Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm: Alafranga'nın bitişi

@yusufee

"Ragıp kime diyorum uyansana, sabahlara kadar bir kitap için uyumuyorsun sonra da öğlene kadar uyanmak bilmiyorsun!" Semiha söylene söylene merdivenlerden yukarı çıkıyordu, öyle ki o yukarı çıkarken merdivenlerden gelen o eski tahta sesleri bütün evde yankılanıyordu. Ragıp karısı gelmeden hemen kafasını masadan kaldırdı ve yaktığı sigara izmaritini de camdan attı. Kafasında bir sürü soru vardı fakat önce karısını halletmeliydi. "Yine o kitabın başında uyuya kaldın değil mi?" Diyerek kapıyı açtı ve ayakta duran kocasını gördü. "Ne oldu Semiha? Yine neden bağırıyorsun?" Ragıp bütün her şeyi biliyordu fakat karısıyla kavga etme havasında değildi.

-Kalktım işte Semiha, hazırlanıyorum.

Sana daha kaç defa söyleyeceğim! Kitap yazmana bir şey demiyorum ama bazı şeyleri de ihmal etme Ragıp! Senin bir ailen var, eşin ve çocukların var, en önemlisi ülkene en iyi şekilde hizmet edebildiğin bir mesleğin var! Seni bekleyen hastaların var...

Ragıp bir yandan karısının tantanasını dinlerken bir yandan da iş için hazırlanıyordu. "Beni neden dinlemiyorsun Ragıp." Ragıp sessizliğini koruyordu. Dışarı çıkmadan önce çekmeceyi açıp dün gece içtiği sigaranın yanında duran normal sayılabilir bir paket sigara aldı ve karısına "akşam görüşürüz" diyerek merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Semiha Ragıp'ın bu umursamaz halinden usanmıştı. Ragıp aşağıya indiğinde saatin on bir olduğunu gördü ve kapıyı açarak evden ayrıldı. Semiha hala Ragıp'ın özel odasındaydı ve odayı inceliyordu (Ragıp genelde Semiha'yı ve çocukları odasına almazdı.) Oda tamamen karanlık olacak şekildeydi. Kapıdan girdiğinizde ilk olarak karşınızda Ragıp'ın çalışma masasıyla karşılaşıyorsunuz. Sol tarafta ise koyu kahverengi eski bir piyano var. Piyanonun üstünde yarısı erimiş beyaz mumlar var, ayrıca mumların bazıları piyanonun üstüne akmış. Sağ tarafta ise basit bir koyu kahverengi gardırop vardı. "İnsanın içi kararır, bu odanın hali ne?" Semiha önce hava alması için camları açtı ve aşağıya indi. Merdivenleri inerken duvarda asılmış aile resimlerine dalıyordu. "Ragıp'la evlendiğime değdi mi gerçekten?" Düğün fotoğrafına bakıyordu. Gelinin keyfi oldukça yerindeydi, fakat Ragıp... en mutlu olduğu günlerden birinde bile yüzü asık ve düşünceliydi. Daha sonra gençlik fotoğraflarının olduğu basamağa inmeye başladı. "Ne kadar genç ve güzelmişim. Keşke hiç değişmeseydim." Ragıpın gençliğine ait bir fotoğraf yoktu. O büyük savaşta kahramanca mücadele ediyordu o zamanlar. Semihanın gözlerinden yaşlar aktı. Kaybolup giden, şehit olan askerlerimizi düşündü bir anlığına, daha sonra merdivenin son basamağına geldi. Bu basamakta ise çocukların fotoğrafları asılıydı. Züleyha ve idris. İdris babasına çok benziyordu, bir farkla. İdris gülüyordu. Züleyha ise daha çok annesi gibiydi. Hayatının belli bir düzene göre yönetileceğine inanıyordu. Bütün basamakları inen Semiha mutfağa geçti, daha sonra yemek masasına oturdu ve derin düşüncelere daldı. "Anlamıyorum, Ragıp kendi kendini neden bu kadar hırpalıyor? Onu seven bir ailesi ve yaşayabileceği bir vatanı varken neden bu kadar karamsar davranıyor. Gençliğinde bu kadar değildi. Hem de hiç değildi. Ragıp'la Büyük savaştan önce tanışmıştık o zamanlar onda hayatta olduğuna dair belirtiler vardı. Yaşamayı severdi. İnsanlara karşı iyi davranırdı. Onu ilk mektebi tıbbiyede görmüştüm. Okulun merdivenlerine oturmuş kitap okuyordu. Bende yanına gittim ve ne okuduğunu sordum, o da bana Rus bir yazar ismi söylemişti. Sanırım adı Fyodor Dostoyevski'ydi. Ragıp onun büyük hayranıydı. Öyle ki yanında da Dostoyevski'nin kitaplarıyla gezerdi. Daha sonra bana kitaplara ilgin var mı? Diye bir soru yöneltti. Bende ona "fazla ilgilenmiyorum ama istersen eşlik edebilirim." diye karşılık verdim. O zamanlar bayağı utangaçtı, şuan bile nasıl o soruyu sorduğuna şaşıyorum.

