5. Bölüm
Cansu Ş. / BAL BÖCEĞİ / 4. BÖLÜM

4. BÖLÜM

Cansu Ş.
yonsuzpusula

Efenimm şükela bir bölümle geldimmm. Ama önce minnak bir duyuru.

Kitabımızın Instagram ve Tik Tok hesapları açılmıştır. Fotoğraf, video, alıntı paylaşıyorum. Kitabımızı takip etmek isteyenler için panoya hesapların isimlerini sabitleyeceğim.

​​​​​​Bölümle ilgili yorumlarınızı belirtip yazarınızı mutlu etmeyi unutmayın😁😁

Keyifli okumalar. Öpüldünüzzzz😘😘😘

4.BÖLÜM

"KADERİN BORÇLU OLDUĞU."

Evrende belli bir düzen vardır. Bu düzen bozulmamak üzere kendini tekrar eder. Gezegenler belirli bir yörüngeyi takip eder. Göktaşları önlerine bir engel çıkmadığı müddetçe belli bir doğrultuda ilerler. Gece gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar da her ne kadar sabit görünseler de bir hareket, eylem içerisindedirler. Kendi yörüngeleri, düzenleri, gidecek yolları vardır.

İşte evrenin bu mükemmel düzenine kozmos denir. Tüm kozmosların içerisinde ise kaos hakimdir. Uzak Doğu felsefelerindeki ying-yang gibi.

Kendi yörüngesinde ilerleyen iki yıldız önce birbirlerine yaklaşırlar. Kendi içlerinde barındırdıkları çekim kuvveti ile birbirlerinin yörüngelerine girerler. Daha sonra ise yörüngeleri onları birbirlerinin etrafında dönmeye zorlar.

İki yıldız birbirleri etrafında döndükçe yaklaşmaya başlarlar. En sonunda ise kaçınılmaz olan gerçekleşir. İki yıldız birbirlerine çarpar. Bir yıkım yaşanır, bir kaos yaşanır.

İnsan kaderi de böyledir. Kaçınılmaz olan gerçekleşmeye mahkumdur.

Peki sonra ne olur. Çarpışan yıldızlar bir bütün haline gelerek tek bir yıldız olur. Kendi yörüngelerini, kendi ekosistemlerini oluşturur.

Bozulan düzenden, yıkımdan yeni bir düzen oluşur. Kaostan kozmos meydana gelir.

İnsan hayatı da yörüngesinde ilerleyen bir yıldıza benzer. Ne zaman ki başka bir hayatla temasa geçerse o zaman büyük bir yıkım oluşur. Yıldızlarda meydana gelen kaos ve kozmos insan hayatına akseder. İki hayat birleşir tek bir hayat olur.

Yollar birleşir, kader birleşir. Aynı gök kubbenin altında hemhal olan iki hayat.

Birbirlerinin zamanında tek ve kadim gerçeklik birbirlerini buldukları an olur. Ne hayaller ne de planlar hiçbir şey engel olamaz.

Zaman ve mekan durur. Tevekkeli akan zaman artık kıymetlilerin en kıymetlisi olur.

Tam yirmi gün olmuştu. Onunla tekrar karşılaşalı. Tam yirmi gün. Yirmi yıl çabucak akıp gitmişti de yirmi gün çakılıp kalmıştı sanki.

Onu orada bulması kaderin mucizesi Atalay için. Keşke dedi içinden. Keşke biraz daha bekleseydim dedi. Kendimi tanıtsaydım, belki hatırlardı dedi. Hatırlardı da onu tekrar tekrar görürdüm dedi.

Kendinden geriye bir şiir kitabı ve şiir yazılı bir kağıt parçası bırakmıştı. Geçmişi hatırlamasına yeter miydi bilemedi.

İsmini bile bilmiyordu daha. Hayatının en ücra köşesinde sakladığı kız çocuğunun ismini bile öğrenememişti.

‘Hala orada mı yaşıyordu? O ağaç kovuğu hala duruyor mu?’ diye geçirdi içinden. Bal Böceği’ne soramadıklarını kendine sordu.

“Karadeniz’de gemileri batırıp da mı geldin uşağım.” Korkut’un sesi onu düşüncelerden çekip kurtardı.

“Efendim abi?” diye döndü Korkut’a. Tüm algıları o ana kadar kapalıydı.

“Gelduğunden beri bir haller var diyorum komutanım.” Korkut nice zamandır gördüğünü dile getirmişti. “Di mi sadıç.” diye Bilal’e döndü. Onun onaylamasını istedi.

“Sizinkilerde bir yaramazlık mı var komutanım? Hastalık falan yoktur inşaallah.” Bilal aklına gelen ihtimali sordu hemen.

“Yok Allah’a şükür abi. Dalmışım öyle.” diye geçiştirdi hemen.

“Bizim oralar öyledur işte sadıç. Uzakta kalsan özlersun, gurbetluk çekersun.” Elinde tuttuğu metal bardağı ortadaki sehpaya bıraktı Korkut.

Bilal ise aynı metal bardağın içindeki çayını içmeye devam etti. “Memleket zaten öyle değil midir sadıç? Bakma durabildiğimize biz de Muğla’yı özler dururuz.”

“Ha bu gız ne yapsun ya?” dedi Korkut, kendi kendine satranç oynayan Öktem’i göstererek.

Öktem ise onlardan uzakta olduğu için konuşulanları duyamıyordu.

“Kendi ülkesinde bile değil. Anasından babasından uzakta.” diye ekledi Bilal.

“Yine de burayı kendi ülkesi gibi benimsemiş abi.” Arada bir lafa dalan Polat, konu timdeki en çok çözemediği kişiye gelince kendini sohbetin içinde bulmuştu.

“Kendi ülkesudur zaten. Anasından babasından uzaktadur ama abileri kardaşlaru burayadur.” Her ne olursa olsun Turan timi bir aileydi. Bu fikri zihinlere oturtan ise önce Fahreddin Albaydı, sonra da Korkut Başçavuş.

“Öyledir tabi. Öktem komutanım bir abla gibi bize kök söktürüyor zaten.” ellerinde büyük tostlarla içeri giren Batuhan ve Umut hemen sohbete dahil oldular.

“Çömezler! O elinizdekileri kantinde yemeniz gerekmiyor muydu? Komutanlarınızın yanında olacak iş mi?” Selçuk her zaman kurması gereken otoritesini hatırlamıştı.

“Tosları yiye yiye yağ bağladı her yerlerini komutanum.” Kendince çömezlerle uğraşıyordu Korkut. Geçen sefer peşine takılıp evi sömürmelerini asla unutmayacaktı.

“Uğraşma çocuklarla sadıç.” diye en babacan ifadesini takındı Bilal.

“Çelebi!” Selçuk timin komutan yardımcısı Atalay’a seslendi.

“Emredin komutanım.” En resmi ifadesini takındı Atalay.

“Eğitimler, antrenmanlar aksamış sanırım. Çömezler yağlanmış diyorlar Üsteğmenim.” Selçuk ciddiyetle karışık alaycı tavrını takındı.

“Eğitimler aksamışsa biz de programı daha da sıkarız komutanım.” Konuşmaları tehditkardı Atalay’ın. Tehdit ise çömezleri ve Korkut’u ilgilendiriyordu.

“Şınav, kardiyo ortaya karışık çerez gibi gelir bu time şimdi. Di mi Korkut? Senin romatizmalar ne durumda? Sever mi ortaya karışık çerezi?” Tehdit etme sırası Selçuk’a gelmişti.

“Allah senin cezanı vermesin sadıç. Eğitime kaldıracak şimdi bizi.” Sadece yanı başındaki Korkut’un duyacağı şekilde sitem etti Bilal.

“Valla komutanum iş eğitime geldiğinde benim romatizmalarun pek hükmü kalmay. Benim hükmümü de hiç sormayun.”

Timin içinde bir kahkaha yükseldi. Öktem önündeki satranç tahtasını itip time odaklanmaya başladı.

Tim kendi aralarında sohbet ederken içeriye ahşaptan yapılma sahte tüfeğiyle Mazlum girdi. “Bu Dede Korkut’u bırakın ben gelirim eğitime.” İki eliyle göğsüne vurarak kendini gösterdi Mazlum. Söz konusu askerlik olduğunda Korkut'tan daha hevesli oluyordu.

“Hem Korkut komutanın sadece romatizması yok. Menisküsü de var.” Korkut'un ona verdiği sırrı açık etti Mazlum.

“Ula.” diye öfkeli bağırışı koptu Korkut'un. “Mazlum sana sır verende kabayat.”

Tim Öktem de dahil herkes Korkut'a kahkaha atıyordu.

