
instagram hesabım: yusraergn
tiktok hesabım: yusraergunkitaplari
Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayınız:)
5. Bölüm: “Pes Ediyorum”
İlkler her daim güzel şeylerden ibaret olmuyordu tabi. Bazı ilkler sana hayatının şokunu yaşatacak derecede korkunç ve kötüydü.
Tıpkı hayatımda ilk defa karakola düşmem gibi…
Bu da yetmemiş bir de nezarete düşmüştüm.
Karanlık ve kasvetli bu ortam beni boğuyordu. Evet, yatak odam da siyahtı ama en azından çıkabilecek bir kapım vardı. Burası tamamen kilitli bir esaretti. Yutkundum. Üç duvar, bir parmaklıktan oluşan bu yer üstüme üstüme geliyordu. Etrafıma tiksinç bakışlar atarken beyaz gömleğimin üst düğmesini açıp yakamı çekiştirdim. Arslan’dan tarafa bakmaya korkuyordum. Ancak korkunun ecele faydası yok atasözüne sığınarak en sonunda gözlerimi ona çevirebildim.
Gördüklerim beni hayrete düşürmüştü. Çünkü o, benim aksime ortama hemen ayak uydurmuş, uyuklayan amcanın yanına ama en köşesine oturup başını geriye yaslamış, kollarını göğsünde bağlamıştı ve gözlerini yummuştu. Onu gören de kırk yıldır mahkûm sanırdı. Doğrusu Arslan beni her sahnemizde hayretlerde bırakıyordu.
Hakkımda neler düşünüyordu acaba? İçinden bana kızıyor muydu?
Nezaretin ortasında ayakta dikilmeyi bırakıp Arslan ile aramıza giren demir parmaklıklara yaklaştım. Narin ve bakımlı ellerimi siyah, biraz da paslanmış parmaklıklara doladım. Hiç de yakışmamıştı beyaz ellerim buralara. Nasıl da güzellerdi hâlbuki.
Kafamı demirlerin arasından sığabildiği kadar uzattım.
“Arslan!” İlk defa adını seslenirken kullanmanın tatlı duyguları içine çekilmiştim. Bu beni istemsiz gülümsetti.
Gözlerini açmadı. “Hım.”
“Neden bir şey demiyorsun, yoksa bu fırtınadan önceki sessizlik mi?”
“Seni anlamıyorum?” dedi gözlerini açmadan.
“Bana kızmayacak mısın? Senin yüzünden oldu, bir nezarete girmediğim kalmıştı demeyecek misin?”
Burnundan soludu. “Belanı mı arıyorsun?” Soruma soruyla karşılık verilmesinden nefret ederdim ama şu an öfkelenmenin zamanı değildi.
“Hayır, tabi ki de.” Dudağımın kenarını ısırdım. “Sadece sonrasında senden taraf daha büyük bir tepki ile karşılaşacak mıyım öğrenmek istiyorum.” Hani ona göre hazırlayayım kendimi canım.
“Sen haklıydın,” dedi beni şaşırtarak. “Ayrıca beni kavgaya zorla sokmadın, ben kendim daldım herife.”
Minnetle, “Teşekkür ederim,” dedim. İçim sıcacık olmuştu. Beni suçlamıyordu. Sessiz kaldı bir süre.
Tam vazgeçip oradan uzaklaşacakken sesini duydum. “Önemli değil.”
Gözlerini açtı. “Üşüyor musun?”
“Hayır.”
Kollarıma baktı. “Emin misin?”
Onun gözlerini takip edince ellerimi kollarıma sürterek ısınmaya çalıştığımı gördüm. Arslan’ın üzerimdeki etkisi ve bedenimde yarattığı heyecan yüzünden farkında bile değildim. Az önce sözlerinden dolayı içim ısınmış olsa da bedenim fena halde üşüyordu.
“Üşüyormuşum,” dedim saçmalayarak. Hâlbuki hiç bana göre değildi saçmalamak.
“Şurada bir örtü olacak, al sırtına.” Beni düşünüyordu değil mi? Yine benim olağanüstü hayallerim olamazdı. Siz söyleyin. Gerçek miydi?
Gösterdiği kısma baktım ve yüzümü buruşturdum. “Iy! Hayır. Kim bilir kimlerin üstünde gezinmiştir o?”
Sesli bir nefes verdi. “İyi,” dedi. Tek kelime etmiş gibi görünse de aslında içinde barındırdığı anlam, ne halin varsa gör, olduğundan eminim.
Ne halim varsa görmeyi yeğleyip ben de geçip oturdum. Ellerimi çeneme dayadım ve dudaklarımı büzerek düşünmeye başladım. Acaba Berna nezarete düştüğümü hatta Arslan ile düştüğümü bilseydi ne yapardı? Kesinlikle kendimi rezil ettiğimi söyler, şansızlığımdan dem vururdu. Damla kesin gülerdi, dalga geçerdi benimle. Semih, ah üzümlü kekim! O beni buradan kurtarmak için elinden geleni yapardı. Buket ise sıkma canını, çıkarsın. Hem küçük bir macera yaşamış oldun, ne var canım? O adam da hak etmeseymiş, derdi. Birbirleriyle bu denli zıt arkadaşlarımın olması benim suçum değil! Bu arada Damla benim arkadaş kategorime girmiyor. Eh! Artık biliyorsunuz ama ben yine de belirteyim dedim.
Benden bazı şeyleri sık sık duymaya da alışın lütfen! Çünkü içimden kendime sürekli tekrar etmek gibi bir huyum var.
Ben de bitmez garip huylar dostlarım! Bir benden var benden içeri! Arslan iç sesimi duysaydı herhalde arkasına bakmadan benden kaçardı. Hoş, sanki şimdi de kaçmıyor mu? Diyen iç sesim bu kadar haklı olmak zorunda değilsin!
Sırtımı soğuk duvara yasladım. Başta irkilsem de alışmıştım. Zaten içerisi yeterince soğuktu, alışmamak ne mümkün?
Gözlerimi kapattığımda bir hareketlilik sezince gözlerimi açtım. Bana parmaklıkların arasından deri ceketini uzatmıştı.
“Al bunu giy.” Gözlerim irice açıldı. Bana kızgın diye düşündüğüm adam üşümeme için ceketini uzatıyordu.
Güya kendimi ağırdan alacağım ya hemen bir itiraz… “Gerek yo…”
Ama tabi Arslan ağırdan almalarıma çok güzel(!) sözlerle karşılık verdi.
“Sokakta kalmış it gibi titriyorsun, itiraz etme!”
İğneleyici sözlerimle, “Benzetmen ne kadar da hoş,” dedim. Kaba adam! Bari kedi deseydin. İt ne ya?
Sıkılmış yüz ifadesini görünce vazgeçmeden ayaklanıp ceketini aldım. Burası buz gibi soğuktu ve ben incecik kıyafetlerimle gerçekten de çok üşüyordum.
Ceketi üstüme geçirdim. Parfüm reklamlarına bin basan tavırlarımla buram buram kokan parfümünü içime çektim. Bir reklam şirketi şu hal ve tavırlarımı görseydi, yarın hemen gel işe başla, derdi.
Cekete iyice sarıldım ve yeniden oturdum. Ama şeytan bu! Gözlerimi kapatmıştım ki aklımı çelmez mi? Kulağıma fısıldıyordu.
Ceplerine bak!
Ceplerine bak!
“Hayır, olmaz. Ayıp.”
Sen ayıptan ne anlarsın? Bak işte. Merak ediyorsun, biliyorum.
Of! Tamam. Ama baştan anlaşalım bir günahı varsa senin boynuna, diye şeytan ile pazarlığa da oturdum ya. İflah olmazdım ben.
