların olduğu ahıra girip kendi atını buldu. Kahverengi postuyla, iki gözünün arasındaki beyaz lekeyle ve ayaklarındaki beyazlıklarla ben buradayım diyordu adeta. Atalay yokken dedesi bakardı bu güzelliğe. Diğer atlara nazaran daha parlaktı tüyleri. Annesi Gazelden kalanlardan biriydi Atlas. Yavaş yavaş atının yanına geldi Atalay. Atlas ise onu hemen farketmişti. Başını okşasın diye Atalay’ın önüne uzattı kendini. Yelelerini önündeki adamın omuzlarına sürttü. Kendince ‘hoş geldin’ diyordu. “Hoş buldum oğlum.” dedi Atalay önüne uzanan yeleleri okşayarak. Atlas başını daha da uzatmak dışında hiçbir şey yapmadı. Zaten uslu bir attı. Kimseye sorun çıkarmazdı. Atlasa kenarda duran eyeri alıp atının sırtına yerleştirdi. Eyerin sağlam bir şekilde yerleştiğinden emin olduktan sonra kenarda duran çizmeleri de giyip ahırdan dışarı çıktı. “Oğlum nereye gidiyorsun.” dedi Hüseyin. Torununun halinden nereye gittiğini anlasa da sormadan edemedi. “Mezarlığa gideceğim dede.” Bu topraklara ayak basar basmaz ilk ziyaret ettiği yer anne babasının yanı olurdu. “Biraz dinlenseydin. Yarın beraber giderdik. Hem Atakan da gelirdi.” Hüseyin gelecek cevabı bilse de Atalay için geçersiz olan önerisini sundu. “Atakan uyuyor. Sonra hep beraber gideriz dede.” dedi Atalay. Atlasın eyerine tutunarak kendini onun üstüne bıraktı. “Bunu al o zaman. Önüne domuz çıkar.” diye elindeki çifteyle fişekliği torununa uzattı. Atalay’ın anne ve babasının mezarı karşı köydeydi. Atalay köy yolundan gitmek yerine yolun uzamasına rağmen dağlardan gitmek istiyordu. O köyde karşılaşmak istemediği insanlar vardı. Atalay dedesinin uzattığı fişekli alıp boynundan geçirdi. Tüfeği de alıp askısıyla sırtına attı. “Akşam olmadan gel. Anneannen ona haber vermeden gittiğini duyarsa benim bacağıma sıçar. Sana kıyamaz, olan bana olur.” Atalay’ın yüzünde büyük bir tebessüm oluştu. “Emredersiniz komutanım.” dedi Atalay. Atlası öne sürerek ilerledi. “Tez gel.” dedi en son dedesi arkasından. Atalay Atlas’ın sırtında dağları aştı. Aştı da yine de varamadı o köye. Ne kadar hızlansa da yol bitmedi. Sis çöktü dağlara, ince ince yağmurlar yağdı. Atlas’ın bastığı yerlerden çamurlar sıçradı etrafa. Giyerken siyah olan çizmeler artık çamura bulanmıştı. Büyük ormanı da geçip mezarlığa geldi. Atlas’ı bir ağaca bağladıktan sonra pas tutmuş demir kapıyı açıp büyük mezarlığa girdi. Kaç mezar geçti bilemedi. Kaç hayatı kaç kaderi ziyaret etti attığı adımlarda bilemedi. Son yirmi yılı bu mezarlıktaydı ve son yirmi yıldır yaptığı ilk şeyi yine yaptı. Büyük mezarlıkta bir şehit mezarı vardı. İlk onu ziyaret ederdi hep. Başında Türk bayrağı dalgalanan mezarın başına geçti. Alaaddin Ali Akdoğan. Mezarın karşısına geçti önce. Asker selamını verip al bayrağı okşadı. Duasını da okuyup asıl ziyaret etmesi gereken mezarlara yöneldi. İki büyük servi ağacı büyümüştü mezarlarının başına. Küçükken bu ağaçlar sayesinde anne babasının mezarını bulurdu. Koskoca ağaçlar ona sanki yol gösterir gibi gelirdi. Önce duasını okuyup yosunlaşan mezar taşına baktı. Anneannesi ne kadar çabalasa da bu taşlar yıpranmıştı artık. Yosundan kurtaramamışlardı mezar taşlarını. Necmettin