Aradan 3 ay geçmişti ve okuldaki en iyi ikili biz olmuştuk. Herkes bizi konuşuyordu. Bizim birbirimize ne kadar yakıştığımızdan bahsediyorlardı. Yaklaşık bir hafta sonra bana bir mektup geldi. Mektubun içinde kurumuş bir gül ve (hala çok hoş kokuyor.) mektubun kendisini almıştım. Gönderen kişinin ismi yazmıyordu ama bunun Ragıp'tan geldiğini anlamıştım. Mektupta açıkça hem bana olan hislerini anlatıyordu hem de buluşmamız için bir buluşma yeri yazmıştı. Yer olarak da Gülhane parkını seçmişti. Ertesi gün Gülhane parkına gittim ve beni koca ağacın altında beklediğini gördüm. Vücudu stresten titriyordu. Yanına gittiğimden önce ona merhaba dedim ve onu sakinleştirdim, daha sonra bana kırmızı bir gül uzattı. Bende kimse görmeden gülü aldım çünkü Gülhane parkı bizim oturduğumuz mahallenin çok yakınındaydı ve biz de insanlar daha fazla dedikodu yapmasın diye buluşmayı fazla uzatmadık. Bu bulaşmadan sonra haftada bir gün mahalleden uzak bir yerde buluşurduk, buluştuğumuz zaman bana dalından koparılmış bir gül getirirdi. Bu gülleri nerden buluyorsun diye sorunca da kendisinin yetiştirdiğini söylemişti. Onunla geçirdiğim o kısacık zamanlar beni o kadar mutlu ediyordu ki. Beraber aşktan sanattan ve şiirden bahsederdik, hatta bana Resim yapmayla ilgili bazı şeyler bile öğretmişti. Daha sonra büyük savaş başlamıştı. Bir Sırp bir prensi öldürdü diye dünya birbirine girdi. Ulu sultanımız ve paşalarımız savaşa Almanların yanında girmeliyiz diyorlardı. Bu konuyu Ragıp'a sorduğumda "bana kalırsa İngiltere'den yana olmalıyız. " diyordu. Neden sorusuna karşılık olarak ta orta doğuyu ve doğu Anadolu'yu korumanın yolunun bu olacağını söylüyordu. Bu konu üzerinde fazla düşünmek istemiyordum çünkü ben devletimi ne olursa olsun seviyordum ve devletimizin yaşaması için her şeyi yapardım. Bir gün evde otururken babam çıkageldi ve devletimizin Almanların yanında savaşa girdiğini söyledi. Aklıma Ragıp'ın sözleri gelmişti o an, en kötü ne olabilir ki demiştim içimden. Ertesi gün Ragıp'la konuşmuştum. Bana "haberleri duydun mu?" diye sordu. Bende "babamdan duyduğum kadarıyla savaşa girmişiz" dedim. "Mesele sadece savaş değil, devlet genç-yaşlı bütün tebaayı savaşa çağırıyor. Ben de yarın gidip teslim olacağım" demişti. O an gözlerimden gözyaşı yerine adeta kan akmıştı. Ragıp'a sımsıkı sarıldım ve ona "sevgisiz yaşanır ama vatansız yaşanmaz, vatan da kansız olmaz, git ve bu vatan için kanını akıt ama yalvarıyorum ölmemeye çalış." O an gözlerimiz buluştu ve zaman bizim için bir sure durdu. Sonra beni alnımdan öptü ve "vatanım için savaşacağım ve senin için döneceğim" Ragıp paltosundan son bir gül çıkardı ve bana uzattı. Gözleri doldu, "hoşcakal..." dedi ve oradan ayrıldık.

