
instagram hesabım: yusraergn
tiktok hesabım: yusraergunkitaplari
Bölüm şarkısı: Sertab Erener- O ye (Aslı'ya uyan başka bir şarkı daha olamazdı herhalde sfsfsf)
Keyifli Okumalar
2. Bölüm: "Siyah Arabalı Prens"
Ben hayattan beklentilerimi hep düşük tutan bir kızdım. Çünkü beklenti hayal kurmayı gerektirir, hayal kurmanın sonucu çoğu zaman hayal kırıklığı ile sonuçlanırdı. Ben de haliyle hayal kırıklığına uğramak istemez, bundan elimden geldiğince kaçınırdım.
Bu nedenle hayattan olduğu gibi insanlara olan beklentilerim de en azami sınırdaydı. Çünkü yüksek tutacağım bu beklentiler bana mutsuzluk ve koca bir depresyondan başka bir şey katmayacaktı. İşte bu yüzden umursamaz ve gamsızdım. Kafama taktığım tek şey: mini eteklerimin duruşu, makyajlarımın ve parfümümün kaliteliliği... Benim de beklentim buydu, ne yaparsın? Kimine göre saçma kimine göre aptalca... Ama bana göre son derece önem arz ediyordu.
Bu sabah okula gitmek için hazırlanırken karşılaştığım felaketten dolayı oldukça üzgündüm. Bir ay boyunca çalışıp aldığım marka parfümüm bitmek üzereydi ve benim yenisini almak için birikmiş param yoktu. Kıyamayarak kullanıyordum ve havaya saçılan bir toz parçacığını bile boşa harcamayacak kadar dikkat ederdim ama her güzel şeyin sonu olduğu gibi parfümümün de sonu gelmişti.
Yalnız fena halde güzel ve kışkırtıcı kokuyordum. Kendime aşıladığım yüksek miktarda doz özgüvenle neredeyse bir taraflarım arşa çıkacaktı.
Otobüs durağında okula gitmeyi beklerken tam o anda kurtarıcı meleğim Metin abi aramıştı beni. Bu gece bir iş adamının verdiği yemekte ek takviye lazımdı. Ben de restoranın gerekli zamanlarında çalışan ve en çalışkan elemanıydım. Haliyle böyle zamanlarda oranın hatırı sayılır şefi Metin abinin aklına ilk ben gelirdim. Hızır gibi yetişmişti. Bu gece alacağım bahşişleri düşününce mutlu bir gülümseme belirdi yüzümde. Bitmek üzere olan parfümümü alabilecektim.
Teklifi memnuniyetle kabul edip kısa ve geçici bir mutluluğun sarhoşluğuyla durağa yaklaşan otobüse bindim. Beş dakikalık yolun ardından okula vardığımda dik başım ve yere sağlam basan adımlarımla yönümü direkt kafeteryaya çevirdim. Benim tayfa oradaydı.
Berna bana el sallarken diğerleri de gülümsemişti ancak Damla beni süzüp kıskanç bakışlarında saklamaya bile gerek duymadığı hoşnutsuzluğu ile gözlerini devirdi. Onu tabi ki de her zamanki gibi takmadım. Zaten en çok buna sinir olurdu ya!
Berna yanlarına gelir gelmez bana sarıldı. Bu fazlaca sıcak haline anlam veremedim.
"Geçen haftaki sınavdan yüz almışsın," dedi benden daha coşkulu sesiyle.
"Sen kaç aldın?" Aslında kimin ne kadar aldığını sormazdım ama yüzü güldüğüne göre sormamı bekliyordu.
"Seksen." Küçük, kahverengi gözleri mutlulukla ışıldıyordu. Ne yalan söyleyeyim? Kendi puanımdan çok daha sevinmiştim. Ben alışıktım ve zaten beklediğim bir sonuçtu ama Berna çok çalışıp da hep düşük alanlardandı.
"Çok sevindim," dedim yanağına dünyayı kurtarmışçasına bir öpücük kondurarak.
Semih de bizim bölümden olduğundan kendi puanını söylemekten geri durmamıştı. Yetmiş beş almıştı o da ve memnun görünüyordu. Güne güzel haberlerle başlamak güzeldi. Kolumdaki ince kordonlu, küçük saate baktım. Derse daha beş dakika vardı. Kahve almaya vaktim olduğunu görmemle yerimden fırladım.
Satış bölümüne gidip her zamanki sütlü kahvemden istedim. Çalışan kız kahvemi hazırlarken arkamdan burnuma doğru yayılan erkeksi parfüm en sevdiğim markanın en sevdiğim erkek parfümüydü. Tam dönüp bu baştan çıkarıcı parfümün kimin kullandığına bakacaktım ki onun sesini duydum. Arslan.
"Sade bir kahve alabilir miyim?" Bir haftadır düşünmeyi kendime yasakladığım adam itiraf etmeliyim ki girdiğim onu düşünmeme detoksunu şu an yerle bir etmişti. Kalbim onun için hızlı hızlı çarpıyordu. Engel olamıyordum. Ben kızgın olsam da dinleyen kimdi. Kalbim benden bağımsız hareket etmesine ayrı bir sinir oluyordum.
Önüme konulan kahvemin parasını ödeyip arkamı döndüm ama bir kez dahi yüzüne bakmadan yanından geçip gittim. Bu, seni umursamıyorum, çoktan unuttum havalarıydı. Külliyen yalan olduğunu sadece kalbim biliyordu. E kimse kalbimi göremediği için de sorun yoktu.
