@yusufee
|
"Keşke kafama bir bere alsaydım. Dışarısı çok soğukmuş. Ama bir kere kapıyı çektik. Eve girersem Semiha yarım bıraktığı tartışmayı devam ettirmek için elinden geleni yapar." Evin önünde duran Ragıp bir yandan orada beklerken bir yandan da içeriden Semiha'nın sesi geliyor mu diye kapıyı dinliyordu. Dışarısı oldukça soğuktu ve kar yağıyordu. "İnşallah hasta olmam. Bir de bunun için azarlanmak istemiyorum. Hayatım yeterince berbat gidiyor zaten." Soğuk rüzgarlar ve sert geçen kar yağışı hayatı dondurmuştu adeta. Bu yüzden de ne bir hayvan vardı ne de başka bir canlı sadece arada uçan kuşlar vardı. Bütün çevresi ormanlarla sarılı olan Ragıp bu kasvetli yerden kurtulmak için her gün kasabaya en hızlı şekilde varmaya çaba gösteriyordu. Göklerdeki kuşlar ve etraftaki diğer canlılar Ragıp'ı sürekli kör sağır fikirlere atıyordu "şu ağaçlar ve canlılar... hepsi tek bir varlık gibi. Sanki maske takıyorlar ve beni kandırmaya çalışıyorlar." Bunları düşünürken soğuktan tir tir titreyen Ragıp ısınmak için sigarasına sığındı. Paltosundan çıkardığı dalı çakmağıyla tutuşturdu ve ona huzur ve sıcaklık veren bu hissi yaşamasına izin verdi. Yollar o kadar ıssızdı ki ne bir ev ne de belirgin bir yol vardı. "Ah, şimdi İstanbul'da olacaktım. Arnavut kaldırımlarda yürüyecektim. Her sabah mektebi tıbbiyeye giderken kahvaltı ettiğim ecnebi mekanına girip sıcak bir çorba içecektim. Ne vardı Anadolu'da. Mustafa Kemal Paşa'nın devrimiymiş. İstanbul'daki öğretmenler, doktorlar ve diğer branşlardaki arkadaşlar Anadolu'ya gidip gittikleri yeri kalkındıracaklarmış. Sanki kendi isteğimle gelmişim gibi burada çamurla taşla toprakla uğraşıyorum. (Ragıp'ın Anadolu'ya gelmesi için Semiha Ragıp'tan habersiz onun adına gizlice başvuru yapmıştır. Başvuru onaylandıktan sonra da mektubu Ragıp'a göstermiştir. Buna sinirlenen Ragıp Semiha'yla Anadolu'ya gidene kadar konuşmamıştır.) Ragıp çamurlu yolda yaklaşık yarım saat kadar yürüdü ve en sonunda kasabaya ulaştı. Görevde olduğu kasaba yaklaşık üç yüz kişiden oluşuyordu. Yöre halkı geçimini genellikle ormandan sağlıyordu. Küme küme dizilmiş bu eski Anadolu evleri adeta Ragıp için bir terapi gibiydi çünkü o bu tarz yapıları gördükçe huzur buluyordu. Kasabaya inen Ragıp önce Sağlık Ocağının yolunu tuttu, bu sırada onu gören köylülerle selamlaştı. Köylüler onu çok seviyordu. Öyle ki muayeneye gelenler yanında mutlaka bir hediyeyle gelirdi. Tek katlı ve orta derece hasarlı olan bu yapı Ragıp'ın tek ekmek kapısıydı. Binanın kapıları da bir o kadar bina kadar eskiydi. Ragıp kapı kolunu her açışında kapıdan gıcırtılı sesler çıkardı. "şu kolu her seferinde yağlamayı unutuyorum." diye içinden geçirirdi. Sağlık Ocağının içerisi uzun, dar bir koridor ve beş, altı tane odadan oluşuyordu. Her odanın farklı bir amacı vardı. Kimisi kan alma, kimisi çocuk emzirme kimisi ise muayene amacıyla farklı hizmetler veriyordu. Ragıp sadece insanları muayene etmekle mükellefti. Hasta geldiğinde önce muayene eder, sonra gerekli ilaçları hazırlardı ve hastaya verirdi. Hastalara düzenli olarak kontrole gelmelerini de söylemeyi ihmal etmezdi. Koridor Ragıp gibi son derece ıssız ve kasvetliydi. Sadece beyaz ve lekeli eski duvarlardan ibaretti ve tavanından yağmur sızdırıyordu. Çalışma odasına giren Ragıp masasının başına geçti ve masanın baş ucunda duran not defterini açıp not almaya başladı. Defterini iki taraflı kullanıyordu. Ön tarafına hastalar hakkında notlar yazıyordu, arka tarafına ise yazdığı kitap hakkında aklına gelenleri unutmamak için kısa notlar yazıyordu. "Ahmet oğlu Arif... kusma ve baş ağrısı şikayetiyle geldi ve ara da başı da dönüyor. Henüz on beş yaşında genç bir delikanlı. Hastalığını çözdüm ve ilacını verdim... Turgut oğlu Selim. Ruhsal bunalımlar ve sıkıntıları vardı. (bu beni aştığı için onu Ankara'ya gitmesini önerdim.) tedavisi yok. Mustafa oğlu Bilal. Karın Bölgesinde şiddetli ağrı. Apandisi patlamış. Tedavi imkansızlıklardan dolayı yapılamadı ve hasta öldü. (öldü mü...) Bir daha ölüm lafını duymak istemiyorum. Artık ölene kadar ölüm kelimesini kendime yasaklıyorum. Ölümden korkmuyorum ama onu duymak istemiyorum. Yaşadıklarım ve gördüklerim bana bu konuda yetti. Ben emekli oldum. Artık sadece aileme bakıp evime ekmeğimi getireceğim." Her ne kadar kendine böyle vaatlerde bulunsada gerçekler onun için hiç öyle olmuyordu. Kendi kafasında "ölüm" kelimesini duyunca bile bilinci küçük bir çocuk gibi olduğu yere çöküyor ve ağlamaya başlıyordu. İnsanlar bunu göremediğinden onu hiç kimse anlayamıyordu ama o onu anlayacak insanlar istiyordu. Ragıp bu yüzden hep yalnız kalacaktı. Etrafında kimse olmadığı için değil, kafasında kimse olmadığı için yalnız kalacaktı... Vakit öğlene doğru yaklaşmıştı ve sadece iki hasta muayene olmaya gelmişti. Onların da şikayeti basit öksürük ve nezleden ibaretti. Ragıp tam öğle molasına çıkacakken birisi o eski gıcırtılı kapıyı çaldı. İçeri giren kişinin bir ayağı yoktu. Koltuklarının altına birer değnek görevi gören sopa koymuş ve muayene olmaya gelmişti. Ragıp hemen ayağa fırladı çünkü bu durum onun buradaki görev süresi boyunca ilk defa başına gelmişti. "Buyrun hoşgeldiniz." Ragıp fark ettirmeden adamı süzmeye ve mesleğinin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. "Hoşbuldum doktor. Benim bir rahatsızlığım var ve bu durumdan kurtulamazsam sanırım fazla yaşayamayacağım." Ragıp adamın sorununu bacağından olduğunu sanarak "Sorununuz bacaklarınızdan kaynaklı mı?" diye cevapladı. "Hayır, keşke sorun bacağım olsaydı. Görmüyor musun? Zaten bir tanesi yok..." Ortam gitgide daha da tuhaflaşmaya başlamıştı. Adam sorununu söylemek yerine uzatmayı tercih ediyordu. "Peki sorun nedir o zaman?" Adam başını öne eğdi ve derin bir nefes verdi. "Ben savaş gazisiyim. Büyük savaşta yakınıma düşen bir bomba yüzünden bu hale geldim. Doktorlar tıbbi imkansızlıklardan dolayı bacaklarımı kestiler. Şimdi ise gördüğün gibi bu halde dolaşıyorum." Ragıp hala istediği cevabı alamamıştı. "anlıyorum. Bende büyük savaşta savaştım. Savaş denen cehennemin ne olduğunu biliyorum. Acınız da anlayamayacağım kadar büyük fakat ben hala ne istediğinizi anlayamadım. Adamın gözünden yaşlar döküldü ve "bu gördüklerimi unutturabilecek bir ilacınız var mı? O cehennemden beni kurtarabilir misiniz? Eğer yardım ederseniz size bütün paramı ve gazilik madalyamı veririm." Adam yamalı paltosunun cebinden madalyasını ve bir keseye konulmuş altınlarını çıkarıp Ragıp'a vermek istedi fakat o çoktan savaş travmaları tarafından zihninin derinliklerine çekilmişti. 1914 - İstanbul "Selamünaleyküm paşam, devletimiz yabancı devletlerle savaşa girmiş ve bize ihtiyaç olduğu söylenmiş. Müsaadeniz olursa teslim olmaya geldim." Paşa gururlanarak "Aleykümselam evladım, vatan sizin gibi evlatlar sayesinde ayakta kalacak. İlerde gördüğün asker ağaların yanına git, onlar seni eğitimin ve diğer işlerinle ilgilenecek." Ragıp cılız bir sesle "emredersiniz komutanım!" dedi ve askerlerin yanına doğru gitti. Ragıp Ordu ve askeriyeden pek hoşlanmazdı ama yine de bunu yapmak zorundaydı. Askerlerin yanına vardığında "Musa oğlu Ragıp emirleriniz için hazırdır komutanım!" dedi. Askerler Ragıp'la gerekli konuşmaları yapıp eğitim alanına getirdiler. Burada kaldığı süre boyunca silah tutup kullanmayı, patlayıcı maddelere nasıl yaklaşacağını ve temel düzey parkurlarla nasıl hayatta kalacağını öğreteceklerdi. Bu süreçte ise sürekli bazı şeyleri not alıyordu. (Birinci gün) Eğitim alanına geldim ve askeri eğitime başladım. İlk olarak elime bir karabiner 98 marka bir silah verdiler ve atıcılığımı test ettiler. İlk deneyimime göre fena değildim. Kaldığım yere ve diğer şeylere gelecek olursak. Burası hayal ettiğimden daha iyi bir yer gibi (en azından şimdilik.) Diğer acemiler ve benle birlikte birliğimiz yaklaşık otuz kişi. Birlikten on kişi Kastamonu'lu, altışar kişi ege ve iç Anadolu'dan, kalan sekiz kişi ise doğu illerinden gelenlerden oluşuyordu. Bu insanlarla boş vakitlerimde sohbet etmeye çalışıyorum. Onların yaşam şekillerini ve geldikleri yerler çok ilgimi çekiyor... (İkinci gün) Bugün hem silahlı talim hem de engellerden kaçtığımız parkurlar yaptık. Talimci başı iki kişiyi kavga ettiği için kavga eden kişileri dövdü. Parkurda başarısız olanlar da cezalandırıldı. Bana gelirsek, şanslıyım ki parkuru hızlıca tamamladım ve ceza almaktan kurtuldum. Ayrıca bugün Kemal adında acemilerden biriyle tanıştım. Kendisi Ankara yakınlarından geldiğini söylüyordu. Biraz sohbet etmek istedik ama talimci başı izin vermedi. "Burası sohbet yeri değil! Yarın bir gün şehit olacağız! Bunu aklınıza sokun. O zaman arkadaşlıklar yada başka şeyler sizi kurtarmayacak. Sizi sadece elinizdeki silah ve cebinizdeki süngü kurtaracak!" Talimcinin bu konuşması benim moralimi bayağı bozmuştu. Belki diğer günlerde konuşabilirim umuduyla beklemeye karar verdim. Yoksa şansımı zorlarsam dayak yiyebilirdim. (Üçüncü gün) Sabah uyanır uyanmaz Talimci başı bizi tek sıra halinde dizdi ve bize bir veda konuşması yaptı. "Asker! Artık sizin eğitiminizden ben sorumlu değilim. Yerime gelecek kişi öğleye doğru burada olacak. O zamana kadar ben yokken buralardan sizler sorumlusunuz. Buraya bir zarar gelirse devlete bir zarar gelmiş demektir unutmayın! Hepiniz Allah'a emanet olun... bu konuşmadan sonra Talimci başı bize rahat komutunu verdi ve onu almaya gelen askerlerle kamptan uzaklaştı. Fırsat bulmuşken insanlarla konuşmamın tam zamanıydı, hem yeni talimci gelene kadar daha çok zamanım vardı. İlk olarak Kemal'in yanına gittim ve onunla siyaset üzerine sohbet etmeyi denedim fakat başaramadım çünkü Kemal sadece Padişaha kulluk ediyordu. Ona bu konuyla ilgili başka bir şey soramadım. Bu sefer de konuyu değiştirmek istedim fakat kemal gerçekten hiçbir şey bilmiyordu. İçimden "Bu böyle olmayacak. En iyisi bir bahaneyle bundan kurtulayım." Kemal'e döndü ve "Kemal kardeş ben biraz da diğerleriyle konuşayım yoksa ayıp olur" dedim. Kafasıyla beni onayladı ve bende onun olduğu yerden uzaklaştım. Bu sefer bir grubun arasına girsem daha iyi olabilir diye düşünmüştüm. Etrafa biraz bakındım ve üç kişilik bir grubun olduğunu gördüm ve hemen yanlarına gittim ve selam verdim. "Gel kardeş sen de bize katıl" diye davet ettiler ve bende hemen onlara katıldım. Adamların konuşma tarzı biraz değişikti ve zor anlıyordum. Sanırım bunlar doğuluydu. Memleket neresi diye sorduğumda da Diyarbakır cevabını aldım. Kemal'de yaptığım şeyin aynısını onlarda denemek istedim. Önce onlara siyasetle alakalı bir şeyler anlattım. daha sonra verdikleri tepkilere baktım ve verdikleri tepkiler Kemal'in vermiş olduğu tepkilerle aynıydı. Hepsi "Padişahımızın ömrü uzun olsun" sözünden ileriye gidemiyordu. Bunu neredeyse eğitim alanındaki herkesle yaptım ve hemen hemen herkes aynı tepkileri veriyordu. Anadolu insanının durumu sandığımdan da vahimdi. Hepsi ömürlerini bir koyun olarak geçiryordu. Hayatlarını bir kişinin varlığı için adamışlar. İŞTE İLK AYDINLANMA. İlk sorgum burada başladı. Gerçekten insanın amacı bu kadar basit miydi? Şahı korumak için piyon olmak mı gerekliydi? Şah neden gerekliydi diye neden kimse sorgulamadı. İnsanlar sefaletten kırılırken neden kendilerine sormadılar bu durumu... çok fazla soru var. Umarım hepsini yanıtlayabilecek kadar ömrüm uzun olur. Bugünlük bu kadar araştırma yeter. Zaten saat de öğlen oldu sayılır. (dördüncü ve beşinci gün olaylar birbirinin aynısı gibi geçmiştir.) (Altıncı gün) Bugün eğitimimizin son günüydü. Hepimiz çok yorulmuştuk. Önceden kalem tutmaya alışık olan bu eller artık silah tutmaya alışmıştı. Vücudum hantallaşmış ve katılaşmış bir hale büründü. Eski ben yoktum artık. (bunu o zamandan anlamışım sanırım.) vatanım için kendimin katili oldum. Bu halk yaşasın diye benliğimden vazgeçtim. Bu saatten sonra kendimi önce Allah'a sonra da zamana bırakıyorum... Ragıp bu saatten sonra pek bir şey not alamamıştı çünkü bundan bazı askerler rahatsız olmuş ve Ragıp'ın not defterini çalmışlardı. Ragıp'sa bu olayı Paşa'ya kadar taşıyacağını söyleyince askerler not defterini geri verdi ve o günden sonra Ragıp savaş bitene kadar hiç not tutmadı. PAŞA: Asker! Beni iyi dinle! Savaşacağımız cephe cihanda eşi benzeri olmayan bir cephedir. Eğer biz bu cepheyi kurtaramazsak o zaman ne anamız kalır ne bacımız! Hepsi düşmanın eline geçer ve biz de çoktan ölmüş oluruz! Ama ölmeyeceğiz! Vatan'ımız için kanımızın son damlasına kadar savaşacağız ve bu yolda şehit olacağız! Allah inananların yanındadır! Paşa bu konuşmaları yaparken Ragıp'ın sorgulamaları devam ediyordu. "Gerçekten bunlara gerek var mıydı? Bir kişinin ağzından çıkan bir söz yüzünden binlerce vatan evladının yok yere şehit olması ve binlerce Ana'nın gözünden yaş akmasını bu insanlar nasıl kabullenebiliyordu? Bu insanlar hasta olmalı..." içten içe bu sorularla yanıyordu Ragıp dışarıda kahraman maskesiyle gezse de içerisi alev alev yanıyordu. Artık kendi varlığını bile sorgulamaya başlamıştı bir süreden sonra. Hissetmediği hisler onu sarıp sarmalıyordu günden güne. Zaman nehrinin akıntısında kaybolmaya başlıyordu Ragıp. Savaşta görecekleri de onun boğulması için son adım olacaktı. 1914 – Gelibolu Ragıp ve arkadaşları at arabaları ve kağnılarla birlikte Gelibolu'ya getirilmişti. Arazi adeta kıyameti andırıyordu. Binlerce insan buraya ölmeye gelmişti. Herkes karıncalar gibi iş yapıyordu. Kimi askerler hazırlık için siper kazıyordu kimi askerler sıhhiyelere erzak ve ilaç taşıyordu, kalanları ise bölgeyi kolaçan ediyordu. "İnmek için daha neyi bekliyorsunuz! Derhal inin arabadan!" komutanın bu sert çıkışı Ragıp'ı germişti ama bunun başlangıç olduğunu biliyordu ve sabırlı olmalıydı. "Tek sıra halinde pozisyon al!" komut verilir verilmez yüz kişi tek sıra haline geçti ve emir beklemeye başladı. Komutanlar ve paşalar askerlerin yüzlerine bakmaya başladı. Sıranın yarısına geldiklerinde ise komutanlardan biri iki askerin güldüğünü gördü ve askerlerin durduğu yere kadar geldi. Komutanı fark etmeyen askerler hala gülmeye devam ediyordu. Komutan belindeki silahı çıkardı ve askerlerin ayaklarına birer el ateş etti. Bu durum Ragıp'ı ve diğer askerleri çok korkutmuştu. Hatta öyle ki iş yapan askerler bile bu olaya hayret etmişti. "Disiplinsizlik kabul edilemez" dedi ve yürümeye devam etti. "Bizim paşalar olsaydı birer sağlam tokat yerlerdi ve derslerini alırlardı, bu Alman paşalar çok zalim." Bu düşünceleri aklından geçirirken bile korkuyordu Ragıp. Tam komutan ve paşa nerede diye soluna bakacakken komutanı tam karşısında gördü ve nutku tutuldu. "sakın bir daha beni aramak için disiplini bozma, ben seni bulurum..." Ragıp artık tamamiyle bu komutandan soğumuştu. Osmanlı paşaları bile onlara bir şey diyemiyordu. Bu durum orduda huzursuzluklara yol açıyordu ama Alman komutanlar bunu çok iyi bastırıyordu. Günlerden pazardı ve Ragıp gece nöbetindeydi. Beklenen deniz istilası hala gelmemişti. Sabah akşam durmadan boğaz izleniyordu lakin ne gelen vardı ne giden. Düşman gelene kadar Osmanlı ordusu yetiştirebildiği kadar hazırlık yapmaya çalışıyordu. Tam zamanlı olarak bir bölük nöbet tutuyordu. Gün içinde genelde erzaklar ve cephaneler taşınıyordu. Ayrıca bazı bölükler ise hendekler kazarak savaşacak siper oluşturuyordu. Akşam olunca da birkaç bölük topların günlük bakımını yapıyordu. Gündüz yapmamalarının nedeni ise düşmanın tam bakım sırasında gelebileceği ihtimaliydi. "lanet olası düşman neden hala gelmedi? Yoksa bu da o şeytan İngilizlerin bir taktiği miydi? Belirsizliği mi kullanıyorlardı? İnsanlara zamanı sorgulatarak onların dikkatini mi dağıtıyorlardı yoksa? Eğer durum böyleyse bu onların nasıl bu kadar çok toprak aldıklarını açıklıyor, ama eğer değilse, bunlar benim kendi kafamda kurduğum şeylerse ben çoktan delirmişim demektir..." Ragıp konuşmasını bitirirken güneş gündüzün renkleriyle birlikte doğmaya başlamıştı. Gözlerini bütün gece kırpmayan Ragıp nöbeti devretmek için sabırsızlanıyordu. "Acaba kaç gün daha bu böyle gidecek? Kaç gün daha zamanın esiri olacağız?" gelen askerleri görünce ayağa kalktı ve tekmil verdi, daha sonra da nöbetini diğer asker devraldı. Ragıp sonunda uyuyabileceği için mutluydu. Hemen birliğinin kaldığı çadıra gitti ve uyumak için kendini yatağa fırlattı. Yastığın vermiş olduğu rahatlık adeta bir annenin evladının kafasını okşaması gibiydi. Yattığı yatakta kaskatı kalan Ragıp etraftan gelen sesler eşliğinde uyumaya çalışıyordu. ASKER: Şuna baksana sadece iki buçuk saatlik bir gece nöbeti tuttu ve ölü gibi yatıyor. Bunun gibi sosyeteler buraya dayanamıyor, ne acı. RAGIP: Benden mi bahsediyor bunlar? ASKER : Haklısın ülke zaten bunun gibi tembeller yüzünden bu hale geldi, olmayan bir düşman için gece gündüz ailemizden çoluğumuzdan çocuğumuzdan uzak bekliyoruz baksana. RAGIP: Bu duruma ben de bayılmıyorum. Devlet zorla getirdi bizi. Kim istemezdi şimdi sevdiğiyle evinde çocuklarına bakmayı, ben ister miydim bu kaderi, her gün yüzlerce insanla zayıf bir ülkeyi korumayı ister miydim sizce? Biliyorum şuan sesim duyulmuyor, gördüğüm anlaşılmıyor ama ben her şeyi biliyorum. Bizleri bir piyon olarak kullanıyorlar... payitaht ayakta kalsın diye bizi kullanıyorlar ama bunu kimseye anlatamıyorum. Beni anlayan kimse yok burada. Tamamen yalnızım ve sanırım bu yalnızlık benim sonum olacak... "HERKES SİPERLERE!" Dışarıdan gelen bu ses Ragıp'ı olduğu yerden zıplatmıştı. Herkes birden bozguna uğramış gibi kaçışıyordu. Kendi kendine "Ne oluyor burada?" diyordu Ragıp. Apar topar toparlandı ve çadırdan dışarı baktı. Gökyüzü renklerini kaybetmişti. Kara bulutlar topraklarımıza çökmüştü. Göklerde uçan uçaklar vardı. Denizleri yararak gelen gemilerde peşlerindeydi. İngilizler bütün gücünü buraya yığmıştı sanki. -ASKER! SİPERLERE GEÇ! Ragıp paşanın bu bağırışını hemen dinledi ve silahıyla birlikte siperin içine atladı. Askerlerin hepsi çok korkmuştu "Yer, gök, deniz... hepsi onların elinde, biz ne yapacağız. Burayı tutmamız imkansız." Ragıp askerlerin bu çaresiz haline acıyordu. Daha biraz önce kendisine sosyete diyen askerler kendilerini nasıl kurtarabiliriz diye plan yapıyorlardı. Paşalar askerlere ateş emrini verdi ve savaş başladı. Düşmanın elindeki silahlar son modeldi ve çok kullanışlıydı. Osmanlı ordusunun bu zayıflığı ve onların bu denli güçlü olması Ragıp'ı korkutuyordu. Paşa da aynı Ragıp gibi düşünüyordu. Askerler savaşıyordu ama onlardan bir gitse bizden beş gidiyordu. Tek temenni bu durumun değişmesiydi. Onun dışında yapılabilecek tek şey ölümüne savaşmaktı. ASKER: Ragıp kardeş vursana sende bir iki kişi, adamları görmüyor musun mahşer kalabalığı gibi her yer. Ragıp askerin bu sözüne karşı nişan aldı ve ateş etti. Bir askeri vurmayı başarmıştı fakat bu onun için bir başarımıydı bilinmez. "Bir kişiyi hayatından ettim, ne için? Bir emir sonucu. Peki bana yararı neydi bunun? Bir hiçlikten ibaret işte! Bir kişiyi ailesinden kopardım. Belki de soyunun devamını sağlayan son kişiydi o. Belki de evinde bekleyen bir eşi, annesi, babası hatta çocukları vardı. Ama hepsi bir silahın içinden çıkan kurşunla son buldu. O eş bir ömür boyu hayata küsecek, o çocuklar da bize karşı kin besleyecek, ne için? Yine bir hiç için. Bıktım bu satranç düzeninden artık. Eğer tüm düzenler bu şekilde olacaksa düzen olmasın daha iyi!" Ragıp'ın bütün odağı dağılmıştı ve düşmanın görebileceği açık bir pozisyonda duruyordu. Yanında duran asker bunu fark etti ve Ragıp'ı kurtarmak için onu itti fakat Ragıp'ı iten o asker olayın ardından düşman askeri tarafından vuruldu. "Hayır, olmaz, olamaz... sen ölmedin, uyan ne olur!" Askeri kafasından tutan Ragıp'ın elinden gelen tek şey sıhhiyeler gelene kadar bilinci var mı diye yoklamaktı. "Kardeş, benim köyde yaşayan yaşlı bir annem var, beni bekleyen bir sevdiğim var. Bunu al ve onlara ulaştır. Yalvarıyorum sana. Hayattaki son isteğimi yerine getir kardeş..." Asker Ragıp'a gömleğinin içinden çıkardığı tuhaf görünümlü bir şey verdi. "Sen ölmeyeceksin kardeş, beni duyuyor musun! Seni bekleyen bir aile varken ölmek kime yakışır!" adam son bir kez Ragıp'a baktı ve "Biz ölmüyoruz. Şehit oluyoruz. Allah yolunda ölenlere ölü denmez..." asker bu sözünü bitiremeden nefesi kesildi ve şehit oldu. Kan Ragıp'ın kollarına kadar bulaşmıştı. Bir askere bakıyordu bir de kendine. Siperin arkasına yaslandı ve buradan kurtulmak için var gücüyle dua etmeye başladı. Askerler Ragıp'ın bu halini görünce ona hem kızıyorlar hem de acıyolardı. İçlerinden biri Ragıp'ı anlamadan "Bizim de ailemiz ve çocuklarımız var ama biz oturup ağlamıyoruz. Kalk ve düşmanı püskürtmemize yardım et!" dedi. Ragıp eğik başını adama çevirdi. Adam bir yandan Ragıp'a bakıyor bir yandan da düşmana ateş etmeye çalışıyordu. "beni hiçbiriniz anlamayacaksınız. Kalabalıkların içinde yalnızım. Ne yapacağımı bilmiyorum..." Ragıp'ın kafasından bu sözler geçerken gözleri büyümüş ve nefes alıp vermesi hızlanmıştı. Asker durumun normal olmadığını fark etti ve eğilerek Ragıp'ın bulunduğu mevziye geldi. "Kardeş, biliyorum şuan zor bir durumdayız, ama başaracağız. Bu zor günleri de atlatacağız. Hepimiz çoluğumuza çocuğumuza kavuşacağız. Bizi bekleyenler var unutma." Asker Ragıp'ın eğik başını tekrar kaldırdı. "Ya onların çoluğu, çocuğu, eşi ve ailesi. Onlar kendi vatanlarından kopup buraya geldiler. Dünyanın bir ucundan gelenler var. Onlar ne yapsın bu durumda? Biz kazansak onlar kaybedecek ve çoğunluğu ölecek. Onlar kazansa da biz öleceğiz." -BOMBA GELİYOR KAÇIN! Ragıp sözünü tamamlayamadan kaçmaya başladı ve güvenli bir yer aramaya gitti. Yanında ki asker ise Ragıp'ın gittiği yerin tam tersi yere gitti fakat bombanın oraya düştüğünü bilmiyordu. Bomba patladı ve asker onlarca parçaya ayrıldı. Ragıp ikinci bir şok geçirdi. Askerin kopan parmağı Ragıp'ın önüne düştü. Korkudan dehşete kapıldı ve oradan da uzaklaştı. Onu böyle gören askerlerin de morali bozuluyor ve onun gibi olmaya başlıyorlardı. Bu durumu fark eden paşa Ragıp'ı çadırına çağırdı. Ragıp ayakta zor duruyordu. İçinden savaşa lanetler ediyordu ama nafile, cehennemin tam ortasındaydı Ragıp. "Ne yaptığını sanıyorsun sen asker! Kendine gel ve savaş!" Komutan çok sinirliydi. "Yapamam..." dedi Ragıp. Oturduğu yerden kalkan komutan önce Ragıp'ın yüzüne sağlam bir yumruk attı. Yere yığılan Ragıp bu sefer üçüncü şokuna girmişti bile. "Benim emirlerime karşı gelen askeri yakarım!" komutan yere yığılan Ragıp'ı yakasından tuttu ve cebinden silahını çıkardı. ÖLÜM... Ragıp ölümle burun buruna gelmişti. "Seni şuan öldürebilirim ve düşman vurdu diyerek bu durumun üstünü kapatabilirim. Ama sen bana lazımsın. Mekteb-i Tıbbiye'den mezunmuşsun. Madem savaşamıyorsun gelen yaralılara bakacaksın! YOKSA SENİ ÖLDÜRÜRÜM ANLIYOR MUSUN!" Ragıp çaresizce başını salladı ve komutan onu bıraktı. Komutan çadırdan çıktıktan Ragıp ayağa kalktı ve komutanın yapmış olduğu şeyi değerlendirmeye başladı. "sanırım o haklı. Bana anlamsız gelen bir şey yüzünden diğer insanları da bu duruma getiremem, en azından gözleri önünde oturup hiçbir şey yapmamazlık etmem, hem zaten benim mesleğimde bu değil miydi? Ben bir hekimim... Kimi kandırıyorum ki, gözüm bir kere açıldı, artık asla kapanmayacak. Ben de hep bu lanet hastalıkla yaşayacağım. Allah sonumu hayır eylesin..." Sıhhiye Çadırı Ragıp komutanın çadırından çıktıktan sonra yaklaşık otuz metre ileride olan sıhhiye çadırının yolunu tuttu. Yolda gördükleri onu en az savaşta yaşadıkları kadar etkilemişti. Sedyelerde kolu – bacağı kopmuş bir sürü asker vardı. Öyle ki bu askerlerden birisi de Ragıp'ın eğitim kampında tanıştığı birisiydi. Onu görünce hem şaşırdı hem de korktu ve aklına Eğitimcinin söylediği sözler geldi "Burası sohbet yeri değil! Yarın bir gün şehit olacağız! Bunu aklınıza sokun. O zaman arkadaşlıklar yada başka şeyler sizi kurtarmayacak. Sizi sadece elinizdeki silah ve cebinizdeki süngü kurtaracak!" bu sözler ve o an Ragıp'ın kafasında bir film şeridi gibi geçmiş ve gitmişti. "gerçekten eğitimci haklıymış..." biraz daha yürüdükten sonra çadırların yanına kadar gelmişti. İçerisi şimdiden tıklım tıklım dolmuştu. İçeri girdi ve hekimbaşını aramaya koyuldu. Bir hekime sorduktan sonra Ragıp'a hekimbaşını gösterdi. Ragıp adamın yanına giderken biraz tedirgindi çünkü komutanın kendisi hakkında kötü şeyler söylemiş olmasından korkuyordu. — Hoş geldin Musa oğlu Ragıp. Ben bu çadırın başhekimiyim ve sende hekimlik yapmak için gönderilen kişisin. Ragıp adamın bu bilgeliğine hayran kalmıştı. Hatta öyle ki başhekimle dost bile olabileceğini düşünüyordu. — Senin görevin belli. Gelen acil hastaları muayene edip rapor hazırlayacaksın. Aslında Ragıp bu fikri beğenmemişti çünkü acil hasta demek ölüme yakın hasta demekti. Çoğunun son sözünü duymak demekti. Ragıp cidden buna hazır değildi ama emir emirdir... — Hadi şu gelen hastalardan başla işe... Ragıp gelen kişiye baktı ve bu kişi dışarıda gördüğü yaralı arkadaşı olan Kemal'di. Üstü başı kan içindeydi. Sol omuzundan vurulmuştu ve bacağı kesilmişti. Yorgun ve çok kan kaybetmişti. Ragıp onu hasta yatağına koydu ve rapor hazırlamaya başladı. — altıncıyı kaçırdık be Ragıp kardeş. Tam altı adam indirdim. — eğitimci adamın bize söylediğini hatırlıyor musun? — Evet hatırlıyorum. Zaten bu yüzden vuruldum. Cephanemi doldururken açık vermişim. Düşmanda hemen vurdu tabii. — en azından hala yaşıyorsun (Keşke ne için vurulup ne için bu duruma düştüğünü bir bilsen...) şu anlık geçmiş olsun demekten başka bir şansım yok. — Kolum için bir şey yapmayacak mısın? — Başhekim bana rapor tutmamı söyledi ama arkadaşlara iletirim... — Sana yalvarıyorum. Söylemeyi unutma... — söz veriyorum söyleyeceğim. Ragıp Kemal'in başından ayrıldı ve bir sonraki hastaya bakmak için yürümeye başladı. — Boşuna umutlanma Kemal kardeş. Hekimler ağır hastalara narkoz bile yapmıyor... "Narkoz bile yapmıyorlar mı! Devlet bu kadar zor bir durumda mı cidden. Aman Allah'ım... biz nasıl bir işe girmişiz böyle..." Ragıp bir anlığına arkasını döndü ve o sözü söyleyen hastaya baktı. Kolları ve bacakları yoktu. Artık sadece bir hiçti. Sadece bir sayıdan ibaret olmuştu artık. Kimsenin işine yaramayan bir varlık olmuştu o an insan... hiç kimse artık ona ihtiyaç duymayacaktı. Ailesi, devleti, arkadaşları ve daha niceleri. Elleriyle tutup yemek yiyemeyecekti veya sevdiğiyle bir dans bile edemeyecekti. O herkes için bir yük olarak kalacaktı. Her şeye muhtaç bir hayat sürerek yaşamı bir gün sonlanacaktı... hayat bazen çok acımasız ve anlamsız olabiliyor. — Hekim, hekim! Öyle bakacağınıza beni gömün! Benim hayatım burada bitti görmüyor musun! Ne ayağım kaldı ne kolum. Bir savaş beni ve ailemi bitirdi. Ben buraya Manisa'dan geldim. Gelirken arkamda beni bekleyen bir eş ve henüz bir yaşına girmiş bir çocuk bıraktım. Annem ve babam rahmetli oldu. Şimdi ne olacak biliyor musun? Bunu o kafanıza sokun. Eşim gidecek ve hayatta kalmak için yeni bir eş bulacak çünkü onun da ailesi rahmetli oldu. Onunda benim gibi sığınacak bir limanı yok! Pamuk ipliğine sarılıydı yuvamız... sonra Oğlum oldu. Orhan geldi dünyaya. O geldiği gün o pamuk ipliğine sarılı yuva demirden dövülmüş bir ev temeli kadar sağlamlaştı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki hayatta hiçbir şeyin garantisi yokmuş. Sımsıkı güvendiğin şey bir bakmışsın elinden gitmiş ve seninse yapabileceğin tek şey susup kalmak olmuş. Bir düşün, susup kalıyorsun! Elinden gelen tek şey bu. Ne bir eylem ne de başka bir şey yapamıyorsun. Var olanların arasında var olmamış gibi yaşıyorsun... Orhan'ım babasız büyüyecek bu saatten sonra. Üvey babası ne kadar iyi olursa olsun Orhan'ım asla onu kabullenmeyecek! Bak hekim! Halime bak... Hasta birden fenalaşmaya ve nöbet geçirmeye başladı. Ragıp tam müdahale edecekken başka bir doktor onu durdurdu ve "dokunma..." dedi. "dokunma mı? Bu ne soğuk bir cümle böyle! Aman Allah'ım. Ne yani ölmesini mi izleyecektim. Ben bunun için Mektebi Tıbbı bitirmemiştim." Ragıp onu durduran hekimi dinlemedi ve hemen sarf malzemelerinin olduğu yere gitti fakat gittiğinde gördüklerine inanamadı. Kağnılarla gelen onca malzeme neredeyse bitmişti. Ne olmuştu onca malzemeye. Orada beklerken diğer hekim geldi ve "şimdi seni neden durdurmaya çalıştığımı anladın mı. Elimizdeki malzemeler çok kısıtlı. Sadece en iyi durumdakileri iyi edebiliriz." Dedi. Ragıp'ın yüzü asıldı "ya iyi durumda olmayanlar." Doktor biraz sola çekildi ve az önce nöbet geçiren hastayı işaret etti. Ölmüştü. Bir hikayenin sonu gelmişti sanki. Onca anlattığı şey bir anda yok olmuştu. Sözleri kendinde kalmıştı. Onun ailesi, onun sorunları, onun yalnızlığı olmuştu artık her şey. — Öldüğüne dair rapor yaz tamam mı. Ragıp kafasını salladı ve önü eğik şekilde rapor kağıtlarının olduğu yere gitti ve masanın başına oturdu. Dirseklerini masanın üstüne koydu ve kafasını ellerinin üstüne oturttu. Hastaların sesini dinliyordu. Kimisi acı içinde kıvranırken kimisi ilaç diye yalvarıyordu. Sesler adeta Ragıp'ın üstüne üstüne geliyordu. Onlarca kişi tek bir sesi söylüyordu kafasında "ÖLÜM" nefes alıp vermesi sıklaşıyordu. Giderek artan bu durum yüzünden masadan düştü ve yere yığıldı. Çadırın tavanına bakıyordu. Gördüğü ve yaşadığı anılar aklına geliyordu. Semiha geliyordu aklına. Birden tavanda belirdi ve Ragıp'a el salladı. Ve yüzüne dokundu. Semiha ona bir şeyler söylemeye çalışıyordu fakat Ragıp kendi nefes alıp verme sesinden dolayı hiçbir şey duyamıyordu. Bir süre sonra Semiha kaybolmaya, Ragıp'ın görüşü de kararmaya başladı. Semiha son bir kez el salladıktan sonra gitti ve Ragıp'ın bilinci kapandı. Bir ay sonra "Nerdeyim ben? Burası da neresi böyle?" Ragıp bir aydır komadaydı ve daha yeni uyanmıştı. Doktorlar onu uyanana kadar daha iyi bir yere naklettiler ve bir ay boyunca burada onunla ilgilenildi. Ailesi ve sevdiklerine haber verilmedi çünkü doktorlar Ragıp'ın da diğer askerler gibi ölmesini bekledi. Ragıp'ın kafası çok karışıktı. Ne yapacağını bilmiyordu. Son hatırladığı şey Semiha'nın ona el sallamasıydı. Yattığı sedyeden kalktı ve olduğu yerde oturmaya başladı. Doktorun gelmesini bekliyordu. Zaman kavramından bihaberdi. Ona göre ya bir saat yada 1 gün geçmiş gibi gelmiştir. — Günaydın Ragıp Bey. Bakıyorum uyanmışsınız. Açıkçası biz bu durumun olacağını beklemiyorduk. Şansınız varmış ("aman ne şans...") — Savaş ne durumda? — Savaştan önce size durumunuzu söylememe izin verin. Bir aydır komadaydınız ve bugün uyandınız. — Bir aydır komada mıydım? Ama nasıl? Ben en son rapor hazırlıyordum... — Evet doktorlar size rapor hazırlamanız için yönlendirme yapmış fakat siz masanın başına oturduktan sonra beklenmedik bir şekilde kötüleşmişsiniz ve bu durum da sizi komaya sokmuş anlayacağınız şuan savaştan daha önemli bir durum bu. Sahi komadayken bir anı veya başka bir şey yaşadınız mı? — Bilmiyorum. Ben en son Semiha'yı hatırlıyorum... — Tam olarak nasıldı anlatır mısınız? Rapora işlemem lazım. — en son masaya oturmuştum ve (hayır ona bu durumu anlatamam, yalan söylemek zorundayım) birden nefes alıp vermem hızla arttı ve yere yığıldım. Bir süre bu halim devam etti ve tavanda Semiha'yı gördüm. Bana el sallıyordu sanırım. Yüzümü okşadı bir de. — Ragıp Bey, maalesef o kişi Semiha değildi. Sizin düştüğünüzü gören doktorlar hemen size bakmaya gelmişler. Daha sonra da bilincinizin yerinde olup olmadığını kontrol etmek için bir takım el-kol hareketleri yapmışlar. Yani bir halüsinasyon durumu yaşamışsınız. — Peki benim neyim var. — Aslında iki türlü bir durum bu. Yani açıklamam gerekirse hem psikolojik hem de fiziksel olarak sorunlarınız var. — Biraz daha açıklayıcı olur musunuz? Fiziksel sorun beynimde onu anladım. Ama psikolojik tarafı? — Evet, fiziksel açıdan olan sorun beyninizde. Bir tür tümör yada başka bir şey olabilir. Yani hayatınızın kalanını güzel anılarla yaşayın. Psikolojik olan sorun ise benim alanım değil maalesef. — Beni neden yaşattınız o halde. Bıraksaydınız da ölseydim! — Sizi biz bu duruma sokmadık Ragıp Bey. Vücudunuz direndi ve yaşamayı seçti. Sahi gerçekten ölmek mi isterdiniz. — Siz yaşamayı mı isterdiniz? — evet tabi ki. İnsan başka neyi seçebilir ki? Yaşamak gibisi var mı? "Hayır, yapmamalıyım..." — Bu konuyu başka bir zamanda konuşabiliriz isterseniz. Şimdi size bir şey sormak istiyorum. — Tamam. Siz nasıl isterseniz. Sizi dinliyorum. — Benim rapor yazdığım çadırda yatan bir hasta vardı. İsmi Kemal ve kurşun yarası vardı. O hala yaşıyor mu? — Elimdeki kayıtlarda Kemal adında birinin olmadığı yazıyor. Üzgünüm... "Kayıtlarda yoksa kimdi o Kemal? Eğitim kampından beri beraber görevde olduğumuz adam nasıl kayıtlarda olmazdı" durum şimdi çok değişmişti. Yeni bir soru işareti eklenmişti Ragıp'ın kafasına. "Kimdi bu Kemal?" cevaplanması beklenen bir soru daha... — Tuttuğunuz notlar hangi tarihe ait acaba? — Bana neden bunu şimdi söylüyorsun! Hepiniz benimle oyun mu oynamak istiyorsunuz. Ragıp oturduğu sedyeden kalktı ve sinirle dışarı çıktı. Peşinden hekimler gelmeye çalıştı fakat hepsine çok öfkeliydi. Dışarı çıktığında biraz etrafa bakındı ve eski cephesini gördü. Düşman ilerlemişti cidden. "acaba bu ilerleme daha ne kadar sürecek..." oraya biraz daha yaklaşmak istedi fakat bir asker ona engel oldu. — Dur! Sakın gitme oraya, aklını mı kaçırdın sen! Düşmana esir düşüp türlü işkenceler mi görmek istiyorsun. — Benim için artık yaşam o kadar önemli değil. Bir bekleyenim yada bir ailem yok. İşkencenin en büyüğünü ben bu hayatta kalarak yaşıyorum. Beni hiçbir zaman anlamayacaksınız ve bende yalnızlığımda çürüyeceğim... — Adın ne senin, kimsin sen. — Kim olduğumu bilmiyorum, ne olduğum hakkımda da en ufak bir fikrim yok. Yaşam diye adlandırdığınız gemideyim, okyanusların ortasında kalmış bir biçimde. Asker Ragıp'ın bu konuşmalarından hiçbir şey anlamamıştı. Onun bir deli olduğundan şüpheleniyordu. — Bilmiyorsun değil mi? Karşımızdaki düşmanın ne denli büyük bir şeytan olduğundan bir habersin değil mi? — Düşman dediğin içimizdeki benliklerse onlardan haberim var... düşman dediğin bir tarafın sana dost bir tarafın da sana düşmansa evet onlardan haberim var. Ama bilmediğimiz bir şey var. Hayatı bu benliklerimiz arasında ki çekişmelerimizle harcıyoruz. Hepimiz bir tarafımızı dinleyip bir tarafımıza sus diyoruz. Günü gelince de susturduğumuz o taraf bizi ele geçiriyor ve kendimizden, hayatımızdan nefret ediyoruz. Kendi elimizle büyütüp beslediğimiz bir düşman düşün. İşte düşman bu... Asker Ragıp'a bir süre baktı ve burada kalmasını istedi. Bir süre ortadan kaybolan asker yanında beş kişiyle birlikte geldi ve Ragıp'a teslim olması için silah doğrulttular. — Adın ne? Burada bulunma sebebin ne? Seni kim yolladı? Askerler Ragıp'ın düşman tarafından yollanmış bir casus olabileceğini düşünüyordu. Bu yüzden de onu tutuklamaya çalışıyorlardı. — Bilmiyorum dedim. Ne neden burada olduğumu biliyorum, ne de kim tarafından buraya yollandığımı biliyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum. — Gördünüz işte, aklıyla bizi kandırmaya çalışıyor! Yakalayalım şunu. Askerler Ragıp'ı yaka paça tuttu ve götürmek için ellerini bağlamaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ragıp'ı muayene eden doktor onu gördü ve ne olduğunu anlamak için oraya gitti. — Ne oluyor burada? Ne yapıyorsunuz bu adama? — Hemşire hanım bu adam casus. Kim olduğunu soruyoruz bilmiyorum diyor. Nereden geldin diyoruz bilmiyorum diyor. Bir de anlayamayacağımız derecede iyi Türkçe konuşuyor. — O benim hastamdı. Bir aydır komadaydı ve bugün uyandı. İlk başta her şey yolundaydı fakat sanırım hafızasını kaybetmiş. Hastayı bana verin, o benim sorumluluğumda. — Nereden bileceğim ben sizin de casus olmadığınızı. Ayrıca bu adam hastaysa neden dışarıda! — Hastanın Kayıtları elimde, ayrıca beni başhekime sorabilirsiniz. Ben ve hastam casus değiliz. Lütfen onu bana verin. — Gözüm üstünde hemşire. Al hastanı ve ona göz kulak ol. Bizi bir de delilerle uğraştırma burada. Askerler Ragıp'ın ellerini çözdü ve oldukları yerden uzaklaştılar daha sonra Hemşire Ragıp'ı çadıra geri getirdi ve kalktığı sedyeye geri yatırdı, daha sonra onu muayene edip notlarına geçirmek için rapor kağıtlarını almaya gitti. Geldiğinde Ragıp'ın sırtüstü bir şekilde sedyede hareketsiz bir şekilde uzandığını gördü ve ters bir durum olduğunu sanarak hemen yanına koştu fakat her şey normaldi. — Neden benim için endişeleniyorsun? — Ben iyiyim. Yani fiziksel anlamda iyiyim. Geriye kalan kısmı sorgulamıyorum ve sizin de sorgulamanızı istemiyorum. O yüzden bir problem yok. — Hafıza kaybı yaşıyorsunuz Ragıp Bey. eski halinizi hatırlamıyorsunuz. Hafızanız yerine gelene kadar sizi burada tutmaya çalışacağım. — Ben buyum hemşire. Sinirli, huysuz ve kötüyü düşünen biriyim işte. Görmüyor musun halimi. Değiştim ben, eski ben değilim artık ben... tüm kusurlarımdan sıyrıldım ve yeniden doğdum ben. — Sıyrılırken saydığınız duygulardan ayrılamamışsınız ama... Hemşire Ragıp'ın nasıl bu hale geldiğini hala anlamamıştı. Kafası karışık bir şekilde onu izlemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. — Dediklerimi duymadınız mı? Eski benliğim yok artık. Ben yeni birisiyim! Eski benle alakalı ne varsa yakın çünkü o komadan kalkamadı. Onun yerine yeni ben kalktım ve yeni ben olarak yaşayacağım... — Size bir süre eski halinizden bahsetmeyeceğim "belki düzelir de ben de kurtulurum." Ama lütfen bana zorluk çıkarmayın olur mu? — Tamam. Siz beni sorgulamayın bende size zorluk çıkartmayayım. — Tamam öyleyse, ben komutana haber vereyim. Durumunuz kötüye benziyor. Belki size acı ve eve yollar. Ragıp komutanı duyduğu an gözleri fal taşı gibi açıldı ve hiddetli bir ses tonuyla "Sakın benim uyandığımı ve delirdiğimi kimseye haber verme! Yoksa bu çadırı yakarım." Dedi. Dediği şeyi kanıtlamak içinde eline yanan bir mumu aldı ve onu çadırın dibine doğru tutmaya başladı. — Durun, tamam. Kimseye haber vermeyeceğim. Sakin ol ve mumu bırak. Ragıp hemşirenin bu sözüne güvenerek mumu söndürdü ve sedyesinin yanındaki taburenin üstüne bıraktı. Bu sırada hemşire korkulu gözlerle Ragıp'ı izliyordu. Bir süre birbirleriyle bakıştıktan sonra dışarıdan iki asker sesi duyuldu. — Züleyha hemşire acil iki sedye lazım. Yaralılarımız var. Ragıp askerin sesini duyar duymaz komadaymış gibi bir pozisyona geçti ve gözlerini kısarak ortamı izlemeye başladı. Züleyha hemşire önce ona baktı ve iç çekti "sizi daha güvenli bir yere götüreceğim ama şimdi hastalara bakmak zorundayım" Hemşire hızlıca malzemelerini aldı ve yaralıların olduğu yere gitti. "Demek ismi Züleyha..." Saat akşamüstüne gelmişti ve daha ortalıkta kimse yoktu. Saatler ilerledikçe Ragıp'ın endişesi artmaktaydı. "Acaba beni komutana söyledi mi? Söylediyse ne yapacağım ben... Eğer beni ele verdiyse bunun cezasını çekmek zorunda kalır!" Ragıp'ın bu kendi kendine konuşmaları devam ederken Züleyha hemşire gelmişti. — İşte geldim ve sözümü tutuyorum. Hadi kalkın ve gidelim, yalnız üstünüze şu kıyafetleri giymeniz lazım. Bu sayede bir asker bizi sorguya çekse bile hasta olduğunuz anlaşılmaz. Ragıp doktor kıyafetlerini görünce güldü ve "Ben zaten doktordum iyi oldu getirdiğin" dedi. Züleyha hemşire Ragıp'ın rol yaptığını gerçekten anlamamıştı. Bu dünyaya göre fazla iyi ve fazla saf biriydi... Çadırdan dışarı çıktıktan sonra karanlıkta bir süre yürümeye başladılar. Karanlıkta önlerini görmeleri çok zordu fakat dışarıda yanan mumlara göre neyin neresi olduğunu az çok anlıyorlardı. Yolculuk sırasında Hemşire de Ragıp'a bazı sorular soruyordu. — Gerçekten aklını mı kaybettin yoksa sadece insanları kandırmaya mı çalışıyorsun? — Hem evet hem de hayır. Geçmişimi unutmadım fakat geçmişe ait ne varsa yıktım. Kendi özümü değiştirdim. Benliğim değişti benim. Bunu kimseye anlatamadım ben. İçimde onlarca kıyametler koptu. Her biri beni ben yapan şeylere zarar verdi ve şu an ben, ben değilim. Tamamen bambaşka bir insana dönüşüyorum. En kötüsü de bu dönüşümden ben sorumlu değilim. Hayat gözlerimin önünde beni bu yaşıma kadar kontrol etti. Bir derede akıp giden su gibiydim bunca sene. Hayatım ordan oraya gitmekle geçti. Ve en kötüsü de bunlar olurken hep yalnızdım ben. Yanındayız diyenler elbet vardı ama onlar asla yanımda değildi. Sadece lafta yanımdalardı. İnsanları sevmiyorum. Onlar iyi varlıklar değiller. Şu an bile bu savaş durumu yüzünden binlerce insan öldü. İki kişinin anlaşamaması yüzünden binlerce insan zarar gördü... şimdi bana kalkıp da sakın bahaneler üretme. Ben bahanelerden bıktım artık... — İyi de her kötü şeyin ardından bir iyilik mutlaka gelir. Bugün savaşırsak ve şehit verirsek yarın daha güçlü olmak için çalışır ve çabalarız. Hele ki işi bilen birisi yaparsa bunu. Bir düşünsene! On yılda bile neler olur. — Bu hayat için çok iyimser ve safsın Züleyha. İyilik ve saflık bu dünyada yaşayanlara azaptır. Umarım sende bir gün değişirsin ve bu yüklerden kurtulursun. Yoksa senin için çok üzüleceğim... — Sana yük olan ban yük olmaz Ragıp. ben halimden memnunum, dünya biz insanlar için iyi bir yer... Ragıp daha fazla konuşmak istemedi çünkü o ne derse Züleyha tam tersini söylüyordu. Bu durum onun hem canını sıkıyor hem de bunaltıyordu. Bir insanın nasıl bu kadar saf ve iyimser olabileceği fikri cidden Ragıp'ın kafasını karıştırıyordu. On dakikalık yürümenin ardından Züleyha Ragıp'ı sonunda doğru çadıra getirmeyi başarmıştı. İçeri girdiğinde bir mum yaktı ve Ragıp'a etrafı gösterdi. — İşte sana bahsettiğim yer. Buraya genelde kimse gelmez. Genellikle depolama alanı olarak kullanılır, ama sen yine de dikkatli ol. Yoksa o çok korktuğun komutan seni yakalar ve düşmanın kucağına atar. — Bana komutan ve düşman deme de ne dersen de. Züleyha. Her şey için teşekkür ederim. Bana çok yardımın dokunda ve bana sahip çıktın. Bunu karşılıksız bırakmayacağım. Söz veriyorum. — Başını belaya sokma da ne yaparsan yap. Ben sana gün içinde yemek ve su getirmeye çalışacağım. Eğer peşimden birileri gelirse de onu göndermeye çalışırım. Ama dediğim gibi, gelene gidene bak. Yoksa beni de mesleğimden edersin. Ragıp Züleyha'yı kafasıyla onayladıktan sonra yatacağı yerin olduğu yere gitti ve üstündeki paketleri indirdi. Arkasını döndüğünde Züleyha'nın gittiğini fark etti. Ragıp, Züleyha gittikten sonra depodaki malzemelere bakmaya karar verdi. Belki işine yarar bir şey bulup zor durumda kullanabilirdi. Önünde üç kutu duruyordu. İlk kutuyu açtığında ağrı kesicilerin olduğunu gördü. Sonra ikinci kutuyu açtı ve onda da grip hapları buldu. Daha sonra üçüncü kutuyu açtı ve üçüncü kutuda da yanıcı maddeler buldu. Bu maddelere dokunmadan çadırın bir köşesine koydu ve bir daha ellemedi. Yoksa istemeden bir yerleri yakabilirdi. Diğer iki koliyi de yattığı yeri gizlemek için üst üste koydu. Sonra da uyumak için yerine gitti ve sırtüstü uzandı. Dışarıdan gelen sesler oldukça huzursuz ediciydi. Bazı askerlerin kendi aralarında konuşmaları, hastaların sızlanmaları ve feryatları, hepsi karışıyordu. Ragıp bu seslerden birini seçti ve dinlemeye başladı. — Hala bulamamışlar mı onu? — Hayır, fakat her yerde onu arıyorlar. — Eğer onu bulurlarsa onu ellerimle düşmanın kucağına atacağım. İnsanları kandırıp savaştan kaçmak neymiş öğrensin bakalım, bir de komutan ona acımıştı hatırlıyor musun! Biz cephede canla başla mücadele verirken onu sağlıkçıların yanına koydu. Neymiş sağlıkçıymış! Sen onu benim külahıma anlat... kesin onu da komutanı kandırmak için söylemiştir. — Haklısın, oradan da kaçmasından belli zaten. Bakalım belki yarın öbür güne doğru çıkar meydana. — Bırak Allah aşkına! Adam çoktan İstanbul'a varmıştır belki de. — Hayırdır Ağalar. Burada dikilmiş ne konuşuyorsunuz böyle — Şu kaçan doktoru konuşuyorduk, akıbeti hakkında düşünüyorduk. — Bırakın şimdi kaçanı göçeni. Az ilerideki cepheden haber geldi. Dediklerine göre düşman ilerleyememiş ve geri püskürtülmeye başlanmış. Biz de yarın duruma göre karşı atağa geçeceğiz. Allah'tan tek dileğim düşmanı geldiği gibi geri yollamak. — Göreceksiniz komutanım! Onları buradan yollayacağız! — Şimdi burada boş boş dikilmeyi bırakın ve diğer askerlere durumdan haberdar edin, ona göre hazırlansınlar. — Emredersiniz komutanım! Bu konuşmalar Ragıp'ın uykusunu kaçırmıştı. Uzandığı yerden kalktı ve çadırdan dışarı çıktı. Karanlıkta onu kimse göremiyordu. Bir süre dışarıyı izlemeye başladı. Yanan mumlar ve kandiller çok güzel bir manzara yaratmıştı fakat sesler ortamı cehenneme çeviriyordu. Herkes karınca gibiydi Ragıp'ın gözünde. Hepsinin bir amacı vardı. Sultanı ve Saltanatı korumak... "Hepimiz dünyaya hiçbir değerimiz olmadan çırılçıplak geliyoruz. İnsanlar bizi kıyafetlerle örtmeden önce birtakım değerlerle örtüyor. Milliyet, din, dil, vb. hayatımız bu ve biz bu değerlerce ve onların istediğine göre yaşıyoruz. Kendimiz gibi yaşamak isteyince de bize hayvan muamelesi yapılıyor. Ötekileştiriliyoruz, dışlanıyoruz. Sırf onlar olmak istemediğimiz için. Sırf kendimiz olmak istediğimiz için istenmiyoruz..." Ragıp orada biraz daha oturdu ve daha sonra yatmaya gitti. Güneş daha yeni yeni doğarken Züleyha çoktan Ragıp'ın çadırına elinde bir somun ile gelmişti. Ragıp arkasını dönüp uyumuştu. Züleyha onun uyuyup uyuyamadığını anlamamıştı bu yüzden. Ragıp'a biraz yaklaşmak istedi ama yanlışlıkla ayağıyla bir koliye çarptı ve Ragıp'ı uyandırdı. Ragıp çok korkmuştu. Gelen kişinin Züleyha olduğunu görünce içine bir ferahlık gelmişti. Züleyha'nın elindeki somunu gördü ve ona gülümsedi. — Bunu senin için getirdim. Dün akşamdan beri hiçbir şey yemedin. Acıkmışsındır. Fazla bir şey değil ama idare et olur mu? Ragıp Züleyha'nın uzattığı somunu aldı ve yemeye başladı. gerçekten karnı zil çalıyordu. — Haberleri duydun mu Ragıp? — Bu sabah ki yapılacak karşı saldırıyı kastediyorsan duydum. Akşam askerlerin konuşmalarını dinledim. Bir de... Herkes beni konuşuyormuş. Yani akıbetimi konuşuyorlarmış. Hiç senin yanında benden bahsettiler mi? — Birkaç meslektaşımı konuşurken duydum ve gerçekten sana acıyorlar. Savaştan kaçmış olman konusunda pek bir şey demiyorlar. Sadece acıyorlar... — Neden acıyorlar ki? Savaştan kaçtım işte. Bundan daha kötüsü var mı onlara göre. Şimdi gitsem ve beni görseler ya beni öldürürler yada düşmana yem ederler. Gerisini sen düşün... — Aslında durum tam da böyle değil. Onlar senin delirdiğini sanıyor ve bu yüzden savaşmayı bıraktığını düşünüyorlar. Tam detaylarını bilmeseler de onlara senin durumunu anlattım ve onlar da anlayış gösterdiler. — Ne yani onlara benim hakkımda bilgi mi verdin. İçlerinden bir kişi bile senden şüphelense ne olur biliyor musun! Züleyha hemen buradan git ve bir süre gelme. Bu olayın biraz geçmesi lazım. Yani en azından onlar beni konuşmayı bırakana kadar olur mu. — Üzgünüm Ragıp. dediğin gibi olsun. Ben gidiyorum. Olay dindiğinde geri geleceğim... Züleyha sözünü bitirdiğinde arkasını döndü ve gitti. Ragıp'ın bu duruma canı çok sıkılmış olacaktı ki Züleyha'nın peşinden gitmeye kalktı fakat dışarıda toplanmış olan orduyu görünce hemen içeri geçti. Hafiften kafasını çıkardı ve onları izlemeye başladı. Ragıp bu sabah ki yapılacak olan harekatı unutmuştu. Belki de bu onun için bir fırsat olabilirdi. Onlar saldırırken bunu fırsat bilip kaçabilirdi. Sonsuza kadar bu cehennemden kurtulabilirdi. Ama bunu yaparken her şeyi düşünmeliydi yoksa en ufak bir hata bile onun yakalanmasına sebep olabilirdi. Kafasında birkaç plan kurmuştu bile. PLAN 1 KAOS YARATMAK Bu plan başarılırsa kurtulmak garantidir fakat en ufak bir şey ters giderse sonu ölümle sonuçlanabilirdi. Öncelikle askerler saldırırken Ragıp çadırda bir yangın başlatacaktı. Yangında çıkan dumanlar ortalığı kaplayacaktı ve Ragıp'ta bu sırada tüyecekti. Planın sorunlu tarafı ise askerler beklediğinden erken gelirse tutuklanma riskiydi. PLAN 2 KİMSE GÖRMEDEN KAÇMAK Askerler savaşırken Ragıp çadırın arka bölmesinden bir kesik açıp oradan çıkacak ve tepeye kadar koşacak. Şansı varsa görünmeden kurtulacak. PLAN 3 DELİ TAKLİDİNE DEVAM ETMEK Hiçbir çıkış yolu bulamayan Ragıp en sonunda Züleyha ile konuşup komutana teslim olur ve komutana delirmiş numarası yapar. Züleyha da Ragıp'ı komutana karşı savunur ve komutanı bu duruma inandırmaya çalışır. Fakat komutan inanmazsa ikisini de cezalandırabilirdi. Ragıp biraz düşündükten sonra risk alıp birinci planı uygulamayı kararlaştırır ve bundan Züleyha'ya bahsetmemeye de karar verir. İlk olarak birkaç gün savaşın seyrini kontrol eder ve hazırlıklarına başlar. Daha önceden kenara attığı yanıcı maddelerin olduğu koliyi tekrar açar ve içindeki maddeleri çadırın dört bir yanına döşer. Daha sonra işine yarayacak ne varsa toplar ve hepsini bir bohça şeklinde sırtlanır. Geriye son adım kaldı. İlk kıvılcımı yakmak. Saat öğlene doğru geliyordu ve Züleyha da üç gündür gelmemişti. Ragıp öğlene kadar onu bekledi fakat gelen giden olmayınca planını artık harekete geçirmeye karar verdi. Önce çadırdan çıktı ve çadırın arkasına geçti. Çadırın arkasına gittiğinde çadıra doğru yaklaşan ayak sesleri duydu. Gelen kişinin Züleyha olup olmadığını anlamaya çalışıyordu fakat onun olduğuna dair hiçbir belirti yoktu. Ragıp bunun ancak bir asker olabileceği kanaatine varmıştı. Tekrar içeri girme riskini alamazdı. Elinde yanan ateşi aldı ve çadırı tutuşturmaya başladı. çadır birden dört bir yandan alev almaya başladı. Ragıp fırsat bu fırsat dedi ve tüm hızıyla tepenin ardına koşmaya başladı. dumanlar her yere yayılmıştı ve tüm görüşü kısıtlamıştı. Ragıp'ın planı sorunsuz işliyordu. Tek yapacağı şey tepeyi aşıp özgürlüğe ilk adımını atmaktı. Fakat bu olmadı. Ragıp tam giderken çadırdan gelen bir ses duydu ve ses Züleyha'nın sesiydi. Avazı çıktığı kadar bağırıyor ve yardım istiyordu. Ragıp'sa onun olduğunu anlayınca dehşete kapıldı ve hemen geri dönüp onu kurtarmak istedi fakat ateşler çadırın her tarafını sarmıştı. Züleyha bağırdıkça Ragıp bir şey yapmaya çalışıyordu. En sonunda askeri çadırların olduğu yere koştu ve yardım istemeye gitti. Onu gören herkes şaşırıp kalmıştı. Daha sonra dumanları gören herkesin şaşırması gitti ve yerini dehşete bıraktı. Bir hemşire canlı canlı yanıyordu o çadırın içinde. Herkese haber salındı. Fakat nafile. Aradan çoktan on dakikadan fazla zaman geçmişti. Ragıp artık hiçbir ses duyamıyordu. Kendi elleriyle öldürmüştü Ragıp onu. Kendi isteğiyle içinden bir duyguyu yok etmişti sanki. Olduğu yere çöktü ve herkesin içinde ağlamaya başladı. feryat figan bağırarak ağlıyordu Ragıp. "Gitme Züleyha! Yalvarırım gitme... Ben sensiz yapamam. Beni kör karanlık kuyulara atma ne olur... çık şu çadırdan Züleyha." Ne kadar bağırsa, ne kadar ağlasa boşaydı. Züleyha'yı Ragıp yakmıştı. O söküp atmıştı içindeki iyiliği ve saflığı. O sebep olmuştu bunca şeye. O yazmıştı kaderi, ve o silmişti... Aradan biraz zaman geçti ve yağmur yağmaya başladı. Ragıp hala olduğu yerde çimenlere yatmış ağlıyor ve Züleyha'nın adını sayıklıyordu. Bölgeye çok sayıda insan gelmişti. hepsi yangının sönmesini bekliyordu. Bu sırada komutanlardan birisi de geldi ve Ragıp'ı yerde sızlanırken gördü. Hemen oradaki hemşirelerden birinin yanına gitti ve durumu öğrendi, daha sonra da herkes gibi beklemeye başladı. Yağmurun etkisiyle çadırda çıkan yangın sönmüştü. Herkes çadıra doğru gitmeye başlamıştı. Bunu gören Ragıp'ta çadıra gitmek için ayağa kalkmayı denedi fakat dizlerinin bağı çözülmüştü. Sürüne sürüne çadıra gitmeye başladı. halini gören iki hemşire onu tuttu kollarına girerek içeri getirdiler. Her yer küle dönmüştü. Onca eşya ve mal zarar görmüştü. Onca düşüncede ardında yok olmuştu... Ragıp'ın gözüne yerde yatan ve çok az yerinden insan olduğu anlaşılan biri takılmıştı. Cesedin başına giden hekimler cesedin kafasını Ragıp'a doğru çevirdiler. Züleyha'ydı o. Ragıp gözyaşlarını ve ağzını tutamadı. Gözlerinden kan ağzından da pişmanlıklar aktı. Avazı çıktığı kadar hem de. Kimse Ragıp'ı sakinleştiremediğini anlayınca Ragıp'ı sıhhiye çadırına götürdüler. Gitmemek için çok direndi ama hemşireler onu çok sıkı tutuyordu. Güç bela da olsa öteki çadırların yolunu tuttular. Bu sırada da komutan hala çadırdaydı ve çadırı inceliyordu. Yanan malzemeleri kaldırıyor ve bu yangına sebep olabilecek herhangi bir şey arıyordu fakat çadırdaki her şey hemen hemen yok olmuştu. Bir şey bulamayan komutan Ragıp'ı uygun bir vakitte sorgulamak için oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce de hemşirelere cenazenin defni için talimat verdirdi. Ragıp sıhhiye çadırına gelmişti. hemşireler onu zorla bir sedyeye yatırdılar ve önce ellerini sonra da ayaklarını bağladılar. Bu Ragıp'ın doğasına aykırıydı "TUTSAKLIK" bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük kötülük ve cezalandırma. Bu cezadan muzdarip olmuştu artık Ragıp. Bedeni bu duruma karşı gelemese de ruhu içten içe bedenini kavuruyor ve eritiyordu. Hemşireler onun bu haline sadece acıyordu fakat Ragıp çok farklı şeyler görüyordu. İnsanların ona bakıp kahkahalar attığını görüyordu, hürlerin esirleştirdiği insanlardan olmuştu Ragıp. herkesten ve her şeyden utanıyordu. İnsanlardan utanıyordu, insanlıktan utanıyordu. Ruha ket vurulmasının acısını çekiyordu. Bu acı onu ölene kadar ayık tutacak olan tek şey. Ragıp artık acıdan beslenen bir varlığa dönüşüyordu. Her ne kadar bedeni acıya dayanamasa da içten içe bunu istiyordu o. O acı da kavruldukça acı hissini unutmak istiyordu. Artık hayatın ona sunmuş olduğu bu ızdırapları yaşayıp kurtulmak istiyordu. Fakat kimilerine göre bu bir kabullenme durumu olsa da kabullenmeyenlerin bildiği bir gerçek var ve onlar bu gerçekle yaşıyorlar. "Bedenin bu hayatta direnirken ruhun pes etmesi yüz kızartıcıdır." Kimileri ruhun bu direnmesiyle yaşıyor. Kimileri ise ruhunu kendi içinde çürümeye bırakıyor ve çürümüş bir ruhla ölüp gidiyorlar. Fakat Ragıpgiller hem bu hayatı yaşamak istiyor. Hem de hayatı kendilerine zehir ediyorlar. Hayatı ırmaklarından zehir akan bir nehir gibi kullanıyorlar. Hem nehirde yıkanmak istiyorlar, hem de yıkanırken zehirlenmemek istiyorlar... Aradan saatler geçmişti. Ragıp hala bağlanmış bir şekilde sedyede yatırılıyordu. Yanına doktorlardan başka kimse alınmıyordu. Doktorlar onu muayene etmeye gelirken yanlarında bir asker bulundurması zorunluydu. En son gelen doktorun yazdığı rapora göre Ragıp'ın tepenin arkasında saklandığı ve günlerce yabani şeyler yiyerek hayatta kaldığı yazıyordu. Ayrıca yangınla alakalı da çıkan dumanları gördüğünü ve biraz daha detaylı baktığında ise yanan şeyin çadır olduğunu gördüğü ve çadıra doğru koştuğu yazıyor. Züleyha hemşire ile ilgili verdiği tepkiler sorgulandığında tepki vermiyor yada sadece arkadaşımdı diye geçiştirmeye çalışıyor. Raporu okuyan komutan beline silahını aldı ve kendi çadırından çıktı. Sağlam ve sert adımlarla Ragıp'ın çadırına doğru gitmeye başladı. Komutanın bu sinirli halini gören herkes ondan kaçmaya ve bir yere gizlenmeye bakıyordu. Öyle ki hemşireler ve doktorlar işlerini bırakıp komutandan kaçmaya başlamışlardı. Komutan Ragıp'ın çadırına geldiğinde kapıda dikilen askere baktı. Asker'in alnında korku terleri akıyordu. — SORGU SIRASI BENDE! İÇERİYE KİMSE ALINMAYACAK! KİMSE BURAYA YAKLAŞMAYACAK BİLE! ANLADIN MI ASKER! Çevredeki herkes komutanın konuşmalarını dinliyordu. Komutan içeri girmeden kafasını çevirip etrafa baktı ve herkesin onu izlediğini gördü. Komutan bir bakışıyla herkesi tekrar eski haline getirdi ve içeri girdi. Dışarıdan komutanın seslerini duyan Ragıp'sa hemen hasta rolüne girdi ve raporda söylediği şeyleri aklında tutmaya başladı. aslında bu durumdan ümitsizdi. Komutanın dışarıdaki bağırmalarına göre Ragıp'ı öldürebilirdi bile. — Musa oğlu Ragıp! çabuk bana bütün bildiklerini anlat yoksa seni şuracıkta öldürür ve hepimizi bir beladan kurtarırım. Komutan Ragıp'ı konuşturabileceğine inanıyordu fakat Ragıp bildiğini okumakta kararlıydı. Komutan belindeki tabancayı çıkardı ve Ragıp'ın kafasına doğru nişan aldı. — Hala şaka yaptığımı mı sanıyorsun! Ya bütün bildiklerini, aklına gelen her şeyi bana anlat, ya da seni vurayım. Karar senin! — Öldürsenize... Madem bu kadar belaysam başınıza... hem siz bir beladan kurtulursunuz hem de ben bu cehennemden kurtulurum... — Öldürdüğün hemşire benim nişanlımdı! Onu bilerek ateşe verdin. Benim yüreğimi de ateş verdin. Ben onsuz ne yapacağım Ragıp! ben Züleyha olmadan ne yapacağım... o giderken kalbimi de alıp gitti. İçimdeki iyiliği de alıp gitti. Bunların hepsi senin suçun üstelik! Ragıp Komutanın bu çıkışını hiç beklemiyordu. Eli ayağı birbirine dolandı. Bir tokat daha yemişti hayattan Ragıp. hayat ona acımayacağı bir tokatı daha yüzüne savurmuştu. Züleyha'nın ona nişanlı olduğunu neden söylemedi acaba diye aklından geçirmeye başlamıştı. Aslında tek sorun bu da değildi. Komutan gerçekten her şeyden haberdar mıydı? Yoksa Ragıp gibi profesyonel bir yalancı mıydı? — Züleyha'nın ölümünden ben sorumlu değilim. Ben bu cehennemde yaşayamıyorum. Ruhum bu acıya razı gelmiyor. Kalem tutan elime silah veren sizdiniz. Benliğimi değiştirende... hayatım bir kadere bağlı yazılmış birkaç sayfa nottan ibaretmiş gibi akıp geçti bu zamana kadar. Bunca zamanda ben dışında biri de çıkıp demedi. Bu düzen yanlıştır diye. Ben demek zorunda kaldım. Ben olmak zorunda kaldım. İnsanlığın karanlık yüzünü bana yüklediniz siz... acısı ise masumlardan çıktı... Ragıp'ın bu konuşmaları komutanı biraz sakinleştirmiştir. Yerinden doğrulan Ragıp gerçekleri anlatmak için derin bir nefes aldı ve ağzından gerçekler dökülüverdi. — Bundan iki ay önceydi. Komadan uyanmıştım. Bilincim ve hafızam yerindeydi fakat burada durmak istemediğim için hafızamı kaybetmiş numarası yaptım. Uzun uğraşlar sonucu da Züleyha hemşireye kendimi inandırmayı başardım. Daha sonra ona gerçeği anlattım ve beni saklamasını istedim. O bunun mümkün olmayacağını söyleyince de onu hasta çadırlarını yakmakla tehdit ettim. Tehdidimden korkmuş olacak ki beni kimsenin uğramadığı diğer çadırların olduğu yerlere göre yüksekte olan eski bir çadıra götürdü. Burada bana iki ay boyunca yiyecek getirdi. Bu sırada ona bazı hisler duymaya başladım. Ona aşık oldum. Fakat bunun bir aşk olmadığını ve bulunduğum yeri unutmak için bir uğraş olarak gördüğümü söyleyebilirim. Daha sonra ordunun önümüzdeki günlerde karşı saldırıya geçeceğini duydum. Bende fırsat bu fırsat deyip kaçma planları kurdum. Planımsa herkes savaştayken eski çadırda bir yangın başlatıp dumanları tepenin olduğu yere yaymaktı. Bu sayede beni kaçarken göremeyecektiniz ve benim de planım başarılı olacaktı. Fakat bazen işler ters gidip sonuçları çok ağır olabiliyor... çadıra birinin geldiğini duydum. Bu kişinin bir asker olduğunu düşündüm çünkü hiç ses vermemişti. Züleyha olsaydı mutlaka bana seslenir ve geldiğini söylerdi. Bende mecbur kaldım ve çadırı ateşe verdim... onun orada olduğunu bilmiyordum. Bütün kutsalların üzerine yemin ederim ki bilmiyordum. Ben ateşe kendimi atardım da onu atmazdım, çok üzgünüm. Her şey benim yüzümden oldu. Benim gibi bir varlığın bu dünyaya gelmesi bile saçmaydı. Lanet olsun ki bir köşede kafama sıkıp ölemedim. Lanetler olsun ki insanlara dert ve yük oldum. Birde üstüne üstlük burada onca sene utanmadan sıkılmadan yaşadım. Kimisine alay konusu oldum kimisinin de hüznü... ailemle tanıştım. İlk önce annemi tanıdım bu hayatta. Bütün tabularım ve doğrularımın temelini o attı. Daha sonra da babam. Bu temeli güçlendirdi ve "aile" denen bir ev yaptı. Her şey güzel giderken bir gün babam gitti ve onun yaptığı ev başıma yıkıldı. Daha sonra da annem bu evi temelden yıktı. Tüm tabularımı, ailemi, inançlarımı ve sevgilerim bu binanın tozlu enkazlarında yok oldu. Geriye kalansa Musa oğlu Ragıp oldu... Bu hayatta her şey ve herkes oldum. Hayata sığmak istemedim. Hayatın kendisi olmak istedim, fakat Yalnız kendim olamadım bu hayatta, ve şimdi bunları inkar etmiyorum. Hatta artık bağıracağım. Avazım çıktığı kadar herkese anlatacağım, bir oyundan ibaret olduğumuzu bütün insanlara haber vereceğim. Hayattan intikamımı ancak böyle alabilirim, evet. Hayat bir intikam oldu artık benim için, çünkü bu bataklık benim ben olamamam için bir sınavdı. Sanki üst bir varlığın çevirmiş olduğu dolaplardı bunlar. Benim oradan oraya sürünmemi istiyordu bu şey. Siz buna isterseniz Tanrı deyin isterseniz başka bir ruh... durum bundan ibaret, Hayatın içinde bir kukla gibi hissediyordum artık. Hayattan arınmak, aydınlanmak istiyordum. Ben, ben olmak istiyordum... Musa oğlu Ragıp'ı öldürüp tekrar yeni bir kişi olmak istiyorum. Bunca savaşın temeli de bunun içindi zaten. Ben yeni bir kişi, yeni bir "birey" olmak istiyorum. Hatta ecnebiler gibi bir de soyadım olsun istiyordum. Aydın olduğum için soyadım "Aydın" olsun istiyorum. Bundan sonra Musa oğlu Ragıp yok. Kendi köklerimi reddediyorum. Ben yeni bir başlangıç yaratacağım. Yeni bir nesil, yeni bir fikir kuracağım. Bundan sonra ben Ragıp Aydın'ım. Herkese söylersiniz komutanım... Komutan Ragıp'ın konuşmalarını soluksuz dinlemişti. Hatta Ragıp'ı dinlerken onda ona ait parçalar bile gördü. Bu sebepten de Ragıp'a karşı kötü davranmak istemiyordu. Onu anlıyordu. Komutan oturduğu sedyeden kalktı ve dışarıyı izlemeye başladı. Dışarıda sevinç dolu bir ortam vardı. Askerler ve hemşireler son derece mutluydu. Komutan Ragıp'ın da bunu görmesini istedi ve onu yanına çağırdı. Ragıp gözlerine inanamadı. Gerçekten de savaş bitmiş gibi bir manzara vardı. onlar orada saatlerce konuşurken asker düşmanı tam anlamıyla püskürtmüştü. Bu büyük zafer bazı şeyleri de gizlemişti tabii. Züleyha'nın ölümü, Ragıp'ın hataları, dostluklar, duygular ve onlarcası... Ragıp bir yandan bunları geçiriyordu kafasından. Bir anlığına komutanla bakıştılar ve komutan ona gerçeği söyledi. "Bu savaş burada bitti diye evimize gideceğiz sanma sakın. Burayı savaş bitene kadar korumak zorundayız. Şu andan itibaren buraya geleceklerini sanmıyorum ama yine de temkinli olmalıyız, beni anlıyor musun?" Ragıp onaylarcasına başını salladı ve tekrar dışarıya bakmaya başladı. insanların eğlencelerini sorguluyordu. Her zamanki örümcekleri gelmişti kafasına. Hepsi ağlarını örüyorlardı kafasında. Onca insanın ölümünü ve trajedilerin yerini nasıl bir anda sevinç almıştı buna akıl sır erdiremiyordu. Komutan dışarı çıkmak için kapıya doğru işaret etti ve dışarıya çıktılar. Kapıda nöbet tutan askerde eğlenceye gitmişti. Komutanın bu duruma siniri bozulsa da şimdilik daha derin sorunları vardı kafasında. Ragıp'ın kafasında olan sorunlardandı bu sorunlar. Her ne kadar Ragıp bu sorunla başa çıkabilse de durum komutan için aynı değildi. Komutan böyle durumlarda kimsenin olmadığı bir yere geçer ve orada kimse görmeden kendi kendine ağlardı. Yitip giden insanlığa ağlardı, onu terk eden ailesine ve yalnızlığına ağlardı. Dışarıdan ne kadar güçlü görünse de onun da duyguları vardı. o da diğer herkes gibi orada sevinip eğlenceler düzenleyebilirdi ama yapamıyordu, onlara göre fazla düşünüyordu... bu sefer ki yükü ise daha ağırdı. Hem sevdiği ölmüştü, hem de onun emrinde olan yüzlerce asker... komutan bunun vebalini veremiyordu. Aklına sürekli farklı senaryolar geliyordu. Sürekli kendi kafasında daha iyi taktikler üretiyordu ama bu gerçeği değiştirmiyordu. Ölüp giden onca insan varken komutana nefes alması bile fazla geliyordu. Ragıp'la oradan ayrıldıktan sonra Ragıp insanların olduğu yere gitti ve kalabalıkların arasında gezer gibi gezmeye başladı. herkes ona bakıyordu ama bu tanıdık bir bakış değildi: kınama, öfke, hüzün ve daha ne kadar kötü duygu varsa ona o gözle bakıyorlardı. En sonunda içlerinden biri Ragıp'ın üstüne atlamaya çalıştı fakat kalabalık bunu önledi. — Senin ne işin var burada! Gidip kıyıda köşede bir yerde kafana sıkamadın mı! Ne diye geldin buraya. Öldürme sırası kime geldi söylesene. Defol git buradan, seni istemiyoruz! Durum Ragıp için cidden kötüydü. Onu burada bir kişi bile istemiyordu. Daha o da burada kalmak istemiyordu, istenmeyen topluluğun istenmeyen insanı olmuştu tam da... Ragıp öylece gezdikten sonra eski çadırına gitmek istedi. Her şeyin sebebi olan o çadıra gitmek istiyordu. Eline uzun bir sopa aldı ve tepeyi tırmanmaya başladı. kalabalık uzaktan onu izliyordu. Hepsinin yüzündeki ifade aynıydı. Ragıp onları umursamamak istiyordu fakat bunun için yapabilecek bir şeyi yoktu. Kendi kafasına engel olamıyordu. Artık kontrolü kaybetmişti, kendiyle bile savaşamıyordu artık. Hayatını yarım yamalak yaşadığı bir dünya da bile huzur yoktu ona... Aradan biraz zaman geçti ve nihayet o eski harabenin olduğu yere varmayı başardı. Aklına mazi geldi fakat ne yapsa boştu. Bu olanların hepsi onun suçuydu ve o bunu kabullenemiyordu. Dinlenmek için geniş bir taşın üstüne oturdu ve sopasını bir kenara savurdu. Kendi kafasında kurduğu adalet terazisinde yaptıklarını ölçüyordu ve ruhunun ona bir ceza vermesini bekliyordu. MAHKEME SALONU RUH: sayın katılımcılar, hepiniz mahkeme salonumuza hoş geldiniz. Bugün ki duruşmamızın amacı Ragıp Aydın isimli şahsın yaptığı suçlar ve bu suçlara verilecek cezalar olacaktır. Yüksek mahkememizin izniyle duruşmayı başlatıyorum. Sayın Ragıp Aydın, kendinize yaptığınız bu değişimlerden beri birçok insanı incittiniz ve üzdünüz, hatta ölüm ve nefretlere bile yol açtınız, kendinizi nasıl savunmayı düşünüyorsunuz? AKIL: Sayın yargıç, izniniz olursa Ragıp Aydın'ın avukatı olarak söze girmek istiyorum. Kendisi bu değişimleri isteyerek yapmamıştır- RUH: Size sormuyorum Avukat Bey! lütfen konuşur musunuz Ragıp Bey RAGIP: Kendimi savunmak istemiyorum. Yaptıklarım ortada zaten, fakat ortada bilinen bir yanlış vardır ve o da benim hiçbir ölüme yol açmadığımdır. RUH: Züleyha Pamuğun ölümünü nasıl açıklayacaksınız peki. O kadını çadırda diri diri yakan sizdiniz değil mi? RAGIP: Birisini öldürdüğüm doğrudur fakat bu kişi Züleyha değildir. Zira ben ona asla kıyamam. Beni her şey için yargılayın ama bunun için yargılamayın lütfen... RUH: Sayın katılımcılar sizin de işittiğiniz üzere Ragıp Aydın kanıtlarıyla birlikte sunulan suçunu reddetmiş ve kabul etmemekte ısrar ediyordur. KATILIMCILAR: Ragıp kesinlikle suçlu! Hakim bey bir kişiyi öldürmenin cezası ölüm olmalıdır! Adalet istiyoruz... Katılımcılar salonda yüksek sesle adalet sloganları atmaya başladılar ve ayaklarıyla tepinerek ses yapmaya başladılar. Bu seslere dayanamayan yargıçsa çekiciyle vurarak katılımcıları uyardı ve avukata söz verdi: AKIL: Sayın yargıç az önce söylememe izin vermemiştiniz ama gerçek bu, bu değişimlerden ve yaşananlardan Ragıp Aydın sorumlu değil. Çevresine ve ailesine baktığımızda aslında her şey onu o boşluk çukuruna itmiş durumda. Ailesinden başlayacak olursak Ragıp'ın ailesi yoktu Yargıç birden araya girerek soru sorar RUH : Nasıl olur, bana verdiğiniz dosyada bir zamanlar bir aileye sahip olduğu yazılı bir şekilde belirtilmiş? AKIL: Bunlar kağıt üzerinde olan şeyler hakim Bey. gerçekler her zaman kağıtta yazandan farklıdır. Ragıp'ın babası henüz o on beş yaşındayken öldü. Annesiyle ailesinin düzenini korumaya çalışan Ragıp belli bir süre sonra aslında bir ailesinin olmadığını fark etti... annesiyle bağını kesen Ragıp Teyzesinin yanında yaşamaya başladı ve hayatını ona göre şekillendirdi. Hayatının en önemli yerinde aile sevgisini kaybetmiş bir insan düşünün, işte hayal ettiğimiz kişi bu, Ragıp Aydın. RUH: Peki ne yapalım o halde, bu dosyaların hepsini onun ailesine mi yıkalım? Onca suçu ailesi mi işledi sayın avukat? AKIL: Pek tabii ki hayır sayın yargıç fakat müvekkilimin cezasını verirken bu olanları da göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum... Bu sözlerden sonra solanda bir süre derin bir sessizlik hakim oldu. Herkes birbirine baktı ve sonunda tüm gözler Yargıca çevrildi. Yargıçsa elindeki kağıtları toparlayarak davaya son dokunuşlarını yapıyordu. RUH: HERKES AYAĞA KALKSIN, KARARI AÇIKLIYORUM! İşlediği suçlardan ve günahlardan ötürü mahkememize kişinin kendisinin yargılanması için başvuran Ragıp Aydın isimli şahsın işlediği suçları ve verilecek cezalarını tüm toplumumuza sunuyorum · Devlet yetkililerine yalan söyleme · Kemal Vefa'ya olan ihanet · Züleyha Pamuk cinayeti · Halkı kin ve nefrete sürükleme · Kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma Toplumumuza da sunmuş olduğumuz üzere Ragıp Aydın'ın işlediği suçlar belli ve sabittir. Şimdi ise mahkememizin vermiş olduğu kararı açıklıyorum. Verilmiş olan karar üzerine Ragıp Aydın'ın bazı duyguları yok edilecektir. Bu duygular ise suçlara göre değişecektir. · Öfke, hırs, yalan duyguları zayıflatılacak · İhanet edilen kişiden özür dilenene kadar vicdan azabı çekilecek. · Sevgi duygusu tamamen yok edilecek. · Kişi özgürlüğünü her düşündüğünde azap görecek. Ve işte yazıldı ona fetvalar, kelamlar, cezalar... İnsanoğlu o gün oldu Aydın Ağladılar ona göktekiler ve yerdekiler Musa oğlu Ragıp oldu Ragıp Aydın! Ragıp oturduğu yerde çoktan kaybolmuştu. Kendi çıktığı mahkemede kendisini cezalandırmıştı. Ruhu onu orada bırakmıştı. Terk edilmişti belki de... her zamanki gibi yapayalnız kalmıştı Ragıp. insansız, hayatsız ve nefessiz kalmıştı... Ragıp o gün akşama kadar orada oturdu ve çıtını dahi çıkarmadı. Sadece düşündü, hem de her şeyi düşündü, düşündükçe yok oldu yok oldukça da düşündü. O düşünürken birden bir silah sesi patladı. Öyle ki bu ses tam da çadırların olduğu yerden gelmişti. insanlar birden korktu ve koşuşturmaya başladı. Ragıp onları oradan izleyebiliyordu. Hepsi sesin kaynağını arıyordu, patlayan silahın sebebini arıyordu herkes. hatta bazıları düşman olabilir diye silahlarını çoktan kuşanmışlardı bile. Merakına yenik düşen Ragıp sonunda oradan kalktı ve tepeden aşağıya inmeye karar verdi. O inerken çadırların oradan sesler git gide yükseliyordu. Bu sesler yükseldikçe de Ragıp'ın içinde ki merak arşa çıkıyordu. Nihayet aşağıya inen Ragıp biraz önce bağıran insan topluluğunun nerede olduğuna bakmak için çadırların arasında dolaştı ve nihayet onları buldu. Hepsi büyük çadıra toplanmıştı. Ragıp kalabalığın içine karıştı ve insanları iteleyerek içeri daldı. Herkes donup kalmıştı adeta. Ragıp içeri girdiğinde komutanın ölü bedeniyle karşılaştı. Bir süre için olsa unuttuğu ölüm ona yine insanlar aracılığıyla hatırlatılmıştı. Ragıp komutana bakmak için biraz ilerledi ve elindeki silahı gördü, almak istedi ama komutanın elleri kaskatı kesildiği için alamadı. Daha sonra komutana baktı. Kafasından akan kan ırmağına baktı. Ona baktıkça ağlamaya başladı. birkaç gözyaşı döktü. Dökülen Gözyaşı komutanın üniformasına gelmişti. Bir bez alıp silmek istedi Ragıp. Tam silecekken de komutanın üniformasının arasındaki kağıt parçasını gördü, o kağıt da kandan nasibini almıştı. Ragıp kağıdı aldı ve ayağa kalktı. İnsanlar merakla Ragıp'ın elindeki kağıtta neler yazdığını düşünüyordu. İçlerinden bazıları "hadi açsana" diye laf atıyordu. Ragıp önce yerde yatan komutana baktı daha sonra da mektuba baktı, yapamadı. Mektubu açmaya cesaret edemedi. Açıp okuması için yanındaki askere verdi ve çadırdan çıktı. Ragıp çadırdan çıkarken herkes ona bakıyordu, daha sonra o çıkınca yine aynı kişiler aynı homurtuyla mektubun okunması için tezahürat ediyorlardı. Asker mektubu açmaya karar verdi ve önce mektubun üzerinde ki kanı sildi. Mektubu açtı ve gür bir sesle okumaya başladı. SON'UN HAYKIRIŞI (16 Ekim) Hayatın bu akıp giden deviniminde sıkışıp kaldım. Biliyorum ben bir komutanım ve insanlara üstünlük kurarak onları emrim altına almam lazım fakat ben İnsanlarla uyum sağlayamıyor ve onları çözemiyorum. Hatta insan olduğum için bile utanıyorum. (9 Kasım) Ellerim titriyor. Hem de hiç istemediğim kadar, bana sinirli biri diyorlar, sanırım bu yüzden titriyor ellerim. Hakim olamadığım tarafım beni ele geçirdi, ayrıca kalbim de atmamaya başladı son zamanlarda... hatta bugün fark ettim ki kalbimin atması bile cidden durmuştu. İçeriden yalnızca kendi kendine çarpan bir organın sesi geliyordu. Geriye kalan her şey göklerle birleşmişti: sevgi, hüzün, umut, arkadaşlık ve Züleyha... Züleyha benim için büyülü bir histi, sanki bu ağır bedenimi hafifleten bir şeydi. Artık o yok, artık bunların hiçbiri yok. yalnızca öfke ve acılar kaldı. Bu bozuk kalp bunları kaldıramıyor, Züleyha'nın yokluğunu ise hiç kaldıramıyor... (28 Aralık) Kendimden ve bu dünyadan nefret ediyorum. İnsanlardan nefret ediyorum, hepsi ikiyüzlü ve hastalıklı varlıklar. Ben de onlardan biriyim. Ben de insanım ben de hastayım. Bu kötü devinimin ben de bir parçasıyım ve maalesef bunu durduramıyorum. Durduramadığım gibi de yaşayışlarımdan utanıyorum. Yaşadığım her an aklıma geldikçe kendimden nefret ediyorum... (5 Şubat) Ben hasta ve umutsuz bir adamım... artık eski benliğim yok oldu. Züleyha'dan sonra tüm dengem bozuldu. Özümü kaybettim. Geceleri rüyamda Züleyha'nın beni beklediğini görüyorum. Beni beyaz kıyafetlerin içinde uzaktan seyrediyor her seferinde. Bunlar bu dünyada kaldığım son günlerim olabilir. Belki de ben hiç yaşamıyorumdur bile... Asker okumaya devam edemiyordu. Sayfanın geri kalanı kanla bulanmıştı ve kan mürekkeple karışmıştı. Salonda ki herkesin gözleri dolmuştu. Bir komutanın bu kadar duygusal olabileceğini kimse tahmin etmemişti. İnsanlar tekrar kendi aralarında konuşmaya başlamıştı. İçlerinden bazıları bu mektubun yakılıp akdin tamamlanmasını istiyorlardı. Bir kesim insansa mektubun saklanması gerektiğini savunuyorlardı. Çekişmenin sonunda yakılmasını isteyen taraf ağır bastı. İçlerinden birisi kağıdın ikiye bölünmesini istedi, bir yarısının komutanın öldüğü yerde, diğer yarısının da Züleyha'nın öldüğü yerde yanmasını istediler. Kalabalık bunu kabul etti ve kağıdı ortadan ikiye ayırdılar. İlk parçayı yaktıktan sonra diğer parçanın yanması için Züleyha'nın olduğu yere çıktılar. Kalabalık oraya vardığında Ragıp yine aynı kayanın dibinde oturuyordu. Gelen kalabalığa aldırış etmeden yerinde oturmaya devam etti. İnsanlar ona karşı hala öfkeliydiler. Askerlerden biri mektubun diğer yarısını aldı ve yanmış harabenin ortasına geçerek onu orada yaktı ve daha sonra şunları söyledi: "Kardeşler beni iyi dinleyin! Gördüğünüz gibi komutanımız bu sabah yaşarken şuan vefat etmiş bir haldedir. Bizim buradan çıkarabileceğimiz en net sonuç biz faniler için ölüm anlıktır ve hep ona göre hazırlanmamız gerekir, zir a kutsal kitabımız olan Kuran'da bile bu yazmaktadır. Bu hayat yalandır kardeşler! Hepimiz bu sona hazırlanmak zorundayız... Allah sonumuzu hayır eylesin." Askerin bu etkileyici konuşmasından sonra herkes dağılmıştı fakat Ragıp yine aynı yerinde oturuyordu. Bu saatten sonra hiçbir şeye bulaşmamaya karar veren Ragıp o günden sonra savaşın tamamen bitmesini ve oradan kurtulmayı bekledi...
|
0% |