

5.BÖLÜM
"GAZEL"
“Aşkımı asla sözlerle açıklamamıştım ama bakışların da bir dili varsa, dünyanın en aptal insanı bile benim bakışlarımdan ona deli divane olduğumu anlayabilirdi.”
Uğultulu Tepeler’de geçen o cümle. Aşkın bir tek sözle değil duyguların esiri olan gözlerle ve davranışlarla da anlatılabildiğini söyler.
Gözler birbirine değdiğinde iki bakış arasından yıldızlar akar geçer. Dudakların arasından çıkan her cümle kısa bir şarkının içinde geçen nameler gibi gelir. Zaman durur. Akrep ve yelkovan o iki ruhun önünde saygıyla eğilir.
Çevredeki sesler susar. Göğüsteki kafesin içine atılmış kuş gibi çırpınan bir kalp. Tek duyulan ses o kuşun kanat çırpışlarının sesi olur.
Yedi alemden kimse duymasa da bilmese de içinde besler aşkını, sevgisini. Masumiyetiyle, zarafetiyle saklar. Sakınır kirli düşüncelerden. Gördüğü bir tek kötülük olan insanlardan uzak tutar.
Necmettin Çelebi de sakladı içindeki saf ve temiz duyguları. Kimseye söylemedi. Bir tek sevdiği kız için atan gönlü haberdardı herşeyden. Üç yıldır tek sırdaşı gönlü olmuştu.
Kahverengi gözlerine denk düşen yeşil gözleri, yanından geçerken tesadüfen değen yumuşacık bembeyaz elleri bilir miydi? Haberi var mıydı kalbinin atma sebebinin o olduğunun?
Omuzlarından dökülen kestane rengi, deniz dalgalarını andıran saçları, kaşlarını gizleyen kahkülleri ile zarafetin temsiliydi Gazel. Zümrüt taşını andıran yeşil gözleri insanları dipsiz kuyulara çekecek kadar derindi. O dipsiz kuyuları cennet yapacak kadar da güzeldi.
Çok konuşmazdı. Gözleri onun bütün söyleyeceklerini söylerdi. Dünyanın bütün kelimeleri susardı onun gözlerinin anlattıklarının yanında. Dudaklarından neşeli kahkahaların yerine ince ve anlamlı tebessümler dökülürdü. Bütün kahkahalara bedeldi ince bir gülüşü.
Gazel kuru yaprak demekti. Oysa Necmettin’in karşısındaki kız yaşamın, tazeliğin ta kendisiydi.
Pencerelerin demir parmaklıklarının arasından gözüken beyaz gökyüzü. Karlar birbirine değmeden düşüyordu. Onlarla beraber melekler yeryüzüne zuhur ediyordu.
Ahşap sıralarda oturan öğrenciler dışarıda yağan karı izlerken Necmettin’in gözleri, dirseğini sıraya dayamış elleriyle şakaklarını destekleyerek önündeki kitabı okuyan Gazel’deydi. Kimseye fark ettirmemek için kaçamak küçük bakışlarıyla izliyordu. Bakışlarıyla bile kirletmemek için kısa sürerdi izlemeleri. İzleyipte doyamamaları. Nasıl doyulurdu ki Gazel’e?
Arada dersi dinliyormuş gibi yapıyordu. Önündeki kara tahtanın önünde hiç de ilgilenmediği dersin hocasına yakalanmak istemiyordu.
Oyalanmak için önündeki kitabın kenar boşluklarına yapraklar çiziyordu. Kalbinden çıkıp kalemine kadar işlemişti sevdası. Bir tek diline işleyememişti. Söyleyememişti kalbinin atmasının asıl sebebinin o olduğunu.
Kalemi biraz daha oynattı. Bir yaprak daha çizdi. Sonra bakışlarını iki metre ötedeki genç kıza çevirdi. Sınıfın duvarında asılı duran saatin saniye tıkırtısını duymaya zorladı kendini. On defa duyarsa süresi tamamlanacaktı. Bir yaprak daha çizecek. Sonra saniyenin tıkırtısına eşlik eden yaşama kavuşma anı.
Bu düzen böyleydi. Üç yıldır değişmiyordu.
Zihninde dolan saniye tıkırtılarını saymaya çalışıyordu. On oldu izlemeyi bırakamadı. On bir oldu bırakamadı. On iki, on üç derken alamadı kendini. Kulağına dolan hocanın sesi yaşamından kopardı. Gizliden gizliye baktığı genç kız da ona dönünce bakışlarını hızlıca önündeki kitaba çevirdi. Utanmıştı. Saf ve temiz duygularından değil, o duyguların aşina olması ihtimalinden utanmıştı.
Gözlerinden burnunun üzerine düşen gözlükleriyle oldukça yaşlı olan edebiyat öğretmeni tekrar seslendi. “Necmettin, evladım?”
“Efendim hocam.” dedi duyduğu sesle.
“Oku bakalım önündeki şiiri. Sonra da tahlil et bize.” Öğretmenin dediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Önünde açtığı sayfayı rastgele açmıştı. Ne yapacağını bilmez vaziyetteyken kulaklarına narin bir ses nakşedildi.
Bir ses kurtardı onu çıkmazdan. Bir ses kavuşturdu onu ferahlığa.
“Ben okuyabilir miyim hocam?” İnce bileklerini yanağından ayırmış öğretmenin ona dönmesini sağlayacak şekilde söz hakkı istiyordu.
“Tamam sen oku Gazel.” dedi yaşlı öğretmen.
Gazel, Necmettin’i utanç verici durumdan kurtarmıştı. Güzel kalbi Necmettin’in onu izlediğini hep hissetmişti. Necmettin gözlerini ondan çevirdiğinde izleme sırası ona geliyordu. Koca sınıfın içinde iki gönül kendi şarkılarını söylüyordu. Kimse de bu güzel ezgiyi duyamıyordu. Şarkıyı söyleyen gönüller bile.
Alaca gülleri andıran dudaklarından şiir dökülmeye başladı.
Yayla yolunda da yar hezel hezel
Dökülmüş yaprağı kalmamış gazel
Sana derim ey vefasız güzel
Aşk mı dayanır nazına senin.
Başını sıraya eğdi Necmettin. Kahverengi gözlerini kapattı. Dudaklardan usul usul dökülen şiiri dinledi. Kulaklarına ulaşan ahenge bir kez daha hayran kaldı. Fakat ahenk şiirde değil Gazel’in sesindeydi. Sesini çıkarmadan dudaklarının kıpırtısıyla tekrar etti Karacaoğlan’ın şiirini.
Önce şiiri sevdi, sonra şiiri okuyanı. Onun için gazel kuru yaprak değildi. Yaşamdı, nefesti aşktı.
En başından beri ilgilenmediği ders bitmişti. Necmettin hariç sınıftakilerin hepsi dışarıda yağan kara atmışlardı kendilerini. Ders boyu izlemekten alamadıkları kara kavuşmuşlardı. Necmettin ise pencerenin dibinde asıl manzarasını izliyordu.
Yaprakları dökülmüş söğüt ağacının dibinde elindeki kitapla ilgileniyordu Gazel. Diğerleri kar topu oynarken o boynundaki kırmızı atkıya daha da sarılmış bankta elindeki kitabı bitirmeye uğraşıyordu.
Çok mu heyecanlı bir kitap diyordu içinden Necmettin. Okuduklarıyla hafif kıpırdayan dudakları deli ediyordu. Kitabın üzerinde gezen yeşilleri bir kez de onu göremez miydi? Etrafına bakamayacak kadar mı içine çekiyordu kitap? Kahküllerine düşen kar tanelerini bile görebiliyordu Necmettin. O kendisini camdan izleyeni göremiyor muydu?
Okulun bahçesinde arkadaşlarının heyecanlı çığlıklarına döndü. Onların dünyalarıyla ikisinin dünyası çok farklıydı.
Kahverengi gözlerin kendisinden uzaklaştığını hisseden Gazel sıranın kendisine geldiğini anladı. Zümrüt yeşili gözlerini uzun pencereye çevirdi. Bakışlarını elindeki kağıda indiren genç adama odaklandı.
Elinden düşürmediği şiir kitaplarında kendi hissettiklerini arıyordu uzun zamandır. Sonra anladı. Hissettiği eşsiz duygular bir tek kendisine nasip olmamıştı. Koca koca adamlara şiirler yazdıran duygunun esiri olmuştu.
Necmettin elinde tuttuğu kırmızı kağıdı parmaklarının arasında evirip çevirmeye başladı. Ortaya çıkan turna kuşuna baktı. Bir yerlerde duymuştu. Bin tane kağıttan turna kuşu yapanın dileği gerçek olurmuş.
Elindeki turna kuşunu üzeri çiziklerle dolu ahşap sıranın üzerine bıraktı. “Bin turna kuşu yapacağım. Sonra da yaradandan seni dileyeceğim allı turna.” Dudaklarından dökülen cümlelerin tek şahidi kendisi ve dilek dilediği yaradan oldu.
Kağıttan turna kuşunu sıraya bıraktıktan sonra sınıftan çıktı. Ardından gelen Gazel sırasının üzerinde duran turna kuşuna dikkatlice baktı. Sırasına kimin bıraktığını biliyordu. Eline aldı. Narin ellerinde tuttuğu turna kuşunu yıpratmamak için dikkatli davranıyordu.