Tekrar bizimkilerin yanına oturdum ve kahvemi yudumlamaya başladım. Dışarıdan o kadar rahat duruyordum ki Arslan'ı bilen Berna bana karıştığı kafasıyla dik dik bakıyordu.
"Kızım az önce ne oldu öyle?"
Anlamazlıktan geldim. "Hı! Ne oldu?
"Sen... Bak bir daha üstüne basıyorum sen adamın yüzüne bakmadın."
Omuzlarımı silktim. "Yani?"
Berna diğerlerini kontrol edip onların kendi aralarında hafta sonu planı için tartıştıklarını görünce sessizce devam etti.
"Bu çok tuhaf," dedi hafiyeliğe soyunan arkadaşım. "Fark etmedin mi gerçekten?"
Sıkılgan bir nefes verdim. "Neyi Berna?"
"Hayret! Senden kaçar mıydı?" dedi açığımı yakaladığı için sevinmiş suratıyla. "Sen onu görmezden gelip önünden geçip gidince dönüp arkandan sana baktı."
Gözlerimin bir fener gibi parladığına emindim. Allah'tan başım eğik, gözlerim avucumun içindeki kahve bardağında olduğundan Berna görmedi. O göremeden de umursamazlık maskemi taktım.
"Ne yapabilirim?" Berna hayatında bu kadar şok olmamıştır herhalde. Ben aynı rahat tavrımla kahvemi yudumlarken Berna'nın neredeyse iki dakikadır üstümde tuttuğu bakışları milim sapmadı. Evet, iki defa altmış saniyeye kadar saydım. Vardır öyle saçma huylarım. Bazen kendimi bir şeyleri sayarken buluyordum. Ve her insan biraz da kendinin psikoloğudur mantığına uyup bu hareketimle düşünmek istemediklerimi engellemeye çalışır, kafamı böyle saçma şeylerle doldurmayı bir kaçış olarak görürdüm. Kendi kendime yaptığım tespitin doğruluğu ise tartışılırdı pekâlâ. Çünkü takıntılı psikolojik bir hastalığın içinde de olabilirdim.
Berna'nın bakışlarına dayanamayıp sonunda pes ettim. Kolay kolay pes etmezdim ama saniye saymaktan sıkılmıştım. Üç dakikayı da doldurmak üzereydi. Göz kırpıp başımı kabaca salladım.
"Ne? Neden bakıyorsun deminden beridir?"
"Hayretler içindeyim doğrusu." Eh, görebiliyordum ama çokbilmiş sıfatına arkadaşım tarafından pek çok kez gibi yine yakıştırılmak istemediğimden sustum.
Gözlerimi devirdim. "Çıkar şu ağzındaki baklayı Berna?" Gerçi baklayı ben çoktan anlamıştım ama akışı bozmak istemedim.
"Senin takıntılı olduğun adamın..."
Lafını kesip onu düzelttim. "Takıntılı değilim," dedim üstüne basa basa asla kabul etmeyen bir sesle. Sadece aşıktım!
Neyse ki uzatmadı. "Tamam, şöyle söyleyeyim: Hoşlandığın adam dönüp sana baktı, ne zamandır da tam karşında oturuyor ve sen ona hiç bakmadın. Normalde şu an ağzının suyu aka aka ona bakıyor olmalıydın."
"Aa! Karşımda mı oturuyor? Hiç fark etmemişim," dedim abartılı bir şaşkınlıkla ama Arslan'ın oturduğu ilk anda tüm algılarım onun farkına çoktan varmıştı.
Beni tanıyan arkadaşım yer mi? Yemez tabi. Sonuçta benim arkadaşım. Önce şüpheyle gözlerini kıstı sonra bir aydınlanma yaşadı.
"Bir şey yaptın." Soru sormuyordu, direkt tespit koyuyordu. Dediğim gibi beni tanıyordu.
"Hayır!" Kahve bardağına işkence etmeyi bırakıp telefonumu elime aldım ve sosyal medya hesaplarıma bakındım.
"Evet, yaptın," dedi ısrarla.
Aynı ısrarla, "Yapmadım," dedim.
Telefonumu bana doğru itip kucağıma düşmesini sağladı. "Yaptın işte! Tanıyorum seni."
Ofladım. "Tamam, yaptım."
Baygınlık geçirir gibi sandalyeye yasladı sırtını. "Ne yaptın yine Aslı?"
Berna'nın hareketiyle ona dönen masadakilerin bakışlarını gösterdim.
"Bir sorun mu var?" dedi Semih.
"Yo, "diye uzattı canım arkadaşım, oscarlık bir performansla kendini hemen toparladı.
"Ben gidiyorum," dedi Damla. Bunların muhabbetine katlanmak istemiyorum der gibi. Aman ne güzel haberdi!
"İsabet olur." Ağzımın içinden homurdandıklarımı duymuştu. Hışımla bana döndü. Öfkeli ve hırçındı. Ona şirince ama alt metninde çok gıcıkça bir gülümseme yolladım. O ve Ceren Türk Dili ve Edebiyat bölümünü okuyordu. Allah'tan aynı sınıfta değildik. Yoksa orda da benimle boş bir rekabete girerdi. Kaybedeceği bir rekabet...
"Biz de kalkalım. Ders başlayacak birazdan." Semih'in toparlanmasıyla kaçış yolu bulmanın sevinciyle tam ayaklanacaktım ki Berna bileğimden tutup beni geri oturttu.
