@yonsuzpusula
|
GİRİŞ Ünlü Rus yazar Tolstoy der ki; “Umduğumuz gibi olsaydı hayat, sandığımız gibi yaşardık. Bulduklarımızla yetinseydik, kaybettiklerimize ağlamazdık.” Benim gibi hayatı hayal kırıklıklarıyla dolu olan tüm kırıklarını ise umuduyla iyileştirmeye çalışanlara söylenmiş bir söz. Daha fazla yaralanmamak için etrafına aşılmaz duvarlardan bir kule ören, kulenin kapısına da zalim bir ejderha diken yalnız ve ıssız kalplere söylenmiş bir söz. Belki de Tolstoy bu sözü Anna’ya ithaf etmek istedi kim bilir. İki çocuğunu aşkı için feda eden Anna Vronski’nin kendisini sevmediğini hissettiğinde kendini tren raylarına atmamış mıydı? Yaşadığı hayal kırıklığı Anna’nın ölümü olmamış mıydı? Vronski’yle hikayelerinin başladığı tren Anna’nın ölümüne şahit olmuştu. Anna bu kadar güçlü bir duygunun altından kalkamayacağını düşünmüştü belki de. Bihter de aynı duyguyla kendini öldürmemiş miydi? Onun aşkının karşısında Behlül’ün korkaklığının sonucu yine hayal kırıklığıydı. Duygular aynı, sonuçlar aynı sadece isimler farklı. O halde buradan Tolstoy’un bir başka sözüne değineyim. Anna Karenina kitabının ilk cümlesi: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Buna karşılık ben de şunu söylüyorum: “Ferdî olarak mutluluk da mutsuzluk da aynıdır.” İnsanların üzüntüleri de kırgınlıkları da benzerdir. Hayat benzer yönlerden iyileştirken benzer yerlerden de kırar, parçalar. Anna da Bihter de aşk duygusunun peşinden gitti ve ikisinin de sonuçları aynı oldu. Şu an yolda karşımda yürüyen, büyük ihtimal benim gibi işe yetişmeye çalışan hanımefendi veya az önce omzuma çarpsa da özür dilemeyen adam… Mutlulukları da mutsuzlukları da aynı. Bu kadar benzerliğin içinde farklı olan ne peki? Ben Nazenin Akdoğan. 25 yaşında kalbinde sadece mesleğine duyduğu aşkı barındıran, günlerini okulda ve kütüphanelerde kitap okumakla geçiren basit bir Edebiyat öğretmeni. Basit bir insan. Babasının nazlı çiçeği Nazenin. Doğduğundan beri hayata naz yapan Nazenin. Aldığı her nefesi geri vermeye nazlı Nazenin. Bu memlekette kendini göstermeye nazlanan güneşin rengi düşmüş saçlarıma. Gözlerinin rengini karşısında gördüğü fırtınalı denizden alan Nazenin Akdoğan. Şimdilik çocukluğumun geçtiği Karadeniz’in küçük ve bir o kadar tatlı ilçesinde özel bir okulda geçici olarak öğretmenlik yapıyorum. Bir ay sonra atamamın yapıldığı yeni okuluma yerleşeceğim. Yerleşene kadar da çalıştığım okuldaki görevime devam ediyorum. Daha doğrusu yağan bu sağanak yağmurun altında görevime yetişmeye çalışıyorum. Karadeniz’in yağmurları da sağ olsun bugün ıslatmak yerine yıkamayı tercih etmişti. Elimdeki şemsiye bile yağmur damlalarıyla güç bela savaşıyordu. Yağmuru seven ben için bile bu kadarı fazla sayın bulutlar. Çevremdeki insanlar da benim gibi düşündüklerinden her biri bir koşturma içerisindeydi. her biri bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Lütfen şu yağmur durabilir mi artık? Çıldırmamak için kendimi