Çelebi yazan mezarın başına döndü. “Babam! Geldim bak yine.” ‘Ne zaman gelmedim ki?’ der gibiydi. Çok özlemişti ama buz gibi soğuk mezar taşını değil. “Bu sefer görev biraz uzundu ama hallettik.” dedi gururlu bir şekilde. “Zor bir görevdi bu sefer ki. Son anda senin öğrettiğin o düzeneği yapamasaydım çıkamazmışız.” Atalay küçüklükten beri ilgiliydi düzenek işlerine. Babası ona küçüklüğünde bir kaç tane ufak tefek şeyler öğretmişti. “Eski yöntem dedi bizimkiler. İşe yaramaz dediler ama yine de işe yaradı.” Bu sefer dudaklarından küçük bir tebessüm koptu. “Fahreddin Albay’ın da selamını getirdim.” Fahreddin Temür, Necmettin Çelebi’yi tanırdı. Bazı görevlere beraber gitmişlikleri bile vardı. Yirmi yıl önce Necmettin’in komutanıydı. Yirmi yıl sonra da Necmettin Atalay’ın komutanı. Bakışları bu sefer de yandaki mezara döndü. Gazel Çelebi. “Annem.” dedi mezarının taşını okşayarak. Sanki kahverengi dalgalı saçlarını okşar gibiydi. Ama annesinin saçları sıcacık olurdu hep. Bu mezar taşı ise buz gibi soğuk. Babasının mezarına kıyasla annesinin mezar taşı daha çok yosunlanmıştı. Annesinin yeşil gözlerine bakmak yerine mezarının üzerindeki yeşil yosunlara bakıyordu artık. Atalay annesine ayrı bir düşkündü. Gözleri dolmaya başladı. Babasının acısını bir şekilde taşımıştı ama annesininkine hala alışamamıştı. Ağır geliyordu üzerine. “Atakan’ı getirmedim bu sefer. Uyuyordu kıyamadım uyandırmaya.” Atakan normalde de gelmek istemezdi kabristanlığa. Onun için anne ve baba kavramları bir şey ifade etmiyordu. Anne baba yerine abi demişti. En zor zamanında hep onu bulmuştu önünde. Önünde bulmuştu çünkü abisi ona zarar gelmesin diye kendini hep öne atardı. Okulda akranları onu zorbalarken abisi siper olmuştu önünde. Onu itmeye kalkan eli tutmuştu. Kırmak, incitmek yerine o ele çiçek tutuşturmuştu. Çocuğa yaptığının yanlış olduğunu, onun elinin kötü davranışa değil çiçeğe layık olduğunu söylemişti. “Yara almadım bu sefer. Sağ salim geldim merak etme.” Annesi yanında olsaydı ona soracağı soruları cevaplıyordu. O olsaydı yarası var mı diye sorardı çünkü. “Atakan’ın da sınavları iyi geçmiş. Çok çalışkan. İyi bir doktor olacağı şimdiden belli.” Atakan’da abisi gibi bu huyunu annelerinden almıştı. Çalışkan Gazel’e rağmen tembel olan kocasının genleri pek uğramamıştı çocuklarına. “Kitaplarını geçen sefer havalandıramamıştım. Bu sefer hem havalandıracağım hem de kitaplığının tozunu alacağım.” Gazel’in odasında büyük bir kütüphanesi vardı. Kitaplık değildi. Çünkü uzunca bir duvarı kaplayan büyük bir kütüphaneydi o oda. Vefat edene kadar okuduğu bütün kitaplar duruyordu. Anneannesi annesinin hiçbir eşyasını dağıtmamıştı. Gazel nasıl bıraktıysa öyle kalmıştı oda. Gök kararmaya bulutlar hiddetlenmeye başlamıştı. Gri yağmur bulutları havayı daha da karartmaya başlamıştı. Gökten küçük bir damla Atalay’ın yanağına düştü. Atalay ağlamadan göz yaşı gökten düşmüştü. Yanağındaki küçük damlayı elinin tersiyle sildi. “Artık gitmem gerek. Geç kalırsam anneannem buraya geldiğimi anlar. Onsuz geldim diye bana küser.” “Siz birbirinize kardeşim de vatanım da bana emanet. Gözünüz arkada kalmasın.” dedi Atalay. Son kez baktı iki mezar taşına. Nemli toprağı okşadı. Çıkarken al bayrağın dalgalandığı mezara da kısa bir baş selamı vererek kabristanlıktan çıktı. Bulutların tutamadığı yağmur damlaları yeryüzüne boca edilirken Atalay Atlas’ın sırtında çiftlik evine varmıştı. Anneannesinin ‘nerdeydin?’ sorularını atlattıktan sonra odasına girip üzerini değişti. Akşam yemeği vaktinde hep beraber olmanın hevesi vardı bütün ailede. Yanan sobanın sesiyle kahkaha sesleri birbirine karışmıştı o gece. Köye gelmek istemeyen Atakan bile geldiği için mutluydu. Hüseyin ve Dudu’nun atışmaları Atalay ve Atakan’ın didişmeleriyle geçen bir akşamdı. Tam bir aile akşamı gibiydi. Böyle anlarda ne için yaşadığını hatırlardı Atalay. Onca zor görevden kimler için sağ salim döndüğünü hatırlardı. Kaybettiklerine üzülürken, onunla kalanlara şükretti. 🪖 Sıcak yatağa rağmen soğuyan odasında uyuyan Atalay çoktandır bu kadar iyi uyumamıştı. Görevdeyken nerelerde uyuduğunu bilemezken şimdi yün yorganın altında ondan rahatı yoktu. Ta ki o sesi duyana kadar. “Abiiii! Abiii.” Beyninin içinde dolanan ses afallayarak uyanmasına sebep oldu. Yataktan ayaklarını sarkıtarak yatağın kenarında duran sandalyedeki kazağı boynundan geçirip giydi. “Abii!” Kardeşinin sesinin nereden geldiğini düşünürken sesin dışarıdan geldiğini fark ettiğinde adımlarını dışarıya yönlendirdi. Ayakkabılarını bile giymeden ıslak çimenlere basarak dışarı attı kendini. Güneş doğalı belki bir saat olmuştu belki olmamıştı. Güneş yağmurlu günlerin ardından yeni yeni kendini gösteriyordu. Güneş yine aynı güneşti ama yine de yağmurlu geçen günlerin ardından bugün kendini göstermek istemişti. Ama bugün 29 Şubat’tı. Gazel ve Necmettin’in ölüm yıldönümüydü. Bu aile için artık sıradan bir gündü. Ağlamayı, ağıt yakmayı bıraktıklarında karar vermişlerdi. Tüm bu yaptıkları ayakta durabilmeleri içindi. Islak çimenlerin üzerinde koşarak kardeşini aramaya başladı. Atakan kendi başına bela açmasa bela ona uğramazdı. Atalay’ın gördüğü manzara ise onu hiç şaşırtmadı. Koyunların olduğu ahırın önünde koşan ve onu koşturan çiftliğin kangal köpeği “çoban” vardı. “Abiii! Bu beni yiyecek.” diye bir çığlık daha kopardı Atakan. Atalay ise koşmayı bırakmış uzaktan uzaktan bu manzarayı izliyordu. Gerçekten de bela çeken bir kardeşi vardı. Olduğu yerden bir milim kıpırdamadı. Zahmet bile etmedi. Elini beline atarak keyifle izliyordu kardeşinin bu halini. Atakan’ın halinden keyif aldığını kilometrelerce öteden bile belli ediyordu. Atakan kendisini kurtarmaya gelmeyen abisine doğru koşmaya başladı bu sefer de. “Abiii!” diye bir çığlık daha kopardı. Olan sesleri duyan Dudu ve Hüseyin ise evin girişindeki terasa kendilerini attılar. Yeni uyanmamışlardı ama üzerlerinde hala pijamaları vardı. Köyde hayat güneşle başlardı. Bu çiftlikte ise hayat Atakan’ın bağırışlarıyla başlardı. Abisinden hayır gelmeyeceğini anlayan Atakan bu sefer de “Anneanne! Dedeee! Bu hayvanat beni yiyecek.” diye bağırdı. “Atalay oğlum bir şey yapsana. Çocuk korkudan bembeyaz olmuş.” Çoban kimseye zarar vermezdi biliyorlardı. Ama Atakan korkudan bayılabilirdi bile şu durumda. “Bırakalım da bana karşı gelmenin cezasını