"Sen git, biz geliriz sonra." Semih sorgulamadı. Bizim kendi aramızda konuşmalarımıza alışıktı ve saygısızlık yapmazdı. Bu huyunu severdim ama şimdi içimden lanetler okuyordum. Semih'in gidişini izlerken gözlerim yanlışlıkla Arslan'a kaydı. Siz inanmazsınız şimdi ama gerçekten yanlışlıkla oldu. Tırnağım kırılsın ki öyle. Bakın kolay kolay benim için korkunç bir olaya yemin etmezdim. O yüzden inanın. Tamam mı?
İnandınız mı? Bence de inanmayın. Yanlışlıkla değil, gayet de bilerek kaydırdım gözlerimi o yöne. Ama kaza süsü veriyordum işte.
O da hissetmiş gibi bana baktı ama bu çok kısa sürdü. Sanki öylesine kafasını kaldırıp etrafa bakmış gibi bir algı yaratmıştı. Sanırım o da kaza süsü vermeye çalışıyordu.
Ancak benden de kaçmazdı. Bana bakmıştı işte! Bakmıştı değil mi? Siz söyleyin.
Belki de kendim çalıp kendim oynuyordum. Mantığımın ağzının ortasına bir tane patlatıp kalbimin sesini sonuna kadar açtım ve ilk düşünceme katıldım.
Berna beni dürtükledi.
"Hey! Sana diyorum! Ne yaptın? Çabuk söyle." Bu kız unutmak nedir bilmez miydi?
Basit bir şeymiş gibi," Arslan'a çıkma teklifi ettim," dedim arkadaşımın kısa süreli bir felç yaşamasına sebep olarak. Şokla kalakalınca bir an gerçekten de felç falan geçirdiğini düşünüp onu sarstım. Yok! Hayır! Etki etmiyordu! Acaba ambulansı arasa mıydım? Peki, ne diyecektim? Sevdiğim çocuğa çıkma teklifi ettiğimi söylediğim için felç geçirdi mi? Sağlık görevlilerinin bizi deli sanması muhtemeldi. O zaman da bizi direkt tımarhaneye götürülerdi.
Birkaç saniye sonra kafeteryada yankılanan bir sesle bağırınca elimi kalbime koyup nefesimi dışarıya üfledim. Neyse ki kendine gelmişti. Tımarhane işi şimdilik ertelenmişti sanırım. Ama şimdilik. Çünkü insanlar iç sesimi bir duysalardı delilerin ağa babası zannederlerdi.
"Ne?"
Bu sayede birçok göz bize dönmüştü. Tabi ki Arslan'ın hariç. Az önceki hatasını telafi ediyordu kendince. Nasıl bakardı bana? Deyip eminim içinden kendine kızıyordu.
Berna'nın kolunu çimdikledim. Ay bu kız beni rezil edecekti! Okuldaki havamı bozuyordu.
"Sussana kızım!" Ne çimdiklememden etkilendi ne de söylediğimi umursadı ama en azından sesini kısmıştı.
"Beni daha ne kadar şaşırtabilirsin diyorum her seferinde ama sen yine her seferinde level atlıyorsun." Başını iki yana salladı. "Senin deliliklerine alışığım ama başkasından duysaydım sen bile yapmazsın derdim." Ona kirpiklerimin altından baktım. Niye abartmıştı bu kadar? Bir kız bir erkeğe çıkma teklifi edemez miydi? Çok mu acayipti yahu? Bence değildi. Ya sizce?
"Peki, ne dedi?"
Hüzünle iç çektim. En sevmediğim kısma gelmiştik sonunda. "Reddedildim."
Ve bir şok daha... "Gerçekten mi?"
"Evet. Ben de beni reddetmesine bir anlam veremedim. Sonuçta güzel ve zeki bir kızdım. "
Berna kendimi övmelerime alışık olduğundan çok da üstünde durmadı.
"Belki sevdiği vardır," dedi kalbime bir kurşun sıksaydı daha iyiydi diyeceğim o cümleyle.
Bende pek rastlanılmayacak bir durgunluk ve hüzünle, "Bilmiyorum." dedim.
Berna gerçekten üzgün olduğumu görünce ki üzgün olduğumu gördüğü nadir anlardandı. Kolumu sıvazlayıp birkaç teselli cümlesi kurdu.
"Üzülme. O senin gibi zeki ve güzel bir kızı kaybettiği için üzülsün." Benim sözlerimi söyleyerek bana iyi geleceğini düşünmüştü ama yanılıyordu. Ben öyle boş tesellilere kanmazdım.
Burnumu özgüvenli ve inanan bir tavırla havaya diktim. "Üzülecek! Çok üzülecek."
Berna bana korku dolu gözlerle bakıyordu. "Sormaya korkuyorum ama ne yapacaksın?"
Sırıttım. "Hep birlikte göreceğiz," dedim ve ayağa kalktım. "Hadi derse gidelim."
Kafenin çıkışı Arslan'ın oturduğu tarafa düşüyordu. Bilerek önünden yine ona hiç bakmadan geçtim. Ardımdan kokumu bırakarak... Saçımı omuzumdan savurup içimden kendime övgülere devam ettim. Harikayım!
***
Bu yıl hem kendi bölümümüzün dersleri hem de Pedagojik formasyon derslerine girdiğimizden diğer senelere nazaran daha çok yoruluyordum. Üstüne Öğretim tasarım ve materyalleri dersinden sunum yapacaktık. Öğrencileri ikişerli gruplara ayıran hoca bize bir hafta süre vermişti. Şansıma sevdiğim arkadaşım Semih ile gruplandırılmıştım.
Semih bugünden başlama teklifi etmişti ama ben ne kadar yorgun da olsam istediğim parfümü alabilmek için işe gitmek zorundaydım. Şimdi eve gidip hazırlanmalı ve oradan da restorana gitmeliydim. Neyse ki yarın okul yoktu ve öğlene kadar uyuyabilecektim!