zorluyorum resmen. Son on adımım kalmıştı. Sonra okuldayım. Karşıdan karşıya geçtik mi hoşgeldin kuru hava. Avut kendini Nazenin. Avut! Olduğum yerde ışıkların yeşil yanıp geçmeyi bekliyordum ki ehliyetini tam alamamış bir dangalak tarafından ıslatılmıştım. Sanırım bugün bunları sayıyla yolluyorlardı. Sinirden kulaklarımdan alev çıkmasına ramak kalmıştı. Olan sağuktan yanaklarımın kızarması da cabasıydı. “Yağmurda böyle araba mı kullanılır?! Medeniyetsiz ayı.” Tabi medeniyetsiz ayı kısmını kısık sesle söylemiştim. Burası Karadeniz ve burada sudan sebepten linç edilmek yüksek ihtimaldi. Ben de hiç durmadım tabi. Islanan paçalarımı biraz yukarı kaldırarak şipidik şipidik karşıya geçip okulun kapısından girdim. Tabi girişteki aynadan halimi de görmemle küçük çaplı bir şok yaşamıştım. Çamurlu su dizime kadar sıçramıştı. O şoföre çok büyük saygılarımı sunmam yakındı. “Allah'ım şu günü hayırlısıyla bitirmeyi nasip et yarabbim!” Gözlerimi yukarı dikmiş bir yarlerde beni duyan yaradana yalvarmaya başladım. Paçalarımı elimle silkelemeye çalıştım. Nafile bir çabaydı. Önüme uzanan peçeteyle başımı yerden kaldırdım. Odağımı ıslak pantolondan kaldırıp baktığımda karşımdaki şahıs okulun kazanova öğretmeni Levent hocadan başkası değildi. "Küçük bir kaza yaşadın sanırım.” “Öyle oldu maalesef. Araba kullanmıyorlar f16 kullanıyorlar sanki.” "Çok da ıslanmışsın. Ne yapsak ki?” Önümde eğilip paçama uzanacağı sırada kendimi geri çektim. Bana uzattığı peçeteyi aldım. Bu herife fazla yüz vermeye gelmezdi çünkü. Durumu anlamış olmalı ki eğilmeden geri doğruldu tekrar. Ayrıca ne yapsak ki derken?! Sen ne yapacaksın be adam. Bu adamın gereksiz samimiyeti de beni öldürecekti yakında. "Dolabımda yedek var. Teşekkür ederim peçete için.” "Rica ederim. Bu arada derse beş dakika var Nazenin hocam. “ Sinir herif. Oldum olası sevmezdim böyle yılışık, kendini bir şey zanneden tipleri. Yanımdan ayrılır ayrılmaz hızlıca yürümeye başladım. Asla koşamazdım. Okuldaki hanımefendi öğretmen imajımı asla çizdiremezdim. Öğretmenler odasındaki hocalara günaydın dedikten ve neden ıslandığım konusundaki gereksiz soruları cevapladıktan sonra dolabımdan yedek pantolonumu aldım ve öğretmenlere özel olan lavaboya hışımla girdim. Bütün öğretmenler derslere hazırlandığı için içerisi boştu ve hala sinirim geçmiş değildi. Geçmesin de zaten. "O vites topuzu bir yerlerine girer inşallah. O arabanın da balatalarını yakarsın inşallah. Gittiğin yere varamayasın, kör kuyulara giresin de çıkamayasın inşallah. Pazartesi sendromu bünyemde takla atarken olacak işti zaten. “ Hırsla üstümü değiştirdikten sonra son bir derin nefes alarak lavabodan çıktım. Kendimi sakinleştirip öyle girmeliydim sınıfıma. Dışarıyı kapının ardında bırakmalıydım.