Ceketinin ceplerine daldırdım ellerimi. Elbette ikinci kez düşünmedim! Pek de bana göre bir hareket sayılmazdı. Bir kere gaza gelmem yeterliydi.
İki üstte iki de altta cebi bulunuyordu. Önce üstekilere baktım. Bir şey yoktu. Ellerimi alttaki ceplerine soktuğum anda duyduğum sesle irkildim.
“Boşuna karıştırma, bir şey yok. Her şeyimi aldılar.” Nereden, nasıl görmüştü? Aynı hizada oturduğumuz için anca eğilirse beni görebilirdi. Üstelik gözleri de kapalıydı.
“Senin alnında üçüncü bir gözün falan mı var?”
“Hayır, sadece bunu yapacağını tahmin ettim,” dedi düz bir sesle. Dudağımı ısırdım. O tahmin etti bense tahminini kanıtlamıştım. Nasıl da düşürdü beni tuzağına kötü prens! Ya güzel beynim ne oluyor sana? Neden her zaman tıkır tıkır çalışırken bu adamın yanında çalışmayı bırakıyorsun? Hı!
Ama bir dakika!
Bu iyi bir şeydi bence. Beni artık tanımaya başlamıştı. Alt cebinde elime değen şeyi çıkardım. Evet, hala kurcalamayı bırakmamıştım. Ne yapabilirim? Ben de taktım mı sonunu getirmeden rahat edemeyen bir insandım.
Mentollü şekeri iki parmağımın arasına sıkıştırdım.
“Şekeri almayı unutmuşlar. Yiyebilir miyim?” Bekledim ama ses yoktu. Sessizliğini evet olarak kabul edip şekeri ağzıma attım. “Helal edersin artık.” Ve yine ses yoktu. Umursamadım. Şekeri ağzımın içinde emdim. Boğazıma yayılan ferahlık hissi bu kasvetli yerde en güzel şeydi. Şekerimi bitirdikten sonra ben de Arslan ve amca gibi uyuklamaya başladım ama oturarak uyumak çok zordu. Burada olmamın tek tesellisi sarıldığım Arslan’ın ceketiydi. Ona her dokunuşumda içim bir hoş oluyordu.
Uyku ile uyanıklık arasındaki o çizgide dolanırken bir ara Arslan çıktı ve birkaç dakikanın ardından geri döndü. Çok sürmeden de nezarete giren yabancı bir adam gördüm gibi oldum. Uykunun yaptığı ağırlık nedeniyle gözlerimi açmaya üşenip uykuyla aramı açmadım.
Sabaha karşı görevli memur bizi nezaretten çıkardı. Söylediğine göre adam şikâyetinden vazgeçmişti. Ama dün gece biz şikâyetimizi geri çekmeden o da çekmeyeceğine dair laflar edip durmuştu. Neler olduğunu başta anlayamasam da gece Arslan’ın bir işler karıştırdığını çakmıştım. Her ne yaptıysa bizi oradan çıkarmaya yaramıştı.
Sabahın ilk ışıklarında karakoldan ayrılırken ben otobüs durağına yürüyordum ki Arslan’ın sesi buna engel oldu.
“Arabam burada.”
Beni üstü kapalı eve bırakmayı teklif ediyordu. Büyük gelişme… İyi de arabasını kim getirmişti? Dün geceki gizemli adam getirmiş olmalıydı. Sorularımı şimdilik erteledim. Daha samimi olduğumuz bir zamanda sorardım. Tabi öyle bir an olursa…
“Eşyalarım restoranda kaldı. Önce oraya gitmem lazım.” Telefonum bile yanımda değildi.
“Gideriz,” dedi tek kelimeyle. İkinci defa düşünmedim. Teklifine balıklama daldım.
Arabaya bindiğimde nezarette tutulan taraflarım koltuğun rahatlığıyla gevşedi. Arslan arabayı çalıştırdı. Ne o konuştu ne de ben. Restorana gelene dek sessizlik sürüp gitti. Aslında onunla konuşmak istiyordum ama ondan yana cevap alacağımı sanmıyordum.
“Müzik açabilir miyim?”
Dudaklarını aralamayıp sadece başını salladı. Eh! Bu da bir tepkiydi. Berkay Tulumbacı’dan Aşk Senden Bana şarkısına denk gelince sesini azıcık açtım ve başımı pencereye çevirdim. Akıp giden yolu izleyerek şarkıyı dinledim. Arslan’dan tarafa ise hiç bakmadım.
Aah aşk senden bana ne hayır geldi.
Oof ne özlemin ne öfkenin sonu geldi.
Bize fazlaca uyan şarkının bir anda değişmesiyle gözlerim Arslan’ı buldu. Şarkı hoşuna gitmemişti sanırım. Yüz ifadesinden okuyabiliyordum.
Arslan restoranın önünde arabayı park ettiğinde elimi kapı koluna uzatmıştım ki işittiğim sesle durdum.
Bir andan sorduğu soru ile yutkundum. "Söylediklerinde ciddi miydin?”
Kirli sakallarının süslediği yüzüne baktım. İç çekmemek için kendimi zor tutuyordum. "Hangi söylediklerim?" Tabii ki de ne kastettiğini anlamıştım ama anlamazlıktan geliyordum.
Önünden ayırdığı gözlerini çok kısa bana dokundurdu. Derin bir nefes aldı. "Geçen gün, benden hoşlandığını söylediğinde ciddi miydin?”
Bu konuyu neden şimdi açıyordu? Ayrıca ciddi olmasam neden gidip de ona çıkma teklifi edeyim ki?
"Ben öyle bir şey hatırlamıyorum." Sesimi ifadesiz tutup inkâr ettim.
Kaşlarını havaya kaldırdı. "Emin misin?"
Hatırlamış gibi yapıp abartıyla, "Ha, sen onu diyorsun!" dedim. Elimi havada savurdum. "Onun son kullanma tarihi geçti."
"Öyle mi?" diye sordu.
“Öyle,” desem de ikimiz de öyle olmadığını bal gibi biliyorduk. "Hem bir hataydı."
"Neden bir hata olduğunu düşünüyorsun?" Evet, artık emindim; sabrımla oynuyordu!
En sonunda, "Artık bir önemi yok çünkü! “ dedim ve cevap vermesine olanak tanımadan arabadan indim. Onun neden benimle indiğini anlayamasam da sesimi çıkarmadım.
Restoranın penceresinden beni gören Metin abi yanıma elindeki eşyalarımla geldi. Tatsız yüz ifadesiyle az çok ne diyeceğini biliyordum.
“Patron seni…”
“Devam etmene gerek yok abi, anladım,” dedim eşyalarımı alırken. İşimden kovulmuştum.
“Üzgünüm.” Metin abi gerçekten de üzgün görünüyordu.
“Önemli değil abi. Sonuçta patron basit bir çalışan kıza tacize uğradığı için -haklı olsa dahi- arka çıkmayacağını hepimiz biliyoruz.” Sözlerim kapının girişinde kollarını göğsünde bağlamış olan sert görünümlü suratsız patrondaydı. Saçımı savurdum. “Hem bana iş mi yok? Beni kaçıranlar başını restoranın duvarlarına vursun. Hoş duvarın kırılacağından eminim de…” Taşın ona değdiğini anlayan patron kıpkırmızı kesilen suratıyla kollarını çözdü ve arkasını dönüp içeri girdi.
“Gidelim,” dedi Arslan huzursuz bir ses tonuyla. Sanırım halime üzülmekten çok öfkelenmişti.
Memleketimin haline bak! Suçluların suçlanmadığı ama mağdurlara suç yükleyen insanlarla dolu! Suçluların cezasını da çeken masumlar…
Bugünkü dersim bu.
Anlayana ne mutlu!
“Sen istersen git, ben kendim giderim.”