Aradan günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar geçmişti. Ragıp'ı beş yıl boyunca görememiştim. O yokken hayatım anlamsız ve oldukça boş geçiyordu. O orada düşmanla çatışırken ben burada boşluktaydım. Acaba hiç vurulmuş mudur? Acaba hala yaşıyor mu? Ah kalbim, bu sorular aklımdan geçtiğinde ölüp ölüp diriliyordum. Ailem bile ondan ümidi kesmişti, annem sırf beni biriyle evlendirmek için kızım evde kaldı diye hüngür hüngür ağlıyordu. Babam ise bu beş yılın içinde bana birçok talipli bulmuştu fakat babama "beni biriyle evlendirmeye kalkarsanız kendimi boğazın soğuk sularına bırakırım." demiştim. Babam bu lafımdan sonra benimle fazla konuşmamaya başlamıştı. Evde kaldığım her gün benim için cehennemden farksızdı, bu yüzden kendimi sürekli dışarıya atıyordum çünkü huzuru dışarıda buluyordum. Dışarıda olduğum süre boyunca gazetelere ve haber alabileceğim her şeye bakıyordum. Beş sene boyunca aldığım tek güzel haberse "ordumuz düşmanı Gelibolu'dan püskürttü!" haberi olmuştu. Belki artık Ragıp geri gelir diye düşündüm. Her kapı çaldığında Ragıp geldi diye kapıya atlardım ama kapıya gelenler genelde anneme dedikodu taşıyan yaşlı kadınlar olurdu. Falanca erkek kızınız istiyor falanca adamın çok parası var kızınıza gül gibi bakar. Bunlardan bıkmıştım artık. Annem belirli günlerde koca karıları eve toplar ve dedikodu isterdi. Bir keresinde onlara kulak misafiri olmuştum ve kadınlardan birisi bana yetmiş yaşında bir adamın talip olduğunu söylemişti. Bu durum benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. O an kendime hakim olamadım ve kadını yaka paça evden attım. Bunu gören dedikoducu kadınlarda evden kaçtılar. Annem bana çok kızmıştı, bende ona kızmıştım. Bu yüzden kimsenin haberi olmadan o gece evden gizlice kaçtım. Hiç kimsenin beni bulamayacağı yerlere gitmek istedim. Kimseyle muhatap olmayacağım yerlere... belki bu istediklerim benim için çok uzaktı ama bu enkazdan kurtulmalıydım. Bütün gece sokaklarda avare gibi gezdim. En sonunda kendimi bir sahil kıyısında buldum. Kıyıya yakın bir yere oturdum ve dalgaları dinlemeye başladım. Dalgalar kayalara vurdukça kafamdaki şimşeklerin şiddetini hafifletiyordu. Gökteki yıldızlar ise içimdeki ateşe su serpiyordu. Sabaha kadar orada oturdum. Güneş'in doğuşunu izledim. Denizin üstünde bir sürü gemi vardı, yabancı gemiler... ama bu işte bir terslik vardı, bu gemiler Osmanlı gemisi değildi, kimisi İngiliz, kimisi Fransız ve hatta kimisi de yunan bayraklarıyla donatılmış gemilerdi. "İstanbul'da bu gemilerin ne işi var? Yoksa..." Evet tahminim doğru çıkmıştı, Osmanlı Mondros'u imzalamıştı, Anadolu işgal edilmeye başlanmıştı... Peki Ragıp? Yoksa geldi mi? Var gücümle eve doğru koştum ve evimizin önünde annemlerin ve birkaç yabancının toplandığını gördüm. Evden kaçtığım için telaş yapmışlardır normaldir dedim fakat eve yaklaştığımda gördüğüm manzara beni benden aldı. Ragıp gelmişti, koşarak yanına gitmek istedim fakat babam beni kimsenin görmeyeceği bir köşeye çekti ve bana bir tokat attı. "Bu evden kaçtığın içindi." Attığı tokat umurumda olmadı, hemen Ragıp'ın yanına koştum ve ona sarıldım, ama o bana sarılmadı. Yüzüne baktığımda yüzünde tükenmişliği gördüm. "Ragıp ne oldu, iyi misin?" Ragıp'ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. "bütün emeklerimiz boşaymış, akan oluk oluk kanlar boşaymış. Savaşma gayemiz vatanı korumaktı. Vatan dün gece bir kağıt parçasıyla yok oldu. Ne kadar ecnebi varsa ayaklanmaya başladı. İngilizler, Fransızlar ve Araplar çoktan Irak, Suriye ve Hicaz'ı paylaşmış. Batıda yunanlar Trakya'ya girmiş, doğuda ise Ermeni'ler ve Kürtler İngilizlerin ve Amerika'nın dolduruşuna gelerek isyan etmeye başlamış... bize kalansa iç Anadolu ve batı Karadeniz'den ibaret birkaç toprak parçası. Bizler bu savaşta bir piyon olarak kullanıldık, hepsi padişahı korumak için verilmiş bir mücadeleden ibaretmiş. Biz vatanı koruyoruz sanarken birileri saraylarda rahat yaşasın diye şehit oluyormuşuz sonra da bizim hiçbir şey anlamamamız için de dini kullanarak bize yön veriyorlarmış. Bu savaş benim için burada bitti. Ben yirmi yedi yaşına kadar geldim ama ruhum altmışına merdiven dayadı bile. Cephe benim için acı ve korkudan başka bir şey olmadı... gördüğüm olayları ve yaşadığım korkuyu hiçbiriniz anlayamayacaksınız..." Ragıp'ın ağzından bu sözler dökülürken yanında olan herkes gözyaşlarını tutamamıştı. Aradan uzun bir sessizlik geçti. Sessizliği bozmayı istedim ama buna cesaretim yetmedi. Nihayet annem sessizliği bozarak Ragıp'a bir soru sordu. "Peki şimdi ne olacak evladım." Ragıp öne eğik başını kaldırdı ve annemin yüzüne umutsuzca baktı. "Ya birisinin çıkıp ülkeyi kurtarmasını bekleyeceğiz yada bir avuç toprakta başkalarının kontrolünde yaşayacağız. Bana hangisini seçerdin diye sakın sormayın çünkü ben artık taraf olmayacağım. Devlet isterse beni kurşuna dizsin, umurumda değil... bu kadar yeter. Ben biraz dinlenmek istiyorum." Ragıp oturduğu iskemleden sendeleyerek kalktı ve eve girdi, o giderken hepimiz ayağa kalktık ve içeri gidişini izledik. "Yürüyüşü bile değişmiş baksana" dedi babam. Annemse o cehennemden sağ döndü ya, buna da şükür." Ragıp bu konuşmaları duyabiliyordu. Bu yüzden hızını artırdı ve eve girdiği gibi kapıyı kapattı. "Ben sana dedim kızım bu çocukta hayır yok bir başkasıyla evlenseydin hem çocuğun olurdu hem de mutlu olurdun." Büyük bir öfkeyle anneme döndüm ve "Yine başlama anne Ragıp'ı da alır Anadolu'nun en ücra köşesine giderim ve size hiç haber vermeden hayatımın sonuna kadar orada yaşarım." Annemin o anki yaptığı densizliği hala unutamıyorum. Neyse ki şuan ondan ayrıyım ve benim sinirlerimle oynayamıyor. Ragıp eve girdikten sonra annem ve babam burada durmanın bir anlamı yok, eve gitsek daha iyi olabilir diyerek oradan ayrıldılar. Geriye mahalleden bir iki kişi ve ben kalmıştım. O kişiler öylece bana bakıyorlardı ve bu bakmaları sinirlerimi altüst ediyordu zaten yeni yeni sinirlerim yatışmaya başlamışken beni bu denli izlemeleri geriyordu. "Neye bakıyorsunuz?" Dedim. Bunu dememe rağmen tuhaf tuhaf bakmaya devam ediyorlardı. "size söylüyorum neye bakıyorsunuz!" Adamlar birden irkildi ve ellerini bellerindeki silahlara attılar. O an silahı gördüğüm an çığlık atacaktım fakat bana susmam için elleriyle işaret yaptılar. O ana kadar onları Ragıp'ın arkadaşları sanmıştım fakat arkadaşları değil düşmanıymış. Bu adamlar sivil gezen İngiliz ve Yunan askerleriymiş. Ragıp'ın anlattığı her şeyi dinleyen bu adamlar karşıma geçip ülkenin bu duruma düşmesine gülüyorlardı. İçlerinde Yunan olan adam "hemen evine git!" Diye bana Türkçe uyarıda bulundu. Bende o korkuyla hemen eve gittim. Yolda bir sürü yabancı devlet askeri gördüm, hepsi gelmişti. Sanki sahipsizdi bu topraklar. Ucu bucağı görünmeyen bu topraklar sanki bir pazarcının sattığı ucuz mallar gibi bir kağıt parçasıyla satılmıştı. Ev sahibi bizken kiracı olmuştuk, birinin bu duruma dur demesi lazım. Allah bizi ve sevdiklerimizi korusun. Tek diyeceğim bu...

Mondros'un ardından padişahımız bize Sevr barış anlaşmasını layık görmüştü. Anlaşmaya göre Ragıp'ın dediği yerler ecnebilere gerçekten verilecekti. Neyse ki Allah bizi padişaha esir bırakmadı. O zamanlar ismini bile bilmediğimiz bir komutan deli cesaretiyle bölünmüş ve parsellere ayrılmış vatanı kurtarmak için gizlice planlar yapmış ve bu planlar sonucu ilk adımı samsundan atmış bir komutan. Mustafa Kemal Paşa. Devlet geleneklerinden ve halktan kopan padişah ve onların bulunduğu güruhu cezalandırmak için doğmuş bir komutandı adeta. Ragıp'ın anlattığı kadarıyla Mustafa Kemal Paşa padişahın kendi isteğiyle Anadolu'daki isyanları bastırması için yollanmış fakat Mustafa Kemal Paşa Anadolu halkının içler acısı durumunu görmüş ve insanların elindeki bir kuru ekmeği isteyen emperyalist düşmanlara karşı halkı örgütlemeye ve bir ordu düzene sokmaya çalışmış. Padişahın kulağına bu haber gittiğinde de paşaya ölüm emri verdirmiştir. Yani bu olaydan sonra padişah pastayı kesip pay eden kişi olduğunu açıkça söylemiştir. Paşaya yardım edeceği yerde ellerine zincir vurmaya çalışmıştır. Üç yıl içinde büyük savaşlar veren Mustafa Kemal Paşa ve yanında olan diğer paşalar Anadolu'yu kurtardı. Ragıp'a gelecek olursak, o bu süreçte kılını bile kımıldatmadı. Ona savaşmalıyız dediğimde bana boş boş bakıyordu ve "ben savaşı yerinde gördüm. Kan ve çığlıklardan başka bir şey değildi. Eğer gerçekten vatanı kurtaracağını düşünüyorsan git savaş... bizler sadece bir sayıdan ibaretiz, katılırsak haneye bir sayı eklerler. ölürsen (Ragıp kekelemeye başladı) haneden bir sayı silerler ve savaş devam eder. Ta ki on binlerce can bir hiç yüzüne dünyadan gidene kadar. Bunlardan gurur duyanlarsa kendini güvenceye alan saray erkanı ve saray erkanının sözünden çıkmayan tebaadır." Bu sözler beni bitirmişti. İçimdeki bazı sesler ve arzular Ragıp'ın Paşayla karşı karşıya gelmesini istiyordu. Öyle ki paşa onu öyle bir azarlasın ki bir daha bu kadar karamsar olmasın istiyordum... fakat her istediğimiz de olmuyor.

MUSTAFA KEMAL: Musa oğlu Ragıp! Ne cüretle büyük Türk kurtuluş savaşına gelmedin!

RAGIP: Siz kimsiniz. Yoksa...

MUSTAFA KEMAL: Benim Ragıp. Mustafa Kemal Paşayım. Kanlı canlı olarak karşındayım. Şimdi SEN bana cevap ver. Neden ben Anadolu'yu emperyalist düşmanlardan kurtarmaya çalışırken sen bu süreçte kılını bile kıpırdatmadın? Ben gece gündüz planlar yaparken, uyku bile uyuyamamışken sen nasıl olurda rahat rahat evinde oturursun!

RAGIP: bizler sadece bir sayıdan ibaretiz paşam. Ben olsam ne olmasam ne? Allah kaderimizde yazmışsa önemli işler başarırız yazmadıysa da bir sayıdan ibaret kalırız.

SEMİHA: Paşaya bile böyle dikleniyorsun ya Ragıp, pes cidden.

MUSTAFA KEMAL: Küçümsediğin o "bir" kişi çıkıp bölünmüş bir vatanı kurtarabilir yada o "bir" kişi tek başına üst düzey bir gemiyi bile batırabilir. Allah herkesin kaderini kendi çabasına göre vermiştir. Eğer hiç çaba göstermezsen sadece bir sayı olarak kalırsın.

SEMİHA: işte sana bunu anlatmaya çalışıyordum Ragıp. Koskoca paşayı bile anlaman için ayağına getirttin.

SULTAN VAHDETTİN: Dinleme onu Ragıp. O bir hayalperestten başka bir şey değil. Anadolu'yu kurtarmak bahanesiyle hepinizi savaşa sürdü. El kadar bir toprakta yaşamaktansa size elden daha büyük bir toprak verdi. Geleneklerimizi bozdu. Devleti kendi malıymış gibi kullanmak istiyor o!

SEMİHA: sizde nerden çıktınız? Ne münasebetle buradasınız.

MUSTAFA KEMAL: Bana vatan haini diyorsunuz fakat vatanı parsellere bölüyorsunuz, sonra da halkın parasını kendi cebinize indiriyorsunuz. Bunlar yetmiyormuş gibi insanları hürriyetlerinden mahrum bırakıyorsunuz.

SULTAN VAHDETTİN: Ben kimsenin parasını çalmadım çalmam da. Ben halkımın yaşamasını istedim ölmesini değil. Ben bu tahta çıkmadan önce de göz ardı edilen bir insandım. Taht için doğru kişi değildim. Buna rağmen beni bu tahta çıkardılar.

MUSTAFA KEMAL: Vatan dediğiniz kanla sulandıktan sonra vatan olur. Onca askerin emeğini kendi emelleriniz için heba ettiniz. Kaybolup giden onca can varken siz nasıl hala burada konuşabiliyorsunuz

SULTAN VAHDETTİN: Kimin emeğini heba etmişim ben? Ben Tebaa'yı Osman'ın iyiliğini düşündüm. Halkın acı çekmesini istemedim.

SEMİHA: Eşimin halini görmüyor "musun. Sizin imzaladığınız bir kağıt parçası onu bu hale getirdi.

RAGIP: Herkes kendi çıkarları için savaşıyor bu dünyada. Kimse kimseyi gerçekte önemsemiyor. Paşalar ve generaller asker istedikleri için sizin yanınızdaymış gibi yapıyor. Krallar ve sultanlar da kendilerini kurtarmak için ülkelerini veriyor. Hatta en yakınımız olanlar bile (anne, baba, eş, akraba) senin iyiliğini düşünüyoruz gibi söylemlerde bulunup önce yanınızda oluyorlar ve sizi istedikleri gibi kullanmak için çaba gösteriyorlar ve sizde bu çabaları yardım olarak anlıyorsunuz. Hayatta kimse gerçekten bana ne istiyorsun diye sormadı veya gerçekten yanımda durmadı. Karım bile kendi psikolojisini düşündüğü için beni düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık olarak ortak sorunumuz bu. Hepimiz hayatlarımızı çıkarlarımız için yaşıyoruz...

(Bu konuşmalar sonrası ortamda derin bir sessizlik oldu ve herkes birbirine bakar oldu. Ragıp'sa sadece arkasını dönüp gitti.)

Ragıp gerçekten çok karamsarsın. Hayallerimde bile beni yenmeyi başarabiliyorsun. Sahi ben neden hayallerimde bile yenemedim onu. Sanırım bu sevgi gitgide karmaşık bir boyuta evriliyor. Ragıp düzelmezse ne olacak bilmiyorum. Onu gerçekten çok seviyorum ama beni çok üzüyor...

 

Loading...
0%