İstikamet 10B. Koridorda bir yandan kendimi sakinleştiriyor, bir yandan da geç kaldığım sınıfa yetişmeye çalışıyordum. Sonunda uzunca koridoru aşıp sınıfa girdim. Tabi her gün olduğu gibi bugün de gördüğüm manzara beni şaşırtmadı. Ön sıradaki kızlar dedikodu yapıyor, arka dörtlü kim bilir hangi alemde. Merve cam kenarında yarınlar yokmuşcasına törpüsünü yaparken bir yandan da Karadenizde batan gemilerini seyrediyor. Arda bir sonraki sınavın kopyasını yakalanacağını bilmesine rağmen duvara çivi yazısıyla işlemeye başlamış bile. İstikrarlı çocuktu. Bu arada çivi yazısı derken ciddiydim. Yazısı okunmamak için yazılmış gibidir. Amaç okudak değil de sanki gizli bir şifrenin öğrenilmemesi için yazılmış gibiydi. Sınıfın çalışkan kızı Burcu kendi halinde kitabına gömülmüştü ama artık ders vaktiydi. "Günaydın çocuklar. Sabah sabah bu ne enerji.” Dikkatler çekilmiş, herkes meşgul olduğu işi bırakmış, gürültüyle ayağa kalmışlardı. "Günaydın hocam.” diye aralardan kimin söylediği belirsiz bir cümle döküldü. "Oturabilirsiniz çocuklar.” talimatımla aynı gürültüyle yerlerine geri oturdular. Sınıf defterini doldurmak yoklama almak gibi angaryaları tamamladıktan sonra Arda’ya her zamanki değişmeyen uyarımı yaptım. İkimizin rutini olmuştu artık. "Bu arada Arda o kopyanın üstünü nasıl kapatırsın, alçı mı çekersin artık bilemem o duvarda tek bir çizik görmeyeceğim oğluşum. Haberin olsun. Artık müdür beyin bu sınıfla uğramasını istemiyorum. Bu uyarım da hepinizedir.” Okulun eğitimci genlerinden yoksun tüccar müdürü şu sıra sınıfımdan şikayetçiydi. Oldum olası en ufak krizde bizimle uğraşıyordu. Ben çok umursamazdım ama laf öğrencilerime kadar gelince benimde sinir tellerim titriyordu işte ne yaparsınız. Karşımdaki çocukların her biri ülkemin geleceğiydi. Benim en kıymetlilerindi. Onlar bana Atamın emanetiydi. Canım gibiydiler her biri. Onlara yüzden oğlum veya kızım diye hitap ederdim. Hem aramızdaki bağı da kuvvetlendiriyordu. Bu sırada Arda şaşırmış bir ifadeyle yüzüme bakmaya başladı. Büyük ihtimal onu hangi ara gördüğümü düşünüyordur. "Arda bu gidişle alçı ustası olacak hocam. Üniversiteye gitmeye gerek yok. Alçıcı dükkanı açarsın mis gibi paraya para demezsin kanka. Sınıfı öğrencilerin kahkahaları doldurmuştu. "Eymen!!!” diyerek uyarmıştım. "Sınavda benden kopya isterken bu sözlerini hatırlatırım kardeşim haberin olsun.” diyerek arkadaşını kendince tehdit ediyordu. "Geçen sefer Nazenin hoca Dede Korkut hikayelerinden soru gelir dediğinde destanın tamamını duvara kazımıştın. Ne yazdın bakacağım kanka. Geliyorum yanına.” Eymen sırasından kalkıp Arda'nın yanına gitti. Duvara kazınmış cümleleri okumaya başladı. “Alp Er Tunga öldü mü? Issız ajun kaldı mu? Ödlek öçin aldı mu? Emdi yürek yırtılur.” Gözlerini kısa kısa zorlukla okumuştu Arda'nın yazdıklarını. “Bu ne la? Bu kopya mı şimdi?” Tüm sınıf aynı anda gülmeye başlamıştı. Arda ise sınıfın neden güldüğünü anlamaya çalışıyordu yavrucağım. "Hocam bu konudan sınavdan çıkacak dememiş miydiniz?” "Evet çıkacak demiştim. Ama birinci dönem çıkacak demiştim.” Sınıftaki gülüşmeler artmıştı. Ben sabahları nefret ede ede uyanırken benim öğrencilerimde nasıl bu kadar enerji oluyor hâlâ anlamış değilim. “Yine de çabanı takdir ediyorum kanka.” diyen Eymen Arda'nın anlına bir buse kondurup kendi sırasına geçti. "Hafta sonu size yaramış bakıyorum da. Hadi bırakın goygoyu derse başlıyoruz. Burcu kitaptaki hikayeyi oku kızım hadi. 