Yine her zamanki gibi süslenip saçlarımı bu defa topladım ve dar eteğim ile beyaz bir gömlek giydim. Nasıl olsa orada etek gömlek vereceklerdi. Onları giymek yerine kendi kıyafetlerimi giyip siyah, kısa kabanımı üstüme geçirdim ve evden çıktım.
Benim kapıyı kapatmamla Raziye teyzenin kapısının açılması bir oldu. Kilidi çevirirken gözlerimi devirdim.
Hani mahallelerin mobese teyzeleri olurdu ya. Hah! İşte Raziye teyze de apartmanın mobesesiydi. Gerçi daha çok benim mobesem gibi davranıyordu. Kadının bana karşı radarı vardı sanki. Sürekli bana denk geliyordu daha doğrusu denk getiriyordu bu çöp atmalarını.
Arkamı döndüğümde tam da düşündüğüm gibi Raziye teyze de kapısındaki kovaya çöpünü bırakıyordu.
Beni yine baştan ayağa süzdü. Gözleri ince siyah çorapla süslediğim açıkta kalan bacaklarıma takıldı. Bir sonraki hareketini biliyordum. Yüzünü ekşitecek. Tam da öyle olunca bilmiş bir edayla dudaklarımı kıvırdım.
"Üşümüyor musun kızım sen?" Dilimin ucuna gelen koca bir SANA NE! cümlesini yuttum.
"Hayır." Tek kelimelik kısa cevapları sevmezdi. Uzun ve ayrıntı isterdi. Dedikoduyu çok sevdiği için her şeyi detaylı bilmeyi kendinde hak görürdü.
"Şimdi ki gençler çok serbest. Aileden habersiz gece gece dışarı çıkmalar, geç saatte dönmeler... Kısacık, daracık kıyafetler... Kim bilir nereye gidiyorsun yine."
Alışık olduğumdan garipsemedim. "Âlemlere akmaya gidiyorum Raziye teyze. Gelmek ister misin?"
Gözleri kocaman açıldı. "A A! Benim ne işim var? Tövbe tövbe."
"Neden öyle diyorsun Raziye teyze? Belki sana bir kısmet çıkar."
Elli yaşında hala bekâr bir kadındı. Tek başına yaşıyordu o da. Arada bir yeğenleri gelir giderdi. Onlar dışında pek kimsesi yoktu. Hayatında uğraşacak bir şey de olmayınca apartmandakilere en çok da bana sarıyordu. Ben de onu beni süzdüğü gibi süzdüm.
"Gerçi biraz zor ama."
Soluk, buz mavisi gözlerini öfkeyle kıstı. Korkardım bu gözlerden. Bana hep ürkütücü gelmiştir.
"Terbiyesiz."
Tek omzumu silkip onunla bir laf dalaşını daha kazanmanın keyfiyle aşağı indim. Evim ikinci katta olduğu için bazen asansör kullanmazdım. Apartmanın dış kapısından çıkarken Raziye teyzenin arkamdan hala söylendiğini duyabiliyordum. Sert, demir kapı ardımdan kapanınca sesi de kesilmişti.
Tam zamanında gelen otobüse atladım. Birkaç kişinin dağınık oturduğu otobüste en arkaya geçip oturdum ve kulaklığımı takarak şarkı dinleye dinleye mekâna geldim. Otobüs çok fazla durakta durmuştu. Bu yüzden biraz geç kalmıştım. O yüzden Metin abi beni kapıda bekliyordu.
"Otobüs çok durdu," diye açıklamaya giriştim ancak Metin abi elini kaldırıp beni susturdu.
"Tahmin edebiliyorum. Açıklamayı bırak da çabuk hazırlan ve servise çık."
Başımı sallayıp hemen içeri girdim ve restoranın mutfak kısmına geçtim. Çantamı soyunma odasına bıraktım ve önlüğümü takarak işe koyuldum. Müşterilerin siparişlerini alıyor, sipariş verdiklerini masalarına getiriyordum. Oldukça kalabalıktı. Her tarafta üstündekilerin benim kira param kadar pahalı olan takım elbiseli adamlar, birbirinden şık giyinmiş ve hemcinsleriyle yarış içinde olan kadınlarla doluydu içerisi. Kadınlar kendinden küçük gördüğü garsonların yüzüne bile bakmazken çapkın zengin erkekler ise ara sıra benle birlikte üç kız garsonu yandan yandan süzüyordu. İçeriye değişik ve ağır bir hava hâkimdi. İnsanlar bir tuhaftı. Küçük dağları ben yarattım havalarında burunları kibirden neredeyse göğü aşacaktı.
Bir siparişi daha masaya bırakıp, mutfaktaki yerimi aldım. Tezgâhın üstündeki kapta bir sürü artık yemek vardı. Elimdeki tepsiyi bırakıp kabı aldım.
Restoranın arka kapısına doğru hareketlendiğim sırada şefimiz Metin abi ile burun buruna geldim. "Nereye Aslı?" diye sordu.
Elimdekileri gösterip, "Bunları restoranın arkasındaki hayvanlara vereyim dedim abi. Yazık, havalar da iyice soğudu. Yiyecek bulmakta zorlanıyorlar," dedim.
Metin abi başını salladı. "Tamam, verip hemen gel. Yoğun bir gece..." Metin abi anlayışlı ve iyi biriydi. Üstümüzdeki otoritesinin yanında bizlere her daim yardımcı olurdu. Öğrencilere daha da anlayışlı yaklaşırdı.