“Zaten aynı yere gidiyoruz. Atla,” dedi ve atik hareketlerle arabasına bindi. Yorgundum. Ayrıca az önce kovulmuştum. Tüm bunlar birleşince ben de itiraz etmedim.
Sanki bunlar olmasaydı itiraz ederdin, dedi iç sesim.
Doğru etmezdim. Benimki de kendi başının çaresine bakmayı kanıtlamaktı işte. Gerçi bakardım da! Kimseye ihtiyacım yoktu ama her insan gibi sevilmek, ilgi görmek hoşuma gidiyordu.
Arabasına binmeden kendi montumu giydim. Yanındaki yerimi aldığımda ceketini kucağına bıraktım.
“Teşekkür ederim tekrar.”
Hafifçe başını sallamakla yetindi. Yeniden yolculuk yapmaya başladık ancak bu sefer sessiz geçmesine izin vermedim.
“Dört senedir çalışıyorum ve hayatımda ilk defa kovuldum. Hem de suçum olmamasına rağmen!”
Ben söylenirken Arslan dümdüz önüne bakıyor, sanki beni dinlemiyor da yola odaklanmış gibi duruyordu. Ondan cevap beklediğimi anlayınca kestirip atarcasına bir cümle kurdu.
“Daha iyisini bulursun.”
Onu kınarcasına, “Bu kadar mı?” dedim dudaklarımı büküp.
Yoldan bakışlarını ayırmadı. “Başka ne yapmamı bekliyorsun?”
Aklıma gelen parlak fikirle sırıttım. “Arabayla dükkâna dalabilirsin mesela.
Gözleri yok artık dercesine hayretle açılmıştı. Güldüm. “Şaka şaka.”
“Bana pek de öyle gelmedi ama neyse.”
Eh! Beni çözmüştü. Gerçekten de ciddiydim ama tepkisini görünce geri adım atmıştım. Hem fena mı olurdu? O vicdansız patronun başına yıkmaktan büyük zevk alacağımdan şüphem yoktu.
Aklımdan patronu öldürme planları yaparken bir baktım bizim apartmanın önüne gelmişiz. Arslan yeni fark ettiğim düşünceli ifadesiyle arabayı ustaca park etti.
Artık onun sürekli tekrarlanan ve uzayan şeylerden ötürü sıkıldığını bildiğimden bu kez teşekkür etmedim ve sessizce apartmana doğru yürüdüm.
“Yürüyelim mi biraz?”
Adımlarım anında yere çivilendi. Etrafıma, sağıma soluma bakındım belki bana değil de başkasına söylüyordur diye ama başka kimse olmadığına göre bana söylemişti. Yol boyunca düşündüğü buydu sanırım.
“Çok yorgunum,” dedim güya burnunu sürtüp ağırdan alacağım ya yüz vermiyorum. İstemiyorum havalarındaydım. Ama tabi hemen dönüverdim. Çok kararlıyımdır(!) Kararlı olmada benim gibi olun, lütfen!
“İstersen benim evime geçelim.”
Elimle işaret ettiğim apartmanı gözleriyle takip edip tekrardan bana baktı. “Doğru olmaz,” dediğinde birkaç saniye yüzüne boş boş bakıp hangi çağdan geldiğini düşündüm.
Alayla sırıttım. “Merak etme, namusuna leke sürmem!”
İfadesizdi. “Sence de dün geceden sonra bu kötü bir şaka olmadı mı?” Kaşları çatıldı.
Şakadan da anlamıyordu ciddi prens. Gerçi haksız da sayılmazdı. Dün gece yaşadıklarımdan sonra biraz fazla bel altı olmuştu.
“Haklısın,” dedim üstelemeyerek.
Varlığını hissettiğim bir çift göz, elbette mobese kadına aitti. Başımı kaldırdım ve yanılmadığımı gördüm. Raziye teyze alenen cama çıkmış bizi izliyordu. Hani insan etrafı izler gibi yapıp birini izlediğini kamufle eder ya işte Raziye teyze de öyle bir çekingenlik yoktu. Kadın utanmıyordu. Hayat amacı buydu ve saklamaya bile gerek duymuyordu.
Arslan da baktığım yere bakınca Raziye teyzeyi gördü. Önüne geçip yürüdüğümde o da bana yetişti. Evlerimizin yakınındaki bir parka geldik.
“Özür dilerim,” dedi bir anda. Adımlarını durdurunca ben durdum. Karşı karşıyaydık. İki elini de ön cebine yerleştirdi. Bu duruş ona serseri bir hava katmıştı ama Arslan daha çok ağır abiydi. “Annen hakkında söylediklerim…”
Sözünü böldüm. “Önemli değil.”
Gözlerinin içine bakmıyordum. Bakışlarımı kışın ve sabahın körü olmasının etkisiyle boş parkta gezdiriyordum.
“Önemli. Öyle düşüncesizce konuşmamalıydım.”
Burukça gülümsedim. “Konuştun ama.”
Hayır Aslı! Sadece önemli değil diyeceksin. Onu delirteceksin!
Başını salladı. “Düşünemedim.”
Omuzumu silktim. “Boş ver.”
“Bilmiyordum.”
“Tamam,” dedim. Arslan rolleri değişmemize sinir olmuştu. Kısa ve umursamaz cevaplar vermeme katlanamıyormuş bir yüz ifadesi içindeydi. Pişmanlığını telafi etmeye çalışıyordu ama ben izin vermedikçe kendine olan öfkesine bana duyduğu öfke karışıyordu.
Aramızda uzun bir bakışma geçti. Yüzümü acele etmeden inceledi. İlk defa bana uzunca bakıyordu. Yeşil gözleri dudaklarımda, yanaklarımda, alnımda, saçlarımda dolandı ve en son durak gözlerim oldu. O beni incelerken hızlanan kalbim heyecan doluydu.
Aklımı yine yitirdim. Tıkır tıkır çalışan organ durdu. Sanırım kırmızı şapkayı takıyordu şu an. Duygularıma yenik düşmek üzereydim. Tamamen duygularım bana yön veriyordu. Aklıma da o mani oluyordu. Ondan her uzak duracağım dediğimde kendimi onun ekseninde buluyordum. Arslan’ın dudaklarına uzandım. Evet, bunu yaptım. Onu öpmek için atılmıştım ve Arslan da karşı koymuyordu. Yaklaştım. Çok yakındım dudaklarına. Nefesini hissediyordum.
Sonra her ne olduysa Arslan sanki az önce aramızda hiçbir şey olmamış gibi geri çekildi. Onu öpecek olmamın üstünü kapatıyordu.
Kendime geldim. Resmen benden uzaklaşan aklım bana geri dönmüştü. Kırmızı şapka başımdan uçup gitmiş, duyguların etkisi hala sürse de onlar da yavaş yavaş beni terk ediyordu. Mantığım devreye girince de bana söylemediğini bırakmamıştı.
Ne yapıyorsun, hiç mi akıllanmayacaksın, bırak artık bu kötü prensi? Tamam, haklısın da ne yapayım? Kalbim izin vermiyor. Kalbimin de mantığıma karşı bir şeyler söylemesini bekledim ama çıtı çıkmıyordu. Alacağın olsun kalbim! Sorumluluktan kaçıp ortalıktan sıvıştın tabii!
Kalbimin mantığımla olan tartışmamda beni yalnız bırakışını unutmayacaktım.
Arslan kendi içimdeki hesaplaşmadan ötürü yüzüme yansıyan duygulara muhtemelen bir anlam veremiyordu.
Her şeye rağmen cesur davrandım. Olanları gizlemedim ve düşen yüzümle açıkça belli ettim.