🐝 Günün son dersindeydim. Bugünü de bitirecektim birkaç dakika sonra. Pencerenin önünde insanları izlerken buldum yine kendimi. Şehri saran yağmur azalacak yere daha da şiddetlenmiş, akşam vaktiyle birlikte kasvetini daha da arttırmıştı. Soğuk ise hat safadaydı büyük ihtimalle. Mart ayı daha şimdiden kendini gösteriyordu belki de. Burada en güzel yağmurlar da bu ayda yağardı en güzel çiçekler de bu ayda açardı. Elim ister istemez boynumdaki kolyeme gitti. Küçüklüğümden beri takardım bu kolyeyi. Ucunda küçük bir çiçek figürü olan biricik babaannem Hafize sultandan hediyeydi bana bu kolye. Çiçek kızım derdi bana hep. Neden böyle dediğini sorduğumda ise ona benzediğimi onun gibi benim de çiçekleri çok sevdiğimden bana böyle seslenirmiş. Öğretmen olduğunda da gittiğin yerlerde çiçek açtır derdi hep. Böyle büyütmüştü beni. Her tatilde mutlaka yanında alırdım soluğu. Şehrin karmaşasından kurtulup bir tek onun eteğinin dibinde rahatı bulurdum. Fazlaydı bana bu şehrin keşmekeşi. Ruhumu daraltıyordu. Ömrünü azaltıyordu sanki. Çocukken de böyleydim. En ufak karmaşa da yanına kaçardım. Eteğine sığınırdım. Çiçek toplayalım derdim. Tutardı elimden ormanlardan dağlardan geçirirdi. Onunla beraber Karadenizin sivri dağlarına beraber çıkar gezmediğimiz, ayağımızın basmadığı köşe bırakmazdık. O şifalı otlar toplarken ben de peşi sıra çiçek toplardım. Her çiçeğin, otun anlamını; neye yaradığını bıkmadan anlatırdı bana. ‘Nene’ diye başlayan her lafımı dikkatle dinlerdi. O anlatırken ben de dünyanın en büyük sırrını dinliyormuş gibi bakardım. Ne bilirse, ne öğrenmişse bana da öğretti. Bütün bildiklerini miras bıraktı. Tek mirası bildikleri değildi. Sol elimin ayasında küçük bir yıldıza benzeyen doğum lekesi vardı. Tıpkı Hafize sultanın elindeki doğum lekesine benziyordu. Uğurum saymıştım bu lekeyi. Küçük ve kırmızı renkliydi. Bazen kimse görmesin bir tek ben bileyim diye elime kırmızı kına yaktırırdım. O kadar özeldi benim için. Sanki kimsede olmayan özel bir sırrın bende olması gibi hissettirirdi. Hafize sultan “Gökten yıldız düşmüş.” derdi sürekli. Özel olan, sihirmiş gibi gelen doğum lekesi daha da özel olurdu ondan sonra. Tüm bu güzelliklerin içinde öyle bir mirası vardı ki nenemin tek vicdan azabıydı. Hayatım boyunca bana eziyet çektiren şeker hastalığı babaannemden yadigardı bana. Genetik demiş doktorlar. Daha küçükken ortaya çıkmış. Babaannem de ondan geçtiğini düşünürdü. Fark ettirmezdi ama ben anlardım. Mavi gözlerinde derin bir vicdan azabı vardı. Tüm bu düşüncelerin içinden dersin bittiğini belirten zil sesi çıkardı. "Çocuklar testiniz bitmediyse ödeviniz olsun. Bir dahaki ders birlikte cevaplandırırız. Hepinize iyi akşamlar.” diyerek öğrencilere dersin bittiğini belirttim. Kitaplarımı masadan toplayarak öğretmenler odasına girdim. Eşyalarımı da bana ayrılan dolaba yerleştirdim. Kabanımı giyeceğim esnada ayrık otu kılıklı herif yine dibimde bitti. "Nazenin hocam dışarıda çok yağmur yağıyor. Gideceğin yere seni ben bırakırım.” Fikrimi bile sormadan direkt seni ben bırakırım diyordu. Üstüme kürek kürek sabır atılsın istiyorum şu an. Çok ihtiyacım var çünkü. "Gerek yok hocam ben kendim giderim.” Gayet net bir cevap olduğunu düşünüyorum. "Bu yağmurda nasıl gideceksin. Ben bırakırım seni.” Netlik de fayda etmiyor bazen. Ne bahane uydursam da kurtulsam diye düşünmeye başladım. "Babam gelecek zaten size gerek yok.” Yüzündeki sırıtık ifadenin yerini somurtkanlık aldı. "Yine de teklifiniz için çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere.” Yüzümüze de sahte bir gülümseme yerleştirdik mi tamamdır. Seri bir halde yıkılmadım ama ayakta da değilim mesajı veren şemsiyemi de alıp kendimi dışarı attım. Yağmur bir nebze de olsa azalmıştı. Şemsiyemi açıp sağını solunu beni idare edebilecek duruma getirdikten sonra yürümeye, yolları tüketmeye başladım. Fakat çok sürmeden yağmur daha da şiddetini artırmaya başladı. Elimdeki şemsiyenin ise kalan son canı da çıkmıştı. Sayın şemsiye üreticisi amcalar. Lütfen bu şemsiyeleri Karadeniz yağmurlarına dayanabilecek şekilde üretin. Sinirle elimdeki şemsiyeyi yanından geçtiğim çöp kutusuna fırlattım. Kaldırımın kenarında sığınabileceğim bir yer aradığımda daha önce varlığından haberdar olmadığım yan sokakta bir kitapçı gözüme ilişti. “Nilüfer Kitabevi” Algıda seçicilik de olabilir tabi. Sonuçta sevdiğimiz, bolca da vakit geçirdiğimiz mekanlardı. İçeriye hışımla kendimi attım. Kapının üstünde asılı olan zilin sesi ortamı sardı. İçerisinde büyük kitaplıklar ve okuma köşeleri olan çoğunlukla kahverengi tonlarının hakim olduğu bir kitapçıydı burası. Uzun büyük pencerenin dibinde büyük minderlerle okuma köşeleri hazırlamışlardı. Tanana kadar uzun büyük kitaplıkları vardı. Normal bir insanın boyunu fazlasıyla geçiyordu. Tavandan sarkıtılan sararmış eskimiş kitaplar vardı. Yüzlerceydi. Ahşaplardan gelen çam ve kağıt kokusuyla sarmalanmıştı her yer. Mumlarla ve sarı ışıklarla aydınlatılmıştı. İnsan gözlerini alamıyordu. Oldukça büyük bir kitabeviydi. Dışarıdan küçük görünüşüne aldanmamak gerekiyordu. Ben nasıl keşfetmemiştim burayı. Belki de Oğuz Atay’ın dediği gibi güzel şeyler aniden karşımıza çıkıyordur. Artık sık sık gelmeliydim. Gözlerimi tavandan asılı duran kitaplardan hiç ayıramıyordum. Hazır gelmişken bir kaç kitap alsam da fena olmaz aslında diye düşündüm. Ama evde okunmamışlar var. Olsun canım geleceğe yatırım diyerek bugün de kendimizi avuttuk. Hem öğrencilerle kitaplarla ilgili etkinlik de yapabilirdik. "Hoş geldin kızım. Buyur neye bakmıştın.” Yanıma 50'li yaşlarda bir bey amca geldi. Muhtemelen buranın sahibiydi. "Özel olarak baktığım bir kitap yok. Sadece Türk romanlarının nerede olduğunu söylemeniz yeterli.” Ben bey amcaya cevap verirken hala ortamı incelemeye devam ediyordum. "İlk altı rafta Türkçe romanlar var. İstediğin kitabı bulamazsan beni çağırabilirsin kızım.” "Tamam peki teşekkürler.” Gelmişken şiir kitabı da mı alsam? Öğrencilerle tahlil de etmiş olurum. Hem onlar için de sınav pratiği olurdu. Raflara yönelmeden şiir kitaplarının da yerini sordum. "Şiir kitapları hangi raflarda peki?” "Altıncı raftan sonrasında hep şiir kitabı var kızım.” "Teşekkürler efendim.” Rafların önüne geldiğimde babama beni alması gerektiğini belirten kısa bir mesaj attım. O gelene kadar alacağım kitapları seçsem iyi olacaktı. Tek tek kitapları inceledim. Baktığım her bir köşede kitap vardı. Eski yeni bir sürü. Altıncı rafa kadar elim boş gelmiştim. Sanırım benim için asıl hazine buradaydı. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal ve daha nicesi. Sabahattin Ali külliyatını tamamen bitirmiştim. Yaşar Kemal’den ise bir iki kitap kalmıştı bitmesine. Eksik kitapları da bulduktan sonra şiirlerin olduğu tarafa geçtim. Buradan da bir kaç kitap seçtik mi tamamdır diye geçirdim içimden. Edebiyatta sanırım en özgüvensiz olduğum konuydu şiirler. Hiçbir zaman şiir insanı olmamıştım. Anlaşılması zordu. Sanki kelimeler sihirliydi ya da bir sihir o kelimeleri bir araya getirmişti ve ben o sihri çözemiyordum. Zordu yani kısaca. Akademik anlamda da büyük zorluklar çektirmişti bana. Üniversitede şiirle alakalı dersleri geçmekte hep zorlanırdım. Şimdiyse derslerde şiirleri işledikçe bu zorlukları aşıyordum. Ahşap rafları tavana kadar uzanan rafın önünde durdum. Elimi şiir kitaplarının üzerinde gezdirmeye başladım. Bu esnada gözlerimi de kapattım. Ruhu olan bir kitap arıyordum. Ben şiiri değil şiir beni seçecekti. Bu benim için bir çeşit ritüel gibiydi. Ne aradığımı bilmiyorsam aradığım şey beni bulurdu o zaman. Adımlarımı attıkça, kitaplara dokundukça farklı dünyaları gezdim dolaştım sanki. Şairleri tanıdım, şiirlerini tanıdım da geri geldim. Hissettim her birini. Kitapların üstünde parmaklarımı gezdirdiğim esnada avucumun içine bir kitap tutuşturulduğunu hissettim. Gözlerimi açtığımda karşımda yeşil gözleriyle bana bakan biri vardı. Açıklama bekleyen bir ifadeyle ona döndüm. “Merhaba.” Hâlâ daha açıklama beklediğimi anlayınca lafa girdi. “Seçmekte zorlanıyor gibiydiniz. Yardımcı olmak istedim.” "Anladım. Yardımınız için teşekkürler.” Elimdeki kitaba baktığımda Özdemir Asaf’ın şiir kitabı olduğunu gördüm. "Bu kitabındaki şiirleri en güzelleridir.” diyerek tereciye tere satmaya kalkıyordu adeta. "Konu Özdemir Asaf’ın şiirleriyse güzelliği tartışılmazdır.” "Kesinlikle öyle.” diyerek beni onayladı. Kitabın sayfalarını aralayıp inceleyeceğim sırada karşımdaki adamın tuhaf sorusuna maruz kaldım. "Şiir mi roman mı? Duyduğum soru ile gözlerimi kitaptaptan kaldırdım. "Efendim?” dedim. Anlamazca. "Şiir mi roman mı? Basit bir