"Dur! Şunları da al," dedi Gökçe. Buranın daimi çalışanıydı. Tanışıklığımız bir yıla dayanıyordu. İş aradığım ve burada yarı zamanlı işe alındığım gün tanışmıştık. Tatlı, kendi halinde bir kızdı.
Tabaktaki yarısına dokunulmamış eti de kaba döktü. Hepsi ziyan, israftı ama en azından hayvancağızlar nasipleniyordu.
Hızlı olmaya çalışıp, restoranın arka kapısından dar ve ıssız sokağa çıktım. Anında beni tanıyan köpek ve kedi dostlarım etrafımı sardı. Hepsini sevgiyle izledim.
"Gelin bakalım dostlarım, size ziyafet çektireceğim."
Çöpün yakınına, yiyeceklerin yarısını çöpten aldığım kartonun üstüne döktüm. Etrafı kirletmek olmazdı. Köpekler hemen yemeklere saldırırken, kediler uzakta bekledi. Onlar için de biraz daha uzakta aynı şeyi yapıp geri çekildim.
Kedilerin yemeğine göz diken köpeğe, "Hayır Pati!" dedim. Evet, onlara isim de vermiştim. Birbirimizi artık tanıyorduk ve onlar buranın kıdemlileriydi. "Senin yemeğin orada, kedi dostlarımızı rahat bırak! Açgözlü seni!"
Pati sanki söylediklerimi anlamış gibi başını önüne eğdi ve ince sesler çıkardı. Herhalde bu özür dilerim demekti. Köpeklerin insanları anladığını düşünüyordum ve karşılık verdiklerine pek çok kez bu dostlar sayesinde öğrenmiştim. Pati kendi yemek bölümüne geçerken sırıttım.
"Tanıdığım birçok insandan daha akıllısın Pati." Eh! Hazır karşımda beni yargılamayacak biri vardı. Hemen dedikoduya başladım. "Özellikle Damla'dan çok akıllısın. Biliyor musun? Bir gün bana nazar değdirecek diye çok korkuyorum. Gözü göz değil o kızın."
Pati yemeğini yerken bir yandan da beni dinliyordu. Ya da dinliyormuş gibi yapıyordu. Belki de içinden ne boş yapıyorsun ya! Bir rahat bırak da yemeğimi yiyeyim, diyordur. Hayvan da olsa yemek yerken rahatsız edilmek istemiyor olabilir. Saygı duymak lazım.
Bir ara izlendiğim hissine kapılınca ürperdim. Yoksa Arslan mı izliyor beni? Hep böyle olmaz mı? Tamam, filmlerde ve kitaplarda olurdu böyle şeyler ama neden gerçek hayatta da olmasındı? Etrafıma bakındım. Karanlık sokakta, köşede duran iki serserinin beni izlediğini görünce yüzüm düştü. Demek ki olmuyormuş. Sadece kurgu alemine özgü olması beni üzmüştü.
Siyah kapüşonlarını kafalarına geçirmiş, tehlikeliyim diye bas bas bağıran tiplerdi. İşte bu! Şimdi bu çocuklar benimle uğraşacak ve nereden geldiğini anlamadığım Arslan onları bir güzel dövüp beni kurtaracaktı.
Çocuklar bana ben onlara bakarken sonunda aralarında daha uzun boylu olan dayanamayıp konuştu.
"Hayırdır bacım?" Yüzümü buruşturdum. Kusacağımı sandım o an.
"Bacım ne ya?" Bağırmıştım. "Bacım senin an-" Sus Aslı! Neler diyorsun böyle? Prenses kişiliğimden ödün vermeden kendimi toparladım ve saçlarımı savurdum. Hem annelere laf yok! Anneler kutsaldı!
Ama yine de sinirlenmiştim. "Bir şey yapmayacak mısınız? Öylece durup bana mı bakacaksınız? "
İkisi de bana acaba bunun deli gömleği nerede, der gibi bakıyordu. Ne var yani kendimi bir film sahnesinde hayal ediyorsam? Birazdan şu köşeden Arslan çıksa, zor durumda olan bu masum kızı serserilerin elinden kurtarsa, sonra da güzel bir öpücük bahşetse bana... Çok mu şey istiyorum canım? Bence hayır ama sanırım fazla hayal âleminde yaşıyorum.
Ay tamam! Yüzüme vurmayın! Saçmaladım. Kabul ediyorum. Aşk, benim gibi zeki bir insanı bile delirtiyorsa siz kendi halinize yanın aa dostlar!
Saçma da olsa içimde kurduğum hayali sahneyi yine de bir umut beklediğimi inkâr edemezdim. Çocuklar üstüme yürüyeceğine ben üstlerine doğru yürüyünce ürkerek her an kaçacak bir pozisyon aldılar.
"Hala ne duruyorsunuz be?" Sesim tenha sokakta yankılanırken hiç konuşmayanın dili çözüldü.
"Gidelim oğlum, deli bu galiba. Başımıza bir iş açacak."
Herkesten duyduğum bu kelimeye normalde sinirlenmezdim ama hiçbir şey istediğim gibi olmayınca ashabım bozulmuştu.
"Sen bana deli mi dedin?" Bir ayağımı öne gider gibi yere vurunca korkup arkalarına bile bakmadan topukladılar. Benim kafamda kurduğum sahnenin serserileri de anca böyle olurdu zaten. Omuzlarımı düşürdüm.
"Korkaklar!"