Göğsündeki kalp dahası mümkünmüş gibi hızlanmıştı. Üç yıldır beklediği adım ise o gün atılmıştı.
🍁
İnsanoğlu yürüdüğü hayat yolunda bazı yol ayrımlarıyla karşılaşır. Seçenekler sunulur önüne. Bir seçim yapılması ve alınan kararın sonucu olarak o yoldan ilerlemesi gerekti. Her yol ise kaderin farklı farklı kapılarına açılıyordu.
Dünden beri kendimi o yol ayrımına çok yakınmış gibi hissediyordum. Bilinmezliğin rahatsız ediciliği üzerime karabasan gibi çökmüştü. Cevabını alamadığım sorular beni yiyip bitiriyordu. İçimdeki garip korku daha da artmıştı.
“Beni tanımadın mı Bal Böceği?”
Zihnimde yankılanan o ses oldukça rahatsızlık vericiydi. Savaşta silahsız kalmış gibi savunmasız hissettiriyordu. Zifiri karanlık, kör zindan gibi bir şeydi bu savunmasızlık. Yıllar öncesinden kalan bir yaranın iziydi. Bir şeyler olacakmış hissi gereksiz bir evham mıydı yoksa geleceğin bir habercisi miydi bilmiyordum.
Ben ise ihtiyacım olana doğru ilerliyordum. Gülşah’ın evine. Onun dersleri erken bittiği için benden önce çıkmıştı. Ben ise hem nöbetçi öğretmendim hem de tüm gün dersim vardı. Ayağımda Gülşah’ın ısrar kıyamet giydirdiği topuklu botlar aklımdaki düşünceler kadar rahatsız etmese de beni zorluyordu.
Soğuktan ellerimi cebimin en derinlerine daha da iliştirdim. Hava cidden soğuktu. Ya da ben sürekli üşüyen biri olduğum için sadece bana soğuktu. Okulun yakın olması şükredebileceğim bir sebepti.
Evimin karşısındaki apartmana hızlıca girdim. Asansör olmadığı için katları teker teker tırmandım. Zili bozuk olan dairenin kapısına tıklatmaya başladım. Gülüş ne zamandır yaptırmamıştı bu zili Allah bilirdi gerçekten.
Başındaki sadrazam sarığını andıran havlusu ve üzerindeki saten pijamalarıyla karşıladı beni gülüş. Yüzümde gördüğü ifadeden her şeyi anlamıştı.
“Ben de seni bekliyordum gülbeşeker.” deyip kolumdan içeri çekti beni. Ayağımdaki Çin işkencelerini çıkarmama bile fırsat vermemişti. İçeriye girer girmez ilk iş onları çıkarıp kenara koydum. Üzerimdekileri de dökülüp vestiyere astıktan sonra oturma odasının ortasındaki kanepeye fırlattım kendimi.
“Ne olduğunu bir bilsen?” dedim mızmızlanır bir sesle. Kanepenin kenarındaki kırlenti yüzüme kapadım. Kendimi boğmaya çalışıyordum güya. Elimle sıkı sıkı tuttuğum kırlenti yüzümden çekip kenara savurdu.
“Saçmalama gülbeşeker.” Haklıydı saçmalıyordum.
Yanıma bıraktı kendini. Bacak bacak üstüne atıp profesyonel bir tavır takındı. Kırlentin bıraktığı boşluğu doldurmak için başımı dizlerine bıraktım.
“Bugün okula gelmiş.” dedi. Her şeyden haberi vardı sanırım.
“Geldi.” dedim bıkkın bir sesle.
“Beni tanımadın mı Bal Böceği?’ dedi bir de.” Ağlamaklı çıktı sesim.
“Ne?” Bunu beklemiyordu gülüşüm. Dizlerine kapadığım yüzümü avuçlarının arasına alarak kaldırdı. Yüzüme düşen saçlarımın arasından şaşkın kahverengi gözlerini gördüm. O da en az benim kadar beklemiyordu. Şaşkın şaşkın bakan gözlerinden belliydi. Ellerini yüzümden çektiği gibi tekrar dizlerine yattım.
“O adam kimmiş biliyor musun?” dedi. Duyduklarım beni dumura uğratacağı belliydi. Yattığım yerden doğruldum. Ciddi bir konu konuşuyorduk neticede.
“Esma Hoca’nın eşinin anlattığı sizin oradan biri vardı ya hani. Adı Atalay’dı.” Sakin sakin dökülüyordu celladım olacak cümleler.
“Bu adam o Atalay. Esma Hoca siz konuşurken öğretmenler odasına geldiğinde söyledi bana.” Ne ara yetiştirdin be Esma Hocam.
“İki Ordulu birbirini bulmuş demez mi bir de?” Gülüş de bu konuyu sıkıntı etmiş olacak ki ses tonu adeta bezmiş, bıkmış, yıpranmış gibi çıkıyordu.
“Kim bu adam gülüş?” diye sızlanarak kanepenin bir taraflarına kendimi savurdum. Cidden kendimi nereye atacağımı şaşırmış vaziyetteydim. Gülüşün gözlerini devirerek bana baktığına emindim.
Kolumdan tutup beni dikleştirdi. “Bir kendine gel gülbeşeker.”
“Gelemiyorum gülüş. Kim bu adam?” deyip kendimi tekrar kanepenin bir tarafına atacaktım ki küçük hesaplama yanlışları sonucu kendimi yerde buldum.
Gülüşüm kanepeden ‘cidden mi gülbeşeker’ bakışları atıyordu. “Allah'ım sen sabır ver.” dedi kısık sesle. Ama ben duydum.
“Duydum.” dedim çığırtkan sesimle.
“Olayın karmaşıklığı değil senin şu gereksiz drama queenliğin beni öldürecek.” dedi. Haklıydı kendince. Ama benim içimde dönüp dolaşan kurtlardan haberi yoktu. Binlerce kurt bir olmuş ruhumu kemirmekle uğraşıyordu.
Kolumdan tutarak kanepeye tekrar oturttu. Bir kez daha yıkılmayayım diye de yastıklarla destekledi. Önceden tedbirini alıyordu çiçeğim.
“Bir şey olacak gülüş. Hissediyorum. İçimde garip bir huzursuzluk var.” Yüzümün önüne yığılan saçlarımı geri atmaktan aciz bir vaziyetteydim. Tam çarşamba cadısı olacak tipteydim.
“Gaz sancısıdır o.” Gülüşüm rahatlığından ödün vermez bir şekilde konuşuyordu yine.
Başımı hızlıca ona çevirdim. Kaşlarımı çatıp dudaklarımı sıkmaya başladım. Sinirli bir bakış atmam gerekiyordu ama daha çok komik oluyordum. Ne yapayım elimden bu kadar geliyordu.
Kahkaha atarak yana döndüğünde antiloba atlayan çita gibi baldırından ısırdım. Beni ciddiye almamasının cezasıydı bu.
Gülüşüm de susacak yere kahkahasını daha da arttırdı. Benim ise hoşnutsuz bakışlarım devam ediyordu.
Sıkıntının büyük olduğunu fark etmiş olacak ki kendini toparlamaya çalıştı.
“Tamam ciddi oluyorum.” dedi. Saçında dağılan havluyu çözüp bir yerlere savurdu. Dağınık şirinem benim.
Ben de utanmasa yüzümü tamamen kapatacak olan saçlarımı hışımla geri attım.
“Sen niye bu kadar endişelisin ben onu anlamıyorum.” Gevşekti benim arkadaşım. ‘Her şey olacağına varır.’ der dururdu.
“Bu adam beni tanıyor farkındasın di mi gülüş? Sürekli bana Bal Böceği deyip duruyor.” Olayları kısa bir özet geçtim durumun vehametini anlaması için.
“Desin. Ne olacak ki?” Gülüşün mantık bugün devre dışı anlaşıldı.
“Ben onu tanımıyorum ama.” diye yükseldim. “Her yerde bitiyor adam. Korkmaya başladım artık.”
“Kimden korkmaya başladın? Adamdan mı?” Sinirim şah damarıma yükselmeye başlamıştı. Bugün gülüşümü görmeseydim iyi olacaktı anlaşılan. Önümdeki sehpanın üzerinde duran sürahiyle bardağı alıp kendime su doldurdum. Bir şeyleri hazmetmem için gerekliydi.
Bardağı kafama diklediğim esnada söylenmeyecek cümleler söylemişti gülüşüm. “Adam muhtemelen asker. Neyinden korkuyorsun ki? İstese şu dakika kapıya dayanırdı.” Duyduklarım içtiğim suyun genzime kaçmasına sebep olmuştu.
“Helal! Helal!” Ben öksürükten boğulurken o sırtıma vurmaya başladı. Allahtan kısa sürmüştü öksürük krizi.
“Şimdi bu adam seni tanıyor, sen onu tanımıyorsun diye mi seni korkutuyor. Yoksa adamla pardon Atalay Bey’le sürekli karşılaşman mı?” Benim de cevaplayamayacağım sorular soruyordu gülüş.