çeksin anneanne.” dedi keyifli bir şekilde. Atakan koşa koşa en sonunda evi bulacakken yanından koşarak geçtiği abisi tarafından durduruldu. “Gel ula buraya.” Atalay yanından fişek gibi geçen kardeşini ensesinden kavradığı gibi yerle temasını kesti. “Çoban otur oğlum.” Talimatı duyan köpek koşmayı bırakıp olduğu yere oturdu. Dilini çıkarmış heyecanlı heyecanlı bakıyordu adeta. Atakan’ı kovalamak ona oyun gibi gelmişti. “Lan madem kolaydı laf dinlemen beni niye kovaladın.” dedi Atakan. Soluduğu sık nefeslerinin arasında zor konuşuyordu. “Kuzuların yanına mı girdin.” Atakan’ın yapacağı en olası şeyi söyledi Atalay. Artık kardeşini tanıyordu. “Sadece sevecektim.” dedi Atakan masum bir şekilde. “İyi bok yedin. Kuzuları alacaksın zannetmiş hayvan.” “O yüzden mi kovaladı bu ayı köpek karışımı hayvan beni.” dedi iki eliyle Çoban’ı göstererek. “Çoban gel oğlum buraya.” dedi Atalay. Talimatı duyan köpek hemen sahibinin dizinin dibine geldi. Köpeğin yaklaştığını gören Atakan ise çırpınmaya başladı fakat nafile çabaydı. Abisi hala ensesinden kavramış onu havada tutuyordu. Atalay Çoban’ın itaatkarlığını ödüllendirmek için başını okşarken elini serbest bıraktı. Yere iki seksen yapışan kardeşine hiç bakmıyordu bile. Baş belası kardeşiyle ilgilenmiyordu hiç. Atakan hızlıca yerden kalkarak kendini eve attı. Dudu ve Hüseyin ise onların bu hallerini keyifle izliyordu. “Yirmi sene önce de böyleydiler. Şimdi de aynılar. Biri otuz biri yirmi yaşında ama hala aynılar.” dedi Hüseyin. Çoban’ı sevmeye bırakan Atalay da eve giriyordu ki Dudu meşhur anneanne sözünü söyledi. “Ayağına çorap giy ula. Çocuğun olmayacak sonra.” diye Atalay’ın arkasından bağırdı. Atalay ise arkasını bile dönmeden “Tamam giyerim.” diyerek geçiştirdi. Üst kattan gelen ses ise tüm evden duyulacak düzeyde yüksekti. “Abim evde kalmış anneanne. Onun çocuğu da olmaz bu saatten sonra.” Atakan’ın eceline susayan sesiydi bu. Dudu ve Hüseyin kahkaha atarken mutfaktan onlara bakan Fatma ve Mustafa ise bıyık altından gülüyordu. “Şimdi sıçtım bacağına Atakan.” dedi sadece kendisinin duyacağı sesiyle. “Ya kendini camdan at ya da ben geliyorum atmaya kardeşim.” diye bağırdı Atalay merdivenleri usul usul çıkarken. Kardeşi eceline kana kana susamıştı bir kere. Üst kattan tekrar bir ses yükseldi. Bu seferki feryat figandı. “Anneanneee! Dedeeee!” Yirmi yılın sonunda artık bu aile yas tutmayı bırakmıştı. Gidenlere üzülmek yerine kalanlarla mutlu olmayı tercih etmişlerdi. Tüm hengame bittikten sonra tüm aile kahvaltı sofrasına oturdular. Atakan anneannesinin kendisine uzattığı süt abisi tarafından zorla içirilmişti. Önce burnu tutulup nefessiz bırakılmış ardından boğazından aşağı bardağı boca etmişti. Atalay yapmıştı tüm bunları. Yeri gelir kardeşine kıyamazdı. Yeri gelir ona en güzel, coşkulu eziyetlerini yapardı. Etraftaki insanlar ise onların bu hallerini kahkaha atarak izliyordu. Seyir keyfi veren bir ikiliydiler. “Sen koca beş gün evden çıkma gideceğimiz gün çiftliği keşfetmeye çık. Sonrada kendini köpeğe kovalat.” Sofra başı farketmiyordu Atalay kardeşiyle dalga geçiyordu. “Belayı arıyorsun Atakan. Bela seni bulmuyor, sen gidip onu