“Beni götürün göreve komutanım. Beni götürün.” dedi tekrar. Elleriyle göğüs kafesine vurarak kendini gösterdi Selçuk'a.

“Tüm time bedelsin lan Mazlum.” Selçuk Mazlum'a hak ettiği hakkı verdi.

“Özellikle şu iki ciddiyetsiz” Selçuk, Umut ve Batuhan’ı işaret etti.

“Çelebi!” Diye seslendi Selçuk.

“Emredin komutanım.” Sert ve ciddi haliyle döndü Atalay.

“Sen bu çömezlerle özel olarak ilgilen.” dedi Selçuk. Talimat belliydi. Atalay ve onun sıkı eğitimlerine maruz kalacaktı çömezler.

Çömezlerin yediği lokmalar boğazlarına dizildi. Ağızlarındaki lokmalar ise taş oldu.

“Komutanlarım!” Timdekilerin kulaklarına ince naif bir ses doldu.

“Söyle Çağla.” dedi Selçuk.

Çağla Fahreddin Albay'ın postasıydı. Timin bilişim işlerinden sorumluydu. Timle göreve çıkmazdı ama yardımını da eksik etmezdi.

Çağla'nın timin yanına gelmesi ya görev olduğu ya da görevlerle ilgili bir haber olduğu anlamına gelirdi.

Asker selamı veren Çağla elini indirerek niçin geldiğini açıkladı. “Fahreddin Komutanım Turan timini toplantı odasında bekliyor.”

“Turan timi! Duydunuz zilin sesini. Tenefüs bitti beyler.” dedi Selçuk. Timin her bir üyesi ayaklandı. Kimisinin elinde kimisinin de sehpaya fırlattığı bordo bereleri alıp başlarına geçirdiler.

“Tostta bitmedi lan.” dedi Umut. Sehpanın üstünde duran yağlı tosta içli içili baktı.

“Soğursa semsert olur bir de.” dedi Batuhan. “Ziyan oldu.” deyip önlerinde ilerleyen komutanlarına yetişmeye çalıştılar.

Tek ışık kaynağının projeksiyon cihazının olduğu toplantı odasına girdi Turan timi. Herkes kendi yerine oturduktan sonra Çağla duvara yansıtılan ekranın yanına geçti.

İçeriye en son Fahreddin Albay girdi. Tim ayağa kalkıp asker selamı verdikten sonra Fahreddin Albay konuşmaya başladı.

“Kod adı: Hejar” Büyük ekranda esmer kirli bir yüz gözüktü. “Tilki aylardır peşindeydi. Kendisini iyi saklamış soysuz köpek. Yeni bulduk daha.” Cihangir uzun zamandır bu görev üzerinde çalışıyordu.

“Büyük silah kaçakçısı it bu. Askere doğrultulan, bize doğrultulan silahları bu adam getirip satıyor.” diyerek ekrandaki büyük fotoğrafı gösterdi.

“Gidip çökelum tepesine komutanum. Onun bize doğrulttuğu silahla vuracağum oni.” Korkut kendince en mantıklı olan fikri öne sürdü.

“Olmaz Korkut. Öldürmeyeceğiz. Bu pisliğin ölüsü değil dirisi lazım bize.” Fahreddin Albay'ın aklında dolanan fikir en mantıklı olanıydı.

“Öldüğünde leşinden başka bir kazancımız olmaz.” dedi Selçuk.

“Plan ne komutanım?” En mantıklı soruyu sordu Atalay. Sebep değil sonuç lazımdı ona.

“Bırakalım Tilki biraz daha kurnazlık yapsın. İz sürsün. Bırakalım da yeni planlar yapsınlar.” Fahreddin Albay ellerini arkasında bağlayıp sandalyelerin arasında dolanmaya başladı.

“Kendilerince bir şov planlamışlar.” Fahreddin Albay kendinden ve planından emindi.

“Biz de o şova dahil olacağız evlatlar.” Komutanlarının dedikleriyle her birinin yüzünde sinsi bir tebessüm belirdi.

“Tilkiden gelen istihbarata göre bugün gerçekleşecek olan Nevruz şenliğine bombalı bir saldırı düzenlenecek. Biz de o saldırıyı birazcık sabote edeceğiz.” dedi Fahreddin Albay. Kendince eğlenir bir havası vardı.

“Asıl şovu biz yapacağız.” dedi Bilal kendinden emin bir şekilde.

“Çağla!” diye emretti Fahreddin Albay. Çağla ise ne yapmasını gerektiğini biliyordu.

“Şenliğin olacağı alan sekiz bin metrekare büyüklüğünde. Alan oldukça geniş ama kontrolü zor değil.” Çağla ekrandan saldırının yapılacağı şenlik alanının fotoğrafını açtı.

“Tebdili kıyafetle gideceksiniz. Asıl iş Çelebi ve Mülayimde.” dedi Fahreeddin Albay. İki askerinin gözlerinin içine baktı.

“Şahin her zamanki gibi yuvasında olacak.” dedi Öktem'e dönerek.

“Alana en çok hakim olacak kişi sizsiniz komutanım.” dedi Çağla.

Öktem kendinden emin bir şekilde Fahreddin Albay'a döndü. “Anladım komutanım.”

“Çelebi sen kuzeyde binaların etrafını alıyorsun.”

“Mülayim sen de güneyde aynı şekilde binaların etrafındasın. Üçünüz de sivil giyiniyorsunuz. Dikkat çekmeyin.” Fahreddin Albay time gerekli talimatları tek tek veriyordu.

“Kalanlar alanın içinde olacak. Etrafı inceleyecekler. Sessiz sakin halledeğiz işimizi.”

“Uygun kıyafetleri hazırladım komutanım.” dedi Çağla.

Fahreddin Albay kendince şovunu yapıyordu. Bu tip görevler Turan timi için çıtır çerezdi.

“Sivilleri alandan çeksek komutanım en azından onlara zarar gelmemesi için.” Bilal için en önemli sorundu sivillerin hayatı. İçinden iyi ki Esma'nın mide bulantısı tuttu diye dua etti. Eğer midesi bulanmasaydı o şenliğe Esma da gidecekti.

“Bu plan bugün uygulanmazsa yarın uygulanır Mülayim. En azından şimdi haberimiz var. Bir şekilde engelleyeceğiz. Yarın haberimiz olmaz da planı gerçekleştirirlerse asıl o zaman siviller zarar görür.”

“O zaman izninizle komutanım.” dedi Selçuk. Operasyona hazırlık için izin istedi.

“Turan timi sıçan avı başlasın.” Selçuk gür sesiyle emri verdi. Sandalyelerin yerde sürtünme sesiyle ayağa kalktı Turan timi.

“Hadi evlatlar. Aklınızda Atatürk, kalbinizde peygamber efendimiz olsun.” Fahreddin Albay her zamanki sözüyle timini göreve uğurladı.

🪖

“Gel gel gel. Maraş dondurmasına gel. Mis gibi has keçi sütlü Maraş dondurması.” Kırmızı fesi ve kırmızı renk yöresel yeleğiyle dondurma tezgahının başındaydı Korkut.

“Maraş dondurmasının hası burda gel.” Elindeki uzun demir dondurma kaşığını tezgaha vurarak ses çıkardı.

“Komutanım senden de ne iyi esnaf olurmuş.” dedi Batuhan. Kulaklarındaki telsiz iletişimde kalmalarını sağlıyordu.

Üzerinde temizlikçi üniforması elindeki süpürgeyle etrafı süpürür gibi yapıyordu. Fakat ortalığı daha çok toza karıştırmıştı.

“Sus ula. Almamayım seni ayağımın altına.” Halinden hiç memnun olmayan Korkut Batuhan'ın olduğu yöne doğru salladı uzun kaşığı. Oldukça tehditkardı. Başındaki fesle Mazlum’un dediği gibi dede olmuştu.

“Uğraşmayın lan sağdıcımla.” dedi Bilal.

“Ordan yarım kilo ayırsana sağdıç. Esma'mın canı çekiyordu zaten.” Üzerindeki siyah kıyafeylerle mevkiisinde etrafı kolaçan ediyordu Bilal.

‘Bu ayda dondurma mı olur?’ diye geçirdi içinden. “Esma bacıma ayırırım şimdi. Yarasun yeğenime de bacıma da.” Korkut sonsuz babacanlığını gösteriyordu.

Önündeki dondurmadan bir kaba ayırırken kendi kendine söyleniyordu Korkut. “Guymak gibi uzuyor bu dondurma.” Önündeki dondurmaya garip bir şeymiş gibi baktı.