“Ben de bilmiyorum hangi sebepten korktuğumu ama bir şey beni geriyor. O kesin.” dedim düşünceli bir tavırla.
Gülüşün yumuşacık elleri saçlarımı okşamaya başladı. “Sen şimdi bırak bu düşünceleri bir kenara. Her şey olacağına varır.” dedi.
Başımı güçlü omzuna yaslayıp sessizliğimle karşılık verdim. “Zamanla kim olduğunu öğreniriz.” dedi. Saçlarımı okşamaya devam ediyordu.
“Hem zaten kim olabilir ki. Tanımıyorsan eğer unuttuğun önemsiz biridir.” diye mantıklı bir tespit yaptı. Haklıydı, önemli birisi olsaydı unutmam imkansızdı.
Başımı omzundan kaldırıp ona bakıp en mantıklı soruyu sordum. “Salçalı makarna yiyip dizi izleyelim mi?”
Ani değişen ruh halime alışkındı gülüşüm. Bir gram şaşırmamıştı. “Olur, yiyelim.” dedi. “Mutfağın yerini biliyorsun.” diye de ekleyerek banyoya ilerledi. Gülüş’ün eşsiz aşçılık maharetleri salçalı makarna için yetersizdi. Her an yulaflı makarnayı önüme bırakabilirdi. Banyodan gelen saç kurutma makinesine eşlik eden sesiyle mutfakta makarnamızı yaptım.
Gülüşün dediği gibi bilmediğim mevzularla kafamı yormadım. Beynimin gizli köşelerinde kalan ıssız odaların birine sakladım içimdeki tedirginliği ve merakı. Eğer hayatımda önemli bir yere sahip olan biri olsaydı, ben onu kesinlikle unutmazdım. Unutmazdım di mi?
🩹
Gün kararmaya, güneş Mardin’in dağlarının ardına çekilmeye başladığında karargaha derin bir sessizlik hakim olurdu. Yemek saati sonrası odalarında dinlenmeye çekilen askerler sessizliğin sebebiydi. Gün boyu antrenmanlar ve eğitimlerle geçerken sonlarına doğru sessizlik çökerdi büyük binaya.
Akşam yayınlanacak olan maç için kenara çekilen sessizlik kendini geceye hazırlıyordu. Karargahın gazinosunda bulunan tek televizyonun karşısına tribün şeklinde sandalyeler dizilmişti. Maç saatinin yaklaşmasına doğru sandalyeler dolmaya başlamıştı. Batuhan ve Umut önünde ilerleyen komutanı Polat ile birlikte sandalyelerine oturdular.
Kendi halinde takılan Polat’ı ortama uyum sağlaması için Umut çağırmıştı. Kendilerinden üst rütbeli olan Polat onlara alışmak yerine ikisini germekten başka bir şey yapmıyordu. Çok konuşmazdı. Az konuşur, öz konuşurdu. Tavırları itibariyle de kimseyle yakınlık kurmak istemediği anlaşılıyordu. Tim içindeki sohbetlere çok katılmazdı. Sorulursa cevaplar, çağırılırsa giderdi.
Geleli bir kaç ay olmuştu. Hakkari’de bulunduğu timden disiplin suçuyla atıldıktan sonra Fahreddin Albay time almıştı. Bir disiplin suçunun olduğunu ise Fahreddin Albay hariç kimse bilmiyordu.
“Öktem komutan şifayı fena kapmış. Belki yarınki eğitimi erteler Çelebi Komutanım.” diye söylendi Umut.
İkilinin sohbetine kulak kesildi Polat. cımbızla seçilmiş gibi o kelimeyi çekip çıkardı zihni. Öktem. Dikkatini daha çok verdi sohbete. İsmin devamının gelmesini bekledi.
“Çelebi komutan hayatta ertelemez. Selçuk komutanın gözüne çok battık kanka.” Batuhan arkadaşının aksine oldukça umutsuz konuştu.
Polat istediğini duyamayınca hızlıca ayaklanarak sandalyelerin arasından çekilmişti. Batuhan ve Umut kendi aralarındaki yüzeysel geçen sohbete rağmen Polat’ın yanlarından ayrıldığını fark etmemişlerdi.
Kalabalığın içinde gezen görünmez adam gibiydi Polat. Fark edilmesi için kendini aşan şeyler yapması gerekiyordu.
Anlam veremediği hızlı adımlarıyla revire girdi. Serum kiti, hap, iğne aklına ne geliyorsa bir kutuya doldurdu. Bir hastaya iyi gelecek ne varsa tek tek doldurdu kutuya.
Davranışları sebepsizdi. Ya da Polat için daha büyük sebepleri vardı. Basit bir nezaket göstergesi diyerek avuttu kendini. Kendi benzerini görmenin garip ve sessiz heyecanını yaşıyordu farkında olmadan. Göz önünde olmadan, fark edilmeden yaşıyordu ikisi de.
Revirden çıkarak kadın astsubayların kaldığı odalara yöneldi. İçerde kalanın Öktem olduğunu bildiği kapıya geldi.
Timdekilere fark ettirmese de onlar hakkında fazlasıyla bilgiye sahipti. Öktem’in oda numarasına kadar bilecek kadar fazla bilgi.
Kapıya tıklattı. İçeriden ses gelmesini beklemeden, içerideki kadını uygunsuz anında yakalanmamaya dikkat ederek içeri girdi.
Tek kişilik bazada sırtı kapı tarafa dönük şekilde yan uzanmış Öktem’i gördü. Uzun siyah hacimli saçları yastığı kaplayacak şekilde dağılmıştı. Görev esnasında taktığı kask ve bere gür saçlarını gizliyordu. Şimdi ise özgürlüğünü ilan etmişti kalın tutamlar.
“Çağla iyiyim. İlaca gerek yok. Biraz uzansam geçecek.” Boğuk ve kısık çıkan sesiyle olmayan Çağla’ya seslendi Öktem. Geçirdiği hastalık sesinden bile belli ediyordu kendini. Polat ona ihtiyacı olabileceği düşüncesinin ispatıyla kendini rahatlattı.
Geldiğini belli edercesine konuştu Polat. “Çağla’yı iyi atlatmış olmalısın. Ama ben o kadar kolay kanmıyorum bu ‘iyiyim’ laflarına.”
Öktem duyduğu sesle irkilerek aniden doğruldu. Sırtını yatak başlığına dayayarak önündeki adama baktı. Elindeki ilaçların kendisine gelme ihtimalini düşünmedi. O her zaman kendi başına iyileşmeyi başarmış bir kadındı. İnsanlardan bir şey istemeyi zayıflık olarak görmüştü.
“Senin ne işin var burada?” Şaşkınlığı, büyük siyaha çalan kahverengi gözlerini daha da ortaya çıkardı.
Polat yüzünü buruşturarak eliyle kulağını çekiştirdi. “Sesin bu kadar kalın mıydı senin yaa?”
“Sence sorun benim sesimin kalın olması mı yoksa odamın ortasında dikiliyor olman mı?” Damarlarına nüfuz eden öfke kırıntıları sesine daha da çok yansımıştı.
“Sorun bir teşekkür etmekten aciz olman.” Öktem’in dik laflarına daha da dik cevaplarla karşılık veriyordu Polat.
“Teşekkür etmem için bir sebep yok. Şimdi çık odamdan.” Öktem üzerindeki yorganı omuzlarına kadar çekerek eski şekline geri döndü. Gözlerini yumarak arkasında bıraktı Polat’ı. Başından kolayca savabileceğini düşünmüştü ama Polat başkalarına hiç benzemezdi.
“Birazdan takacağım serum teşekkür etmen için fazlasıyla iyi bir sebep.” Bilmiş tavırlarıyla Öktem’e karşılık veriyordu Polat. Öktem'in onu başından savacağını biliyordu. Biraz daha üzerine gidebilirse pes edeceğini de.
“Sana serum tak diyen de yok, teşekkür etmek için sebep isteyen de. Odamdan çık yoksa ben çıkarması iyi bilirim.” Yükselen ateşiyle üzerindeki yorganı daha da çekiştirdi. Gözleri kapalıydı ve konuşmakta giderek zorlanıyordu.
“Bozuk flüt gibi çıkan sesin bana ihtiyacın olduğunu söylüyor yalnız.” Polat pes etmemekte kararlıydı. Karşısındaki inatçıysa o daha çok inatçıydı. Buraya gelme sebebini gerçekleştirmeden gitmeye niyeti yoktu.
“Eğer gitmezsen o bozuk flüt birazdan sana çok güzel bir konser verecek.” Hasta olması laf yetiştiremeyeceği anlamına gelmiyordu.
“Sabırsızlıkla bekliyorum o konseri.” dedi Polat. Artık sıkılmaya başlamıştı bu muhabbetten. Bir an önce yapması gerekeni yapıp kantinde izlenen maça dönmek istiyordu.
Önünde inatçılığını devam ettirmekte ısrar eden Öktem’in yanında bitti aniden. Yanında getirdiği kutudan ateş ölçeri çıkardı. Yorganı açmak için hamle yaptı fakat Öktem’in yorganı bırakmayışı onu zorladı.