buluyorsun.” Serzenişlerinde haklıydı Atalay. “Ne zaman yola çıkacaksınız oğlum.” diye araya girdi Dudu. “Öğlende çıkacağız anneanne.” dedi Atalay elindeki ince belli bardaktaki çayı içerken. Yandan gelen höpürdetme seslerine ise enseye inen tokatla karşılık verdi. “Çay içmesi de bilmiyor.” Atalay içinden içinden ama herkesin duyabileceği şekilde söylendi kardeşine. “Şamar oğlana döndüm iyice.” Atakan söylene söylene kalktı sofradan. Atalay da sofradan kalkarak annesinin odasına yöneldi. Ona verdiği sözü yerine getirmekti amacı. Odaya girer girmez içerinin hem aydınlık hem de loş havası onu karşıladı. Ahşap pencereyi yarı yarıya kapatan işlemeli tül, pencerenin dibindeki küçük koltuklardan oluşan okuma köşesi ilk dikkat çeken detaylardı. Büyük odanın bir duvarını boydan boya kaplayan kütüphane ise ikinci dikkat çekendi. Usul adımlarla okuma köşesine ilerledi. Sehpanın üzerinde sararmış kitaba dokundu önce. Arasında ahşap bir ayraç vardı. Babası Necmettin, Gazel için yapmıştı bu ayracı. Ailesi ile ilgili silik anılarının en belirginlerinden biri bu ayracı yapılma aşamasıydı. Babasına yardım etmişti bu ayracı yaparken. Gazel parayla alınan hediyeleri sevmezdi. Onun için emek herşeydi. Ayraca hiç dokunmadı. O ayracı annesi o gece kitabın arasında bırakmıştı. Geri döndüğünde devam edecekti okumaya. Ama dönemedi. Kitap yarım kaldı. Gencecik bir hayat yarım kaldı. Kitabı bir milim bile kıpırdatmamaya dikkat etmişti. Yatağın yanındaki büyük ahşap şifonyerde duran kavanoza döndü Atalay bu sefer de. İçinde origamiyle katlanmış turna kuşları vardı. Rengarentiler. Büyük kavanozun içinde annesi biriktirmişti. Gazel için bu kavanozun anısı büyüktü. Necmettin ve Gazel’in hikayesi Turna kuşlarınndan ibaretti. Kavanoza hiç dokunmadı bile. Onunda annesinin bıraktığı gibi kalmasını istedi. Diğer şifonyerin yanına gitti Atalay bu sefer de. Annesinin yarım bıraktığı örgüsü yarım bebek patiğiydi bu. Mavi renkliydi. Atakan’a örmek istemişti Gazel. Yarım kalan kitap gibi bu örgü patik de yarım kalmıştı. Atalay daha fazla oyalanmadan kitaplığı boşaltmaya başladı. Kitaplık büyüktü ve Atalay’ın işi de çoktu. Sırasını kaybetmeden tek tek çıkardı her birini. Önce kitaplıktaki yerlerin tozunu aldı. Sonra aldığı kitapları havalandırarak yerlerine dizdi. Koca kitaplık saatlerini almıştı ama annesine verdiği sözü tutmuştu. “Abi.” Atakan’ın sesi geldi kapının dışından. O bu odaya hiç girmemişti. Girmekte istemezdi. “Efendim abim.” diyerek odanın dışına çıktı Atalay. “Ben hazırım ne zaman çıkarız.” dedi Atakan. Üzerini giyinmiş gitmek için hazırdı. “İşim az kaldı, bitsin çıkarız.” Üstü başı toz içindeydi Atalay’ın. Odaya geri döndüğünde yere düşmüş kitabı gördü. Bütün kitapları yerlerine yerleştirdiğinden emindi. Yerdeki kitabı kaldırdı. Özdemir Asaf’ın şiir kitabıydı. Elindeki ince kitabı evirdi çevirdi Atalay. Düştüğünde bir yerine zarar gelmiş mi diye baktı. Çok şükür ki hiçbir yerine bir şey olmamıştı. Yerine koymak için hareketlendiğinde gözüne bir şey takıldı. Kitabın arkasında sararmış eski bir etiket vardı. Yarısı eskidiği için kopmuştu ama yine de okunabiliyordu üzerindeki yazı. Nilifer çiçeğinin