“Bak, biz çok farklıyız,” dedi. Sustum. Çünkü kızgındım. Kime kızgın olduğumu kestiremiyordum ama kızgındım işte! Boğazıma bir yumru oturmuştu. “ Benim hayatıma ayak uyduramazsın.”
Histerik bir gülümseme kontrolüm dışında ağzımdan firar ediverdi. “Nerden biliyorsun?” Gülümsemem alaya döndü. “Çok önyargılısın. Az önce bunun için benden özür diledin ama hala aynısın.”
“Seni az çok tanıyorum.”
Başımı iki yana sallayıp burukça gülümsemeye devam ettim. “Beni tanımıyorsun. Nelerin üstesinden gelebileceğim konusunda hiçbir fikrin yok.”
“Öyle mi?” dedi alayla. “Kafana eseni yapıp kimseyi dinlemeyen, istediğin gibi yaşamaya alışıksın birisin,” dedi seni yeterince tanıyorum der gibi sıraladı sözlerini. “ Ama benim mensubu olduğum aile ve çevre bunu kaldıramaz.”
“Sen şimdi aileme uygun değil misin, diyorsun.”
Başını olumlu anlamda sallayınca bu denli açık olmasına şaşırmıştım. “Bunu seni küçümsemek ya da kötü bir şey yapıyorsun anlamında söylemiyorum. Sadece herkesin farklı hayat yapısı ve görüşü vardır. “
Anlatmakta zorlanıyordu. Büyük ihtimalle beni kırmadan anlatmaya çalışıyordu.
“Hani derler ya davul bile dengi dengine.”
Birinin karşısında bu halde olmaktansa ölmeyi yeğleyeceğim şey yaşandı. Gözlerim dolmuştu. Duygularıma ördüğüm duvarlar buraya kadardı. Bir bir yıkılmıştı tuğlalar... Ağır zelzele yaşamıştı.
“Ben senin dengin olamam mı?” Ağlamaklı yüzüme bakıp sabırla nefes aldı.
“Bak anlamıyorsun ya da anlamak istemiyorsun ama… “ Söyleyeceklerini toparlayamadı.
Aslında onu çok iyi anlamıştım. Ben onun ailesine göre biraz serbest yaşamayı seviyordum herhalde. Onun da kaygıları vardı. Ancak fark ettiğim şey biraz önce ortalıktan kaybolan kalbimi bana yeniden hatırlatmıştı. Kıpırtıların nedeni Arslan’ın aslında bana karşı bir şey hissetmemesinden değil tamamen farklı olmamızdan kaynaklandığı için reddedildiğini öğrenmemdi.
“Evet, anlamak istemiyorum. Çünkü ne istediğimden eminim. Bazıları gibi korkak değilim.”
“Korkaklıkla ilgisi yok. Anlamak istemediğini söylüyorsun. Bu nedenle anlamanı sağlamayacağım.” Çok katıydı. Benimle uğraşmayacağını peşin söylüyordu.
Ona yaklaştım. Yine dudaklarımızın arasında az bir mesafe bıraktım. Ancak bu kez onu öpmeyecektim. Meydan okuyordum.
“Beni ikinci kez reddediyorsun ve unutma Arslan Bakıroğlu! Bu sondu. Üçüncüsü olmayacak! Pes ediyorum. Çünkü tek taraflı çaba kazandırmaz, sadece yıpratır.”
Açık açık ondan vazgeçtiğimi söylüyordum söylemesine ama kalbim bir süre tam tersini uygulayacaktı.
“O zaman etrafımda dolanma artık,” dediğinde sinirlerim tepemden dumanlar yükselterek arşa çıkıyordu.
“Hah!” diye bir nida kopardım. “Şu an etrafımda dolanan sensin! Kaç gündür nereye baksam gözlerimin önündesin!”
“Ben sadece pişmanlığımı dile getirmek istedim. Getirdim ve bitti.”
“Demek öyle.” Burnumu havaya diktim. “Merak etme, bundan böyle beni asla etrafında görmeyeceksin!”
Buraya kadardı! Benim de arada bir kırılmaya müsait olan bir kalbim vardı ve Arslan’ın umurunda değildi. Ancak o da bu kez ciddi olduğumun farkındaydı. Çünkü ciddiydim. Bu bünye daha fazla reddedilebileceğini sanmıyordu. Onu, kalbimden de azat edecektim, zamanla. Kararlıydım. Kendi içimde yaşasam da o artık bunu bilmeyecekti!
Omuzlarım dik, verdiğim karardan ötürü kesin ve sert adımlarla arkamı dönüp gittim. Arkamda bıraktığım adamı hayatımda da en arka plana atacaktım!
Ben Aslıydım ve inat ettiysem de mutlaka yapardım!
Ya unutacaktım ya kendi ayağıma getirtecektim!
Sizce hangisi olacaktı? Ben de sizler gibi merak içindeyim dostlarım.
***
1 Ay Sonra
Yeni işlem yaptırdığım tırnaklarımla aşk yaşarken otobüsteydim. Garipsemeyin benden bunu sıkça duyacaksınız çünkü tırnaklarıma bakıp bakıp iç geçirmeye bayılırım. Tırnaklarıma bir sürü para vermiştim ancak taksiye değil otobüse biniyordum. Biliyorum, beni yargılıyorsunuz ama ne yapabilirim! Ben de böyle biriyim. Kendi zevklerinden ödün vermeyen bir kızdım ve mutluydum.
Otobüstekilerin garip bakışlarına maruz kaldığımı da itiraf etmeliydim ama umurumda mı? Değildi!
Kendi yerimi hamile bir kadına verdiğim için ayaktaydım ve direğe tutunmuş, yanağımı da direğe yaslamış öne doğru uzattığım elimle bakışıyordum. Yüzümdeki ifade muhtemelen aşık olduğu insana bakıyor gibiydi. Herhalde bir Arslan’a bir de tırnaklarıma böyle bakıyordum.
Arslan mı dedim? Lütfen ağzıma bir tane vurur musunuz? Çünkü yaklaşık bir aydır bu ismi ağzıma almamış gittiği yerlere bile gitmez olmuştum. Onu hiç mi görmedin derseniz, gördüm elbet. Komşuyduk bir kere. Sabahları okula giderken arabasına bindiğini görüyor, arada da okulda kafeteryada karşılaşıyorduk ama ne o bana ne de ben ona bakıyordum. Evet, sanki ant içen oymuş gibi yüzüme bakmıyordu. Hah! Çok da şeydi yani!
Arkadaşlarımla dışarı çıkıyor, eğleniyor, hayatıma devam ediyordum. Sonuçta hayat bitmiş değildi. Hele ki erkekler için bitirmeye değmezdi!
Fazla cinsiyetçi oldu, farkındayım ancak bir erkeğe sinirlenen her kız tüm erkekleri de içine katarak genelleme yapmayı severdi, değil mi?
Bu bir ay içinde yarıyıl tatiline de girdiğimizden dolayı iyice kopmuştuk, hiç birleşmememize rağmen…
Sınavlarımı bitirip büte kalan arkadaşlarımla aylak aylak takılmak için bir hafta daha fazla kalıp memleketim Ordu’ya babama gitmiştim. Zaten babamdan başka göreceğim kimse de olmadığından sadece evde takılmış arada da tek başıma dışarı çıkmış, sinemaya gitmiş ve uzun zamandır alıp ama okumadığım kitaplarımı okumuştum. Yeni döneme arınmış bir şekilde gelmiştim. Her zamankinden daha süslü ve umursamaz...
Kampüsün içinde fakülteme yakın olan durakta indim. Arkadaşlarımı özlemiştim. Henüz dün gece döndüğüm için sadece Buket ile görüşebilmiştim. Bizimkiler yine toplanmıştı. Kahvemi alıp aralarına katılmakta gecikmedim. Katıldım katılmasına da aklım burada değildi. Bir aydır iş arıyordum ama hala kendime göre bir iş bulamamıştım. Ya ders saatlerime uymuyor ya da yarı zamanlı çalışan istemiyorlardı.