“Ne yaptığını zannediyorsun sen. Bırak yorganımı.” Öktem sıkı sıkı tuttuğu yorganı bırakmamakta inatçıydı. Polat ise onu bezdirecek kadar kararlı.
Asıldığı yorganın aralanmasını sağlayan Polat, karşısındaki kadına fırsat vermeden diğer elindeki dereceyi koltuk altına yerleştirdi.
Öktem sinirlendiğini belli eder bir şekilde yatakta doğruldu. “Sen ne yaptığını zannediyorsun?” Vücuduna dokunulmasından hoşlanmazdı. Mümkün mertebe insanlara sarılmaz onlarla arasına yıkılmayacağından emin olduğu duvarlar örerdi.
“Sende erkek gücü mü var? O nasıl bir kuvvet?” Öktem’in öfkesini rahatlıkla bertaraf ediyordu Polat.
“Sana kim dedi de burada bittin hemen. Hasta olsam revire giderim herhalde.” dedi Öktem. Karşısındakinin kendinden daha inatçı olduğunu görmüştü. Pes etmeye yaklaşmıştı.
“Ben ikna olmuyorum yalnız. Biraz daha çabalaman lazım.” Kolundaki saate baktı Polat. Ateş ölçer için vakit tutuyordu.
“Seni ikna etmek gibi bir çabam yok.” Öktem pes etmemekte kararlıydı.
“Hala ikna olmadım.” Bakışlarını kolundaki saatten çekip önündeki kadına döndü. Aslan yelesini andıran gür siyah saçları oldukça dikkat çekiciydi. ‘Bu kadar gür saçı tokayla nasıl zaptediyor.’ diye düşündü.
Ateş ölçeri Öktem’in tepki göstermesine fırsat vermeden koltuk altından aldı. Ona kalsa mızmızlanmaya devam edeceğini biliyordu. Elindeki derecenin ekranını kendine çevirip baktı.
“Benden izin almadan bana dokunma. Kırarım o elini.” Öktem'in sinirden sesi daha da kalınlaşmaya başlamıştı. Öfke tüm bedenini ele geçirmişti artık.
“Sen çene çalmaya devam et. Ateşin kırka dayanmış.” Elindeki ateş ölçeri Öktem'in önüne bıraktı. Yan tarafta duran kutudan serum ve takmak için de malzemeleri çıkardı.
Karşısında ondan bezmiş bir kadın vardı ve bundan garip bir keyif alıyordu. Üşüdüğü için yorgana sakladığı kolunu çekip çıkardı. Serum takmak için kolunu açacağı esnada Öktem kolunu çekiştirmeye çalıştı. Gözlerini devirerek ona döndü Polat. Sabrının son demlerindeydi.
“İzninle…”
“Müsaadenle…” Söylediği her bir kelime Polat’ın dudaklarından ayrı bir vurguyla çıkıyordu.
“Senin iyiliğin için koluna serum takabilir miyim?” İşi artık dalgaya vurmaya başlamıştı. “Eğer serum istemezseniz, iğne yapma gibi bir seçeneğimiz de var.”
“Düzgün konuş benimle. Yoksa o serumu ben sana takarım.” Polat avucunun içindeki kolu daha da kendine çekiştirdi. Öktem’in gözlerindeki öfkeye umursamaz bakışlarıyla karşılık veriyordu. Kendi dediğini yaptırmak konusunda oldukça ısrarcıydı.
Öktem hapsolmuş kolunu kendine doğru çekmeye çalıştı. Aldığı karşılık ise koluna Polat’ın saniyeler içerisinde koluna batırdığı iğne oldu.
Öktem ciddiye alınmamaktan hiç hoşlanmayan bir kadındı her zaman. Karşısına geçen her insanla samimiyet konusunda sınırları olan biriydi. İnsanlar arasına çektiği sınır çizgisi bıçak kadar keskin, ateş kadar yakıcıydı.
Karşısındaki adamın onun davranışlarını umursamadan işiyle meşgul olması onun öfkesini daha da artırıyordu. Öfkesinin ardında ise büyük bir şaşkınlık gizliydi. Çektiği sınır çizgisinin üstünde tepinen bir adam duruyordu karşısında.
Öktem kahverengiden siyaha çalan gözleri Polat’ın her bir hareketini ölçüp tartıyordu. Had hudut bilmeyen bir insandı.
Polat elindeki serumu yatağın yukarı hizasına sabitledi. Yanında getirdiği tıbbi malzemeleri de alıp Öktem’e döndü. Dudaklarında beliren alaycı gülüş dahası mümkünmüş gibi Öktem’i alevlendiriyordu. Kırka dayanmış ateşi öfkesiyle birleşmişti.
“Nezaket nedir bilmez misin sen?” Polat içinde gizli gizli büyüyen eğlenceyi sürdürmeye devam ediyordu.
“O dediğinden sana kalmadı.”
“Serumun bitince kendin çıkar. Beni buraya kadar gelmekle uğraştırma.” Polat umursamaz tavrını devam ettirerek odadan çıktı. Ardındaki odada ise kor bir alev topu bırakmıştı.
Öktem’in hayatında tanıdığı kimseye benzemiyordu Polat. Sınır tanımamazlığı, had bilmez tavırları ve ukala gülüşü Öktem’i savunmasız bırakmıştı. Bu savunmasızlık ise öfkeyle kendini belli ediyordu.
Öktem içindeki ateşle nefes alırken Polat da o yangını harlayacak olan baruttu.
Polat istediğini elde etmenin rahatlığıyla koridorda ilerlerken duyduğu şiddetli kırılma sesiyle az önce çıktığı odaya baktı. Öktem’in sinirle kapıya fırlattığı bardağın kırılma sesiydi bu. Omuz silkerek ilerlemeye devam etti.
Öktem için bıraktığı maçı izlemeye tekrar geldi. Batuhan ve Umut sohbetine devam ediyordu. O kadar zaman yokluğu yine fark edilmemişti. Bütün maç boyu aklı Öktem’deydi. Onun sivri diline rağmen gizleyemediği mizacını az da olsa çözmüştü. Çevresine ördüğü duvarlar yıkılsın diye bekliyordu.
Yeni katıldığı timinde uyum sorunları yaşasa da en iyi anlaşacağı kişinin az önce sinirden alev topuna döndürdüğü Öktem olduğunu anladı o gün.
Yaklaşık bir saat sonra tekrar geldiğinde kolundaki serumun etkisiyle uykuya dalmış Öktem’i buldu. Uyandırmamaya dikkat ederek kolundaki serumu çıkarıp ufak kırmızı noktaya yara bandı yapıştırdı.
“Sen varken burası daha çekilir olacak Acem Kızı.”
Yüzüne sadece Öktem’e özel olan gülüşü yerleşti. Odanın zemininde bastıkça çatırdayan cam parçalarına aynı ukala gülüşüyle karşılık verdi. Açık kalan ışıkları da kapatıp kendi odasına yöneldi. Ertesi günkü tempo için yatıp dinlenmesi gerekiyordu. Her yeni gün ise onun katlanması gereken zor bir görev gibi geliyordu.
Koca bir evren tamamen bir sebepten oluşmuşken Polat’ın Turan Timi’ne katılmasının da bir sebebi vardı elbette…
🪖
“Uuuu belim kaydi yerinden.”
Korkut kendini çimlerin üzerine attı. “Ohhh serin serin. Ne iyi geldi.”
“Kocadın artık sağdıç, kabul et.” Bilal de onun yanındaki ağacın dibine bıraktı kendini. tam yanına da Atalay oturdu. Timin kalanı ise büyük gölgeli ağacın etrafına dağıldı.
“Bunu bir de bağırarak söyle sadıç. Fahreddin albay duyarsa emekliye ayrılmama izin verir belki.”
Ağır bir antrenmandan geçmişlerdi bugün. Atalay Çelebi her birinin üzerinde itinayla çalışmış yorulup bitene kadar kimseyi bırakmamıştı. Buna kendisi de dahildi.
“Sana emeklilik yasak sağdıç. Fahreddin albay senin sıcak yatakta ölmene izin vermez, söylemiş olayım.”
“Offf deme sağdıç deme.” Korkut daha da bezmiş bir şekilde çimlere yayıldı. Hararetine serin çimenler de fayda etmiyordu.
“Öktem kız buraya midur?”
“Buradayım komutanım.” diyerek kendini belli etti Öktem.
“Sen dün hastaymişsun kızım. Niye buraya kaldun hasta hasta?” Korkut timdeki abiliğini belli etti. Timdeki herkese abiliği farklıydı, Öktem’e ise daha farklıydı. Onun üzerine oldum olası daha çok düşerdi.
“Çok hasta değildim komutanım. Ufak bir soğuk algınlığıydı.” Son cümlesini özellikle vurgulayarak söylemişti Öktem.
Sabah kolunda gördüğü yara bandıyla öfkesi daha da körüklenmişti. Sert bakışlarını Polat’a çevirdi. Polat ise dudağının kenarında beliren, sadece Öktem’in farkedeceği bir gülüşle ona karşılık verdi. Öktem’in içinde büyüyen öfkeyle alay ediyordu açıkça.
“Olsun. Hastalanıp da burada durulur mu? Gel kizum bize. Meryem yengen çorba falan yapar.”
“Ha bu lafum da hepunuze. Çömezler hariç hepunuze kapım açuktur.”
“Komutanım herkese açık olan kapı bize niye kapalı?” diye atıldı Batuhan.
“Uşağum geçen sefer gelduğunuzda evde kırık toplu iğne bile bırakmadınız.” Korkut’un ağzından dökülen itiraflar timi kahkahaya boğdu.
“Ha bu Batu önümden kuymağımı almıştı en son.”
“Seni aç mı bıraktılar sağdıç.” Bilal Korkut’la uğraşmayı hiç eksik etmiyordu.
“Dalga geçmenin sırası mı sağdıç?”
“Kuymak hassas mevzudur.” dedi Atalay.
“Beni anlasa anlasa ha bu Atalay komutanum anlar.”
“Eyvallah abi.”
“Cihangir komutanım nerede?” dedi Polat. Cihangir’in yanlarında olmayışı dikkatini çekmişti.
Görevden yeni dönmüştü Cihangir. Fakat bu dönüş geçiciydi. Önceki operasyondan sonra sahadan bir süreliğine uzaklaşması gerekiyordu.
“Uyur bir yerlerde.” dedi Atalay. Arkadaşının huyunu ezbere biliyordu. Aklına ilk gelen ihtimali söyledi.
“Komutanım nokta atışı yaptı resmen. Şuraya bakın.” Umut uzaktaki ağacın altında duran kamelyayı işaret etti. Cihangir masanın üstüne yüzüstü uzanmıştı. Kolları masanın yanlarından sarkıyordu.
“Keyfune de diyecek yok anasını satayım.” Korkut yerde rahatsızca kıpırdandı.
“Çelebi Komutanım müssadeniz olursa bir soru sormak istiyorum.” dedi Polat. Geldiğinden beri aklına takılan o soruyu sordu.
“Müsaade senindir Polat.” dedi Atalay.
“Selçuk komutanım neden antrenmana katılmadı?” Polat geldiğinden beri antrenmanların çoğunu Çelebi komuta ediyordu. Çok önemli operasyonlar hariç uzun süren hiç bir operasyona Selçuk dahil olmamıştı.
Bu durum timdekilerin, özellikle Fahreddin albayın dikkatindeydi.
“İzinli bugün.” diye geçiştirdi Atalay.
“Ne zaman izinli değil ki?!” Korkut bu durumdan memnun olmadığını her haliyle belli ediyordu.
“Eşiyle sorunları var demişti Esma’m.” Bilal bildiği tek şeyi ortaya döktü.
“Meryem Esma bacımla her buluştuğunda Selçuk yüzbaşının eşini de davet edermiş. Bugüne kadar sadece bir kere katılmış aralarına. Sonra bahaneler uydurmuş katılmamış hiç bir buluşmaya.”
Selçuk Kıraç’ın eşi Sevgi Kıraç. Eşinin ardından Mardin’e gelen fakat mutluluğu ardında bırakan Sevgi Kıraç. Hemşirelik yaptığı hastanede nöbetlerden ayrılan kısıtlı vakitleri eşiyle birlikte geçirmek isterken Selçuk’un yerine dört duvar ona eşlik ediyordu.
Yıllar geçmesine rağmen eşinin mesleğine alışamamıştı. Ellerinin altında kalbi duran her askerden sonra Selçuk aklına geliyordu. Kaldıramıyordu zorlukları. Bu sebeple çocuk fikrine bile yaklaşmaştı. Kendisi asker eşi olmayı kaldıramamışken bir çocuğun asker babayı hiç kaldıramayacağını düşünmüştü.
Eğer bir çocuğu olacaksa onu eşiyle beraber büyütmek isitiyordu. Çok mu şey istiyordu?
“Eşi Selçuk yüzbaşının uzun görevlere gitmesini istemiyormuş.” dedi Bilal.
“Onun karısunun canı can da bizimkilerin ki can değul mu sağdıç?” Korkut’un içinde tuttuğu kin az da olsa kendini belli ediyordu.
“Öyle de sağdıç…” dedi Bilal. Söyleyecek sözü yoktu. Esma geldi aklına bir an. Onun tek başına katlandığı zorluklar belirdi zihninde. Onca zorluğa rağmen gıkının çıkmaması aklına geldi. “Şükür ki bizim eşlerimize sağdıç.”
“Asker adamın eşi olmak her yiğidin harcı midur?” Korkut olduğu yerden doğruldu. Ciddi bir ifade oluştu yüzünde. Garip bir hüzün çöktü gözlerine.
“Bizim uşakların hangi birinin doğumlarında yanlarında oldum. Dört evladımın en sonuncusunun doğumuna gidebildum sadece. Onda da Fahreddin albay zor izin verdi.”
Korkut’un söyledikleri timdeki herkesin canını paramparça ediyordu. Mesleklerinin ne olduğunu tam olarak idrak edemeyen çömezler bile dikkatle Korkut’u dinliyorlardı.
“Hiç bir bayramda, doğum gününde yanlarında olamadım. Yoktum hiçbirinde. Şükrolsun Meryem’umden bir gün bile niye demedi. O uşaklar hasta oldu. Meryem’um götürdü hastanelere. Bir gün de ‘uşaklar hasta oldu.’ demedi. İyileştuklerinde haberim olurdu. Veli toplantılarına da gidemedim. Sorsanuz şimdi hangisi kaçıncı sınıfta onu bile bilmem. Bir tek Meryem’um bilir.”
Ağzından çıkan her bir cümle çok ağırdı. Derin bir soluk aldı Korkut. İçinde, tam kalbinin üstüne koca bir kaya düştü zannetti.
“Kaç görevden dönüşte Esma bacımla Meryem’i karargahta bulduk Bilal, sen söyle?”
“Çok.” dedi Bilal. Kısacık kelimeye binlerce anlam yükledi.
“Görevler tehlikeli, ya canlısı çıkar adamın…” Büyük bir nefes daha aldı Korkut. “...canlısı çıkmazsa da ölüsü çıkar.”
Bilal Korkut’un bıraktığı yerden devam etti. “Her görevde acaba bir şey mi oldu korkusu. Aç mı tok mu bilmezsin.”
“Komutanum sen söyle, anan babanın görevden dönüşünü beklemez miydi?” Korkut’un sorusu Atalaya’ydı. Timde Atalay’ın babasının eski asker olduğunu bilen nadir kişilerdendi.
“Beklemez miydi abi?! Cam kenarında saksıdaki çiçek gibi beklerdi hem de.” dedi Atalay.
Zihninde ise bir kaç şarkı sözüyle beraber gelen bir kaç hatıra belirdi.
“Bir rüzgardı esen
Ayrılıklarla bizi kahreden
Gözlerimde tüten bir aşktın sen
Yıllar yılı bitip tükenmeyen
Çok özledim seni ben…”
Annesinin mutfaktayken açtığı şarkılardan biriydi. Hatıralar ise ardından geliyordu.
“Anne kek ne zaman pişecek?
Birazdan pişer oğlum.
Babam peki? O ne zaman gelecek?
Yakında gelecek oğlum.
Hep yakında diyorsun anne. Ne kadar yakında.”
Babasının onun için yaptığı ahşap oyuncaklarla oynardı Atalay. Babasının yerine onun elinden çıkan oyuncaklarla oyalanırdı. Oyunlarına annesinin plağında çalan şarkılar eşlik ederdi.
“Ta uzak yollardan
Koştum, geldim senin kollarına
İçimde yanan hasretinle ben
Baktım durdum senin yollarında
Sensizlik bir ölüm sanki.”
Annesiyle beraber babasını bekleyişleri düştü zihnine. Koskoca köyde dağın başında bir tek annesiyle yaşadığı ahşap evdeki mutlu günleri hatırladı.
“O yüzden…” dedi Korkut. Cümlelerini toparlamaya çalışıyordu. “...asker adamun yareni önce dost olup sevduğune sırtını dayayacak.”
“Sonra kalbini yaslayacak sevdaluk olacak.” Yanında onu dinleyenlere baktı korkut. O insanlar sadece silah arkadaşı olmamıştı. Her birini kardeşi bilmişti. Çünkü insan ancak kardeşi bildiğine canını emanet ederdi.
“Yoksa bu meslek imtihanı olur adamın. Arkanda bıraktığın yoldaşın sağlam olacak ki gözün arkada kalmasun.”
Yirmi yıla dayanan evliliği Korkut’un hayatındaki en büyük dayanağıydı. Meryem ise en büyük gücüydü. Mesleğine olan bağlılığı, her görevde sağ salim geri dönmesinin sebebi eşi Meryem ve çocuklarıydı.
“Ben Meryem’umu özledum valla.” Oturduğu yerden doğruldu. Korkut’un ağzından çıkan cümlelerin ağırlığı mıydı yoksa ağır antrenmanın yorgunluğu muydu bilinmez her biri ardından güçlükle kalktı. Arkalarını dönüp gidecekken karargahı inleten ince bir ses duyuldu.
“Gocacuuuummmm.”
Korkut duyduğu sesle olduğu yerde afalladı. O durunca ardından gelenler de durmak zorunda kaldı. “Ula çok özleduğumden olacak Meryem’un sesi kulaklarımda çınladi ya”
“Komutanım hadi siz özlediniz de duyuyorsunuz. Ben niye Meryem yengenin sesini duyuyorum.” Batu kulağını çekiştirmeye başladı.