üzerinde yazılı duran Nilüfer Kitabevi. Bu kitapların hepsini okumuştu. Elindeki kitabı ise defalarca. Ama bu etiketin varlığından daha yeni haberi oluyordu. Elindeki kitabı biraz daha inceledi. Yerine geri yerleştirmek yerine cebindeki telefonu çıkardı. Etikette yazan kitapçıyı araştırdı. Annesi bu zamana kadar yaşadığı ilin dışına çıkmamıştı. Bulması kolay olacaktı onun için. Tabi bu kitabı babası annesine getirmediyse. Önüne çıkan sonuçlardan bir tanesi en olasıydı. İlçe merkezinde eski bir kitapçıydı. Annesiyle ilgili olan her şey Atalay’ın dikkatini çekmişti. Kitabı yerine geri bırakmakla alıp kitapçıyı ziyaret etme fikri dolandı zihninde. O ise kalbinin sesini dinledi. Elindeki telefonda yazan adresi beynine kazıdı. İlçe merkezine işi düşmedikçe gitmezdi Atalay. Şimdi ise meraktan ziyaret edecekti. İçinde adlandıramadığı bir duygu oluştu. Elindeki kitabı da alıp odadan çıktı. kapısını kilitleyip anahtarını cebine attı. Bu odanın anahtarı bir tek onda vardı. Kendi odasına geçip üzerini değişti. Artık gitmeye hazırdı. Kendisi ve kardeşinin küçük valizini alıp arabanın bagajına yerleştirdi. Ailesiyle vedalaşıp yola çıktılar. “Tam alışmışken gitme günü geldi.” dedi Atakan. “Gelirken zorla geliyordun, yalanlar söylüyordun gelmemek için kardeşim.” Kardeşlerinin yaptıklarını yüzüne vuruyordu Atalay. O da biliyordu, kardeşi burayı istemese de seviyordu. Güneşli başlayan sabahın ardı yağmurlu devam etmişti. Silecekler yağmura zor yetişiyordu. Yola çıkalı bir saat olduğunda telefonundan adresi tekrar kontrol etti. Mardin’e gitmeden uğraması, görmesi gerekiyordu. Yoksa aklı bu kitapçıda kalacakmış gibi hissediyordu. İçgüdüleriyle hareket ediyordu şu an. Hisleri, kalbi nereye gitmek istiyorsa oraya gidiyordu. “Mardin’e gitmiyor muyuz abi? Niye ilçeye geldik?” Yolun olması gereken yere çıkmadığını anlayan Atakan en normal soruyu sormuştu. “Ufak bir işim var. Hemen halledip geleceğim.” dedi Atalay. Arabasını kitapçının önüne park etti. Kitap ıslanmasın diye kabanının içine sakladı. Annesinden kalanlardan biriydi bu kitap. Zarar gelsin istemiyordu. “Sen gelene kadar ben uyuyacağım abi.” Onaylayan bir baş sallaması ve mırıltıyla karşılık verdi Atalay. Arabanın kapısını açarak kendini yağan yağmura bıraktı. Islanmadan hemen kitabevinin kapısına ulaştı. Kapıyı itip içeri girdiğinde ortamı küçük bir çan sesi sardı. Başını yukarı kaldırdığında kapının yukarısına takılmış çanı gördü. Yanına altmışlarında bir adam geldi. Kolları dirseklerine kadar katlanmış krem bir gömlek giymişti. Saçlarındaki beyazlıkla gözündeki gözlükle kütüphaneci olduğunu belli ediyordu. “Hoş geldin evlat. Hangi kitaba baktın?” diye sordu yaşlı adam. Atalay ceketinin içinden yağmurdan sakladığı kitabı çıkarıp adama uzattı. “Bu kitap sizden mi alınmış? Kontrol eder misiniz?” Adam kendine uzatılan kitabı aldı.Gözündeki gözlüğü çıkardı yerine boynunda sallanan diğer gözlüğünü taktı. Önce kapağını incelemeye başladı. İçini inceledi, kağıdın kalitesine bakar gibi kağıdı inceledi. En son da arka kapağındaki eskimiş etikete gözü takıldı. Kitabı kendine daha çok yaklaştırdı. Görmekte zorlanır gibi bir ifadesi vardı. Sonra