“Onun özelliği o abi.” dedi Polat. Üzerinde muhabir üniforması vardı.

“Lan Batu. Buraya doğru süpürme lan. Tozu dumana kattın. Önümü göremiyorum lan.” Telsizden Umut'un sesi yükseldi. Umut’un da üzerinde Batuhan’ın aynısı olan üniforma vardı.

“Goygoyu kesin çömezler.” Selçuk elindeki büyük kamerayla konuşmaya daldı. Yerel muhabir kılığına girmişlerdi Polat'la birlikte. Polat elinde tuttuğu mikrofonla Selçuk'un yanındaydı.

“Şahin?” Öktem'e seslendi Selçuk.

“Şahin yuvada.” diyerek karşılık verdi Öktem.

“Herhangi bir hareket var mı?” Şu görevi sağ salim bitirsek diye düşündü Selçuk. Önünde dolaşan kalabalık canını oldukça sıkıyordu.

“Olumsuz komutanım.” dedi Öktem. Evlerden en uygun olanın çatısına çıkmış elindeki silahını zemine sabitlemişti. Silahının dürbünüyle alanı incelemeye devam etti. Eğer bir hareketlilik olursa ilk o görebilirdi.

“Çelebi? Bilal?” dedi bu sefer de Selçuk.

“Olumsuz.” dediler aynı anda. Çelebi de üzerine giydiği siyah deri ceket ve başına taktığı keple fark edilmemeye çalışıyordu. Yanından geçen sivillerin dikkatini çekmesi imkansızdı. Binaların etrafında dolanmaya devam etti.

“Korkut?” dedi.

“Dondurma sallıyorum komutanum.” dedi kendi durumuyla alay ederek.

“Onu demedim lan.” dedi Selçuk.

“Olumsuz.” dedi bu sefer de tek kelimeyle.

“Çömezleri zaten sormuyorum. Goygoy yaptıklarına göre sormaya da gerek görmüyorum.”

“Aşk olsun komutanım.” dedi Umut.

“Aşk ne lan?” Selçuk'un sesi telsizde yankılandı. “Oldu olacak komutanım yerine sevgilim de.”

“Yok komutanım…” Umut ağzındaki lafı evirip çevirmeye çalışıyordu.

“Herkese desen bile bana sakın deme Umut kardeşim.” dedi Bilal.

“Hele bağa hiç demeyesun.” Korkut’ta lafa daldı. “Meryem yengen beni de boşar seni de eldürür çömez.”

“Öyle demek istemedim komutanım.” dediği esnada Batuhan’ın sesi telsizde yankılandı.

“O ne lan?”

“Resmen Mardin’i Ruslar basmış oğlummmm.” Batuhan’ın coşkulu tavırları telsizdeki sesine yansıyordu. Komutanlarının varlığını unuttuğu dakikalardaydı.

“Sarı saç, mavi göz. Fotoğraf makinesi de var. Kesin yabancı muhabiri.” Atalay’ın geniz sesi Batuhan’ın susmasının işaretini veriyordu fakat henüz fark edememişti.

“Lan Batuhan. Komutanlarının yanında böyle seviyesiz seviyesiz konuşulur mu lan?” Bu sefer ki uyarıyı Polat yapmıştı.

“Komutanım benim gördüğümü siz de görse…” Laflarını bölen bu sefer Atalaydı. “Lan sus.” oldukça gür ve öfkeli bir bağırıştı.

Timden hiç kimse Batuhan’ın anlattığı, öve öve bitiremediği mavi gözlü, sarı saçlıyı görmemişti.

Batuhan bu ilgisizliğe tahammül edememiş elindeki süpürgeyle süpürür gibi yaparak Umut’a yaklaşmaya çalıştı. Çevresindeki insanları aşarak diğer çömezin yanına geldi.

“Lan Umut.” dedi arkadaşının omzunu dürterek. Rusça ‘merhaba’ ne demek lan?” Arkadaşının ona yardım etmesine ihtiyacı vardı.

“Ne bileyim oğlum.” Umut en makul cevabı vermişti. Gerçekten Umut ne bilecekti.

“Davay davay ne demek onu biliyormusun?” dedi aklındaki tek rusça replik döküldü.

“O ne demek lan?” dediği esnada telsizden bütün konuşmaları duyan Çağla ikisinin arasına girdi.

“Hadi hadi demek.” Çağla sadece ikisinin duyabileceği şekilde ayarlamıştı telsizi. Timin yanında olmasa bile her şeye hakimdi.

“Bence bir kızla tanışırken söylenecek bir iltifat değil.” Kendince Batuhan’a tavsiye verdi.

“Haklı.” dedi Umut. Çağla’yı onayladı.

Üçlü sohbet devam ederken telsizin diğer kanadından büyük bir “laaannnn!” nidası döküldü. Korkut’un sesinden anlaşılacağı üzere çileden çıkmasına ramak kalmıştı.

Çevresindeki çocukların etrafında dönüp, ona sataşmasına tahammül edememişti. Elindeki kaşığı sallayarak etrafındaki çocukları kovalıyordu.

“Ula bunlarin anası babası yok mu?” Feryat figan sesi timdekilerin kulaklarını acıtmaya başlamıştı artık. Bilal kulaklığı çıkarıp kulağını ovaladı bir kaç saniye. Kulaklığı geri yerine yerleştirdikten sonra ‘gitti kulak’ diye geçirdi içinden.

“Konuşmanı düzelt abi fark edileceksin.” dedi Atalay. Korkut’un görünürde kendisini açık etmemek gibi bir çabası yoktu. Hatta ben ‘Maraşlı değul Trabzonluyum.’ diye bağırsa şaşılmazdı. ‘Elimdeki dondurma değul guymak.’ da demesi olasıydı. Bu göreve oldukça gıcık olmuştu. Hava güneşli olsada soğuktu ve üşüyordu. Başındaki saçma sapan fes ise kaşındırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

“Bu timdeki herkes niye bağıra bağıra konuşuyor?” Polat büyük bir tespit yapmıştı. “Güya iki Karadenizli var ama onun haricindekiler de bağırarak konuşuyor.” Time alışmaya çalışıyordu kendince.

Bilal ve Atalay kendilerine belirtilen mevzilerde dolanmaya, bir terslik var mı diye kolaçan etmeye devam ediyordu. İnsanların arasında gezmeyi, binaları ve binaların dar ara sokaklarını gözleriyle taramayı sürdürdüler.

Şenlik alanının tam ortasında duran Korkut, Selçuk, Polat ve çömezler ise çevredeki kalabalığı inceliyordu. Saatler ilerlemişti. Gösterilerin başlamasıyla kalabalık iyice artmıştı.

Öktem çatıdaki konumdan etrafı incelese de insanların artışı işini zorlaştırmıştı. Eğer olur da Hejar’ı göremezse, bütün hengame diğerlerine kalacaktı. Dürbünü iyice odaklayıp kendini çevreyi incelemeye yoğunlaştırdı.

Selçuk “İyice sıkıldım ha. Gelin artık…” dediği esnada Çağla’nın sesi tüm kulaklıklara dağıldı.

“Alanda büyük bir sinyal yoğunlaşması var.” Timdeki herkes odağını topladı.

“Ne tarafta tam olarak?” dedi Selçuk.

“Haritada tam olarak belli olmuyor komutanım fakat sinyalden anladığım kadarıyla boş gelmemişler.” Önündeki bilgisayardan onlara yardım etmeye çalışıyordu Çağla.

“Öktem? Bulabildin mi hareketliliği?” dedi Atalay.

“Olumsuz.” Öktem artan kalp atışlarına rağmen alanı incelemeye devam etti. “Buralardasınız, biliyorum küçük sıçanlar.” Kendi kendine konuşuyordu fakat timdeki herkes onu duyuyordu.

Dürbünle incelemeye devam ederken koyu kahve gözlerine bir hareketlilik takıldı. Bir binaya girmeye çalışan bir kaç kişi. Dikkat çekmemek için oradaki insanlar gibi giyinmeye çalışsalar da etrafı inceleyen tedirgin gözler Öktem’in dikkatini çekti. Ellerindeki çantalar ise asıl tedirgin edici olandı.

“Güney kanatta, metruk bina. Yaklaşık on kişi. Bilal abi sana yakınlar.” Öktem gördüklerini hemen aktardı.

“Bilal.” dedi Selçuk. Bilal ise ne yapması gerektiğini biliyordu. Gezdiği sokağı geri dönerek metruk binaya doğru hızlıca yol aldı.

“Ellerinde çantalar var. Patlayıcı madde olabilir.” diye ekledi Öktem.