Hayat, ne kitaplarda ki gibi ne de filmlerde ki gibi insanın istediği yönde ilerliyordu. Gerçekten de izlediklerimin etkisinde kalmıştım. Zaten düzgün olmayan psikolojim- her insanın psikolojisi azıcık bozuktur- daha çok bozulmuştu bu adam yüzünden.
Pati bile halime acıyarak bakıyordu. Duvarın köşesine sinmiş, iki patisinin arasından yere koyduğu başıyla o da benim için efkarlıydı.
"Sence Arslan da beni sevecek mi Pati?" Cılız bir mırıltıyla yanıtladı beni. Bu yanıt sanırım hayır demekti. "Hadi be! O kadar mı umutsuz diyorsun?" Pati bu kez cevap verme zahmetine bile girmedi.
Kendim sorup hayvancağız cevaplıyormuş gibi düşünüp ama kendim cevapladığım soruların sonu gelmeyeceğini anlayınca ve zamanımı burada fazla harcadığımın farkına varınca yeniden işimin başına dönüp az önceki saçmalığımı kendime bile unutturmak için durmadan çalıştım. Bu geceki performansımın sebebi olan Arslan sayesinde Metin abinin bana iyi bir para vereceği kesindi.
Daveti veren iş adamı, kadehine zarifçe vurarak eşini de yanına almış, iş ortakları ve bugüne dek çalıştığı insanlara şahane bir konuşma yapmıştı. Kenarda onları izlerken hayal âlemim yeniden devreye girmişti. Adamın Arslan, yanındaki eşinin de ben olduğumu hayal ettim. Arslan bir gün zengin olur muydu bilmem ama –çok da umurumda değildi- yanında ben olmayı çok isterdim. İç çektim.
Seninle böyle olabilirdik zalımın oğlu...
Adam konuşmasını bitirmiş olacak ki kopan alkışlarla kendime gelip hayal âleminden sıyrıldım. Benim hayaller giderek zıvanadan çıkıyordu. Aklımı başıma alsam iyi olacaktı. Yoksa o deli gömleğini giymem uzun sürmeyecekti.
Sahi Arslan kimdi, nereliydi, nasıl bir aileye mensuptu bilmiyordum. Onun hakkında bildiklerim okuduğu bölüm ve dışarıya karşı soğuk ve içine kapanık olması dışında elimde başka bilgi yoktu. Kimsin sen Arslan? Kalbimi benden çalıp öylece ortada bırakacak kadar zalim misin gerçekten? Aklında, kalbinde biri mi vardı? Geçmişinde acı bir aşk mı yaşamıştın?
Hayatını çok merak ediyordum ve öğrenmek için yanıp tutuştuğumu itiraf etmeliydim. Ama nasıl? Gözlemlediğim kadarıyla okulda hiç arkadaşı yoktu. Hep tek takılırdı. Araştırmak için elim kolum da uzun değildi. Nereden baksan çaresizdim.
Saat gece yarısına yaklaşırken içerideki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Son işerimi de halledip kabanımı giydiğim esnada Metin abinin bana uzattığı zarfı çantama sıkıştırıp restorandan ayrıldım. Bu saatte otobüs bulmam biraz zaman alacaktı.
İçerisi sıcaktı ve ben terlemiştim. Dışarının soğuğuna en dayanıksız olduğum andı. Önümü ilikledikten sonra kafamı yolun karşısına geçmek için kaldırdım ve ne göreyim? Arslan!
Elindeki poşetle karşıda yeni açılan pastaneden çıkıyordu. Yoksa benim hayaller gerçek mi oluyordu ne? Cüzdanını cebine soktu ve benim gibi kafasını kaldırdığında o da beni gördü. Gözlerinde anlık geçen şaşkınlığı yakalayabilmiştim. Evrene nasıl bir mesaj yolladıysam onu karşıma çıkarmıştı işte! Göz bebeklerim heyecandan titriyordu. Evet, şimdi gelip bana, beni eve bırakmayı teklif edecekti ve biz yarım saat boyunca aynı arabada olacaktık. Aynı zamanda ilk kez ona yakın olacaktım. İçimdeki coşkuyu tahmin edemezsiniz! Benim de anlatacak kelimelerim şu an için aklımdan uçup gitmişti. Kelime haznem tek bir kelimeyle dolmuştu: Arslan!
Şaşkınlığı hafif bir kaş çatmaya dönünce bana bakmayı kesip durduğu kaldırımın kenarına park ettiği siyah, pahalı ve oldukça lüks bir arabanın yanına yürüyüp kapısını açtı. Bu araba Arslan'ın mıydı? Böyle bir arabaya sahipse maddi durumu azımsanmayacak kadar iyiydi.
Gazı kökledi ve benim olduğum karşı kaldırıma doğru dönüş aldı. İşte geliyor siyah atlı ay pardon arabalı prensim. Neden siyah at diye sormayın. Bu da benim farkım.
Önümde duracağına o kadar eminim ki ağırdan alma konusunda kendimi içten içe tembihliyordum. Araba yaklaştı ve beklediğimin aksine önümden çok daha hızlı bir ayarda geçip gitti. Arkasından ağzım açık bir şekilde kalakaldım.
Damarlarımdan tüm bedenime yayılan öfke ile bir çığlık attım. Neden hayal ettiğim hiçbir şey gerçekleşmiyordu?
"Aptal herif!"
Sokaktaki tek tük insan bana garip garip bakmaya başlayınca öfkeli adımlarla oradan uzaklaştım. Bu dünyada benden daha gamsız bir insan varsa o da kesinlikle Arslan'dı. Kötü adam işte!