Oflayıp pufladım. Berna tarafından dürtüldüğümde yine yapılan bir planı dinlememiştim galiba.
“Sana da uyar mı Aslı?” diyordu Berna.
Ne olduğunu bile bilmeden, “Uyar uyar,” diye onayladım ama o an pavyona gidiyoruz demişlerse bile artık onaylamış bulunmaktaydım.
Ceren ve Damla neden gülüyordu? Berna’nın yüzüne baktım. Öfkeliydi. “Ha cehennemin dibine geliyorsun yani bizimle!”
“Ne?” dedim. Saçmaladığını fazlasıyla belli eden bakışlarımdan atıyordum ona.
“Hiç bana öyle bakma! Yine dinlemiyorsun bizi!” Suçumu kabullenip rahatsız edici bakışlarımı çektim ve ağzımı açmadım. “Of Aslı! Ne yapacağız senin bu dalmalarını?”
Kafamın içindekilerini bilmediği için böyle kolay konuşabiliyordu. Kafamın içinde hiç susmayan o sesi duysaydı bana hak verir, ayaklarıma kapanarak benden özür dilerdi.
Bir ben vardı benden içeri! Asla susmak nedir bilmeyen…
Berna göz kırpıp, “Ne düşünüyorsun?” dedi. Onun aklındaki cevabı biliyordum ama sorunum başkaydı.
“İş bulmam lazım.” Nezarete düştüğümü kimseye söyleyememiş haliyle işten ayrılma nedenimi de çalışma koşullarının zorluğuna bağlamıştım.
Bir ayda süzülen Semih konuştu. “E kızım madem iş arıyorsun buradaki kafede çalışsana. Eleman arıyorlar görmedin mi?”
Hemen dönüp baktım. “Yo. Görmedim.” Kahve alırken dikkat etmemiştim.
“Burada mı çalışacaksın?” Küçümseyici sesine gözleri de eşlik eden Damla’ya aynı karşılığı verdim. Bakışlarla rahatsız etme yarışmasında tek rakibim bakışlarımdı. Yine yanılmadım. Benden daha çok rahatsız oldu.
“Neden olmasın? Beğenemedin mi?”
Bana laf sokacağını düşünüp zevkten dört köşe parlayan yüzüyle, “Popüler kızın kantinde çalıştığını görenler beğenmeyebilir tabi,” dedi psikolojik vaka.
Sırtımı sandalyeye yaslayıp kolumu da sandalyenin başlığının üstüne attım. Bu seni takmıyorum, demekti. Beden dili önemliydi ve ben beden dilimle konuşmayı çok severdim.
“Sence umurumda mı?” Saçımı da savurdum ve gıcık bir ifade takındım.
“Bence olmalı.”
“Çalışmak sana göre ezikçe mi? Öyleyse asıl bu düşünce fazlasıyla ezikçe.” Elimi masaya koydum. Bakışlarım tırnaklarıma takıldı yine. Kırmızı desenlerin hâkim olduğu nail art tırnaklarım gerçekten de güzel olmuştu. “Ben insanların ne dediğiyle ilgilenseydim her adımımı düşünerek atardım. Omuzlarımı silktim. “Böyle boş işlerle hiç uğraşamam.” Göz kırptım. “Sana da tavsiye ederim.” Yüzü düşmüştü. “Her neyse. Ben gidip şu başvuruya bakayım.” Tam ayaklanmıştım ki Berna bileğimden tutup beni geri oturttu.
“Önce senin son derece dikkatle dinlediğin planımızı konuşalım,” dedi laf sokmada bana yetişen bir performansla. Arkadaşıma içimden bir tebrik çaktım. Öğreniyordu.
“Kendini iki x’e al.”
Berna gözlerini devirdi ve beni tınmadan planı anlattı. Yavaş yavaş. “Bu akşam yeni açılan şu mekâna gidelim diyordum. Geçen gün Onur ile gittik. Bayıldık.”
Semih, Onur’un ismini duyunca yüzü iyice düştü. “ Ben gelmem muhtemelen,” dedi Berna’nın yüzüne bakmadan. Bakışları avucunun içinde oynattığı kahve bardağındaydı.
“Ya Semih! Sürekli ekiyorsun bizi.” Berna elini bileğinin üstüne koydu. Yanlış bir hareket yapmıştı. Semih’in gözleri birleşen tenlerine kaydı. Aralanan dudaklarından kendine hâkim olmak adına bir nefes aldığını gördüm. “ Onur ile de tanışmadın daha. Senden bahsettim neden bize katılmadığını soruyor. Ayıp oluyor çocuğa.”
Berna yaklaşık bir aydır o çocukla çıkıyordu ve yaptığı çoğu plana sevgilisini de dâhil ediyordu. Haliyle bizim umutsuz aşık da Onur olunca bir bahane bulup gelmiyordu.
Duyduğu günü anımsadım. Sonunda ona verdiğim açık açık konuş, tavsiyesine uymaya karar vermiş, heyecanla Berna’nın gelmesini beklemişti. Ancak yaptığımız bir plana Berna kimseye haber vermeden onu getirince üstelik el ele kafeye giriş yaptıklarında Semih’in bembeyaz kesilen suratı ve hemen ardından gözlerine çöken hüznü bir ben fark edebilmiştim. O esnada tepkilerini gözümü kırpmadan izledim. İzledim de elimden bir şey gelmedi. Üzülmekten başka… Berna Onur’u bizimle tanıştırdıktan hemen sonra acil bir işinin olduğunu söyleyip apar topar gitmişti.
“Geliyorsun itiraz yok!”
Berna, Semih’i ikna ededursun ben de şu işi konuşmaya kafeteryada çalışan kızın yanına doğru adımladım. İş için İhaleyi alan kişiyle görüşmek istediğimi söyledim ama kız dün birini aldıklarını ilanı da kaldırmayı unuttuklarını söyleyince hayal kırıklığıyla geldiğim yolu geri döndüm.
“Ne oldu?” dedi Ceren.
“Biri alınmış.” Dudaklarımı büktüm.
“Tüh be!” dedi Berna.
Kısmet dercesine başımı sola doğru yatırdım.
Semih’in düşünceli ve isteksiz haline bakılacak olursa çoktan yelkenleri suya indirdiğini öğrendim. Bana çaresiz bakışlar atıyordu. Yapabileceğim bir şey olmadığından omuzlarımı kaldırıp indirdim.
Aynı fakültede olmamıza rağmen hala nasıl Semih ile tanışmadıklarını merak ediyor olmalısınız. Hemen sizler için kısaca açıklıyorum.
Fakülteler birbirine uzaktı ve çoğu zaman dersler denk gelmiyordu. O nedenle genelde okuldan sonra buluşuyorlardı. Ben Berna’ya, beş dakikalığına dahi olsa seni görmeye gelmeli, desem de hep yoğunluğundan bahseder, Onur’un ona kullandığı bahaneyi kullanırdı.
Peki, sen git o zaman gelmesini bekleme diye bir fikir attım ortaya ona da Onur yorulmanı istemiyorum. Hem sen gelene kadar ders başlar, diyordu. Sonuçta ilkokul öğrencisi değildik ve dersinin birkaç dakikasını sevdiği kıza- seviyorsa tabii- ayırabilirdi.
Daha fazla Berna’nın üstüne gitmek istemediğimden düşündüklerimi şimdilik kendime saklamıştım ama sizinle paylaşabilirim. Bence bu Onur Berna’nın kendi fakültesine gelmesini istemiyordu çünkü sevgilisi olduğunu duyulmasından kaçınıyordu. Böylelikle Onur rahatça istediğini yapabilirdi. Sonuçta başı bağlı birine kim bakardı? Gerçi günümüzde bakıyorlardı ya neyse. Evli olmak bile sorun değildi bazıları için.