soruydu oysa.” "Soru basit ama eksik. Ne için şiir mi roman mı?” "Okumak için yeni kitap arıyorum. Onun için kararsızım. Fikrinizi sormak istedim.” Ellerini arkaya bağlamış tepkilerimi ölçer gibi beni inceliyordu. Odağı gözlerimdeydi hep. Dikkatle dinliyordu kısa cümlelerimi. "Benim önerimi istiyorsunuz yani.” dedim. Onun amacını ben belli etmiştim. "Aynen öyle.”diyerek beni tekrar onayladı. "Bana göre roman.” diyerek kendi fikrimi belirttim. Tabi ki de roman diyecektim. Ben roman kadınıyım sen seversin sev… Dışarıya karşı zeki olup kendi içinden bu kadar saçmalayabilen tek insan olabilirim. Her ne ise. "O zaman benim için bir roman seçer misiniz?” diye ricada bulundu. Birine kitap önermek mi? Severiz. "Tabi.” dedim. Elimdeki kitapları arkamda yer alan masaya bıraktıktan sonra rafları incelemeye başladım. Küçük bir sepetin içinde yerleştirilmeyi bekleyen kitapların arasında bir kitap gözüme ilişti. Öğrencilik zamanımda severek okuduğum hatta elimden hiç düşürmediğim “Matin Eden” sepetin içinde duruyordu. Kitaplar konusunda söylediğim o cümle aklıma geldi. Kitap sahibini seçmişti. Sepetin içinden kitabı alarak adını bile bilmediğim yabancıya uzattım. "Martin Eden?”dedi. Ses tonu çok dikkatimi çekmişti. Konuşurken kelimeleri düzgün telaffuz etmesi de konuşmasına etkileyicilik katıyordu. Eline tutuşturduğum kitabı açıp incelemeye başladı. “Duymuştum ama hiç okumadım.” "Demek ki doğru zamanını beklemiş.”dedim. "Tercihinize güvenebilir miyim?” Sorduğu soru ufaktan sinirlendirmişti beni. "Madem tercihlerimden şüpheniz vardı neden kitap seçmemi istediniz?” Sorduğum soruyla dudaklarında belli belirsiz bir kıvrılma fark ettim. “Kitaplarla aram iyidir. Bu kitap da çok sevilen bir kitaptır. Tabi okuyup okumamak sizin tercihiniz.” Madem seçtiğim kitaptan şüphesi vardı ben de önerdiğim gibi geri alırdım o kitabı da. Tabi almak için uzandığımda kitabı vermemişti. Sıkı sıkı elinde tutuyordu. "Tercihlerinize güveniyorum.” diyerek kitabı kendine doğru çekti. Aramızda olan konuşmayı benim telefonumun sesi bölmüştü. Arayan kişi tabi ki babamdı. Geldiğini söyleyecekti büyük ihtimalle. Elimi kitaptan çekip çantama attım. İçinin çarşamba pazarına döndüğü çantamdan telefonumu zorlukla çıkardım. "Müsadenizle telefonum çalıyor.” "Tabi müsade sizin.” Yanından ayrılarak kimsenin olmadığı bir köşeye geçip babama nerede olduğumu söyledim. Telefonu kapattıktan sonra geri döndüğümde ise adını sanını bilmediğim yabancı ortalıkta yoktu. Babamı çok bekletmemek için hemen kitapları alıp gitmeliydim. Kitaplarımı kucağıma doldurduğum esnada Özdemir Asaf’ın kitabının arasından yere bir şey düştüğünü farkettim. Ayak ucuma küçük bir kağıt parçası düşmüştü. Yere eğilip kağıdı aldım. Üzerinde küçük bir şiir yazıyordu. Şiir de sahibini seçmişti. Baharda kışı, Kışın da baharı özler insan. Ne uzaksa onu özler… ÖZDEMİR ASAF Kağıdın arka yüzünü çevirdiğimde ise; “Orman gözlü oğlandan BAL BÖCEĞİNE” yazıyordu. |
0% |