***
Zır zır kulağımın dibinde çalan telefonuma lanetler ederek el yordamıyla bulup kulağıma dayadım. Gözlerimi açmak istemiyordum. Henüz yeni güne uyanmaya hazır değildim. Hele ki bilincimin uyanıp düşüncelere dalmasına hiç değildim! Ancak durmadan ısrarla çalan telefon benimle aynı fikirde görünmüyordu.
"Kimsin ve ne hakla beni uyandırıyorsun?" dedim kızgın, uykulu sesimle. Sonra pişman oldum. Arayan babam olabilirdi.
Duyduğum sesle gözlerimi açmaya gerek kalmadan içim rahat bir şekilde azarlamalarıma devam edecektim.
"Hala uyuyor musun Aslı?" diyen üst komşum ve okul arkadaşım Buket'ti. "Tatil günü uyanmanın da bir adabı var kızım. Akşam oldu."
"Abart Buket abart." Ekledim. "Çok uykum var."
En fazla saat öğlen on iki veya bir olabilirdi. Öğlene kadar uyuyanlara böyle söylenilmesinden hoşlanmazdım. Kişi tercihiydi ve herkes sabahın köründe uyanmak zorunda değildi, derken tek gözümü açıp başucumdaki dijital saate bakınca Buket'in ne kadar da haklı olduğunu gördüm. Saat dörde geliyordu ve kış aylarına özgü, karanlığın çökmesine az kalmıştı.
"Şu gözlerini bir zahmet aç da saate bak Aslı!" Yalnız ben çoktan açmıştım, demek istesem de üşendim.
"Oha!" Tatillerde öğlene dek uyurdum ancak bu saate kadar uyuduğum görülmüş şey değildi.
"Yaa!" dedi Buket bilmiş bilmiş.
Yatakta sırtüstü döndüm ve saçlarımı yüzümden çekip avucumu alnıma dayadım. Beyaz tavanla bakışıyordum. Tavanlar neden beyaz olurdu ki? Anlam veremediğim bir konuydu.
"Dün çok yoruldum." Sesim bile yorgundu.
"İşe mi gitmiştin? Ben de yemek yapıp getirmiştim. Kapıyı çaldım açan olmayınca sizinkilerlesin sandım."
"Parfümüm bitmek üzere, para lazım kızım." Göremesem de gözlerini devirdiğine yüzde bin beş yüz eminim.
"Marka almazsan olmaz zaten."
Dilimi damağıma vurup o saçma sesi çıkardım. "Nolamaz," dedim türk sinemasından fırlamış aktörlerin diliyle.
Beni bildiğinden konuyu uzatmadı. "Neyse. Yemek yapmıştım. Sen de gel demek için aradım."
Yemek kelimesi bana aç olduğumu hatırlattı. Karnımın guruldaması ise destekler nitelikteydi.
"Hayır demem!" Yataktan doğruldum. Aynanın karşısına geçerken Buket hala konuşuyordu.
"O zaman ekmek al ve gel. Ben de sofrayı kurarım."
Dün gece aldığım duşun sonucunda kabaran dalgalı saçlarımla tam bir cadı gibi görünüyordum. Aynadaki aksime katlanamayıp arkamı döndüm.
"Tamam." Telefonu kapattığımda hızlıca saçlarımı düzeltip kalın eşofmanlarımı giyindim ve markete gitmek için evden çıktım. Raziye teyzenin kapısı bu sefer açılmamıştı. O, sadece bir yere gideceğimi belli eden kıyafetler giydiğimde sırf laf sokmak amaçlı kapıya çıkardı. Ama sorsan çöpü atmak içindi.
Akşam serinliği nedeniyle şişme montuma sarıldım. Antalya kışın çok soğuk sayılmasa da karanlık soğuğu da yanına alıyordu.
Antalya'yı kışın sıcak havasından ötürü çok seviyordum. Tabi ki de en büyük etken vazgeçilmez mini eteklerimdi...
Ellerim ceplerimde bakışlarım botlarımda başım eğik yürüyordum ki yan apartmanın önündeki hareketliliğe merak edip baktım. Sanırım birileri buraya taşınıyordu. Taşıma şirketinin aracından alınan eşyalar içeriye aktarılıyordu.
Aracın öbür tarafından beliren Arslan ile şaşırmam kaçınılmaz oldu. Yine mi? Dünden beridir karşıma çıkıp durması kesinlikle bir işaretti.
"Bitti mi abi?" diyordu çalışan iki adamın başında duran daha yaşlı görünen adama.
"Az kaldı, son parçaları götürüyor çocuklar."
Ne yani? Buraya mı taşınmıştı? Ve kaçınılmaz bir şey daha oldu. Arslan da beni gördü. Bu defa şaşırmadı, sadece sert sert baktı. Neden böyle bakıyordu, anlayamamıştım.
Onu umursamadan adımlarımı seri bir şekilde atarken bana söyledikleri yüzünden durdum.
"Sen beni takip mi ediyorsun?" Sert bakışlarının nedeni belli olmuştu.
Ona dönüp karşına geçtim. Histerik gülümsememle, "Hah! Ne diye takip edecekmişim seni?" dedim.
"Onu sana sormak lazım. Dün gece bir de şimdiyi düşünecek olursak..."
Karşımdakine daima rahatsız hissettiren küçümseyici bakışlarımı sevdiğim adam dahi olsa asla esirgemedim. Gerçi Arslan gibi duygusuzda işe yarar mı, bilmem.
"Sen beni saplantılı bir manyak falan sandın herhalde." Kollarımı göğsümde birleştirdim. Nedense bu hareket bana göre özgüveni artıran ve üste çıkmaya yarayan bir hareketti.