Sanırım aklımı kemiren kurdun fısıldadıkları sonunda haklı çıkacaktı.
Berna’ya söylemeyi denedim, olmadı ima yaptım ama ayakları o kadar yere basmıyordu ki beni duymadı bile!
Ders saatinin yaklaşmasıyla herkes sınıflara dağıldı. Bugün o gündü. Arslan ile ortak ders günü. Çoğu kez dördüncü sınıfta görmemesi gereken dersi neden şimdi aldığını düşünmüştüm ve aynı sınıftan olan bir çocuktan alttan ders aldıklarını öğrenmiştim. Arslan hiç alttan ders alabilecek biri değildi, oldukça zeki görünüyordu ama demek ki onun da dersleri aksattığı zamanlar olmuştu. Acaba neden aksattı dersleri? Benim aklıma gelen sizin aklınıza da geldi değil mi? Ama lütfen dillendirmeyelim. Narin kalbim üzülüyor sonra.
Semih’i sınıfa girmeden bir arkadaşı durdurup Berna da hazır hoca gelmeden tuvalete gideceğini söyleyince sınıfa üç kişiyken tek kişi girdim.
Ve kader bir kez daha işledi!
İşliyordu ama biz de tık yoktu. Aramız sürekli açılıyordu ve eskiden bir uçurum varken şu an en az beş uçurum vardı.
Sınıfta Arslan dışında kimsecikler yoktu. Kapının yanındaki sırada en önde oturmuştu. Yine not defteri önünde hazır bir şekilde bekliyor, kendisi de telefonla ilgileniyordu.
Oluşan hareketlilikten dolayı başını telefondan kaldırınca beni gördü. Bense o hiç yokmuşçasına saçımı savurup sallana sallana oturduğu sıranın en sonunda yerimi aldım. Berna sonlara oturmamdan ötürü mızmızlansa da ona istediğin yere geçip oturabilirsin deyince mızmızlanmayı bırakıp yanıma oturmayı tercih ettiğini belirterek ben nereye o da oraya geliyordu.
Telefonuma düşen bildirimle indirim mesajını görür görmez çantamı masanın üstüne alelacele koydum ve oturup indirime düşen makyaj malzemelerini sepetime eklemeye başladım. Dünyaları unuttuğum bir andı. Ürünler tükenmeden almaya o kadar dalmıştım ki telefonum çalınca irkildim.
Arayan babamdı. Ama açarsam ürünler tükenirdi, açmazsam da babam açana dek üst üste arar merak içinde kalırdı. Bir tercih veremeyip ikisini de aynı anda halletmeye çalıştım. Telefonu açtım ve sesi hoparlöre verdim. Kulaklığın yok mu, dediğinizi duyuyorum. Var da az önce çantamın içini talan ettim ama bulamadım. Zaten çantamda bir şey aradığımda asla bulamazdım. Bir süre sonra aramadığımda ise sanki sonradan biri oraya koymuş gibi gözümün önünde olurdu. Ben bu problemi çözemedim dostlar ki çözemediğim bir problem olamazdı! Ne de olsa matematikçiydim!
“Babacığım!” dedim en şen halimle. Sesini kıstım.
“İyi ki doğdun güzel kızım, iyi ki hayatıma girdin,” dediğinde babam, sepete ürün ekleyen elim anında durdu. Bugün benim doğum günümdü ya! Doğum gününü de unutmazsın be Aslı! Ama unuttum işte. Herhalde unutan nadir insanlardandım. Gerçi bugünü çok umursamazdım belki ondandır. Ancak babam umursar, her zaman kutlardı.
Bir annenle evlendiğim gün bir de senin doğduğun gün hayatımın en güzel iki günüydü, diyen sesi kulaklarıma doldu.
Eriyen bir sesle konuştum. “Teşekkür ederim baba.”
“Hediyen hesabına yatırıldı,” dedi hepimizin en sevdiği cümleyi kurarak.
Tam da alışveriş yaparken denk gelmesi şahaneydi. Babam aracılığıyla kendime hediye alacaktım.
“Seni seviyorum!” dediğimde aynı karşılığı aldım. “Ben de bir tanem.”
Babamla birbirimize bolca sevgi sözcükleri sıraladıktan sonra kapattık. Çok geçmeden de dünyanın en güzel mesajlarından biri düştü telefonuma.
Hesabınıza para geldi!
Sizin de bu mesajı sevdiğini biliyorum. Nereden biliyorsun diye sormayın!
Mutlulukla siparişimi oluştururken sınıfta Arslan’ın da olduğunu hatırladım. Ona baktığımda hala aynı şekilde oturuyordu. Konuştuklarımızı duymuş muydu?
Aman! Duyarsa duysun! Sanki ne olacaktı? Doğum günümü mü kutlayacaktı? Hah! Dünya bile tersine dönerdi ama böyle bir şey olamazdı.
Üstelik hayatımda bile değildi artık.
Aslıcığım yine hiç olmamıştı demek istemiyorum ama acı gerçekler tatlım diyen iç sesime kafamı salladım.
Haklısın iç ses Aslı.
Biliyorum, dedi. Aşırı mütevazıydı(!). Tıpkı benim gibi…
***
Kafede Onur’u beklerken sıkılmıştım. Ofladım.
“Açım ve artık sipariş verebilir miyiz?” diğerlerinden de benzer mırıltılar gelince Berna bize ters ters baktı.
“Azıcık daha sabredin ya! Yoldaymış çocuk. Geliyor.”
“Ama her seferinde bizi böyle bekletiyor.”
“Aslı’ya katılacağımı düşünmezdim ama katılıyorum,” dedi Damla en sevgi dolu(!) bakışlarımı üstüne çekerek.
“Katıldığın fikirlerim hayatında görüp görebileceğin en mantıklı fikirler olduğundandır canım,” dedim laflarımı birer ok gibi saplayarak.
Damla bana cevap vermeye hazırlanmıştı ki o sırada Onur geldi.
“Selam gençler.”
“Aşkım,” diyerek kalktı Berna. Onur’un yanına geçince vakit kaybetmeyen Onur elini beline attı ve kendine çekip yanağından öptü. Semih bu hareketiyle başını başka yöne çevirdi ama kurtuluşu yoktu. Onur çocuğun burnunun dibine elini soktu.
“Biz tanışmadık,” dedi çok da önemli bir şeymiş gibi. “Onur.”
Onursuz Onur diye düzlettim içimden. Fıldır fıldır gözleri ona bu lakabın tam uyduğunu kanıtlıyordu.
Semih’in koluna vurdum çaktırmadan. Eğer tavrı sürerse herkes anlayacaktı. Mecburen oflaya puflaya onursuz Onur’un sadece parmak uçlarını tutup elini iğrenç bir şeye dokundurmuş da tiksinmiş bir ifadeyle hemen geri çekti. Berna sevgilisini kolundan çekiştirip sanki biri kaçıracakmış gibi yanına oturttu ve ona sokuldu.
Bu çocuğa arkadaşım için tahammül ediyordum ve tahammülüm hemencecik bitti bile. Ayaklandım.
“Nereye?” dedi onursuz Onur.
İçimden sana ne! Demek geçti. İçimde kalacağına dışarı çıksın deyip ikinci defa düşünmeden yüzüne haykıracaktım fakat gözlerim Berna’nın gülen yüzüne takılınca son anda dilimi ısırıp kendime hâkim oldum.
“Tuvalete.” Beni her defasında öyle bir süzüyordu ki bana kendimi çıplak hissettiriyordu. Berna bunların farkında bile değildi. Resmen gözleri kör olmuştu.