“Lan gerizekalı.” diye söylendi Polat. Batuhan’ın ensesine sert bir tokat attı.
“Gocacuuuuummmm.”
“Aha yine duydum.” dedi Korkut.
“Abi arkana bak istersen.” Atalay Korkut’un arkasında kalan Meryem yengesini işaret etti.
İki kolunda da dirseğine kadar altın bileziklerle doluydu. Salına salına yürüyüşüyle Meryem her zaman kendini belli ediyordu. Özellikle boynundaki Trabzon hasırı kolye onun ayrılmaz parçasıydı. Yanında da ona nazaran daha sakin olan Esma vardı.
Esma Meryem’e kıyasla daha sakin bir huya sahipti. Hiç kimseye karışmayan, utangaç ve kendi halinde biriydi. Söz konusu kendisi olduğunda bile konuşmazdı. Bu konuda ise en büyük destekçisi Bilal’di. Bilal Esma’sı konuşmadan bile onun ne demek istediğini, ne düşündüğünü bilen bir eşti. Çoğu zaman Esma’nın gözlerinin içine bakması bile yetiyordu onu anlaması için.
“Dede Korkut’un kulakları iyice duymaz olmuş yenge. Senin bile sesini işitemiyor.”
Meryem’le Esma kol kola girmiş antrenman alanına yaklaşırken önlerinde Mahzun elindeki ahşap tüfeğiyle koşturarak ilerliyordu.
“Uuuu deli uşak.” dedi Meryem. Esma'yla kıkırdayarak gülüştüler.
“Koşma yavaş git. Arkandan hamile kızı mı koşturacim?” diye söylendi bu seferde.
“Essekten Meryem’miş.” Korkut yüzündeki ve sesindeki şaşkınlığı gizlemekte zorlanıyordu. Meryem’in karargaha geldiği kolay kolay görülmezdi. Ciddi bir durum olduğunu düşündü. Sonradan Meryem’in ona ‘gocacuuummm’ diye seslenmesi aklına geldi. Ciddi bir durum olsa bu şekilde çağırmazdı diye düşündü.
Meryem ve Esma, Mahzun’un peşinden zorlukla yetişmiş, timin yanına gelmişti.
“Meryem noldi. Ne işin var burada.” Korkut timin arasından sıyrılıp eşinin yanına ulaştı hemen. Aynı şekilde Esma’nın yanında da eşi vardı.
“Esma’m, noldi…” Bilal anın şaşkınlığıyla afallayıp kendini düzeltti. “...noldu. Sancın mı var yoksa. Hastaneye gidelim hemen.”
Bilal'in evhamı karşısında herkes şaşkındı. Operasyonlarda pata küte dalan adam karısının yanında en nazik en telaşlı adam olabiliyordu.
“Yok Bilal’im iyiyim.” diye geçiştirdi Esma.
Meryem bu ikiliyi izlerken gözlerinden kalpler çıkıyordu adeta. Ufak bir silkelenmeyle asıl konuya daldı. “Pazara gideceğiz. Arabanın anahtarını almaya gelduk.”
“Heee.” Korkut asıl aklına takılanı sordu. “Sizi nasıl aldılar karargaha. Buraya kolay kolay sivil almazlar.”
“Eeee canım yabancı mıyız sanki.” dedi Meryem. “Sürekli gelup gittuğumuz yer.”
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin yegane yengesini mi içeriye almayacaklardı komutanım?” diye lafa daldı Batuhan. “Meryem yengeyi herkes tanır. Ayıp ediyorsunuz.”
“Ula sus sen, ocak batıran çömez.” Korkutun uyarısıyla Batuhan geriye pustu. Umut’un arkasına saklandı.
“Uşak hakli. Ne bağıraysun.” Meryem bezmiş bir şekilde en sonunda asıl konuya girdi. “Bütün gün Esma’yla temizlik yaptık. Şimdi de pazara gideceğuk. Esma’nın buzluğuna iki üç bir şeyler atacağız. Çocukları doğunca kolaylık olur kıza.”
Duydukları Bilal’in yüzünü güldürmüştü. Esma’nın Selçuk komutanının eşi gibi buraya ve mesleğine uyum sağlamakta zorlanacağını düşünmüştü. Oysa Meryem Esma’yı kendi kardeşi gibi görmüş elini Esma’nın üzerinden hiç çekmemişti. Esma onun düşündüklerini hissetmiş gibi eşine döndü. Bilal’in gözlerinin içine baktı. Güzel bir tebessüm oluştu Esma’nın dudaklarında.
Korkut durumu iyice anladığını belli eden bir baş sallamasıyla karşılık verdi Meryem'e. Antrenmandan önce ağacın altına bıraktığı üniformasının ceketinin cebinden arabalarının anahtarlarını Meryem’in avucunun içine bıraktı.
Meryem ise anahtarı almasına rağmen avucunu kapatmamıştı. 'Daha ne lazım.’ der gibi baktı Korkut. Meryem ise açık avucunu açıp kapatarak daha alacağı şeyler olduğunu fark ettirdi.
“Bizim eve pazar alışverişi yapılmayacak mı zannediyorsun gocacum?” dedi Meryem. Bütün sırrı çözmüştü Korkut.
“Ben sana sabah evden çıkmadan önce pazar harçlığı bırakmadım mı Meryem’um?” Korkut sabah şifonyerin üzerine bıraktığı parayı düşündü. Pazar harçlığı için gayet makul bir miktar bırakmıştı.
“O neye yeter Korkut.” Meryem bu sefer yükselerek konuştu.
“Ula ben evde ordu mu besliyorum?” Korkut’un da sesi ister istemez yükselmişti. Timdekiler ise bu atışmayı keyifle seyrediyordu.
“Ordudan farkımız mı var sanki? Yetişkin, genç, bebek olmak üzere üç boy Korkut besliyorum evde.” Meryem’in söyledikleri Korkut’u ikna etmiş olacak ki elini tekrar cebine attı. “İnsanların içinde deme şöyle şeyler Meryem.”
Korkut cebinden çıkarttığı banknotları sayarken ne kadar vereceğini hesaplamaya çalışıyordu. Ta ki elindeki paraları Meryem hızlıca alana kadar.
“Bu kadar yeterli.” dedi Meryem. “Haydi uşaklar kendinize iyi bakın.” Diyerek herkesle vedalaştı.
“Görüşürüz yenge.” dediler hep bir ağızdan.
Meryem ise arkasında şaşkın bir şekilde bıraktığı kocasını es geçerek salına salına Esma’yla birlikte karargahtan çıktılar.
“Komutanım az önce Meryem Yılmaz tarafından soyuldu. Yok mu bir polis? Bir cankurtaran yok mu?” Batuhan yine Korkut’un tadını kaçırmış olacaktı ki öldürücü bakışlarına maruz kaldı. Mesaj gayet netti. Batuhan da mesajı geç de olsa farketmişti.
“Sustum komutanım.” Polat ve Umut’un arkasına saklanarak Korkut’tan gizlenmeye çalıştı.
Durumu fark eden Atalay “Çömezler!” diye yükseldi.
Koyu gölgenin yerini yakıcı güneşe bıraktığı ağacın altında uykusuna devam eden Cihangir’i gösterdi. “Komutanınızı kaldırın güneşin altından. Hangara bırakın gelin.”
Batuhan sindiği yerden çıkarak en önden ilerlemeye başladı. Onun arkasında da kendi içinden Batuhan’a söylene söylene giden Umut vardı.
“Ula çömez hamsiler sizi.” diye takıldı Korkut.
Batuhan kollarından, Umut ayaklarından kaldırmış, Cihangiri güç bela hangara taşımışlardı. Batuhan, Korkut komutanının tokadını yemektense Cihangir komutanını sırtında bile taşımaya razıydı.
🐝
Geçen günlerin ardından beni strese sokan düşünceleri kenara bırakmaya çalışıyordum. Çalışıyordum çünkü bu konuda çok da başarılı olduğum söylenemezdi. Bu halimi gören gülüşüm ‘Böyle devam edersen birkaç güne saçların beyazlayacak.’ diyerek beni uyardı. En sonunda ise karşıma geçip adam akıllı konuştu benimle. Bazı şeyleri düşünerek değil de harekete geçerek çözmenin daha faydalı olacağına karar vermiştik.
Daha doğrusu sürekli düşünmekten ve kafamdan teoriler uydurmaktan çılgın çıkacağımı farkeden gülüş mantıklı cümleleriyle içimi rahatlatmıştı. Beni sürekli aklımda takılı duran düşünceden uzak tutmak için bir sürü aktivite planlıyordu.
Şimdi ise üniversite zamanlarımızda yapmaktan en çok hoşlandığımız aktivitemiz için dışarı çıkmıştık. Pazar gezmesi ve market gezmesi.