ise yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. “1980’li yılların sonuydu. Bu kitabı o zamanlarda satmıştım. Bak bu bizim eski etiketimiz hatta.” diye Atalaya gösterdi etiketi. “Nilüfer çiçeği buranın eski etiketinde vardı. Sonradan değiştirdik.” Elindeki kitabı önündeki genç adama uzattı. “Ne için sordun evlat?” dedi adam. Merak etmişti kendince. “Annemin kitabıydı. Etiketi görünce merak ettim.” diye geçiştirdi Atalay. “En sonki raflarda bu baskının devamından kalan kitaplar var. Eğer ilgilenirsen inceleyebilirsin.” Karşısındaki genç adamın ilgisini çekebilecek bir teklif sundu yaşlı adam. “Teşekkürler.” dedi Atalay elindeki kitabı tekrar kabanının içerisine yerleştirip ilgili kitapların olduğu raflara ilerledi. Kaç kitaplık geçti bilemedi en sonunda buldu aradıklarını. Sonra ise bir zil sesi doldurdu etrafı. Bir müşteri daha gelmişti kitapçıya. Belli belirsiz bir kadın sesi kulağına çalındı Atalay’ın ama ilgilenmedi. Önündeki kitapları incelemişti. İlgisini çeken bir şey bulamamıştı ama burayı öğrenmişti. Tam annesinin gelebileceği bir yerdi. Ahşap kokusunun yanında eşlik eden kitap kokusu. Kitaplıkların arasında gezerken gözüne bir kırmızılık takıldı. En son yirmi yıl önce gördüğü Kırmızı yıldız şeklinde bir ben. Hafızasında saklı olan o cümleler dışarı çıktı bir anda. “Yaya değil bu biy keye. Nenem yıldış düşmüş dedi.” Gözlerini anın afallamasıyla kırmızı benin olduğu bedene odaklandı. Kıvırcık saçların arasından süzülmüş gül kabartması olan o kolye. Bir anı daha düştü zihnine. Sarı papatyalarla örülmüş kıvırcık sarı saçlar. Bacak kadar bir boy. Yaşının küçük olduğunu belli eden bozuk konuşmalar doldu zihninde. Tam yirmi yıl önce 29 Şubat 2005. Yirmi yıl sonra gelmişti çocukluğunun gizemi, peri kızı, Bal Böceği. Tam yirmi yıl sonra karşısına çıkmıştı. Kalbine garip bir his doldu Atalay’ın. Yıllardır karşısına tekrar çıkmasını beklediği o küçük kız şimdi genç bir kadın olarak karşısındaydı. Onu ilk gördüğü günkü gibiydi saçları. Kıvırcıkların içinde yağmur damlaları vardı. Mavi gözleri aynı deniz mavisiydi. Karadeniz’in mavisiydi. Gökyüzünün mavisiydi. Gökteki yıldızlar ise eline düşmüştü dediği gibi. Atalay’ın eli ister istemez kabanının iç cebine gitti. Yıllardır kalbinin üzerinden eksik etmediği saten mendili yerinden çıkardı. Üzerinde sarı arıların olduğu, çiçeklerle işlenmiş mendil. Yirmi yıl önce ondan kalan emanet. Atalay’dan kalan emanet ise belki de karşısındaki kadındadır hala diye düşündü. Saklıyor muydu o arabayı bilmiyordu. Belki atmıştır diye geçirdi içinden. Büyük ağaç kovuğunu hatırladı. Kalbi biraz daha sıkıştı. Boğazında koca bir yumru oluştu. Geçmiş onun saf gerçekliğiydi. Şimdi ise o safa gerçeklik tam karşısındaydı. İki kayıp ruh birleşmişti. Kader yine oyununu oynamıştı. Önündeki kitaplara odaklanan kadın çevresiyle ilgilenmeden, etrafına bakınmadan kitaplıkları gezmeye başladı. Atalay elindeki mendili katlayıp eski yerine geri koydu. Kalbinin üzerine. Önündeki kitapları bırakan kadın yavaş adımlarla yanından geçti gitti. Çiçek kokusu ardını sardı. Diğer kitaplığı gezdi. Bir kaçını kucağındaki kitapların arasına yerleştirdi. Farkında