“Anlaşıldı.” dedi Atalay. Emir verilmesine ihtiyaç duymadı. Yerinden ayrılarak Güney kanada yöneldi.

“Polat sen Çelebi’nin yerini al. Oradan da gelirlerse ne yapman gerektiğini biliyorsun.” Selçuk’un verdiği emirle Polat Kuzey kanada yöneldi.

Bilal binanın girişine geldiğinde belinden gizlice çıkardığı silahına susturucu başlık taktı. Atalay’ın gelmesini beklemeye vakit yoktu. Sessiz adımlarla merdivenlerden çıktı. Uzun koridordan gelen ayak sesleriyle kendini duvarın ardına gizledi. Sıçanlar kendi varlıklarını belli ediyordu.

Ayak sesleri gelenin tek kişi olduğunu belli ediyordu. Koridor boyu yürüyen orta boylarda bir terörist. Bilal kendine doğru gelen teröristin ağzını eliyle kapatarak duvar dibine çekti. Tek hamlede bayılttı. Cebinden çıkardığı plastik kelepçeyle ellerini ve ayaklarını bağlayıp çöp gibi kenara fırlattı. Yerde baygın duran pislik yığınının ayağından kirden kararmış çorabı çıkarıp ağzına tıktı. Geri dönene kadar ses çıkarmaması gerekti.

“Öktem Bilal’i görebiliyor musun.” dedi Selçuk.

“Olumsuz Sadece binaya girişini gördüm.” Öktem metruk binayı inceliyordu fakat tek görebildiği cam kırıklarının arasındaki belirsiz simalardı. Gördüğü sabit gölgeler henüz bir olayın yaşanmadığının işaretiydi.

“İçerideyim. Birinci kat temiz.” Bilal’in kısık sesi kulaklıklarda gezindi.

Koridordaki odaları kontrol ettikten sonra ikinci kat merdivenlerine tırmanmaya başladı. Merdivenin başına geldiğinde Koridorda gezen iki terörist gördü bu sefer de. Merdivenden çıkarsa fark edilirdi. Ses çıkmaması için susturucu taktığı silahına yöneldi direkt.

Uygun konuma geldiğinde silahını ateşledi. Teröristler onu fark edemeden ölmüşlerdi bile. Kana bulanan zemini atlayarak geçti. Atalay insan kalabalığın arasından sıyrılarak Bilal’in yanına ulaşmaya çalışıyordu.

İkinci katın da temiz olduğuna kanaat getiren Bilal son kata tırmanmaya başladı. “İkinci kat da temiz.”

Binanın son katına geldi Bilal. Kalan yedi sıçan bu kattaydı. Daha temkinli olmak zorundaydı.

Kesik kesik sesler ilişti kulağına. İçerde konuşanların sesiydi. Merdiven duvarını siper alarak tırmandı. Geniş, camları kırık odada, ellerinde tüfek ve çeşitli silahlar bulunan beş kişi vardı. Ne yapıyorlarsa sessiz sakin yapmanın derdindeydiler. Taarruza geçmeden önce onları inceledi. Büyük sırt çantasından çıkardıkları bombaları fark etti Bilal.

Karşı odadan gelen adım sesleriyle geriledi. Kalan iki sıçanın ayak sesleriydi. Merdivenlerin karşısındaki odaya ilerlediler. Artık harekete geçmesi gerekiyordu.

Hızlı adımlarla saklandığı merdiven boşluğundan çıkıp sessizce odaya daldı iki teröristten birini kolunun altına diğerini ayaklarının arasına sıkıştırdı. Boğulmaktan moraran yüzlerinin ardından bir ses duyuldu. Omuriliğin kırılma sesiydi.

“Beş kişi saydım. Öktem’in tahmin ettiği gibi bombalı bir saldırı düzenleyecekler.” Timin geri kalanı kulaklıktan aldıkları küçük bilgi kırıntılarıyla hareket ediyorlardı. Kendi çevrelerine odaklandılar. Başkaları da olabilirdi. Başarısızlık ihtimaline karşı başka bir plan yapmış olabilirlerdi.

Atalay adımlarını daha da hızlandırdı. Fark edilmemeye çalışsa da Bilal’e yetişmesi için hızlı olması gerekiyordu.

Diğer odadan gelen üç terörist aynı anda Bilal’e saldırmaya çalıştı. Tüfekleri ateşleyemezlerdi. Herhangi bir silah sesi dışarıdaki kalabalığın dağılmasına planın bozulmasına sebep olabilirdi. Bilal’i hemen halledip planı uygulamanın derdindeydiler.

Öktem silahının dürbününü binaya daha da odakladı. Yansımalardan ibaret canlardan hiç bir şey yapamıyordu. Camların kırık köşelerden hareketlilik olduğunu fark etti.

“Bina da hareketlilik var.” dedi kulaklığa doğru. İzlemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Diğerleri de aynı durumdaydı tabi.

“Biz de gidelim yardıma.” dedi Korkut. Başındaki fes gibi kıpkırmızı kesilmişti stresten.

“Olduğun yerde kal Korkut.” diye emretti Selçuk.

“Binaya giriyorum.” dedi Atalay.

Normalde olsa Bilal’e çıtır çerez gelen üç terörist bu sefer onu zorluyordu. Yumruk darbeleri bazen boşa çıkıyor bazen de etki etmiyordu. “Lan siz ne ara beni zorlar hale geldiniz.” dedi. Karşısındaki pislikten kararmış yüzlerle alay ediyordu.

Boynunu arkadan kıstıran terörist onu zorluyordu. Merdivenlerden kaçan kalan iki teröristi gördü. Sırtlarında da az önce gördüğü bombalar vardı.

Önünde onu yumruklayan teröriste sert bir tekme savurup yere yığılmasını sağladı. Dirseğiyle arkasındaki teröristin karnına canı oldukça acıtan bir hamle yaptı. Fakat etkisini göremedi.

Atalay hızlı bir şekilde binaya girdi ilk katta kenarda kelepçeli baygın duran Bilal'in şaheserini gördü. Merdivenleri çıkacağı esnada yukarıdan gelen iki teröristi fark etti. En öndeki elindeki silahı Atalay’a doğrulttu fakat ateşleyemeden merdiven korkuluklarından aşağı düştü. Diğeri ise tekrar yukarı kaçmaya başladı.

Atalay hızlıca son kata kadar tırmandı. Bilal’i iki teröristle dövüşürken gördü. Silah kullanmak şu durumda tehlikeliydi. Yanlış bir zamanda ateşlerse Bilal’i vurabilirdi.

Kavganın içine kendini attı. Uzun bir tekme savurdu öndeki iri yarı teröriste. Tekmenin şiddetiyle başını duvara çarpıp yere yığıldı. Bilal arkasında boğazını sıkmaya çalışan teröristten oldukça sıkılmıştı. Ellerini arkadındaki bedene uzattı. Kendi boğazı nasıl iki elin arasında hapsolmuşsa ellerinin arasına aldı kalın boyunu. Olan gücünü kullandı.

Kendi boynundaki eller güçsüzleşmeye başlayınca arkasındaki bedene döndü. Üst kısmı moraran boynu tek hamlede kemiğinden kırdı. “Kaldı bir.” dedi Bilal.

Bilal az önce bomba kurdukları odaya yöneldi. Ardından gelen Atalay ise gördüğü manzaraya şaşırmadı. Önündeki saniyeler sayan bombayı ateşlemeye hazır getirmiş sonuncu teröristi buldular.

Karşılarında korkutan teröriste fırsat vermeden Bilal tek hamlede bayılttı. Atalay derhal bombaya müdahale etmeye çalıştı.

Basit ve sık gördüğü bir düzenekti. Güç kaynağına bağlı kabloları keserse imha edilirdi. Sadece çok fazla kablo bağlantıları vardı ve güç kaynağına bağlı olanları ayırmak işini zorlaştırıyordu.

Bilal de patlayıcıyı incelemeye başladı. O Atalay kadar anlamasa da bu teknik işlerden bir yardımı dokunabilir ümidiyle yanındaydı.

İkisi patlayıcılarla meşgul olurken Öktem camların ardından onları izliyordu. Patlayıcıları imha etmeye uğraştıklarını anlamıştı. Pencerenin kırık camından bir hareketlilik fark etti. Elindeki silahı Atalay ve Bilal’e çevirmiş onlara yaklaşan bir terörist. Hiç tereddüt etmeden silahını ateşledi. Camı kırarak geçen mermi teröristin kafasına isabet etti. Silahında takılı susturucu ses çıkmasını engellemişti.

Yere yığılan teröristi fark eden Bilal, Öktem’in yaptığını anladı. “Şov mu yaptın bacım sen.” dedi.

“Görevimi yaptım komutanım.” dedi Öktem.

Atalay kabloların arasından en sonunda güç kaynağına bağlı olanı buldu. Cebinden çıkardığı küçük penseyle kabloyu keserek önündeki bombayı imha etti.

“Komutanım, bomba imha edildi.” diyerek durum izahını yaptı Atalay.

“Görev bitmiştir beyler. Eve dönüyoruz.” dedi Selçuk. Görev boyunca omzunda tuttuğu kamerayı kolunun arasına sıkıştırdı.

Korkut kafasını kaşındıran fesi avucuyla sıkmaya başladı. “Çağla?”

“Efendim Komutanım.” diye karşılık verdi Çağla. Hala bilgisayar başındaydı. Tim alandan ayrılana kadar onları kontrol edecekti.

“Ha bu kostüm senin işun di mi kizum. He ben şimdi bu fesi gelip kafandaki bereyle değiştireceğum. Biliy misin?” Korkut kendisine yapılanı asla unutmazdı.

”Abi valla Fahreddin Albay’ın emriydi. Ben bir şey yapmadım.” Çağla kendisini savunsa da işe yaramadı.

Atalay bomba düzeneğini dikkatli bir şekilde sırt çantasına yerleştiriyordu. Gözü avuçlarındaki bombadan ayrılmazken bir anda ortaya çıkan güneş ışığı dikkatini aldı götürdü. Aldı götürdü bir avluya. Avlunun tam ortasında ona geleceğini bildiği kadını gördü.

Yeşil gözleri çiçek saksılarının arasındaki kadında takılıp kaldı. Yirmi yıl geçmişti de yirmi gün çakılı kalır mıydı? O yirmi gün de geçmiş Bal Böceğini getirmişti tekrar.

Vatanının bir ucundaki kız şimdi öbür ucunda tam karşısındaydı. Yemyeşil dağlardan, masmavi Karadeniz’den uçup gelmişti bu dağın taşın içine. Cehennemin içine. İnanması Atalay için oldukça güçtü. Gözlerini kısıp daha dikkatli baktı. O’ydu.

Rengarenk çiçeklerin arasında papatya gibi duruyordu. Baharı getirmişti bu kuru topraklara. Gelincik çiçeğinin yaprağı gibi savrulup gelmişti. Gelincik çiçeği kadar narindi. Gelincik çiçeği kadar zarif.

Avlunun ortasında olduğu yerde sallanmaya başladı genç kadın. Atalay ayakta durmakta güçlük çektiğini fark etti. Dikkatlice izledi hareketlerini. Avlu biraz aşağıda kaldığı için olduğu yerden genç kadının her hareketine hakim olabiliyordu. Çantasını karıştırmaya başladı genç kadın. Bir şey arıyordu ve bulamıyordu. En sonunda da çantasını ters çevirip içinde ne varsa avlunun ortasına döktü.

Sarsıntıları şiddetleniyordu. Rüzgarda savrulan gelincik çiçeği gibiydi. Atalay kadının bayılacağını anladığında kendine geldi. İki saattir elinde tuttuğu bombayı çantaya yerleştirdi hızlıca. Çantayı kapatıp köşeye bıraktı. Bilal teröristlerin içinde yaşayan var mı diye kontrol etmeye gitmişti. Geri döndüğünde çantayı alabilirdi.

Son bir kez camdan baktı. Hââ olduğu yerdeydi fakat biraz daha beklerse daha da fenalaşacağını düşündü.

Odadan hızlıca çıkıp merdivenlere yöneldi. Üçer beşer indi merdivenleri. Yanından geçen Bilal seslense de cevap vermeden dışarı çıktı. Koşmaya başladı. O avluya erkenden ulaşmak için çabaladı. Dar sokakları geçti, merdivenleri aştı. En sonunda da güneşin ışığıyla sarmaladığı avluya ulaştı.

Tam karşısındaydı. Gözlerini sıkıca kapatmıştı. Ayakları artık taşıyamayacak raddedeydi. Tökezledi biraz. Tam yere düşeceği esnada Atalay kendini öne attı. Düşünme yetisi sıfırlanmıştı. Her hareketi kontrol dışıydı.

Az önce yukarıdan izlediği kadın şimdi kollarının arasındaydı. Hafif sarıya çalan kahverengi kirpiklerinin arasından Karadeniz’in bir parçası gözüktü kısacık bir an.

“Senin bu cehennemde ne işin var Bal Böceği” dedi Atalay. Hareketleri gibi ağzından çıkanları da kontrol edemiyordu. Farkında değildi oysa. Kadının bilinci kapanmadan önce o cümleyi duymuştu. Bir tek o kadın cümlenin şahidi olmuştu.

Atalay şaşkınlığını üzerinden attı birden. Kolları arasındaki kadının anlından dökülen soğuk terleri fark etti. Gelincik yaprağını andıran dudakları kuruluktan kabuk bağlamıştı.

Atalay önündeki yere saçılmış eşyaları inceledi. Çantasında ilaç aradığını düşündü. Haklıydı da. Kucağındaki bedeni sarsmadan ilaç kutusuna uzandı. Diyabet ilacıydı.

Telsizin bağlı olduğu kulaklığa konuştu. “Avluda bir sivil var. Baygın.”

“Komutanım. Alanın dışında ambulans var.” dedi Çağla.

Şenlikte bir olay olursa diye hazırda bekletilmişti. İyi ki de bekletilmişti. Bir kolunun üzerinde uzanan kadına baktı. Çiçek kokusu sarmaladı her yeri. Koku ise arkasındaki saksılardan gelmiyordu. Diğer koluyla bacaklarını kavradı narince. Kucağındaki kadınla geldiği yoldan yürümeye başladı.

“Bilal. Odanın köşesindeki sırt çantasını unutma. Ben sivile eşlik edeceğim.” Hiç kimsenin bir şey demesini beklemedi Atalay. Kader tekrar şans vermişti. Bu şansı da kaçırmak istemiyordu.

🐝

Arka planda duyduğum küçük mırıltılar. Kalabalık var belli. Bayıldıktan sonra etrafımda toplaştılar büyük ihtimalle. Ne yapıyorlar acaba böyle konuşarak. Ambulans bari çağırsalar. İnşallah çağırmışlardır.

Gözlerimi açabilsem, konuşabilsem ambulans çağırın diyeceğim ama hala baygınım. Konuşamıyorum.

O değil de Gülüş beni öldürecek kesin. Ona haber vermeden yanından ayrıldım diye benim canıma okuyacak.

Yavaş yavaş parmaklarımı oynatmaya çalıştım. Başardım mı bilemiyorum ama elimin üzerinde garip bir acı hissettim. Düşünce çarptım sanırım. Düştüm mü ki? Düşebildim mi acaba? En son totom yer görmemişti diye hatırlıyorum. Etrafımdaki gürültü ise kaldığı yerden devam ediyordu.

Lan biriniz de ambulansı arayın. Şekerim yükseldi. Atak geçiriyorum herhalde. Ölsem kıllarını kıpırdatmayacak sanırım bu insanlar. Gülüş bari bulsa beni. Bir şey yapar yaşatırdı.

Biraz daha uğultular devam etti. Dakikalar geçtikçe daha iyi hissetmeye başladığımı fark ettim. Dur bakayım ellerimi oynatabiliyormuyum. Tekrar denedim ve başardım.

İnsan içinden kendi kendime konuşurken de sevinebiliyormuş demek ki. Allahım hala konuşuyor bu insanlar. Benim bayılmamla ilgili dedikodu mu yapıyorlar acaba? Gülüş olsaydı ağızlarının payını da verirdi. Aslında o payı ben de verebilirdim. Dur bakalım gözlerimi de açabilecek miyim.

Gözlerimi aralamaya çalıştıkça kirpiklerimin arasından sızan kuvvetli bir ışık gözümü tamamen açmamı engelliyordu.

Allahım öldüm de beyaz ışığı mı görüyorum yarabbim. Daha gençtim oysa. Amel defterimi sağdan sağdan verin nolur. Ölmüşsem de gülüşü tez vakitte yollayın yanıma. O bensiz dünyada yapamaz.

Gözlerimi tekrar aralamaya çalışırken üzerime düşen küçük bir karartı gözlerimi açmama müsaade etti.

İlk gördüğüm tavandaki beyaz ışıktı. Lan o ahiret ışığı değil miydi? Boşuna üzüldük görüyon mu?

Beynimin içini küçük küçük ayrıntılar talan etmeye başladı. Ben en son avlunun tam ortasındaydım. Şimdi nerdeyim? Başımı çevirdiğimde serum askısıyla karşılaştım. ‘Hastanedesin salak’ der gibi bakıyordu serum. Az önce acıyan elimi kaldırdım. Serum takmışlar. Cahillik başa bela anacım. Ben de elimi bir yerlere vurdum zannedeyim işte.

Sağıma döndükten sonra bir de soluma baktım ki ne göreyim. Sandalyenin üzerinde oturmuş beni izleyen bir çift yeşil göz. Anam bu adamın ne işi var burada. Az öncekiler hayaldi de bu da mı hayal peki?

“Uyandınız mı?” dedi karşımda adını bilmediğim ama neden burada olduğunu deli gibi merak ettiğim adam. Hayal de değilmiş ayrıca.

Dudaklarımdan belli belirsiz bir mırıltı döküldü. Yeni uyanmıştım sonuçta. ‘Uyandım’ deyip sohbet etmemi beklemiyordu sanırım.

Doğrulmak için hareketlendiğimde omuzlarımdan tutup beni engelledi. “Yeni uyandınız başınız dönebilir.” dedi.

Acilen neden burada olduğunu soracaktım ki kulaklarıma bir ses ilişti. Gür bir ses.

“Gülbeşeker nerde?” Gülşah’dı ve acili birbirine katıyordu anlaşılan.

“Gülbeşeker kim hanımefendi?” dedi. Gülüşün gülbeşeker demesinden mantığını devre dışı bıraktığını anlayabiliyordum. Duyduğum diğer ses ise oldukça ürkek ve korkak çıkan bir sesti. Allah bilir Gülşah karşısındaki her kimse yakasına yapışmıştı.

“Nazenin Akdoğan nerede?” diye sordu bu sefer de. Artık mantığını kullanmaya başlamıştı.

“Nazenin Akdoğan kim?” çıkan ses daha da kısılmaya başlamıştı.

“Bana burada olduğunu söylediler. Son defa soruyorum. Nazenin Akdoğan nerede?” Gülşah iyice sinirlenmişti. Burada olduğumu belli etmezsem karşısındaki kişiye yazık olacaktı.

Önümde kapalı olan perdenin küçük bir aralığından ona seslendim. “Gülüş.” Benim sesimi duyar duymaz yönünü bana çevirdi. Ben de şuursuzca ‘buradayım’ der gibi el salladım.

Yanımdaki adam da ne yaptığımı sorgular gibi bakıyordu.

“Bak buradaymış. Gördün mü?” dedi karşısında iki büklüm duran adama. Haklılığını ispatlamıştı.

Tekrar bana döndü. Topuklu ayakkabılarıyla koşa koşa yanıma geldi. Oayakkabılarla koşabilmesi beni şaşırtıyordu. Perdeyi savurarak hasta yatağının kenarına kadar geldi.

“İyi misin? Ben sana demedim mi? Bir yere gidersen beraber gidelim diye? Şekerin çıkınca bana niye söylemedin?” Sorularını yanımızdaki adamdan hiç çekinmeden, utanmadan sıraladı.

Benim gözüm ise hala daha burada ne aradığını sorguladığım adamdaydı. Sandalyede rahat rahat oturuyordu. Açıklama yapsa iyi olurdu aslında.

“Ben çıksam iyi olur. Geçmiş olsun.” dedi sadece.

Gülşah’ın dikkati benden kayıp adamı buldu. “Teşekkür ederiz.” dedi benim yerime.

Elinde tuttuğu kepi başına geçirdi. Ön kısmındaki siperliği daha da öne çektikten sonra ikimizin yanından çıktı.

Ben ise ardından bakakaldım. Memleketimde bir kitapçıda gördüğüm bu adam kimdi. Neden buradaydı.

Yanımıza hemşire gelip, kolumdan biten serumu çıkardıktan sonra hastaneden çıktık. Tabi bu işlem de biraz uzun sürdü. Çantam ve içindeki eşyalar avluda kalmıştı. Ne kimliğim ne telefonum ne fotoğraf makinem ne de kredi kartlarımın hiçbiri yanımda değildi. Gülüşün tosbasına bindiğimizde bankaları tek tek aradık.

Hala halsizdim. Hala yorgun ve bitkindim. Üzerimde ise hastalığın verdiği bir korku vardı. ‘Neden kendini tutamadın.’ diye kendimi suçladığım dakikaları yaşıyordum. Yıllardır alışamamıştım bu hastalığa. Kabullenmek istemiyordum. Hayatımın her dakikasına hükmeden bu hastalığı kabullenmek istemiyordum. Kalıcı bir çözümü olmalıydı ama yoktu. Ben bu hastalıkla doğmuştum.

Yol boyu bir sessizlik çöktü içime. Gülüş ise bu halime ilk kez şahit olmuyordu. Tosbayı bizim apartmanın önünde park etti. Önce kendi çıktı ardından benim koluma girip beni arabadan çıkardı. İyiydim aslında ama o yine evham yapıyordu. Beraber apartmana girdiğimizde cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. Eve taşınırken benden yedeğini istediği anahtardı. Acil durumlarda lazım olurmuş. Ben de onunkini almak şartıyla yedek anahtarı vermiştim.

“Sen kanepeye otur. Ben geliyorum.” Yatak odama doğru ilerledi. Elinde battaniye, yastık ve pijamalarımla geri geldi. Yastığı kanepenin baş köşesine bıraktı. Üzerimi değiştirmeye yeltendiğinde ‘ben yaparım.’ diyerek engelledim. O kadarını da yapabilirdim.

Biraz telefonundan bir şeylerle uğraştı. Sonrada banyodan elinde makyaj temizleyici ve pamukla geri geldi. Varla yok arası makyajı itiraz etsem de ‘ben yaparım’ desem de güzelce temizledi.

Gülüş böyleydi işte. Ona sevgini verirsen o her şeyini verirdi.

Beni kanepeye uzandırdıktan sonra battaniyeyi de üzerime örttü. Canım sıkılmasın diye karşımdaki televizyonu da açtı.

“İzlenecek hiçbir şey yok. Ne yapsak film mi izlesek?” dedi.

“Olur.” dedim kısaca.

Mutfağa gitti bu sefer de. Kısa sürede geri geldi. En az on kere izlediğimiz filmi açtı. Aşk ve gurur.

Bir kaç defa daha mutfağa gidip geldikten sonra zil çaldı. Kapıyı açmaya kalkarken beni oturtup kendisi açtı kapıyı. Elinde hangi ara sipariş ettiğini bilmediğim yemekler vardı.

“Tavuk çorbası. Bu da tavuklu pilav.” Önüme paketten bile sıcak olduğu anlaşılan yemekleri koydu.

“Tavuğun kendisi nerede? Bir o eksik gülüş.” dedim. Onun da keyfi kaçıktı. Yanından ayrıldığımda oldukça endişelendirmiş olmalıydım. Biraz morali düzelsin diye espri yapmaya çalıştım.

“Dalga geç sen. Kim bilir o soğuk havada ne kadar baygın kaldın?” Haklıydı. Beni hastaneye kimin götürdüğünü bile bilmiyordum. Beni ne halde bulmuşlardı kim bilir?

“Hasta olma diye çorba söyledim. Tavuklu pilavı zaten seviyorsun. Çay da demledim.” diye izah etti kendini gülüş.

“Soğutmadan ye hadi.” Elime kaşığı tutuşturup önüme çorba kasesini uzattı.

“Yarın okul çıkışı kimlik çıkarıp yeni telefon almak lazım sana.” dedi gülüş. Beni benden daha çok düşünüyordu.

Önüne çorbasını çekip yemeye başladı gülüşüm ama gözü bendeydi. Önümüzdeki açık filme odaklanmıyordu.

“Elizabeth ablaya ayıp oluyor yalnız gülüş. Beni değil filmi izle. Ben yemeğimi yiyorum zaten.” dediğimde uyarımı dikkate alıp filme odaklanmaya başladı.

Benim ise aklımda türlü sorular vardı ve bu yüzden filmi adam akıllı izleyememiştim bile. Bu konuda fikre ihtiyacım vardı. Hiç şüphe duymadan gülüşe döndüm.

“Gülüş.” dedim. Dikkatini filmden bana çevirdi. Onun mantığı benim en çok ihtiyacım olandı.

“Bugün hastanedeki adamı ben tanıyorum sanırım.” dedim pat diye. Lafı evirip çevirmedim.

“Hangi adam?” Bu soruyu sorduğuna göre o adam bir tek benim dikkatimi çekmişti.

“Sen geldiğinde başımda bekleyen adam.” Gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Mevzu dikkatini çekmiş olacak ki elindeki pilav tabağını orta sehpaya bırakıp bana daha çok yaklaştı.

“Sormuyorum. En detayına kadar anlat. Nereden tanıyorsun?” Net bir bilgi akışı istiyordu benden.

“Buraya gelmeden önce bizim orada bir kitapçıda gördüm. Hatta…” Devamını getiremedim pek.

“Hatta?” Cümlemin gerisini merak ediyordu.

“Hatta kısa bir sohbetimiz bile oldu diyebilirim.”

“Adı ne peki bu adamın? Sizin oradan mı ki? O zaman burada ne işi var?” dedi. Benim aklıma bile düşmeyen soruları önüme dökmüştü.

“Ne konuştunuz?” O günü daha da anlatmamı istedi.

“Kitap önerisi istedi.”

“Kitap önerisi mi istedi?” Sorulacak en mantıklı soruydu. İnsan ilk kez tanıştığı birinden kitap önerisi mi isterdi.

Onaylar şekilde başımı salladım.

“Adı neymiş peki?” Bir mantıklı soru daha.

“Bilmiyorum. O konu hiç açılmadı.” O gün ne olduysa ortaya dökmüştüm. En önemli detay hariç.

“Sohbet bu kadardı sanırım. Sonra çıktın kitapçıdan.” Kendince anlattıklarımdan kalan boşlukları dolduruyordu gülüş.

“Sonra konuşurken telefonum çaldı. Konuştuktan sonra geri geldiğimde gitmişti.” asıl dikkatini çekecek kısmı anlatmakta zorlanıyordum. Gülüş ise ‘anlat’ der gibi bakıyordu.

“Onun bana önerdiği şiir kitabı vardı. Bende kitap alırken onu da alıp çıkmıştım ama kitabın arasında şiir yazılı bir kağıt vardı.” Konu gülüş için ilginleşmeye, dikkatini daha da çekmeye başlamıştı.

“Ne yazıyordu tam olarak?” Daha da detaylara inmek istiyordu gülüş.

Evden kitap getirirken o şiir kitabını ve arasında muhafaza ettiğim kağıt parçasını da yanıma almıştım.

“Not burada. Gelirken kitapla beraber getirdim.” Bu dediğime ben bile şaşırmıştım. Hatırası bile olmayan bir kağıdı ve kitabı ne diye yanımda getirdiysem? Bir anlık düşünceyle kitaplarımın olduğu kolinin kenarına sıkıştırmıştım.

Uzandığım koltuktan kitabı almak için kalkacakken beni geri oturttu. Kitaplığım kurulmadığı için kolide mahzur kalan kitapların yanına gitti. “Hangi kitap?” diye sordu.

“Özdemir Asaf’ın şiir kitabı.” dedim. O ise hemencecik bulmuş yanıma geri oturmuştu.

Elindeki kitabı açtığında karşısına çıkan kağıdı eline alıp incelemeye başladı. “Orman gözlü oğlan.” diye tekrarladı kendi kendine. “Bal Böceği.” dedi bu sefer de.

“Adam yeşil gözlü müydü?” diye sordu pat diye.

Kısık bir evet döküldü dudaklarımda.

“İlk ihtimal. Bu adam sana yürümek istemiş sanırım.” dedi. “İkinci ihtimal. Bu not kitabın önceki sahibine ait.” Kitabı açarak bana gösterdi. Önceden fark etmemiştim ama belli yerlerde işaretler vardı. Bazı cümlelerin altı çizilmişti. Önceden birinin okuduğu çok belliydi.

“Ama o kitapçıda ikinci el kitap satılmıyor.” dedim. Kitaplıklardaki kitapların hepsi yeniydi. Sadece belli kitaplar yeni olmasına rağmen eski baskıydı. Gülüşün elindeki şiir kitabını aldım. Baskı tarihine baktığımda oldukça eski olduğunu fark ettim. Yıpranmamıştı ama yine de eski baskıydı. Eski sahibi büyük ihtimal kitaplar konusunda oldukça titiz biriydi.

“Kitapların üzerinde elimi gezdirirken elime tutuşturmuştu.” Kısa kısa aydınlanmalar yaşıyordum. “Bu kitap ona ait.” Cümleler ağzımdan istemsizce çıkıyordu artık.

“Orman gözlü kendisi. Bal böceği kim?” dedi. Bugüne ait küçük bir anı zihnimin köşelerinden çıkıp geldi.

“Senin bu cehennemde ne işin var Bal Böceği.” dedim. Hafızamdaki o cümleyi aynen tekrarladım.

“Efendim?” Gülüş bile şaşırmıştı.

“Bayılmadan önce biri bunu dedi. Duyduğuma eminim.” Beni deli zannedecekti canım gülüşüm.

“Seni hastaneye getirenin o olma ihtimali peki?” Gülüş ve mantık silsileleri.

“Oldukça yüksek. Uyandığımda o vardı yanımda.” dedim.

“O zaman Bal Böceği sensin.” Daha çok sorgulamama sebep olacak o ihtimali söyledi gülüş.

“Ya da başkasıyla karıştırdı seni.” Kafamı daha da çok karıştırdı.

“Ben ne alaka? Hem Ordu neresi, Mardin neresi gülüş?” Sorular ikimizinde zihnini işgal ediyordu.

“Sapık mı diyeceğim? Adam öyle biri değil gibiydi. Beni bilirsin insan sarrafıyımdır gülbeşeker.” Gülşah insanların yüzüne bakmakla nasıl biri olduğunu kolaylıkla anlayabiliyordu.

“Bu not bana yazılmadı. Bal Böceği de ben değilim. Bu kitap da not da başkasına ait.” diyerek konuyu kapattım. Soruların zihnimi daha çok meşgul etmesine izin veremezdim. Her ne olduysa olmuştu.

Elimdeki notu yerine geri bıraktım. Kitabı da gülüşün kalkmasına izin vermeden eski yerine koydum. Ordu’ya geri döndüğümde ilk işim o kitapçıya tekrar gidip kitabı iade etmekti.

Hiç bir ihtimale izin veremezdim. Hiç bir ihtimalin benim hayatımda yeri yoktu. İçimdeki bütün sesleri susturdum.

Gülüş ise karşımda beni inceliyordu. Tavırlarımı, hareketlerimi içinde ölçüp tartıyordu. Konuyu uzatmak istemediğimi anlamıştı.

“Yemeğini yedin madem ilaçlarını getiriyorum.” dedi. Benimle beraber konuyu kapattı.

O gece gülüş beni yalnız bırakmadı. Benimle beraber kalmış geceleri de arada uyanıp beni kontrol etmişti. Sürekli “İyi misin?” diye sorup durmuştu. Kimseye böyle bir arkadaş nasip olmamıştır diye düşünürdüm hep. Ailenin kan bağından ibaret olmadığının ispatıydı bu kız. Kan bağına gerek yoktu. Can bağı yeterliydi.

🐝

İnsanoğlunun süregelen hayatı akıl almaz mucizelere gebedir. Her saniyesi belirsiz olan bu hayat tüm iradelerin dışında bir iradeye sahiptir. Kendi hazinesini kendi içinde barındıran bir irade.

Atalay’ın memleketine geri döndüğünde bulma planları yaptığı kız şu an yaşadığı şehirdeydi. Dün o avluda onu görmesi, hastaneye götürmesi ise anlık gelişmişti.

Elinde içinde çanta, fotoğraf makinesi bulunan paket ile Nazenin’in çalıştığı okulun yolunu tuttu Atalay. Evet adını öğrenmişti. Nazenin’di adı. Aklındaki sorulardan birkaç tanesinin cevabını bulmuştu bu sabah.

Önceki gün ambulansta çömezlerden birine emir vermiş avlunun ortasında bulunan eşyaları toplatmıştı. Sabah adını öğrendiği kadının bilgilerini araştırmış, çalıştığı okuldan yaşadığı adrese kadar çoğu şeyi öğrenmişti.

Sürdüğü arabayı biraz daha hızlandırdı Atalay. İçinde garip bir his vardı. Çözülemeyen bir bilmeceyi çözmek, gizlide kalan sırları ortaya çıkarmak gibiydi bu durum onun için. Önce kendini yadırgadı. Heyecanını, hislerini garipsedi. Çocuksu geldi o hali. Yüzündeki belli belirsiz tebessümü yok etti.

Okulun önüne geldiğinde arabayı uygun bir yere park etti. Yan koltuktan aldığı paketi de alarak dışarı çıkıp okula ilerledi. Adımları büyük ve hızlıydı. İstikamet ise öğretmenler odasıydı. Daha önce de geldiği okul Nazenin öğretmenin varlığıyla daha da kıymetlenmişti.

Katları çıkarak öğretmenler odasına ulaştı. İçeride göremeyince kapının kenarında beklemeye başladı. Teneffüs zili çalmıştı fakat hala gelmemişti.

O sırada bugün Gülşah’ın küçük ısrarıyla değişiklik yapıp topuklu botlarla yürümeye çalışan Nazenin gözüktü. Üzerindeki beyaz önlüğün yaka cebine iliştirdiği çeşit çeşit kalemleriyle, elinde taşıdığı kitap ve testlerin arasına sakladığı okuma kitabıyla Nazenin öğretmen kendini belli ediyordu.

Bej kazağı ve koyu kahverengi dizinde biten eteğiyle okulun koridorunda ilerliyordu. Kıvırcık saçlarını açık bırakmıştı bugün. Önündeki küçük tutamları tokalarla hapsetmemişti.

Atalay’ın dikkatini önce çekimser çıkan topuk sesleri çekti. Yönünü sese çevirdiğinde ona doğru gelen kadını fark etti. Yürüdüğü yola bakmak yerine kucağındaki kağıtların arasında bir şey arıyordu. Bir saniye durdu aradığını bulamayınca. Aradaki dosyadan çıkardığı kağıdı önüne alarak incelemeye başladı. Adımlarını ise kaldığı yerden devam ettirdi. Yoğun olduğu oldukça belliydi. Ayağındaki topuklu botlar ise bu yoğunlukta onu oldukça zorluyordu.

Nazenin’in her hareketi onu diğer insanlardan ayırıyordu. Telaşı, heyecanı, hareketleri, eylemleri diğer insanlardan farklıydı. Onun izleyen Atalay ise bu farklılığa çok küçükken şahit olmuştu. Dikkatlice izledi telaşla yürüyen kadını. Yer yer duraksamalarını izledi. Botları yüzünden tökezlediğini fark etti.

Nazenin elindeki dosyaların arasından bir şey aramaya başladı. Elindeki uğraşına o kadar odaklanmıştı ki topuğunun üstünde kaydığını bile hissetmemişti. Tam düşeceği esnada bir el kolundan tutup düşmesini engellemişti.

Atalay dünkü gibi düşmesine izin vermemişti. Yine tutmuştu kollarından. Kendindeki en büyük gücünü yanındaki kadına vermişti. Topkı mavi Karadeniz’in sırtını ormanlarla bezenmiş, sivri dağlara yaslaması gibi.

Nazenin düşmekten kurtulduğunda kendini tutan elin sahibine baktı. Dün gece kendi kendine tekrar karşıma çıkmaz derken ertesi gün karşısındaydı adam. “Yok artık. Bu da tesadüf değildir herhalde.” dedi Nazenin. Ağzından çıkan cümleler aklındaki düşüncelerin esiri olmuştu.

Atalay duyduğu cümleyle dudaklarındaki ince tebessüm ortaya çıktı. “Bu sefer tesadüf değildi.” dedi.

Elinde tuttuğu çantayı önündeki kadına uzattı. “Dün bayıldığınız yerde kalan eşyalarınız.”

Nazenin önündeki pakete şaşkınlıkla baktı. Fotoğraf makinesine, telefonuna daha ulaşamaz zannediyordu.

“Beni hastaneye getiren siz miydiniz?” Nazenin aklına takılan soruları sormaya kararlıydı.

“Evet.” Atalay’ın cevabı kısa ve netti.

Nazenin kendine uzanan paketi eline aldığında uzaktan bir ses yanına yaklaştı. “Atalay!”

Karnı burnunda Esma ikilinin yanına geldi. Atalay ona bakan yengesine karşılık verdi. “Esma yenge.”

‘Atalay’ ismi zihninde tekrar canlandı Nazenin’in. ‘Esma’nın eşiyle bahsettiği ‘Atalay’ mıydı?’ diye geçirdi içinden. “Evet o’ydu.” Kendi içinden sorduğu sorduğu yine kendi içinde yanıtladı Nazenin. ‘Geçende memlekete gitti hatta.’ aklını Esma’nın cümleleri işgal etti. Karşısındaki ikili sohbet ederken kendi düşüncelerine dalıp gitmekten onlara odaklanamamıştı.

“İkiniz tanıştınız galiba.” dedi Esma.

“Yeni tanışıyorduk.” dedi Atalay da.

Esma ikilinin yanından ayrılarak öğretmenler odasına girdi. Nazenin kendi düşüncelerinden çıkaran sese döndü. “Nazenin Hocam. Merhaba ben Necmettin Atalay Çelebi.”

Biten cümlenin ardından Nazenin’in gözünün önüne soğuk bi mezar taşı geldi. ‘Necmettin Çelebi.’

Aklındakileri bir kenara savuşturdu. Bunları sonra düşünecekti.

“Merhaba. Ben de Nazenin Akdoğan. Bu okulun edebiyat öğretmeniyim.” Elini tokalaşmak için öne uzattı. Atalay’ın kor gibi yanan avuç içi Nazenin’in uzun buz gibi parmaklarını kavradı.

“Bu okula yeni geldiniz sanırım.” dedi Atalay. “Sık sık gelirim bu okula. sizi hiç görmedim.”

Nazenin Atalay’ın bahsetmediği günü irdeleyerek cevap verdi. “Kitapçıda karşılaştığımız günden bir kaç gün sonra geldim. Atamam yeni yapıldı. İlk defa görmeniz normal.”

Atalay o günün konusunun açılmasına gerilmişti. Kitabın içindeki notun mevsunun açılacağını tahmin etti. Tahmini de doğru çıktı. Oysa o gün içgüdüleriyle hareket etmişti.

“O gün bana verdiğiniz kitap. Arasında bir not vardı. Notta ‘Bal Böceği’ yazıyordu.” dedi Nazenin. Cümleleri kısa ve keskindi.

“Dün de bana ‘Bal Böceği’ dediniz. Hatırlıyorum.” Aklındaki soruları sormadan önce tüm zamanların özetini geçti Nazenin.

“Evet, dedim.” Atalay inkar etmedi. Edemezdi.

Nazenin de sormadı. ‘Bana neden Bal Böceği diyorsunuz.’ diye sormadı. Sormak istemedi. Hisleriyle hareket ediyordu.

“Bana verdiğiniz kitap. İçinde belli yerler çizilmiş, işaretlenmiş. Belli ki birine ait.” Nazenin dudaklarından dökülen cümlelere engel olamıyordu.

“Hem de oldukça titiz birine ait. Eğer size aitse o kitabı geri vermek istiyorum.” Kendisinde kalsın istemiyordu. Gözünün önünde dursun istemiyordu. O kitaba baktığında gereksiz bir korku sarıyordu içini. Korkunun sebebini ise bilmiyordu.

“Evet hatırası var. Annemin kitabıydı. Ama o kitabı ben size verdim. Şiir konusunda önerebileceğim en iyi kitaptı. Tabi siz benden daha iyi bilirsiniz. Edebiyat öğretmenisiniz sonuçta.” Atalay’ın cümleleri Nazenin’in ruhunda nakış gibi işlendi. Duyduğu her cümle zarifti. Tıpkı Nazenin gibi. Fakat o zarif cümleler Nazenin’de garip bir endişeye sebep olmuştu.

Okulun koridorunda yankılanan zil sesi Nazenin’in kurtarıcısı olmuştu Dersine dönmesi gerekti.

“Artık dersime dönmem gerekli. Eşyalarımı getirdiğiniz için teşekkürler.” dedi. Atalay’ın cevap vermesini beklemeden kaçar gibi uzaklaşacaktı.

Arkasını dönmüş giderken ardında bıraktığı adam ona seslendi. “Beni tanımadın mı Bal Böceği.” Oysa ben seni hiç unutmadım dedi içinden.

Nazenin’in hissettiği endişe arttı. İki farklı yerde karşılaşmaları, bu kadar tesadüf fazlaydı. Hem de oldukça fazlaydı. Geleceklerine, kaderlerine dokunacağını hissetti.

Artık zarar görmekten korkuyordu. Cesareti yoktu hiçbir şeye. Kavgalıydı dünyaya, kaderine. Hayal kırıklıklarıyla dolu kaderi. İnancı yitip gitmişti.

Atalay ise tutmuştu sözünü. Yeni bir söz verdi kendi kendine. Onu bu cehennemde tek başına bırakmayacak, sakınıp koruyacaktı. Nazenin’i, nazlı çiçeği, Bal Böceği’ni bu dünyadaki bütün kötülüklerden esirgeyecekti.

​​​​

Bölüm : 15.12.2024 19:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...