Onun hastanede kahramanlık maceralarını dinleyemeyecektim. Henüz hemşirelik okuyan bir öğrenci olmasına rağmen staj gördüğü hastanede kendini öve öve bitiremediği kahramanlıklarını duysanız sanki dünyayı kurtarmış, atomu parçalamış, Einstein’ nın çözümü olmayan sorularını çözmüş gibi davranıyordu. Bildiğiniz bol bol havaya sıkıyordu ama boşa sıkıyordu.
İşin garip yanı çocuğun anlatışı Damla ve Ceren’e çok tatlı geliyordu. İtiraf etmem gerekirse ilk kez dinlediğimde ben de kendimi etkisine kaptırmıştım. Hemen yanlış anlamayın. O anlamda değil. Dikkatleri- özellikle kızların dikkatlerini- üstüne çekmeyi çok iyi bilen, manipülatif bir adamdı.
Gelen garsona ayaküstü siparişimi verip tuvaletlerin olduğu koridora attım kendimi. Ellerimi bir güzel yıkadım ve gözaltlarıma maskaranın bulaşıp bulaşmadığını kontrol ettim. Gerçi kaliteli ürünler alırdım ama bazen kaliteli bile olsa ürün sıkıntılı olabiliyordu.
Yüzüm gözüm gayet düzgündü. Rujumu tazeledim ve saçlarımı elimle düzelttim. Tamamen işim bittiğinde içeriden çıktım. Karşı duvara yaslanmış onursuz Onur’u görmemle gözlerimi devirdim. Şaşırtmamıştı.
“Ne işi var burada?” dedim kabaca.
Yandaki erkek tuvaletini eliyle işaret etti. “Ben de tuvalete girmiştim. Seni bekleyeyim dedim.”
“İyi halt ettin,” dedim açık açık yüzüne. Beni yine baştan ayağa süzdü. Şeytan diyor ki işaret ve orta parmağını sok iki gözüne, oy tırnaklarınla. Tırnaklarım ile kör olma garantisi verebilirdim.
Sizce uymalı mıyım şeytana?
Zira şu an kulağıma çok güzel(!) şeyler fısıldıyordu.
“Böyle kaba olmak senin gibi güzel bir kıza yakışıyor mu?” Bana her şey yakışır demek istedim ama bu sözlerim ona karşı bir yanıt olarak görünebilirdi. Böyle tipler en basit bir cümleyi bile farklı taraflara çekebiliyorlardı. Ayrıca bedenime yönelik sözlerini de sürdürebilirdi ve bu benim şeytana uymamı kolaylaştırmasına yeterliydi!
Ona bir adım yaklaşıp iyice dibine girdim ama o bunu başka şeylere yordu. Aklından geçen fantezileri gözlerinde görebiliyordum. Öyle sanmasına birkaç saniye müsaade ettim. Yazıktı. Azıcık mutlu olmaya hakkı vardı. Hem büyük beklenti büyük hayal kırıklığı getirirdi.
“Biliyor musun? Güzel kızlar da katil olabilir.” Sırıttım bana tezat solan gülümsemesine. “Tek bir hata… Arkadaşımı üzecek tek bir hata yaparsan…” Uzun ve sivri tırnaklarımı beş parmağımla birlikte gösterdim. “Bunlardan çok iyi cinayet aleti olur.” Parmaklarımı oynattım. Biraz abartmaktan zarar gelmezdi. “Daha geçen gün bunlarla birinin kolunu deştim. Adamın en son durumu hastanelikti.” Nezaret olayını atladım tabii. Berna’ya anlatabilirdi. Arkadaşımdan saklamak değil niyetim sadece anlatmak istemiyordum. Bazı şeyler bize özel kalmalıdır. Her şey de anlatılmıyordu.
Benden ve söylediklerimden pek de etkilenmişe benzemiyordu. Bence ona göre zor kadını oynuyordum. Zaten biz kızlar bir erkeği reddedince aslında istiyoruz ama zoru oynuyoruz demek oluyordu. Kendilerini bu şekilde kandırıyor, istemememizin nedenini buna bağlayabiliyorlardı bir tek. Akıllarına hiç onları sevmediğimiz, istemediğimiz ise hayatta gelmezdi.
Sevsem istesem neden işi yokuşa süreyim ki? İlk gelişinde teslim olurum zaten kollarına. Nerde bunu düşünecek akıl? Tabi her erkeğe değildi bu sözlerim. Onursuz Onur gibi olan ve laftan anlamayan tüm erkeklereydi.
O kadar şey söyledim ama o tek bir şeye takıldı. “Neden arkadaşını üzeceğimi düşünüyorsun?”
Rahatsız edici bakışlarımı bir dakikaya yakın üstünde tuttum. Evet, yine saydım. Ama konumuz bu değil tabii.
Onun bana yaptığını yapıyordum. İçini görürcesine bakınca rahatsız olmaya başlamıştı.
“Gidişat o yönde,” dememle ezberden konuşmaya devam etti.
Dudağının kenarını sağa doğru kıvırdı. Ardından dudağının altını başparmağıyla kaşıdı. Çekici olmaya çalışıyordu ama benim gözlerimden bakınca maymuna benzediğinden habersizdi.
“Çok önyargılısın.”
Düşünüyormuş gibi yapıp dudağımı büzdüm ve gözlerimi kıstım. “Biz buna öngörü diyelim.”
Sırıtışımı anında silip korkunç ifademi takındım ve tehtidvari bakışlarımı sürdürdüm.
Onu yeterince huzursuz ettiğime emin olunca önden yürüyüp kafenin içine ilerledim. Masaya oturduğumda siparişimin gelmesine bugün sevindiğim tek olay gözüyle sarılıp karnımı doyurmaya başladım.
***
Beynimde onursuz Onur’un yazlığından, villasından bahsettiği ve kendini öven egolu sözleri dolanıp duruyordu.
Neymiş? Yazın beraber yazlığımıza gidelimmiş. Gayet büyükmüş. Hem denize sıfır üstelik de havuzu varmış.
Hayır, olabilirdi ancak ballandıra ballandıra anlatması, malıyla övünmesi gözüme daha bir tiksinç gelmeye başlamıştı.
Beynimden bu çocuğun sesini kazımak istiyordum.
Birine gıcık oldum mu asla ona ısınamazdım. Ve onursuz Onur da o kategorideydi. Tıpkı Damla gibi…
Asansöre bindiğimde çantamdan anahtarımı kapının önünde oyalanmamak için çıkardım. Asansörün kapısı açılır açılmaz yorgun bedenimi kapıma attım. Uyumak, sonra uyumak ve sonra yine uyumak istiyordum. Kısacası bir sonraki güne kadar uyuyabilirdim. Ancak evren benimle aynı fikirde görünmüyordu.
Ayaklarımın dibindeki çiçek buketiyle birkaç saniye bakıştım. Eğilip aldım. En sevdiğim çiçeklerdi. Manolyalar. Kim göndermişti ki? Burnuma dayayıp koklamaya yeltenmedim çünkü manolyalar akşamları güzel kokan çiçeklerdi.
Gözüme takılan küçük zarfı merakla açtım. Atilla İlhan’ın Ben Sana Mecburum şiirinden bir kıta küçük kâğıda sığabildiği kadar yazılmış altına da İyi ki doğdun. Yeni yaşın beraberinde sana tüm güzellikleri getirsin, eklenmişti.
Kartın üstünde isim de yoktu. Sorumu tekrarladım. Kim göndermişti bu çiçeği? Hiçbir şey anlayamadığım gibi kafam da karışmıştı. İyi de çevremden pek kimse doğum günümü bilmezdi ki. Arkadaşlarım kaç defa sordularsa da söylemedim. Sevmezdim doğum günlerini. Bana gereksiz gelirdi. Hem yeni bir yaş alıp bir yıl daha yaşlanıyorsun, kırışıklıkların artıyor, bedenin biraz daha çürüyordu. Ben bunu neden kutlayayım ki?
Tamam!
Tek neden bu değildi!
Size dürüst olacağım.
Biraz travmatik bir geçmişim var bu konuda.
Sanki bizim travmalarımız az bir de sen ekle üstüne, diyorsunuzdur. Ama merak da edersiniz şimdi değil mi?
Bence de!
Ortaokuldaydım. Sekizinci sınıfta. Henüz yeni yeni genç kız olduğum zamanlardı. O dönemde dünyanın merkezi arkadaşlarım sanıyordum. Onlar benim için her şeyden öteydi.
Dörtlü grubumuz okulun en gözde grubuydu. Okuldaki havamıza kimse yetişemiyor, grubumuza bizden kimseyi almıyorduk. Çok seviyor ve gururlanıyordum öyle bir grupta olmaktan…
O yıl tüm arkadaşlarımın doğum günü benden önceydi ve ben onlar için çok güzel planlar, hazırlıklar yapıp en güzel şekilde kutlamıştım. Babamın işlerinin kötü gitmesine rağmen hediye bile aldırmıştım babama zorla! Mutluyduk. Onları seviyordum. Onların da beni sevdiğini, beni düşündüğünü sanıyordum. Ta ki kendi doğum günüme kadar… O gece heyecanla bana yapacakları sürprizi bekledim. Benim için uğraştıklarına o kadar eminim ki kendimi buna hazırlamıştım. Mesele tabi ki de doğum günü değildi. Benim beklentim maneviyattaydı. Onlara verdiğim değer gibi değer görmekti istediğim.
Ancak öyle olmadı.
Ertesi gün beklememe rağmen arkadaşlarım beni aramadı, dışarı çıkmayı teklif etmedi. İçlerinden sadece biri mesaj atmıştı o da doğum günümün bitmesine yani gece yarısına on dakika kala.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Çok üzülmüş verdiğim değerin karşılığında aynı değeri görememiştim. İşte beni en çok üzen de buydu. Yoksa ellerinde küçük bir pasta ile kapımda belirmeleri bile yeterliydi. Öyle büyük şeylere gerek yoktu. Ama hiçbiri olmadı.
Ertesi gün onlara surat astım. Hani arkadaşlarıyım ya buna hakkım var sanıyorum. Ama umursamadılar bile. En son birinin aklına geldim ve neyim olduğunu sorunca açık açık doğum günümü unuttuklarını yüzlerine vurdum.
“Derdin bu muydu? Böyle bir şey için surat mı asılır? Çocuk gibi,” diye dalga geçmişlerdi. O gün asıl değeri benim kendime vermem gerektiğini anlayıp bir daha onlarla arkadaşlık etmedim ve bugünkü halime dönüştüm. Kendini seven ve bir hayli beğenen bu süslü kıza...
Bazı şeyler insan için hayat dersiydi. Ben de dersimi çok iyi almış ve sınavını kendime değer vererek geçmiştim.
Tek başıma, onlardan bağımsız da hayatta kalabildiğimi gördüklerinde bana yanaşmaya çalışmışlardı ama geçmiş ola.
O tren kaçmıştı bir kere.
İşte bu yüzden beklenti duymak istemezdim. Özellikle de insanlara karşı…
Ama sanırım üniversitede gerçek dostluklar kurmuştum. Çünkü Berna söylemememe rağmen her yıl kendi belirlediği bir günde bana hediye alırdı ya da kapımda elinde parasının yettiği bir pastayla belirirdi.
Her neyse. Yine bağlamdan koptum. Meselemiz isimsiz gelen bu çiçekti değil mi?
Yaşadığım aydınlanma ile yüzüm hayretlere büründü. Çiçeği Arslan göndermiş olabilir mi? Babamla telefonda konuştuklarımızı kesin duydu ve belki de hala pişmanlık duyduğu için sırf vicdan rahatlatma adına bana çiçek göndermişti. Bu kadarı da olmaz deyip yönümü tekrar asansöre çevirdim. Onu tebrik etmem lazımdı. Ayarlarımı fena halde bozmuştu neticesinde.
Apartmandan çıkıp yan taraftaki apartmana girdim ve üçüncü kata çıktım. Evet, kaçıncı katta hatta kaç numaralı dairede oturduğunu biliyorum. Hayır, onu takip etmedim. Sadece bir keresinde evine giderken dışarıda Buket ile laflıyorduk ve gözüm apartmandayken ışığını açıp perdelerini çekince öğrenmiştim. Elbette bilerek öğrenmek için bakmadım canım.
Olmadı yine değil mi?
Yemediniz.
Elleri yukarı, yakalandın! Dediğinizi duyuyorum.
Tamam, öğrenebilmek için bilerek baktım.
Onuncu dairenin önüne geldiğimde evinde olup olmadığını bilmeden kapısını çaldım. Elimi zilin üstünden çekmediğim gibi kapıya tekme de atıyordum. Acayip sinirliydim. Bir varım bir yokum diyerek benim aklımla oynamamalıydı.
Kapı sonunda açıldı. Arslan mahmur, uykulu ifadesiyle ne olduğunu anlamayarak ve biraz da şaşkın karşıladı beni.
“Neden alacaklı gibi çalıyorsun kapımı?”
Kızmıştı. Ama bilmediği şey, ben ondan daha çok kızgındım.
Onu omuzundan ittirip teklifsizce içeri daldım. Zaten girişin karşısında salon olduğundan adımlarımı oraya gidene dek durdurmadım.
Arslan da ardımdan geliyordu. “Ne yapmaya çalışıyorsun?”
Hışımla ona döndüm ve çiçekleri ayaklarının dibine attım. “Asıl sen ne yapmaya çalışıyorsun?” Bağırıp çağırmamla şaşkınlığı iki katına çıkmıştı. “Bir öyle bir böyle davranıp benim ayarlarımı bozmaya hakkın yok! Ben senin dengesizliklerinle uğraşamam! Bana gelmeyeceksen rahat bırak artık beni! Ben yine kendi içimde yaşarım! Böylesi daha az acıtıyor!” Nefes nefese kalmıştım. Göğsüm hızla inip kalkıyor, burun deliklerimden sızan nefesim öfkemi dışa vuruyordu. “Ben seni affettim, tamam mı? Artık vicdan azabı çekmene lüzum yok! Kendini de affettirmeye çalışma bundan sonra.”
Karşımda kimse yokmuş da deli gibi hayali biriyle kavga ediyorum hissi veren tepkisizliği beni çileden çıkarıyordu. Bedeninde oynayan tek şey göz bebekleriydi. Yüzümü inceliyordu yine. Bakışları en son dudaklarımda durdu.
Parmağı sallayıp, “Bana etrafımda dolanma diyorsun ama sen benim etrafımda dolanmayı bırak depar atıyorsun resmen!” dedim ama dudaklarıma bakmaktan ne dediğimi anladığını sanmıyordum. Beni öpecekmiş gibi bakı… Yok canım! Böyle bir şey müm- dememe kalmadan hala havada duran elimden beni kendine çekti. Bana ilk defa dokunmuştu. Sıcak ve bileğimi rahatlıkla saran elleri tenimdeki ısı ile buluşmuş alev olmaya hazırlanıyordu.
Gittikçe yüzüme yaklaşan hayır hayır dudaklarıma yaklaşan dudaklarını fal taşı gibi açılan gözlerimle izliyordum.
Eğer bu bir rüyaysa lütfen Allah’ım, uyanmak istemiyordum! En azından devamını görmeme izin ver…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |