Yeni Üyelik
16.
Bölüm

14. Bölüm

@zamansizim84

Mirza'dan

 

Masamın üzerinde bulunan son dosyayı da inceleyip imzaladım, son zamanlarda sadece rölantide götürdüğüm işler yüzünden piyasa da emek emek var ettiğim adım unutulmaya yüz tutmuştu. Oysa liseden beri, gençliğimi hatta çocukluğumu harcayarak Mirza Aladağ adını piyasaya tırnaklarımla kazımıştım.

   

Karşımda oturan yıllanmış dostum Önder bu halime hem şaşkın hem de özüme döndüğüm için mutluydu,

 

"Bu aldığımız son iki ihale ile piyasada acayip sükse yaptık, dönüşün muhteşem oldu Mirza Aladağ." dedi sonunu alaya vurarak.

 

"Bende özlemişim kendi işimi yapmayı, uzaktan bu tadı vermiyor." dedim elimdeki kalemi sümendeki yerine bıraktım.

 

"Daha ne kadar burdasın, bu gece kutlamaya gidelim mi?" diye sordu.

 

Koltukta geriye yaslandım,

 

"Akşam ucağına bilet aldım dönüyorum." dedim içinde ki sıkıntıyı görmezden gelmeye çalışarak.

 

Kaşları havalandı önce dudak büktü,

 

"Daha kalırsın sanmıştım."

 

"Konağı nasıl bir halde bıraktığımı bilsen bu kadar kaldığıma şaşarsın." deyip kalkıp askıdan ceketimi aldım.

 

"Onu bilmem de yengeden nasıl bu kadar ayrı kaldın esas ona şaşkınım." diyerek günlerdir kaçtığım konuya yine giriş yapmaya çalıştı.

 

"Boşa zarf atma Önder konuşmak istemiyorum." dedim onu arkamda bırakıp kapıya yürürken beni takip ediyordu.

 

"Mirza, haftasonu olsun Mardin'e gider gelirdin. Sen Ülkü'den ayrı duramazsın ki... Anlat belki bi faydam olur." diyerek samimiyetini saklamadan konuştu.

 

"Konuşmak istemiyorum." diye kestirip attım kısadan.

 

Sıkıntılı bir nefes alıp verdi,

 

"O da sana kırgın belli? Yoksa çıkar gelirdi, o da gelmedi." dediğinde histerikçe güldüm elimde olmadan.

 

"İşi var onun çıkıp gelemez." dedim susmayı beceremeyerek.

 

Karşımdaki adamın nasıl kurt olduğunu en iyi ben bilirdim yine şaşırtmadı,

 

"Oğlum kız doktor bunu bilerek evlendin, şimdi sitem etmeye hakkın yok kusura bakma." diye çıkıştı.

 

"Sen hiç Jale'den konuşmak için randevu istedin mi?" diye sordum.

 

Kaşları çatıldı bu kez,

 

"Abartma oğlum o kadar da değildir yani." dedi inanamayarak.

 

"Daha acıklı birşey söyliyim mi? O randevuyu bile veremedi. Sence böyle nereye kadar gider? İşine saygım var, işiyle evli gibi yaşamasına değil!" deyip çıktım odadan. Daha fazla durursam tüm içimdekileri dökecektim ve bunu istemiyorum. Ne olursa olsun bunlar bizim özelimiz ve öyle kalmalı.

 

Kırgınlığım beni ilgilendirir...

 

Gece geç vakit konağa vardığımda sessiz adımlarla odamıza çıktım, kapıyı araladığım da boş yatakla yüzleştim, nöbette olmalıydı.

 

Kısa bir duş alıp yatağa geçtim, örtüyü açtığımda yastığıma kılıf gibi geçirilmiş tişörtümü fark ettim. Gitmeden önce ki gece üzerimde olan Ülkü'nün aldığı bir tişörttü... Dudağımın kenarı burukça kıvrıldı, hep bana sarılıp uyumayınca dinlenemediğini söylerdi. Anlaşılan o ki boşluğum fazlaca hissedilmiş.

 

Elimdeki yastığı olduğu gibi bırakıp onun yastığına başımı koydum. Kokusu beni sararken gözlerim yorgunluğa daha fazla dayanamayarak kapandı.

 

Sabah telefonumun sesiyle gözlerimi açtığımda yorgun gözleri ile beni izleyen Ülkü ilk gördüğümdü. Sanki telefonu duymuyormuş gibi göz temasımızı kesmeden bakmaya devam ettiğinde yükselen melodiye daha fazla kayıtsız kalamayıp gözlerimi Ülkü'den çekip yan dönerek komidinde ki telefona uzandım,

 

"Efendim." dediğimde toparlanıp sırtımı yatak başlığına dayamıştım.

 

Yeni bağladığımız işle ilgili bir pürüzü Önder ile konuşup kapattığım da ilk ne yapacağımı bilemedim.

 

Böyle bir ayrılık yada kırgınlık daha önce aramıza girmemişti. Saate bakılırsa kahvaltıya çok bir zaman kalmamıştı, üstelik tekrar uyuyamayacak kadar karışık bir ruh halim vardı.

 

"Günaydın." dediğinde gözlerim tekrar onu buldu, kararan göz altları ve küçülmüş yüzü onun da pek iyi olmadığını belli ediyordu.

 

"Günaydın..." dedim peşi sıra sessizdik ikimizde. "Ben kahvaltıya geçeyim sende uyuyup dinlendirsin." Derken yataktan çıkmış üzerimdeki tişörtten kurtulup banyoya doğru iki adım atmıştım,

 

"Mirza." demesiyle duraksadım "Nereye kadar kaçacaksın, hiç mi özlemedin beni?" deyince gözlerim kapandı istemsiz. Özlemek ne kelime, burnumda tütmüştü... Herşeyin fazlası gibi sevmenin de fazkası zarardı, bunu son bir ayda çok iyi anlamıştım.

 

Boğazımda biriken özlemi yutkunarak bastırmaya çalıştım ama pek faydası olmadı, o arada yataktan çıkıp önüme geçmişti, ben varlığını idrak edemeden kolları belime dolandı, başını göğsüme yasladığında hızlanan kalp ritmim ona cevap olmuştu, kalbimin üzerine değdi sıcak dudakları,

 

"Özlemişsin..." derken memnuniyeti sesinden belliydi cadının. İnsanın hanımı doktor olunca böyle şeyleri saklamak zordu. Nabzından teşhisi koyuyordu. Ses etmeyişim onu durdurmadı bu kez boynuma şah damarımın üzerine doğru öperek devam etti, irademin anasını ağlatıyordu. İlk defa onun dudaklarından samimice dökülen iki kelime aramıza sızdı,

 

"Özür dilerim..." Derken titreyen sesi gerçek mi diye şüpheye düştüm peşi sıra tenime değen iki sıcak damla cehennemden kopup gelmiş gibi yaktı beni.

 

" Ülkü..." diyerek yüzünü avucuma aldığımda ikinci defa ağlayışına şahit oluyordum. İlki ağa olmama karar verildiği gün beni ağlayarak arayışıydı, şirketten nasıl çıktım, konağa nasıl geldim bilmiyordum. Öyle çırpınarak isyan ederek ağlıyordu ki ne yapıp sakinleştireceğimi bilememiştim.

 

Fakat bu hali bambaşkaydı, Ülkü'nün özürlerinin sonun da hep bir ama olurdu.

 

Özür dilerim ama sende tamamen haklı sayılmazsın...

 

Özür dilerim ama ben böyle büyüdüm...

 

Özür dilerim ama...

 

O ama'lar hiç bitmezdi, haksız olmak özür dilemek pek kabullenebildiği şeyler değildi.

 

"Güzelim ağlama..." derken dudaklarım alnını bulmuş, kollarım onu sarmış, gardım çoktan yerle bir olmuştu. Saçlarından derin bir nefesi içime çektim.

 

Ben onu sarınca gevşeyen bedeni kollarımın içinde kaybolmuştu tamda sevdiği gibi...

 

Burnunu çekti önce, peşi sıra içli bir nefes çekti,

"Çiğdem çiçeğim desene bana..." diye fısıldadı başını boynuma yaslarken.

 

Naz değildi... Safi bir özlemdi dilinden dökülen, dersini almış mıdır?

 

İnşallah...

 

Kalçalarından tutup havalandırdığım bedeni kuş gibiydi, bu ayrılık ikimize de yaramamıştı zaten yaramasındı da. Bacaklarını belime sardığında yüzümü avuçları içine aldı, sakallarımı hissetmeyi hep severdi ama bu hali sanki gerçekliğime inanmaya çalışır gibiydi.

 

Yüzümün her yerini dolandı dudakları,

 

"Çok özledim... Çok özledim..." diye sayıklayarak. Dudaklarımız kavuştuğunda bu bir öpüşme değilde kucaklaşma sayılırsa daha anlamlı olurdu bence. Dudaklarımızla sarıldık birbirimize, bedenimin hasretle birleşen isyanı büyürken Ülkü'nün sırtı yatakla buluşmuştu,

 

Onun kontrolü kaybeden hareketleri beni de yoldan çıkardığında ne ara bir olduk ne ara yandık ne ara söndük anlamak mümkün değildi. Zaman, mekan kavramı yitip gitmiş yerine yalın bir hasret kalmıştı.

 

Nefes nefese bir muhtaçlıkla,

 

"Mirza..." Döküldü dudaklarından birbirine karışan nefesimizi düzene sokmaktan daha önemliydi söyleyeceklerimiz sanki,

 

"Çiğdem çiçeğim..." Deyip boynuna gömdüm başımı çiğdem çiçeğinin kokusunun en yoğun olduğu yere.

 

"Bir daha bırakma beni... Sakın!" diye yakardı.

 

"Asla..." dedim tüm inancımla.

 

Kollarımda durulduğunda birazdan kahvaltıya çağırılacağımızı bildiğimden saçlarından derince öpüp banyoya geçtim.

 

Dakikalar sonra bedenim yarı soğuk suyun altındayken aldığım kararlar düştü aklıma. Daha doğrusu Ülkü'nün annesinin aklıma açtığı kapılar.

 

İstanbul'a gittiğim ikinci hafta ziyaret etmiştim Nazenin hanımı, evlilik sürecimizde Ülkü'nün keskin tavrıyla babası geri planda kalınca daha çok annesiyle muhatap olmuştum. O kadar ayrı dünyaların insanlarıydık ki şaka gibiydi gerçekten...

 

Kurduğumuz sofralardan tut, ettiğimiz sohbete, dinlediğimiz müziğe kadar kelimenin tam anlamıyla ayrı tellerden çalıyorduk.

 

Ailelerin tanışması bir komedi filminden halliceydi. Arjin Sultan'ın sofradaki zeytinyağlı ve mezelere boş boş bakışı aklıma geldikçe gülerim. İçli köfte ve et olmayan sofra davet sofrası olabilir miydi? Asla...

 

Nazenin hanım beni yine evladı olarak karşılayıp ağırlarken, Ülkü'nün annesiyle fiziken o kadar çok benziyor oluşu, bana sanki sevdiğim kadının nasıl zarif yaş alacağını seyretmek için zaman tünelinden bir geçit açıyordu.

 

Sohbetimiz konusu nasıl oldu da oraya geldi, ben birşey söylemeden nasıl anladı bilmiyorum ama bir anda kendimi onların bildiğimi sandığım hikayesinin içinde buldum.

 

Ve bildiklerimin Ülkü'nün yanlı anlatımından öteye olmadığını anlamam da uzun sürmedi.

 

'Ben beni seven bir adamı zorla kendime yabancı ettim Mirza, çırpınışını, öz verisini, sabrını tükenmez sandım. İşim önce oldu hep eşim ikinci... Oysa kimse ikinci olmak istemez sevdiğinin hayatında." dediğinde kendine bu kadar objektif bakabilen çok az insan tanımış olduğumun farkındaydım.

 

Benim merakla dinlediğimi görünce elindeki çay fincanını sehpaya bıraktı, bana ikram ettiği ince belli çay bardağının aksine kendisi çayını zevkini belli eden fincanlarda içiyordu,

 

"Bizim zamanımızda okuyan kadın olmak, ayaklarının üzerinde destek almadan duruyor olmak çok yüceltilmişti. Yada ben çok içselleştirmiştim bilmiyorum. Halbuki bak yapayalnızım şimdi. Sevdiğim adam bir başkasına eş, yeri geldi destek oldu ama ikisi bir aile olmayı başardı, biz başaramadık. Ülkü asla kabul etmez ama ben suçumu biliyorum oğlum. Sen onun benim gibi olmasına müsade etme... Sevgin sınırsız olsun ama sabrının da çabanın da tükenebileceğini hissettir. Sensiz kalsın bir zaman gerekirse, yeter ki ömrünün sonunda kendini benim gibi pişmanlık çukurunda bulmasın." dediğinde ikimizde burukça gülümsedik.

 

"Ben Ülkü'yü bırakamam Nazenin anne ama yorulduğumu ve kırıldığımı da içimde tutamıyorum artık." dediğimde,

 

"Herşey böyle başlar Mirza, Ergün beni bir günde terk etmedi. Gözlerinde ki aşk birden sönmedi. Ben itina ile görmezden gelerek söndürdüm. Ülkü sana ne anlattı tahmin edebiliyorum sadece beni aldatmadığını bil yeter. Bunu asla kabullenemeyen senin fikri sabit eşin malesef." demesiyle kaşlarım havalandı.

 

Güldü bu halime,

 

"Babasının benden gidişini kabullenemeyen, bitmiş bir evliliğin ardından başlayan ilişkiyi sadece daha önceden tanışıyor oldukları için paranoyakça fikirlerle bir aldatma hikayesine çeviren de Ülkü." dedi.

 

Objektif bakabilen biri için tam Ülkü'ye göre hareketler olduğu doğruydu.

 

"Şimdi sana acı bir gerçeği daha söyleyeceğim ama bu Ülkü'nün hatası değil, lütfen benim yanlışlarımdan doğan sonuçlarla böyle düşündüğünü bil." diye devam ettiğinde gerilmiştim.

 

"Sana güvenmiyor, işine bu kadar asılmasının sebebi bu... Birgün onu bıraktığında iyi ki işime sahip çıkmışım bakın beni bıraktı diyebilmek için." deyince kaşlarım bu kez daha derin çatıldı,

 

"Bu dediğiniz çok ağır bir itham Nazenin anne, kızınız olsa bile bu kadar kesin konuşmanız doğru değil bence." dedim kabullenemeyerek.

 

Uzanıp elimi tuttu anaç bir tavırla,

 

"Başta dediğimi unutuyorsun hemen, bak sizi izlemek benim için sonu belli bir filmi izlenmek gibi... Sonu benim çünkü... Sende o kadar çok Ergün'ün çabasının yansıması var ki sonumuz aynı olmasın diye seni uyarmaktan başka yol bulamıyorum." dedi dolu dolu gözlerle.

 

"Ergün babayı hâlâ seviyorsunuz." dedim anlık gafletle, benim sözümle beraber yanağından bir damla süzüldü.

 

İkimizde sustuk onun yaşadıkları, benim yaşayacaklarım boğazımızda birer düğüm oldu.

 

"Ne yapmalıyım?" dedim çıkar yol bulamayarak.

 

"Ailenle arasına girme bırak başa çıkmayı öğrensin, ne istiyorsan açıkça söyle ve haklı olduğuna inanıyorsan sakın geri adım atma. Bencilce bir savunma mekanizması vardır önceliği hep kendine verir özür dilerken bile haklılığını ispata çalışır. Velhasılı kelam zordur benim kızım, hep senin özverinle olmaz yorulursun. Bu yorgunluk ondan vazgeçecek boyuta gelmeden tedbirini al oğlum." dediğinde aslınsa ertesi gün döneceğim İstanbul seyahatimi onbeş gün daha uzatıp ayrılığın bizi nereye götüreceğini görmeye karar verdim.

 

İlk defa ama'sız bir özür duymak doğru yolda olduğumuza delil gibiydi.

 

Banyodan çıktığımda uyumuş olmasını bekliyordum fakat yanımdan acele ile banyoya geçerken,

 

"Kahvaltıya bende geleceğim beklersin değil mi?" diye sorması ile şaşırmadım desem yalan olur.

 

"Uyumayacak mısın?" dedim.

 

"Kahvaltıdan sonra uyurum, bekle hemen çıkarım." deyip duşa girdi.

 

Bizimle sofraya oturmak için bu kadar istekli olması şaşırtıcıydı, her fırsatta kaçardı oysaki.

 

Ben üzerimi giyinip biraz oyalandığımda banyodan çıkıp hızla giyindi, saçlarını kurutup şekil verdi. Hatta hafifçe makyaj da yaptığı sıra acaba Narinle çok mu vakit geçirdi diye düşünmeden edemedim.

 

El ele merdivenleri inerken avucunun içindeki eli varlığımı daha çok hissetmek ister gibi sımsıkıydı.

 

Masaya geldiğimizde annemle babamın elini öpüp yerime geçtim, olması gereken buydu zaten ama ben çocukluğumdan beri yaşadığım hayal kırıklıklarının acısını aksilik ederek, umursamaz görünerek çıkaran biriydim. Fakat bunun Ülkü'ye nasıl geniş kapılar açtığını ayrı geçirdiğimiz süre boyunca bol bol düşünüp kafa yormuştum. Saygısızlık etmiyordu aileme ama saygısını gösterdiği de çok söylenemezdi. Benden cesaret aldığı ise su götürmez bir gerçekti.

 

Bu davranışım Ülkü dahil tüm aileyi şaşırtsa da kimseden ses çıkmadı.

 

Canan ve Narin aynı masada olmaya alışmış görünüyorlardı. Başka şansları var mıydı?

 

Keşke olsaydı...

 

Asım beyin ben yokken büyümüş hatta annesi ile sofraya gelmiş olması İstanbul'da biraz fazla mı kaldım acaba dedirtmişti.

 

"Amcam sen büyüdün de sofraya mı geldin? Koca adam olmuşsun görmeyeli." deyip uzandığımda Narin gülümseyerek uzattı kucağında ki bebeği.

 

Elimde minicik kalsa da çok güzeldi, içimde uyanan babalık hasreti yine beni yoklarken yanlız değildim. Her zaman olduğu gibi hiç bir fırsatı kaçırmayın annemin sesini duymam gecikmedi.

 

"Kucağına da pek yakıştı oğlum, tez zamanda kendi evladını alırsın inşallah." diyerek bir gözü Ülkü'nün üstünde olarak konuştu.

 

Normalde ne derdim, inşallah ana... Bizde istiyoruz da zamananı var... gibi onu geçiştiren cümleler kurardım.

 

Niye? Ülke'ye sarmasın diye...

 

"Vallahi gelinini ikna edersen memnun olurum Arjin Sultan, gördüğün gibi ben dünden razıyım." dediğimde ise odada ki bütün gözler bana döndü şüphesiz en delici olanı Ülkü'nün gözleriydi.

 

Onlar şoku atlatmadan bebeği annesine verip abime de gerçekten sarıldım. Onun da ilk şaşkınlığının ardından sırtıma iki kez vurmasıyla bende onun omzuna iki kez vurup ayrıldım.

 

Sofraya yerleştiğimizde Ülkü hâlâ az evvel söylediklerimin şokundaydı ama daha şaşırtıcı olanı annem ağzını bile açmadan ben sana demiştim bakışını kuşanmış gelinine meydan okuyan tavrıyla masada ki yerine kurulmuştu.

 

Bu ikili ben yokken kaç kez çarpışmıştı acaba... Benim tanıdığım annem bu gidişimi asla boş geçmez illaki Ülkü ile uğraşmıştır.

 

Herkes tabağına yemek alırken Canan'ın hatırını da sorup bende kahvaltımı etmeye başladım.

 

Yanında tabağında ki tek dilim peyniri tırtıklayan kadın elinde olsa beni paralardı ama ortam müsait değildi. Çatalıma taktığım böreği onun tabağına bıraktığım da anlık buluştu gözlerimiz, ilk defa anlamaz gözlerle bakıyordu bana ve fazlasıyla kafası karışık.

 

"İyi misin güzelim?" dedim sadece onun duyacağı şekilde.

 

Başını olumlu anlamda sallayıp göz temasımızı kesti, tabağına bıraktığım böreği yemeye başladı.

 

Babamın seslenmesi ile ona döndüm,

 

"Mirza bir daha Mardin'den bu kadar uzun ayrılma oğlum. Artık ağa sensin meydanı boş bırakmaman lazım." dedi.

 

"Doğru dersin baba, iki büyük ihale aldım. İşler sandığımdan da iyi gidince uzatmak zorunda kaldım. Uzun süre burdayım gitsem de bir iki güne dönerim merak etme." deyince memnunca başını salladı. "Eeee... Ben Yokken önemli bir şey oldu mu?"

 

"Boran ağa kayıplara karıştıydı biliyorsun."Deyince başımla onayladım. "Bulundu lakin çok hasta düşmüş, zaten karısı telefon sinyalinden mi ne takip ettirmiş diyorlar, bulunacak yerde değilmiş."

 

"Şimdi nasıl?" diye sordum samimiyetim yoktu ama severdim Boran'ı.

 

"Hastanededir daha bugün yarın çıkarırlar toparladı çok şükür." dediğinde annem lafa karıştı,

 

"Toparlar tabii kuş sütüyle besliyormuş karısı, bir dakika başından ayrılmadı diyorlar. Baştan biraz Dilber hanımla zıtlaşmışlar diye duymuştum ama olur yeni gelin ile kaynana arasında. Boran kayıpken ziyarete gittim, Dilber'in de gönlüne girmiş gelin hanım, Derya yedimi? Derya uyudu mu? Nasıl üstüne titriyor şaştım kaldım. Gerçi hakkı işini gücünü bırakıp geldi kızcağız nasıl seviyorsa Boran'ı ne işi gözüne geldi, ne ailesi çok aşık belli." dediğinde Ülkü'nün huysuzca homurdandığını duydum ama ne dediğini anlamadım.

 

Annem nispet yapıyor gibi algıladı sanırım ki, doğru teşhis tamamen onun damarına basmak için konuşuyor çünkü.

 

İşin aslı aradan çekilip bu gerilimi izlemek keyifli olacak gibi.

 

"Sen bir ziyaretlerine gitsen iyi olur oğlum, bugün biz varsak yarın sizler olacaksınız bağınızı sıkı tutun." diyen babama hak veriyordum.

 

Madem gidemiyorduk, bu deveyi gütmek tek seçenekti hakkını verecektik o zaman.

 

"Bugün uğrarım baba, Bayram amcayla da konuşmak istiyordum zaten yüz yüze gelemedik."

 

Kahvaltının devamı sessiz geçerken, üzerimi değişip çıkmak için odamıza çıkan basamaklara adımladım. Peşinden gelen Ülkü'ye elimi uzattığımda yorgunluğunun zirvesinde gezdiği belliydi. Onuda peşimden çekerek odaya geçtim üzerime kışlık ince bir kazak geçirip blazer ceketimi de alarak Mardin şartlarına uyum sağladım. Ağa adamdık ya artık, deri ceketle her yere gidilmezdi.

 

Arkamı döndüğümde yatağın üzerine oturmuş beni izleyen kadınla göz göze geldik,

 

"Ben çıkıyorum güzelim, sen de uyu dinlen fazlasıyla yorgun görünüyorsun." dedim.

 

"Git tabii annenin öve öve bitiremediği Derya hanımın eşi için nasıl çabaladığını kendi gözünle gör." dedi tüm öfkesiyle.

 

Öylesine hırslıydı ki kadını bulsa bir kaşık suda boğacak gibiydi. Damarına basmak tehlikeli miydi? Evet! Peki bu beni durdurur muydu? Hayır!

 

"Değil mi öyle anlatılınca insan bir merak etmiyor değil." dediğimde yatakta ki süs yastığını bana fırlattı.

 

"Bıktım herkesin o kadını övmesinden, belli ki işsiz güçsüz bir avukattı, adamı sevdi düştü peşine... Yada malının mülkünün peşinde... İç yüzünü bilemem ama o kadın üzerinde bana laf çarpılmasından çok sıkıldım. Yok kocasını çok sevdiği için işini bırakmışta, yok silah çekmiş bilmem kimi vurmuşda... O başka ben başka Mirza, ben kimse için işimi bırakmam bunu böyle bilin!" diyerek patladı sonunda.

 

Dudağımın bir kenarı umutsuzluğuma inat kıvrıldı,

 

"Çok iyi biliyorum Ülkü, hatta bazen seninle ilgili tek bildiğim şey bu mu acaba diyorum." deyip telefon ve araba anahtarımı alıp çıktım odadan.

 

Peşin sıra bir çığlık atıp duvara birşey fırlattı muhtemelen, gelen sesler bunu gösteriyordu. Adımlarım duraksa da geri dönmedim.

 

Nazenin anne haklıydı, ne istediğimi açık açık söyleyip sözümün arkasında olmalıydım. Benim ona olan zaafım bizi çıkmaza sürüklüyordu.

 

Arabanın kapısını açıp içine yerleştiğimde başımı geriye atıp derin nefesler aldım.

 

Karar almak kolay Mirza uygulada o zaman görelim... Diyen iç sesimle yine kendime yüklenip yola çıktım.

 

Hastaneye gelince kapıda Boran'ın şöförü Murat'ı gördüm. Selam verip kaldıkları katı ve oda numarasını söyledi.

 

Asansör ile ikinci kata ulaştığımda az ilerde Bayram Ağanın omzuna başını yaslamış genç bir kadın ve ona baba şefkati ile sarılmış kollar gördüm.

 

Kayınpeder ile gelinden çok baba kız gibi duruyorlardı. Babam ile Ülkü'yü böyle hayal ettim desem yalan olur, babam bize dahi soğuk bir adamdır, bırak gelinlerini kızını bile bir kere böyle bağrına bastı mı acaba?Bayram amcanın kadının gözlerini sildiğini fark edince adımlarımı yavaşlattım. İyi demişlerdi Boran'dan için, yoksa sağlığı yine mi kötüleşmişti?

Koridorda neredeyse duran adımlarımı ilk fark edense Devran oldu, bana doğru gelip elini uzattı,

 

"Mirza, hoş geldin kardeşim." dediğinde, başımla selamladım.

 

"Geçmiş olsun Devran, İstanbul'daydım yeni döndüm, Boran iyi demişlerdi ama?" dediğimde ne demek istediğimi anlamıştı.

 

"Bedenen iyi..." dedi devamını getirmedi.

 

"Anladım." deyip bana doğru gelen Bayram amcanın eline uzandım,

 

"Geçmiş olsun." deyince omzuma vurdu babacan bir tavırla,

 

"Sağ ol oğlum. Sizler sağ olun." derken sesi oldukça içliydi. Bir baba evladı için ne kadar çabalayabilirse o kadar çabalamıştı ama Boran malesef yine aynı depresyon kuyusuna düşmüş gibiydi.

 

Eşine de küçük bir baş selamı ile geçmiş olsun dileklerimi ilettim. Düğünde ki o ışıl ışıl kadın gitmiş yorgun ama güçlü durmaya kararlı bakışları ile selamımı alıp küçük bir tebessüm sundu.

 

Devran,

 

"Amca ben burdayım, sen Derya'ya eşlik et yemeğini yesin. Yoksa bizi kandırıyor avukat hanım." diyerek yengesine takıldı.

 

Onlar benimle vedalaşıp uzaklaşırken Devran'ın yönlendirmesi ile koridordaki sandalyelere oturduk.

 

"Sen nasılsın Mirza? Birden kendini Aladağ aşiretinin ağası olarak buldun, alışabildin mi?" dedi bir abi samimiyetiyle.

 

Onlar zaten Boranla hep abi kardeş olmuşlardı. Amca çocukları olmalarına hatta Devran'ın Boran'ın karısını öldürttüğü iddialarına rağmen bağlarını inatla sapa sağlam tutmuş kopmamışlardı.

 

Biz Miranla böyle bir bağı öz kardeşken kuramamıştık. Şüphesiz buna sebep ailemizin yaklaşımıydı. Miran hep veliaht prens gibi ağalığa hazırlanırken, ben leyleğin yuvadan attığı kuş misali liseyi bile yatılı okullarda okumuştum. Suçum da derslerimin iyi olması... Şaka gibi ama gerçek. Zaferime ödül yanlız bırakılmak olmuştu. Oysa beni de sevsinler, takdir etsinler isteyerek derslerimle olsun dikkat çekmek istemiştim. Bu çabam daha çok sevileceğime, daha uzağa atılmamdan başka işe yaramamıştı.

 

"Ben alıştım Devran da eşim için aynısını söyleyemem malesef." dedim neden kendimi açtığımı bilmeden, sanırım ağabeylik etmesine ihtiyacım vardı.

 

"İstemiyor mu ağa olmanı?" dedi kollarımız dizlerimize dayalı duvara bakarak konuşuyorduk ikimizde,

 

"İstemiyor, ne ağa olmamı, ne de burada yaşamayı..." dedim.

 

Histerikçe güldü,

 

"Herkesin derdi başka, kiminin derdi olan kimin şifası işte..." deyince anlamaz gözlerle ona döndüm. Elini dizime vurdu,

 

"Boşver uzun hikâye ama sana tavsiye madem ağalıktan kaçışın yok karını rahat ettir, korktuğu kadar kötü olmayacağını hissetsin. Aklı başında hiç bir kadın bu düzene bile isteye boyun eğmez." dedi.

 

"Peki Boran'ın karısı nasıl geldi uydu bu düzene, aklı başında birine benziyor?" demekten kendimi alamadım.

 

Bu kez gerçekten güldü,

 

"O biraz fazla akıllı, düzene ayak uyduracağına düzeni kendine uydurur hepimiz seyreder kalırız..." deyince şaşırdığımı saklayamadım. "Açık konuşacağım Mirza, Boran toparlanırsa Derya bu topraklarda çağ açıp çağ kapatır. Yok eğer Boran toparlanmazsa hem onların aşkına, hemde bu topraklara büyük yazık olacak." dediğinde üzüntüsünü fazlaca belli ediyordu.

 

" Sen toplarsın Boran'ı hep toplamadın mı?" deyip destek olmaya çalıştım bildiğim kadarıyla.

 

"Artık bende dağıldım Mirza, her darbeye dayanıyor insan ama sırtından vuruldum mu başka. Yara değilde güvenip sırtını döndüğünün vurmuş olması koyuyor adama." dedi onunda heybesi oldukça dolu gibiydi.

 

"O zaman hanım ağaya güvenmekten başka şansımız kalmadı sanırım?" dedim ortamın havasını dağıtmak için. Burukça onayladı beni.

 

Hastaneden ayrıldığımda Hanoğluları kanadında da işlerin dışardan göründüğünden daha karışık olduğunu fark etmiştim.

 

Boran kimseyle görüşmüyor yanına sadece eşi girip çıkıyormuş. Anladığım kadarıyla onunla da iletişim kurmuyor sadece yanında olmasına müsade ediyor...

 

Şirkete geçerken aklım Ülkü'deydi, sabah anneme karşı olan tavrının hesabını soramamış olması sormayacağı anlamına gelmiyordu. Eminim ki akşamın konusu bebek istediğimi açık etmem olacaktı.

 

Artık Mardin'den gidemeyeceğimize göre beklenenin de çok anlamı yoktu, Ülkü'nün yeni düzenimizi kabullenmesi için bilerek ailemin önünde konuşmuştum.

 

Odama geçip yokluğumda birikmiş işler ile ilgilendim. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyecek kadar dalmıştım. Masada ki sabit telefonun sesi ile bölündüğümde sekreterim,

 

"Mirza Bey, Miran Bey müsaitseniz görüşmek istiyor." dedi. Abimle ilişkimiz böyleydi işte özetle resmi. Bunun böyle olmasını ben istemiştim, çocukken aramızda olan abi kardeş bağı ailemizin ayrımcı tavrıyla koparılmıştı. Benim yatılı okula yollamaları ve sonrasında konakla bağımı neredeyse sıfıra indirmem de tuzu biberi olmuştu.

 

"Bekliyorum Seda." deyip kapattım telefonu.

 

Abim tedirgin olarak girdi içeri,

 

Ayağa kalkıp karşıladım masamın önündeki koltuklara oturunca,

 

"Ne içersin abi?" Diye sordum.

 

"Demli bir çay fena olmaz." dediğinde hâlâ kapıda olan Seda başıyla onaylayıp çıktı.

 

İkimizde sessizce birbirimize baktık bir kaç saniye,

 

"Mirza, Ülkü'den özrünü diledim. Bir faydası yok biliyorum ama senden de özür dilerim kardeşim. Böyle olsun istemezdim, istemezdik." diyerek geliş amacını açık etti.

 

"Biliyorum abi, Ülkü ağalara laf anlatmak için ne çok uğraştığını da söyledi. Böyle olmasında da vardır bir hayır. Başta kabullenemedim ama şimdi daha sakin bakabiliyorum olaylara." Derken amacım onu biraz olsun vicdan azabından kurtarmaktı. Zaten kuma getiren bir adam durumuna düşmüştü, bir de beni kafasına takmasın istedim.

 

Samimi miyim diye gözlerime baktı uzun uzun... Gülümsedim bu haline, aksiliğime daha alışıktı.

 

"Sabah ki halin de bir garipti Mirza İstanbul'dayken ne değişti, bu Mirza'yı neye borçluyuz?" diye sordu.

 

"Senin de mağdur olduğunu yeni yeni kabulleniyorum galiba." deyince daha çok şaşırdı.

 

Çaylarımız gelince ikimize de düşünme fırsatı oldu,

 

"Sabah Ülkü'yü annemin önüne attın farkında mısın?" dedi biraz evvel ki samimiyetimden cesaret bularak.

 

"Savaşmak geliştirir abi, artık gitmeyeceğimizi kabul edip arkama saklanmaktan vazgeçmesi lazım. Yaşım otuza dayandı onunda farklı değil çocuk sahibi olmak istemem normal, onun oluşturmaya çalıştığı şartları beklemenin anlamı kalmadı çünkü tek hedefi burdan gitmekti. Gidemeyeceğimize göre yolumuza bakacağız." dedim açıkça.

 

"Biraz zaman vermelisin kolay değil." deyince,

 

"Bana da kolay değil abi, işse bende geride bıraktım bak. Onunda yapması gereken fedakarlıklar var." diyerek konuyu kapattım. "Sen de durumlar nasıl? Hanımlar birbirini kabullenmiş gibi?" diyerek topu ona çevirdim.

 

"Saçma bir mecburiyetin içindeler Mirza, Narin oğlanı alıp gider diye tahmin ediyordum ama beni yanılttı. Babasının namlusunun ucundan beni almak için bütün gerçekleri açık etti, zamanında bana kurduğu tuzağı haykırdı yüzlerine." dediğinde kaşlarım havalandı.

 

"Ben o zaman da sana inanmıştım." dedim ilk defa.

 

Burukça gülümsedi,

 

"Keşke söyleseydin duymaya çok ihtiyacım vardı." demesiyle gözlerimi kaçıran ben oldum. "Narin sevgisinde samimi Mirza ama bu bende karşılıklığı olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Yaptıklarına pişman olsada geri dönüşü olmayan yollardayız malesef."Diye devam etti sözlerine.

 

Biraz daha sohbet edip beraber konağa döndük.

 

Avluya kucağında Asım bebekle inen Canan'ı görünce abimin ayakları beton dökülmüş gibi yere sabitlendi.

 

Onun şaşkınlığına inat gülümseyerek bize doğru gelen kadının yüzünde sıcak bir tebessüm vardı,

 

"Asım bak baban gelmiş." diyerek kalın tulumunun içinde olan bebeğin sağ elini kaldırıp bize el sallamasını sağladı.

 

"Abi..." deyip sırtına koydum elimi destek olmak ister gibi.

 

Canan'ın attığı büyük bir adım olsa da aslında olması gerekeni yapıyordu. Masum bir bebeğin babasına olan ihtiyacı herşeyden üstün değil miydi?

 

Abim öne doğru bir kaç adım atınca,

 

"Ooo... Çok da ağırmış bu paşa, ben daha fazla taşıyamıyorum seni Asım Bey hadi bakalım babaya hoş geldin de." deyip ufaklığı babasının kollarına kavuşturan Canan abimin koluna girip "üşümesin odaya geçelim, annesini çok yormuş bu gece o uyurken biraz bizimle takılacak küçük bey." diyerek hâlâ şaşkın olan adamı sürüklemeye başladığında kendiside hamile olduğu için paytak bir penguene benziyordu.

 

Peşleri sıra gülümsememi silemeden baktım, abimin Canan için neden ölüp bittiğini yavaş yavaş anlıyordum. Kalbi çok geniş bir kadındı.

 

Onların neşesinin aksine beni odada nasıl bir kavganın beklediğini düşünerek aştım merdivenleri...

 

İkimize ait küçük odanızın kapısına geldiğimde neden hâlâ benim İstanbul'dan geldikçe kaldığım bekarken odasında yaşıyor olduğumuzu sorguladım. Burdan gitmeye öyle odaklanmıştık ki sanki kuracağımız yeni bir düzen bizi buraya bağlayacak gibi misafirden hallice yaşıyorduk.

   

Kendimize büyükçe bir yaşam alanı hazırlamam gerektiğini aklımın bir köşesine yazıp odanın kapısını tıklattım.

 

İçerden ses gelmesini beklerken bizzat Ülkü'nün kapıyı açmasıyla gergin bir bakışma bizi kapı önünde esir aldı.

 

Kolundaki çantası ve üzerinde trençkotuyla çıkmak üzere olduğu aşikar olsa da ben konuşmak için konuşup,

 

"Çıkıyor muydun? Daha erken aslında..." dedim.

 

"Çıkıyorum hayatım, akşam yemeğinde siz annenle evliliğimiz devamını, çocuğumuzun adını, nerde yaşayacağımızı planlayabilirsiniz." dedi tüm alaycılığı ile cevap vermeme müsade etmeden devam etti "Ama bana daha önceden planı bildirin ki sonra dumur olmayayım." Diyerek yanımdan sıyrılıp geçmek istedi.

 

Bileğinden incitmeyecek şekilde yakalayıp durdurdum.

 

"Ben seninle evliyim Ülkü, tüm planlarımı seninle yaptım, öyle yapmaya da devam edeceğim. Konuyu başka yerlere çekmesen mi?" dedim elimdeki bileğini okşayarak.

 

Tek kaşı havalandı,

 

"Sabah beni ikna etmesi için annene görev vermedin mi?" diye çıkıştı.

 

"İkna etsin istiyorum çünkü, sana bu konağı sevdirsin. Burada kalmak senin için bir korku filmi olmaktan çıksın. Artık düzenimizi kurup önümüze bakalım." derken sesim oldukça sakin ve netti.

 

Uzun uzun baktık birbirimize gerginlik azalırken kararsızlık yükseldi gözlerinde...

 

"Bunları sonra konuşalım Mirza, acil bir hastam var onun için erken çıkıyorum. Sandığın gibi kaçmıyorum yani." dedi.

 

Sağ elim yanağına uzanırken, sol elinin bileğinde olan elim beline dolandı,

 

"Ülküm, Çiğdem çiçeğim... Seni, beni bırakalım artık biz olalım." diyerek yanağını okşadım usul usul.

 

Gözlerini kaçırdı,

 

"Gideyim ben artık." dediğinde istemesem de çektim ellerimi. Benim uzaklaşmama fırsat kalmadan bu kez o sağ elini yanağıma yaslayıp boşta kalan tarafa sağlam bir öpücük kondurdu. "Görüşürüz hayatım." Diyerek koşar adım merdivenleri indi.

 

Gerçekten acelesi olmalıydı. Dudaklarım kıvrılarak arkasından baktım. Ben bu kadına sırılsıklam aşıktım...

 

Odaya geçip üzerinimi değiştirdim, İstanbul'da ki işleri de idare etmek için uzun süre telefon görüşmesi yapmak zorunda kalsam da bu düzene alışmam gerektiğinin farkındaydım. İki karpuzu tek koltuğuma sığdırmak için insan üstü gayret göstermeliydim.

  

Akşam yemeğinden sonra herkes odalarına çekilmişti ki konağın sessizliğini abimin haykırışı böldü,

 

"Canan..." Diyerek kucağındaki baygın kadınla merdivenleri inerken sesi tüm Mardin'de yankılandı.

 

"Canan aç gözlerini, ne olur bana bak!"

 

    

 

Sevgili okur arkadaşlarım yeni bölümle sizlerleyim, bölümü nasıl buldunuz.

 

Mirza'nın ağzından yazmak benim için keyifliydi.

 

Ülkü'nün annesi ve fikirlerini nasıl buldunuz?

 

Çalışan bir anne olarak ikisini bir arada yapmanın ne kadar zor olduğunu işlemek istedim. Dengenin kaçmasını ve sonuçlarını da görmüş oluyoruz.

   

Son olarak bombayı bırakıp kaçtım, Canan ne oldu dersiniz?

 

⭐⭐⭐ Dokunmayı unutmayın arkadaşlar sizi seviyorum ❤️ 🥰 😍

 

    

    

 

    

 

    

 

    

 

    

 

    

 

   

 

   

 

     

 

    

 

    

 

    

 

   

 

Loading...
0%