değildi onu izleyeni. Her hareketindeki ahengi seyredenden haberi bile yoktu. Gözlerinin kapattı usulca genç kadın. Elini önündeki kitaplarda gezdirmeye başladı. Atalay hiç düşünmeden kabanının içine sakladığı kitabı eline tutuşturdu. En kıymetlisi annesinden kalan kitabı önündeki kadının ellerinin arasındaydı. Göz kapaklarını yavaşça araladı. Mavi gözleri karşısındaki adamı buldu. Tanımamıştı. Tam karşısındaki adamı hatırlamamıştı. Atalay’ın içi küçük bir hayal kırıklığıyla doldu. Oysa ki karşısındaki kadın küçücüktü o zamanlar. Hatırlamaması normaldi. Mavi gözler onu tanımaya çalışıyordu hala. Elindeki kitabı tutan diğer ele baktı önce. Sonra da yeşil gözlerine. Tanıyamamıştı bir türlü. Hatırlayamamıştı. Adamın konuşmasını, kendini tanıtmasını bekliyordu. İlk kez tanışırmış gibi “Merhaba” dedi Atalay. Karşısındaki kadın ise açıklama bekler gibi bakıyordu. “Seçmekte zorlanıyor gibiydiniz. Yardımcı olmak istedim.” dedi elinde tuttuğu kitabı göstererek. Atalay’ın uzun konuşmalarına kısa ve keskin cevaplar verdi genç kadın. Karşısındaki kadını ölçtü, tarttı. Bu kadın benim tanıdığım Bal Böceği mi? diye geçirdi içinden. Sayısız sorgulama yaptı. Sayısız kere geçmişteki anılarına dokundu. O anılarda karşısındaki kadının kız çocuğu halini aradı. Aradığını ise bazen buldu bazen de kaybetti ama sorduğu her soru onu bal böceğine yaklaştırdı. Ondan kitap önermesini istedi. Buradaysa kitaplarla ilgileniyor demekti onun için. Sayısız tahminde bulundu Atalay. Şu an ne yapıyor, o günden sonra ne yaptı, kaç yaşında gibi bir sürü soru sordu. Genç kadına sorması gereken bütün soruları kendi zihninde kendi kendine sordu. Gözlerini kadının gözlerinden bir dakika ayırmadı. Biraz daha konuşmak isterken telefon sesi araya girdi. Cevaplamak için uzağa giderken Atalay hala onu izliyordu. Her hareketini izlemeye devam etti. Bu sefer de kendi telefonu araya girdi. Karargahtan mesaj gelmişti. En kısa zamanda dönmesi gerekiyordu. Görev çıkmıştı yine. Annesinden kalan kitaba baktı bir süre. Genç kadının almak için ayırdığı kitapların arasındaydı. Alıp gitmedi. Bir parçasını onunla bırakmak istedi. Tekrar karşılaşacaklardı biliyordu Atalay. Karşılaşmasalar bile en yakın zamanda buraya gelip onu bulacaktı. Önce kendisini hatırlatacaktı. Sonra da göğsünde taşıdığı mendilini geri verecekti. Cebinden bir kağıt çıkardı. Aklına gelen ilk şiiri yazdı. Onu gördüğünde aklına gelen ilk şey bahardı. Özdemir Asaf’ın şiirini yazdı aceleyle. Altına da o gün ona seslendiği isimle kendini tanıtan cümleyi yazdı. “Orman gözlü oğlandan BAL BÖCEĞİNE.” Bir 29 Şubat günü karşısına çıkan küçük çocuk, başka bir 29 Şubat’ta genç bir kadın olarak karşısına çıkmıştı. Hayat en büyük cilvesini yapmıştı. Bir kitap onu tekrar görmesini sağlamıştı. Masal gibi başlayan bir varmış, bir yokmuşların hikayesiydi. Bir vardılar, bir yoktular. “Sana söz veriyorum Bal Böceği. Sen nasıl beni bulduysan ben de seni bulacağım.” dedi içinden. Genç kadından çok kendine söz verdi. Nilüfer Kitabevini bir çan sesi daha sardı. Atalay verdiği sözlerle, kendine olan inancıyla Bal Böceğini tekrar ardında bıraktı. Tekrar bulmak ve karşılaşmak üzere.
|
0% |