Söylediklerimi onaylayan bakışlarını gördüğümde sinirlendim. Üstüne birde onun gibi kaşlarımı çattım. Of! Kaş çata çata kırışıklıklarım artacaktı bu adam yüzünden! Kırışıklık karşıtı kremleri de alacak param yoktu şu an. Zarar mıydın yoksa yarar mı anlayamadım gitti Arslan.
Sinirlenme Aslı! Sakin kal! Bebeksi tenin kırış kırış olmaya hazır değil! Kendime geçtiğim Özel spota uydum ve kaşlarımı düzelttim.
Alaycı ifademi sürdürdüm. "Kendini vazgeçilmez sanmıyorsundur umarım. Zira ben nelerden nelerden vazgeçtim." Bugüne kadar vazgeçtiğim en büyük şeyin pigment vermeyen en sevdiğim allık olduğunu bilmesine elbette gerek yoktu. Elimle omuzumun üstünden arkamda kalan apartmanı işaret ettim.
"Ben şurada oturuyorum. Ha sen sormadan söyleyeyim! Yoksa senin burada ev tuttuğunu öğrenip de geldiğimi sanırsın şimdi." Elimle dört parmağımı açtım. Gözüne sokmaktan da çekinmedim. O arada gözlerime takılan nail art yaptırdığım tırnaklarım da hoş görünüyordu he! Konuyu kafanda dağıtma Aslı! Konuya sadık kal. Dikkatin dağılmasın ki lafı gediğine sokabilesin. "Tam dört yıldır burada yaşıyorum. İstersen komşularıma sorabilirsin. "Aklıma gelen kişiyle, "Ya da sadece Raziye teyzeye sorabilirsin, o her şeyi bilir. İkinci katta üç numarada oturuyor. Benim tam karşımda yani." Çok fenasın Aslı. Araya kendi adresini de sıkıştırdın ya. Helal olsun kız!
Haklı olmanın gururuyla burnumu havaya diktim. "Dün gece de çalıştığım restorandan çıkıyordum."
Uzun uzun açıklama yapıyordum çünkü gerçekten beni saplantılı bir manyak gibi görmesini istemiyordum.
"Sen çalışıyor musun?" dedi uzaylıymışım gibi abartılı bir şaşırmayla. Söylediklerimden sadece buna mı takılmıştı?
"Evet, olamaz mı?"
Beni süzmesi hayra alamet değildi. "Marka takılan birinin restoranda çalışma ihtimalini düşünmemiştim."
Saçımı savurdum. "Zevklerim zengin ne yapabilirim?"
Tamam, fakir sayılmazdım ama bu markaları almak da orta gelirli bir ailenin pek işi değildi. Hadi bir alırsın iki alırsın ama üçüncüyü almaya kalkarsan bir ay aç kalırsın. İşte ben de bu yüzden çalışıyorum. Yoksa canım babam bana her ay bir miktar gönderiyordu. Gönderdiği miktar da bir öğrenciye göre iyi sayılırdı ama mutfak, elektrik, doğalgaz ve kendi harcamalarım derken bir şey kalmıyordu.
Konuyu değiştirdim. Çünkü Arslan bana gerçekten uzaylıymışım gibi bakıyordu. "Ha! Bu arada dibime taşınmış olan sensin." Geliyor gelmekte olan. " Acaba kim kimi takip ediyor?" Son vuruşu yapıp eserimi keyifle izledim.
Gözleri hayretle açıldı. "Ben," dedi kendini göstererek. " Seni takip ediyorum öyle mi?"
Başımı salladım. Of be Aslı! Atsaydın bari biraz kuyruklu atsaydın. Böyle sallamasyon olmadı ama yine de dönmedim söylediğimden.
Gülmedi ama kahkaha atmış gibi baktı. O nasıl oluyorsa? Söz konusu Arslan ise her şey mümkündü.
Aceleyle açıklamaya girişti. Az önceki halime benziyordu. "Ben senin burada yaşadığını bile bilmiyordum. Ayrıca seni takip etmek için bir nedenim yok."
Son kelimeyi bir değil bin tane tırnak işareti içine alan bir tavırla vurguladı. Beyefendinin gururuna dokunurdu tabi bir kızın peşinden gitmek.
"Ya tabi..." dedim inanmadığımı gözlerine sokmak için yapmacık mimiklerle.
"Seni takip etmiyordum!" Onunla oynadığımdan habersiz ciddiye almıştı.
Omuzlarımı silktim. "Bilemeyeceğim artık," dedim ve attığım son golün sevinciyle yoluma devam ettim. Maç: bir-bir.
Sırtımda öfkeli bakışlarını hissedebiliyorum. Arkamda öfkeden kudurmuş bir adet Arslan Bakıroğlu bırakmanın hazzı içinde kaldırıma yaklaştığım esnada Arslan siyah atıyla (arabasıyla) dün geceki gibi önümden hızla geçip gitti. Gazı öyle bir köklemişti ki sanki ormanın kralı benim diye kükreyen aslanlar gibiydi. Buradaki mesajı almıştım tabi ki. Bana kesinlikle çok öfkeliydi! Sırıttım. Kendimi seviyordum ya!
Bölümü nasıl buldunuz?
Aslı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Peki, Arslan duvarlarını yıkacak mı sizce?
Neden böyle yapıyor olabilir?
Aslı'nın tavırları hoşunuza gidiyor mu?
Bölümde en çok beğendiniz kısım neresi?
Bu kitap kafamı çok dağıtıyor. Bu yüzden de sizin düşüncelerinizi merak ediyorum.
Yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen:)
Oylamayı da unutmayınızzzz!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |