@zakkum_cicegi
|
Bölüm Müziği: Emir Can İğrek - Gönül Davası
4. BÖLÜM
Bir can doğar, bu zâlim, gaddar, riyakâr Dünya'ya...
Hastane koridorlarında sıradan, yıkılmış, üzgün biriydim. Ama küçük ve savunmasızdım. Gözlerimden yaşlar intihar ediyor, ellerim titriyor, ayaklarım ona eşlik ediyordu. Küçücük kalmıştı bedenim, kocaman hastane duvarları arasında.
Bir hemşire geliyor, bakışlarında yoğun bir acıma var. Uzaktan izler önce seni, sonra gelir iyi misin? Seferleri. Bir şey diyemezsin, el kol hareketi yapamazsın. Kendini ifade edemezsin. Ama bir tek bir gözde yoktur o acıma, seni anlasa anlasa anlar, yaşayan ızdırabın anası.
Adım sesleri kesik kesik geliyor kulağıma, kısa bir gölge düşmüştü tam üzerime. Aynen bahsettiğim gibi bir hemşire var başımda, beni teselli etme görevine sahipti. İnsan yapmak istemediği işi yapmazdı. Ama bu onun kendisine teselli verme şekliydi. Başım beyaz duvara yaslı, yaş düşmüş yanaklarım, sırılsıklamdı.
Kimse dokunamıyor bana. Az evvel çıkardığım kaostan beslenmişti tüm hastane. "Merhaba." Dedi o narin, zarif ses. Ne gözlerimi, ne de bedenimi oynatmadan, aynı beyaz duvara bakmaya devam etmiştim. Doktor omzuma dokunmuştu. Bile bile.
"Esra." Diye seslenmişti arkadaki çalışanlar. O da biliyordu temas etmemesi gerektiğini, ne diye dokunuyordu, ne diye canımı acıtıyor?
İrkilerek kendimi geriye çekmiştim. "Dokunma." Dedim fısıldayarak. Sesimi duymamış gibi tekrar dokundu. Hissediyordum. Parmakları koluma çok sert olmayan bir baskıyla temas ediyordu. Ellerim buz tuttu sanki, zaman çok ayrı yerlere taşındı. "Dokunma." Kimsenin umrunda olmadı.
Tekrar baskı uyguladı. "Dokunma, hayır dokunma." Kendimi bir park bahçesinde kaybettim. Baba, beni tekrardan bulur musun?
Daha sert baskı uyguladığında, buna ek olarak da konuşmayı seçmişti. "Yanlızım desene kızım! Dilin mi yok!" Değildim yanlız falan. Ailem vardı benim.
5 saat önce ki yıkılan ailenden mi bahsediyorsun?
Bu sesler sinirlerimi bozuyordu. Susmaları gerekti. "Konuşsana kızım! Kimin öldü?! Niye ağlıyorsun söylesene!"
Bu son noktaydı.
Gözlerimi diktiğim beyaz duvardan kaldırdım. Kadının hemşire olduğuna bu kadar eminken, bir sivil çıkması beni şaşırttı. Belki de psikologdu. Otuzluların başında olan kadına en ters bakışlarımı gönderdim. Başımı ağır ağır beyaz duvardan ayırdım. İçimde bir şeyler patlamıştı. Kanım ters yönde akmaya başlamıştı sanki.
Zihnimin derinliklerine gitti benliğim. Saatler öncesine, sonrasına, olması gereken ve olacaklara...
Hepsi bir oyun olmalıydı, lâkin kanımda dolaşan öfke, bu fikri ters tepiyordu. Gözlerimin içindeki kıvılcım ateşe verilmiş gibiydi, gürül gürül yanıyordu. Herşey çok silikti beynimde, uyandığımda nerede, hangi zamandaydım onu bile bilmiyordum. Şu anda bilmiyordum. Kalbimin son nefesini vermesini beklemiştim. Nefesim kesilsin, dünya bana oyun oynasın, bu olanlar kötü bir şakadan ibaret olsun istemiş, ama bu isteğim bir balon gibi havada asılı kalmıştı.
Başıma tokmak vurulmuş gibi zonkluyordu. Gözüm anlık karardı, ama görüntüm yine yerli yerine geldi. Gözlerimi zemine indirip yutkundum. Neden herşey bu kadar gerçekti? Hayallerim bana oyun oynamakta ve bunu gerçek yapmakta bir numaraydı anlaşılan.
Titreyen ellerimi kaldırdım ve beyaz soğuk duvara yasladım. Ellerim çok soğuktu, o yüzden duvarın soğukluğu, beni ne irkiltti, ne de korkuttu. Destek alarak önce titreyen dizlerimin, sonra ayaklarımın üzerinde durmayı başardım. Üstümdeki gözlerin ağırlığı, beni bir kez daha yerin dibine soktu. Kafamı kaldırsam, hepsinin gözlerine teker teker baksam, gördüğüm ilk duygu acıyan ve üzgün bakışlar olurdu.
Ellerimi duvardan indirdiğim an sendeledim. Tekrar duvardan destek aldım. Çekingen gözlerimi kadının gözlerine dikip, içimdeki ateşi görmesi için yalvardım. Kadının gözlerindeki acıyan bakışları kalbime o kadar ağır geldi ki, nefesim kesildi.
"Bana öyle bakma," dedim net çıkan bir sesle. Aynen böyle bakmaya devam etti. Bir saniye bile çekmedi gözlerini, üzerimden.
"Neden?" Diye sordu kısık bir sesle. Çatılmış kaşları hüzünlü gibiydi. Ama gözleri tam tersine ateşli bir çıkmaz sokaktı.
"Bana acıyarak bakma, bakmayın." Sesimi yükseltmiş, boştaki elimle yanağımdaki yaşları siliyordum. Fakat her geçen saniyenin üstüne yeni yaşlar ekleniyordu, yanaklarım tekrar ıslandı.
"Bakarsam n'olur?" Derken gözlerini kısmış, ellerini aynı anda kot pantolonunun ceplerine koymuştu. "Üzülür müsün? Ağlar mısın? Ya da..." Üzerime doğru bir adım attı. "İntihar mı edersin, ne yaparsın küçük Mehtap?" Çenem titredi. Bana neden böyle davranıyor bilmiyordum ama çok gaddar olduğu aşikârdır.
Öfkeyle dişlerimi yanağıma, tırnaklarımı avucuma geçirdim. Damağımdaki kan tadı kendini belli etti. Yanıma bir gölge daha düştü. Bu adamı da tanımıyordum. Kimseyi tanımıyordum, yanımda bir tanıdık yoktu. Ne akraba, ne arkadaş. Benim ailemden başka sokağım yoktu. Ama artık çıkmazdaydım. Burada bir sokak lambası bile yoktu.
Korkuyordum, abi beni kolunun altına alır mısın?
"Mehtap," dedi o adam. Gözlerimi kadından ayırdım, adımı zikir eden adama baktım. Bakışlarımda ne gördü bilmiyordum ama her ne gördüyse, onu endişelendirmişti. Ya da ben uyduruyordum. "Şimdi seninle bir odaya gidiceğiz, orada bize rahatça her şeyi anlayabilirsin."
Bu ortamdan kaçmak için mecburen kabul etmiştim. O odaya geçene kadar gözler üzerimden çekilmemişti. Karanlık odayı aydınlatan tek şey tavandaki küçük lambaydı. Lambanın hemen altında, büyük bir masa, onun yanlarında ise dört tane sandalye boşta bekliyordu. İçime bir ağırlık çöktü, dışarıda gözlerin ağırlığı, içeride kalbimin ağırlığı...
Zaman geçti. Onlar sordu, ben sessiz kaldım. Onlar olayın ciddiyetini celallendirdi, ben izledim ve sadece dinledim.
"Mehtap," diye konuştu karşımdaki adam. Üstünde koyu lacivert bir üniforma vardı, ilk dikkatimi çeken detaylar ise; yakasına ve göğüs hizasına takılmış çeşit çeşit rozet ve armaydı. Çok parlaklardı ve gözlerimi alamıyordum. Güzellikleri beni hayran bırakırdı...
Bir zamanlar.
"Durumun ciddiyetinin farkında değilsin, şoktasın biliyorum ama bu soruları da bir an önce cevaplaman lazım, yoksa annen ve baban, mezarlıkta değil, hastane morgunda çürüyecek."
Gözlerimi rozetlerden ayırmadım. Herşey ağır çekimde ve yerli yerine ilerliyordu. Bunu bozamaya ne gerek vardı ki? Yaranın üstüne tuz basmak mı her şey?
Adam sıkıntıla bir nefes verdi ve boğazını temizleyip bir soru sormak için hazırlandı. Bundan önceki yetmiş sekiz soruyu da yanıtsız bıraktığım gibi bunu da yanıtsız bırakıcağıma emindim.
"Annenin hamile olduğundan, haberin var mıydı?
Nefesim kesildi. Gözlerimi diktiğim rozetlerden ayırıp adama diktim. Kalbim bin, bilemedin on bin parçaya ayrıldı. Saç diplerime soğuk bir rüzgar eserken, parmak uçlarımın uyuştuğunu hissettim.
"Ne?" Dedim tek nefeste. Sesler uğultu halinde kulağımı deldi. Zihnim onca anıyı gözlerimin önüne sererken ben nefes almayı unutmuştum.
Kapı aniden açıldı. "Tam bir aptalsın İzzet!" Dedi o kadın. Esra.
Beynim algısını yitirmiş gibi aniden ayaklandım. Nereye gidip ne yapacağımı tam olarak kestiremedim. Odanın çıkışına yöneldiğimde, karşıma çıkan kadını tüm gücümle ittirdim. Kadın gücüme karşı gelemeyerek yenilmişti. Ayaklarım zemine daha sert daha dinç bastı, ateşli hava yüzüme yumruk gibi sert darbeler indirdi. Ve koştum, sadece koştum.
Nereye koştuğumu, en iyi ben biliyordum.
Uzun koridorun, sonuna kadar koştum. Çevremdeki insanlar bana değişik gözlerle bakıyor, muhtemelen ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Umrumda değildi. Hedefime vardığım an, ellerimi öyle sıkı bir yumruk yapmıştım ki, parmak boğumlarım bembeyaz kesilmişti. Çenem sık sık kasılıyor, kalbim sızlıyordu. Bunu nasıl saklamışlardı benden?
Günlerin nasıl geçtiğini bile bilmiyordum. Hiç bir işten haberdar değildim. Benden sakladıkları sırlar, belgeler, söyleyişler…
Hepsi mi bu kadar yıkıcıydı?
Gözlerim sızladı, yumruk yaptığım ellerimi kaldırdım ve var gücümle vurdum. Çelik kapı parmaklarımı sızlattı. Arkamdaki adım sesleri fazlalaştı. Elimi kapının kulpuna atıp hiç beklemeden içeriye ittim.
“Benden başka ne saklıyorsunuz?! Ha, daha kaç tane olaya yıkılacağım?!”
Kollarımda eller hissettim.
“DOKUNMA!” Diye haykırdım âdeta. Anında eller uzaklaştı bedenimden. Sesler buğulu, gözler öfkeliydi. Yağmur ise hep zamansız yağıyordu.
Görüş alanıma ürkmüş bir sima girdi. Gözlerimi odada gezdirdim, savcı yoktu. Ama o ürkmüş sima yerli yerinde kaşları çatık beni izliyordu.
“Nerde o savcı?! Ha, nerde?!” Öfkeyle etrafımda döndüm. “Bana umut verip hiç bir şey yok, sen keyfine bak. Diyen savcı şimdi nerde?!”
Herşey çok buğuluydu, ama zar zor görüyordum. Bir kâbusun içinde gibiydim. Çok gerçekti olanlar, ama hiç gerçek gibi gelmiyordu. İçimde bir yangın vardı, boğazım yanıyordu, gözlerimde kum vardı sanki, batıyordu. Sersefil içindeydim. Her yanım başka bir derdime yanıyordu, ama en çok da kalbim yanıyordu. Abim bir kafeste, annem ve babam o kara toprağın altında, o…
O da bir kavanozun içinde, annem ve babamın yanına, küçük bir toprak parçasıyla gömülüyor.
“Burdayım,” diyen sesle anında oraya döndüm. Gelmişti. Ama geldiyse görecekleri daha fazlaydı. “Geldim.” Diye konuştu tekrar. Dişlerimi kanatacak bir baskıyla kurumuş dudaklarıma geçirdim.
“Geldin! Geldin demek, geldin!” Kafayı sıyırmıştım. Düm düz bir yolda tökezliyordum. “Madem geldin.” Ellerimi iki yana açtım. “Geldiğin gibi göreceğin de var.”
Ve odanın ortasındaki masaya yöneldim. Gözlerim hızla masayı tararken, kabak gibi gel beni al. Diye bakan cam su şişesini tek elimle, kapak tarafından kavradım. “Madem geldin,” diye fısıldadım.
Şişeyi gözlerime hizaladım, çok kısa bir andı, gülümsedim. “Göreceğinde var.” Ani bir hareketle yere eğildim, şişeyle bakışmamıza bir son verip, taban kısmını sert bir şekilde zemine geçirdim. Şişenin bir kısmı tuzla buz oldu.
Gülümsemem yüzümden silinirken, boğazımdaki acı tat yoğunlaştı. Şişenin kırılma sesi kulağımı sert bir biçimde tırmalarken, aynı zamanda burnumdan kızgın bir boğa gibi nefes vermiştim.
“Savcım ne emredersiniz.” Diye konuştuğunu işittim, polis memurlarından birinin.
“Sakın dokunmayın, içini dökmesi lazım, kaç saattir ne için uğraşıyorum sanıyorsunuz.” Dedi Esra. İstediğini almıştı sonunda. Al işte, delirmiştim.
Çöktüğüm yerden doğruldum. Şişenin parçalanmış bölgesini etrafımdaki etten duvar ören insanlara tuttum. Özellikle savcıya.
“Sana sordum,” dedim titrek bir sesle. “Ben sana sordum, dedim ki; Benden bir şey saklamıyorsunuz di mi? Dedim.” Kafamı iki yana salladım. “Ama sen ne yaptın, pek tabi bana yalan söyledin, bana beni ilgilendiren her şeyi benden sakındın, sakladın! Yalanlarına inanmamı, sindirmemi bekledin!”
Elimdeki şişeyle üzerine bir adım attım. Benden çekinmedi, korkmadı veya ürkmedi. Sadece donuk bakışlarıyla ne yaptığımı izledi. Bu beni daha da delirtti. Üzerine bir adım daha attığımda, cam parçaları ayaklarımın altında ezildi, onun cılız sesi kulaklarımı delip geçti. Şişenin kırık yüzü, savcının burnuyla temas etti. Donuk bakışları aynı şekilde bakmaya devam etti.
“Baba.” Diye bir ses geldi. Arkamda kalan simadan geldiğine emindim. Demek savcının çocuğuydu. Omzumun üstünden arkama baktım. Çocuk tedirgin bakışlarla bir bana, bir de karşımdaki babasına bakıyordu.
“Sakin ol.” Dedi sadece savcı. Balışlarımı tekrar ona çevirdim.
“Bir şey söyle.” Diye direttim. Dişlerimi tüm gücümle sıktığımdan dolayı ağrıyordu. Hüzünle karışık öfke, tüm bedenimi etkisi altına almıştı. Savcının belirgin kahverengi gözleri, bir çark gibi gözlerimin önünde dönüyordu.
Savcı dudaklarını birbirine bastırdı, gözlerini benden kaçırdı. Ve sadece, “üzgünüm…” dedi. Yüzümü buruşturdum. Herşey bu kadar kolay mıydı? Nasıl bu kadar çabuk vazgeçebilmişti?
“Sen kendi içinde, benim duygularımı, benim fikirlerini görmezden geldin.” Sesimin ince bir çizgisinde titreme oluştu. “Ya nasıl bu kadar umutsuz olabilirsin!” Tınımı koruyamaz hâle gelmiştim.
“Olay yerinde olmuş her şey, yani öl-ölmüş işte ben ne yapabilirim? Elimden gelen her işi yapmam mı zannediyorsun sen?”
“Kaç gün oldu?” Diye sordum, sıkı bir ses tonuyla.
“on birinci Günü tamamladın.” Dedi arkada kalan Esra. Savcı gözlerini kapattı.
“On bir gün…” kaşlarımı kaldırdım. “Ve bu on bir gün boyunca, beni nezarete atıp sakinleşmemi bekledin.” Daha bir kaç saat önce çıkmıştım. Saat ve zaman kavramı benim için durma noktasına gelmişti. “Boktan bir sebep bulup beni ailemin cenazesine bile göndermedin!”
Doğruydu, yaşamıştım. Ama nefes alabilmiştim.
“Sakinleşmen için bunu yapmak zorundaydım.” Elimdeki şişe anlık titredi, gözlerimi yüzüne yaklaştırdım.
“Bence önce senin sakinleşmen lazım.” Diye konuştum anlayana tehtihkâr bir sesle. Ne demek istediğimi anlamadı, ama ben en başından beridir biliyordum ki; sevdiklerinin canı, senin canınla aynı kefeye koyuluyordu. Bu hiç şaşmaz kurallarından sadece biriydi. Daha nicesi yaşayıp gördükçe açılıyor insan. Hayattan dersini çıkartıp yapmamaya özen gösteriyor. Lâkin bir daha aynı hatayı yaptığım an, anlıyordum ki asıl hatayı ben yapıyormuşum.
Çok çözüm yolu vardı, bu çözüm yollarını göz önünden sıyırıp, aynı hatayı yapmam da benim aptallığımdı.
“Ne demek istiyorsun?” Evet, tam da tahmin ettiğim ve istediğim gibi sorguluyordu.
Yüzünden uzaklaştım ve dudaklarımı birbine bastırdım. Derin nefeslerim bir boğa gibi değil, avına göz hapsine maruz bırakan bir avcı gibiydi. Zaman hızla geçiyordu.
“Bunu demek istiyorum savcı.” Deyip adımlarımı gerilettim. Yanlızca o çocuğa yakınlaşmam gerekiyordu, ve bunu da başarmıştım. Elimdeki şişe artık titremiyordu, daha cesurca daha sert ve daha tekmilci bir hâl almıştı. Kırıktı, ama can yakmaktan asla çekinmezdi.
Kendi yansımam o cam parçasının birindeydi, ama o da artık yoktu.
Ani bir hareketle arkamı döndüğümde çocuğun kahve gözleriyle yüzleştim, ama çok kısa bir an için gözlerini kapatmış ve yere kapaklanmıştı bile…
Ben Mehtap Yıldız. Tarih olmak zorunda bırakılmıştım. Lakin bu hayata bir emare bırakmadan gitmek, asıl aptallık olurdu.
******
Gediz Yıldız.
Tekrar beni görmezden gelir miydi? Yoksa... Hayatımın bir parçası mı olurdu?
Elimi kapı kulpundan uzaklaştırdım. Altı ay sonunda onun yüzünü, kanlı canlı gördüm. Heyecanla karışık buruk bir tebessüm hakimde güzel yüzünde. O içerde kalmıştı, yüzünde bir gülümseme vardı. Ben dışarda kalmıştım, donuk bakışlarım soğutuyordu.
“Hoşgeldin.” Dedi savcı. Bu sessizliği bozan tek nedendi. Gözlerim bu sefer ona kaymıştı. Aynı soğuklukla bakmayı sürdürdüm. Bunu garipsememiş olucak ki hemen gülümsemiş ve eliyle az evvel kalktığı sandalyeyi işaret ediyordu. Dilimi tedirginlikle dişlerimin arasına sıkıştırdım. Çok heyecanlıyım ve kalbimin seri bir şekilde kan pompalaması bunun en büyük kanıtıydı.
Çivilendiğim yerden bir adım atarak ayrıldım ve derin nefeslerim eşliğinde savcının üç adım uzağına ulaştım. Savcı, derhal kapıya yöneldiğinde aynı zamanda konuşuyordu.
“15 dakikanız var çocuklar, fazla sürmesin konuşmanız, mümkünse. Çıkışta odama uğrar mısın Mehtap?” Kafamı onaylar şekilde salladığımda, istediğini almış olucak ki hemen odadan tüydü.
E biz baş başa kaldık şimdi.
Salak zaten onun için yanlız bıraktı ya!
Sessizliği istese de bozamamaz.
Titrek nefeslerim eşliğinde, küçük adımlarla sandalyeye oturdum. Ellerimi kollarımı birbine bağlayıp bu sessizliğin bir son bulmasını bekledim, istedim.
Bu isteğim kısa bir sürenin ardından kabul görmüştü.
“Mehtap.” Diyen abimin sesiyle kalbim tekrar ve tekrar tekledi. Mehtap olduğumu onaylayan bir mırıltı çıkarmaya cesaretim bile yoktu. Sesli bir yutkunuş cevapladı abimi.
“Kaldır başını hadi, konuşalım.”
Ne konuşacaktık ki?
Çenem anlık titrese de, isteğini ikiletmedim. Başımı ağır ağır kaldırıp abimin yüzüne hizaladım. Ellerim titremeye başlamıştı bile…
“Kaç gün oldu?” Diye sordu, bunu sorarken bir parçasında acının tadı zehir gibi gelmişti bana. “Ya da… Kaç ay mı demeliyim?” Gözlerimi kaçırmak istedim ama beni kendine çekiyordu. Abimle aramızdaki bağ bambaşka bir âlemdeydi, hele ki şu geçirdiğimiz aylar ve yıllar özellikle.
Gözlerimi ellerimi indirdiğimde, o da beni takip etti. Parmaklarımı ortaya çıkardım.
Altı.
Gözleri hızla yüzüme çıktı. Tek bir nokta değil, her bir nokta yandı kalbimde. Kül olana kadar ne su verildi elime, ne de bir nefes. Çiçeklerimi yaktılar, hayallerimi okyanusta kaybolmasına neden oldular. Hayır, o. Hepsi evimize giren o hırsızla başlamıştı. Bana göre…
Hiçbir şey bilmiyordum, sorgulamıyordum…
“Bunca ay, ben senden uzak kaldım. Ama sen beni gördün.”
Bu sefer gözleri hızla yüzüne çıkaran bendim. Çenem kasıldı, kalbim bilmem kaç kez daha burkuldu. Bunu nerden biliyordu?
“Savcıyı nasıl ikna ettin onu bile bilmiyorum, gecenin bir vakti koğuşa gelip yanıma tüneyen, kokumu,yüzümü, yüzümdeki yaraların santimine kadar ezberleyen sabaha olunca da hiç bir şey olmamış gibi çıkıp giden Mehtap mı yaşıyor bu altı ayı?” Gözlerim yuvalarından çıkacak kadar açtım. Hâlbuki o kadar emindim beni görüp duymadığından.
“Nerden bildiğimi hiç sorgulama derim. Bizim koğuştakiler her ay görüyor seni.” Sesinde ne öfke vardı, ne de kızgınlık. Üzgün gibiydi. Bense sırrım ortaya çıktığı için bir yandan utanıyor, bir yandan neden bu kadar salak olduğumu sorguluyordum. Hiç mi şüphelenmemiştim?
Dikkatsizliğim bile başıma büyük belaydı.
Dişlerimin arasındaki dilime daha çok baskı yaptım. Her işim başıma belaydı, ya kendimi batırıyordum, ya da karşımdakine zarar veriyordum. İyi geldiğim bir şey yoktu.
“O geceler seninle birlikte bende uyumadım.” Dedi bu sefer. Başımı yere eğdim. Kaç dakika kalmıştı ki?
Titreyen elimi umursamadan, bileğime kadar uzanan siwihtin parçasını yukarıya doğru topladım. Akıllı saatim ortaya çıktığında, kenarındaki düğmeye bastım. Ekran ışıldadı.
14:07
Ebesinin şeyiydi.
Sıkıntıyla bir of çektim. Bu zaman geçmek bilmiyor, sanki saniyeler daha da yavaşlamış gibiydi. Gözlerimi saatimden alıp beyaz zemine istifledim. En iyisi hiç bir söyleyişine karşılık vermeden, sakin ve duygususca onu dinlemek.
“Mehtap,” dediğinde ona bakmak istedim. Ama gözlerimi o zeminden çekmedim. Cevap vermek bile istedim. Efendim abicim.
“Sen oradaydın.” Kaşlarım çatıldı. “Sesin kulaklarımdaydı, görüntün gözlerimdeydi, nefesin her yerdeydi. Her yerdeydin.” Sesindeki hüzün kalbimin cayır cayır yanmasına neden oldu. Titrek bir nefes almasına şahit oldum. Ben ne kadar burkulduysam, o benim iki katımdı.
Koğuşun içinde geçirdiği iki yıllık bunalım, beni uyandırmıştı. Hem bedensel, hem de ruhsal.
Ben buradaydım, bunların yaşanmasına neden oluyordum. Lâkin bir sır vardı benden saklanan. Bu sırrı öğrenmeden gitmek istemiyordum.
Belki abim o sırrı öğrendiğinde beni affeder. Ve belki bende kendimi affedebilirim.
“Sen küçüktün, benim için hâlâ o küçüksün,” burnunu çekti. Ağladığına pek ihtimal vermesemde bunu doğrulamak için zorla başımı kaldırdım. Gözlerimin önünden kayıp giden iki göz yaşı bir kez daha hayatımı alt üst etti.
Kafamı iki yana salladım. Abimin çenesi titrerken, gözünden iki damla daha firar etti. Gözlerimin dolmaması için kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturdum. Onu hiç ağlarken görmemiştim. Bu bir ilkti. Ve bu ilk canımı yakmaktan başka şeylerde yapmıştı.
Boğazıma bir yumru otururken, daha fazla göz yaşlarımı tutamayacağımı anlayıp aniden sandalyeden fırladım. Abimin yüzüne bakmadan, sandalyenin arkamdan düştü.
ünü umursamadan, o odayı terk ettim.
Geçmiş acı verir insana, ne kadar geç kapağını açarsa.
Bu kelimeler bu gün anlam kazanıyordu. Benim bu hayattaki anlamım silikleşiyordu.
Tarih olmak acı verir, ve ben bunu göze aldım.
******
Selamlaaaar ☺️ 3. Bölümde bitti çok şükür. Bundan sonraki bölümler biraz geç gelebilir haberiniz olsun. Bundan sonrası taslak taze bitti. Taslak birikimi yapamam gerekir.🤗 Bölüm hakkında düşünceleriniz neler? İlerleyeniliyor muyuz? Ve merak etmeyin, baş rolümüz en sonunda benim satırlarıma, sizinde o güzel gözlerinize konuk olucak. İyi madem, hayde görüşürüz.💐
🦋🔥🥀 |
0% |