Neden pazar gezmesi dersek sanırım bu konuda tek mantıklı açıklama bir taşla iki kuş vuruyor olmamızdı. Marketleri ve pazarı gezerken sadece o ana odaklanmamız bizi rahatsız eden düşüncelerden bir nevi uzaklaştırıyordu. Yani kısaca biber, patlıcan düşünürken Atalay adını verdiğim büyük soru işareti kısa süreliğine de olsa yok oluyordu. Ayrıca yoğun iş temposu sebebiyle alışveriş yapmaya zamanımız kalmıyordu çoğu zaman.
Mutlu olmayı basite indirgeyen bizler için kafa dağıtmaya yeterliydi bunlar. Ahım şahım şeylere gerek yoktu. Yan yana olalım yeterdi. En sıkıcı ortamları bile keyifli hale getirebilecek bir ikiliydik biz.
“Şuradaki sebzeler daha taze gibi gülüş. Gel oradan alalım.” diyerek kolumdaki gülüşümü tezgaha doğru çekiştirdim.
“Ben sebze çok almayacağım zaten. Sen kafana göre seç gülbeşeker.” Bilmiş bilmiş gibi konuşuyordu yanımda gülüş. En ters bakışımla cevap verdim.
“Sabahları arpa, yulaf yemekten at gibi olacaksın gülüş.” dedim. Her zaman o beni azarlayamazdı ya!
“Zaten at gibi hatun değil miyim? Ayıp ediyorsun biraz gülbeşeker.” Aklınca beni dalgaya alıyordu.
“Öylesin, öylesin.” dedim kestirmeden.
“Sana da salatalık, domates alalım kahvaltıda yersin.” İtiraz etmeye yeltense de bana kâr etmeyeceğini anlayınca ağzını bile açmadı gülüşüm.
“Hem salatalık yersen bu salatalıklar gibi olursun.” Yüzüme anlamadığını belli eder gibi baktı.
“Bak taze taze. Çıtır çıtır yenir kahvaltıda.”
“Ben kart mıyım gülbeşeker? Bunu mu demek istiyorsun?”” dedi ters ters bakmaya başladı.
“Alt tarafı senden bir kaç ay büyüğüm abartma gülbeşeker.” Yaşlılık imamdan hiç hoşlanmamıştı.
“Bu salatalıklarla gözlerine maske de yaparsın. Hem karnın doyar hem de cildin.” Çatılan kaşları daha da aşağı inmeye başlayınca konuyu hemen kapattım. Ulu orta beni pazar içinde dövsün istemezdim.
Önümdeki sebzelerden gözüme taze ve güzel gözükenleri seçip elimdeki alışveriş poşetine koydum. Aynı şekilde gülüş için de bir poşet hazırladım. Ücretlerini pazarcıya verip tezgahtan uzaklaştık.
“İlerideki tezgahtan güzel meyveler alalım sana gülbeşeker. Canın şekerli bir şeyler çektiğinde azar azar yersin.” Ben de ona itiraz edecektim ama söz konusu birbirimizin sağlığı ve hayatı olunca söz geçmiyordu.
Gülüş ve ben hayatlarımızda kendimizi unutan insanlardık. Biz kendimizi unutsak da birbirimizi unutamıyorduk niyeyse? Söz konusu ben olduğumda gülüş benim bile unuttuğum şeylere dikkat ederdi. Aynı şekilde ben de söz konusu o olduğunda hayatına müdahale ederdim.
Meyve tezgahının önüne geldiğimizde bana boş gözlerle bakıyordu gülüşüm. Fakat ben bu bakışı tanıyordum. “İki tane poşet alabilir miyim?” Pazarcının uzattığı poşetlere taze gözüken meyveleri doldurdum. Gülüş meyve sebze seçmeyi bilmezdi. Tazesini, olmamışını ayırt edemezdi. Tabi ben de onun kadar iyi kıyafet seçemezdim. İkimizin de farklı alanlarda becerisi vardı.
Ben meyveleri doldururken yan tarafımızdan bir ses yükseldi. “Gülşah Hocam.”
Önümdeki tezgahtan uzaklaşıp sesin geldiği tarafa baktık. Yan tarafımızda bizimle beraber meyve seçen Esma Hoca vardı. O seslenmişti gülüşe.
“Nazenin Hocam. Siz de buradasınız.” Esma Hoca yüzündeki geniş tebessümle konuşuyordu. Buraya geldiğimden beri bu kadının insan sevgisi beni mest ediyordu. Beni okulda gördüğü her yerde selam verirdi.
“Her hafta pazara çıkarım. Sizi ilk defa pazarda görüyorum Gülşah Hocam.” dedi Esma Hoca. Kısa bir durum tespiti yaptı kendince.
“Gülbeşeker yokken çıkmazdım.” dedi gülüşüm.
“Gülbeşeker?” anlamayan gözlerle baktı Esma Hoca. Unutmuştu sanırım gülüşün bana gülbeşeker dediğini. Toplum içinde çok kullanmazdık birbirimize hitap şekillerimizi. Bize özeldi ama arada ağzımızdan kaçıveriyordu. “Nazenin Hocadan bahsediyorsunuz. Şimdi anladım.”
“E gı bu kızlar kimdu? Tanıştırsana Esma.” dedi Esma Hoca’nın yanındaki kadın. Siyah dalgalı saçları vardı. Dirseklerine kadar altın bilezikleri ilk dikkatimi çeken şey olmuştu. Özellikle konuşması ‘Ben Karadenizliyim.’ diye bağırıyordu.
“Gülşah ve Nazenin Hocam. İkisi de bizim okulda Edebiyat öğretmeni. Gülşah Hocam geçen sene geldi, Nazenin Hocam da geleli bir ay olmadı.” Kısaca tanıttı bizi Esma Hoca.
Karşımızdaki kadın iki elini üst üste koymuş göğsünün altında hizalamış bizi baştan aşağı süzüyordu. Gözleri fıldır fıldır hareket ediyor içinde garip bir enerji taşıyordu. Oldukça hareketli bir mizacı vardı anlaşılan.
“E gı ben de Meryem. “Esma’nun arkadaşuyum. Memnun oldum gızlar.” dedi. Gülüş tokalaşmak için elini uzatmıştı fakat adının Meryem olduğunu öğrendiğimiz kadın, önce gülüşe sonra da bana sarılarak tanışmayı samimileştirdi.
Gülüşün şaşkınlıktan gözleri büyümüş şekilde bana baktı. Alışkın olmadığı belliydi. Esma Hoca’nın ise yüzündeki tebessümü büyümüştü.
“Nerelerden geldunuz buralara gızlar?” dedi Meryem Hanım. Tezgahın önünde yaptığımız sohbet uzayacak gibiydi.
“Ben Ordu’dan geldim.” dedim kısaca.
“Ben de Ankara’dan geldim.” diye devam ettirdi gülüş. Kırşehirliydi fakat anlaşılan bunu atandığı okuldan saklamayı tercih etmişti. İçimde bunun sebebini bilsem de üstelemedim. Benim arkadaşım ne yapıyorsa o en doğrusudur onun için.
“Uuuu hemşeri sayuluruk Nazenin Hocam. Ben de Trabzonluyum.” dedi Meryem Hanım. Bilmiyordu ki benim bir tarafım Trabzonluydu.Meryem Hanım’ın zaten hafif iri olan gözleri daha da büyüdü.
Tezgahın önüne gelen müşterileri rahatsız etmemek için biraz geri çekildik gülüşle.
“E gı bu sohbet böyle ayak üstü olmaz. Bir gün bana beklerim gızlar. Esma’yla haber ederim ben size.” Meryem Hanım emrivakinin alasını yaparak bize davetini sundu. Gülüşle birbirimize baktık önce. Sonra buraya daha yeni geldiğimiz ve insanlarına henüz alışamadığız aklıma geldi. Fakat önümüzde bizi izleyen kadınların samimiyeti ise tanıdık gelmişti. Sanki yıllardır tanıyormuş hissi. Sanırım bu hissi yıllardır tatmamıştık.
Gülüş sözü bana bıraktığını belli eder bir şekilde baktı. “Siz günü iletirsiniz Esma Hoca’mla.” diyerek davetini onayladım.
“Eyi o zaman. Ben size haber yollarum.” Adeta içindeki enerji dışına taşıyordu kadının. İçinin kıpırtısı dışına akıyordu.
“Size iyi günler.” diyerek yanlarından ayrıldık. Bir kaç adım attığımızda ise arkamızdan duyduğumuz o cümle gülüşle bizi gülümsetmişti. “Ne eyce gızlar Esmaaaa.”
“Kadın resmen ayaküstü röntgenimizi çekti.” dedi Gülşah. Meryem Hanım’ın bakışları onun da dikkatini çekmişti. Saç uçlarımızdan ayak parmağımıza kadar süzmüştü.
“İç organlarımıza kadar inceledi. Bir yerlerde bir tümör falan olsaydı söylerdi di mi gülüş?” dedim dalgasına. O ise kahkahasıyla karşılık verdi.
“Ağzından çıkanı kulağın duysun gülbeşeker.” Gülüşüm kısa bir uyarıyla beni susturdu. “Allah korusun.” deyip kulağını çekti.
Etrafa bakındı iki saniye. “Tahta yok ki vurayım.” dedi.
“Gel benim kafama vur.” diye başımı uzattım.
“Niye? Sen tahta kafa mısın?” dedi. Yine ters ters bakmıştı yüzüme.
“Tamam tamam, şaka yaptım. Hemen kaşları çatma. Karartma yüzünü.” Bu sefer daha da çattı kaşlarını. Gözlerini bile yok etmişti.
“Kendine hakaret etmen, kendinle dalga geçmen hoşuma gitmiyor.” Her cümlesi açık ve netti. Özsaygı gülüşün en önem verdiği şeylerdendi. Benim ise içimde bir gram olmayandı.
“Anlaşıldı gülüşüm.” dedim koluna sıkı sıkı sarıldım. “Meryem Hanım nasıl pat diye bizi misafirliğe çağırdı öyle.” diye konuyu değiştirdim hemen. “Acaba herkese mi öyle, yoksa bizim onda hissettiğimiz sıcaklığı o da bizde mi hissetti.?”
‘Bilmiyorum’ der gibi baktı gülüşüm.
“Esma Hoca’yı geldiğimden beri tanırım. Bir yanlış tavrını görmedim. O yüzden teklifi sana bıraktım.”
“Çünkü insanlara ‘hayır’ diyemiyorum. Teklifini kabul edeceğimi biliyordun.”
“Arada Esma Hoca olmasaydı kolay kolay kabul etmezdim gülbeşeker. Sen de biliyorsun.” Haklıydı. Kimseye kolay kolay güvenmezdi. Ben ise kolayca kanan ve güvenen o kişiydim. Gülüş bu konuda frenleyen konumundaydı.
“Hem aklımda bir fikir var.” Gülüşün gözleri önüne odaklandı. Aklında kaç tilki geziyor ben bile çözemezdim şu evrede.
“Eve gidince anlatırım. Şimdi ayaküstü detaylı detaylı anlatamam.” dedi kısaca. Beni merakta bıraktı.
“Evin oradaki markete de uğrayalım sonra bana geçelim.” dedim. Beni merakta bırakmıştı gülüşüm.
“Ben yemek hazırlarken bana anlatırsın aklından geçenleri.”
“Olur gülbeşeker.” deyip beni onayladı. Aklından ne geçiyordu bilmiyordum, fakat gülüşe fikirleri konusunda güvenim sonsuzdu. O benim göremediğimi görebiliyordu.
🐝
Hayat denilen beş harflik kısacık kelime içerisinde bir çok duyguyu, ve olaylar silsilesini barındıran küçük bir kavram. Seçtiklerimiz ve maruz kaldıklarımızla şekillenen bir yolculuk. Bazen insanın nefesini kesecek kadar yoran bazen de nefes olan zıtlılar bütünü.
Bazen bir çiçek bahçesi bazen de cam kırıklarıyla dolu bir yol.
Bizim hikayemizdeki her karakterin hayatı cam kırıklarıyla dolu yollardan geldi. Bazen hayatın kendisi canlarını acıtırken bazen de hayatlarının getirdikleri canlarını yaktı. Çeşitli mücadelelerden, zorluklardan geçtiler. Her birinin hayatı karanlıktı. Kendileri ise o karanlıkta aydınlığı seçen birer yıldız. Kalabalığın içinde gizlenen fakat yalnızlığın içinde de parıl parıl parlayan o yıldızlar.
Yıldız gibi parlamayı seçmişlerdi. Karanlığı aşıp umut olmak için. Aydınlığın varlığını ispatlamak için. Kendi varlıklarını ispatlamak için.
’Biz buradayız’ der gibi. ‘Beni burada görüyorsan senin için varım.’ der gibi.
Atalay, yirmi yıl sonra bir yıldızla tanımıştı. Bir yıldız ona kaybettiği geri nefesini vermişti. Bu sebeple onların hikayesi yıldızlarla başladı.
Şimdi parıl parıl parlayan gelecekte belki kayıp gidecek olan yıldızlar.
Nazenin, Atalay, Gülşah, Alp… tanıdığımız ve henüz tanımadıklarımızla. Onların hikayesi umudun hikayesiydi.
Düştükten sonra kalkmanın, ne olursa olsun vazgeçmemenin hikayesi.
Gökyüzündeki yıldızların yeryüzündeki tecellisi ise çiçeklerdi. Nazenin’in küçüklüğünden beri hayatının her bir köşesinde olan çiçekler.
Çocukluktan beri büyüttüğü çiçekleri en soğuk kışları en sert ayazları geçtikten sonra bir bahar sıcaklığıyla yeşeriveriyordu. Kendilerince küçük bir mücadeleleri vardı ve bu mücadeleyi seyretmekten hoşlanırdı.
Nenesinin köydeki evinde orada burada bulduğu küçük kaplara dağlardan kopardığı çiçekleri ekmeye çalışırdı. Büyüyemeyip solduğunda ise üzüntüsünden ağlar dururdu. En son nenesi ona çiçekleri kopararak büyütemeyeceğini, onu kökükle beraber taşıması gerektiğini öğretince dünyanın tüm sırrını çözmüş gibi sevinmişti.
Biraz daha büyüyünce siyah akşamsefası tohumlarını ekmeye başladı. Mavi önlüğüyle, pembe sırt çantasıyla akşamüstü okuldan eve dönerken topladığı tohumlar. Eve geç kalıp annesinden azar işitmesine sebep olan tohumlar. Küçük avuç içinde elleri terleyene kadar sakladığı tohumlar. Her birini evlerinin bahçesine dikip büyüttü. Böylelikle dünyanın asıl sırrına kavuştu. Yaşamdan koparılmayan her çiçek bir gün tekrar yeşerirdi.
Eskiden, kendi benliğini unuttuğu o zamanlarda eline alamadığı fotoğraf makinesi Nazenin’in gördüklerini kanıtlamak için çalışıyordu. İçlerinde taşıdıkları mücadeleleri, sırları fotoğraflarda saklamak istiyordu.
Elindeki fotoğraf makinesiyle önündeki gelincik çiçeğinin fotoğrafını çekti. Sonra yanında büyüyen papatyalara döndü. Güzel bir açı yakalayıp onların da fotoğrafını çekti. Doğrulup etrafına baktığında ise geniş çiçek bahçesini gördü.
İlçeye gelirken küçük minibüs camından görmüştü bu bahçeyi. Gördüğü gibi de aklına kazımıştı. Buraya mutlaka gelmeliyim demişti o dakika.
Önceki gece Gülşah’la olan sohbetlerinden sonra kafası iyice karışmıştı. Adım atmakla yok gibi davranmak arasında seçim yapması gerekiyordu. Neyi seçeceğini bilmediği gibi ne düşüneceğini bilmiyordu.
Geçmişte yaşadığı acı tecrübe onun adım atmak için can atan ayaklarını bağlıyordu adeta.
Dört bir yandan boğulmuş hissiyle uyandı sabah. uyandığı gibi de kendini bu bahçede buldu. Küçük bir mesaj atıp Gülşah’a nereye gittiğini söyledi. Fotoğraf makinesini ve küçük bir kitabını da alıp evden dışarı attı kendini.
Nereye gideceğini biliyordu. İlçenin dışında bir yol kenarındaydı bahçe. Nasıl gideceğini de öğrendikten sonra durmadı. Bu işin sonunda ya kaybolacaktı ya da aradığını bulacaktı.
Kendisini getiren taksiden indi. Uçsuz bucaksız bir yerdi. Her taraf güneş sarısıyken sadece çiçeklerin büyüdüğü alan rengarenkti.
Hafif esen rüzgarla kıvırcık güneş sarısı saçları savruldu. Gözünün önüne gelen birkaç tutamı parmak uçlarıyla kulağının arkasına iteledi fakat özgürlüğe düşkündü küçük saç tutamları. Kulağının arkasından kurtulup yüzünü işgal etti.
Yavaş yavaş girdiği bahçede yüzlerce fotoğraf çekti. Aklındakileri kısa bir an susturdu. Düşüncelerin yerini zamanın akışını kabulleniş aldı.
O gün küçük çiçek bahçesinde kendine küçük bir dünya kurdu. Tek başına olduğunu düşünüyordu. Oysa yanından geçen zırhlı askeri aracı fark etmemişti.
Zırhlı aracın ön kısmındaki küçük camdan Nazenin’i gördü Atalay. Çiçeklere nasıl baktığını izledi. Elindeki fotoğraf makinesini tutuş şeklini izledi. Esen rüzgarda savrulan saçlarını izledi.
Bir kaç saniyeydi fakat bir ömre bedeldi.
BÖLÜM ALINTILARI:
EMILY BRONTE (UĞULTULU TEPELER)
Bu duyurum bütün çiçeklerime🌼🌼🌼
Hilalin gökyüzünde aksettiği bir geceden hepinize merhaba🌙🌙🌙
Upuzun bir zamanın ardından geldi bölümümüz.
Mahcubiyetim büyük.
Bundan sonraki bölümler ne sıklıkta gelir onu da bilemiyorum.
Fakat yazar yazmaz sizinle paylaşacağıma enin olabilirsiniz.
Çünkü benim için bütün yollar gün sonunda 'Bal Böceği'ne çıkıyor.
Bunu bilin isterim.
Görüşlerinizi ve güzel yorumlarınızı benden esirgemeyin.
Yıldıza basmayı da unutmayın öpüldünüzzzzz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |